
Bizler, Allah’ın kitabında bizleri isimlendirdiği Müslümanlarız! “insanları Allah’a çağırmayı” (Fussilet, 33) kendilerine dâvâ edinmiş kimseleriz!
+(532) 238-4131
bilgi@kuranyurdu.com
Diller ve insanların farklı renkleri Rabbimizin ayetlerinden birer ayettir. Bu itibarla hiçbir dilin bir diğerine ontolojik üstünlüğü yoktur. Arapça da Allah’ın bir ayetidir, Türkçe de, Kürtçe de, Lazca da, İngilizce, İspanyolca da, Somalice, Kongoca, Ruandaca da, Hintçe, Çince, Japonca, Malayca da…
Yeryüzünde geçmişten günümüze yaşanan tüm ırkçı, kavmiyet ve kabileci cahiliye kavgalarının temelinde, bu apaçık gerçeğin kavranmamış olması ve kendi kavmiyet, renk ve dillerini diğer insanların kavmiyet, renk ve dillerinden üstün gören cahiliye zihniyeti yer almaktadır, bilindiği üzere.
Cihanşümul bir Rabbani öğreti olarak İslam’ın mesajı, her konuda olduğu gibi bu konularda da son derece aydınlatıcı ve kuşatıcıdır:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten ayetler vardır.” (Rum, 30/22)
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13)
Kendilerini yoktan var eden, kavim ve kabilelerin, renklerin, dillerin de var edicisi olan Yüce Allah bu şekilde buyurduğu halde, Rablerinin ayetlerine, ayetleriyle bildirdiği hayat ölçülerine kulak vermek yerine, hevalarına ve cahili asabiyet duygularına tâbi olan çeşitli fert ve topluluklar, kendi renkleri dışındaki renklere, kavimleri dışındaki kavimlere ve dilleri dışındaki dillere düşmanlık etme sapkınlığına düşmektedirler.
Özellikle de Türkiye’de son bir asırdır, yabancı dillerden ziyade hassaten Arapça ve Kürtçeye yönelik bir düşmanlığa ve hassaten Arap ve Kürt kavim kimliklerine yönelik bir düşmanlığa tanıklık etmekteyiz. Bunun temelinde de, Kemalizmin kendisini İslam düşmanlığı temelinde konumlandırması yatmaktadır.
Kemalizm öyle bir kitle oluşturmuştur ki, bu kitle örneğin İngiliz ve İngilizce hayranı, buna karşılık Arap ve Arapça düşmanıdır. Bu kitle papaz ve hahamlara sempatiyle, hoca ve âlimlere düşmanca bakmaktadır. Bu kitle rahibelerin tesettürüne sempatiyle bakar, buna karşılık mü’min hanımların tesettürüne düşmanca yaklaşır.
İşte Türkiye’de söz konusu kesimlerin “Good morning”den değil, “Selamun aleykum”dan rahatsızlık duymalarının temelinde böyle habis bir zihniyet inşası (daha doğru ifadeyle zihniyet ifsadı) yatmaktadır.
Bu giriş çerçevesinde, geçtiğimiz ay gündeme gelen “Selamun aleykum” - “Günaydın” tartışmasına dair sözümüzü söylemeye başlayabiliriz.
Önce konuyu kısaca hatırlayalım. Türkiye’de kimi çevreler, kaşıyacakları yeni gündem konusu bulamadıkları zaman bizim köylülerin tabiriyle “gordan ölüleri çıkarma” yoluna gidiyor ve geçmişte kalan kimi konuları ısıtarak gündemleştirmeye çalışıyor.
Mevcut Diyanet Başkanı altı sene önce bir yazı kaleme almış ve orada şu ifadeleri kullanmış: “Cahiliye döneminde birinin evine vardıkları zaman mahremiyete saygı göstermez, ‘Sabahınız hayat olsun’ gibi sözler söylerlerdi. Bizde bazı kimselerin kullandığı, ‘Günaydın, tünaydın’ ifadelerine benzer ifadelerdi bunlar.”
Diyanet Başkanı’nın bu ifadeleri kimi yayın organlarınca geçtiğimiz ay yeniden gündeme getirildi ve kimi Türkçü, Kemalist figürlerin provakatif açıklamalarıyla konu köpürtüldü. Türkçü-Kemalist bir politikacı, konuyla ilgili olarak “Ben Arap mıyım ya? Ben Türk oğlu Türk'üm. Günaydın derim” açıklaması yaptı.
Tabi bu gibi durumlarda muhafazakâr kesimlerin alışıldık bir âdeti olarak, söylediğini tevil etme, ürküttüğünü düşündüğü fincancı katırlarını yatıştırmak için izahat üstüne izahatta bulunma yaklaşımı bu olayda da kendini gösterdi. Diyanet Başkanı, günaydın kelimesinin kullanılmasına karşı bir ifadesinin olmadığını dile getirdi ve “Kaldı ki ben de zaman zaman aynı hitap şeklini kullanıyorum” ifadesini bile kullandı.
Şimdi gelin hep birlikte başlıkta sorduğumuz sorunun cevabını arayalım. “Selamun aleykum” Arapça, “Günaydın” Türkçe midir? “Selamun aleykum” Araplık, “Günaydın” Türklük şiarı mıdır?
Sözü dolandırmadan doğrudan cevabımızı vermiş olalım ki, “Selamun aleykum” evet iki Arapça kelimeden müteşekkil bir terkiptir, fakat Arapça değildir. Zira Rabbimiz, bu Arapça terkibi, biz kulları için bildirdiği cihanşümul/evrensel hayat nizamının cihanşümul selamı olarak belirlemiştir.
Dolayısıyla bu selamlama biçimi artık Arapça değil, “İslamca”dır. Tıpkı Ezan’ın, Kelime-i Tevhid’in “İslamca” olması gibi.
Hakeza, “Günaydın” ifadesi iki Türkçe kelimeden mürekkep olsa da Türkçe değildir. Zira Rabbimizin ayetlerinden bir ayet olan Türkçenin doğal gelişim sürecinde bir ihtiyaca binaen üretilmiş değil, bilakis Kemalist tuğyan hareketi tarafından batılılaşma/bâtıllaşma dayatmasının bir parçası olarak üretilip dayatılmış bir kelimedir.
Bu sebeple bu ve benzeri kelimeler Türkçe değil, açık söyleyelim bâtılcadır. Bâtıla ve bâtıllaştırma girişimlerine direnmek ise, bizim imanî mesuliyetimizdir.
Evet biz “Günaydın” ifadesini kullanmıyor ve kullanılmasını da tasvip etmiyoruz. Fincancı katırları ürkecek diye birileri gibi bu yaklaşımımızı değiştirecek veya yumuşatacak da değiliz. Zira bu ifadenin, Rabbimizin ayetlerinden bir ayet olan Türkçe’nin doğal bir parçası, doğal Türkçe bir selamlama biçimi değil, İslam’ın selamlama biçimi hilafına “karşı devrimci” bir yaklaşımla üretilmiş bir ifade olduğunun farkındayız.
Türkiye’deki seküler kesimlerin İslam’ın şiar ve sembolleri karşısında alternatifler oluşturma çabaları, kimi trajikomik durumları da ortaya çıkarmıştır. İslam’ın evrensel selamına alternatif olarak söz konusu çevrelerin “Merhaba” ifadesini sıkça kullanıyor olması, bu duruma bir misaldir. Zira malum olduğu üzere “Merhaba” da Arapça bir kelimedir ve Kur’an’da zikri geçen bir selamlama biçimidir.[1]
Dünyada Selamun Aleykum, Âhirette Selamun Aleykum
Rabbimiz, biz kulları için seçip bildirdiği hayat nizamının adını “İslam” olarak belirlemiştir. İslam; yani esenlik, barış ve Allah’a teslimiyet. Aynı kökten türeyen “selam” kelimesi de insanlar arasında esenlik ve barış temennisini ifade etmektedir.
İşte “Selamun aleykum” ifadesi, İslam’ın bize öğrettiği, Rabbimizin birçok ayetinde vurgu yaptığı ve Rasulullah (a.s.)’ın aramızda yaygınlaştırmamız öğüdünde bulunduğu selamlama biçimi olarak İslam’ın bir şiarı niteliğindedir.
“Selamun aleykum”, dünyada İslam’ın cihanşümul/evrensel selamlama biçimi olmanın ötesinde, cennet selamıdır aynı zamanda.
Rabbimiz, dünyada selamı yaşayıp yaygınlaştıran kullarının, cennet kapılarında melekler tarafından bu selam ile karşılanacağını ve cennette de kendisinin selam hitabıyla muhatap olacaklarını bildirmektedir, ki bu ne büyük bir lütuf, ne güzel bir akibettir:
“Rablerinden sakınanlar da bölük bölük cennete iletilirler. Sonunda oraya gelip kapıları açıldığında, (cennetin) bekçileri onlara: ‘Selamun aleykum. Hoş ve temiz geldiniz. İçinde sonsuza kadar kalmak üzere girin oraya’ derler.” (Zümer, 39/73)
“Orada Allah tarafından bir söz olarak onlara ‘Selam’ vardır.” (Yasin, 36/58)
"Onlar Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih amellerde bulunanlar da. Melekler onlara her bir kapıdan girip şöyle derler: Sabretmenize karşılık selam üzerinize olsun. Dünya yurdunun sonu ne güzeldir!” (Rad, 13/23-24)
“İman edip sâlih amellerde bulunanlar, Rablerinin izniyle altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır. Orada birbirlerine dirlik temennileri ‘Selam’dır.” (İbrahim, 14/23)
“Orada onların duaları ‘Allah'ım! Senin şanın pek yücedir’ sözüdür. Aralarındaki temennileri ‘selam’dır, dualarının sonu ise ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun’ sözüdür.” (Yunus, 10/10)
Evet, dünyada selam, âhirette selam. İşte İslam’ın insanlar için dünyada ve âhiretteki hedefi, insanlığa çağrısı budur.
İnsanların, birbirlerinin kurdu değil yurdu olma bilinciyle hareket edip birbirlerinin esenliğini, iyiliğini temenni ettikleri ve kalben, kavlen ve fiilen selamı yaygınlaştırarak selam üzere bir dünya kurup, hep birlikte âhiret selametini kazanma gayreti üzere yaşayacakları bir hayat...
Bugün dünyanın tam anlamıyla cehennemî bir gezegene dönüşmüş olması, insanların çoğunluğunun maalesef İslam’dan, selam bilincinden uzak, selamın temsil ettiği velayet yaklaşım ve pratiği yerine, insanı insanın kurdu olarak konumlandıran yıkıcı rekabet anlayışının egemenliği sebebiyledir.
İslam, yeryüzünde tuğyanın sebep olduğu fitnenin ortadan kaldırılıp dinin Allah’a has kılınmasını[2] ve böylece yeryüzünde barış ve esenliğin egemen olmasını hedeflemektedir. İslam’ın selamı, işte bu hedefin mü’minlerin dillerinde sürekli canlı tutulması, gündemleştirilmesi anlamına gelmektedir.
İslam’ın bu evrensel öğreti ve şiarını Araplıkla, Arapçayla sınırlandırmaya kalkışmak, ancak bir cehalet izharıdır. Evet İslam Rabbimiz tarafından Arapça üzerinden bildirilmiştir, ancak unutulmamalıdır ki İslam vahyi, Arapça kelimeler üzerinden kendi ıstılahını inşa etmiş, birçok kelimeyi lügat anlamından ıstılahi anlama taşıyıp “İslamca” bir literatür oluşturmuştur.
Bu temel gerçeği dahi bilmeyen ve İslam ve şiarlarına kendi dar, ırkçı ideolojik kalıpları ile yaklaşan kişi ve çevrelerin, İslam’ın esenlik parolası “Selamun aleykum” cümlesinin evrensel mahiyetini anlamalarını beklemek beyhudedir.
Son söz olarak şunu ifade edelim ki, “Günaydın” ifadesi, başta da izah etmeye çalıştığımız üzere iddia edildiği gibi Türkçe bir kelime değildir, fakat “Selamun aleykum” ifadesi Arapçadır, Türkçedir, Kürtçedir, Farsçadır, Malaycadır, Hintçedir, İngilizcedir, İspanyolcadır, Rusçadır, Japoncadır, Somalicedir, Ruandacadır…
Ez cümle, “Selamun aleykum” ifadesi tam olarak “İslamca”dır. Es-Selamu aleykum ve rahmetullah. Selamların en güzeli ve Allah'ın rahmeti üzerinize olsun.
İslam’ın özetini Rabbimiz, Kalem sûresi 4. ayette “azim ahlak / üstün ahlak” olarak beyan etmiştir.[1] Rivayete göre Rasulullah (a.s.) da bu durumu “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”[2] ifadesiyle dile getirmiştir.
Ahlak, insanların davranışlarını belirleyen genel yaklaşım ve yönelimlerini ifade etmektedir. İnsanın yaratılışı “halq” kelimesiyle ifade edilirken, davranışlarına yön veren yönelimi “hulq” kelimesiyle ifade edilmektedir ki, iyi ve doğru yönelimler “güzel ahlak”, kötü yönelimler ise “kötü ahlak” olarak ifade edilmektedir.
Rabbimiz, bilindiği üzere Rasulü’nü bize “en güzel örnek” olarak tavsif etmektedir.[3] Onu da bize, tıpkı Rasulullah gibi “azim ahlak” sahibi olmakla nitelemekte ve dolayısıyla bize azim/üstün ahlak sahibi olmayı bir mükellefiyet olarak yüklemektedir.
