
Bizler, Allah’ın kitabında bizleri isimlendirdiği Müslümanlarız! “insanları Allah’a çağırmayı” (Fussilet, 33) kendilerine dâvâ edinmiş kimseleriz!
+(532) 238-4131
bilgi@kuranyurdu.com
Yaygın ve tabi yaygın olduğu kadar da yanlış bir kanaat var, şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasının yalnız tasavvuf çevrelerine has olduğuna dair. İşin doğrusu ise, gerek kendisini herhangi bir din veya dini yaklaşıma, gerek seküler bir ideolojiye nispet eden toplulukların çoğunun, aslında bu anlamda bir “tarikat yapılanması” niteliği taşıdığı gerçeğidir.
Aradaki yegâne nüans, tasavvuf çevrelerinin bu işin adını koymaları ve şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasını teoride de savunuyor olmalarıdır. İş pratiğe gelince, şeyh-mürit ilişkisini ve ona dayalı tarikat eksenli yapılanma biçimini teori düzlem ve düzeyinde eleştiren toplulukların büyük kısmı, pratikte mahza tarikat niteliğine haiz bir yaklaşım ve işleyiş üzere bulunmaktadır.
Geleneksel algıyla oluşturulmuş türbeleri bir tazim ve takdis mekânı edinen, oralarda medfun olan insanlara “ricalul gayb” tanımlamasıyla kimi “ilahi” vasıflar atfederek onları “aracı ilahlar” olarak konumlandıran toplulukları “tarikat” olarak niteleyip de, resmi/egemen türbeyi tazim ve takdis mekânı edinen, orada bağlılık ritüelleri gerçekleştiren, gönül ve zihin kıbleleri, Âlemlerin Rabbi’nin egemenlikle ilgili temel sıfatları olan rablik, ilahlık ve meliklik (talim-terbiye, yol gösterme ve emretme/hükmetme) sıfatlarının kendisinde vehmedildiği bir “başöğretmen”, “ulu önder”, “ebedi şef” figürüne yönelik olan bir başka topluluğu tarikat olarak nitelememek doğru bir yaklaşım olabilir mi mesela?
Daha önce de şeyh-mürit ilişkisi üzerine çeşitli yazılar yazdık ve “mü’min ile mürit farkı”nı izah etmeye çalıştığımız değerlendirmelerde bulunduk. Buradaki temel fark, mü’min olmanın temelinin, Yüce Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi aktif tutarak, O’nun Kitab-ı Kerimiyle ve Rasulünün (a.s.) Kitab-ı Kerim’e dayalı örnekliğiyle (sünnetiyle) doğrudan muhataplık bilinci üzere olunması ile, akıl ve iradeyi başka kişi veya mercilere teslim ve tâbi kılarak “sürü psikolojisiyle” hareket etmektir.
İşin temeli, İslam’ın öngördüğü saf düzenine dayalı yatay cemaatleşme/toplumsallaşma ile, hiyerarşi esasına dayalı piramit usulü toplumsallaşma farkına dayanmaktadır.
İslam’ın bize namazla, hacla talim ettiği saf düzeni yapılanma, Allah’ın dinine fert fert muhatap olan ve dolayısıyla asli mükellefiyetlerde eşit olan mü’minlerin, ilim ehli-ilim tâlibi, yönetici-yönetilen, âmir-memur, işveren-işçi olarak saf düzeninde bir araya gelmeleri ve aralarında bir kimsenin bir adım öne çıkarak onlara imamlık/önderlik etmesi temellidir.
Piramit usulü yapılanmada ise bu temel eşitlik bozulmakta, fertler ve toplum kesimleri arasında hiyerarşi katmanları oluşmakta ve tepeden aşağı doğru mutlak itaat ilişkileri teşkil edilmektedir.
İslam’ın öngördüğü cemaatleşme/toplumsallaşma biçimini Âl-i İmran 103. ayet-i kerime bize çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.[1] Ayet-i kerimede Rabbimiz, biz mü’minlere hep birlikte Hablullah’a sarılmamızı emretmektedir. Burada cemaatleşme/toplumsallaşma usulü net olarak bildirilmiş olmaktadır, ki az önce de belirttiğimiz gibi namaz ve hacda temsili karşılığını da bulduğu üzere Rasulullah ve güzide ashabının cemaatleşmesi bu esas üzere olmuştur.
Dikkat edilirse Rabbimiz, cemian (hep birlikte) kendi ipine (Kur’an’a) sarılmamızı bildirmektedir. Yani Rasulullah’ın da, İslam cemaatinin diğer tüm fertlerinin de mükellef olduğu temel husus, Allah’ın ipine ve hep birlikte sarılmaktır. Rasulullah ve onun dini, siyasi ve ictimai[2] önderlik misyonunu herhangi bir zaman ve mekânda üstlenen herhangi bir mü’min, bu konuda diğer mü’minlerle aynı muhataplık ve mükellefiyetle yükümlü tutulmaktadır. Kısacası, Allah’ın ipi bir kişinin elinde, diğer insanlar o kişinin elindeki ipi tutacak değildir, fert fert herkes kolektif bir bilinç ve yönelim içerisinde topluca/cemian Allah’ın ipine yönelecek, topluca (Kur’an’a) sarılınacaktır. Önderlik/imamlık mevkiinde olanların buradaki rolü, Allah’ın ipine sarılma ameliyesi konusunda insanlara öncülük etmektir, ipi elinde tutmak, insanları elindeki ipe sarılmaya çağırmak, yönlendirmek değildir.
İslam’ın Toplumu, İlim Toplumudur
İslam risaletinin oku emriyle ve ardından da, yazmanın ve öğrenmenin öneminin vurgulanmasıyla, el-Ekrem olan Rabbimizin insana en büyük ikramının/nimetinin ona kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesi olduğunun bildirilmesiyle başlamasının[3] sebebi de işte budur. Fert fert muhatap ve mükellef olunan Kitab-ı Kerim’in öğrenilmesi, her mü’minin ona nispet edilen başka iplere değil, bizatihi ona (Hablullah’a) diğer mü’minlerle birlikte kolektif bir bilinç ve yönelimle sarılmasının temin edilmesi…
İlk Kur’an neslinin, Rasulullah’a dahi körükörüne değil, tahkik temelli bir bilinçle ittiba etmiş olmasının temelinde, İslam’ın ilim temelli bir iman ve amel (ittiba) öğretisine sahip olması yatmaktadır. Rasulullah’ın Mekke’de vücuda getirdiği cemaat ve Medine’deki inşa ettiği İslam toplumu tam anlamıyla bir ilim toplumu idi.
Onlar, Rabbimizin “Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36) beyanını gayet iyi kavramışlar ve ona göre hareket etmekteydiler.
Kur’an’ın bu açık beyanları ve Rasulullah ile beraberindeki ilk neslin, taklit yerine tahkik ve buna dayalı ittiba eksenli toplumsallaşma örneklikleri sebebiyle, ilk dönem âlimler taklidi kesinlikle caiz görmemişler, âlimlere/fakihlere değil, onların gösterdikleri delillere (deliller ikna edici ise) ittiba edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Delile ittiba yerine, fakihlere veya onlara nispet edilen mezheplere körükörüne tâbi olmak şeklindeki taklitçilik kültürü, saltanat idarelerinin Müslümanları bilinçten ve dinamizmden uzaklaştırmak gayesiyle dayattığı bir bid’at olmuştur.
Bu taklit kültürünün kurumsallaşmasıyla birliktedir ki, Kur’an’a ve Rasulullah’ın örnekliğine (sünnetine) ittiba bilincinin yerini, kişilere veya topluluklara sürü psikolojisiyle tâbi olma yönelimi almıştır ve bu durum asırlardır devam etmektedir.
Zaman zaman bu durumun İslam düşmanlarınca “biat kültürü” şeklinde nitelendirildiğini de görmekteyiz ki, bu da ancak “seküler tarikatların” sürü psikolojisiyle hareket eden müritlerinin koyu cehaletiyle açıklanabilecek bir durumdur. Biatla taklidin birbirlerinin tamamen zıddı iki yaklaşım ve yönelim olduğunu bilmelerini, seküler müritlerden beklemek beyhude olur. Onların tek yaptığı, kendilerine yüklenen ezberleri tekrarlamaktan ibarettir, tıpkı geleneksel müritlikte olduğu gibi.
Biat, bilinçli bir tercih ve ölçülere ittiba zemininde, iradeye dayalı ve karşılıklı yükümlülük doğuran (biat edilen merci, Rabbani ölçülere sadakatla; biat eden ise, bu şartın sürdürülmesi koşuluyla o merciye itaatla yükümlüdür) bir sözleşmeyi ifade ederken, taklit, körükörüne bir bağlılık anlamına gelmektedir.
Körükörüne bağlılığın İslami ıstılahtaki karşılığı ise, bu şekilde bağlanılan kişi veya merciyi rab edinmektir. Bu konuda Tevbe sûresi 31. ayet ve Rasulullah’ın, Adiy b. Hatem’in bu ayetle ilgili sorusu üzerine yaptığı tefsir ile Âl-i İmran sûresi 64. ayetin mesajı yeterlidir.
Dost Acı Söyler
Konuyla ilgili bu temel çerçeveyi ifade ettikten sonra başlıkta ifade ettiğimiz meseleye gelecek olursak… Maalesef Müslümanlar olarak böyle ciddi bir sorunumuz olduğunu kabullenmek zorundayız. Kendimizi beri görsek, Kur’ani ölçüler içinde bunun tamamen yanlış bir itaat ilişkisi olduğunu dillendirsek de, şeyh-mürit ilişkisi düzleminde bir tarikat yapılanma biçiminin kendisini “tevhidi” olarak niteleyen çevrelerde de yaygın/baskın olduğunu ifade etmemiz gerekir.
Dost acı söyler. Biz, hesabı mutlaka verilecek bir hayat yaşadığımıza iman eden insanlarız. Dolayısıyla, hakkı tavsiye, emr-i bil ma’ruf çerçevesinde Müslümanlar arasında gördüğümüz aksaklıkları dile getirmemiz üzerimizde bir mükellefiyettir. Tabi bunu imha değil ıslah niyet ve bilinciyle, o zeminde yapmak kaydıyla.
Öncelikle şu gerçeği kabul edeceğiz ki, “müritlik” bir zihniyet biçimidir. Tasavvuf topluluklarına has, onlarla sınırlı bir yönelim değildir, ki makalemizin başında bu hususa değinmeye çalışmıştık. Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi kullanmak yerine, onları başkalarının akıl ve iradesine tâbi kılmak demektir. Burada, kişi veya toplulukların akıl ve iradelerini tâbi kıldıkları akıl ve iradenin hidâyet üzere mi dalâlet üzere mi olduğu önemli olmakla birlikte, konumuz açısından ikincil bir husustur.
Zira akıl ve iradenin tâbi kılındığı irade, kişi veya topluluk açısından merkeze yerleşmekte, hidâyet üzere veya dalâlet üzere olmak, tâbi olunan o akıl ve iradenin tercihlerine bırakılmaktadır. İstikamet ve istikamette istikrarı sağlayacak olan denetim ve ikaz mekanizması böylece ortadan kalkmakta, tâbi olunan akıl ve irade yanlışa düştüğünde, o topluluk da onunla birlikte yanlışa düşmektedir.
Biz bu coğrafyada bu durumu son yirmi yıl içinde çok acı tecrübelerle yaşadık. Birkaç kişinin, Kur’ani/Nebevi ilkeler yerine reel-politiğe dayalı “maslahat” temelli yanlış tercihleri, toplulukların tercihi haline dönüştü. Böylece, o toplulukların fertlerinin, tevhidi ilkelere ittiba ederken de aslında o birkaç kişinin iradesine tâbi olarak bu doğru zeminde bulunmakta oldukları görülmüş oldu. O birkaç kişi zeminlerini değiştirince, topluluklar da onlarla birlikte zemin değiştirmiş oldu.
Bu konu sadece ilkelerde istikamet ile de sınırlı değildir tabii ki, topluluk içindeki veya dışındaki müminlerle ilgili tutumlar, tavırlar konusunda da, akıl ve iradelerin kendisine tâbi kılındığı kişinin tercihleri belirleyici olmaya başlamakta ve böylece bir kişinin tercihleri o topluluğun tercihlerine dönüşmektedir ki, bu tercihler içinde haksız olanlar varsa, o topluluk bu haksızlığa ortaklık etmiş olmaktadır.
Yıllardır şahitlik ettiğim bir gözlemim var ki, o da genelde önde olanların kendilerine dâvâ arkadaşı yerine “mürit” aradıkları, insanların da aynı şekilde dâvâ arkadaşı yerine kendilerine tâbi olup takip edecekleri “şeyh” aradıkları yönündedir. Bu konuda gerçekten ibret verici tanıklıklarım oldu.
Siz, Kur’ani/Nebevi ilkelerde aynı çizgide olduğunuzu düşündüğünüz bir topluluğu, geleneksel bilgilerde kendisini yetiştirmiş birisiyle görüşsünler, dayanışma içinde olsunlar diye tanıştırıyorsunuz, birkaç yıl geçiyor ve bakıyorsunuz ki o topluluk, tanıştırdığınız kişiye mürit olmuş ve ulaştıkları Kur’ani/Nebevi doğrulardan geriye giderek, tevhidi netliklerini yitirmişler.
Müslümanlar arası diyalog ve birliktelik arayış ve çabalarına dahil olmuş görünüp de, kendi “güdümünde” gördüğü topluluğu bu birliktelik arayışıyla kaynaştırmaktan imtina ederek, mü’minler arasında köprü olmak yerine duvar işlevi görenler… Daha nice böyle tanıklıklar…
Bu gibi tanıklıklarımın bir hâsılası olarak zaman zaman kullandığım “Kendilerine dâvâ arkadaşı yerine mürit arayanlar, müritleştiremeyecekleri kimseleri yanlarında istemezler” şeklinde bir ifadem var. Maalesef ortalık kendisine mürit arayanlar ile şeyh arayanlardan geçilmiyor. Bu durum böyle devam ettikçe, bu “şeyh-mürit” zincirini kırıp, Hablullah’a topluca sarılma bilinciyle bir araya gelen, Allah’ın akıl ve irade sahibi kıldığı eşit kulları çerçevesinde hareket etmeye başlamadıkça da, İslami bir toplumsal ve siyasal dönüşümü gerçekleştirme imkânımız olmayacaktır.
İslam'da "hocalar ve onların tâbileri" şeklinde dikey bir örgütlenme biçimi yoktur. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, İslam toplumu bir ilim toplumudur, öyle olmak zorundadır. Sosyal ve siyasal işlerin yürütülmesi anlamında öne geçenler (umera) ve ilimde derinleşenler (râsihun) olmakla birlikte, her biri İslam'ın ilkelerini bilen ve birbirlerini bu ilkelerle denetleyen insanlardan oluşan bir toplumdu İslam toplumu.
Bu toplumu yeniden inşaya giden yol ise, bugün topluluklarımızı bu esas üzere yapılandırmaktan geçer. Dolayısıyla şu veya bu hoca/hocalar ve onların tâbileri gibi bir görüntü oluşturmak, Kur'ani/Nebevi çizgiye uygun değildir. Bu ister istemez dikey bir örgütlenme algısı ve biçimini doğurmaktadır. Saf düzenini bozmamak ve safları da sık tutmak gerekir. Oysa bugünün Müslümanları olarak ufak tefek gerekçelerle safları ayrıştırmayı ne kadar da seviyoruz.
Her Müslüman, gerektiğinde İbrahim (a.s.) misali tek başına bir ümmet olma vasıf ve sorumluluğunu taşıyabilecek nitelikte bağımsız bir şahsiyete sahip olmalıdır. İslam'ın hedeflediği cemaat ve ümmet, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine bizzat muhatap olarak bağımsız İslami şahsiyet sahibi olma vasfını kazanmış fertlerin teşkil ettiği, hayatı ve mücadeleyi paylaşan, birlikte omuzlayan birlikteliktir.
Cemaatlerimizin, dernek ve vakıflarımızın "Hulusi abiyi seven, onu takip eden ve onun sevdiklerini sevip sevmediklerini sevmeyenler" kulübü olmaktan çıkıp, Allah ve Rasulü'nü ve Allah'ın sevdiklerini (O'nun sınırlarını gözetme cehdinde olanları) seven ve aralarında, hiyerarşik bir “takip edilen - takip eden” ilişkisi değil, hep birlikte saf düzeninde İslam'ın ölçülerini takip eden mü’minler topluluklarına dönüştürülmesi gerekiyor.
[1] “Hepiniz birden Allah'ın ipine (Allah'ın Kitabına) sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünerek parçalanmayın…” (Âl-i İmran, 3/103)
[2] Burada “dini, siyasi ve ictimai” şeklinde üç ayrı terim kullanmamız, anlatım kolaylığı içindir. Zira malumdur ki “dini” terimi, diğer iki terimi de mündemiçtir.
[3] Bkz: Alak, 96/1-5
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.)
Ahsen-i Takvim üzere yaratılan insan, vücut yapısıyla, ruhuyla, canıyla, irade ve aklıyla, temiz fıtratıyla Rahman'ın kulu insan, canlıların en şereflisidir.
Esfele’s-safilin ile de yaşayan canlıların en şerlisi olabilmektedir! Yeryüzünü fesada uğratan, ekini ve nesli bozan, öldüren, fitne çıkaran, cimri, bencil, iman yönünden akıl yoksunu, zinaya yol açan, faizci, terör uygulayan aşağıların aşağısı zalimi zalim insan!
Kirâmen Kâtibin (Hafaza) melekleri her bir yanımızdan kayıt altına almakta. Beş duyu organlarımız olan dil, tat almayla; kulak, seslerle; burun, koku almayla; göz, görmekle ve kalp idrak ile beyin ise bunları kaydetmekte; el yapmakla; ayak yürümekle şahitlik etmekte, her bir şeyi en ince detayıyla hatta zerre miktarı iyilik veya kötülük kayıt altına alınmakta.
Bunları da yönetense insana verilen akıl nimetidir. Beş duyu organlarımızı nefis ve irade yönlendirir ve bunun üzerinde akıl tümüyle yönetir. Fıtratını koruyan akıl nimetin emrindeki insan mü'min olur. Mü'min olan ise cennet yolcusu olur.
Fıtratını kirletenlerin ise cin ve insan şeytanları, nefis ve iradesi aklını esir alır, yani aklını kullanmaz, dolayısıyla da kişi kâfir olarak cehennem yolcusu olur.
Dil tat alma duyusuyla tattığını unutmaz, lezzetleri tek tek bilir ve beyin ise kayıt yapar. Yeni doğan ve büyüyen çocuk, birçok eşyaya elliyle, diliyle ve ağzıyla dokunur.
Böylece eşyayı ve yiyecekleri de tanımış olur. Dil söylediği ile de mes’uldür. İyi veya kötü söylediği her söz, beyin ve melekler tarafından kayda geçirilir. Dil bozuk yiyecekleri, tuzlu, acı, meşrubat çeşitlerini, tattığı tüm yiyeceklerin lezzetini veya leziz olmayanı bilir ve unutmaz. Haram yiyecek ve içeceklerin tatları ve acılarını da unutmaz. Dil ahirde şahitlik yapacak! "İnsan onu da bilir mi?"
Kulak duyduğu sesleri yıllar geçse de unutmaz. Kulağın her duyduğu ses beyin tarafından kaydedilir. Yıllar geçse de konuşulan sesleri ve sahibini genelde bilir. Telefonda ki sesin sahibini genelde tanır. Su sesini, hayvanların sesini, ağaçların, rüzgarın, deniz dalgaların, insan seslerini vs. unutmaz bilir.
Burun her tür kokuyu algılar ve güzel kokuları, pis kokuları, yiyecek aromalarını, leziz yemek kokusunu, leş kokusunu bilir. Aslında koku alma, güzel bir nimettir. Halk deyimi ile “burnuma pis kokular geliyor”; denilen yerden uzak durmaktır.
Göz görme ile insanın en değerli organıdır. Güzele bakmak sevap değil, güzel bakmak sevaptır. Göz gördükleriyle şahittir. Her gördüğünü beyin kayıt yapar. Sürekli harama bakan göz, zamanla vücut fiili ile haramı işler. Kişi gördüklerini yıllar geçse de unutmaz. Göz aslında irademizle yaptıklarınızı kamera gibi kayıt yapmakta. Silemeyiz, çünkü beyin gördüklerini kaydetmiş; ancak Allah dilerse tevbeyle siler.
İnsan kendini tanımalı, bize verilen beden gömleği emanet olduğunun bilincinde olmalıyız. Emanet verilen beden gömleğini vakti gelince çıkaracağız ve aslı olan toprağa dönecek, ruh ise Allah'a dönecek. İnsan yarın ahirette organların dile geleceğini, aleyhimize veya lehimize şahitlik yapacağını unutmamalı.
“O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler ayakları yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsin, 65)
Vücut donanımını güzel yapan ve inşa eden Allah'ı sürekli zinde tutmalı; Tevbe ve istiğfarla dilimiz ıslak olmalı. Vücudumuzu bilen bizler değil; sadece Allah'tır. Yaptığımız her işe dikkat etmeli, yarın duymak istemediğimiz, görmek istemediğimiz her bir fiilden uzak durmalı, söylediğimiz her sözü bilinçli söylemeliyiz.
Pişman olacağımız her ve takva yolu olur. Ahirette de cehennem azabından kurtulur.
Bu yazımızda cemaat olgusunu veya diğer bir deyişle kavramını analiz etmeye gayret edeceğiz. Önce cemaat ne demek biraz ona bakalım. “Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem‘ mastarından türeyen Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” manasına gelir. Fıkıh terimi olarak namazı imamla birlikte kılan topluluğu ifade etmek için kullanılır.
İslâm dininde cemaat halinde ibadet teşvik edilmiş, hatta bazı ibadetler için cemaat şart koşulmuştur. Her gün kılınan beş vakit namaz, haftada bir kılınan cuma namazı, bayram namazları cemaatle eda edilen belli başlı ibadetlerdir. Cemaatle namaz, Müslümanlar arasında mevcut manevî bağın en önemli tezahürlerinden biridir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında disiplin, sevgi ve düzenin yerleşmesini ve ibadetlerini severek yapmalarını sağlama amacına yönelik olmalıdır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca cemaate namaz kıldırması, hastalandığında da cemaate katılarak Ebû Bekir’in arkasında kılması, konunun İslâm’daki yerini göstermesi bakımından önemlidir.”
Yukarıda kelime anlamı ve İslâm literatüründeki anlamlarından da anlaşılacağı üzere cemaat bizim anladığımız gibi değil yani bir topluluğun bir kişi etrafında toplanması ona itaat etmesi veya biat etmesi değil. Cemaat aslında aynı dinin müntesiplerinin bir araya gelmesi toplanması fikir alışverişinde bulunması kaynaşması vesaire bu manaya geldiği açıktır. Hz. Peygamber (s.a.v) de bunu pratik olarak uygulamış bizlere bu konuda da örneklik teşkil ediyor.
Öncelikli olarak gelin bizde cemaat konusu nasıl anlaşılıyor biraz buraya bakalım! 21. yüzyıl Türkiye’sinde hemen hemen her insana “cemaat nedir” diye sorulduğunda bir hocaya tâbi olmak olduğunu anlıyorlar. Bu toplumda yaygın bir kanaat fakat yanlış bir kanaat. Yukarda da açıkladığımız gibi cemaat bir kişiye, bir meşrebe verilen isim olmamalı aksine tüm Müslümanların kuşatan ortak bir anlayışı ifade etmelidir. Hz Peygamber’in etrafında toplanan insanlara bugün ne diyoruz, ashâb, yani “arkadaş”lar. Hz. Peygamberin öğretisinde cemaat, sadece namaz için kullanılan bir kavarmdı. Yani arkadaşların/ashâbın beraber namaz kılmasına cemaat deniliyordu. Eğer onun öğretisinde cemaat bizdeki gibi anlaşılıyor olsaydı, aynı rütüelleri yapan, birbirinin kopyası topluluk olurdu, ama değil. Çevremizde adı cemaat olan o kadar çok yapı var ki irili-ufaklı, bunların hepsi bir cemaat olduğunu söylüyor. Ne ilginçtir ki hiç biri diğerini kendi cemaatinden görmüyor, aksine kendisine rakip olarak görüyor. Aslında bu irili-ufaklı yapılar tek bir cemaatin saflarından ibaret olması gerekiyorken maalesef günümüzde her yapı bir cemaat olmuş, kendinden olmayanı ötekileştiriyor hatta dinin dışına atabiliyor. Her cemaatin farklı uygulamaları, farklı düşünce yapıları var. Nasıl olacak? Aynı kitabı okuyan ve aynı Peygamberin hayatına ve sünnetine tâbi olan bu yapılar nasıl oluyor da hepsi birbirinden farklı oluyor. Genelde İslâm tarihi ve yakın tarih incelendiğinde karşımıza çıkan sonuç şu oluyor: Bir düşünce veya bir toplum için yapılan yorum veya pratik uygulama, sonraki dönemde din haline geliyor. Kitap ve sünnet bir tarafa itiliyor, o düşünce veya uygulama ilk sıraya konuluyor. Kitaptan ve sünnetten bu görüşe delil aranıyor. Aslında yapılması gereken bu yorumların kitap ve sünnet ekseninde değerlendirilip o döneme ait bir uygulama veya düşünce olduğu anlaşılmalıdır. Yani yorumla, kitap ve sünnet yer değiştirince, işte maalesef şu an geldiğimiz nokta tamda burasıdır. Geçmiş ulamamız bu yorumları gerçekten iyi bir niyetle yapmıştır ve toplumların sorunlarına çözümler geliştirmişlerdir, Allah onlardan razı olsun. Maalesef günümüzde bu çözümlemeler dinin yerini almaya başlamış. Artık her cemaatin bir dini, bir tabusu ve kutsal liderleri oluşmaya başlamıştır. Cemaat bir toplum veya topluluklar iken, aynı inanıcın etrafında toplanan insanlar tek bir cemaat iken, günümüzde her liderin arkasında veya yanında toplanan insanlar bir cemaat olmuş durumdadır. Şunu kaçırmayalım; cemaat de bütün insanlar eşittir, kimse kimseden üstün değildir, tek fark namazda önde durması, imamlık yapmasıdır. Bu durumda da o topluluk içindeki en takvalı olanı öne geçirmek gerekmektedir. Bu durum namazdan sonra bitiyor, o, yapıdaki herkes gibi bir birey oluyor, bir kutsallığı veya ona tanınmış özel bir konum, makam söz konusu değildir. Maalesef bizim toplumumuzda insanımız bu namaz kıldıran insanı kutsuyor, dokunulmazlık veriyor, artık o topluluğun neye inanması neyi reddetmesi gerektiğine o lider dedikleri kişi karar veriyor. Bunun en belirgin örneği o liderin müntesiplerine kimle görüşüp görüşmeyeceğini, kimin sohbetlerine katılıp katılmayacağını, kimin kitabını okuyup kiminkini de okumayacağını koyduğu kuralları belirliyor ve herkesin koyduğu kurallara uygulamasını zorunlu hale getiriyor. İşte bu durumda bu liderlerin çevresindekilerin neye doğru neye yanlış demelerini sağlamaya yönelik bir yönlendirmesi değil midir? Oysa İslâm da bunun tek kaynağı vahiy veya peygamberin sünneti ve örnekliği olması gerekiyordu.