Esasında kendisini İslam’a gerçek anlamda nisbet eden, “Ben müslimlerdenim” diyebilen herkes, ahlaklı insan olmak zorunda olduğunun bilincindedir. Zira her mümin, İslam’ın, ayette belirtildiği üzere “azim/üstün ahlak”, hadisteki ifadesiyle “güzel ahlak” olduğunu bilir.
Bu itibarla İslam’a bağlılık bilincinde olan her mümin, İslam’ın ahlak ölçülerine uygun bir hayat yaşamaya gayret eder. Lakin ahlak mefhumunun daha ziyade insanların ferdi davranışlarıyla sınırlı bir algıya mahkûm edilmesi sebebiyle, bütüncül bir ahlak kavrayış ve pratiği noktasında zaaflar yaşanabilmektedir.
Bu noktada ihmal edildiğini düşündüğüm hayati bir konu olarak “iktidar ahlakı” konusu üzerinde durmakta fayda görüyorum.
İnsanlar olarak, fert ve topluluklar planında Rabbimiz tarafından çeşitli alanlarda sınanmaktayız. Ki hayat baştan sona bir sınav, sınama sürecidir: “Hayatı ve ölümü, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için yaratan O’dur. O azizdir, ğafurdur.” (Mülk, 67/2)
Şunu ifade etmek isterim ki, insanların fert ve topluluk planında muhatap olduğu en zorlu sınav alanlarından biri iktidar alanıdır. Genelde biz iktidar denince salt siyasal iktidar alanını anlarız. Oysa en küçük toplumsal yapı olan aile başta olmak üzere, işyerleri, insanların belli bir inanç veya düşünce etrafında bir araya geldikleri içtimai, siyasi, iktisadi tüm organizasyonlar neticede bir iktidar alanıdır.
Dolayısıyla aslında insanlar olarak hepimiz, iktidar olmakla ve iktidarda nasıl davrandığımız hususunda sınanmaktayız. Bu, topluluklar anlamında da böyledir. İnsanlar mikro veya makro iktidar alanlarında bazen muhalefet, bazen de iktidar olarak sınava tâbi tutulur. Her iki durumda da, Allah’ın insanlar için belirlediği hakkaniyet ve adalet ölçülerine ittiba edip etmedikleri, ahlaki düzlemde hareket edip etmedikleri konusunda sınanmış olurlar.
Öncelikle fert ve topluluklar olarak hepimizin, bu konuda bir farkındalık sahibi olmamız gerekir. Hayatımız boyunca çeşitli “iktidar” imkânlarına kavuştuğumuzu ve bu imkânlara kavuştuğumuzda nasıl hareket ettiğimize dair bir imtihana tâbi kılındığımızı bilmemiz işim temelidir. Bu farkındalık olmazsa, imtihan ve hesap bilinciyle hareket etme noktasında daha başından bir zaafın içine düşmüş oluruz.
Bu noktada, İslam’a ve dolayısıyla hayata bakışımızda genelde ifrat ve tefrit uçlarının etkili olduğu acı bir gerçektir. İslam’ı ve hayatı ya tamamen bireysel plana indirgeyen bir bakış açısıyla okumak bir tarafta, tamamen makro siyasal alana nakledilmiş bir bakış açısıyla okumak diğer tarafta. Oysa Rabbimizin beyanıyla, biz “ümmeten vasaten / vasat ümmet”[4] olmakla emrolunmuş insanlarız ve bu sebeple de her türlü aşırı yaklaşım ve tutumdan uzak durmakla mükellefiz.
Mikro ve Makro İktidar Alanları
Evvelemirde hayatın aslında baştan sona bir “egemenlik ve iktidar ilişkileri” toplamından ibaret olduğunu ifade etmek gerekir. Lakin bu ilişkileri salt makro siyasal iktidar ilişkilerden ibaret görmek büyük bir yanılgıdır. Öyle ki, Kitab-ı Kerim’de “Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü…”[5]beyanında bulunan ayetlerin varlığı düşünüldüğünde, insanın kendi içinde de bir iktidar alanı ve iktidar çatışması olduğunu görmüş oluruz.
Dolayısıyla, “mikro iktidar alanları”nı yok sayan veya bu alanlar konusunda farkındalık oluşturamayan bir yaklaşımla hayatı doğru anlamak ve imtihanı hakkıyla verebilmek zaten mümkün değildir. Mesela bizler, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler” ayetlerini[6] salt makro siyasal alanla sınırlı olarak analr ve gündem ederiz. Oysa bu ayetler mikro ve makro her “iktidar alanı”yla ilgilidir.
İşte bu sınırlayıcı ve daraltıcı yaklaşımlar sebebiyledir ki, makro iktidar alanı için Allah’ın hükümlerine ittiba etmeyi, hakkaniyet ve adalet ilkelerine uygun davranmayı gündemleştiren ve mevcut cahiliye düzenlerini bu çerçevede haklı olarak zulümle niteleyen toplulukların, kendi aralarındaki mikro iktidar alanlarında hakkaniyet ve adalet ölçülerine ne kadar dikkat edip bu ölçülere uygun davrandıkları, ciddi anlamda muhasebesi yapılması gereken bir konudur.
Dünya hayatında makro iktidar alanıyla imtihan edilen fert ve topluluklar azdır, lakin yukarıda da belirttiğimiz gibi mikro iktidar alanlarında her insan ve her topluluk bir imtihan vermektedir.
İşte bu noktada “iktidar ahlakı” mefhumu gündeme gelmektedir, gelmelidir. Muhtemelen, söz konusu ettiğimiz “muktedir olmakla sınanma farkındalığı”nın yetersizliğinin de etkisiyle bu alanda genelde çok iyi sınavlar verilemediğini gözlemlemekteyiz.
Hak ve ona dayalı adaletten söz eden, varlık sebebini bu iddiayla temellendiren nice topluluğun, eline bir iktidar imkân ve alanı geçtiğinde çok da hakkaniyetli davranmadığını müşahede ettik. Bu noktada makro iktidar alanı açısından da, mikro iktidar alanları açısından da tanıklıklarımız oldu.
Despotizm ve tahakküme karşı verilen mücadele sonunda devlet olma imkânına kavuşulduğunda, mücadele sürecinde dayanak kılınan hak ve adalet ilkeleri yerine ve üstelik bu değerler adına despotizm ve tahakkümün farklı bir versiyonunun cari kılındığına da, hak, adalet, merhamet gibi İslam’ın asli ve asil değerleri dillendirilerek yapılan ve adına da “İslam inkılabı” denilen yolun sonunda, kâfir bir azınlık diktasına hâmilik yapacak ve onun yanında mazlumların karşısında pozisyon alacak bir zulüm otoritesine dönüşüldüğüne de tanıklık ettik.
Elde edilen iktidar alanını bırakalım toplumla, kendi dışındaki İslami kesimlerle dahi paylaşmaya yanaşmayan pratiklere de, “süper güç” olarak ifade edilen işgalcileri büyük bedellerle def edip, mesele iktidarı paylaşmaya gelince birbiriyle savaşmaktan bile kaçınmayanlara da şahitlik ettik yakın dönemlerde.
Makro siyasal alandaki iktidar imtihanlarının yanı sıra, mikro iktidar alanlarındaki hal-i pürmelalimiz de genel olarak ciddi muhasebe ve arınma ameliyelerine muhtaç görünmekte. Her şeyden önce, İslam’ın öngördüğü “saf düzeni” ekseninde kolektif bir bilinçle gerçek anlamda istişari zeminlerin teşkil ve temini ve bu zeminde “iktidar paylaşımı”, İslam’la inşa olmuş akılların birlikteliğine dayalı bir işleyiş ve yürüyüşten ziyade, “tek akıl” veya dar bir ekip aklının tahakkümüne dönüşen yapılanmalar sorunumuz var yaygın bir hal olarak.
Ki, paylaşımın, kolektif bilincin, akılların birleştirilmesinin, kısacası paylaşımın olmadığı bir yerde “iktidar ahlakı”ndan söz etmek beyhude olacaktır. İslam’ın asli ve asil değerlerini teşkil eden hakkaniyet ve ona dayalı adalet öğretisi, Hukukullah ve Hududullah temelinde “hukuku’l-ibad”ı (kulların hak ve hukuklarını) gözetmeyi ve yeryüzünde bu düzlemde bir işleyişi cari kılmayı öngörür. İnsanlar arasında kolektif bilince dayalı bir işleyişi öngören saf düzeni yerine, kast sistemleri oluşturacak ve dolayısıyla tahakkümü doğuracak şekilde hiyerarşik bir yapılanmanın cari kılınması, İslam’ın öngördüğü hakkaniyet ve adalet düzlemini daha başından ortadan kaldıran bir duruma tekabül etmektedir.
Ya Sev, Ya Terk Et!
Düzlem-zemin yanlış kurulunca da, onun üzerine doğruların inşa edilmesi mümkün olmamaktadır. Sözün burasında, mikro iktidar alanlarımızdaki iktidar imtihanlarımıza dair birkaç tanıklığımla, anlatmak istediğimi müşahhaslaştırmak istiyorum.
Rabbimizin Kur’an’ın inzal sürecindeki ilk emirlerinden olan ruczdan hicret[7], yani İslam’ın ölçüleri dışındaki tüm ölçü, inanış, yöneliş ve işleyişlerden akidevi kopuş ve teberri tutumunu, Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler”deki ifade biçimiyle “cahiliyeden akidevi ayrışma” söylem ve tutumunu yıllarca güçlü şekilde vurgulayıp bu Kur’ani vurgu / Nebevi tutum üzere bir mücadele hattı inşa çabasında olup da, bir noktada bu tutum ve duruştan uzaklaşarak cahiliye düzeninin cahili anayasasının revizyonu referandumuna aktif destek ile sistem içi demokratik dönüşüm süreçlerinin paydaşlığı konumuna evrilen bir ekibin, yıllarca kendileriyle birlikte Kur’ani ilkeler üzere yol almış olan bizlerin o süreçteki hakkı ve hak ilkelerde sabrı/sebatı tavsiye çabalarımıza karşı bir noktadan sonra takındığı “ya sev ya terk et” tutumunu hiç unutamam.
Oysa aynı ekip, kemalist ulusalcı düzenin muhalif kesimlere yönelik “ya sev ya terk et” sloganını haklı olarak sıklıkla eleştirmekteydi ve halen de eleştirmekteler. Fakat işte hayatın cilvesi dedikleri husus bu olsa gerektir ki, makro iktidar alanlarına yönelik bir haklı tutumunuzla kendi mikro iktidar alanlarınızda sınanınca, benzer bir tutum ortaya koyma durumuna düşüyorsanız, işte orada iktidar alanıyla ilgili tâbi tutulduğunuz imtihanda sınıfta kalıyorsunuz demektir.
Cahiliye düzeninin cahili temelli bâtıl anayasasının, esasa da hiçbir şekilde taalluk etmeyen kısmi ve tali revizyonuna aktif destek (oy desteği) kararına, Kur’ani/Tevhidi ilkelerle haklı olarak itiraz edip, yıllarca dillendirilip vurgulanan cahiliyeden akidevi kopuş temelli Nebevi mücadele tavrı yerine, cahiliye içi “iyileştirme” süreçlerine paydaşlık konumuna (anayasa referandumuna destek bildirisinde ifade edildiği şekliyle “sistemin adalet temelinde yeniden inşası” taraftarlığına)[8] düşülmemesi yönündeki nasihatlarımıza karşılık, “Bizi daha fazla sıkboğaz etmeyin, bu yazdıklarınızı gidip kendi yayın organlarınızda yazın” şeklinde “ya sev ya terk et” tutumuna muhatap olmak, gerçekten ibretlik bir hadiseydi.
Yıllarca “cahiliyeden akidevi ayrışma”, “istişari birliktelik” söylemlerini öne çıkarıp da, ilk ciddi imtihan anında her iki temel ilkeyi de yok sayan bir tutumla, birlikte yol aldıkları müminlerle istişare etmeden cahili bir anayasanın revizyonuna destek gibi, akidevi temeldeki teberri tutumuyla asla telif edilemeyecek, o cahili anayasanın yapımında paydaşlık gibi bir hali doğuracak bir tutuma savrulmak ve bu duruma hakkaniyet temelinde itiraz eden müminlere “ya sev ya terk et” tavrı koymak, tabii ki iktidar ahlakı açısından ciddi bir soruna tekabül etmektedir.
Hakeza yakın dönemde yaşanan bir başka “iktidar imtihanı”nın muhatabı olan bir ekibin, güzel ve örnek bir İslami dâvet çalışmasına son birkaç yıl içinde ve üstelik “yakın bölgelerdeki Müslümanlar çalışmalarını birlikte sürdürmeli” güzel niyetiyle başka Müslümanların zorlaması sonucu dahil olduktan sonra, bir noktada “iktidar paylaşımı” ahlakı yerine “iktidarı tekelleştirme” tutumunu işler hale getirerek o örnek dâvet çalışmasını kendi özgünlüğü, doğallığı ve doğal etkileşim çevresinden uzaklaştırma ve kendi dar ekip ajandalarını dayatma yoluna girdiklerine ve asli temsilcilerinin bu duruma itirazları karşısında da ev sahiplerini dışlama, tüm hak ve hukuklarını, emeklerini yok sayarak kapı dışarı etme cürmüne yöneldiklerine tanıklık ettik.
Bir defa ahlaki zeminden sapıldığında, elde edilen gücün cazibesiyle, “ahlakın gücü”ne dayanmak yerine “gücün ahlakını” üretip işler kılmaya kalkışıldığında, işler bu noktada da kalmamaktadır. Nitekim bu son misalde de kalmamış, söz konusu İslami dâvet mirasının kendi doğallığı, özgünlüğü ve doğal sosyal çevresinden uzaklaştırılması yoluna girilip, bu yolda asli temsilcileri de çalışmadan tard edildiğinde, sıra geçmişe yönelik dizayn çabasına gelmiş, o örnek İslami çalışmanın asli temsilcileri ve doğal çevresinde yer alan müminlerin o çalışma bünyesinde ürettikleri sohbet, makale, panel, konferans gibi dâvet mirası da, ilgili mecralardan kaldırılarak yok edilme yoluna gidilmiştir.
Kemalist tuğyan kadrosunun, türlü ayak oyunlarıyla iktidarı ele geçirdikten sonra Osmanlı döneminde üretilen müktesabata yönelik tavrına ne kadar da benziyor değil mi bu yaşananlar? Makro iktidar mücadelesi noktasında kemalist düzen ve diğer zulüm düzenlerinin eleştirildiği hususlarda, mikro iktidar imkânlarına kavuşunca benzeri tutumlara yönelmek ne kadar ilginç ve ibretlik, öyle değil mi?
Tabi ahlaki zemin kaybedilince iş bu noktada da kalmıyor. Ortak dâvet mirasına karşı girişilen bu kıyıma itiraz edildiğinde, tıpkı zulüm düzenleri kendilerini ve zulümlerini eleştirenleri nasıl ki “fitne çıkarmakla” itham ediyorsa, bu örnekte de aynısının yaşandığına tanıklık ettik. Bir dâvet mirasını, kendi özgünlüğünden, kuşatıcılığından, doğal sosyal çevresinden ve asli temsilcilerinden koparıp, ardından da o dâvet müktesabatını üstelik asli temsilcilerinin kurduğu ilgili mecralardan kaldırma cürmünü işlemek bizatihi fitnenin kendisi iken, bu cürmü eleştirmek fitne olarak etiketlenerek bu hususta bile zulüm düzenleriyle aynı düzleme düşülebiliyor.
Yakın dönemlerde tanıklık ettiğimiz bu iki ibretlik örnek, “iktidar ahlakı” konusunda çok ciddi zaaflar yaşanmakta olduğunu göstermeye yeterli olsa gerek. Dolayısıyla bu konunun öneminin anlaşılması gerekmektedir. Söz konusu mikro iktidar alanlarındaki imtihanları, bir yönüyle de Rabbimizin bizleri makro iktidar imtihanı öncesi tâbi tuttuğu imtihanlar olarak görebiliriz.
Neticede hayat, tüm an ve alanlarıyla bir imtihandır ve “muktedir olmakla” sınanmak, bu imtihanın çok önemli bir boyutunu teşkil etmektedir. Bu noktada, Kur’an’ı ve siyeri bir kez de hassaten bu imtihan bağlamında, “iktidar ahlakı” konusu çerçevesinde okumak gerektiğini düşünüyorum.
“Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı” başlıklı Şubat ayı yazımızın sonunda, hayatın tüm an ve alanlarıyla bir imtihan olduğuna işaret etmiş, “muktedir olmakla” sınanmanın, bu imtihanın çok önemli bir boyutunu teşkil ettiğini belirtmiş ve Kur’an’ı ve siyeri bir kez de hassaten bu imtihan bağlamında, “iktidar ahlakı” konusu çerçevesinde okumak gerektiğine vurgu yaparak, bir sonraki yazımızın inşallah bu konuya bir giriş mahiyetinde olacağını ifade etmiştik.
Biz mü’minler, Kur’an’ın öğretisi gereği[9] yarına dair Rabbimizin dilemesi istisnasını dile getirmeden bir söz vermeme bilincine sahibiz. Nitekim Şubat’ın 6’sında Kahramanmaraş’ta sabaha yakın ve öğlen vakti meydana gelen ve geniş bir coğrafyayı derinden etkileyerek Türkiye ve Suriye’de birçok yerleşim yerini tam anlamıyla yerle bir eden depremler gündemimizi değiştirdi.
Bizler de, İslam’ın bize yüklediği sorumluluk bilinciyle deprem bölgesinde karınca kararınca çalışmalar yapmaya gayret ettik ve dergimizin Mart sayısında da bölgedeki izlenimlerimize ve depremler konusunda nasıl bir yaklaşım içinde olmamız gerektiğine dair makalelere yer verdik.
Evet hayat tüm boyutlarıyla bir imtihan. Varlık ve yokluk, tatlı ve acı olaylar, kazanç ve kayıplar… Hayat düz bir çizgide ilerlemiyor, döngüsel bir süreç olarak devam edip hükmünü yürütüyor. Rabbimizin İnşirah sûresinde buyurduğu üzere “zorlukla birlikte kolaylığın”[10] ve tabii ki aynı şekilde kolaylıklarla birlikte zorlukların yaşandığı bir imtihan alanı hayat.
İşte, iman bilinci ve ona dayalı emanet bilincini kaybetmiş toplumsal işleyişin, tamahkârlığa dayalı yanlış bir imarla büyük bir insani felakete dönüştürdüğü deprem afetlerine de, hayatın imtihan boyutlarından biri olarak tanıklık ettik.
Bundan sonrası için, aynı zamanda Rabbimizin kevni ayetlerinden olan bu afetleri unutmamak ve yaşananlardan her yönüyle gereken dersleri almak düşüyor bizlere. Tabi açılan büyük yaraların sarılması noktasında üzerimize düşenleri yapma gayretimizi de ihmal etmemek…
İktidar ahlakı konusunu ele aldığımız ilk makalemizde, Kalem sûresi 4. ayette bildirildiği üzere Rasulullah (a.s.)’ın azim/üstün ahlak üzere olduğuna değinmiş ve Âişe annemizin (r.a.), onun ahlakının Kur’an olduğu vurgusunu hatırlatmıştık. İşte Rasulullah’ın iktidar alanlarındaki tutum, davranış ve uygulamalarını belirleyen ahlaki normları da Kur’an’ın öğreti ve ölçülerine dayanıyordu.
Temel iktidar/yönetim ilkesi olarak Kur’an’la hükmetmekle emrolunan[11] Rasulullah’ın, ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi tüm amel ve uygulamaları Kur’an’ın ölçü ve hükümleri üzere olduğu gibi, siyer kaynaklarında yer alan haberlerden öğrendiğimiz üzere o, iktidar ahlakı konusunda Kur’an’da yer alan kıssalardaki Peygamber uygulamalarını da örnek almaktaydı.
Mekke fethi sırasında kendilerine nasıl davranılacağı konusunda endişe içinde bulunan Mekkelilere Rasulullah (a.s.)’ın, “Benim halimle sizin haliniz, kardeşim Yusuf’un kardeşleriyle durumu gibidir. O’nun kardeşlerine söylediği sözü bugün ben de size söylüyorum: ‘Bugün size kınama yoktur. Allah size affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92). Gidin, hepiniz serbestsiniz.”[12] şeklindeki hitap ve tutumu, bu konudaki misallerden biridir. Ki bu misalde, Yusuf (a.s.) ve Rasulullah (a.s.)’dan bizlere çok önemli bir iktidar ahlakı dersi bulunmaktadır: Güçlü iken intikam hırsıyla hareket etmeyip affedici olmak, merhameti her an aktif tutmak...
Tıpkı yine Yusuf (a.s.)’ın Mısır’a hükümran olduğundaki ve Rasulullah’ın Mekke’nin fethi sırasındaki tutumlarının bize, zafer ahlakına dair çok şey öğretmesi gibi.
İşte bugün bizler, her konuda olduğu gibi mikro ve makro iktidar alanlarımızda kuşanmamız gereken “iktidar ahlakı” konusunda da Rasulullah’ı örnek almakla, onun gibi, ahlakımızı Kur’an ahlakı kılmakla mükellefiz.
Mülkiyet mi, Emanet mi?
İslam’ın bizlere öğrettiği temel değerlerden biri emanet bilincidir. İnsanların geçmişten günümüze fert ve topluluklar planında en büyük sapmalarından biri, Allah’ın bahşettiği nimetlere emanet bilinci çerçevesinde yaklaşmak ve ictimai, siyasi, iktisadi iş, ilişki ve işleyişlerini bu bilinç çerçevesinde yürütmek yerine, mülkiyet iddiasına kalkışmaları, emaneti mülk edinmeye çalışmaları olmuştur.
Bu kırılma, mikro ve makro tüm “iktidar alanları”ndaki yanlış yönelim ve tutumların temelinde yer alıyor dememiz mümkündür. Sahip olunan imkân ve konumların emanet olduğu kavrayışına dayalı yaklaşım sahibi bir kimse veya topluluk ile, imkân ve konumları kendi mülkü olarak gören kişi ve toplulukların tutum ve uygulamaları tabii ki tamamen farklı olacaktır.
Emanet bilinci, bu bilince sahip olanlarda iktidar ahlakının temelini teşkil edeceği gibi, emanet bilinci yerine mülkiyet iddiasıyla hareket edenler ise, ahlaki düzlemi işin başında tarumar etmiş olacaklardır. Bu anlamda, Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği, Firavun’un şu söylemini hatırlayalım: “Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf, 43/51)
Bir kişi veya topluluk, Âlemlerin Rabbi Allah’ın arzına veya insanlar için bahşettiği diğer imkânlara emanet çerçevesinde bakmayı terk edip mülkiyet iddiasıyla bakmaya başladığında, hakkaniyet, adalet, merhamet, paylaşım zeminini yok etmiş olur.
Zira bu yaklaşımda göre artık “kendi mülkünde” hükmetmekte, “kendi mülkü” üzerinde tasarruf ediyor olmaktadır ki, bu zeminde artık hakkın/hukukun gücü değil, gücün “hukuku” işlemeye başlayacaktır.
İslam öncelikle bize yeryüzünde imtihan için bulunduğumuzu talim etmekte ve bizi “yeryüzünün halifeleri” olarak konumlandırmaktadır.[13] İşte insanoğlu, yeryüzünün yöneticisi/emanetçisi olarak, orayı imar etmekle, orada hakkı ve ona dayalı adaleti hâkim kılmakla mükellef kılınmıştır.
İnsanoğlu bu gerçeği unutmadığı ve Rabbinin kendisi için belirlediği bu konuma rıza ve ittiba üzere hareket ettiği takdirde, yeryüzü Darus Selam / Barış Yurdu olacaktır.
Zira bu durumda insanlar öncelikle Rableriyle barışık olacaklar (O’na tuğyan etmekten imtina ve ittika edecek, dünya ve âhiret saadetlerinin O’nun ölçü ve hükümlerine ittiba ile mümkün olduğu bilinciyle hareket edecekler), bu sayede de hem birbirleriyle, hem de tüm nebatat ve hayvanatla barış içinde yaşama imkânı bulacaklardır.
Oysa tarihin büyük bölümünde ve bugün olduğu gibi, yeryüzünü Allah’ın hükümleri üzere imar etmekle mükellef halifeler olma bilincini yitirip, varlıkla ve sahip kılındıkları imkânlarla emanet kavrayışı yerine mülkiyet iddiası üzerinden ilişki kurduklarında, insanların yeryüzünü nasıl cehenneme çevirdiğini, birbirlerinin kurdu haline geldiklerini aynel yâkin olarak yaşayıp müşahede etmekteyiz.
Makro iktidar alanları için söz konusu olan bu hususlar, farklı ton ve düzeylerde mikro iktidar alanları için de aynı şekilde geçerlidir. Mesela bir insan ailesi ile ilişkilerini emanet bilinci temelinde değil de mülkiyet iddiası temelinde kuracak olursa, “Benim çocuğum değil mi, severim de döverim de” anlayışıyla hareket edebilir veya eşine ve çocuklarına dilediği gibi dayatmalar yapmaya kendinde hak görebilir.
Hatta bir kimse kendi bedenine dahi emanet bilinci yerine mülkiyet iddiası üzerinden yaklaştığında, orada zulüm kaçınılmaz olmaktadır.
Örneğin bugün “Benim bedenim, benim ciğerim, içki içiyorsam, sigara içiyorsam kendi zararıma” deyip kendisine zulmetmeye devam edenler veya “Benim bedenim, benim kararım” deyip cinsel sapkınlıklara ve kürtaj gibi cinayetlere yönelenler, emanet bilincinden uzaklaşıp mülkiyet iddiasına kalkışmanın ferdin kendi hayatında dahi ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğunun ibretlik örneklerini teşkil etmektedir.
Hakkaniyet, Adalet, Ehliyet, Meşveret, Kanaat, Merhamet
Zerreden kürreye, mikrodan makroya, ferdi, ailevi, zümrevi, ictimai tüm iktidar alanlarında sahip olmamız emrolunan “iktidar ahlakı”nın temelini, iman bilincinin gereği olan emanet bilinci olarak ifade ettikten sonra, konuyu bugün için sınandığımız dar zümrevi iktidar alanlarımız açısından değerlendirmekte fayda görüyorum.