Size konuyu somutlaştırma adına birkaç örnek vermiş olayım: Bir vatandaş olarak gittiğiniz (a) cemaatinde ki uygulamalar ile (b) cemaatindeki uygulamalar birbirinden farklı mı yoksa hepsi aynı mı? Veya (a) cemaatindeki uygulamalar lider değişince farklılaşıyor mu yoksa aynı mı kalıyor? Veya gittiğiniz (a) cemaati (b) cemaatini nasıl tanımlıyor, dinin içinde mi yoksa dinin dışında mı görüyor? Peki dinin tek kaynağı kitap ve onun öğreticisi Hz. Peygamber ise nasıl farklı cemaatler veya diğer adıyla dinler oluşuyor? Evet, maalesef artık toplumda cemaatler birer din haline gelmiş, bilerek veya bilmeyerek yeni yeni dinler oluşmaya başlamıştır. Dikkat edin, hepsi aynı cemaatin safları olmaları gerekiyorken, hepsi birer müstakil din haline gelim durumdadır. Kanaatimce bunların en temel sebebi çıkar ve menfaatlerdir.
Biz hiç düşünmüyoruz veya önümüzdeki kitaptan haberimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa hepimiz aynı kitaba tâbiyiz, aynı kitaptan hesaba çekileceğiz. (a) Cemaatinin hocasının olduğunu ve Arapçasının iyi olduğunu halde (b) cemaatinin yaptığı davet çalışmalarına katkıda bulunmak için davet edildiğinde insanlara Kur’an okumayı vb. hususları öğretmek için gitmiyor, kendi cemaatinin çalışması olmadığı için. Bunu, dinin ve kitabın neresiyle izah edeceğiz? Bizim cemaat dediğimiz yapılar, biraz takım tutma gibi olmuş durumdadır. “Benim takımım, senin takımın yok kardeşim, cemaat kimsenin takımın değildir eğer bir takımdan bahsedeceksek oda olsa olsa Allah’ın takımı olur. Benzetme uygun olmadı farkındayım ama başka türlü açıklamak zor bu durumu, anlaşılsın diye bu benzetmeyi yapmış oldum. Haydi, varın benzemiyor deyin! Cemaatine tövbe istiğfar telkin eden liderler sanki kendisi bundan müstağni gibi davranıyorlar! Cemaatine peygamberi ve ashabını örnek gösterenler, kendilerinin peygamberin varisleri olduğunu nedense unutuyorlar! Cemaatine peygamberleri örnek gösterenler aslında o Peygamberlere; anlattığı kişiler değil kendilerinin benzemesi gerektiğini maalesef unutuyorlar! Bu dünyada cemaatini çoğaltma, sayılarını artırmak için çabaladıkları kadar ahireti kazanmak için çabalamıyorlar.
Gelelim Hz. Peygamber tarafında cemaat algısına ve pratik uygulamasına! Onun cemaatinde hiç kutsal lider yoktu, her bireyin değerli olduğu, her ferdin aynı statüde olduğu bir cemaat vardı. Köle ile yöneticinin statüsü aynıydı. “Ebu Leheb gibiler gelip Muhammed’e (s.a.v.) “Biz Müslüman olursak bize ne var?” dediğinde; “Bilal’e ne varsa sizede o var” cevabını alıyorlardı. Veda Hutbesinde her Müslümanı eşit olduğunu tüm insanlığa haykıran o muhteşem sözleri hatırlayın; “Acemin Araba, Arab’ın Aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” Takva nedir derseniz, onu da Allah Resûlü bakın nasıl ifade ediyor: “Takvalı kişi, içinizde Allah’tan en çok korkan kimsedir” diyor. Cemaatlerde Allah’tan en çok korkan lider midir dersiniz? Görüldüğü üzere burada bir kişinin veya makamın üstünlüğünden bahsedilmiyor. Onun cemaatinde her insan eşitti. Kendi hizmetinde olan kişi bile: “Bana hiç kızmadı, yanlış yaptığımda düzeltti ama hiç kızmadı” diyordu. Onun cemaatinde bir çocuğun bile değeri vardı, kuşu ölen çocuğa başsağlığı için giden bir liderdi o. Onun cemaatinde bir âmâ/kör kişi bile değerliydi, hem de bugünkü tabirle ülke yöneticilerinden bile çok daha fazla değerliydi. Onun cemaatinde hata yapanlar da vardı. Onun ilkesi, yanlış yapanı silmek değil aksine yaptığının yanlış olduğunu göstermek, onu yeniden cemaate kazandırmak oluyordu. Onun cemaatinde münafıklar vardı, onları tanıdığı halde ıslah etmeye gayret etti. Onun cemaatine önceden Müslümanlarla savaşmış, hatta yakınlarını şehit etmiş ve sonrada tövbe edip bu cemaate katılan sayısız insan vardı. Hz. Hamza’yı şehit eden vahşi ve Uhud savaşında Müslümanların mağlup olmasında en büyük payı olan Halid bin Velid bunlara örnek verilebilir. Onun cemaat öğretisinde Tebük seferini hatırlayın, Ka’b bin Mâlikler vardı! Onun bu cemaat bireylerine yaptığı muameleyi hatırlayın, Allah onun örnekliğiyle bir yapı inşa ediyordu. Bu cemaat dediğiniz Rahmânî bir yapı ve peygamber bile olsanız, yaptıklarınız Allah’ın onayından geçiyordu. Onun cemaatinde suç işleyenler vardı, günaha düşenler vardı, onun bu cemaat bireylerine muamelesi ise bir örneklik teşkil ediyordu. Çünkü onun yaptıkları vahyin süzgecinden geçiyor, yanlış varsa Allah Azze ve Celle tarafından düzeltiliyordu. Onun cemaatinde, kendi eşine bile iftira atanlar vardı. Onun tavrında eşi bile olsa kimseye savaş açılmıyordu, Allah dinin öğreticisine yol gösteriyordu. Onun yaptıkları ondan sonraki çağlara ve insanlığa bir örneklik olarak kalacaktı. Bu yazdıklarımıza ekleyeceğimiz çok konu var ama konu anlaşılmıştır deyip kısa kesiyorum.
Gelelim günümüze: Maalesef günümüzde cemaat liderleri birer padişah konumunda, oysa Allah Resûlü onlar için örnek idi. Neden padişah dediğimi biraz açayım: Şöyle ki cemaate kim girer kim kovulur, karar kimde dersiniz? Her akıl sahibi olanlar “cemaat liderinde” derki hakikatte budur. Peki, Allah Resûlünde neden böyle değildi? Onun cemaatine kelimeyi şahadet getiren herkes giriyor ve ben onun bir kimseyi cemaatten kovduğunu okumadım. Bizde ise lider, hoşuna gitmeyenleri, yaptıkları ve cemaate sağladığı katkı ne olursa olsun gözünün yaşına bakmaz kovar, hiçbir akıl sahibi çıkıp da: “Sen kimsin?” deme cesaretini göstermez. Allah’ın cemaatinden birini ancak Allah kovar ve Allah bu yetkiyi peygamberine dahi vermemiştir. İşte bu yüzden padişah diyorum, çünkü bunu ancak padişahlar yapar. Allah’ın dininin padişahı var mıdır onu varın siz araştırın? Daha öncede bir yazımda bahsetmiştim, cemaat dediğimiz yapı veya oluşum Allah’ın ve onun resulünün yapısı mıdır yoksa kişilerin şahısların yapısı mıdır? Eğer cemaat dediğimiz yapı Allah’ın yapısıysa o zaman Allah’ın kuralları geçerli olur o yapıya kim dâhil olur, kim olmaz onun kararı Allah’a ait olması gerekir. Güncel tabiriyle cemaate giren veya çıkarılacak olanın kararı Allah’ın kitabı ve onun resulünün pratik sünneti karar vermek zorunda olmalı. Onun dışında yapılanlar yani Kur’an ve sünnet dışında yapılanlar din olmaz sadece kişinin yorumu olur ki bu din değil. Bir şeyin din olması için olmazsa olmazı Kur’an’a ve sünnete uygun olması gerekir. Peki, günümüzde bu nasıl oluyor derseniz işte burası içinden çıkılmaz bir kuyudur. Çünkü cemaat günümüzde şahısların üzerine kurulu yapıların ve buralara ne olacağına da şahıslar karar veriyor haklarını yemeyelim yaptıklarına da kitaptan ve sünnetten bir delil buluyorlar. Konunun özeti şudur; Allah ve resulünün cemaat anlayışından saltanata evrilen bir durum arz ediyor bizim cemaatlerimiz. Oysa Allah’ın ve resulünün örnekliğiyle biz mü’minlere pratikte uygulayarak gösterdiği yol ve yöntemi merkeze koymak zorundayız. Müslüman bir birey istediği safta namaza durmalı. Çünkü her yapı büyük İslâm cemaatinin bir safı olmalı, bireyler istedikleri saflarda olmalılar, safı değişen cemaatten kovulmamalı. Unutmayalım din Allah Azze ve Celle’nindir. Tutulan saflar arasında değişimler olsa da herhangi bir saftan çıkarak başka bir safa dahil olmanız sizi dinden çıkarmaz bu durum sadece sizin tercih ettiğiniz safı gösterir. Her yapı Allah ve onun Resulünün yolunu takip ettiğini iddia ediyor. Bu iddialarında samimiyseler kendilerinde olan imkânları her yapıya ve her Müslümanın istifadesine açmak durumundadırlar. Ellerindeki imkânları sadece kendi cemaatlerinin imkânı olarak görmemeliler, ufak bir zümreye hapsetmemeliler, bu şekilde hareket etmelerinin ilâhî cezaya kendilerini müstahak kılacağını unutmamalılar.
Gelin şu sözleri sloganlaştıralım: Cemaatlerin saltanatından Allah ve resulünün örnek cemaatine hicret edelim” diyelim. Gelin: “İmkânlar benim ve cemaatimin değil tüm Müslümanlarındır diyelim. Gelin Müslümanların içini kemiren, lider kibrinden, şahsî ikbal beklentilerinden, Allah ve Resulünün örnekliğine hicret edelim. Gelin cemaatlerde Allah ve resulünün örnekliğini tahsis edelim! Önümüzde duran, içimizdeki en takvalı olanımız olsun varsın sıradan bir vatandaş olsun. Gelin kendi cemaat bağnazlığımızdan, Allah’ın cemaatinin bağnazlığına koşalım. Gelin kendi liderini kutsayan bireylerden, Allah’ı kutsayan anlayışı hâkim kılalım. Gelin cemaatimize ve vakfımıza, derneğimize bir yabancı geldiğinde buranın lideri kim dedirtelim tıpkı Allah resulünün Medine’sinde olduğu gibi. Gelin benim cemaatim, benim ikbalim, benim yapım, az olsun benim olsun demeyelim, çok olsun, az olsun bütün Müslümanların olsun anlayışına koşalım. Gelin yarın Allah ve O’nun Resulünün huzuruna gittiğimizde yüzümüz ak, başımız dik olarak durabilelim. Ey Allah’ın Resulü biz senin öğrettiğin gibi yaptık diyebilecek güzel örneklikler koyalım insanlığın önüne. Gelin bizi gören her birey her fert gördüğünde işte Allah’ın Resulüne ne kadar çok benziyor dedirtelim.
Bu yazdıklarımız imkânsız değil, eğer imkânsız olsaydı Allah peygamberine yaptırmazdı. O bizim örneğimiz, istesek bizde çok rahat yapabiliriz, ama istemiyoruz. Korkularımız var, elde ettiğimiz imkânlar, etrafımıza doluşan topluluklar ve en önemlisi de karizmamız var, elimizden gitmesinden korktuğumuz. Unutmayın ki yarın Allah’ın huzurunda bu saydıklarımız, bizim cennet nimetlerine ulaşmamamıza mal olacak, hesabını veremeyeceğimiz veballer ve hesaplar olarak çıkacak karşımıza.
Size tasfiyem: Hz. Peygamber’e bakın, Allah’ın en çok değer verdiği kimseydi, onun hiç böyle bir derdi olmadı. İsteseydi Allah onu yeryüzünün en zengini veya en itibarlı insanı yapardı ama ne o istedi nede rabbi bunu Murad etti. O gün için sıradan biriydi, yeri geldi aç kaldı, yeri geldi parasız kaldı, amma Rabbine güvendi, insanlığa bunu öğretti, işte cemaat nedir, birey nedir, cennet nasıl kazanılır, işte yaşayarak bizlere örnek oldu. Günümüzde ona benzeyen insan yok. Bu soruyu kime sorsanız “yok” der. İşte bizlere, bu zamanın Müslümanlarına ona benzeyen insanlar yetiştirmek düşüyor. Kurslarımız, okullarımız, kendi cemaatimize değil Allah ve onun resulüne insan yetiştirmeli. Yıkıp tahrip ettiğimiz her şeyi aslî konumuna geri koymak zorundayız yoksa hesap çok şiddetli olacak. Bu hesabın altından ne siz liderler, nede etrafınızda toplanan taassupçular kalkamayacak. Tüm Müslümanlara çağrımız: Gelin cenneti bu dünyada kazanın, varsın bu dünyada saltanatımız olmasın. Rabbimizin rızasını kazanarak ebedi hayatta saltanat sürelim. Önümüzde iki seçenek var ya ateş çukuru veya hiçbir aklın bile düşünemeyeceği ebedi olan nimet yurdu. Rabbim bizleri o nimet yurdunda toplasın.
Kur’an’a vakıf, onu okuyanın hemen ilk fark edeceği konu, peygamberler ve onların mücadelesi olacaktır. Hemen her gelen resûl, geldiği zalim ve tağutî düzenlerde, Allah’tan gayrı nice rableri olan insanlığı Allah’a davet etmiştir. İnsanlığın içerisinde teker teker insanları İslam’a davet etmişlerdir. Hiçbir peygamberin yanında Allah’a iman etmiş günahkâr bile olsalar hiçbir Müslümanı kovmadıklarını hatta tavır koyup ötekileştirmediklerini göreceksiniz.
Peki, bugün kendini peygamber varisi olarak gören cemaat liderleri, kanaat önderleri hangi hakla peygamberin bile kendinde görmediği cesareti kendilerinde görüp Müslümanları ötekileştiriyor, yetmiyor tavır koyuyor. Yetmiyor yeri geldiğinde dinden bile aforoz ediyorlar. Onlara peygambere verilmeyen yetkiler mi verildi de bunları biz mi bilmiyoruz! Yok, öyle bir yetki söz konusu değilse o zaman Müslümanların önünde duran liderlerden peygamber sünnetlerini öncelikle kendi üzerlerinde uygulamalarını istiyoruz. Bunu istemek için önce Kur’an’ı ve peygamberleri iyi tanımalıyız ki önümüzde duran liderlerden bunları isteyebilelim. Yani iş dönüp dolaşıp yine bize dönüyor, biz bileceğiz ki kimse bizi Allah’la aldatmasın. Çok önemsediğim, altını kalın çizgiyle çizdiğim şu ki; Allah, peygamberini görevlendiriyor, yanlış yaptığında ise düzeltiyordu. Peki, Peygamber neden yanlarındaki münafığı, günahkârı, kovmuyor, neden ötekileştirmiyordu? İşte önümüzde, kendilerine lider dediklerimiz bunları yapıyor mu yapmıyor mu, buraları iyi okumalıyız. Unutma eğer sen lidersen, yapman gereken kuşatıcı olman ve merhamet gömleğini giymen, varsa yanlışların düzeltmeye çabalamandır. Hz. Peygamberin örnekliğinde kendi hatalarını görmemezlikten gerek hatayı başkalarında aramak yoktur.
Allah bizlere kendisine hakkıyla kul olmayı nasip etsin.
5.9 şiddetinde bir deprem yaşadık; düzce ve çevresinde.
04:10 sabaha karşı uyanık halde depremi canlı olarak yaşadım. Şiddeti 5.9 olabilir fakat; hissedilir durumu 8 şiddetinde idi. İlk önce şiddetli ses, yüzlerce at'ın koşması gibi, binanın gıcırtı sesi, şiddetli sağa-sola ve yukarı-aşağı sallantı ile devamında ise elektriklerin kesilmesi ile evin yıkılacağı kanısı oluştu; yine şiddetli ses..! Yaklaşık 1 dakika salladık.
Arz'ın Sahibi, biz insan kullarını şiddetle sarstı, kendimize gelmemiz için, kaç kişi kendine geldi mi acaba? İç sarsıntı ile uyarıldık; ya dış sarsıntı olsaydı? Kaç kişi Kur'an mesajını anlamaya çalıştı? Kaç kişi tevbe ile Arz'ın Sahibine sığındı? Kaç kişi ibret aldı?
Kaç kişi, kaç kişi..!
Binalar yıkılmadı ama; her evde ve mutfakta, her işyerinde bir şeyler kırıldı, tahminim züccaciye dükkanları en çok zarar gören yerlerdir. Marketler de camlı ürünlerin kırılması ile zarar gördü. Fakirlere günü geçmeye yakın ürünler için reyon açmayan ve infak etmeyen marketler, depremle ürünlerini mecburen çöplere doldurdular.
Yakın tarihte, Osmanlı döneminin son zamanlarına kadar; 1900 yıllar ve öncesi semtin belirli yerlerinde sadaka taşları vardı; insanlar ihtiyacı kadar oralardan para alırdı. Fakirlerin borçlarının yazılı odluğu mahalle dükkân veresiye defterleri, şuurlu zenginler tarafından ödenirdi. Şimdikiler infak yerine, ürüne zarar verip çöpleri dolduruyorlar. Şimdinin insanı; hayvanlara hassas, insanlara ise cimriler.
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın diyen ecdattan nasıl böyle merhametsiz bir toplum oluştu!
Biz Müslümanlar yine de her an ve zamanda; Rabbimize sığınır, yalnızca O'ndan yardım talep ederiz. Deprem anında O'nu tekbirler ile yüceltir ve yeryüzünün ve gökyüzünün Tek Sahibinden başka; ilahları da reddederiz..!
İnsanlar depreme dayanıklı evler yapıyorlar ve deprem anında tedbir alıyorlar, Eyvallah. Ölüme her an gidebilir ahiret yaşantısı için tedbir almıyor ve ahiret yokmuş gibi yaşıyorlar. İnsanlar, illa da tedbir diyor! Allah'ı Tekbir etmiyorlar.
Önceki ümmetlerin helak olması sesle, rüzgarla, depremle, sel ve su ile, vs. Ölülere okuduğumuz Yasîn sûresi de ses ile helak olan kavimden bahseder. Depremle yaşadığım ses hala kulaklarımda.
Deprem bireyi değil, toplumu derinden etkiler. Korkuyu herkes yaşar. O anda mal-mülk ikinci planda kalır ve sadece canını düşünür insan. Her şeye çare üretiyoruz da dünya ve ahiret dengesi için çare üretmiyoruz!
Rabbim cümlemizi toplumsal afetlerden korusun ve mü'mimce hayata bakabilmeyi, mü'mince ölebilmeyi cümlemize nasip etsin. Âmîn.
Her insanın, dünya üzerinde bir yaşama gayesi vardır. Dünya, kimine karanlık, kimine de aydınlıktır. Kimisi için hüzün diyarı, kimisi için de ebedi esenlik yurduna hazırlıktır. Dünya kulların sınava tabi tutulduğu[1] bir mekteptir. Sınav çetin ve ciddidir. Sarp yokuşları çoktur. “Her insan nerden geldiğini niçin yaşadığını sorgulamalı, zira sorgulanmamış yaşam yaşanmaya değer değildir” der, Sokrates. Yine, “İnsanın en doğal ihtiyacı hakikati bilme ihtiyacıdır” der, Hegel.
Neydi hayatın anlamı? Neden buradayız, gayemiz tam olarak nedir? İnsan yeryüzünde yiyip-içip birtakım zevkleri tadıp sonrada toprak mı olacaktır? İnsan yaşarken neleri amaçlamaktadır. Her insan, dünya hayatından farklı bir anlam çıkartabilir. Kimine göre sadece yiyip-içip eğlenmek, kimisine göre mal yığmak ve zengin denilecek bir hayata sahip olmaktır. Peki, insanın nihai amacı ne olmalıydı? Mükemmel işleyen kâinatın bir anlamı olmalı! Nereden geldik ve neden var olduk. Bu kâinatta her bir zerrenin kendine ait bir görevi var. İnsanlar ve cinler dışındaki her canlı yaratılış amacına hizmet ediyor. Hiçbir varlık, görevine itiraz etmiyor. Makrodan mikroya her bir zerre insana hizmet ediyor.
Peki ya insan hangi amaca hizmet ediyor? Bu soruların cevabını ararken dünya imtihanları omuzlarımızda ve yüreklerimizde oldukça ağır bir yüke dönüşüveriyor. Ne üzerimizden atıp ondan tümüyle kurtulabileceğimizi ne de taşımaya güç yetirebileceğimizi düşünürüz çoğu kez. Önümüzde aşılması güç sarp yokuşlar gibi durur. Neredeyse her birimiz şikâyet edip dururuz, vaktin bereketsiz olduğundan. Bunca koşturmalara rağmen her şey yarım ve eksik kalıyor. Bir türlü yetişemiyoruz bu çağın hızına. Gerçekten vakit miydi bereketsiz olan yoksa insan mıdır onu harcayarak heder eden? Acaba günler daha uzun olsa ve bize daha uzun ömür verilseydi o zaman da böyle şikâyet etmeyecek miydik? Daha mı iyi işler yapacaktık? Birçoğumuz, iç sesimize kulak verecek olursak halimizin çok farklı olacağını düşünmüyoruzdur. Zira zamanın bereketlenmesinin yolu iradeyi doğru bir biçimde yönetmekle gerçekleşir.
Rabbimiz Asır sûresinde zamana yemin ederek dikkatlerimizi konuya çekmiş ve en büyük sermayemiz olan zaman üzerinde düşünmemizi istemiştir. İnsan hüsrandadır. Kimler bundan müstesnadır: iman edenler; iradesini doğru kullanarak salih amellerini artıranlar, her anı fırsat bilen, niceliğe değil, niteliğe önem verenler; her anı ibadete çevirenler, giden zamanın geri gelmeyeceğinin şuurunda olarak Allah’a karşı sorumluk bilinciyle yaşayan kimseler müstesna.
Esefle belirtmek gerekir ki, bugün inançlar asimilasyona uğramış, îmanlar sarsılmış, gönüller yorgun, ruhlar bitkin ve umutlar yitik durumdadır. Modern çağın insanı olma çabası hepimizin üzerine kara bulut gibi çökmüş adeta. Milyonların yaşadığı bir şehirde çoğu kez kendimizi yalnız hisseder olduk. Teknolojik aygıtlar insanları esir almış durumda. Gençlerimiz, henüz işlenmemiş birer cevher olan en kıymetli emanet olan yavrularımız sosyal mecranın ağlarında beyinleri bulandırılıp saçmalıklarla dolduruluyor. Bilinçaltına türlü çirkinlerin tohumları ekiliyor bu tohumlar zamanla düşünceye, düşünceden davranışa sirayet ediyor. Bilinçaltı bir çöplüğe dönüşüyor, ne yüklenirse onu yutuyor. Şer güçler, ekini ve nesli ifsad etmek için çalışıyor.
Kapitalist sistem, toplumu tüketim çılgınlığına hızla çekiyor, daha çok para kazanma, daha konforlu bir hayata sahip olma, daha lüks mekânlarda tatil yapma çılgınlığı ile adeta yarış içinde insanların çoğu. Zamanın bereketsizliğinden şikâyetçi olan nice insan, zaman sermayesini sanal mecralarda hızla eritiyor. Teknolojinin hızla ilerlemesine karşılık maalesef bu durum insanların zihninin balık hafızasına dönüşmesine sebep olmakla kalmıyor, okumanın ve üretmenin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. İnsanlar sosyal medyada samimi olmayan arkadaşlıklar kurduğu kimselerle yolda görünce selam vermekten imtina ettiğini görmekteyiz. Sanal hayatta paylaşımlarını beğendiği insanların real hayatta acımasızca eleştirip ayıplarını araştırması, sadece insanların beğenisini toplamak ve manipüle ederek en mutlu benim görüntüsü verme çabasıyla anlık paylaşım çılgınlıkları, anlık duyguları tatmin isteği, insanları samimiyetsiz, mutsuz ve yapay bir hayata doğru hızla sürüklemektedir. Manevî ve ahlâkî birçok değerin yok olmasına yol açmaktadır.
Sosyal medyada mutluluk pozlarının çok paylaşılmasına rağmen boşanma oranları her geçen gün artıyor. İnsanlar görünürde bu kadar mutlu ise bunca boşanmalar, ruhî bunalım, psikolojik sıkıntılar yaşayanlar, intihar edenler kimler? Maalesef içinde yaşadığımız toplumun durumu bundan ibaret. Etrafımızda oluşan bunca kötü etkenler sonucunda her şeyi geride bırakıp kalabalıklardan uzaklaşma, inziva isteği oluşuyor çoğu zaman içimizde. Sonra bir ayet yankılanıyor: “Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım”[2]
Bütün bu problemlerin bir çözümü olmalı. Rûhen, aklen, bedenen ve kalben iyileşmenin bir formülü olmalı. Hangi reçete iyileştirecek bunca çürümüşlüğü? Bu kirli çağda etrafımızı örümcek ağı gibi kuşatan şer güçlerin ve cahiliye düzeninin pençesinden kendimizi ve neslimizi nasıl izole edeceğiz? Bu köklü değişimi nasıl gerçekleştireceğiz? Nasıl bir rüzgârın esintisi bu kokuşmuş zihniyetleri yeniden özüne döndürecek? Elbette bunca acziyetimiz ve kendi sınırlı aklımızla bunların cevabını bulabilmemiz mümkün olmayacak. O halde Rabbimiz, Mâlikimiz olan Allah’ın öğütlerine, emirlerine kulaklarımızı, gönüllerimizi açarak, “Rabbimiz! Biz bu halimizden razı değiliz, bizi senin razı olacağın hal ile hallendir” niyazıyla ve niyetiyle O’nun adıyla okumalıyız hayatı ve kâinatı. Zira insanı en güzel bir biçimde yaratan ve onu en uygun formatla donatan Rabbimiz hayat kitabında bizlere şifa olacak, bizleri saadete, esenliğe ulaştıracak en güzel yaşam biçiminin ne olduğunu da belirtmiştir. Bu hedefe ulaştıracak yolu göstermiştir
“Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana bir şifa, iman edenlere bir hidayet ve rahmet gelmiştir. Deki! Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, evet sadece bunlarla sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.”[3]
Sünetullah gereği Allah insanı belli bir inanca ve yaşama zorlamamış rehberler ve kitaplar göndererek tercihini insanın cüzi iradesine bırakmıştır. İnsan isterse iradesini doğru bir biçimde kullanarak Allah’a kul olur ve bunun neticesinde ebedi esenliğe kavuşur veya Allah’ın dışında ki birtakım varlıklara kulluk yaparak ebedi hüsrana uğrar.[4] Kişilerin sahip olduğu mutluluk anlayışına göre hayatında yapacağı tercihler ve arayışlarda değişkenlik arz edecektir.
Bizler zannettik ki, topladıklarımız, biriktirdiklerimiz kalplerimize sürur verecek! Şu kadar param olursa, şu kadar mal varlığına sahip olursam, şöyle bir işim, evim olursa, çocuklarım şu üniversiteyi kazanırsa, derken sonu gelmeyecek olan istekler arzular beklentiler ve bunun için sarfettiğimiz enerji, harcadığımız sermaye. Zihnimizde ise yersiz endişeler ve düşünceler zinciri. Oysa mü’min bir kimse bilmelidir ki, kendisine dünyada verilen nimetleri ahiret yurdunu kazanmak için birer araçtır. Saadetin sadece biriktirdiği dünyalıklarda, geçici hazlarda, makam ve mevkilerde olduğuna inanan bir kimse kendisine mutluluk getirecek şeyin ardına düşecek ve o minvalde bir hayat yaşayacaktır. Lakin asıl mutluluğun, Allah’ın kişilerin hayrı ve saadeti için emrettiği hükümlere teslim olmakta olduğuna inanan, onun rızasını elde ederek kalplerin huzur ve sükûnete ereceğine inanan kimseler ise onun rızasını kazanabilmek adına bütün fırsatları kollayacaktır. Dolayısıyla kişilerin sahip oldukları mutluluk, sevinç, huzur anlayışlarına göre de farklı hayat tarzları olacaktır. Şüphe yoktur ki, Allah kullarına karşı çok cömert ve çok lütufkârdır. Kulları için en uygun nizamı, onlara rahmeti ile kolaylaştırmıştır. Lakin biz kullar, gönüllerimize, dertlerimize, duygularımıza şifa olacak, kitabından uzaklaştıkça Allah’ın rahmet pınarından hakkıyla istifade edememenin sonucunda bugün yıkılmaya yüz tutmuş toplumun oluşturduğu bu tablo ile karşı karşıya kalmakla, daha vahimi ise aynı gemide yol almakla cezamızı çekiyoruz. . “Bir toplum kendi durumunu değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.”[5] Öyle değişimler vardır ki, Rahmânın rahmetini celbeder ve kişiyi Allah’ın rızasına muvaffak kılar.
Toplumların ıslahı bireylerin ıslahı ile mümkündür. Değişim önce özümüzde başlamalıdır. Bizler değişime niyetlenmediğimiz ve istemediğimiz sürece bu değişim gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. Değişim aynı zamanda hicret etmektir, terk etmektir. Hicret, sözlükte: Terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek anlamlarına gelir. Hicret, kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılması, uzaklaşması demektir. Günahlardan tövbeye, kötülükten iyiliğe, cehaletten ilme gösterişten tevazuya evvela kalben uzaklaşmamız gerekir. “Ve kötülüklerden (riczden) uzaklaş” [6]
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; “Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir”[7] hadisi şerifte ifade edildiği üzere kalp duyguların merkezidir. Kalbin sağlığı veya hastalığı diğer organlara da sirayet etmektedir. Kalbimizin sahibi Allah’tan, kalbimiz için rızık olacak hususları bolca istememiz gerekir. Rızık denildiğinde yalnızca yiyilip-içilen rızıklar olarak anlamak eksik bir anlayış olur. Nasıl ki, bedenin ayakta durabilmesi için beslenmeye ihtiyacı zorunluysa, kalbin de manevî olarak beslenmeye ihtiyacı zorunludur. Kalbin rızkı Allah’a karşı sevgi, bağlılık ve takvadır. “Allah’a îman kalpte başlar, lakin sadece orada kalmakla kemâle ermiş olmaz. Zira yalnızca kalpte ve düşüncede kalan pratiğe dökülmeyen iman, zaman geçtikçe zaafa uğrama ve belki de zamanla yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Gazzâlî der ki: “Kâmil iman kişinin kalbine yer edince, kişinin tüm hislerine, duygularına, düşüncelerine, akıllarına ve davranışlarına tesir ederek her an Allah’a karşı murakabe halinde olma bilinci içerisinde yaşamasını sağlar”. Bu düşünceden hareketle iman eden ve hayatını sâlih amellerle süsleyen kimselerin eylemleri kalplerindeki imanına şahitlik edecektir. Hem dünya aynı zamanda ahiret saadetini elde edecektir. Huzuru bunun dışındaki birtakım nesnelere, varlıklara makam ve mevkilere, insanların rızasını ve beğenisini elde etmeye bağlayanların, bilmesi gereken bir gerçek vardır ki, o da dünyalık bütün lezzetlerin, hazların, mutluluk ve sevinçlerin pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğidir.
Şu yeryüzünde insana ne sunulmuşsa hepsi imtihanın bir gereğidir. Allah dışında hiç kimse insana kalıcı ve ebedî mutluluğun vaadinde bulunamaz. Yukarıdaki âyette vurgu yapıldığı üzere; Allah’ın yanında olanlar, sizin için takdir ettiği şeyler, sizin biriktirip durduğunuzdan daha hayırlıdır. Bizler neleri biriktiriyoruz? Hangi özlemleri taşıyoruz yüreğimizde? Dünyada refahı mı yoksa ebedi esenlik yurdunda ırmaklar başında olmanın özlemini mi? Özlemimiz neye ise gayretimiz onu elde etmeye yönelik olacaktır. Hayatımız o minval üzere şekillenecektir. Ve bunun sonucunda kendi ellerimizle kazandıklarımızın ya mükâfatına nail olacağız veya cezasına katlanacağız. Bu gerçeklerle yüzleşmek ve kendimizi kalbimizi duygu ve düşüncelerimizi ve en önemlisi Rabbimizle ilişkimizi iyileştirmek için öncelikle öze dönüş yolculuğu gerçekleştirmek, içe dönük muhasebe yapmak ve Allah’ın bizden istemiş olduğu kulluk modelini yeniden inşa etmek eylemlerimizi ve söylemlerimizi vahyin süzgecinden geçirmek durumundayız. Bugün içinde yaşadığımız toplumun Allah’ın rahmetine nail olabilmesi ancak kalplerin kendisini yaratana hicret etmesi ile mümkün olacaktır.
Fıtrat boşluk kabul etmiyor. Kalp, fıtratı gereği daima bir arayış içindedir ve bu arayışın doğru yerde tatmin olmadığı durumda Allah’a bağlılığın ve itaatin yerini başka varlıklara itaat ve bağlılık dolduracak, buda kişiyi ve toplumları helaka doğru sürükleyen bir etkendir. Evvela bu çağın girdabından ve kula kulluktan Allah’a kulluğa niyet etmek ilk adımdır. Yola girmek ikinci adım, üçüncüsü… Ve en önemlisi de yolda istikamette kalabilmektir. Zira şeytan ve aveneleri yolumuzun üzerinde her an beklemektedir. “İblîs dedi ki: “Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”[8] Bizlere düşen “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür”.[9] âyetini hayatımıza düstur edinmektir. Geçmiş kavimlerin işlemiş olduğu bütün azgınlık ve taşkınlıkların yaşandığı bu karanlık çağda kendimizi ve neslimizi bu çağın girdabından koruyabilmenin yolu; hak ve bâtılı, doğruyu ve yanlışı birbirinden keskin bir çizgiyle ayıran Allah’ın kitabına topluca sımsıkı sarılmaktan geçmektedir. “Kim de muhsin/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışan bir kimse olarak, kendini Allah’a teslim ederse muhakkak ki o, sapasağlam kulp olan (Kelime-i Tevhid’e) yapışmış olur. İşlerin akıbeti Allah’a varır.”[10] Bundan başka bir kurtuluş reçetemiz yoktur. Allah’a kulluk, hayatımızın sadece bir bölümünde değil, ailevî, sosyal ve siyasal hayatta, sanal âlemde, ticarette, komşuluk ve akraba ilişkilerimizde, giyim-kuşamda, eğitimde, düğün ve derneklerimizde önceliğimiz her daim Allah’ın rızasını elde etmek olmalıdır.
Dünyada varoluş amacının farkında olan ve çağın karşımıza çıkardığı çıkmazları fark ederek bunlardan kendisini muhafaza ederek kulluğunu Allah’ın istediği şekilde sürdüren mü’minlere selam olsun!
[1] Mülk, 2
[2] Zâriyât, 51/50.
[3] Yûnus, 10/57-58.
[4] Yusuf Çelik, Kur’an’da Hayat, S,2.
[5] Ra’d, 11.
[6] Müddesir,74/5
[7] Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû’ 3; Tirmizî, Büyû’ 1; Nesâî, Büyû’ 2, Kudât 11; İbni Mâce, Fiten 14)
[8] A’râf 6/16.
[9] Hûd,13/112
[10] Lokmân, 31/22.
Derya dedikleri, sanma ki sadece tuzlu su!
Deryada yaşar isen, dünya denilen gezegende tonlarca su!
Deryadır binlerin yaşam alanı!
Kaldırma kuvvetiyle, gemileri yüzdüren!
İnsanlar içinse sayısız rızık alanı!
Deryayı görüp te hayasızca soyunup dökülenler!
Deryayı çöplerle kirleten insafsızlar!
Derya; içindeki çöpleri saklamaz, insafsız sahibine iade eder!
Derya bu; bir bakarsın Musa (a.s.) yol açar!
Bir bakarsın; Firavun ve ordusunu boğar!
Allah bile batıramaz diyen profesyonellerin Titaniği onda batar gider!
Bâtılın her yerde batacağı gibi!
Amatörlerin gemisi olan Nûh’un (a.s.) gemisi besmele ile onda yol alır!
Hakta olanlar batmaz, hak yolda ölümü öldürdükleri için!
Deryanın dalgaları gemiyi sarınca; dini Allah'a has kılanlar!
Karaya çıkınca; tekrar sapıtanlar!
Yunûs’un (a.s.) balığın karnında, tevbe ile Allah'a yönelmesi!
Derya bu, Hak yolda olanı koruması, batıl yolun yolcusunu boğması.
Yahudilerin cumartesi günü balık yasağı ile imtihanı!
Derya Allah'ın emrinde; tuzlu suyu tatlı sudan ayırır!
Derya içindeki görkemli yaşamı ile ayrı bir dünya.
İçindeki türlü türlü canlılar ile Allah'ın güzel sanatı!
İnsanlığın hizmetinde, insanlık ise şükürsüzlüğün hizmetinde!
İnsan denilen varlık; bakıma muhtaç, insanı limanına almazmış!
Uçak gemileriyle denizaltı ve silah yüklü gemilerle kendi ırkına savaşı!
Hiç bitmedi Firavunların rablik savaşı!
Küçücük midesi vardı doydu da gözleri doymadı!
Deryaya ve dünyaya sığmadı da uzayda fitne ve fesat çıkaracak gezegen aradı?
Oysaki verilen onca nimetler; insanlığın imtihan vesilesiydi!
Âdem olan anladı da! Adam olamayan anlamadı!
Derya'nın limanı vardı; gemilerini anne şefkatiyle korurdu!
Vira bismillah diyene rızkını hep verir; cömertliği esirgememiş!
Görebilen gözler için, Allah'ın güzel sanatı her yerde!
İncileriyle, mercanlarıyla resifleriyle, aksesuarlarıyla, akvaryum görüntüleri ile muhteşem sanat!
İrili-ufaklı balıklarıyla, kabuklu-kabuksuz canlılarıyla, sayısız nimet zenginliğiyle insana sunulmuş!
Tevbe etmekte zorlanan insan için; halis tevbe imkanı!
İyi dileklerle uğurlanan, hasretle beklenen!
Derya'nın bazen çarşaf gibi sakin, bazen de dalgalarıyla hırçınlaşan insana benzer görüntüsü!
Deryadaki nimetleri şükür edasıyla paylaşan insanlık her daim kazanımda!
Ne mutlu kazananlara, ne mutlu Müslümanca yaşamlarını sürdürenlere!..
سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيم
İman edenlerin hayata dair sahip oldukları prensiplerin temelini oluşturan bir akidesi ve bu temel üzerinde yükselen de yasalar vardır. Bu yasalar göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin yaratıcısı ve sahibi tarafından konulan yasalardır. “Kim yaratıyor ise emretme hakkı da ona aittir.” [1] Yaratılmışların, Allah’ın kural koyduğu alanda “ama” diye zihinlerinden geçirecekleri en küçük veya aksi olacak bir düşünce; Allah ile “haşa” boy ölçüşme, O’nu inkâr etme ve yok sayma veya kendisini O’na ortak görme vakıasıdır. Sadece “ama” söyleminde dahi, Allah’ın âyetlerini bile bile! inkâr gerçekleşecektir. Diğer bir ifadeyle ifade edecek olursak; Allah’ın âyetlerine küfretme gerçekleşecektir.
Kadınları (dişileri) ve erkekleri kim yaratmış! Onlara örtünmeyi kim farz kılmıştır! Bunu çok iyi biliyor olmalarına rağmen, “örtü Allah’ın emridir” gerçeğini perdelemeye çalışıyorlar. Güneşi balçıkla hiç kimse sıvayamaz! Aslen örtü üzerinden İslâm’a kin kusan zevatın zihin kodlarını ifşa eden bir eylemliliği yakın tarihte mecliste; ”burası devlete meydan okuma yeri değildir... haddini bildiriniz” şeklindeki sözleri ile hatırlamışınızdır. Evet, bu ifadeler, kendilerini ve kutsallaştırdıklarını “Allah’a eş koşanlar” açısından inançlarını deklere etme olarak doğru bir ifadedir. Lakin yeryüzü Allah’a meydan okuma yeri değildir diyemeyecek kadar, eğer sindirilmişse cesur yürekler!, bu korkularını kutsadıklarını unutmasınlar. Ve her üretilen kutsal, ürettiği kişiyi yarı yolda yalnız bırakacaktır.
Evet, Allah emrediyor! Bugünün yaratıcısı ve geleceğin de yaratıcısı, zaman ve mekana ait tüm değişkenlikleri bilen Allah emrediyor;
“Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Başörtülerini, yakalarının (ceblerinin) üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. "[2]
Yeryüzü Allah’a meydan okuma yeri değildir. Yeryüzü kime ait ise ona itaat edilmelidir. Örtü Allah’ın emridir. Allah’ın emrettiği bir hususu yasal güvence altına almak! Çok mu masum geliyor bu sözler? Hayır, vallahi dağlar bile bu kör cüret karşısında ufalanmak isteyecek kadar ağır bir düşünce, söylem ve eylemdir. Allah bir hususu emredecek! Kullar da olur veya olmazın kararını verecek! Kimin mülkünde, kimle alakalı karar alacaksınız?
Allah’ın âyeti olan güneşin ısısından, aydınlığından ve enerjisinden istifade edeceksiniz de iffetin ve Allah’a itaatin sembolü ve her türlü fuhşiyattan koruyacak bir kalkan olan örtünün, sağlayacağı olumluluklardan istifade etmek istemeyeceksiniz ve onu yasaklama veya serbest bırakma hakkını kendinizde göreceksiniz öylemi!?
“Ey Nebi! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[3]
Örtü, kişinin Rabbini bilmesinin ve kendisinin de O’nun kulu olduğunun, bayan üzerindeki dışa vurumudur. Yani Allah’ı seven, sevgisini arzulayan kul! Böyle bir kulun yetiştireceği nesillerden bahsediyorum… Evet, Allah’ın emri olduğu için takılan örtü… Tıpkı diğer âyetlerin bağlayıcı olmaları gibi… Örtü âyeti... Örtü emri.
Örtü, erkeklerin korunmasını sağladığı gibi kadınların da korunmasını sağlayacaktır. Ayrıca kadının özgün ve değerli kişiliğini, kimliğini kuşanmayı da sağlayacak, gözlerin aydınlığı olan sağlıklı, merhametli nesillerin ortaya çıkması da bu sebeple mümkün olacaktır. Evet, bahsettiğimiz şey örtüdür, toplumların ayıplı yetişmelerini engelleyecek olan örtü!
“Bir nikâh (cinsi arzu duymayacak kadar kocamış- çocuktan kesilmiş) ümidi beslemeyen kadınların, zînetleri teşhir etmeksizin (dış-üst örtülerini) elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. İffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.”[4]
Yetiştirdikleri nesillere şefkat, merhamet, cesaret, cömertlik, adalet ve güven tohumlarını ekip sulayan ve besleyen kadınlardan ve bu ahlâkı kendilerine şiar edinecek kızlarımızın örtüleri, tüm ayıplarımızı örtecek.~
İlginç değil mi? Kadınların örtülmeleri emredilirken, örtünmeleri, inanç sembolüymüş söylemleri ile karşılaşılır, sanki bir kabahatmiş gibi! Yani Allah’a itaati sembolize ediyormuş! Yalan mı söyleyelim, elbette örtü, inanç sembolüdür.
Tıpkı açılıp saçılma, teşhirciliğin de bir inanç sembolü olduğu gibi ama buradaki teşhircilik; “şeytana ibadeti” sembolize etmektedir. Fakat açılıp saçılmalar teşvik edilmekte ve edepsizce giyinenlere “cesur” yakıştırması yapılmaktadır. Hatta “beden onların bedenleri, üzerinde başkasınız söz hakkı olamazmış”, Fakat söz konusu örtünme olunca teşhirciler örtüyü mahkûm edecek! Örtünmek isteyen kadının bedenini örtme hakkının olmadığını dillendirecekler! Sadece onlar mı? Teşhircilik; yani “açılma-saçılma” diye tabir olunan vakıalara karşı ilk karşı duruş sergilemesi gereken kadınlar olmaları gerekirken ne yazıktır ki böyle olmamakta, kadınların cinsel bir obje gibi kullanılmasına en fazla sessiz kalanlar kadınlar olmakta ve korkarım ki bu sessizliğin oluşturacağı çürümenin en fazla etkilediği kesim de yine kadınlar olacaktır.
“Örtü, kişinin Rabbini bilmesinin ve kendisinin de O’nun kulu olduğunun, bayan üzerindeki dışa vurumudur” Yani Allah’ı seven ve sevgisini arzulayan kullar! Böyle bir kulun, yani annelerin yetiştireceği nesiller… Yetiştirdikleri nesillere şefkat, merhamet, cesaret, cömertlik, adalet ve güven tohumlarını ekip sulayan besleyen kadınlar! Ve de bu ahlakı şiar edinen kızlarımız tüm ayıplarımızı örtecek.~
Bugün, bunun karşılığının olmayışından dem vuranlar önce aynaya baksınlar, zamana ait olumsuzlukları kişilik ve karakter bozukluklarını, hastalıkları besleyenler neydi ve kimlerdi? Evet, yeryüzü, Allah’a meydan okuma yeri değildir. Kulluk yapma meydanıdır ve örtü kul olmanın gereğidir, kulluğu engelleyenlerin önünde “Allah için ve Allah’ın istediği şekilde durma” ameliyesidir.
Kadınları (dişileri), “bedenleri üzerinden” istismarı seven zümreler para ile alınıp satılabilecek bir meta haline getirmekten başka bir şey yapmazlar. Burada para ile alınıp satılandan kasıt “kapsamlı bir projeye alet edilme” olarak düşünmek gerekmektedir. Neymiş efendim, açılıp-saçılmak hak ve hürriyetmiş! Örtünmek ise gericilik ve çağdışılıkmış! Nasıl bir akıl tutulmasıdır bu! Eğer giyimde, kuşamda, ahlâkta; hayâ ve iffetin eseri azaldıysa, insan fütursuzca çıplak bir obje olmayı artık bir değer olarak görmeye başladıysa bu durum insanın basitliğini, sıradanlığını ve kıymetsizliğini gösterir. Neden iğreti olan çıplaklık hususu, azdırıcı bir obje haline gelmesi veya getirilmesi, özgürlük kapsamında ele alınır ki?
Allah’ı sevmenin, O’na bağlanmanın sembolü olan “takva örtüsünü” kimse kirletmesin! İffetin sembolü, hür olmanın ve hürriyetin sembolü olan örtüyü değersizleştirme hareketi bağlamında; bir bez parçası veya gelenek veya modaya kimse indirgemesin. Siyasilerin eliyle, Kemalist ideolojiyi meşrulaştıran “kafaların” taktıkları örtü Allah’ın emrettiği örtü olmaktan çıkarılmıştır. Örtüyü, Kemalizm veya laikliğin koruyucusu olan bir kalkan haline dönüştürmüşlerdir. Halkların aklını hafife alarak; ilâhî emir olan örtüyü, partileri iktidara doğru yürüten ray olarak kullananlara Allah, elbette bunun hesabını soracaktır.
Ataları Müslüman olan topluluklar ve yöneticilerine bir çağrıdır bu; -uzaklara seslenmiyoruz- yapılan çağrı, Allah’ın kulları aracılığı ile yaptığı çağrısı, nebilerin çağrısıdır. Sizden herhangi bir dünyalık beklentimiz yok, bir ücret, bir makam istemiyoruz! Ve sizler için def edilmesi imkânsız olan bir sonraki hayat ve âkibet için endişe duyuyor ve hatırlatıyoruz: Egemenlik/ulûhiyet Allah’a mahsustur, gelin yalnızca O’na kulluk/ibadet edelim! O’ndan başka ne bir dost ve bir yardımcı bulamayız. Allah’ın insanlığa gönderdiği Muhammed’i (a.s) örnek almak ve hayatına referans aldığı Kur’an’ın bir harfini bile yok saymaksızın, inkâr etmeksizin, toplumsal hayata egemen kılmak için mesajı açık bir şekilde gündeme getirelim ve gelin bir dönüşüm hamlesi başlatalım. Sağır sultanların dahi duyduğu bir emir ile dönüşüm hamlesine başlayalım “Örtü Allah’ın emridir hem de diğer emirleri gibi bir emirdir…”diyerek.
Sevgi ve bağlılığın Allah’a olmadığı yerlerde, kula kulluk veya yaratılmışlara kulluk baş gösterir ve buralar isyan bayraklarının dalgalandığı yerler haline gelir.
“Yeryüzü, Allah’ındır. Allah’a meydan okuma yeri değildir.”
Selam kendini sevenlere! Kurtuluşu hedefleyenlere.
[1] A’râf, 54.
[2] Nûr, 31.
[3] Ahzâb, 59.
[4] Nûr, 60.
Kur'an Yurdu'nda bu hafta Cuma Sohbetlerinde Halil Çiloğlu, Yaşadığımız "Sorunları Neden Çözemiyoruz?" başlıklı bir sunun gerçekleştirdi. Cuma Hutbesinde ise Zafer Aydın hoca, "Söz ve Eylem Bütünlüğü" başlıklı bir hutbe irad etti. Programların video kayıtlarını sizlerin istifadesine sunuyoruz.
Maalesef tevhîdî uyanış süreci bakıyesi grupların büyük çoğunluğunun istikamet krizine girip birçok temel ilkeyi ihlal ederek destek verdikleri AKP’nin 20 yıllık iktidarında yaşanan büyük yozlaşma ve sekülerleşme o kadar ileri boyutlara ulaşmıştır ki, bazı iktidar yanlısı gazetelerin yazarları ve bazı aktif destekçi grup öncüleri bile artık dayanamayıp feryat etmeye başlamışlardır.