Zira makro iktidar alanlarında sınanmamız yarınlar için muhtemel olsa da, her İslami çalışma grubunun kendi içindeki işleyiş açısından dar/mikro bir iktidar alanı içerisinde bulunduğu ve bu alanda iktidar ahlakı açısından sınandığı gerçeğini unutmamız gerekir. Bu itibarla bugün mikro iktidar alanlarındaki sınavımız, yarınlardaki muhtemel makro iktidar alanlarındaki sınavımızın da bir prototipidir aynı zamanda.
Mikro iktidar alanlarımızda hakkaniyeti, adaleti, ehliyet ve merhameti işlevsel ve egemen kılmadığımızda, talip olduğumuz makro iktidar alanlarında bunu gerçekleştireceğimizi iddia etmenin bir anlamı kalmayacaktır.
Konuyla ilgili ilk makalemizde, mikro iktidar alanında Müslümanlar olarak sahip olmamız gereken, sahip olmakla emrolunduğumuz “iktidar ahlakı”na mutabık olmayan, yaşanmış iki olumsuz misalden söz etmiştim.
İşte o olumsuz misallerdeki, hakkaniyet, adalet, merhamet ve paylaşım gibi iktidar ahlakına dair temel umdelerin hilafına ortaya konulan yaklaşımların temelinde, yukarıda söz etmeye çalıştığımız, sahip olunan imkânlara emanet bilinciyle yaklaşılması yerine o imkânların mülkiyet edinilmeye kalkışılması yanlışının olduğunu ifade edebiliriz.
Zira emanet bilinci, hakkaniyet, adalet, merhamet, paylaşım gibi değerleri beslerken, mülkiyet iddiası tekelciliği, dışlayıcılığı, ben veya biz merkezciliği doğurmaktadır.
Demek ki İslami çalışma gruplarında yer yer gözlemlenen ve İslam’ın bize öğrettiği iktidar ahlakına asla mutabık düşmeyen ben veya biz merkezli yaklaşımların izale edilebilmesi ve daha kuşatıcı, İslam’ın büyük kardeşlik öğretisi ve buna dayalı dayanışma/yardımlaşma tutumunu aktif kılacak yaklaşımların öne çıkabilmesi için, öncelikle çalışma gruplarımıza, kurum ve kuruluşlarımıza mülkiyet iddiasıyla bakmaktan vazgeçip, emanet bilinciyle yaklaşmayı öğrenmemiz gerekir.
Bu yaklaşımı esas aldığımızda, Rabbimizin İslami dâvet çalışmaları noktasında bize bahşettiği imkânların tekelleştirilmesini doğuran, “Benim cemaatim / bizim cemaatimiz, benim vakfım-derneğim / bizim vakfımız-derneğimiz, benim dergim / bizim dergimiz” gibi sığ ve sığlaştırıcı bakış açısı yerine, “Müslümanların cemaati, Müslümanların vakfı-derneği, Müslümanların dergisi” şeklindeki kuşatıcı, kardeşleştirici bakış açısını aktifleştirmek mümkün olacaktır.
Bu bakış açısı, İslami çalışma grup ve kuruluşlarını aynı nehre doğru akan mütevazi dereler olarak konumlandırmayı ve böylece tefrikanın önüne geçip, kardeşlik ve dayanışma anlayışını güçlendirmeyi doğuracaktır.
Emanet bilincinin esas alınmasıyla, yapılanma ve işleyişte adalet, meşveret, ehliyet, merhamet, kanaat ve paylaşım gibi Kur’ani ilkelerin belirleyici kılınması mümkün olacaktır. Bu da, ben veya dar klikçiliğe dayalı biz merkezci sığ ve sığlaştırıcı işleyişler yerine, İslam dâvâsının gerektirdiği şekilde kuşatıcı, kardeşleştirici örneklikleri doğuracaktır.
Bugün bu hususta yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz sorunların temelinde, İslami çalışma zeminleri ve müesseselerinin tüm Müslümanların ortak zemin ve müesseseleri olduğu kavrayışının zayıflatılmasıyla, bu zemin ve müesseseleri kişi veya dar kliklerin mülkiyetinde görmeye başlamak ve böylece paylaşım, dayanışma ve ortak zeminler inşa etme bilincinden uzaklaşılmış olması yatmaktadır diyebiliriz.
Evet, Rabbimizin bize nasip ettiği İslami çalışma zemin ve müesseselerimize bir Müslüman için asla söz konusu olmaması gereken mülkiyet iddiası üzerinden değil de, emanet bilinci çerçevesinde baktığımızda, birbirimizi bugün olduğu gibi kolaylıkla ötekileştirip dışlamaz, kendi çalışma grubu ve müessesemizi mutlaklaştırma ve merkezileştirme yanlışına düşmekten imtina eder, kendimize gettolar oluşturma sığlığına düşmeyiz.
Emanet bilinci, İslam dâvâsının belli bir çalışma grubu veya kesimin değil, tüm Müslümanların ortak dâvâsı olduğu gerçeğini bize fark ettirecektir ki, yeryüzünde fitnenin/bâtılın ortadan kaldırılıp hakkın egemen kılınması gibi büyük, ağır bir iddiayı[14] bir veya birkaç çalışma grubunun üstlenmeye kalkışması zaten akıl kârı da değildir.
Bir binanın doğru inşası ve sağlamlığının her şeyden önce temelinin doğru atılmasına bağlı olması misali, İslami çalışmaların da emanet bilinci temelinde inşa edilmesi ve bu bilinç üzere yürütülmesi, bu mikro iktidar alanlarında kuşanılması gereken iktidar ahlakının tesis edilip işlevsel kılınmasın açısından elzemdir.
Bu yapıldığında, iktidar ahlakı noktasında yaşanan zaafların ana sebeplerinden birini teşkil eden hiyerarşik yapılanma sorunu yerine, Rabbimizin öngördüğü ve Rasulullah (a.s.)’ın da, gerek Mekke’deki cemaat ve gerekse Medine’deki cemiyet yapılanmasıyla müşahhaslaştırdığı saf düzeninde yapılanma işlerlik kazanacaktır ki, iktidar ahlakının temel umdeleri olan hakkaniyet/adalet, paylaşım, ehliyet, meşveret, kanaat, merhamet gibi hasletler belirleyici umdeler haline gelsin.
Aksi halde, bugün yaygın olduğu üzere, “Şu kişinin cemaati”, “Bu kliğin vakfı/derneği/dergisi” gibi, bütününü oluşturan cüzler olmak yerine, bütünden kopuk, her biri kendi kendine bir bütünü teşkil etme görüntüsü veren ve bu anlamıyla Rabbimizin bizi nehyettiği tefrika halini ifade eden durumunda kalmayı sürdürürüz. Ki bu durumun dünyada da âhirette de ziyan sebebi olduğu ortadadır.
Dünyada ve âhirette ziyan sebebi olacak bir hususun söz konusu olduğu bir durumda da çözüm aramamak, bu durumun dünyada ve âhirette kazanmayı doğuracak hale tebdili için gayret etmemek, Müslümanlar için düşünülebilecek bir tercih değildir.
İnşallah bir sonraki yazımızda, iktidar ahlakına dair söz konusu ettiğimiz Kur’ani umdelerle ilgili Rabbimizin beyanlarına ve bu umdelerin Rasulullah (a.s.)’ın örnekliğindeki izdüşümlerine dair değinilerle konuyu toparlamaya çalışacağız.
“Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı”makale serimizin bu sonuncusunda, İslam’ın bize “iktidar ahlakı” çerçevesinde öğrettiği ilke ve ölçülerle ilgili Kur’ani referanslar ve bu referansların Rasulullah (a.s.)’ın sîretindeki izdüşümlerine değinerek konuyu toparlamak istiyoruz.
İslam’ın iktidar öğretisinde öne çıkan kavramlar/değerler olarak şu hususları zikretmek mümkündür:
İslam, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirlediği hayat nizamı olarak yegâne hak din/hayat nizamıdır.[15] Evet, hakikat biriciktir, o da el-Hak olan Âlemlerin Rabbi’nin biz kullarına bildirdiği din-i mübin-i İslam’dır.
Temelinde hakikati temsil niteliği bulunan İslam, baştan sona bir hakkaniyet öğretisidir. Dolayısıyla her an ve alanda olduğu gibi, iktidar alanında da hakkaniyet, temel ölçüt durumundadır. Her ne gaye ve sebeple olursa olsun, hakkaniyetten sapmak, iktidar ahlakı noktasında ciddi bir sapmanın tezahürüdür.
İslam’ın hâkimiyet iddiası,[16] hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden bağımsız ele alınamaz, bağımsızlaştırılamaz. Zaten hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden koparılmış, konjonktürel hesaplar ve maslahat algılarıyla bu öğreti ve ölçüden uzaklaştırılmış bir hâkimiyet iddiası İslami olma niteliğini yitirmiş demektir.
İşte İslam’ın iktidar ahlakı öğretisi, temelde bu bütüncül kavrayışa dayanır: İslam’ın iktidar/hâkimiyet iddiasından asla ödün vermemek ve bununla birlikte hakikat öğretisi ve hakkaniyet ölçüsünden hiçbir şekilde sapmamak…
Nitekim Rabbimiz Hadid sûresi 25. ayette, İslam’ın iktidar öğretisini hakikat/hakkaniyet, hâkimiyet, adalet bütünlüğünde son derece veciz bir şekilde beyan etmektedir:
“Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab’ı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik. Öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, mutlak kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (Hadid, 57/25)
Kitab-ı Kerim’in hüküm, prensip, ölçü ve yasaların, kısacası hayat nizamının kaynağı kılınarak onun şaşmaz terazisi ile adaleti egemen kılmak ve bu adaleti demirle, yani Kitab’ın ölçülerine tâbi güç ile desteleyip ayakta tutmak.
Bu ayette bize özetlenen devlet nizamı, hakikat/hakkaniyet eksenli ve bu eksende adaleti ikame etmeyi esas alan bir iktidar öğretisidir. İşte bu öğreti, biz Müslümanlar için mikro ve makro tüm iktidar alanları için geçerlidir. Yani biz ferdi, ailevi, içtimai tüm mikro iktidar alanlarımızda hakikat/hakkaniyet temelli bir tutum üzere olmakla mükellefiz.
Her ne gaye ve sebep olursa olsun, bu temelden uzaklaşmak, bu temeli ikinci plana atmak gibi bir tercih, bizi iktidar ahlakından uzaklaştıracak bir sapma olacaktır. Ki Rabbimiz Kur’an’da baştan sona bize bu istikameti çizmekte ve tekrar tekrar hatırlatmaktadır.
Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmayı, zalimlere meyletmemeyi ve muhalefetimizde de aşırıya gitmemeyi,[17] işlerimizi istişare ile yürütmemizi,[18] muhatabımız düşmanlarımız bile olsa hiçbir şartta adaletten ve adil şahitlikten ayrılmamamızı[19] şart koşmaktadır. Rasulullah (a.s.), dâvet ve mücadele süreci ve sonrasındaki iktidar uygulamalarıyla, Kur’an’ın iktidar ahlakına dair bu ve benzeri öğretilerini en güzel şekilde müşahhaslaştırmıştır.
İslam’ın iktidar öğretisi, ferdi topluma feda eden toplumcu yaklaşım ve toplumu ferde feda eden ferdiyetçi yaklaşım yerine, hem ferdin hem de toplumun hukukunu gözeten adalet temelli bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım farkı da, mikro ve makro tüm iktidar alanlarında iktidar ahlakının mahiyetini belirleyen önemli bir faktördür.
Zira birinde ferdin, diğerinde ise toplumun/topluluğun hukuku önem arz etmez, toplumun/topluluğun veya ferdin iktidarı için kolaylıkla yok sayılır. Nitekim biz bu yaklaşım farklarının somut karşılıklarını ailevi, içtimai ve siyasi iktidar alanlarında gözlemleyebiliyoruz.
Aslında tüm bu hususlarda Rabbimizin bizden istediği/bize öğrettiği iktidar ahlakına uygun hareket edebilmemiz, temelde iktidar alanlarına mülkiyet iddiası yerine emanet bilinci ile yaklaşmakla mümün olacaktır. Yani bu konuda emanet bilinci kilit bir mefhum durumundadır.
Emanet bilinci ile hareket edildiğinde, iktidarı mutlaklaştırma ve tekelleştirme gibi sapmalar söz konusu olmayacak, istişare, paylaşım, adalet, merhamet prensipleri aktif ve egemen hale gelecektir.
Sahiplik İddiası, Şahitlik Bilinci Farkı
“Biz dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik” sözü, biz Müslümanların dünya hayatına, gündelik yaşayışa ve mikro-makro iktidar ilişkilerine bakışımızı çok güzel ifade etmektedir. Ki konuyla ilgili bir önceki makalemizde ve yukarıda, mülkiyet-emanet kavramları üzerinden bu hususa vurgu yapmaya çalıştık.
Nitekim Rabbimiz, bizim için temel misyon olarak şahitliği işaret etmektedir:
“Böylece sizi, insanlara şahit olmanız ve Peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
Sahip olma iddia ve güdüsü sonuç odaklı bir yaklaşımı öne çıkarırken, şahit olma bilinci değer odaklı yaklaşımı sonuç verir. Bu durum, evlerimizdeki, işyerlerimizdeki dar iktidar alanlarımız için de, dernek, vakıf gibi dar cemiyet alanlarındaki iktidar ilişkileri için de, siyasi iktidar alanı için de geçerlidir.