Tabii ki, istikamet krizindeki tevhîdî kesim öncülerinin bazılarının yönelttikleri bu eleştiriler, maalesef ilkesel ve bağımsız İslâm kimliğin gerektirdiği özgün eleştiriler olma boyutuna bir türlü ulaşmamakta, daha ziyade destekledikleri ya da liderini hâlâ sahiplenip kayırdıkları iktidarın dürüst bir kanadının içeriden eleştirileri mesabesinde kalmaktadır. Çünkü “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenlerin, inkâr etmedikleri sürece mü’min olmaya devam edeceklerine” dair te’vilden tahrife sapan akıdevî bir kirlenmenin pençesinde yaşadıkları zihnî kargaşa, hakikati görüp ona teslim olmalarına ve savruldukları büyük yanlıştan dönmelerine engel olmaktadır. Bu sebeple, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin konumu”yla ilgili bu önemli ilmî konuyu da Rabbimizin izniyle yakın zamanda kapsamlı biçimde sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Tevhîdî Uyanış Süreci Gruplarının AKP Üzerinden Laik Demokratik Bâtıl Siyasete Destekçi Olma ve Hatta İçinde Yer Alma Sapmasına Bir Başka Örnek: Anadolu Platformu ve AKDAV
Bir zamanların tevhîdî uyanış süreci öncülerinden “Zeki Baba” lakaplı Zekeriya Şengöz’ün onursal başkanlığında Turgay Aldemir’in genel başkanı bulunduğu, Ramazan Kayan’ın da hocası olduğu Anadolu Platformu adı altında ülke çapında örgütlenmiş bir grup ise, hocaları Ramazan Kayan hâlâ teorik tevhîdî söylemini belli ölçüde korumaya devam etse de, İslâmî kimliğin bağımsızlığını ve muhalifliğini korumakta acze düşerek; Sivil Dayanışma Platformu, Anadolu Platformu, Bülbülzade Vakfı ve Şehit Kamil Belediyesi tarafından düzenlenen “Yeni Anayasa/İlkeler ve Ortak Paydalar” başlıklı bir toplantıda, kendi ifadeleriyle “yeni Anayasada ilkelerin ve ortak paydaların neliği ve nasıllığını masaya yatırmıştır”. Bu toplantıda, Anadolu Platformu Başkanı Turgay Aldemir, Toplumsal Sözleşme başlıklı konuşmasında şunları ifade etmiştir: “Öncelikle yapılması gereken; bütün insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı bir yaklaşımdan beslenen bir anayasa yapmak olmalıdır. Siyasal katılım süreçlerini iyileştirmek; bu ülkede darbe tartışmalarına son vermek için politik ve bürokratik alana karşı sivil alanı güçlendirmek gerekmektedir. Yeni anayasayı yasalaştırma süreci eski anayasadan bağımsız olarak, onu referans almaksızın, özgün bir meclis kararı ile yürütülmelidir. Bu nedenle mecliste ortaya çıkacak temsil eksikliğini gidermek üzere, parlamento dışı siyasi partileri ve sivil yapıları da anayasa yapım sürecine katacak mekanizmaların oluşturulması gerekir. Toplumu merkeze alan, az maddeli bir toplumsal sözleşme için, çabalamalıyız. İç barış ve huzuru sağlayıp güven ortamını bu sözleşme ile tıpkı Hudeybiye’deki gibi sağlayabiliriz“.[1]
Tıpkı diğer kuruluşlar ile birlikte imzaladıkları önceki bölümlerdeki açıklamalarda yer verildiği gibi, laik anayasa yapımı ve değişikliği; Müslüman kimliği ve akîdesinin gerekli kıldığı ayrışma, muhalefet ve vahye dayalı anayasa dışında hiçbir beşerî laik anayasadan razı olmayacakları vurgusu yapılmadan sahiplenilerek, hep birlikte “bütün insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı bir yaklaşımdan beslenen bir anayasa yapmak” için çabalamalıyız denilmektedir. Yani laikliği veri kabul eden ve “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” put maddeler arasında sayan seküler bir anayasa yapımında rol üstlenmek ve böyle bir anayasayı “bütün insanların temel haklarını garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı” olmak kaydıyla birlikte yapmaktan bahsedilmektedir. Bir Müslümanın, vahyi esas almayan laik bir anayasanın yapılmasında teşriî işlev üstlenmesi ve böyle anayasayı sahiplenmesi akîdesiyle bağdaştırılabilir mi?
Üstelik Hudeybiye, Müslümanlar ile müşriklerden oluşan iki bağımsız tarafın arasında sadece bir barış anlaşması iken, bu ülkede anayasa yapımında Müslümanların bağımsız iradeleri de söz konusu değildir. Eğer bağımsız iradeleri söz konusu olsaydı, Müslümanların vahye dayalı bir anayasa yapmaları gerekirdi. Söz konusu edilen anayasa yapımında Müslümanların bağımsız iradeleri olmadığı gibi, yapılan da bir barış anlaşması olmayıp Müslümanlara da hükmedecek bir anayasanın ya da değişikliğinin hevaya göre ve şirk zemininde teşriînden ibarettir. Buna rağmen, tıpkı Haksöz çevresi ve öncülerinden Hamza Türkmen’in de sık başvurduğu saptırıcı örnekle, Hudeybiye ile benzeştirilerek, kendilerince kimi İslâmî unsurlar araçsallaştırılarak şirk anayasası yapımına iştirak etmeye meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.
Daha sonra da Ağustos 2013’te aynı grup, düzenledikleri 8. Anadolu Buluşması Toplantısında hükümetin bakanlarının da, AKP MKYK üyelerinin de, kimi liberal demokrat yazarların da konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı düzenlemişlerdir. Bu toplantının sonuç bildirgesinde, daha önce “sivil anayasa” talebiyle ortaya çıktıkları, referandumda oy verme çağrısı yaptıkları ve AKP’ye oy vermeyi meşru sayıp insanları davet ettikleri gibi, bu sefer de şu ifadeleri cüretkârca kullanır hâle geldiklerini ibretle izliyoruz.[2] “İslam ümmetinin yeniden inşasında ve ulusal-küresel zulüm sistemlerinin sona erdirilmesinde ‘Yeni Türkiye’ stratejik bir konumda bulunmaktadır. 2007’den itibaren yaşadığımız süreç Yeni Türkiye’nin böyle bir ufka sahip olduğunu göstermiştir. Bu durum aynı zamanda Türkiye’yi küresel güçlerin hedefi haline de getirmiştir. Gezi Parkı olayları bu emperyalist saldırılardan biridir ve bu türden girişimlerin devam edeceği de anlaşılmaktadır… Anadolu Platformu, Yeni Türkiye’nin inşasında sorumluluk almaktan kaçınmayacaktır.”[3]
Tevhîdî uyanış sürecinden gelen bu grup, AKP’li bakanlarla, liberal demokrat akademisyenlerle bir araya gelip sistem içi görece olumlu buldukları politikaya destek veren açıklamalar yapmışlardır. AKP’nin projesi olan, Anglosakson laikliğini ve demokrasiyi geleneksel hurafeci tarihsel birikime dayalı İslam anlayışı ile sentez edip yeniden ihya etme hedefine yönelen, Osmanlı hinterlandında sosyolojik anlamıyla ve mevcut haliyle “Ümmet”i gözeten kimi politikaları izleyen “Yeni Türkiye” hareketini dava edindiklerini ve “Yeni Türkiye’nin inşasında sorumluluk” alacaklarını açıklayabilmişlerdir. Böylece özgün ve bağımsız tevhidî kimlikli bir İslâmî hareket olmak ve bunda ısrar etmek yerine, AKP’nin “Yeni Türkiye”yi inşa hareketinin parçası olmayı, (İslâmî duyarlılıkları sürse de) İslâmî çalışmalarını sistem içi siyaset zeminiyle bütünleşerek, yardımlaşarak ve hatta o zeminden elde ettikleri kazanımları koruma ve geliştirmeyi önceleyerek gerçekleştirme eğilimi içine girdiklerini ifade etmişlerdir.
Önceki bölümlerde verdiğimiz örneklerde yer alan tevhidî uyanış süreci bakıyesi kesimler ve öncüleri sistem içi değişimi temsil eden AKP üzerinden demokratik politikaya meylettiler, özellikle de anayasa referandumundan sonra çok daha fazla eklemlendiler. Önce oy vererek başlayan aktif destek, daha sonra laik parlamentoda teşri’ işlevi gören milletvekilliğini de meşru görmeye kadar götürüldü ve oraya girmek için aday olanlar da, hatta milletvekili olanlar da oldu. İşte bu tevhidî uyanış süreci grupları ve öncüleri, yıllarca karşı çıkıp mücadele ettikleri geleneksel hurafeciliği temsil eden tarikat, tasavvuf kesimleri ve gelenekselci cemaatlerle birlikte 97 STK (İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati, Erenköy Cemaati, Hüdayi Vakfı, Safa Vakfı, Sami Efendi Vakfı, İhlas Vakfı, Barla Platformu, TGTV, Bilim ve Sanat vakfı, Birlik Vakfı, Ensar vakfı, İHH İnsani Yardım Vakfı, Medeniyet Gençliği Vakfı, AKABE Kültür ve Eğitim Vakfı, AKDAV eğitim vakfı, Anadolu Eğitim Platformu, Yardım Eli vakfı vb.) AKP’ye destek ortak açıklamalarına imza atıp gazetelere tam sayfa ilanlar verdiler.
Görüldüğü üzere, temel İslâmî meselelerde sürekli hikmetsiz ve üslupsuz kavgalar yaparak insanları İslam’dan soğutanlar, yani Kur’an merkezli İslam anlayışına sahip olanlar ile hurafeci kesimler laik demokrasi sandığında “vahdet” oluşturup AKP’ye destek bildirileri yayınlıyor, gazetelere tam sayfa ortak imzalı ilanlar veriyorlar. Bunların birlikte imzaladıkları ilan metninde yazılanlar ise, tevhidî uyanış süreci bakıyesi kesimlere asla yakışmayacak ve çok geriye gidişi ifade eden sağcı, muhafazakâr, devletçi, “millici” bir muhtevadaydı. Geleneksel hurafeci kesimler ve tevhîdî kesimden sistem içine doğru meyledenler ortak imzaladıkları ilan metninde şunları ifade etmişlerdi: “Kendimizi öz yurdunda garip, öz vatanında parya hissediyorduk. Ancak milletimizin ferasetine yürekten inanıyorduk. ‘Yeter söz milletindir’ diyen merhum Menderes nasıl hissiyatımıza tercüman olduysa, milletimizin basireti vesilesiyle bir müjdenin geleceğini de biliyorduk. Milletin duası ve gayreti bu müjdeyi sandıkta tecelli ettirdi. “Biz şahidiz ki… 28 Şubat’ın bin yıl yaşamak için her aracı kullanarak direnmesi, her türlü saldırı ve tahrike başvurması karşısında ‘Hak’ta sebat edilmiş ve zorluklara göğüs gerilmiştir. Milli iradenin güçlendirilmesi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi, din ve vicdan hürriyetinin tam anlamıyla yerleşmesi için memnuniyetle karşıladığımız hayati adımlar atılmıştır”.
İbret verici ve tevhidî uyanış sürecinden gelenler için üzücü olan şudur; seküler zihin, inanç ve hayat tarzına sahip CHP’li bir üye iken bu partiden ayrılıp görece halktan yana DP’yi kuran Menderes için “hissiyatımızın tercümanı” ifadesi kullanılıyor olmasıdır. Menderes, CHP’den ayrılıp DP’yi kurmakla, laik seküler bir anlayışa sahip olmaktan vazgeçip hidayete mi erdi ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeye mi başladı ki, Müslümanların hissiyatının tercümanı sayılabiliyor. Bâtıl sistem içinde yaşanan daha büyük zulmü görece olarak azaltarak sürdüren zulümât içi gri tonlu bir “ehven-i şer”, neden hemen İslâmî bir meşruiyet konumuna oturtuluveriyor ve ondan razı hale geliniveriyor? Menderes ya da benzeri, daha halktan yana veya görece olumlulukları olan ama batıl olmayı ve şirk zulmünü sürdüren politikacılar, eski statüko taraftarı darbeciler eliyle zulme uğradıklarında, onlara zulmedenlere karşı mazlumun hukukunu savunmak ayrı bir şey, onları kendimizi temsil konumuna oturtup meşruiyet kazandırmak ve onlara meyletmek ayrı bir şeydir.
Müslümanların “dua ve gayretlerle sandıktan nasıl bir müjde bekledikleri” konusu da üzerinde düşünmeleri ve ne duruma geldiklerini sorgulamaları gereken bir konudur. İlandaki daha sonraki satırlarda ise, çok daha vahim ifadelerle; “Milli iradenin güçlendirilmesi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi” “Hak” olarak takdim edilip ‘Hak’ta sebat etme olarak nitelendirilmiştir. Hak ile bâtılı karıştıran bir mücadeleyle şirke ait seküler demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi konumuna gelinmesinin “Hakk’ta sebat etmenin” sonucu olduğunu ifade eden bu ilanın altında tevhîdî uyanış sürecinden gelen kesimlerin de imzasının yer alması gerçekten üzücüdür. “Hakk’ta sebat etme” sonucunda ulaşılan hedef şöyle açıklanmıştır: “…demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi… adımları atılmış, “Sandık ve milli irade güç kazanmış, demokrasi dışı her niyet, milli iradeye kast eden her girişim cesaretle bertaraf edilmiştir”. Nasıl oluyor da, “Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi” gibi hedefler Müslümanların da hedefleri arasına girebiliyor? Laik demokratik yoldaki bir mücadele nasıl oluyor da Hakk’ta sebat ederek sürdürülebiliyor? Ve nasıl oluyor da kurum ve kurallarıyla işleyişi seküler ve bâtıl olan demokrasinin, “Hakk’ta” sebat ederek güçlendirildiği iddia edilebiliyor? Bu iddia, “Hakk’a” iftira değil midir?
Yine geleneksel hurafecilerle tevhidî uyanış sürecinden gelip artık AKP’ye taban olmaya yönelmiş başka gruplardan oluşan 37’sinin birlikte imzaladıkları bir başka ilan daha gazetelerde tam sayfa yer almıştır. Bu son ilanın altındaki imzacılardan bazıları da şunlardır: İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH), Mimar ve Mühendisler Grubu, Hicret Vakfı, Bekader, Enderun, İnsan Vakfı, Umut Işığı Derneği vd. Burada ismi geçen ve bu tür AKP yanlısı bütün bildiri ve toplantılarda başrolde olan İMH hakkında da kısa bir not düşmek isterim.
İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH), daha kuruluştan itibaren AKP ile bütünleşmiş ve milletvekili çıkarmış, laik bir partinin öncü kadrolarında yer alıp hevaya göre hükmetmek üzere parlamentoya girerek ilk savrulan gruplardan birisi olmuştur. Daha 2001 yılında AKP kuruluş çalışmaları yapılırken, bu grubun öncülerinin böyle bir partiye meylettiklerini haber alınca, bana bu haberi veren Burhan kavuncu ile birlikte İstanbul Fatih’teki İnsan Vakfı merkezine gittik. O zamanki başkanları Mehmet Güney’in başkanlığında yönetim kurulu toplantıları vardı. Bizi de buyur ettiler ve katıldık. Onlara, laik demokratik bir parti içinde yer almanın ya da destek olmanın İslami kimlik ve ilkelerimizle bağdaşmayacağını delilleriyle anlatmaya çalıştım. Yönetimin yarıya yakını “Mehmet abi haklı söylüyor, uzak durmalıyız” derken Mehmet Güney, “hayır tam tersine içinde daha başlangıçta yer almalıyız, aksi takdirde iktidar imkanlarından başkaları istifade eder biz edemeyiz” dedi. Bunun üzerine yönetimin diğer yarısı da ona hak verdi ve sonuçta ikna edemeden oradan ayrıldık. Böylece daha kuruluş safhasından itibaren AKP’ye eklemlenip imkanlar devşiren ilk grup bunlar oldular. Milletvekili çıkardılar. Hatta onların bir milletvekili “TBMM İsrail ile dostluk grubu başkanı” bile olabildi. Daha sonra, elde ettikleri imkanlarla holdingleştiler, çok zengin oldular, birçok imkanları ve makamları elde ettiler, ama en temel ilkelerini ve tevhîdî kimliklerini yitirerek “mücahitler müteahhit oldular” sözünün söylemesinin de ilk vesilesi olmayı başardılar.
İşte başta bu grup olmak üzere, hurafeci kesimlerle tevhîdî kesimden bazı grupların birlikte imzaladıkları AKP’ye destek açıklaması, meşruiyetin ve gayr-i meşruluğun ölçüsünü vahyî/şer’î hükümlere değil de, demokratik standartlara uyduran ve demokratik mücadeleyi Hakk’a iftira ederek “Hak” olarak takdim eden ve bu demokratik mücadelenin destekçisi ve duacısı olacaklarını ifade eden şu satırlarla son bulmuştur: “Biz aşağıda imzası olanlar, milli iradenin gücüne yürekten inanıyor; her meselenin milletin arzusu istikametinde, meşruiyet dairesinde çözümünü savunuyoruz. Türkiye’nin her meselesi kendi mecrasında tartışılmalı, gayr-i meşru zeminlere çekilmemelidir. Milleti için başarıyla hak mücadelesi verenlere karşı haksızlık yapılmamalı, yeni vesayetler tesis edilmemeli, şahsi, zümrevî kaygılar ve menfaatler milletin, ülkenin ve demokrasi mücadelesinin önüne geçmemelidir. Bin yıl sürmesi beklenen projeyi 11 yılda sabır ve metanetle boşa çıkaranlara şükranlarımızı ifade ediyor, bu mücadelenin şahidi olduğumuz kadar, gelecekte de destekçisi ve duacısı olacağımızı ilan ediyoruz.”[4]
Pek çok tevhidî/İslamî konuda bu derece bir birliktelik teşkil edemeyen, bir araya gelip vahdete dair tek bir ortak bildiri yayınlayamayanlar ve bu eksiklikten rahatsız olup harekete geçmeyenler, yani on yıllardır tevhidde vahdet oluşturamayanlar, nedense sistem içi açılım konularında, laik sistemin anayasasını yine laik istikamette değiştirmeye oy verme konusunda, sonuçta TBMM’ye “nihai otorite ve nihai kanun koyucu” muamelesi yapma hususunda kolayca bir araya gelebilmekte ve kolayca ardı ardına ortak bildiriler yayınlayabilmekte, gazetelere ilanlar verebilmektedirler. Üstelik bu konuda yıllardır “geleneksel cahiliye” dedikleri hurafeci kesimlerle bile vahdet oluşturabilmekte ve ortak bildiriler yayınlayabilmektedirler. Bu husus bizi düşündürmeli ve sarsmalı değil midir? “Fe eyne tezhebûn/nereye gidiyorsunuz?” sorusunu sormamız önemli sorumluluğumuz değil midir?
Bakınız, o günkü hükümetin tasavvuf ve Osmanlı kültürü sentezi bir geleneksellik çerçevesinde bile olsa Kur’anî bilgi ve birikimi en fazla olan Bakanı Ahmet Davutoğlu bile coşkuyla onaylanmasını istediğiniz bu değişikliğe oy vermenin ne anlama geldiğini, doğru bir tespitle şöyle açıklıyor: “Bu referanduma ‘evet’ demek bu ülkede nihâi otoritenin, nihâi kanun koyucunun Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğuna ‘evet’ demektir“.[5] TBMM’nin yaptığı anayasa değişikliğine evet oyu verenler, Davutoğlu’nun bu doğru tespitine rağmen neden oy verme çağrısı yaptılar? Yıllardır Kur’an halkalarında yetişenler, Kur’an merkezli sahih din anlayışını ikame ederek geleneksel ve modern hurafeleri izale etmek için yola çıkanlar olarak, bu kırılma noktasında tutumunuz bu mu olmalıydı? Bir Müslümanın demokrasinin doğal bir gereği olarak “nihâi otorite ve nihaî kanun koyucu olarak laik demokratik TBMM’yi kabul etmesi” tevhîdî akîdesiyle asla bağdaşmayacağı halde, bazı Müslümanların, Davutoğlu’nun ifade ettiği seküler zihniyet ve inançla hazırlanan “laik anayasa değişikliğine” “evet” oyu vermeleri ve üstelik herkesi de “evet” oyu vermeye çağırmaları ne anlama gelmiştir?
Anadolu Platformu onursal başkanı olup geçmişte tevhîdî uyanış süreci öncülerinden biri olarak ağır bedeller de ödemiş bir Müslüman olan Zekeriya Şengöz ise, 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinin önemine dikkat çekerek, “Bütün millet toplu halde bir kez daha duruşunu ciddi bir şekilde sergilemek zorunda. 28 Şubat sürecinde bedel ödeyen birisi olarak şunu belirtmek isterim ki; yıllardır bu toplum değerlerinden uzaklaştırıldı, kimliği ve şahsiyeti itibarsızlaştırıldı, toplumun zenginliği talan edildiği, fukaralaştırıldığı bir süreçten geçmek üzereydi ama şu an toplum itibar kazandı toplum tekrardan özgürlüklerine kavuşturulmak üzere, toplum tekrardan barışık yaşamak üzere ve toplum tekrardan hak, hukuk ve adaletin sağlandığına inanmak üzere” diyebilmiştir. Bu kadar büyük bir yozlaşmanın yaşandığı, yolsuzluğun, yoksulluğun, adaletsizliğin, haksızlığın zirvede olduğu bir laik kapitalist iktidar dönemi için bu sözleri ifade edebilmiştir. Böylece hem sadece Kur’an’a çağırması gereken davetin muhataplarını hem de tevhide gelmelerine vesile olduğu çevresindeki Müslümanları laik demokratik bir patiye ve şirkle hükmeden bir iktidara destek olmaya çağırabilmiştir. Bunlara ilaveten “Toplumun yanında duran halkın hizmetkârı olduğunu söyleyen bir iktidara şu an dış güçler tarafından ve onların içerideki işbirlikçileri tarafından tekrardan tezgahlar ve oyunlar kurulmak üzeredir. Bu kurulan oyunların bozulması için toplum 7 Haziran’da hep birlikte topyekun sandığa gitmek zorundadır” şeklinde konuşmuştur.[6]
Türkiye çapında örgütlülüğü ve tevhîdî mücadele sürecindeki etkin varlığı sebebiyle çok önemli bir kaç gruptan birisi olan bu grup, görüldüğü üzere diğer çoğunlukla beraber büyük bir savrulma yaşamış ve sonuçta üçe bölünüp yeni arayışlara girmiştir. Ancak üç parçanın da ilkesel bir bölünme sonucu ortaya çıktığı söylenemez. Çünkü her birinin laik partilerle olan ilişkileri sürmekte, tabiri caizse Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve AKP arasında gidip gelen ya da yeni kurulacak laik yeni bir partiye de sıcak bakan bir kafa karışıklığı her birinde sürmektedir. Bütün parçaların toplantılarında laik partilerin milletvekilleri ya da mahalli yetkilileri katılıp konuşma yapıyor ve destek veriyorlar. Bu çevredeki kafa karışıklığını daha 90’lı yılların sonlarında fark etmiştim. Aydın Menderes’in Refah Partisine katıldığı süreçte ona meyletmiş olan Davut Güler ile bir gece yarısına kadar süren bir sohbet yaparak bu eğiliminin tevhîdî ilkelerimizle asla bağdaşmayacağını anlatıp uyarmıştım. Ama o yine de “ağabey babası çok hayra vesile oldu, kendisi de bugün aynı hayra vesile olabilir, sahip çıkıp destek olmalıyız” demekte ısrar ediyordu.
Hâlbuki, yukarıda izah ettiğimiz üzere babasının hayrı neredeydi ki, oğlunun da hayra vesile olması söz konusu olsun. Bunların “hayra” dair anlayışları da tevhîdî bakışları gibi fülûlaşmış görünüyor. Baba Menderes seküler zihin, inanç ve hayat tarzına sahip CHP’li bir üye iken bu partiden ayrılıp görece halktan yana kimi açılımları ve kimi haksızlıkları gidereceğini va’dederek DP’yi kurmuş, kurduğu laik iktidar Atatürk’ü koruma kanunu dâhil birçok yeni yasaklar yanında “ezanın Arapça aslıyla okunmasına” getirilmiş yasağı kaldırmış ve neredeyse bu kadarlık bir iyileşme adına muhafazakâr kitleleri laik Kemalist sisteme eklemleme işlevi görmüştür. Tıpkı bugünkü AKP iktidarı gibi. İşte o gün bu eğilimiyle savrulma emareleri gösteren AKDAV öncülerinden Davut Güler’in bugün aynı ilkesiz çizgisini devam ettirdiğini ibretle görmekteyiz. Ama bu sefer aynı savrulmayı tüm grup halinde top yekûn yaşadıklarını, ancak farklı laik partiler arasına sıkışıp kaldıklarını, ufuklarının nebevî yöntemi göremeyecek kadar kararmış olduğunu ibretle gözlemliyoruz.
İşte bu aymazlık ve büyük ilkesizlik sonucu laik bir iktidarın desteklenmesi ve şirk anayasa tasarısının onaylanması için böylesine kolayca savrulanların, aslında önceki birikimlerinin de çok sığ ve kaygan bir zemine oturmuş olduğu anlaşılıyor. Tabii ki sonuç büyük bir hüsran olunca, bazı itirazlar yükselmeye başlamış olsa da bu eleştiriler bile son derece yetersiz olup yine ilkesel ve bağımsız olmayan bir edilgenliğin zaaflarını taşımaktadır.
Nitekim Anadolu Platformu ikiye ayrılınca bu bölünmeyi eleştirip üçüncü bir parçada duruyor hissi uyandıran Davut Güler de, Zekâriya Şengöz ve Ramazan Kayan hoca öncülüğünde kurulan “İnsan ve Değer Hareketi”nin kuruluşu vesilesiyle yayınladıkları bildiriyi hedef alan eleştirilerinde bu hususa dikkat çekmektedir. Güler, bu hareket için, AKP yetkilileriyle birlikte (Aile Bakan Yardımcısı, AKP Fatih Belediye Başkanı Ergün Turan, AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe’nin selamlama konuşmalarıyla).açtıkları “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi”nin amacını anlattıkları bildiride, AKP iktidarı döneminde yaşanan büyük haksızlıklara hiçbir eleştiri yapmadan “insan ruhunu okşayan kavramlara” vurgu yapmalarının içi boş bir slogandan ileri gitmeyeceği haklı eleştirisini getirmektedir.
İnsan ve Değer Hareketi Genel Başkanı Zekeriya ŞENGÖZ 2 Mart 2022 günü yaptığı “Çeyrek Asrın Ardından 28 Şubat” konulu konuşmasında “…Batılı egemen güçler hem İslam’ı geriletmek istiyorlar hem de dönüştürmek istiyorlar. İki işi birden yapıyorlar. 28 Şubat aslında fiili bir müdahaleden öte zihnî bir müdahaledir. Müslümanların zihnini dönüştürmeye yönelik bir faaliyettir. Büyük oranda bu dönüşüm başarılı olmuş durumdadır… Deizm, Ateizm, amaçsız ve zevk eksenli yaşam ve boşlukta sürüklenen gençlik manzaraları her geçen gün daha çok görülmektedir. İslam’dan uzaklaştıran bu milletin zihnî dönüşümü 28 Şubattan bu yana çok bariz bir şekilde görülmektedir… İslam’da cihadın yeri ve ahkamın alanı daraltılarak uluslararası sistemle İslam arasında uyumsuzluk olmadığı söylenmek isteniyor, ‘cihat’ teröre bulaşmış şer cephe taşeronu bazı marjinal örgütlere terk edilmiş bir kavrama dönüşmüş, ahkam ise dinim vicdanlarda olduğu algısına kurban edilerek toplumun hayatında belirleyici olmaktan büyük planda uzaklaştırılmıştır. 28 Şubat’ta bizden istenen şey; küresel efendilerin kurguladığı sisteme uyum sağlamak, hayata rengini katmayan ruhsuz bir İslam’ı yaşamaktı. Tam da bu boyutu ile 28 Şubat anlayışı, sistematik bir şekilde ahlaki ve manevi çürümeyi teşvik etmekten bir an bile geri durmadı. Ülkemizde, haramlarla etrafı örülmüş yoz bir hayat yaşayanların düştükleri berbat hallere ilişkin her gün birçok olumsuz gelişme cereyan etmektedir. Yuvaları karartan kumar, içki ve uyuşturucu bağımlılığı derinleşiyor, zina, aldatma ve beraberinde gelen cinayet ve intihar vakaları hızla artmaktadır. Tüm bunlara rağmen içki ve ahlaksız yaşam tarzı tartışmaya kapalı tutulup sürekli ‘bir özgürlük alanı’ olarak lanse edilmektedir. 28 Şubat sürecinden bugüne 25 yıldır dayatılan bizim de takiple yetindiğimiz zihni dönüşüm; toplumda her geçen gün artan yoğunlukta benimsenerek hayat tarzına dönüşmektedir. Tarih şahitlik etmektedir ki kirli eller ve emeller tarafından hazırlanan, sözüm ona, 1000 yıllık stratejik planlar, meşru toplumsal direnişler karşısında rezil ve sefil bir şekilde akamete uğramaktan kurtulamadı… 2022 yılına geldiğimizde tabii ki kazanımlarımızı görmezden gelemeyiz. Rabbimize hamd etmemiz gereken onlarca gelişmenin olduğunun farkındayız. Sadece Kur’an kurslarının, imam hatiplerin açılması veya başörtüsünün serbest olması değil kazanımlarımız…(Bu kazanımlar, sadece halkı Allah ile atlatmaktan başka hangi olumlu sonuca yol açmıştır ki?-MP) Yine dün ne yazık ki İslam’la ve Müslümanlarla savaşan ordunun bugün ümmet coğrafyasının muhtelif bölgelerinde mücahitlerle ittifak içinde mazlumlara kalkan olması da çok kıymetli bir gelişmedir… (Tıpkı AKP destekçiliği yapmakta ve ilkesizlikte yol arkadaşınız olan Haksöz çevresinin yaptığı gibi, olayı saptırıp ulusal çıkarları için Kuzey Suriye’de ABD destekli bir PKK devleti kurulmasını engellemeye çalışan ve hâlâ kemalizmin ve laikliğin silahlı bekçisi olma niteliğini sürdüren TSK’yı da olduğundan farklı bir konumda göstermeye çalışarak Müslümanları yanıltıyorsunuz.-MP) Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan Afrika seyahati sırasında Cezayir’de 28 Şubat darbesinin yargılanma sürecine ilişkin değerlendirmede bulunurken iki hususa değindi: Bunlardan ilki darbenin sivil kanadının halen yargılanmamış olmasının yarattığı rahatsızlıktı, diğeri ise hâlâ cezaevinde bulunan masum insanların yaşadığı mağduriyetler idi.”[7]
Görüldüğü üzere beş yıllık 28 Şubat sürecinde baskılarla başarılamayan birçok yozlaşma, özellikle Müslüman kesimde sekülerleşme, laikleşme, ailevî ifsad ve deizme kayma ondan sonra gelen 20 yıllık AKP döneminde yaşandığı halde, Zekeriya Şengöz hem de “İnsan ve Değer Hareketi” adına insan ve değer adına ne varsa çürütmüş politikaların bütün faturasını 28 Şubat’a keserek AKP’yi kayırmaya kalkışmaktadır. Üstelik 28 Şubatçı Doğu Perinçek, “geminin kaptanı Erdoğan ama rotayı biz belirliyoruz, Erdoğan Kemalist oldu yanımıza geldi, 28 Şubat bildirisini ben yazdım, tamamen doğru ve haklı bir bildiridir ve bu bildirinin gereğini bugün Erdoğan uyguluyor” dediği halde bu nasıl bir tarafgirlik ve kayırmacılıktır? Adil şahidlik vasfınıza ne oldu? Üstelik Ergenekoncu 28 Şubatçılar için aceleyle yeniden yargılama yasası çıkarıp beraatlarını sağlayarak yeniden işbaşı yapmalarını sağlayan da Erdoğan değil mi? Ayrıca 28 Şubat mağduru olarak siz hapisten çıkmış olsanız da hâlâ ceza evinde tutulup yeniden yargılama hakkı tanınmayan 28 Şubat ve Sivas mağdurları içerde çile doldurmuyor mu? Yani onlara zulmederek hapse atanları serbest bırakıp iktidar ortağı yapan da, yargı ve askerî bürokraside yeniden söz sahibi kılan da, onların mağdurlarını ise 20 yıllık iktidarında hâlâ zindanda tutan da Erdoğan değil mi?
“28 Şubatçı darbeciler, hiç “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” vb. açıklamalar yaparak İslam’ı tahrif etmeye çalıştılar mı? Laik devlet ve kurumlarını Müslüman halk nezdinde meşrulaştırmak amacıyla İslam’ı araçsallaştırıp halk Allah ile aldatarak ve Hak adına batıl istikamette zihnî bir dönüşüme uğratmaya çalıştılar mı? Birçok zulüm yapsalar da Müslümanları laikleştirmeyi, sekülerleştirmeyi başarabildiler mi? Bütün bunları gerçekleştiren, sizin de desteğinizle Erdoğan iktidarı değil mi? Aileyi yıkıma uğratacak yasa ve sözleşmeleri yürürlüğe koyarak, zinayı serbest bırakıp nikâhlanan genç evlileri hapislere tıkarak, bu alanda büyük ifsadı ve yozlaşmayı kim sağladı? Eşcinselliği tırmandırıp koruma altına alan yasa ve sözleşmeleri kim çıkardı? Başörtülüleri demokratikleştirip zihinlerini dönüştürerek bireysel hayatlarında da hevaya göre davranmayı ahlak edinmelerini sağlayıp 28 Şubatta direnen başörtülü kızların onurlu duruşunu yok edip başörtülü çıplakları çoğaltan kim oldu? İşte bütün bunları ve yaygın bir ifsadı, 5 yıllık 28 Şubat dönemi değil de sizin hâlâ sahiplenip destek verdiğiniz Erdoğan 20 yıllık iktidarında sağladı. Evet 28 Şubat ve diğer baskıcı Kemalist süreçler Müslümana zulmettiler, alçakça baskılar ve yasaklar uyguladılar, ancak açık düşman olan batıl, hak maskeli bâtılın İslam’a ve zihnî dönüşümünü sağlayarak toplumun İslam anlayışına verdiği büyük zararı asla veremediler. Tam tersine o dönemlerde Müslümanlar zulüm görseler de, direniş ruhuyla dimdik ayakta kalanlar ve onurlu biçimde İslamî kimlik ve ilkelerini savunanlar da az değildi. Ama AKP, 20 yıllık iktidarında bu kesimleri de büyük ölçüde dönüştürüp laik siyasete eklemlemeyi başardı. Buna rağmen bugün deizmin yaygınlaşmasını ve yaşanan zihnî dönüşüme dayalı büyük yozlaşmayı bile 28 Şubata yıkıp hâlâ Erdoğan dönemini aklamaya çalışıyorsunuz. Yazıklar olsun size ve yıllara sâri İslami birikimimizi yok eden bu ilkesizliğinize. “İnsan ve Değer Merkezi” adı altında bir açılışta AKP il başkanı ile yan yana durup laik Kemalist devletin bayrağını konuşma kürsüsüne koyarak görüntü verenlerin bu hâle gelmesi kaçınılmazdır.
Davut Güler, yıllarca birlikte olduğu arkadaşlarının yeni yolu hakkında şunları söylemektedir: “İnsanın ruhunu okşayan kavramlar ve cümleler kurmak bir an için anlamlı görülebilir. Ama eğer o kavramları örseleyen onlarca olay yaşanıyorsa onlara bir satır cümleyle de olsa değinilmiyorsa o kavram ve cümleler bir retorikten öte bir anlam ifade etmez… Gerek büyük insan toplulukları veya fertler hukuksuzluk yaşıyorsa, bu hukuksuzluk sonucu büyük hak ihlalleri oluyorsa, insanların hayata tutunması her gün daha azalıyorsa, eğer bu feryat ve figanlar sizin gündeminizde yoksa “adalet ve özgürlük” nedir ve nasıl bir şey demezler mi? Bu çelişkiyi yaşayanları Rabbimiz “Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidir..” (olarak tanımlıyor-MP) Bu bağlamda söz ve amel bütünlüğünü içselleştirip yaşama aktarılmazsa Allah korusun nasıl bir duruma düşüleceğini Rabbimiz işaret etmektedir…12 Eylül öncesini yaşayan ve askeri darbe sonrası yeniden örgütlenen, 28 Şubat Postmodern darbesiyle yani 2000’li yıllardan büyük sarsıntılar geçiren ve 2006’dan yeni bir anlayışla yeniden örgütlenen (ANADOLU Eğitim ve Davet Gönüllüleri PLATFORMU) bu yapı 15 yıl sonra; yaşanan yöntem ve yönetme tartışmasıyla (yöntem ve yönetme farklılığı veya metodik tartışmayı/ayrışmayı sıradan bir olay olarak görmemek gerektiğine inanıyorum.) başlayan bir süreç olumsuz sonuçlanınca, yapı tabir caizse bir elmanın dilimi gibi ikiye bölündü… (Kendilerini “İnsan ve Değer Hareketi” olarak tanımlayanların bildirisinde -MP) “Anadolu’daki 1000 yıllık İslamlaşma ve medeniyet mücadelesi bizim mücadelemizdir…” derken (tıpkı destekledikleri Erdoğan gibi-MP) Selçuklularla başlayan tarih referans alınmış. Bu noktada bir eleştiri hakkımızı kullanalım. Hâlbuki bu kadim topraklardan farklı kültürler ve kavimler yaşıyorlardı. Örneğin Kürtler 1400 yıllık İslam tarihinden önce de buralarda yaşamakta ve Türklerden önce de Müslüman olmuş bir kavimdir. Bu topraklardaki İslamlaşma 1000 yıllık bir tarih değildir. Bu retorik doğru bir retorik olmadığını biraz tefekkür edilirse, arkadaşlarımız da göreceklerdir.”[8]
İşte böyle “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi” adı altında yeni bir başlangıç yapanların kuruluş bildirilerinde bol miktarda İslâmî kavram ve ilkeye atıfta bulunulsa da toplumda insanî ve İslâmî bütün değerleri çürütmüş, baskıcı, darbeci Kemalist statükonun bile dönüştüremediği “dindar, muhafazakâr” kitleleri sekülerleştirmeyi laikleştirmeyi başarmış ve yaşanan büyük yozlaşmaya sebep olmuş bir iktidarın yetkilileriyle birlikte bu açılışı yapanların “insan ve değerden” ve İslâm’dan ve ahlaktan bahseden cümleleri anlamını yitirmiştir. Üstelik AKP’li yetkililerle omuz omuza açılış yapıp bildiride bu iktidarın halka yaşattıklarına bir itiraz yapılmadığı halde bol İslâmî kavramlar ve ahlak vurgusu yapılıyorsa, bizzat yıllardır birlikte oldukları arkadaşları olan Davut Güler’in, “o kavram ve cümleler bir retorikten öte bir anlam ifade etmez” eleştirisi haklı bir eleştiri niteliği kazanmaktadır.
İşte bölünen parçalardan birisi bu büyük çelişkiyi yaşarken, diğer parça ise İslâmî vurguları ve ilkeleri tamamen terk ederek ve İslâmî bir cemaat olmak yerine İslâmî kimlikten sıyrılıp tam anlamıyla bir STK (Sivil Toplum Kuruluşu) haline dönüşmüş görünmektedir. İşte bu Sivil Toplum Kuruluşu ayrışmadan sonra yayınladığı 15. Anadolu Buluşmaları Sonuç Bildirgesi’nde, metnin başına koyduğu “İnsan ölünce üç şey hariç amel defteri kapanır. Hayırlı evlat, faydalanılan ilim, hayırlı eser.” Hadisi dışında tek bir İslâmî vurguya yer vermeme başarısını(!) gösterebilmiştir.[9] Bu metinde “Allah, Kur’an, âyet, vahiy, din, Rasûl, Peygamber, sünnet, Müslüman, mü’min, tevhid, muvahhid” kelimeleri bir kez bile geçmiyor. Tamamen mevcut küresel ve yerel seküler sistem içinde sivil toplum nasıl olur ve işlevleri nasıl olmalıdır sorularını cevaplayan, sivilleşme ve sivil toplum kuruluşları eksenli bir bildirge ortaya konmuştur. Bir zamanların İslâmî cemaat olmada önde giden grubu, artık sivil toplum kuruluşu olmayı içselleştirip kuruluş amacı ve faaliyet alanlarına dair açıklamaları Allah’sız, İslam’sız, Kur’an’sız, âyetsiz, sünnetsiz, dinsiz, tevhidsiz yapabilir hâle gelmiş bulunuyor.
Kuruluş amaçlarını açıkladıkları röportajlar verip sayfalar dolusu konuşmalarını, İslam’a ait hiçbir atıf olmadan yapabiliyor ve kendilerini, amaçlarını, misyon ve işlevlerini “Allah, Kur’an, ayet, vahiy, din, Rasûl, Peygamber, sünnet, Müslüman, mü’min, tevhid, muvahhid” kelimelerini hiç kullanmadan ve bu içeriklere hiçbir atıfta bulunmadan yapabiliyorlar. Gerçekten bir Müslüman olarak, özel olarak gayret sarf etsem bu kadar çok sayıda cümleyi Allah’tan ve dininden soyutlayarak kurmayı becerebileceğimi sanmıyorum. Bu ne hâldir? Bir Müslümanın birçok insanî ve toplumsal konuları ele alıp, birçok hayat alanlarını izah ederek sorunları ortaya koyup çözüm yolları gösterirken İslam’a hiçbir atıfta bulunmadan aklın, zihnin, insanın ve toplumun ıslah ve inşasından bahsetmesi nasıl mümkün olabilmektedir?
İşte bu Allah’sız, İslam’sız, Kur’an’sız, Rasul’süz, Sünnetsiz bildirgeden ibretlik bir alıntı: “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları öteki anlayışını bir tarafa bırakarak, esaslı bir dönüşümle kapsayıcı bir anlayışın hâkim olacağı bir fikriyat geliştirmek zorundadır. İnanmak örgütlülüğü, örgütlülük yolu güçlü kılar. Sivil Toplum Kuruluşlarını başarılı ve anlamlı kılan şey, sahip olduğu değerler sistemidir. İnsan da istikbalin inşasına katkı ile değer kazanır ve kendi değerleriyle hayatı kurgulamak isteyenlerin, referanslarını yenilemesi gerekir. Sivil Toplum Kuruluşları, insanı merkeze alan yaklaşımlarla yüreklere dokunarak ve merkezde yer alarak çalışmalarını yapmalı, birlikte yaşama mekanizmaları kurmalıdır… STK’ların kör taklitten kurtulmasının yolu sürekli yenilenmektir. Bunu başarmak için önce akli yenilenme sonra da ahlaken olgunlaşma gerçekleştirilmelidir. Kalple iletişim kuran her türlü akıl yürütme eylemi ahlaki olana da kapı aralar. Küresel çapta yaşanan olaylar ve ulus ayırımı yapmaksızın herkesi tehdit eden küresel ölçekteki sorunlar karşısında, sivil toplum yapıları üzerinden şekillendirilecek küresel bir farkındalığın oluşturulması için çok fazla bir zamanın olmadığı görülmeli ve her türlü zorluğa karşı, sivil yapıların daha talepkâr tutum sergilemesi sağlanmalıdır. Sürdürülebilir, gerçekçi ve üretken bir çaba içinde, sorgulayıcı zihin her daim işler kılınarak, sivil toplum zihni ve yapılanması yeniden inşa edilmelidir.”
Görüldüğü üzere, bir takım dünyevi hesaplarla, uydurdukları maslahatlarla verilen tavizler sonucunda, tevhîdî istikameti koruma konusunda sorumsuz ve ilkesiz davranışlar sergilemek nebevî yöntemi terk edip bâtıl sistem içine savrulmalara sebep oldu. İşte tevhîdî kesimin büyük çoğunluğunun bu ilkesizlikler sonucu laik batıl sistemin partilerine meyletmeleri, sonuçta büyük bir yozlaşmaya yol açmış bulunuyor. Sadece bazılarından örnekler verdiğimiz ülke çapında örgütlü tevhidî uyanış süreci gruplarının geldikleri noktaya bakın. Benim terk ederek Müslüman olduğum laik siyasî alana büyük bir ilkesizlikle daldılar ya da destekçi oldular. Sonuçta hem kimliklerini hem değerlerini hem de onurlarını bu alanda kirletip paramparça oldular. Buna rağmen hâlâ akledip bu büyük yanlıştan dönmeyi ve yaşanan büyük ifsada karşı ıslah seferberliği başlatmayı gündemlerine bile almıyorlar. Böyle olunca da bu seküler laik demokratik bataklıkta çırpındıkça daha çok batmaktan kurtulamıyorlar İnşaAllah vahiy ve Rasûlün güzel örnekliği ekseninde akledip düşünerek bu yanlış yoldan dönme feraset ve basiretini yeniden kuşanırlar.
Gidişat O Kadar Kötü, Sekülerleşme ile İslâmî Kimlik ve Değerlerden Uzaklaşıp Yozlaşma O Kadar Derin ve Yaygın ki, İktidar Destekçilerinden Bile Feryatlar Yükseliyor
Meselâ laik demokratik iktidarı meşrulaştırmak için en fazla gayret gösteren ve maalesef bu konuda dini de kullanan bir ilâhiyatçı olan ve Tayyip Erdoğan’ın danışman hocası Hayrettin Karaman bile şunları yazmak zorunda kaldı: “Eline para geçen ve zengin olan ‘dindarlar’, lüks ve israfta dinsiz veya dini hayatı gevşek/kusurlu olanları fersah fersah geçtiler. Müslümanca örtünmenin içtimai hayata katılmaya engel olmaması için yıllarca mücadele ettik, değerli bedeller ödendi, sonunda engeller kalktı, bu defa da sözde örtünenler ‘örtülü açıklar’ nitelemesinin örneği haline geldiler. Birçok ‘dindar’ işadamının işyerinde Müslümanca düzen, hakkını verme ve liyâkati gözetme yok. Birçok ‘dindar’ (böyle görünen ve bilinen) olup kamu otoritesi kullanan kimsenin elindeki imkân ve yetkiyi kötüye kullandığına dair pek çok örnek var.”[10]
Yine iktidar yanlısı Yeni Şafak Gazetesinden Özlem Albayrak da şunları yazıyor: “…muhafazakârların, gittikçe daha çok sekülerleşiyor olmalarının tartışılması gerekiyor… Türkiye’deki dindarların çoğunluğunun asıl sorunu, İslâm’ın kurallarını inkar etmeden İslâm’ın kuralları yokmuş gibi yaşamak. İslâm’ın kendine muhafazakâr, dindar diyenlerin hayatının hiçbir yerine dokunamaması. Bu insanlar Müslüman ama İslâm’ın ilkeleri onların hayatını belirlemiyor, çevrelemiyor, şekillendirmiyor. Buna da sekülerizm deniyor ki; tıpkı deizm gibi, sekülerizm de modern hayatın bir sonucu.”[11]
Bir başka Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da şu tespitleri yapıyor: “Şöyle bir manzara düşünün, dardan daha dar bir kıyafet ve bütün hatlar ortada. Ben, tesettürü sadece başörtüsünden ibaret sanan anlayış sadece laiklerde olur sanıyordum ama bizim kızlara da sirayet etmiş gibi. Dünyevilikle uhrevîlik arasında sıkışıp kalan Müslüman gençler savrulup duruyorlar… Mesela Ramazan programı sunuyorum, reklam arası diyorum, ilk reklam faiz reklamı… Hepimiz bu sistemin parçası haline getirildik. Ve sıkıştık kaldık… Şunu biliyorum; sistem kendisine benzemeyen her şeyi AK Parti iktidarı ile kendi içine almayı başardı.”
AKP iktidarında, bir yandan bağımsız İslâmî eğitim ve tebliğ çalışmalarına darbe vurulurken, bu çalışmalar baskı altına alınıp sindirilmeye çalışılırken, diğer yandan tâkip edilen neo-Kemalist ve neo-liberal politikalarla eğitim, kültür ve ekonomi alanında sekülerizmin egemenliği sürdürülmekte, bunun sonucunda, “dindar nesil yetiştireceğiz” diye yola çıkanların yol açtığı büyük yozlaşma ve çürüme son derece ürkütücü boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Evet, AKP döneminde yaşanan sekülerleşme ve yozlaşma o kadar yaygın ve derin bir hale gelmiştir ki, artık AKP’nin öncülerinden olanlar bile bunu itiraf etmektedirler.
Bu bağlamda, AKP Genel Başkan Yardımcılığı ve hükümette Başbakan Yardımcılığı görevlerini yıllarca yürütmüş bir isim olan AKP Van milletvekili Beşir Atalay bile, henüz AKP’nin öncülerinden olmayı sürdürdüğü sıralarda bir sempozyumda yaptığı konuşmada bu büyük yozlaşmanın kendi dönemlerinde gerçekleştiğini şöyle itiraf ediyor: “Gençlerimiz… Çabuk zengin olmak ve makamlara yükselmek istiyorlar. Belki de bunlara bizim hükümet dönemi yol açtı. Fazla meşakkat çekmeden çok şeye sahip olmak isteyen bir gençlik var. Bu bir büyük problemdir. Türkiye’de şu an burjuva Müslüman diye tabir ettiğim bir hayatı görüyorum. Fazla saltanatlı yaşayan, çok harcayan, israfı olan bir Müslüman burjuva kesimi ve gençliği gözlemliyorum“.[12] Tabii ki, AKP, bizzat kurucu ve dâimî lideri Erdoğan’ın ağzından “demokrasi ve laiklikle İslâm bağdaşır”, “paranın, ekonominin dini imanı olmaz”, “bu çağda faizsiz ekonomi mi olur?” söylemlerinde ve buna paralel laik-liberal-kapitalist pratikte ısrar edince varılacak sonucun böyle seküler bir yozlaşmanın yaşanması ve Atalay’ın itiraf ettiği gibi lüks-israf içinde çürüyen “Müslüman burjuvalar“ın yaygınlaşması kaçınılmazdı.