Şahitlik bilinciyle hareket edilen yerde “iktidarı” tekelleştirme, bunun için de çeşitli “Bizans oyunları”na başvurma, doğal paydaşların hukukunu çiğneme, dışlayıcılık gibi tutumlar değil, “iktidarı” paylaşma, dolayısıyla istişare kültürü, herkesin hukukunu gözetme, kapsayıcılık, dolayısıyla da rekabet yerine velayet kültürü, işbirliği ve dayanışma söz konusu olur.
İşte Rasulullah (a.s.)’ın gerek Mekke’deki cemaat ve gerekse Medine’deki devlet idaresinde hep bu ilkeleri görmekteyiz. O, sahip olmak için şahitliği ötelemedi, bilakis şahitlikte sebat ederek İslam’ın iktidarı gibi bir nimete kavuşma çabası içinde oldu. Bunun için de neticeye odaklanıp da ilkeleri, ölçüleri (hâşâ) bir ayak bağı olarak görmedi, bilakis emrolunduğu gibi dosdoğru olmak bilinciyle hep onlara sadakat üzere hareket etti.
Uhud gibi çok önemli bir savaşı kaybetme riskine rağmen, kendisi şehir savunmasına kani olduğu halde istişarede ağır basan karara muvafakat ederek meydan savaşına çıktı mesela. İnsanlarla arasında bir sosyal hiyerarşi oluşturmadı, onlarla arkadaş oldu, aynı safta namaz kıldı, aynı halkada Kur’an talebesi, aynı mevzide mücahit oldu. Dışlayıcı değil, hep kuşatıcı oldu, adam harcama değil, adam kazanma saikiyle hareket etti.
İslam’ın bizden istediği iktidar ahlakı, ancak söz konusu etmeye çalıştığımız emanet bilinci ve şahitlik öğretisi zemininde hareket edildiğinde mümkün olacaktır. Böylece “iktidarın” tekelleştirilmesi ve ondan kaynaklanan her türlü adaletsizlik, dışlayıcılık, doğal paydaşların hukukunun ihlali gibi sorunlar yaşanmayacaktır.
İslam’ın iktidar öğretisinde iki önemli hususiyet olan ehliyet ve liyakat[20] ilkeleri, ancak bu durumda işler hale gelecektir. Zira “iktidarın” tekelleştiği durumlarda bu konuda söz konusu ilkeler yerine “iktidar” sahibinin şahsi veya hizbi mülahazaları belirleyici olmaktadır.
Rekabet mi, Velayet mi?
Hakeza “sahiplik” düşüncesiyle “iktidarın” tekelleştirildiği durumlarda, rekabet ve çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Oysa Rabbimiz, bizim için sosyal ilişkilerde rekabeti değil velayeti, yani dayanışmayı, işbirliğini, birlikte hareket etmeyi öngörmektedir:
“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı ikame ederler, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 7/71)
Bilindiği gibi modern batı iktidar öğretisi “insan insanın kurdudur” yaklaşımına dayanır. “Büyük balık küçük balığı yutar” anlayışıyla acımasız ve ölümcül bir rekabeti öngörür, içtimai, siyasi, iktisadi tüm ilişkilerde.
Oysa ayet-i kerimede de görüldüğü üzere İslam, insanların birbirinin kurdu değil, velisi olmaları gerektiğini ifade eder, bizi rakip olarak değil, birbirimizi tamamlayacak, birbirimizle yardımlaşacak veliler olarak konumlandırır.
İşte ailevi, içtimai, siyasi iktidar alanlarımızda bâtıl batının çatışmacı rekabet öğretisi yerine, İslam’ın dayanışma ve kardeşliği öğütleyen velayet anlayışını egemen kıldığımızda, orada birbirimizi ötekileştirmek, dışlamak gibi yanlışlar yerine, birbirimizin hukukuna riayet ve “iktidar” paylaşımı zemininde adalet, merhamet, ehliyet, liyakat, vefa gibi prensipler işler durumda olacaktır.
Bu Kur’ani prensipler üzere hareket edildiği içindir ki Rasulullah (a.s.) ve beraberinde bulunan ilk neslin teşkil ettiği ilk İslam toplumunda dışlama ve çatışma değil, bilakis kardeşini kendisine tercih etme[21] boyutuna ulaşan velayet ilişkisi söz konusuydu.
Mekke’den varını-yoğunu Allah için orada bırakarak Medine’ye hicret eden muhacirlerle, Medineli Müslümanlar (Ensar) arasında yaşanan dayanışma ve paylaşım hukuku, bu konuda insanlığa kıyamete kadar örneklik teşkil edecek niteliktedir.
İşte bizler de bugün asgari olarak paydaşı olduğumuz ailevi ve içtimai “iktidar” alanlarımızda bu Kur’an prensipler ve onlara dayalı Nebevi örneklik üzere hareket ettiğimizde, Rabbimizin bizden istediği iktidar ahlakını kuşanma imkânı buluruz.
Bu durumda da, makale serimizde kimi somut misallerle de söz konusu etmeye çalıştığımız “iktidarı” tekelleştirme, doğal paydaşların hukukunu çiğneme, dışlama gibi haksızlıklar yerine, velayet bilincinin egemen olduğu paylaşım, dayanışma, adalet, ehliyet ve liyakat ilişkileri işler hale gelecektir.
Rabbimizin bize bildirdiği ölçü ve prensipler bu kadar açıktır ve bu ölçü ve prensipler Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil tarafından da müşahhas bir örnek olarak pratize edilmiştir. O halde bize düşen, nefislerimizde olanları, Rabbimizin bize bildirdikleriyle değiştirmeye gayret etmektir.
[1] “Şüphesiz sen üstün bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)
[2] Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381
[3] “Andolsun ki, Allah'ın Rasulü’nde sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü uman ve Allah'ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)
[4] Bkz: Bakara, 2/143
[5] Bkz: Furkan, 25/43; Casiye, 45/23
[6] Bkz: Maide, 5/44,45,47
[7] Bkz: Müzzemmil, 74/5
[8] O süreçte, söz konusu bildirideki bu vurguyu da söz konusu ettiğim “Tevhidden Bağımsız Adalet Söylemi” başlıklı bir makale almıştım ki, internet ortamında bulunup okunabilir.
[9] “Hiçbir şey hakkında, 'Bunu yarın yapacağım' deme. Ancak, ‘Allah dilerse’ (de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve de ki: Umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya iletir." (Kehf, 18/23-24)
[10] “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet muhakkak ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşrah, 94/5-6)
[11] Bkz: Nisa, 4/105; Maide, 5/48, 49, 50; Câsiye, 45/19 vb.
[12] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, Sh. 195
[13] Bkz: En’am, 6/165; Yunus, 10/14; Fatır, 35/39 vb.
[14] Bkz: Bakara, 2/193; Enfal, 8/39
[15] Bkz: Âl-i İmran, 3/19, 85 vb.
[16] Bkz: Bakara, 2/107; Yusuf, 12/40, 67; En’am, 6/57; Kehf, 18/26; Nur, 24/55; Nisa, 4/105; Maide, 5/48, 49, 50; Câsiye, 45/19 vb.
[17] Bkz: Hud, 11/112-113
[18] Bkz: Âl-i İmran, 3/159; Şûra, 42/38
[19] Bkz: Nisa, 4/58, 135; Maide, 5/8
[20] Nisa, 4/58
[21] Haşr, 59/9
Bu akşam Kur'an Yurdu Mescidinde deprem bölgesinİ ziyaret eden ve toplanan yardımların bölgedeki depremzedelere iletilmesini sağlayan
Şükrü Hüseyinoğlu hoca bölgedeki izlenimlerini aktaracak. Müsait olan kardeşleri davet ediyoruz.
Kanadalı iletişim bilimci Marshall Mcluhan, 1960’lı yıllarda kaleme aldığı “Global Village / Küresel Köy” adlı eserinde, dünyada hızla yaygınlaşan Amerikan mahreçli Tv kültürünün giderek dünyayı global bir köye dönüştüreceğini ifade etmişti. Perşembenin gelişi Çarşambadan belliydi ve öngördüğü gibi de oldu. Dünya artık tek kültürlü, tek kıbleli küresel bir köy durumunda.
Tabi biz Müslümanlar açısından sorun dünyanın küresel köy haline gelmesi, tek kıbleli ve kültürlü olması değil, bu küresel köyün kıble ve egemen kültürünün bâtıl oluşudur. Yoksa İslam’ın gayesi de dünyayı, kıblesi Âlemlerin Rabbi’nin belirlediği kıble, egemen hayat nizamı O’nun bildirdiği din olan bir küresel köye dönüştürmek değil midir? Ki, Bakara suresi 193 ve Enfal suresi 39. ayetlerde Rabbimiz bize bu hedefi göstermektedir.
Bilindiği üzere yeryüzünde yerleşik ilk hayat nizamı İslam’dı. İlk insanlarla birlikte yeryüzünde Allah’ın ölçülerine göre işleyen bir hayat nizamı kurulmuş,[1] daha sonra insanların Allah’ın ölçülerinden uzaklaşmaya başlamasıyla farklı dünya görüşleri ve yaşayış biçimleri, ideolojiler meydana gelmiştir. Bu konuyla ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar tek bir ümmetti. (Ardından ayrılığa düştüler.) Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hak üzere hüküm vermek için kitaplar indirdi…” (Bakara, 2/213)
Yeryüzünde İslami hayatın, yani fert ve toplum olarak Allah’a itaat üzere yaşama pratiğinin asıl, Allah’a tuğyanın arizi oluşunu en veciz şekilde ifade eden ayet gruplarından biri de, namazla ilgili şu ayet-i kerimelerdir:
“İşte bunlar, kendilerine Allah'ın nimet verdiği Peygamberlerdendir. Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail (Yakub) soyundan, doğru yola eriştirdiklerimiz ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahmanın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlardı.
Sonra onların ardından öyle nesiller geldi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Bu sebeple bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.” (Meryem, 19/58-59)
Kısacası İslam; yaratan, yaşatan ve emreden Rabbimizin kulları için belirlediği ve ikmal ettiği[2] yegâne hak hayat nizamı[3] olarak asıl olandır. İslam dışındaki tüm dünya görüşü ve yaşayış biçimleri, ideolojiler ise arizidirler, türedidirler, insan hevası ürünü olarak câhili ve bâtıldırlar.
İnsanlık tarihinin asli çizgi ve yürüyüşü, Rabbimizin insanlar arasından onların hidâyeti için seçtiği Peygamberler (a.s.) ve beraberlerindeki toplulukların temsil ettiği İslami hayattır. İslami hayat, Âlemlerin Rabbi’nin ölçülerini esas alan, O’nun ol dediği yerde olmayı, dur dediği yerde durmayı temel kabul eden yönelişin adıdır.
İslami hayat, Âlemlerin Rabbi’nin emir ve nehiyleri karşısında “işttik ve itaat ettik” teslimiyetini ifade ederken,[4] İslam’ın dışındaki tüm ideoloji ve yaşayış biçimleri “işittik ve isyan ettik” tuğyanına dayanır.[5] Tabi “işittik ve itaat ettik” teslimiyeti de, “işittik ve isyan ettik” tuğyanı da salt dille ifade edilen bir durum değildir. Bilakis daha ziyade hal diliyle, Allah’ın emirlerine fiili ittiba ya da fiili itaatsizlik ile ifadesini bulmaktadır.
Nice insanlar var ki, dilleriyle “işittik ve itaat ettik” ifadesini kullanmakta, fakat yaşayışalrıyla bu sözlerini tekzip etmektedirler. İşin doğrusu ve acı tarafı da zaten, insanlık tarihinin genelinde ve bugün de, dil ile ifade edilmese de hal diliyle “işittik ve isyan ettik” diyenlerin çoğunlukta olduğu gerçeğidir. Ki Rabbimiz, Asr sûresinde insanlığın bu “sıfırlarla dolu” karnesi ile ziyanını bize bildirmektedir.
Tesettür Asıl, Tesettürsüzlük Arızidir
Evet, hak asıl bâtıl arızidir. Âlemlerin Rabbi’ne itaat, emirlerine ittiba asıl, tuğyan arızidir. Namazın ikamesi asıl, namazsızlık arızidir. İffet asıl, iffetsizlik arızidir. Tesettür asıl, tesettürsüzlük arizidir. İnsanların asıldan ziyade arızi olana rağbet etmeleri, asıl olanı arızi, arızi olanı asıl yapmaz. Nitekim Rabbimiz, “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna ve yalanlara uyuyorlar.” (En’am, 6/116) buyurarak, çoğunluğun hak olanın ölçüsü olamayacağını vurgulamaktadır.
İnsanlar tarihsel süreçte maalesef asıl olandan (haktan) ziyade arızi olana (bâtıla) rağbet etmiş olsa ve Allah’ın dininin yeryüzünde egemen kılındığı dönemler sınırlı kalmış olsa da, Rabbani öğreti ve hükümlerin etkisi çoğu zaman bütüncül nitelikte olmasa da toplumlar üzerinde her zaman kendisini göstermiştir.
Mesela bugün dünyada insanların taşıdığı en yaygın isimler, Peygamber isimleridir. Muhammed (a.s.)’ın risaleti öncesi yeryüzünde geçerli risaletler olan Musa (a.s.) ve İsa (a.s.)’ın risaletleri tahrif edilmiş olsa da, kırıntı kabilinden bazı öğretileri bugünlere kadar taşınmıştır. Faizin haramlığı ve tesettür emri, ki iktisadi ve içtimai hayat için son derece mühim hükümlerdir, şu son birkaç asra kadar aslında insanlığın neredeyse ortak uygulayageldiği Rabbani hükümlerdi.
Bu anlamda, 20. asra kadar tesettür kadınların evrensel bir kabul ve pratiğiydi diyebiliriz. İslam dünyasında olduğu gibi, Hıristiyan dünya ve Yahudi topluluklarda da tesettür, genel geçer giyim-kuşam biçimini oluşturuyordu. Bugün Hıristiyan dünyada salt rahibelerin kıyafeti olmaya indirgenen tesettür, yakın geçmişte yaygın giyim-kuşamı teşkil etmekteydi.
Şimdilerde ise, çok acı bir gerçektir ki tesettürsüzlüğün, çıplaklığın evrenselliği söz konusudur. “İslam dünyası”nı dahi kapsamına alan, kasıp kavuran tuğyani, şeytani bir evrensellik. New York’un caddeleri, sokakları neyse, Tokyo’nun, Moskova ve Kiev’in, İstanbul ve Bakü’nün, Kahire ve Kazablanka’nın sokakları da aşağı yukarı aynı durumda.
Muhtemelen, insanlık tarihinde çıplaklığınbu kadar sıradanlaştığı ve yaygınlaştıı başka bir dönem yaşanmamıştır. Türkiye’de bir dönem bir GSM operatörünün reklamında yer alan “özgür kız” figürünün de sembolize ettiği “kadının özgürleşmesi” mottosu, kadını yaratıcısından, ailesinden, eşinden, çocuklarından ve böylece iffetinden, fıtratından “özgürleştirme” neticeleri doğurarak çıplaklığın ve iffetsizliğin evrenselleşmesine yol açtı.
Tabii ki çıplaklık/iffetsizlik yeni bir durum değil. Bilakis, câhiliye yönelim ve pratiklerinin ortak bir niteliğini teşkil ediyor. Nitekim Rabbimiz, Mekke câhiliyesini bize tanıttığı dört terkibin birinde “câhiliye teberrucu”ndan, yani câhiliye kadınlarının açılıp-saçılmasından söz ediyor.[6]
Lakin “câhiliye teberrucu”, kimi fâcir ve fâsık topluluklarla sınırlı olmanın ötesine geçip, bugünkü gibi evrensel bir tuğyan halini tarihin hiçbir döneminde almamış olsa gerek.
Tesettürün evrenselliğinden çıplaklığın evrenselliğine geçiş sürecinin temelinde, ilahi kaynaklı hükümleri “tarihsel” ilan edip, insan hevasına dayalı ideoloji ve yaşayış biçimlerini “evrensel” olarak kodlayan modern tuğyanın ve onun da temelinde protestan tahrifatın bulunduğunu ifade etmek gerekir.
Musa (a.s.) ve İsa (a.s.)’ın risaletleri, tarihte maruz kaldıkları geleneksel tahrifin üzerine, bir de modern dönemde protestan tahrifata maruz kalıp, laisizm ve kapitalizme bütünüyle entegre edilmişlerdir. Bu tahrifat, iktisadi alanda faizin haramlığını ortadan kaldırıp kapitalist yağma ve yığmanın, içtimai alanda ise tesettür emrini buharlaştırıp tesettürsüzlüğün/çıplaklığın önünü açmıştır.
Kısacası, batıda kapitalist yağma ve yığmacılığın ve kadını metalaştıran tesettürsüzlüğün taşları, teolojik saptırmalarla döşenmiştir. Bugün içimizdeki kimi “protestan papazları” tarafından İslam’ın bu alandaki hükümleri konusunda yapılmaya çalışılan da aynısı değil midir?
Batıdan ithal “tarihselcilik” saptırmasıyla İslam’ın hayat menbaı ahkâmı bugün için hâşâ geçerliliği olmayan “tarihsel” hükümler olarak konumlandırılmaya ve batının ideoloji ve kanunları “evrensel” olarak kodlanarak tüm yeryüzünün genel geçer hükümleri kılınmaya çalışılıyor.
Bu sapkın modern ve postmodern bidatçılığa göre, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirlediği hükümler hâşâ tarihsel bir sınırlılığa mahkûmken, kendi kendisinin ilahı ve rabbi olma iddiasındaki modern insanın ortaya attığı sekülerizm, liberalizm, feminizm vb ideolojiler evrensel bir niteliğe haiz bulunmakta!
Ne yazık ki artık ortalık bu modern ve postmodern bidatçılardan geçilmiyor. Aslında, “Copy” yaptıkları batılı protestan papazlarına ait yorumları, getirip Türkçe olarak “paste” yapmaktan ibaret bir müritlikle malul olsalar da, kendilerini orijinal fikirler üreten aydın (!) insanlar zannedebiliyorlar.
İşte bu postmodern müritler, tıpkı müritliğini yaptıkları protestan papazlar misali Rabbimizin kadınları metalaşmaktan, objeleştirilmekten korumaya matuf tesettür farzını buharlaştırmak için yorum adı altında şeytani tahrifatlar yapmaktadırlar. İçlerinden abzıları bu işi, “Kur’an meali” adı altında Kur’an’ın hükümlerini buharlaştırma şeytanizmine vardırmış bulunmakta.
20. Asrın Avrupasında Tesettür
Bugün Amerika ile birlikte fısk-fücurun, çıplaklığın, her türlü fuhşiyatın merkezi durumunda olan Avrupa’da yakın zamana kadar özellikle köy ve kasabalarda hâkim giyim-kuşam tarzının tesettür olduğu gerçeğini ilk olarak, altı bölümlük bir ikinci dünya savaşı belgeselini izlediğimde fark etmiştim.
Siyah-beyaz kamera çekimleriyle savaşın anlatıldığı bu belgeselde gösterilen Almanya, Fransa, Polonya vb ülkelerin köy, kasaba ve kısmen şehirlerinde kadınların, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi başları kapalı, tesettüre uygun giyimli olduğunu gördüğümde şaşırmıştım.
Daha sonra 1900’lerin başında Avrupa’da çekilen benzer birçok görüntüyle karşılaştım. 125 yıl önce İngiltere’de çekilip sonradan renklendirilen o yıllara ait kalabalık bir cadde görüntüsünde, tıpkı Anadolu’daki kadınlar gibi atkılarla sıkı sıkıya örtünen kadınlar dikkat çekiyordu mesela.
Geçtiğimiz günler içinde bir arkadaş, 1912 yılında New York tren istasyonunda çekilmiş bir aile fotoğrafı paylaştı. Amerika’ya göç eden bir Alman ailesinin olduğu fotoğrafta anne ve iki kızının örtülü olduğu görülüyor. Zira o dönemler, laik-seküler modern câhiliyenin henüz yeryüzünün egemen kültürü haline geldiği yıllar değildi. Dolayısıyla halen tesettürün evrenselliği söz konusu idi.
Avrupa’da protestanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte kapitalizmin önünün açılması, sömürgecilik ve beraberinde gelen sanayileşme “kapitalist kentleşme”yi, bu kentleşme biçimi kapitalist eğlence kültürünü ve beraberinde fısk-fücurun yaygınlaşmasını getirdi. İkinci dünya savaşı sonrası televizyonun ve dolayısıyla Amerikan mahreçli Tv kültürünün tüm dünyada yaygınlaşmasıyla da tesettürün evrenselliğinden çıplaklığın evrenselliğine geçiş süreci hız kazandı.
Evet, acı bir gerçek ki dünya artık seküler câhiliye kültürünün egemen olduğu küresel bir köy durumunda. Artık tuğyan, fısk-fücur, fuhşiyat küresel/evrensel bir hal almış durumda. Seküler câhiliye, şimdilerde LBGT sapkınlıklarını normalleştirme ve küreselleştirme çabası içinde. Bu amaçla Net Flix, Disney Plus gibi dijital ifsat platformlarını tüm dünyada yaygınlaştırıyorlar.
Türkiye’de mesela çok büyük paralarla yayın ve yapım yatırımları yapıyorlar. Tabi dolarları bastırınca da, kendilerine cehaletle “sanatçı” denilen eğlence sektörü figürlerini bu kültürel işgal projelerinde lejyoner olarak istihdam etmeleri zor olmuyor.
Birkaç ay önce bu konuda “Çocuklarımızı koruyalım” başlıklı bir yazı kaleme alan bir köşe yazarı, LBGT sapkınlıklarını toplumlar nezdinde normalleştirme ve yaygınlaştırmayı temel yayın politikası edinmiş olan Amerikan Disney Plus dijital platformunun Türkiye’ye 600 milyon TL’lik bütçeyle girdiğini yazmış ve şu bilgilere yer vermişti: “Ne kadar star, yönetmen, senarist varsa neredeyse topunu iki yıllığına kendilerine bağlamışlar… Anlaşma yaptıkları ‘yıldızlar’ bu süre içinde başka hiçbir yerle iş yapamayacaklar.”[7]
Kısacası batılılar bir asır önce nasıl ki kendilerine “genel valilik” bahşetme karşılığında devşirdikleri lejyonerler aracılığıyla bu topluma laik-seküler tuğyanlarını ve fısk-fücura dayalı yaşayış biçimlerini dipçik zoruyla dayattılarsa, şimdi de dolarlarla devşirdikleri kültür endüstrisi leyjonerleri üzerinden ifsatlarını bir level daha ileri taşıma çabası içine girmiş bulunuyorlar.
Neticede şu acı gerçeği bir kez daha ifade edelim ki, bugün yeryüzünde laik-seküler tuğyanın ve kültürel ifsadının küresel egemenliği söz konusudur. Konumuz olan tesettür özelinde ifade edecek olursak, son birkaç asır insanlık, tesettürün evrenselliğinden çıplaklığın evrenselliğine doğru bir çözülme ve çürüme süreci yaşamış ve yaşamaktadır.
Bu çürümeye engel olup yeryüzünde yeniden tesettürün evrenselliğini ikame etmek ise, tabii ki bu küresel köyün kıblesini ve kavalcısını değiştirmekten geçiyor. Kıblesi bâtıl batı, kavalcısı da onun müritleri oldukça, onlar kavallarıyla modern ve postmodern hurafeleri dillendirmeye devam edeceklerdir.
Köy Âlemlerin Rabbi’nin köyüdür ve köyün sakinleri de O’nun kullarıdır. Dolayısıyla bu köyde O’nun sözü egemen kılınmalı, yalnızca O’nun dediği olmalıdır. Bu da, biz Müslümanların çekildiğimiz dar grup gettolarından çıkıp, İslam dâvâsının nitelik ve mahiyetine uygun şekilde büyük düşünmemiz ve büyük hedeflere yönelmemizle mümkün olacaktır.
Küresel köyün küresel egemen dinini Allah’ın yegâne hak dini İslam olması, bizim bu küresellik çapında düşünüp hedefler belirmemize ve bu doğrultuda atılımlar yapmamıza bağlıdır. Biz üzerimize düşeni yaparsak, Allah’ın yardımını hak ederiz. O zaman da nice olmaz görülenler kolaylıkla oluverir.
[1] “Derken Adem, Rabbinden kelimeler aldı. Bunun üzerine Allah onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Bakara, 2/37)
[2] Bkz: Maide, 5/3
[3] Bkz: Âl-i İmran, 3/19, 85
[4] Bkz: Bakara, 2/285; Nur, 24/51
[5] Bkz: Bakara, 2/93; Nisa, 4/46
[6] Bkz: Ahzab, 33/33.
[7] https://www.yenisafak.com/yazarlar/ali-saydam/cocuklarimizi-koruyalim-2063269
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ocak 2023 sayısında yayınlanmıştır.)
Yaygın ve tabi yaygın olduğu kadar da yanlış bir kanaat var, şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasının yalnız tasavvuf çevrelerine has olduğuna dair. İşin doğrusu ise, gerek kendisini herhangi bir din veya dini yaklaşıma, gerek seküler bir ideolojiye nispet eden toplulukların çoğunun, aslında bu anlamda bir “tarikat yapılanması” niteliği taşıdığı gerçeğidir.
Aradaki yegâne nüans, tasavvuf çevrelerinin bu işin adını koymaları ve şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasını teoride de savunuyor olmalarıdır. İş pratiğe gelince, şeyh-mürit ilişkisini ve ona dayalı tarikat eksenli yapılanma biçimini teori düzlem ve düzeyinde eleştiren toplulukların büyük kısmı, pratikte mahza tarikat niteliğine haiz bir yaklaşım ve işleyiş üzere bulunmaktadır.
Geleneksel algıyla oluşturulmuş türbeleri bir tazim ve takdis mekânı edinen, oralarda medfun olan insanlara “ricalul gayb” tanımlamasıyla kimi “ilahi” vasıflar atfederek onları “aracı ilahlar” olarak konumlandıran toplulukları “tarikat” olarak niteleyip de, resmi/egemen türbeyi tazim ve takdis mekânı edinen, orada bağlılık ritüelleri gerçekleştiren, gönül ve zihin kıbleleri, Âlemlerin Rabbi’nin egemenlikle ilgili temel sıfatları olan rablik, ilahlık ve meliklik (talim-terbiye, yol gösterme ve emretme/hükmetme) sıfatlarının kendisinde vehmedildiği bir “başöğretmen”, “ulu önder”, “ebedi şef” figürüne yönelik olan bir başka topluluğu tarikat olarak nitelememek doğru bir yaklaşım olabilir mi mesela?