Yıllarca AKP destekçiliği yapmış Abdurrahman Dilipak da AKP döneminde yaşanan büyük yozlaşmaya şu satırlarla dikkat çekip uyarmak gereğini duymuştur: “Kimse “hakediş”ine bakmıyor, gerçekten haketmediğiniz bir şeye sahip olma tutkunuzun arkasında ne var. Ya da gerçek anlamda hak’eden birinin hakediş’ini alamaması sizi hiç mi rahatsız etmiyor. Ya da onun olması gerekeni siz almak isterken hiç mi vicdanınız sızlamıyor. Ve siz bir de Allah’a ve ahiret gününe inandığınızı mı söylüyorsunuz. Bu sözünüz hem sizi, hem muhatabınızı, hem de toplumu ifsat eden bir şey yapıyorsunuz. İnsanların dine ve dindarlara güvenini yok ediyorsunuz. Siz, din kardeşinizi koruduğunuzu zannederken aslında siz dine de, din kardeşlerinize de zarar verdiğiniz gibi, insanların dine bakışını sabote eden, insanların dinden uzaklaşmasına sebeb olan bir hain olmuyor musunuz bu durumda?”[13]
“Son on yılda, o kadar cami ve İmam Hatip açıldı ama dinden uzaklaşma inanılmaz ölçüde arttı. Bu başarıya o sizin laikçiler bile inanmıyor. Söylem ile eylem arasındaki fark insanları dinden ediyor.”[14]
AKP öncülerini yetiştiren zemine yakın duran Prof. İhsan Süreyya Sırma da internet ortamında yayınlanan bir videoda “Vakit TV” adına sorulan “Ak Parti iktidarında Müslümanların rahat bir ortamda yaşaması ve İslâm’ın yaşanması açısından Türkiye iyi bir konumda mı?” sorusuna, “söyleyeceklerimi ne kadar yayınlayabilirsiniz bilmiyorum, belki de sansür edersiniz ama ben yine de söyleyeyim” diyerek şunları ifade ediyor: “Ak Parti döneminde Müslümanlar,.. seküler oldular, dünyevî oldular, on beş sene önceki İslâmî şuuru kaybettiler. Çok İmam Hatip ve İlahiyat açılıyor ama insanlar Kur’an’dan ve İslâm’a bağlılıktan uzaklaştılar, dünyaya daldıkça dini unuttular. Müslümanlar seküler olunca güzel evlerin, bahçelerin ve lüks arabaların sahibi oldular, ama Müslümanlar kitap okumaz oldular. Başka çevreler kitap okuyor ama Müslümanlar kitap okumuyorlar. Okumayınca da İslâm’a aykırı durumlar ortaya çıkıp yaygınlaşıyor. Kur’an’ı hiç okumuyor ve bilmiyorlar böyle olunca da dünyevî bir hayat kuşatıyor.“[15]
İşte böyle yakınmalarla AKP döneminde yaşanan büyük yozlaşmaya haklı vurgular yaparak üzüntü duyduklarını beyan eden bu erdemli örnekler bile sonuçta, tespit edip yakındıkları bu büyük kirlenme, sekülerleşme ve yozlaşmayı laik kapitalist politikalarıyla bizzat sağlayan Erdoğan ve iktidarını desteklemeye de devam ederek, bu yozlaşmada pay sahibi olduklarını görememektedirler.
Tevhîdî uyanış sürecinden geldiği halde daha sonra AKP ile bütünleşip milletvekilliği adaylığına kadar ulaşmış Kemal Öztürk de; daha önce “din düşmanı ve tâğût devlet” olarak tanımlayıp devleti “düşman” olarak gördüklerini, AKP yönetiminde devletle tanışıp bir nevi ehlileşerek düşmanlıktan çıkıp devlete uyumlu hâle geldiklerini ifade etmek suretiyle bu konuda şunları yazmıştır:
“Bizim devlet eleştirimiz, dini kaynaklı bir eleştiriydi. Devleti, ‘din dışı, din düşmanı, Tağut devlet’ olarak görürdük… Refah Partisi’nin kazandığı belediyeler, devletle olan ilişkilerin yeni baştan yorumlanmasına neden oldu. ‘Halka hizmet Hakk’a hizmettir’ sloganı önemli bir etki yapmıştır. O güne kadar devleti düşman görenlerin, belediyede halka hizmet etme imkânı bulması, fikirlerin değişmesine neden oldu. Devletin aslında düşmanımız olmadığını, bizi dışlayan ve ötekileştiren zihnin, iktidarı elinde tutan insanların fikri olduğunu düşünmeye başladık… Erdoğan, belediye başkanlığı döneminde İslâmcı aydınları, fikir adamlarını, akademisyenleri sistemin içine çekti ve dönüşümün daha hızlı olmasını sağladı. Ardından kurduğu AK Parti’de İslâmcı aydınlara önemli roller oynama fırsatı verdi. … Birçoğu Ankara’ya gelerek bürokrasi ve siyasette kritik görevler üstlendi… Sonuç olarak İslâmcılar … devlete düşman da değildir artık. Ancak İslâmcıların evrensel iddiasını kaybettiği, muhalif duruşunu yitirdiği ve yeni fikirler üretemediği eleştirisini önemsiyorum”.[16]
Görüldüğü üzere Kemal Öztürk, “İslâmcı” olarak nitelenen Müslümanların artık laik devletin karşıtı olmaktan çıktıkları, evrensel iddialarını ve muhalif duruşlarını yitirdikleri ve bunun müsebbibinin de Müslümanları devletin içine çekerek onları bazı mevkilere getirerek dönüştüren Erbakan-Erdoğan, yani RP-AKP politik çizgisi olduğunu, içeriden bir isim ve hatta bu dönüşüm serüvenini bizzat yaşayan bir kişi olarak açıkça ifade ve itiraf etmiştir.
Bir yanda ülke Müslümanlarının ve neredeyse İslâm ümmetinin lideri ve “sırat-ı müstakim” üzere İslâmî bir davanın önderi gibi tanıtılan R. Tayyip Erdoğan var. Ve o sürekli yaptığı, “laiklik İslâm ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “laiklik dînî özgürlüklerin güvencesidir”, “laik olun, laiklikten korkmayın” gibi Hak ile bağdaşmayan ve ilmî karşılığı da olmayan bâtıl açıklamalarla ülke ve bölge insanlarının zihinlerini dönüştürmeye çalışmaktadır. Allah Kur’an’da açıkça, bireysel ve toplumsal ekonomik, siyasî, sosyal, hukukî ve ahlakî bütün hayat alanlarını düzenleyecek hükümler vazetmiş ve kamu, özel ayrımı yapmadan bütün hayat alanlarında kendi hükümlerine tabi olmaya çağırmışken, Tayyip Erdoğan bireysel planda Müslüman olunabileceğini, ancak kamu alanının ve devlet işlerinin hevanın ürünü laik demokratik yasalarla, cahiliye hükmü ile düzenlenmesinin mümkün ve hatta gerekli olduğunu ve bunun da İslam’la çatışmadığını iddia ve iftira edip, Müslüman halkları cahiliye hükmünü kabule, tevili mümkün olmayacak derecede açıklıkla çağırmıştır. Üstelik herhangi bir sürç-i lisan olmadığını îma edercesine, Mısır’da gündem yaptığı bu davetini Tunus’ta da ısrarla tekrarlamıştır. Tayyip Erdoğan’ın laik demokrasi konusunda ısrarla yaptığı yönlendirme, küresel emperyalist devletlerin yıllardır yapmaya çalıştıkları İslam’ı alternatif olmaktan çıkarıp (BOP’la da yapılmak istenen) bölgeyi batı paradigması ve batı hattı içinde tutacak laik demokratik değişime zorlama hedefi ile örtüşmekte ve bu amaca hizmet etmekteydi.
Ayrıca birçok AKP yetkilisi de açıkça, “dindar, muhafazakâr kesimleri biz laikleştirip sistemle barıştırdık, sisteme dâhil ettik.” itirafında bulunmakta ve bununla övünmektedirler. Mesela, diğer bölümlerde de belgeleriyle açıkladığımız üzere, AKP kurucusu, milletvekili ve bakanı Mehmet Ali Şahin, “Dindarları biz laikleştirdik” demiştir. İşte M. Ali Şahin’in laikliği içselleştirip savunan o sözleri: “İslam insanı olur ama İslam devleti olmaz… “Benimki ‘tahkiki laiklik’tir, ‘taklidi’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim…”[17] AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da “Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti.”[18] Aslında 12 Eylül Mahkemelerinde yapılan yargılamalar sırasında Necmettin Erbakan’ın da yagıca hitaben söyledikleri aynı hakikati ifade etmekteydi: “…duruşmada savcının kendisini sürekli şeriat getirmekle suçlaması karşısında; hâkime dönerek, “Biz Laik Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, rejime soğuk bakan Müslüman halk kitlelerini bu rejime ısındırmak için kurulmuş ve bunu büyük çapta başarmış bir siyasi parti olduğumuz halde, Sayın savcı tam aksi bir amaç taşımakla bizi itham ediyor…” diyerek esas görevini açıklamıştır.”[19]
AKP yandaşı medyanın yazarı liberal Ali Bayramoğlu da 01 Şubat 2012 tarihli yazısında şu doğru tespiti aktarmaktadır: “Türkiye’de yaşanan her kriz aslında İslâmî alanda bir değişimi ifade etti. Ve değişim “laikliğin demokratikleşmesi” istikametinde oldu. Türkiye İslâmî kesimin taşıyıcılığında “seküler toplumsal bir model” üretti, başka bir deyişle İslâmî kesim kimliğini(!) muhafaza ederek seküler dünyayla barıştı. AK Parti’nin bu çerçevede motor rol oynadığı, İslâmî kesimin içinden doğan, buna karşılık “siyasetin İslâmîleşmesi”nin önüne dikilen toplumsal ve siyasal “tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevi”ni yerine getirdiği açıktır.” Görüldüğü üzere Bayramoğlu da AKP’nin “siyasetin İslâmîleşmesi”nin önüne dikilen toplumsal ve siyasal “tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevi” gördüğünü hem de yandaş gazete sütununda yazabiliyor, çünkü herkesin gördüğü ve bildiği gerçek tam da budur.
Ayrıca aynı paralelde yaygın bir propaganda ve “laikliğin İslâm’la bağdaştığı” bâtıl iddiasını desteklemek üzere konuşup yazan birçok “tarihselci”, “İslâmcı” aydın, yazar ve hatta ilâhiyatçı akademisyenlerin oluşturduğu bulanık bir ortam söz konusudur.
Diğer yandan, Müslümanlar da bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı oluşturup Erdoğan ve AKP’nin İslâm’ı ve Müslümanları temsil etmediği gerçeğini ortaya koymamakta, hatta tam tersine çoğunluk İslâmî gruplar AKP ve “Reis”lerinin peşine takılıp bu tür açıklamalar karşısında edilgen bir tutum içinde sessiz durmakta ve her şeye rağmen sahip çıkıp desteklemeye devam etmektedirler. Bu sebeple, imanın ve İslâmî temsilin mihenginin kalmadığı sahih İslâm anlayışını temsilde büyük bir zaafın yaşandığı bu süreçte gidişat o kadar kötüdür ki, çok geç de olsa vicdanlı insanlardan yükselen feryatlar giderek yaygınlaşmaktadır.
Ancak ilginçtir, laikliğin İslam’a uygun olduğunu iddia ederek İslam’a iftira mahiyetindeki açıklamaları yapmalarına rağmen, tevhîdî kesim öncülerinin çoğunluğu, hatta bir takım feryatlar yükseltenler bile Erdoğan ve partisine desteği ısrarla sürdüren büyük bir çelişkiyi yaşamaktadırlar. Yukarıda zikredildiği üzere “laiklikle İslam’ın uzlaştığını” iftira eden sapkın inanç, söylem, amel ve politikaların sahipliğini ve uygulayıcılığını yaparak, İslam’ı ve Müslümanları darbeci kemalistlerin başaramadığı ölçüde dönüştürüp laikleştiren ya da laik hükümetlerin savunucusu ve destekçisi haline getiren AKP ve lider kadrolarını “mü’min, Müslüman” ilan edip toplumun İslam anlayışının tahrifine katkı sunmaktan çekinmemişlerdir.
Diğer bir ilginçlik ve kendileri adına utandırıcı olan husus ise, Erdoğan’ın politikalarının yol açtığı bazı haksızlıklara, hukuksuzluklara ve resmi ideolojiyle bütünleşen söylemlerine yapılan eleştirilerin binde birisini bile, Erdoğan’ın laik devlet politikalarını ve kurumlarını meşrulaştırmak amacıyla İslam’ı araçsallaştırmasına ve İslam’ı tahrif eden açıklamalarına yöneltmemeleridir. Bırakın böyle bir eleştiri yapmayı, tam tersine Haksöz örneğinde olduğu gibi, sistemin laik ve Atatürkçü kurumları olan TSK, MİT ve Yargıtay’da Erdoğan ve Diyanet Başkanının yaptığı dualara sahip çıkıp övdükleri gibi destek veren haberler yapmaları bile söz konusu olabilmektedir.
Her şeyi yozlaştırıp kirletmiş ve en önemlisi İslam’a büyük zararlar verip toplumsal ahlakı çürütmüş bir iktidarın dönemiyle ilgili eleştirilip itiraz edilmesi gereken o kadar çok husus var ki, buna rağmen itiraz edenler sadece bazılarına eleştiri getirip aktif desteklerinin devamını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bazı konularda itiraz edip eleştirenler, “biz doğrularını destekleyip yanlışlarını eleştiriyoruz” diyerek kendilerini rahatlatmaya ve konumlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ancak itiraz edip eleştirmedikleri konuların tamamını da destekledikleri sonucunun çıkması sebebiyle “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir” misali İslam’ı tahrif etmeye yönelik açıklamaları ve İslam’ı laik devlet ve kurumları için araçsallaştırmaya ve aileyi yıkan, gençliği seküler ve deist hale getiren, yolsuzluk, yoksulluk ve haksızlık üreten politikalara ve daha nicelerine destek vermiş konumuna düşmüş bulunuyorlar.
Tevhîdî uyanış sürecinden gelip işte böyle hak ile bâtılı karıştırarak AKP destekçiliğine savrulan kesimlerden de henüz ilkesel olmayıp içeriden eleştiriler nevinden de olsa, bazı uygulamalara yönelik ciddi tepkiler, eleştiriler, hatta kimilerinden “nereye gidiyoruz, mahvolduk, tükendik, kirlendik” içerikli feryatlar yükselmeye başlamış bulunmaktadır. Bunlardan sadece birkaç örnek verecek olursak, mesela yıllardır AKP destekçiliği yapan, AKP’den milletvekilleri çıkaran Anadolu Platformunun bireysel olarak farklı ve özgün bir çizgide durmaya çalışan, ama ortak platformda ise, tüm insanî ve İslâmî değerleri çürüten AKP’lilerle omuz omuza olmaktan da kaçınmayan hocası Ramazan Kayan şunları yazmaktadır:
“Artık dünyevîleşmek bir sapma olarak görülmüyor; bir yaşam tarzı olarak sunuluyor… Müslümanların dünyevîleşmesi yetmiyor bir de dinin kendisi dünyevîleştiriliyor… Dünyevîleştikçe düşüyoruz… İçeriksizleşen din… Derûnî zenginliğini, enfüsî derinliğini yitirmiş Müslümanlar çıkıyor piyasaya… İnsanların yapmadıkları şeyleri yapıyor görünmeyi marifet sanmaları zamanla sathiliğe ve sapmaya neden oluyor… Gelinen noktada; ‘İslâm başka, Müslümanlar başka’ ikilemine sanki biz neden oluyoruz… İkircikli, çift kimlikli bir ruh hali, yani şizofrenik bir durum ortaya çıkıyor… İslâm bir vadide, Müslümanlar bir başka vadide… Anlaşılan o ki, risk derinden geliyor; önce bilinç kayması sonra kalp kayması ve en son ayak kayması beliriyor… Kuşkusuz İslâm’ın içinin boşaltılması İslâm’a yönelik bir suikasttır… Amelsiz Müslümanlık… Âhiretsiz Müslümanlık… Ya da cihadsız İslâm… Ahkâmsız İslâm… Neredeyse İslâmsız bir Müslümanlık ihdas edecekler… İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyor… Keyfîlik ve gevşeklik üzerine kurulu bir yaşam İslâmî kuralların önüne geçiyor… Kulluğu piyasa koşulları belirliyor… Amelsizlik, akîdeyi de âhireti de zorluyor…”[20]
Ancak bu haklı itiraz ve eleştirileri yapan Ramazan Kayan’ın, hocası olarak göründüğü grubu ve öncüleri, bütün bu yozlaşmaya yol açan AKP iktidarının peşinden sürüklenip eklemlenirken, kendisinden grubunun bu savrulmasına somut bir itiraz gelmediğini ya da bir ayrışma çabasının olmadığını, tam tersine savrulan grubunun ardı sıra sürüklenerek meşruiyet kazandırdığını ve böylece de bu ilkesizliklerden sorumlu hale geldiğini ibret ve üzüntüyle gözlemliyoruz.
Yıllarca ve hâlen AKP’yi destekleyen ve Tayyip Erdoğan’ı, “mü’min ve muvahhid bir şahsiyet” ve “ümmetin umudu” olarak niteleyecek kadar sahiplenen Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı, Yeni Akit ve Haksöz yazarı Kenan Alpay bile artık şunları yazmak zorunda kalmıştır:
“15 Temmuz sonrasında güya Fethullahçı cuntayla mücadele adına Kemalist-ulusalcı söylemler, semboller ve pratikler tekrar öne çıkarılır oldu. Oysa Fethullahçı cuntayla mücadele için cuntacılık faaliyetleri hususunda onlardan çok daha tecrübeli ve acımasız olan ‘Mustafa Kemal’in Askerleri’nden medet ummak korkunç bir akıl tutulmasıdır. İstendiği kadar içeriği boşaltılmaya, değiştirilmeye çalışılsın Kemalist söylem ve sembolleri öne çıkaran muhafazakâr-demokrat siyaset tarzı dönüşmek, başkalaşmak ve celladına âşık olmaktan başkaca bir seçenek bulamayacaktır önünde… Muhafazakâr-demokrat bir takım soslar katarak Kemalist kültler etrafında temin edilecek milli birlik ve beraberlik pozları aldatıcıdır. 2200 sene gerilerden başlatılarak Türkçü söylemin referans kaynağı ‘devlet-i ebed müddet’e ve Gazi Paşa’nın rehberliğine yapılan vurguların siyaseti, bürokrasiyi ve toplumu hangi bataklıklara sürüklediğini unutmayalım. Tuhaf ve acı ama önce ahlak ve maneviyat sloganlarının karikatürize olduğu, dindar nesil ideallerinin kariyer ve magazin kültürüne kurban edildiği iklim muhafazakâr-demokrat hükümet döneminde yaygınlaşıyor. Akademi ve medyanın, sivil toplum ve cemaatlerin de Hükümet’in resmi ideoloji güzellemelerini boş gözlerle seyrettiği, yer yer coşkuyla sahiplendiği bir dönemdeyiz. Hikmet-i hükümetten kimse sual etmiyor gibi. Ne kadar dindar olacağını bilemeyeceğimiz fakat muhakkak Türkçü ve Atatürkçü formatta yetiştirileceği anlaşılan nesillerin nasıl bir şeye benzeyeceğini birlikte göreceğiz”[21]
Alpay bir başka yazısında ise şunları söylemektedir: “15 Temmuz sonrasına baktığımızda, Cumhurbaşkanı’nın ‘her türlü milliyetçilik ayaklarımızın altındadır’ ifadesinden bu güne, ‘2500 yıllık devlet geleneğimiz’ söylemine evrilen milliyetçi söylemine” de dikkat çekerek, iktidarın yola çıkış hedeflerindeki sapma görüntüsünün temelinde etkin bir unsur olarak “hiçbir günahı küçümsememek ve günah işlemeyi küçümsememek” ilkesinin önemsenmemesini gördüğünü ifade ediyor. Ve yazısını şöyle sürdürüyor: “Eğer kayırmak, rüşvet almak, komisyonculuk, haram-helâl demeden elde edilen paralarla yakınlarımıza bir hayat sağlanmaya başlanırsa, tüketim anlayışımız, eğitim ve eğlence anlayışımız değişip günah denizine doğru yol alınmaya başlanırsa; orada artık resmî ideolojiyi normal görmek hatta kutsallaştırmak kimseye anormal gelmez. Çünkü şeytan günahları normalleştirmiş ve insanlara hallerini meşrulaştırmış demektir.”[22]
Kenan Alpay son bir yazısında da şu tespit ve uyarıları yapmaktadır:“Muhafazakâr demokrasi çizgisi dindar-mütedeyyin siyasi kadroları da kitleleri de ummadıkları yerlere savurmuş, kendilerini tanıyamaz hale sokmuştu. Küçük komisyonculuklarla başlayan kurnaz siyasetçilik serüveni rüşvetle, proje ortaklığıyla sınıf atlama hayallerine evrilmişti artık. Aşına, ekmeğine haram karıştıranın siyasal hattına, itikadına küfrün ve şirkin yerli ve milli unsurlarını karıştırması mukadderdi zaten. Öyle oldu, Atatürkçü bir muhafazakârlık, Gazi Paşacı bir dindarlık uydurulup pazara sürüldü. Müthiş bir siyasi atak yapıldı; Türkçülük MHP’ye, Atatürkçülük CHP’ye bırakılmayacaktı artık. Bundan böyle yerli ve milli olmak en makbul ideolojiydi. Devlete sadakat ve Türk milliyetçiliğine hizmet yolunda geri kalana hayat hakkı tanımamak yolu tutulacaktı. Yakın siyasi tarih yeniden yazılıyor, İslâmî değerler yüce devlet ve necip millet kriterlerine uyumlu hale getiriliyordu. Bu sayede adalet değil devletin âli menfaatleri önceleniyor, merhamet etmek lütfu ilahiye mazhar olma vesilesi değil korkunç sonuçlara yol açacak büyük bir zaaf sayılıyordu. Artık ayaklar altına alınan kavmiyetçilik davasına umut bağlanır olmuş, üstünlüğü dile, renge, âileye değil takvaya refere eden vahyin buyrukları hızla unutulur olmuştu. Makro milliyetçilikle mikro milliyetçilik el ele vermiş iman ve İslâm kardeşliğini delik deşik edip günlük kullanımlar için paspas ediyordu… Kendini dindar sayan seküler tipler, takva sahibi olma iddiasındaki günahkâr güruhlar akıl ve kalplerindeki İslâmi kodların yerinde yeller estiğini hâlâ idrak edemiyorlardı. İslâmî değerler bu kesimlerin artık ne akıllarına ne de kalplerine istikamet verecek konumdaydı. Onlar Kemalist aydınlanma ve ilerleme projesine karşı sergiledikleri muhalif direnci terk edip sekülerizm ve mistisizm sarkacında salınan niceliğin iktidarına tutkulu-bağımlı sıradan politik objelere dönüşmüşlerdi çünkü.”[23]
Ben de bunları yazan Kenan Alpay’a şunları söylemek isterim: Yazdığınız bütün bu kötülükler, “mü’min, muvahhid” ve “ümmetin umudu” ilan ettiğiniz Erdoğan’ın gücünün en zirvede olduğu ve bakanlar kurulu ile bürokratları tek başına atadığı ve denetlediği bir dönemde gerçekleşti. AKP’nin, Kemalist vesayetin baskısının daha yoğun olduğu dönem olan 2007’de Cumhurbaşkanlığını da alana kadarki iktidarı, İslâm’a zararının olmadığı ya da çok az olduğu görece daha olumlu görünen bir dönem olmuştur. Ancak bundan sonraki dönemde, askerî vesayetin gücünün giderek azalması, Tayyip Erdoğan’ın dini daha çok kullandığı ve giderek kendisini İslâmî kesimi temsil eden bir lider gibi takdim edip toplumu “Allah ile aldatmaya” başladığı, İslâm adına daha fazla konuştuğu bir süreci başlatmıştır.
Bu dönem ise, laik demokratik bir siyâsî liderin kendisini Hak olarak sunmaya, sırât-ı müstakîmi temsil ettiğini söylemeye ve böylece İslâm’ı tahrif etmeye yönelik konuşmalarını zirveye çıkardığı bir dönem olmuştur. AKP lideri gücünü perçinleyip tek başına ülkeyi yönetecek yetkiye ulaştıkça İslâm’ı daha fazla kullanmaya başlamış ve artık iyice benimsemiş olduğu laiklik ve kemalizmle uyumlu bir İslâm anlayışı oluşturma gayretiyle İslâm’a en çok zarar verdiği döneme geçilmiştir. Yani İslâm’a en çok zararın verildiği, laikleşme, sekülerleşme ve yozlaşmanın en fazla yaygınlaştığı dönemler Erdoğan’ın daha güçlü olduğu dönemlerdir. İbret alınması gereken durum ise, bu büyük yozlaşma döneminin, özellikle 2010’dan itibaren, başta Kenan Alpay, Hamza Türkmen, Bahadır Kurbanoğlu ve diğer Haksöz yazarları, Özgürder yetkilileri olmak üzere tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin büyük ekseriyetinin laik başbakan Erdoğan ve laik kapitalist partisinin iktidarını gazete ilanları ve TV konuşmalarıyla destekledikleri döneme denk gelmesidir.
Kenan Alpay ve onun gibi tevhidden sonra laik kapitalist AKP destekçiliğine savrulanlar bilmelidirler ki, 2010 referandumuyla şirk anayasasına verdiğiniz “aktif destek”le başlayıp laik demokratik bütün seçimlerde ısrarla sürdürdüğünüz ve herkesi de çağırdığınız büyük sapmaya meşruiyet kazandıran yazı ve sözlerinizin üzerinden on yıl bile geçmeden içerden de olsa bu ağır eleştirileri yapar hale gelmiş olmanız bile, hâlâ yanlıştan dönmenize yol açmıyorsa, bu hâl öncelikle çok büyük bir kirlenmenin zihinlerinizi işgal edip dönüştürdüğünün göstergesi olabilir. Aynı zamanda, bu hâliniz, onca İslâmî birikiminize rağmen sizin on yıl sonrasını göremeyecek ve bu batıl yolun kaçınılmaz olarak bu sonuçlara yol açacağını fıkhedemeyecek kadar feraset ve basiretten uzak kalmanıza yol açan sığ bir birikime sahip olduğunuzun işareti olabilir. Sonuçta da yıllarca yaptığınız Kur’an ve siyer okumalarınızın sizde bu basiret ve ferasetin oluşmasına vesile olamaması, bu tür Kur’an çalışmalarını içselleştiremediğinizin ve bilginin ahlakını kuşanmakta zaaf içinde olduğunuzun göstergesi olabilir.