Daha önce de şeyh-mürit ilişkisi üzerine çeşitli yazılar yazdık ve “mü’min ile mürit farkı”nı izah etmeye çalıştığımız değerlendirmelerde bulunduk. Buradaki temel fark, mü’min olmanın temelinin, Yüce Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi aktif tutarak, O’nun Kitab-ı Kerimiyle ve Rasulünün (a.s.) Kitab-ı Kerim’e dayalı örnekliğiyle (sünnetiyle) doğrudan muhataplık bilinci üzere olunması ile, akıl ve iradeyi başka kişi veya mercilere teslim ve tâbi kılarak “sürü psikolojisiyle” hareket etmektir.
İşin temeli, İslam’ın öngördüğü saf düzenine dayalı yatay cemaatleşme/toplumsallaşma ile, hiyerarşi esasına dayalı piramit usulü toplumsallaşma farkına dayanmaktadır.
İslam’ın bize namazla, hacla talim ettiği saf düzeni yapılanma, Allah’ın dinine fert fert muhatap olan ve dolayısıyla asli mükellefiyetlerde eşit olan mü’minlerin, ilim ehli-ilim tâlibi, yönetici-yönetilen, âmir-memur, işveren-işçi olarak saf düzeninde bir araya gelmeleri ve aralarında bir kimsenin bir adım öne çıkarak onlara imamlık/önderlik etmesi temellidir.
Piramit usulü yapılanmada ise bu temel eşitlik bozulmakta, fertler ve toplum kesimleri arasında hiyerarşi katmanları oluşmakta ve tepeden aşağı doğru mutlak itaat ilişkileri teşkil edilmektedir.
İslam’ın öngördüğü cemaatleşme/toplumsallaşma biçimini Âl-i İmran 103. ayet-i kerime bize çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.[1] Ayet-i kerimede Rabbimiz, biz mü’minlere hep birlikte Hablullah’a sarılmamızı emretmektedir. Burada cemaatleşme/toplumsallaşma usulü net olarak bildirilmiş olmaktadır, ki az önce de belirttiğimiz gibi namaz ve hacda temsili karşılığını da bulduğu üzere Rasulullah ve güzide ashabının cemaatleşmesi bu esas üzere olmuştur.
Dikkat edilirse Rabbimiz, cemian (hep birlikte) kendi ipine (Kur’an’a) sarılmamızı bildirmektedir. Yani Rasulullah’ın da, İslam cemaatinin diğer tüm fertlerinin de mükellef olduğu temel husus, Allah’ın ipine ve hep birlikte sarılmaktır. Rasulullah ve onun dini, siyasi ve ictimai[2] önderlik misyonunu herhangi bir zaman ve mekânda üstlenen herhangi bir mü’min, bu konuda diğer mü’minlerle aynı muhataplık ve mükellefiyetle yükümlü tutulmaktadır. Kısacası, Allah’ın ipi bir kişinin elinde, diğer insanlar o kişinin elindeki ipi tutacak değildir, fert fert herkes kolektif bir bilinç ve yönelim içerisinde topluca/cemian Allah’ın ipine yönelecek, topluca (Kur’an’a) sarılınacaktır. Önderlik/imamlık mevkiinde olanların buradaki rolü, Allah’ın ipine sarılma ameliyesi konusunda insanlara öncülük etmektir, ipi elinde tutmak, insanları elindeki ipe sarılmaya çağırmak, yönlendirmek değildir.
İslam’ın Toplumu, İlim Toplumudur
İslam risaletinin oku emriyle ve ardından da, yazmanın ve öğrenmenin öneminin vurgulanmasıyla, el-Ekrem olan Rabbimizin insana en büyük ikramının/nimetinin ona kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesi olduğunun bildirilmesiyle başlamasının[3] sebebi de işte budur. Fert fert muhatap ve mükellef olunan Kitab-ı Kerim’in öğrenilmesi, her mü’minin ona nispet edilen başka iplere değil, bizatihi ona (Hablullah’a) diğer mü’minlerle birlikte kolektif bir bilinç ve yönelimle sarılmasının temin edilmesi…
İlk Kur’an neslinin, Rasulullah’a dahi körükörüne değil, tahkik temelli bir bilinçle ittiba etmiş olmasının temelinde, İslam’ın ilim temelli bir iman ve amel (ittiba) öğretisine sahip olması yatmaktadır. Rasulullah’ın Mekke’de vücuda getirdiği cemaat ve Medine’deki inşa ettiği İslam toplumu tam anlamıyla bir ilim toplumu idi.
Onlar, Rabbimizin “Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36) beyanını gayet iyi kavramışlar ve ona göre hareket etmekteydiler.
Kur’an’ın bu açık beyanları ve Rasulullah ile beraberindeki ilk neslin, taklit yerine tahkik ve buna dayalı ittiba eksenli toplumsallaşma örneklikleri sebebiyle, ilk dönem âlimler taklidi kesinlikle caiz görmemişler, âlimlere/fakihlere değil, onların gösterdikleri delillere (deliller ikna edici ise) ittiba edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Delile ittiba yerine, fakihlere veya onlara nispet edilen mezheplere körükörüne tâbi olmak şeklindeki taklitçilik kültürü, saltanat idarelerinin Müslümanları bilinçten ve dinamizmden uzaklaştırmak gayesiyle dayattığı bir bid’at olmuştur.
Bu taklit kültürünün kurumsallaşmasıyla birliktedir ki, Kur’an’a ve Rasulullah’ın örnekliğine (sünnetine) ittiba bilincinin yerini, kişilere veya topluluklara sürü psikolojisiyle tâbi olma yönelimi almıştır ve bu durum asırlardır devam etmektedir.
Zaman zaman bu durumun İslam düşmanlarınca “biat kültürü” şeklinde nitelendirildiğini de görmekteyiz ki, bu da ancak “seküler tarikatların” sürü psikolojisiyle hareket eden müritlerinin koyu cehaletiyle açıklanabilecek bir durumdur. Biatla taklidin birbirlerinin tamamen zıddı iki yaklaşım ve yönelim olduğunu bilmelerini, seküler müritlerden beklemek beyhude olur. Onların tek yaptığı, kendilerine yüklenen ezberleri tekrarlamaktan ibarettir, tıpkı geleneksel müritlikte olduğu gibi.
Biat, bilinçli bir tercih ve ölçülere ittiba zemininde, iradeye dayalı ve karşılıklı yükümlülük doğuran (biat edilen merci, Rabbani ölçülere sadakatla; biat eden ise, bu şartın sürdürülmesi koşuluyla o merciye itaatla yükümlüdür) bir sözleşmeyi ifade ederken, taklit, körükörüne bir bağlılık anlamına gelmektedir.
Körükörüne bağlılığın İslami ıstılahtaki karşılığı ise, bu şekilde bağlanılan kişi veya merciyi rab edinmektir. Bu konuda Tevbe sûresi 31. ayet ve Rasulullah’ın, Adiy b. Hatem’in bu ayetle ilgili sorusu üzerine yaptığı tefsir ile Âl-i İmran sûresi 64. ayetin mesajı yeterlidir.
Dost Acı Söyler
Konuyla ilgili bu temel çerçeveyi ifade ettikten sonra başlıkta ifade ettiğimiz meseleye gelecek olursak… Maalesef Müslümanlar olarak böyle ciddi bir sorunumuz olduğunu kabullenmek zorundayız. Kendimizi beri görsek, Kur’ani ölçüler içinde bunun tamamen yanlış bir itaat ilişkisi olduğunu dillendirsek de, şeyh-mürit ilişkisi düzleminde bir tarikat yapılanma biçiminin kendisini “tevhidi” olarak niteleyen çevrelerde de yaygın/baskın olduğunu ifade etmemiz gerekir.
Dost acı söyler. Biz, hesabı mutlaka verilecek bir hayat yaşadığımıza iman eden insanlarız. Dolayısıyla, hakkı tavsiye, emr-i bil ma’ruf çerçevesinde Müslümanlar arasında gördüğümüz aksaklıkları dile getirmemiz üzerimizde bir mükellefiyettir. Tabi bunu imha değil ıslah niyet ve bilinciyle, o zeminde yapmak kaydıyla.
Öncelikle şu gerçeği kabul edeceğiz ki, “müritlik” bir zihniyet biçimidir. Tasavvuf topluluklarına has, onlarla sınırlı bir yönelim değildir, ki makalemizin başında bu hususa değinmeye çalışmıştık. Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi kullanmak yerine, onları başkalarının akıl ve iradesine tâbi kılmak demektir. Burada, kişi veya toplulukların akıl ve iradelerini tâbi kıldıkları akıl ve iradenin hidâyet üzere mi dalâlet üzere mi olduğu önemli olmakla birlikte, konumuz açısından ikincil bir husustur.
Zira akıl ve iradenin tâbi kılındığı irade, kişi veya topluluk açısından merkeze yerleşmekte, hidâyet üzere veya dalâlet üzere olmak, tâbi olunan o akıl ve iradenin tercihlerine bırakılmaktadır. İstikamet ve istikamette istikrarı sağlayacak olan denetim ve ikaz mekanizması böylece ortadan kalkmakta, tâbi olunan akıl ve irade yanlışa düştüğünde, o topluluk da onunla birlikte yanlışa düşmektedir.
Biz bu coğrafyada bu durumu son yirmi yıl içinde çok acı tecrübelerle yaşadık. Birkaç kişinin, Kur’ani/Nebevi ilkeler yerine reel-politiğe dayalı “maslahat” temelli yanlış tercihleri, toplulukların tercihi haline dönüştü. Böylece, o toplulukların fertlerinin, tevhidi ilkelere ittiba ederken de aslında o birkaç kişinin iradesine tâbi olarak bu doğru zeminde bulunmakta oldukları görülmüş oldu. O birkaç kişi zeminlerini değiştirince, topluluklar da onlarla birlikte zemin değiştirmiş oldu.
Bu konu sadece ilkelerde istikamet ile de sınırlı değildir tabii ki, topluluk içindeki veya dışındaki müminlerle ilgili tutumlar, tavırlar konusunda da, akıl ve iradelerin kendisine tâbi kılındığı kişinin tercihleri belirleyici olmaya başlamakta ve böylece bir kişinin tercihleri o topluluğun tercihlerine dönüşmektedir ki, bu tercihler içinde haksız olanlar varsa, o topluluk bu haksızlığa ortaklık etmiş olmaktadır.
Yıllardır şahitlik ettiğim bir gözlemim var ki, o da genelde önde olanların kendilerine dâvâ arkadaşı yerine “mürit” aradıkları, insanların da aynı şekilde dâvâ arkadaşı yerine kendilerine tâbi olup takip edecekleri “şeyh” aradıkları yönündedir. Bu konuda gerçekten ibret verici tanıklıklarım oldu.
Siz, Kur’ani/Nebevi ilkelerde aynı çizgide olduğunuzu düşündüğünüz bir topluluğu, geleneksel bilgilerde kendisini yetiştirmiş birisiyle görüşsünler, dayanışma içinde olsunlar diye tanıştırıyorsunuz, birkaç yıl geçiyor ve bakıyorsunuz ki o topluluk, tanıştırdığınız kişiye mürit olmuş ve ulaştıkları Kur’ani/Nebevi doğrulardan geriye giderek, tevhidi netliklerini yitirmişler.
Müslümanlar arası diyalog ve birliktelik arayış ve çabalarına dahil olmuş görünüp de, kendi “güdümünde” gördüğü topluluğu bu birliktelik arayışıyla kaynaştırmaktan imtina ederek, mü’minler arasında köprü olmak yerine duvar işlevi görenler… Daha nice böyle tanıklıklar…
Bu gibi tanıklıklarımın bir hâsılası olarak zaman zaman kullandığım “Kendilerine dâvâ arkadaşı yerine mürit arayanlar, müritleştiremeyecekleri kimseleri yanlarında istemezler” şeklinde bir ifadem var. Maalesef ortalık kendisine mürit arayanlar ile şeyh arayanlardan geçilmiyor. Bu durum böyle devam ettikçe, bu “şeyh-mürit” zincirini kırıp, Hablullah’a topluca sarılma bilinciyle bir araya gelen, Allah’ın akıl ve irade sahibi kıldığı eşit kulları çerçevesinde hareket etmeye başlamadıkça da, İslami bir toplumsal ve siyasal dönüşümü gerçekleştirme imkânımız olmayacaktır.
İslam'da "hocalar ve onların tâbileri" şeklinde dikey bir örgütlenme biçimi yoktur. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, İslam toplumu bir ilim toplumudur, öyle olmak zorundadır. Sosyal ve siyasal işlerin yürütülmesi anlamında öne geçenler (umera) ve ilimde derinleşenler (râsihun) olmakla birlikte, her biri İslam'ın ilkelerini bilen ve birbirlerini bu ilkelerle denetleyen insanlardan oluşan bir toplumdu İslam toplumu.
Bu toplumu yeniden inşaya giden yol ise, bugün topluluklarımızı bu esas üzere yapılandırmaktan geçer. Dolayısıyla şu veya bu hoca/hocalar ve onların tâbileri gibi bir görüntü oluşturmak, Kur'ani/Nebevi çizgiye uygun değildir. Bu ister istemez dikey bir örgütlenme algısı ve biçimini doğurmaktadır. Saf düzenini bozmamak ve safları da sık tutmak gerekir. Oysa bugünün Müslümanları olarak ufak tefek gerekçelerle safları ayrıştırmayı ne kadar da seviyoruz.