Nitekim AKP iktidarının politikalarına yönelik eleştirilerinizin sadece Türkçü ve Atatürkçü eğilimlerin artışıyla ve kimi hukuk ihlalleriyle sınırlı olması da ilginçtir. Diyanet İşleri Başkanıyla birlikte devletin şirkle hükmeden ve şirk sisteminin bekçiliğini yapan laik ve Atatürkçü kurumları olan Yargıtay, TSK ve MİT açılışlarında onlara dua ederek İslam’ın araçsallaştırılmasından hiçbir rahatsızlık duymayıp tam tersine buralarda yapılan duaları “çok güzel dualar” olarak niteleyip sahiplenerek övgüyle karşılamanız da ilginç bir biçimde İslâmî birikiminizin seviyesini göstermektedir. Oysa Türkçü ve Atatürkçü bir çizgiye kaymalarından çok daha önemli olarak “Din bireyseldir”, “ekonominin dini, imanı olmaz”, “laiklik İslam ile bağdaşır”, “biz sırat-ı müstakim üzereyiz bizden ayrılan sapmıştır”, “biz hakkız ve batıla karşı Hak-batıl mücadelesi sürdürüyoruz” vb gibi onlarca saptırıcı açıklamayla sürekli “İslam’ı, Hakk’ı ve Sırat-ı Müstakim”i tahrif etmeye ve laik devlet ve iktidarı için araçsallaştırmaya yönelik söylemlerine, propagandalarına dair tek bir itirazınızı duymamamız da sizin Kur’an ve sünnet konusunda yeterli bir birikime sahip olmadığınızı göstermekte değil midir?
Büyük ilkesizliklere imza atıp bâtıla destek vermeye savrularak bu kadar yaygın ve derin bir yozlaşmanın müsebbibi olan bu kesimler; hak maskeli bâtılın peşine takılıp destek vermekle ve “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükmedicileri Müslüman ilan eden” bir tahrifatı yapmak suretiyle bu büyük yozlaşmadan sorumlu olduklarının idrakiyle pişmanlıklarını izhar edip tevbe etmedikçe Allah’ı razı edemez, Müslümanların güvenini kazanamazlar. Bu tevbe ve pişmanlıklarıyla birlikte yanlış yaptıklarını kamu oyuna açıklayarak bu büyük sapmayı mahkûm etmedikçe de, asla sorumluluktan kurtulamaz ve arınamazlar. İslâmî temel ilkelere ve nebevî yönteme aykırı davranıp İslâmî mücadeleye zarar verdikleri için Müslümanlardan özür ve helallik istemedikçe, bu tür içerden eleştirilerle bir nevi günah çıkartma gösterileri yapmaları kendilerini asla kurtaramayacak ve kendilerine güveni yeniden sağlayamayacaktır.
İslam’ı Araçsallaştırıp Laik Kapitalist Devlete ve Politikalarına Meşruiyet Sağlamak Amacıyla Kullanmada O Kadar İleri Gidildi ki, İslam’a CHP Dönemlerinde Verilemeyen Zararlar AKP Döneminde Verildi
Özellikle de 2010 şirk anayasa referandumundan itibaren dozajı giderek artan din adına konuşma, dini istismar edip kendisini İslâmî bir lider gibi sunma zulmü, sonuçta İslâm’a CHP’nin ve darbe süreçlerinin bile veremediği büyük zararlar vermesine yol açmış, muhafazakâr ve Müslüman kesimlerdeki sekülerleşmeyi, laikleşmeyi zirveye çıkarmıştır. CHP iktidarı olsa, şüphesiz Müslümanların kendilerine daha fazla zulüm yapabilirdi, ama asla İslâm’a, İslâmî uyanışa, İslâmî bilince ve sonuçta da Müslümanların inancına ve ahlâkına bu kadar büyük bir zarar veremez, Müslümanların bu derece yüksek oranda yozlaşmasına yol açamazdı. Çünkü CHP iktidarı “İslâm laiklikle bağdaşır”, “Din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” ya da “Kur’an güncellenmeli” vb. söylemlerle İslâm’ı tahrif amaçlı çabalar ortaya koysa, CHP zihniyetinin İslâm’a karşı açık düşmanlığı sebebiyle, onların bu söylemlerini muhafazakâr ve Müslüman olan kesimler ciddiye almazlardı. Üstelik açıkça karşı çıkıp tavır koyarlardı.
Ancak CHP döneminde sadece Müslüman’a ve haklarına zarar verilirken, sûret-i haktan görünen AKP döneminde ise doğrudan İslâm’a ve başta âile olmak üzere toplumun temel değerlerine zarar verilmiştir. Böylece İslâmî uyanış süreci belki de uzun yıllar toparlanamayacak kadar büyük bir darbe yemiş, ama buna rağmen de AKP “Müslüman” kesimler desteklenmeye devam edilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, bir daha ifade etmek istiyorum ki, Kenan Alpay gibi içerden ve sınırlı da olsa AKP politikalarını artık eleştirmeye başlayanlar, 7-8 yıl sonrasını bile görmekten aciz kalan idrak ve basiretlerini sorgulayıp yaptıkları büyük ilkesizlikleri, vahye ve nebevî yönteme aykırılıkları ve İslâm’a da İslâmî mücadeleye de büyük zararlar veren çok önemli yanlışlarını, kamuoyu önünde itiraf ve mahkûm ederek, istikamet üzere bağımsız ve İslâmî kimlikli bir dâvetçi ve ilkesel bir muhalefet konumuna hâlâ dönmeyecekler mi?
Az da olsa daha bağımsız bir yaklaşım ortaya koyanlar olsa da ifade edilen pişmanlık ve eleştirilerin çoğu, iktidardan umdukları beklentileri karşılanmayanların veya iktidarla sorun yaşayanların ya da AKP’nin daha dürüst ve hukuka saygılı kanadı (mesela bir zamanki AKP’nin Ahmet Davutoğlu kanadı) olmak isteyenlerin içerden eleştirileri olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Bu sebeple, son dönemde AKP ve Erdoğan ile Gelecek Partisi ve Ahmet Davutoğlu arasında sıkışan laik demokratik siyaset zemininde, adeta girdikleri bataklıkta çırpınanlar gibi bir çıkış yolu da üretememektedirler. Tabii ki, Kur’an’ı ve Rasûlün örnekliğini, nebevî yöntemini bu derece terk edenlerin kaçınılmaz sonu böyle bir kaosa ve bataklığa sürüklenmektir. Üstelik Ahmet Davutoğlu başa geçse ne değişecektir? Laik sistem içinde laik demokratik ilkelere, laik kemalist anayasa ve yasalara itaat ederek, hangi siyâsî parti ve hangi lider iktidar olursa olsun, hevâya göre yasa yapmaya, şirk ve zulüm yönetimi olmaya devam edeceği açık değil midir? Böyle bir laik partinin içinde yer almanın veya destek olmanın akidevî bir sapma oluşturacağı, nasıl oluyor da hâlâ fark edilmiyor?
Bu büyük yanlışları yapanlar, bu yaptıklarının, vahyin ölçülerine, akîdevî ilkelere ve Nebevî yöntemin esaslarına göre yanlış olması yanında, artık yaşanan pratikle de çok büyük bir yanlış olduğunun “ayne’l-yakîn” olarak da ortaya çıktığını neden göremiyorlar? Yapılan bu bâtıl amel ve bu ameli meşru göstermek için ortaya konan te’vilden tahrife kadar birçok söylem ile bâtıl siyasete destek dâveti sonucunda gelinen nokta; demokratikleşen “Müslüman”ların istikamet krizine girip, artık yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları, hevânın ilahlaşması, dünyevîleşme ve sekülerleşmenin kuşatması altına girmeleridir.
Sonuçta İslâmî mücadele zemini ve tevhîdî uyanış süreci büyük kan kaybı yaşamış, kendi çevremizdeki birikimin çok boyutlu kirlenmesi dışında, ayrıca ortada Hakk’ı doğru temsil eden bir mihenk görevini ifa edecek, seküler siyasetten, laik iktidardan bağımsız İslâmî kimlikli kuşatıcı bir yapı kalmayınca daha yaygın sapmaların da sebebi olunmuştur. Laiklikle, şirkle hükmeden, geleneksel ve modern bid’at ve hurafeleri İslâm diye takdim edip zulme, adaletsizliğe ve yolsuzluğa bulaşmış olan bir iktidarı desteklemek için araçsallaştırılan Kur’ân ve İslâmî kavramlar sebebiyle, İslâm’a da büyük zarar verilmiştir. Üstelik büyük medyatik imkânlarla topluma İslâm adına sunulan Hak ile bâtıl karışımı bu din, fıtrata aykırı geldiği için de yeni nesillerin İslâm’dan uzaklaşmalarına, yaygın biçimde sekülerleşmelerine, hatta deizme kadar savrulanların giderek artmasına yol açılmıştır.
Evet, toplumu tevhîdî istikamette dönüştürme ve vahiyle yeniden inşâ etme sorumluluğu taşıyanların, laik sistem içi kirli politikanın içine aktif biçimde girmeleri çok büyük zararlara yol açtı. Ferdin, ailenin ve toplumun ifsadına yönelik bunca tahribat, özellikle son 15 yılda, kendisinin İslâm adına hareket ettiğini, Hak olduğunu ve bâtıla karşı hak mücadelesi verdiğini, kendisinin sırat-ı müstakîm üzere olduğunu ve kendisinden ayrılanların saptığını iddia ederek suret-i hak’tan görünüp İslâm’ı istismar ederek kitleleri Allah ile aldatan AKP iktidarının en güçlü olduğu döneminde çok daha yoğun biçimde yaşandı.
Tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmı, bu büyük ifsâdın yaşandığı süreçte de destek vermeyi sürdürerek, laik iktidarın Allah ile aldatmasının tesirini arttıran bir rol oynadılar ve maalesef bu fesadın bir parçası oldular. Böylesine yaygın ve kuşatıcı bir ifsâdın, Hak adına gerçekleştirildiği bir süreçte, “dindar”lar laik, Müslümanlar seküler, imam hatipliler bînamaz (% 80’i namazsız), yeni nesiller ise seküler ve deist olmasın da ne yapsınlar?
Sonuçta, bakın ne hâle gelindi? Laik demokratik iktidara eklemlenmek Müslümanları nasıl dönüştürdü? Ne kadar büyük bir kirlenme yaşandı? En temel duyarlılıklar nasıl oldu da bu derece kaybedildi? Üstelik bütün bu kirlenme ve yozlaşmaların, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk vb. birçok kötülüğün faturası, doğrudan İslâm’a ve Müslümanlara kesildi. Çünkü bağımsız İslâmî kimlikli alternatif temiz bir yapı ortaya konmayıp AKP içinde ya da yanında yer alınınca, medyada ve kamuoyu önünde sürekli AKP savunuculuğu ve aktif destekçiliği yapılınca, AKP liderliğinin aynı zamanda İslâm’ı ve Müslümanları da temsil ettiği imajının oluşmasına yol açıldı. Bu yüzden iktidarın kirliliği, AKP içi kavgalar birçok Müslüman kesimi de kuşattı. Bütün bunlara değer miydi? Bu kirli ve yozlaştırıcı zeminden bir an önce uzaklaşılması gerektiği neden hâlâ akledilemiyor?
Üstelik iktidarla bu kadar iç içe olmanın ve yıllarca medyada savunuculuğunu yapmanın, aktif destekçi ve taraf olmanın, hatta başkalarını da “tarafını belli etmeye” çağırmanın sonucu bu kesimlerin davetçi vasıflarını da yok etmiştir. Çünkü tebliğin muhatabı konumundaki diğer muhalif kesimlerin, kendilerini iktidar kavgasında rakip olarak görmesine, davetin muhatabı konumundaki “Pelikan”ların dahi kendilerini AKP içinde rakip olarak görüp kötü bir dille saldırmalarına sebep olmuşlardır.
Evet, maalesef durum ve gidişat çok kötüdür. AKP iktidarlarının programlarıyla gerçekleşen gönüllü sekülerleşme ve laikleşmenin sonucunda acı gerçek şudur ki, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan uzak düşmüş on milyonlarca “Müslüman”, vahyin ölçülerinde Müslüman olmanın gereklerinden habersiz ve uzak bir konumda oldukları halde, Müslüman olduğunu zannederek hüsrana doğru sürüklenmektedir.
Tüm insanlığın ihtiyacı olan bir mesajı taşıyan Kur’an elimizde olduğu halde ve insanlık karanlıkların, sömürü ve zulümlerin ortasında bu mesajın aydınlığına ve adaletine muhtaç iken ve üstelik tarih de, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak tek nizam olan İslâm’ı, tek alternatif olarak insanlığın gündemine sokmaya zorlarken, biz ne haldeyiz? Tarihin insanların gündemine İslâm’ı sokmaya dair bu akışını, bu zelil halimizden dolayı ya da kendi hatalarımızdan ve tevhidî dirilişle ümmetleşememekten kaynaklanan güçsüzlüğümüz ve temsil zaafımız sebebiyle biz engelliyorsak, bu büyük vebalin hesabını nasıl vereceğiz?
İslâm ümmetinin tevhîdî bir uyanışla ve yeniden kaynağa dönerek öz yörüngesinde gelişmesini, yeniden izzet kazanıp ayağa kalkmasını engellemek, İslâm’ı kendi coğrafyasında boğarak yeni sömürgecilikle kaynaklarını talan etmek üzere küresel korsanlar ABD-İsrail öncülüğünde ve AB desteğiyle ahlâksızca terör estirmektedirler.
Böyle bir süreçte, zikrettiğimiz bunca yozlaşmanın ve Müslümanları sekülerleştirmenin müsebbibi olan laik bir iktidara destek uğruna Müslümanlarla vahdeti oluşturma çabalarını feda etmek sapması sürdürülürse, Rabbimizin huzurunda nasıl hesap verilecektir?
Bütün bu yozlaştırıcı politikalar ile eğitim ve kültür alanındaki sekülerleştirme sonucunda, muhafazakâr ve geleneksel “Müslüman” kesimlerde Özal ile başlayan gönüllü sekülerleşme (Dünyevîleşme; Allah’ın ve dîninin karıştırılmadığı, hevâya göre yaşanan hayat alanları oluşturma), kapitalistleşme AKP döneminde tevhîdî kesimi de kuşatarak zirveye ulaşmış bulunuyor. Ölçüsüz kazanma ve azgın bir tüketimi esas alan, lüks ve israf eksenli kapitalist kültür, “Müslüman”ları giderek daha fazla kuşatıyor.
Hatta 15 Temmuz’dan sonra Kemalistleşme eğilimleri de, tepedekilerin öncülüğünde ve örnekliğinde AKP destekçisi tabanda çok yaygınlaşmış durumda. Öyle ki, 15 Temmuz sonrası AKP dönemi, “neo-kemalist dönem” denmeyi hak edecek bir görünüm arz etmektedir. Sonuçta “Müslüman” olduğunu iddia edenlerin çok büyük kısmının Kur’ân’da zikredilen “Müslim” olma nitelikleriyle alâkasının olmamasına dair yüzyıllardır süregelen acı gerçeklik, Türkiye’de AKP iktidarının oluşturduğu yozlaştırıcı zeminde daha da derinleşip yaygınlaşmış ve önceki geleneksel âidiyetin de gerisine düşülmüştür. Hatta saray ulemasının te’vilden tahrife kayan iktidar yanlısı tutumları ve statüko dinine destekçi yorumlarıyla tevhîdî kesimin bile önemli bir kısmının kafasının karışmasına yol açılmış, sonuçta da tuzun kokmasına ve yaşanan yozlaşmanın daha yaygın ve daha derin bir boyuta taşınmasına sebep olunmuştur.
Bütün bunların önemli sebeplerinden birisi de, bu savrulan kesimlerin Allah’ın inzal ettiği şerefli “Müslim” adımızı terk edip kendilerini, emperyalistlerin ürettiği ve İslam’ı siyasal bir ideoloji konumuna indirgeyip kulluk bütününü parçalayan “İslamcı” kelimesiyle tanımlamalarının yol açtığı zihnî bulanıklık ve kavram kargaşası olabilir mi? Düşünüp akletmeyecek misiniz?
Heeeeeeey, istikamet krizindeki tevhîdî uyanış süreci öncüleri! İlkesizlik yaparak laik demokratik siyasetin içine dalmanızın yol açtığı bu halin zelil sonuçlarını görüp hâlâ uyanmayacak mısınız? Bâtıl siyasete eklemlenmeniz sonucunda yaşanan büyük yozlaşmanın ve kokuşmanın faturasının İslam’a kesilmesine ve başta yeni nesiller olmak üzere davetin muhatabı olan kitlelerin İslam’dan uzaklaşmasına sebep olan bu kötü gidişatın daha ne büyük kötülüklere yol açtığını hâlâ fark etmeyecek misiniz? Hâlâ akledip bu büyük yanlıştan dönmeyecek misiniz? Laik parti tarafgirliği ve şirkle hükmeden iktidarın aktif destekçiliğini yapmak ya da ganimet kapmak için terk ettiğiniz mevzilerinize ne zaman geri döneceksiniz?
Dipnotlar:
[1] http://www.anadoluplatformu.org.tr/etkinlikler/1426. 29.04.2013.
[2] Burada şu şerhi düşmek de adaletin gereğidir: Ramazan Kayan, referandum sürecinde kendisinin hocası, öncüsü olduğu AKDAV vakfının laik TC anayasasındaki değişiklik referandumunda “evet” oyu verme çağrısı yapan kuruluşlar arasında yer alması konusunda kendisine bir soru tevcih edildiğinde; “ben ne oy veririm ne de oy vermeye çağırırım, bu konuda vakıf ile beni aynı değerlendirmeyin” cevabını vermiştir. Tabii ki, öncüsü, hocası olduğu bir vakfın, meşru olmayan bu kararına karşı böyle edilgen bir tutumla yetinmesi ne derecede kabul edilebilir, o da ayrı bir konudur.
[3] Anadolu Platformu, 8. Anadolu Buluşması Sonuç Bildirgesi, 28 08 2013. http://www.anadoluplatformu.org/etkinlikler/1697
[4] http://www.haber7.com/guncel/haber/1102209-97-stkdan-hukumete-tam-destek-bildirisi
[5] http://www.dunyabulteni.net/haber/120877/davutoglu-referanduma-evet-meclise-destektir
[6] Meşale Derneği’nden 7 Haziran Seçimleri Çağrısı, 05.06.2015. https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/malatya/mesale-dernegi-nden-7-haziran-secimleri-cagrisi-37123505
[7] http://www.insanvedegerhareketi.org/?p=739
[8] http://www.haberdurus.com/haber/insan_deger_hareketi_ile_ilgili_bir_degerlendirme-57868.html
Erbakan da Erdoğan da Anadolu’daki Müslümanların tarihini bin yılla ifade edip Selçuklu ve Malazgirt’i Anadolu’nun Müslümanlaşmasının başlangıcı olarak esas alırlar. Halbuki Kürt Müslümanlar Hz. Ömer döneminden beri bölgede vardılar ve üstelik Malazgirt’teki Alpaslan’ın ordusunda bile on bin civarında Müslüman Kürt vardı. Malazgirt savaşı da Rumlar ve Türkler arasında değil Müslümanlar ile Hıristiyan Haçlılar arasında gerçekleşmiş bulunmaktadır.
[9] https://www.anadoluplatformu.org.tr/sonuc-bildirgesi-2/. 30. Ağustos. 2021.
[10] Hayrettin Karaman, Ahlak Herkese Lazım, 25 Nisan 2019, Yeni Şafak Gazetesi.
[11] Özlem Albayrak, Deizm mi, sekülerizm mi?, Yeni Şafak Gazetesi, 11 Nisan 2018.
[12] Beşir Atalay, 05 Kasım 2016, Bolu Abant Tabiat Parkı, Vuslat Platformunun ‘Ufuktaki Yeni Türkiye Gençlik ve Geleceği’ sempozyumu. http://www.timeturk.com/burjuva-musluman-bir-genclik-goruyorum/haber-363423.
[13] https://www.habervakti.com/akil-tutulmasi-1
[14] https://www.habervakti.com/biz-neden-mesuluz
[15] https://www.youtube.com/watch?v=kCD6yAEdOf8
[16] Kemal Öztürk, “İslâmcılar Devletçi mi Oldu?”, Yeni Şafak gazetesi, 07. Ocak. 2016. http://www.yenisafak.com/yazarlar/kemalozturk/İslâmcilar-devletci-mi-oldu-2025067
[17] Haksözhaber.net. http://www.haber7.com/siyaset/haber/175647-bakan-sahin-dindarlari-laiklestirdik. – http://www.gazetevatan.com/-dindarlari-biz-laiklestirdik–83315-gundem/
[18] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/-ataturk-un-idealini-ak-parti-2499341/
[19] İslâmî Hareket Üzerine Ercümend Özkan’la Söyleşi, Anlam Yayınları, s,355, 370. (MNP’nin kapatılmasının ardından yurtdışına (İsviçre) giden Erbakan, bir süre sonra Muhsin Batur’un (Eski Hava Kuvvetleri Komutanı) marifetiyle, MSP’yi kurmak üzere özel bir kurye ile Türkiye’ye getirtildiği de hatırlanmalıdır.)
[20] Ramazan Kayan, Milat Gazetesi, 29. 01. 2019.
[21] Kenan Alpay, “Kemalizmin Kerametleri Dindar Nesile Telkin Edilirken”, Yeni Akit Gazetesi, 21 Mayıs 2019.
[22] Kenan Alpay, Haksözhaber, 09 Ocak 2019.
[23] Kenan Alpay, Aklın ve Kalbin Kodları Dönüşürken, Yeni Akit, 02 Ağustos 2019.
İnsanlar iz takip ederler ve iz bırakırlar. Aslında, hayat bir iz takibinden ibarettir desek yanlış söylemiş olmayız. Nitekim insanlar gündelik hayatlarını da, kendilerinden önce yaşayan nesillerce açılan ve kendilerinin de gidip gelmekle yineledikleri, güncel tuttukları yollarda ikame ederler. Dağlardaki patika yollar bu durumun en doğaçlama örneklerini teşkil eder.
Bu noktada ilk aklımıza gelen ayet, İsra 95. ayet olmaktadır:
“De ki: Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara elçi olarak gökten bir melek gönderirdik." (İsra, 17/95)
Yeryüzünün misafirleri melekler değil de insanlar olduğuna göre, onlar için elçi de aralarından seçilecektir ki, izlenip takip edilebilecek izler bıraksın, örnek/model alınabilsin. Nebilerin (a.s.) vasıflarından birinin “usvetun hasene / en güzel örnek”[1] olmasının nedeni işte budur.
Nitekim Peygamberler, aynı Nebevi izi takip edip sürdüren ve zamanla tozlandırılıp flulaştırılan o izi yeniden belirginleştiren, birbirlerinin takipçisidirler:
“İşte o Peygamberler, Allah'ın kendilerine yol gösterdiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu (Kur'an) âlemler için ancak bir öğüttür.” (En’am, 6/90)
Tam burada karşımıza “gelenek” kavramı çıkmaktadır. Bugün Müslümanlar olarak sıkıştırılmak istendiğimiz çıkmaz sokaklardan biri de bu alandadır: Gelenekperestlik ile gelenek düşmanlığı arasında tercihe zorlanmak. Ne gelenekperestlik, ne de gelenek düşmanlığı diye bir üçüncü yol (aslında birinci, asli yol) seçenek dışı bırakılmak isteniyor. Rabbimiz tarafından “ümmeten vasaten / vasat ümmet” olarak nitelenen biz Müslümanlar[2], bilakis çok uçlara mahkûm edilmek isteniyoruz.
Geleneği, sahih ve muharref kısımlarıyla birlikte bir bütün olarak kucaklama veya sahihi ile muharrefini ayırt ederek ıslaha tâbi tutmak yerine bir bütün olarak kaldırıp atarak, türediliğe, köksüzlüğü düçar olma uçlarına savrulmak… Üstelik bunu, insanlık tarihiyle yaşıt bir gelenek, “Nebevi gelenek” demek olan İslam adına yapmak…
Türedilik, köksüzlük, müşahhas bir örnekten, yol-yordam örnekliğinden mahrum olmak ne büyük ziyandır. Tabir yerindeyse, keşfedilmiş Amerika kıtasını her defasında yeniden keşfe koyulma ahmaklığıdır, geleneksizlik.
İşte bu sebeple Nebilerin bir vasfı da, türedi olmamak, yukarıda belirttiğimiz üzere insanlık tarihiyle eşit olan Nebevi geleneğin bir halkası olmaktır:
“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim.” (Ahkaf, 46/9)
Ayetteki, meallerde “türedi” olarak çevrilen kelime “bid’an”dır ve Rabbimizin burada verdiği mesaj açıktır: Şayet Nebevi geleneğe dayanmaz, o geleneğin izini sürmez de, vahyin öğretisi ile o öğretinin müşahhas örnekliğini ifade eden Nebevi uygulamanın arasını açarak, vahyi Nebevi gelenek bağlamından koparmaya kalkışırsanız, bizatihi bir bid’ata/türediye dönüşürsünüz.
Muhammed (a.s.) ile insanlığa bildirilen son risaletin ilk muhatapları, zamanla tahrif edilmiş bir Nebevi geleneğin izlerinin bulunduğu 7. asrın Mekke’sinde yaşayan insanlardı ve onlar namaz, hac, kurban başta olmak üzere birçok Nebevi pratiği tevhidi niteliklerinden uzaklaştırılmış da olsa şekilsel olarak sürdürmekteydiler. Dolayısıyla onlar Kur’an’ın kullandığı “din dili”ne yabancı değillerdi. Bu anlamda İslam risaletinden söz ettiğimizde sıfırdan bir inşadan söz etmediğimiz, Nebevi bir geleneğin devamından söz ettiğimiz açıktır.
Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde “Millet-i İbrahim”e, yani İbrahim (a.s.)’ın tâbi olduğu tevhid dinine vurgu yapması ve Rasulullah (a.s.)’dan ona tâbi olmasını istemesi[3], söz konusu ettiğimiz “Nebevi gelenek” konusunda dikkate değer bir husustur.
Köksüzlüğün, Türediliğin Felsefesi: “Tarihüstücülük”
Günümüzde yaygın tanımlama biçimi olarak “mealcilik” olarak ifade edilen bir yaklaşım biçiminin varlığı malumdur. Kökleri 19. asrın İngiliz işgali altındaki Hindistan’ına, Seyyid Amed Han ve Abdullah Çekralevi gibi modernist isimlerin öncülük ettiği “Kuraniyyun” akımına kadar giden bu yaklaşımın, literatürdeki asıl karşılığı “tarihüstücülük”tür. Bu yaklaşımın diğer ucunda da “tarihselcilik” anlayışı bulunur.
Ki bu yaklaşımlardan ilki, İslam’ı, Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil başta olmak üzere onu müşahhaslaştıran, ete-kemiğe büründüren coğrafya, tarih ve toplum bağlamından koparmayı ve böylece sınırı olmayan lafzi yorumlara ve dolayısıyla tarife açık hale getirmeyi ifade ederken, diğeri ise onun ölçülerini ve ahkâmını, inzal edildiği coğrafya, tarih ve topluma hasrederek tarihe gömme ve buharlaştırma çabasına denk gelmektedir.
Söz konusu her iki yaklaşım biçiminin de Batı reformasyon ve modernleşme süreçlerinin ürünü olan ve birer İncil yorum biçimi olarak üretilen yaklaşımlar olduğunu ve 19. asır itibariyle oradan “copy-paste” yoluyla İslam dünyasına taşındığını da hassaten belirtmemiz gerekir.
İşin doğrusu ise odur ki, İslam ne tarihüstüdür, ne de tarihseldir. O, tarihin belli bir döneminde, (miladi 7. asırda), belli bir coğrafyada yaşamış bir toplumda (Mekke ve Medine toplumları) kendisini müşahhaslaştırmış, cihanşümul/evrensel mesaj ve inşasını bu coğrafya, toplum ve tarih zemininde modelleştirmiş Rabbani öğretinin adıdır.
Tarihüstücülüğün temel iddiası, İlahi Hitabın/Kitabın anlaşılması ve yaşanması noktasında herhangi bir tarihsel bağlamın gerekli olmadığıdır. Bu iddianın pratik karşılığı, Kur’an’ın anlaşılması ve hayata aktarılması noktasında, ıstılahta sünnet olarak ifade edilen Rasulullah’ın müşahhas örnekliği ve uygulamalarına ihtiyaç olmadığı, Rasulullah ve arkadaşları nasıl ki yalnızca Kur’an’la yol aldılarsa bizim de bugün aynısını yapabileceğimiz şeklindedir.
Tabi önermeye/iddiaya konu olan temel değerlendirme yanlış olunca, iddia da haliyle yanlış olmaktadır. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’an vahyinin, özellikle Hac ibadetinde sembolleşen “dini bir pratik” üzerinde bulunan bir toplum zemininde inzal edildiği ve onu akidevi ve ameli temelde inkılaba uğratarak ıslah etmek üzere sözünü söylediği bilinmektedir. Kur’an’ın kullandığı kavramların karşılıklarını bilen, bir kısmını da tahrif edilmiş şekilde de olsa bizatihi hayatlarında pratize eden bir topluma, Kur’an’ın uzun uzadıya tarif ve izahlar getirmesi beklenemezdi.
Bu gerçeklik, günümüz açısından Kur’an’ın temel bir bağlamına işaret etmektedir: İnzal ortamı ile Rasulullah ve beraberindeki ilk neslin örnekliği/uygulaması. İşte tarihüstücülük (mealcilik), “Kur’an bize yeter” hak sözünü sloganlaştırmakta, lakin Kur’an’ın temel bağlamını devre dışı bırakarak bu hak sözü, kendisiyle bâtıl kastedilen bir söze dönüştürmektedir.
Modernist akımların “köksüzlüğü” vazeden bu felsefelerine karşın, Kur’an’ın “köklülüğe” ve bu köklülüğün nesilden nesile müşahhas bir örneklik zinciriyle aktarılmasına verdiği önem açıktır. Ki yukarıda konuyla ilgili kimi ayetleri hatırlatmaya çalıştık. Tevbe sûresi 100. ayet ile Fatiha sûresi 6-7. ve Nisa sûresi 69. ayetler ile, makalenin bu biraz uzunca olan girişini hitama erdirmeye çalışalım.
Rabbimiz bilindiği gibi Tevbe 100. ayette, Rasulullah’ın nezaretinde yetişen ilk neslin (Seyyid Kutub’un deyimiyle ilk Kur’an neslinin) örnekliğine vurgu yapmış, Fatiha 6-7. ve Nisa 69. ayetlerde ise kendi dosdoğru yolunu bizlere, o yolu hayatlarıyla müşahhaslaştırmış olan Nebiler, sıddıklar, şahitler/şehitler ve sâlihler üzerinden ifade etmiştir. Nitekim Kur’an’ın Peygamber ve sâlih kullara dair kıssaları da aynı gayeye ma’tuftur.
Bu uzun girişi, Rabbimizin bizim için örnek/model gösterdiği sıddık, şahit/şehit ve sâlihlerden olduğuna kanaat getirdiğimiz bir alimi, İslami mücadele öncüsünü gündeme getirdiğimizde kimi Müslümanlarca dile getirilen “kişileri öne çıkarmak” gibi eleştirilere bir ön cevap olması açısından yaptım. Oysa “sâlihleri yüceltmek” ile “unutturmak” şeklindeki iki uç tutum arasında da mutedil olanı yapmak gibi bir imkâna sahibiz.
Bizim, geçmişin ve bugünün İslami uyanış ve mücadele öncüleri konusundaki tutumumuz bu çizgidedir. 20. asırda Kur’an’a yeniden dönüşü ve Kur’an’ın temel kavramlarını ve egemenlik eksenli tevidi öğretisini yeniden güçlü şekilde gündeme getirmiş olan Seyyid Kutub’un zaman zaman gündeme taşımamız, ondan sitayişle söz etmemiz de bu çerçevededir.
Yol Ayrımı: Entegrasyon mu, Ayrışma mı?
Seyyid Kutub’un 20. asrın ikinci yarısında İslam coğrafyasındaki İslami uyanışa etki ve katkısı bilinen bir husustur. Tabi öncelikle bizatihi Kutub’un İslami bilinçlenme sürecinde çeşitli İslami hareketlerin ve uyanış öncülerinin etkisi söz konusudur. Sonradan önemli kimi yaklaşımları itibariyle ayrışma yaşamış olsa da, uzun yıllar mensubu olduğu İhvan-ı Müslimin hareketi ve dolayısıyla onun kurucusu Hasan el-Benna, “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabından hassaten etkilendiğini belirttiği Mevdudi, Takiyyuddin Nebhani ve Menar ekolü bu etkileşimlerin başında gelmektedir.
Kutub, söz konusu etkileşimlerin de katkısıyla ulaştığı tevhidi perspektifle, İslam’ın “egemenlik” eksenli öğretisi ekseninde Kur’an’ı ve Kur’an’la hayatı, yaşadığı coğrafyayı, İslam dünyasını ve dünyayı güncel bir okumaya tâbi tutmuştur. Okumaları sonucunda “Kur’an’ın gölgesinde” ulaştığı sonuçları da, gerek tefsiriyle ve gerekse de “Yoldaki İşaretler” adlı manifesto niteliğindeki eseriyle öncelikle Mısırlı Müslümanlarla ve neticede eserlerin tüm İslam coğrafyasına ulaşmasıyla dünya Müslümanlarıyla paylaşmıştır.
Seyyid Kutub ve eserleri denilince ilk akla gelen vurgular, “hakimiyetin/egemenliğin Allah’a has kılınması”, “cahiliyeden akidevi ayrışma”, “İslam-cahiliye uzlaşmazlığı”, “yeniden Kur’an’a dönüş” ve “Kur’an neslinin yeniden inşası” olmaktadır. Bu vurgular, o günkü yaygın İslami çalışmalar açısından çok aşina olunan vurgular değildi. Oysa her biri, Kur’an’ın ilk inzal sürecinde gündeme getirilmiş temel akidevi inşa öğretilerine tekabül etmekteydi.
Kutub, daha sonra kardeşi Muhammed Kutub’un “20. asrın cahiliyesi” olarak niteleyeceği modern batı cahiliyesine yönelik akidevi temelli net reddiyesiyle öne çıktığı gibi, geleneksel cahili anlayışları da ciddi anlamda sorgulayıp söz konusu etmiştir. Kutub “Yoldaki İşaretler”de, modern cahiliye ve geleneksel cahili anlayışları birlikte gündem ederek şöyle demektedir:
“Bugün biz, İslam’ın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyenin, belki daha da sapkın bir cahiliyenin içindeyiz. Çevremizde ne varsa, cahiliyedir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları… Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiğimiz şeyler… Bunlar da bu cahiliyenin ürünüdür.
Bu nedenle nefislerimizde İslami değerler yer edinip kökleşemiyor, zihinlerimizde İslami anlayış berraklaşmıyor. İslam’ın daha önce yetiştirip çıkardığı türden yeni bir nesil artık içimizden çıkmıyor.
Öyleyse, İslami hareket yöntemi gereğince, eğitim ve yetişme döneminde içinde yaşadığımız, kendisine yaslandığımız cahiliyenin bütün etkilerinden soyutlanmamız ve arınmamız zorunludur. O ilk dönem insanların beslendiği arı kaynağa, hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir şüphenin bulunmadığı arı kaynağa dönmek zorundayız…”[4]
Tanımlama/teşhis bu kadar net ve köklü, çözüm konusundaki yaklaşım da aynı minvalde olunca, sentezci/eklektik yaklaşımlara ve hakla bâtılı uzlaştırmacı, orta bir yerde buluşturmacı yönelimlere açık kapı kalmamaktadır. İşte Kutub’un eserlerinin tüm İslam coğrafyasında Rabbimizin inayetiyle geniş bir yankı ve etki oluşturmasının temelinde, Kur’an’dan ve onun müşahhas örnekliğini ifade eden Nebevi örneklikten alınarak 20. asrın günceline ifade edilen bu netlik, bu bütüncül kavrayış, bu köklü teşhis ve çözüm perspektifi bulunmaktadır.
Bu yönüyle Kutub’un eserleri, ana kaynağa (Kur’an’a) dönüş, hakimiyetin/egemenliğin Allah’a has kılınması, tüm çeşitleriyle cahiliyenin reddi ve ondan akidevi temelde kesin ayrışma ve ilkesel uzlaşmazlık ve bu temelde ilk nesil örneğinde olduğu gibi Kur’an neslinin yeniden inşası gibi güçlü vurguları Müslümanların gündemine taşımıştır.
Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, Kutub’un ve Mevdudi gibi diğer uyanış öncülerinin eserlerinin tercümesiyle birlikte, “sağ-muhafazakâr” temelli eklektik/sentezci yaklaşımların sorgulanması ve arı-duru bir İslami anlayışa yönelme noktasında bir bilinçlenmenin yaşandığını görmekteyiz. Bu bilinçlenme, modern cahiliye ve onun temsilcisi mevcut düzenden ve sağ-muhafazakâr eklektik kimliklerden arınmayı ve akidevi temelde ayrışmayı doğurmuştur.
İşte bu noktada iki kavram çıkmaktadır karşımıza, ki bunlar kavram Seyyid Kutub bağlamında bugünkü halimizin muhasebe edilmesi noktasında çok hayati kavramlardır: Entegrasyon ve ayrışma.
Akidevi temelde değerlendirdiğimizde; entegrasyonun şirkin, ayrışmanın (akidevi hicretin) ise tevhidin temeli olduğunu ifade etmemiz gerekir. Nitekim Rabbimiz, inzal sürecindeki ilk emirlerinden olan “ruczdan hicret” beyanıyla[5], Rasulullah ve beraberindeki ilk mü’minlere Mekke’deki cahiliyeyle entegrasyon yerine akidevi ayrışmayı emretmiştir.
Buna karşılık yine Kur’an’ın ilk dönem beyanlarından öğrenmekteyiz ki, Mekke cahiliyesi, filizlenmekte olan İslam dâvetine “entegrasyon” teklifi götürmüştür.[6] Dahası, bunun için Rasulullah’a, entegrasyona/uzlaşmaya uygun görmedikleri, cahili anlayış ve işleyişlerini reddeden ve egemenliğin Allah’a has kılınması öğretisini temel alan mevcut Kur’an’ın değiştirilmesi veya yeni bir Kur’an getirilmesi teklifinde bile bulunmuşlardı.[7]
Mekke’de ipler, işte bu uzlaşma/entegrasyon tekliflerinin vahyin kesin talimatlarıyla reddi[8] ile kopmuştur. Akidevi hicret[9], “onlardan güzellikle ayrışmayı” öngören kurumsal hicretle[10] taçlandırılarak hakla bâtıl ayrıştırıldığı gibi, iki toplumsallık da toplumsal planda değil fakat kurumsal planda ayrıştırılmıştır.
Bu kurumsal ayrışmanın, Mekke’deki mevcut egemenliğin merkezi Darun Nedve’den başladığını görmekteyiz. Ebu Bekir (r.a.), kabile temsilcisi olarak doğal üyesi olduğu bu “şirk meclisi”nden, iman etmesi ile birlikte ayrılmıştır. Darun Nedve’ye karşı Darul Erkam’ın ikamesi de bu ayrışmanın sembol adımını teşkil etmiştir.
İslam dâveti, işte bu “akidevi hicret/ayrışma” temelinde başlamış ve o zeminde ilerlemiştir. Emevi sultasıyla birlikte maalesef cahiliye âdet ve anlayışlarının yeniden diriltilerek İslam’ın öğretileriyle sentezlenme yoluna gidilmesi ve ayrıca Doğu Roma üzerinden o günün “modern cahiliyesi”nden etkileşimlerle, bu Kur’ani/Nebevi temel ve zemin terk edilmiş, Abbasi sultası döneminde ise, İslami farkındalık ve temyiz bilincinden uzak bir biçimde Yunan ve İran felsefelerine alan açılmasıyla da akidevi arı-duruluk, netlik önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
Bu dönemlerde ortaya çıkan eklektik/sentezci anlayışlar, saltanat kültürü, sultanların (hâşâ) “Zıllullah / Allah’ın gölgesi” olarak görülmesi ve otoritenin kutsanması, “devlet-i ebed müddet” gibi yaklaşımlarla birleşince, bugüne kadar süregelen “mukeddesatçı sağ-muhafazakâr” anlayışlar ortaya çıkmıştır.
Seyyid Kutub’un tüm bu eklektik/sentezci anlayışları da cahiliyenin bir parçası olarak değerlendirmesi ve Kur’an’a dönüşle akidevi arınma ve netleşmeye vurgu yapması, asırlardır toplumların algı ve anlayışını belirleyen entegrasyon temelli bu eklektik anlayışların sorgulanmasını ve Kur’ani temelde bir arınmayı, ayrışmayı beraberinde getirmiştir. Türkiye özelinde, 60’lı yıllar sonrası dönemdeki İslami bilinçlenmenin bu zeminde yaşandığını söylememiz mümkün.
Aşmak mı, Aşındırmak mı?
Özellikle 80’li ve 90’lı yıllarda çok güçlü bir akım haline dönüştüğüne tanıklık ettiğimiz söz konusu bilinçlenme sürecinin, 2000’li yılların başları itibariyle Türkiye özelinde ve Türkiye’nin “model ülke” olarak kendilerine takdim edildiği mücavir coğrafyalarda çok temel bir kırılmaya maruz kaldığını belirtmemiz gerekir.
28 Şubat sürecinin sert rüzgârlarında diriliğini korumayı başaran ve direncini ortaya koyan İslami mücadele hattı, 2002 yılında başlayan muhafazakâr-demokrat yönetim sürecinin ılıman rüzgârlarında sarsıntıya uğrayıp, bizi biz yapan tevhidi bilinç noktasında kırılma yaşamıştır.
Sürecin, tıpkı 1950’de ve 1983’te olduğu gibi dayatmacı jakoben laiklikten, ılımlı anglo-sakson laikliğe geçiş niteliğindeki sistem içi bir dönüşüm, kabuk değişimi olduğu gerçeğini fark edemeyen, başörtüsü yasağının, Kur’an kurslarına konulan sınırlamaların ve benzeri jakoben nitelikli dayatmalarının kaldırılmasına fazladan anlam yükleyen birçok çevre, sürecin cazibesine kapılarak, teşbihte hata olmazsa Ayneyn tepesindeki mevzileri terk edip sistem içi politik sürece taraftar veya doğrudan nefer yazılmaya başladı.
2010’daki anayasa referandumu ise, o güne kadar cahili düzen ve aktörleri karşısında “akidevi teberri” eksenli tevhidi duruşlarını sürdüren, Seyyid Kutub’un altını kalın harflerle çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” Kur’ani ilke ve Nebevi sünnetini doğru bir tercihle temel hareket çizgisi olarak ifade eden kimi çevrelerin dahi Ayneyn tepesindeki nöbeti terkiyle neticelendi.
Bizim, o süreçte kaleme alıp yayınladığımız “Türkiyeli Müslümanlar ve İstikamet Krizi” kitabında istikamet krizi olarak nitelediğimiz bu durum, 60’lı yıllarda başlayan, “entegrasyondan akidevi ayrışmaya” trendinin tersine dönmesini ifade etmekteydi. Artık "akidevi ayrışmadan entegrasyona” doğru tersine bir yolculuk söz konusu idi.
Bu sürece girildikten sonra, Seyyid Kutub’un altını çizdiği cahiliyeyle uzlaşmazlık ve akidevi ayrışma “engelinin” aşılıp, entegrasyonun tevhidi bilinçlenme sürecinde yer almış kesimler nezdinde meşrulaştırılması için iki tutumun öne çıktığını görmekteyiz. Birincisi “Seyyid Kutub’u aşmak” söylemi, ikincisi ise onun taltif edilmesi, lakin gündeme getirdiği Kur’ani/Nebevi çizginin kimi demagojik söylemlerle aşındırılması çabası.
“Aşmak söylemi”, daha önce iki makaleye konu ettiğimiz üzere, aslında Seyyid Kutub’un berraklık, netlik ve gayretini aşarak daha ileri sâlih ameller ve cehd imkânları üretmeyi değil, onun altını çizip 20. asrın güncelinde ifade ettiği tevhidi çizginin aşılması ve mevcut cahili işleyişlerle entegre yaklaşımların üretilmesi tercihini ifade ediyor.
Nitekim ilgili makalelerde de belirttiğimiz üzere, Seyyid Kutub’u aşmaktan söz eden çevrelerce bugüne değin, bâtıl sistemler içi cahili politik süreçlere entegre/angaje olmakla, ölçüsüz tekfir ve kör şiddete dayalı ölçüsüz yaklaşımlar dışında bir yaklaşım üretildiğini görmüş değiliz.
“Aşmak” adına dile getirilen “yerlilik” eksenli söylemler ise, İslami açıdan ciddiye alınmayı hak eden bir nitelik bile arz etmezler. Zira zihinleri ulusal sınırlarla çevrili insanların, böylesine daraltılmış zihinlerle cihanşümul bir dâvâ olan İslam’ı ve İslami dâvet önderlerini anlaması zaten mümkün değildir. İbretlik bir durumdur ki, Türkiye gibi ülkelerde kimilerince “yerlilik” adına zemmedilen Seyyid Kutub ve eserleri, Nâsır dönemi Mısır’ında da benzer çevrelerce “Hint alt kıtasındaki İslami yaklaşımların etkisinde olmakla”, yani “yerli olmamakla” zemmedilmiştir.
Aşındırma konusuna gelince, ne yazık ki bu noktada ibretamiz yaklaşımlara tanıklık ettiğimizi söylemeliyiz. Biz doğu toplumlarındaki yaygın bir tarz olarak “ne yardan ne serden geçme” tutumuyla, bir yandan Seyyid Kutub ve dâvet mirası sahiplenilirken, diğer yandan onun dâvet mirası tersyüz edilerek mevcut entegrasyon süreçleriyle uyumlu bir şekilde yorumlanmaya kalkışılıyor.
Kısacası, Seyyid Kutub’un altını çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” eksenli Kur’ani/Nebevi vurgular süreç içinde yanlış tercihlerle “aşılınca”, Kutub’un dile getirdiği bu vurgular kimi demagojik söylemler ile tersyüz edilerek entegrasyon süreçleriyle uyumlu gösterilmek isteniyor.
Bu noktada, Kutub’un, güncel hayatla bağı zayıflatılmış, egemenlik ilişkilerine İslami zeminde itiraz niteliğinden uzak geleneksel klasik fıkıh anlayışına yönelik “sahife fıkhı” tanım ve bu çerçevedeki haklı eleştirileri, cahiliye düzenlerinden “akidevi ayrışma” temelli İslami dâvet ve mücadele tercihi yerine, cahiliye düzenlerinin politik süreçlerini esas alan bir “adım adım iyileştirme” anlayışına savrulan kimi kesimlerce bu yaklaşımlarını temellendirmek için üretilen “tertil fıkhı”, “merhale fıkhı” gibi tanımlamalara dayanak kılınmaya çalışılıyor.
“Madem ki biz Kutub’un altını çizdiği tevhidi ilkelerde sebat etmedik, Kutub’dan da vazgeçemeyiz, o halde Kutub’u bugünkü entegrasyon eksenli çizgimize uyduralım” yaklaşımı sergileniyor. İşte bu tam anlamıyla aşındırmadır. İslam’ı hayat nizamı olarak benimsemeyen, insan hevasına dayalı yönelim ve yasalar üzere işleyen cahiliye düzenlerine yönelik İslami yaklaşımın ancak “akidevi ayrışma” temelli olabileceğini, “merhale”nin ise ancak bu ayrışma temelinde oluşturulacak özgün İslami toplumsal-siyasal inşa noktasında geçerli olacağını mutlaka biliyor olmalarına rağmen, Kur’ani bağlamından koparılmış bir “maslahat” algısı ve “reel politik” perspektifle yanlış tercihlere sürüklenenler, sürüklendikleri noktadan tevhidi mücadele hattını da bulandırmaya gayret etmektedirler. Ki bu, terazinin ayarlarıyla oynama çabasından başka bir anlama gelmemektedir.
Bugün Seyyid Kutub’dan sitayişle bahseden çevrelerin yüzde kaçı, onun altını kalın çizgilerle çizdiği Kur’ani ilkeler ve onlara dayalı Nebevi örnekliğe uygun bir yaklaşım içinde bulunmaktadırlar? Bu sorunun cevabı, Seyyid Kutub bağlamında durum tesbiti açısından hayati önem arz etmektedir.
Maalesef, bugüne kadar, Kutub’un altını yeniden çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” tutumunu Türkiye’de en fazla vurgulayan kimi çevrelerin dahi, bu tevhidi çizgiden uzaklaşarak cahiliye düzeninin politik süreçlerine “merhale fıkhı” gibi demagojik söylemler eşliğinde angaje ve entegre olduğunu, bu kırılmanın, söz konusu çevrelerde daha önce arındıkları geleneksel hurafeleri kucaklama gibi yaklaşımları da beraberinde getirdiğini görmekteyiz.
Nitekim düzenin resmi din kurumu olan Diyanet güzellemelerinden “mevlid kandili” kültürünü sahiplenmeye, hayatı insanları kabirdekilerden istimdat istemeye teşvikle geçmiş olan, batıni tasavvuf anlayışının bu coğrafyadaki sembol bir ismini tezkiye ve günlerce olumlu anlamda gündemleştirme ölçüsüzlüğüne değin, tevhidi bilinçlenme sürecinde aşılan ve arınılan türlü cahili yaklaşımlara rücu edilmekte olduğunu müşahede etmekteyiz. Üstelik tüm bunlar yapılırken de, Seyyid Kutub’a sahip çıkılmaktan hiç geri durulmamaktadır!
Biz tüm bu tesbitleri, emri bil ma’ruf, nehyi anil münker sorumluluğumuz[11] çerçevesinde yapmaya çalışmaktayız. Dost acı söyler misali, acı da olsa bazı gerçekleri ısrarla söylemeye gayret ederek, yanlışa düşenleri yeniden doğrulara yönelmeye teşvik etmek istiyoruz.
Makalemizi, bir tesbitimizi hatırlatarak noktalamakta fayda görüyoruz: Entegrasyon şirkin, akidevi ayrışma ise tevhidin temelidir. Nitekim kelime-i tevhidin de, “lâ” ifadesiyle akidevi ayrışma öğretisi ile başladığı bilinmektedir.
[1] Bkz: Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4, 6
[2] Bkz: Bakara 2/143
[3] Bkz: Bakara, 2/130, 135; Âl-i İmran, 3/95; Nisa, 4/125; En’am, 6/161; Nal, 16/123; Hac, 22/78
[4] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Sh. 24, Özgün Yayınları
[5] Bkz: Müddessir, 74/5
[6] Bkz: Kalem, 68/9
[7] Bkz: Yunus, 10/15
[8] Bkz: Kalem, 68/10-14; Yunus, 10/15; İsra, 73-74; Hud, 11/112-113 vb.
[9] Bkz: Müddessir, 74/5
[10] Bkz: Müzzemmil, 73/10
[11] Bkz: Âl-i İmran, 3/104, 110; Tevbe 9/71; Hac, 22/41; Asr, 103/3 vb.
Bu Hafta İlkav'da Cuma Konferanslarında Emrullah AYAN, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini gündemleştirdi. Cuma Hutbeinde ise hatib Emrullah AYAN "Bir Babanın Putperest Âyinlerine İtirazı" başlıklı bir hutbe irad etti.