Her Müslüman, gerektiğinde İbrahim (a.s.) misali tek başına bir ümmet olma vasıf ve sorumluluğunu taşıyabilecek nitelikte bağımsız bir şahsiyete sahip olmalıdır. İslam'ın hedeflediği cemaat ve ümmet, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine bizzat muhatap olarak bağımsız İslami şahsiyet sahibi olma vasfını kazanmış fertlerin teşkil ettiği, hayatı ve mücadeleyi paylaşan, birlikte omuzlayan birlikteliktir.
Cemaatlerimizin, dernek ve vakıflarımızın "Hulusi abiyi seven, onu takip eden ve onun sevdiklerini sevip sevmediklerini sevmeyenler" kulübü olmaktan çıkıp, Allah ve Rasulü'nü ve Allah'ın sevdiklerini (O'nun sınırlarını gözetme cehdinde olanları) seven ve aralarında, hiyerarşik bir “takip edilen - takip eden” ilişkisi değil, hep birlikte saf düzeninde İslam'ın ölçülerini takip eden mü’minler topluluklarına dönüştürülmesi gerekiyor.
[1] “Hepiniz birden Allah'ın ipine (Allah'ın Kitabına) sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünerek parçalanmayın…” (Âl-i İmran, 3/103)
[2] Burada “dini, siyasi ve ictimai” şeklinde üç ayrı terim kullanmamız, anlatım kolaylığı içindir. Zira malumdur ki “dini” terimi, diğer iki terimi de mündemiçtir.
[3] Bkz: Alak, 96/1-5
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.)
İnsanlar iz takip ederler ve iz bırakırlar. Aslında, hayat bir iz takibinden ibarettir desek yanlış söylemiş olmayız. Nitekim insanlar gündelik hayatlarını da, kendilerinden önce yaşayan nesillerce açılan ve kendilerinin de gidip gelmekle yineledikleri, güncel tuttukları yollarda ikame ederler. Dağlardaki patika yollar bu durumun en doğaçlama örneklerini teşkil eder.
Bu noktada ilk aklımıza gelen ayet, İsra 95. ayet olmaktadır:
“De ki: Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara elçi olarak gökten bir melek gönderirdik." (İsra, 17/95)
Yeryüzünün misafirleri melekler değil de insanlar olduğuna göre, onlar için elçi de aralarından seçilecektir ki, izlenip takip edilebilecek izler bıraksın, örnek/model alınabilsin. Nebilerin (a.s.) vasıflarından birinin “usvetun hasene / en güzel örnek”[1] olmasının nedeni işte budur.
Nitekim Peygamberler, aynı Nebevi izi takip edip sürdüren ve zamanla tozlandırılıp flulaştırılan o izi yeniden belirginleştiren, birbirlerinin takipçisidirler:
“İşte o Peygamberler, Allah'ın kendilerine yol gösterdiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu (Kur'an) âlemler için ancak bir öğüttür.” (En’am, 6/90)
Tam burada karşımıza “gelenek” kavramı çıkmaktadır. Bugün Müslümanlar olarak sıkıştırılmak istendiğimiz çıkmaz sokaklardan biri de bu alandadır: Gelenekperestlik ile gelenek düşmanlığı arasında tercihe zorlanmak. Ne gelenekperestlik, ne de gelenek düşmanlığı diye bir üçüncü yol (aslında birinci, asli yol) seçenek dışı bırakılmak isteniyor. Rabbimiz tarafından “ümmeten vasaten / vasat ümmet” olarak nitelenen biz Müslümanlar[2], bilakis çok uçlara mahkûm edilmek isteniyoruz.
Geleneği, sahih ve muharref kısımlarıyla birlikte bir bütün olarak kucaklama veya sahihi ile muharrefini ayırt ederek ıslaha tâbi tutmak yerine bir bütün olarak kaldırıp atarak, türediliğe, köksüzlüğü düçar olma uçlarına savrulmak… Üstelik bunu, insanlık tarihiyle yaşıt bir gelenek, “Nebevi gelenek” demek olan İslam adına yapmak…
Türedilik, köksüzlük, müşahhas bir örnekten, yol-yordam örnekliğinden mahrum olmak ne büyük ziyandır. Tabir yerindeyse, keşfedilmiş Amerika kıtasını her defasında yeniden keşfe koyulma ahmaklığıdır, geleneksizlik.
İşte bu sebeple Nebilerin bir vasfı da, türedi olmamak, yukarıda belirttiğimiz üzere insanlık tarihiyle eşit olan Nebevi geleneğin bir halkası olmaktır:
“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim.” (Ahkaf, 46/9)
Ayetteki, meallerde “türedi” olarak çevrilen kelime “bid’an”dır ve Rabbimizin burada verdiği mesaj açıktır: Şayet Nebevi geleneğe dayanmaz, o geleneğin izini sürmez de, vahyin öğretisi ile o öğretinin müşahhas örnekliğini ifade eden Nebevi uygulamanın arasını açarak, vahyi Nebevi gelenek bağlamından koparmaya kalkışırsanız, bizatihi bir bid’ata/türediye dönüşürsünüz.
Muhammed (a.s.) ile insanlığa bildirilen son risaletin ilk muhatapları, zamanla tahrif edilmiş bir Nebevi geleneğin izlerinin bulunduğu 7. asrın Mekke’sinde yaşayan insanlardı ve onlar namaz, hac, kurban başta olmak üzere birçok Nebevi pratiği tevhidi niteliklerinden uzaklaştırılmış da olsa şekilsel olarak sürdürmekteydiler. Dolayısıyla onlar Kur’an’ın kullandığı “din dili”ne yabancı değillerdi. Bu anlamda İslam risaletinden söz ettiğimizde sıfırdan bir inşadan söz etmediğimiz, Nebevi bir geleneğin devamından söz ettiğimiz açıktır.
Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde “Millet-i İbrahim”e, yani İbrahim (a.s.)’ın tâbi olduğu tevhid dinine vurgu yapması ve Rasulullah (a.s.)’dan ona tâbi olmasını istemesi[3], söz konusu ettiğimiz “Nebevi gelenek” konusunda dikkate değer bir husustur.
Köksüzlüğün, Türediliğin Felsefesi: “Tarihüstücülük”
Günümüzde yaygın tanımlama biçimi olarak “mealcilik” olarak ifade edilen bir yaklaşım biçiminin varlığı malumdur. Kökleri 19. asrın İngiliz işgali altındaki Hindistan’ına, Seyyid Amed Han ve Abdullah Çekralevi gibi modernist isimlerin öncülük ettiği “Kuraniyyun” akımına kadar giden bu yaklaşımın, literatürdeki asıl karşılığı “tarihüstücülük”tür. Bu yaklaşımın diğer ucunda da “tarihselcilik” anlayışı bulunur.
Ki bu yaklaşımlardan ilki, İslam’ı, Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil başta olmak üzere onu müşahhaslaştıran, ete-kemiğe büründüren coğrafya, tarih ve toplum bağlamından koparmayı ve böylece sınırı olmayan lafzi yorumlara ve dolayısıyla tarife açık hale getirmeyi ifade ederken, diğeri ise onun ölçülerini ve ahkâmını, inzal edildiği coğrafya, tarih ve topluma hasrederek tarihe gömme ve buharlaştırma çabasına denk gelmektedir.
Söz konusu her iki yaklaşım biçiminin de Batı reformasyon ve modernleşme süreçlerinin ürünü olan ve birer İncil yorum biçimi olarak üretilen yaklaşımlar olduğunu ve 19. asır itibariyle oradan “copy-paste” yoluyla İslam dünyasına taşındığını da hassaten belirtmemiz gerekir.
İşin doğrusu ise odur ki, İslam ne tarihüstüdür, ne de tarihseldir. O, tarihin belli bir döneminde, (miladi 7. asırda), belli bir coğrafyada yaşamış bir toplumda (Mekke ve Medine toplumları) kendisini müşahhaslaştırmış, cihanşümul/evrensel mesaj ve inşasını bu coğrafya, toplum ve tarih zemininde modelleştirmiş Rabbani öğretinin adıdır.
Tarihüstücülüğün temel iddiası, İlahi Hitabın/Kitabın anlaşılması ve yaşanması noktasında herhangi bir tarihsel bağlamın gerekli olmadığıdır. Bu iddianın pratik karşılığı, Kur’an’ın anlaşılması ve hayata aktarılması noktasında, ıstılahta sünnet olarak ifade edilen Rasulullah’ın müşahhas örnekliği ve uygulamalarına ihtiyaç olmadığı, Rasulullah ve arkadaşları nasıl ki yalnızca Kur’an’la yol aldılarsa bizim de bugün aynısını yapabileceğimiz şeklindedir.
Tabi önermeye/iddiaya konu olan temel değerlendirme yanlış olunca, iddia da haliyle yanlış olmaktadır. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’an vahyinin, özellikle Hac ibadetinde sembolleşen “dini bir pratik” üzerinde bulunan bir toplum zemininde inzal edildiği ve onu akidevi ve ameli temelde inkılaba uğratarak ıslah etmek üzere sözünü söylediği bilinmektedir. Kur’an’ın kullandığı kavramların karşılıklarını bilen, bir kısmını da tahrif edilmiş şekilde de olsa bizatihi hayatlarında pratize eden bir topluma, Kur’an’ın uzun uzadıya tarif ve izahlar getirmesi beklenemezdi.
Bu gerçeklik, günümüz açısından Kur’an’ın temel bir bağlamına işaret etmektedir: İnzal ortamı ile Rasulullah ve beraberindeki ilk neslin örnekliği/uygulaması. İşte tarihüstücülük (mealcilik), “Kur’an bize yeter” hak sözünü sloganlaştırmakta, lakin Kur’an’ın temel bağlamını devre dışı bırakarak bu hak sözü, kendisiyle bâtıl kastedilen bir söze dönüştürmektedir.
Modernist akımların “köksüzlüğü” vazeden bu felsefelerine karşın, Kur’an’ın “köklülüğe” ve bu köklülüğün nesilden nesile müşahhas bir örneklik zinciriyle aktarılmasına verdiği önem açıktır. Ki yukarıda konuyla ilgili kimi ayetleri hatırlatmaya çalıştık. Tevbe sûresi 100. ayet ile Fatiha sûresi 6-7. ve Nisa sûresi 69. ayetler ile, makalenin bu biraz uzunca olan girişini hitama erdirmeye çalışalım.
Rabbimiz bilindiği gibi Tevbe 100. ayette, Rasulullah’ın nezaretinde yetişen ilk neslin (Seyyid Kutub’un deyimiyle ilk Kur’an neslinin) örnekliğine vurgu yapmış, Fatiha 6-7. ve Nisa 69. ayetlerde ise kendi dosdoğru yolunu bizlere, o yolu hayatlarıyla müşahhaslaştırmış olan Nebiler, sıddıklar, şahitler/şehitler ve sâlihler üzerinden ifade etmiştir. Nitekim Kur’an’ın Peygamber ve sâlih kullara dair kıssaları da aynı gayeye ma’tuftur.
Bu uzun girişi, Rabbimizin bizim için örnek/model gösterdiği sıddık, şahit/şehit ve sâlihlerden olduğuna kanaat getirdiğimiz bir alimi, İslami mücadele öncüsünü gündeme getirdiğimizde kimi Müslümanlarca dile getirilen “kişileri öne çıkarmak” gibi eleştirilere bir ön cevap olması açısından yaptım. Oysa “sâlihleri yüceltmek” ile “unutturmak” şeklindeki iki uç tutum arasında da mutedil olanı yapmak gibi bir imkâna sahibiz.
Bizim, geçmişin ve bugünün İslami uyanış ve mücadele öncüleri konusundaki tutumumuz bu çizgidedir. 20. asırda Kur’an’a yeniden dönüşü ve Kur’an’ın temel kavramlarını ve egemenlik eksenli tevidi öğretisini yeniden güçlü şekilde gündeme getirmiş olan Seyyid Kutub’un zaman zaman gündeme taşımamız, ondan sitayişle söz etmemiz de bu çerçevededir.
Yol Ayrımı: Entegrasyon mu, Ayrışma mı?
Seyyid Kutub’un 20. asrın ikinci yarısında İslam coğrafyasındaki İslami uyanışa etki ve katkısı bilinen bir husustur. Tabi öncelikle bizatihi Kutub’un İslami bilinçlenme sürecinde çeşitli İslami hareketlerin ve uyanış öncülerinin etkisi söz konusudur. Sonradan önemli kimi yaklaşımları itibariyle ayrışma yaşamış olsa da, uzun yıllar mensubu olduğu İhvan-ı Müslimin hareketi ve dolayısıyla onun kurucusu Hasan el-Benna, “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabından hassaten etkilendiğini belirttiği Mevdudi, Takiyyuddin Nebhani ve Menar ekolü bu etkileşimlerin başında gelmektedir.
Kutub, söz konusu etkileşimlerin de katkısıyla ulaştığı tevhidi perspektifle, İslam’ın “egemenlik” eksenli öğretisi ekseninde Kur’an’ı ve Kur’an’la hayatı, yaşadığı coğrafyayı, İslam dünyasını ve dünyayı güncel bir okumaya tâbi tutmuştur. Okumaları sonucunda “Kur’an’ın gölgesinde” ulaştığı sonuçları da, gerek tefsiriyle ve gerekse de “Yoldaki İşaretler” adlı manifesto niteliğindeki eseriyle öncelikle Mısırlı Müslümanlarla ve neticede eserlerin tüm İslam coğrafyasına ulaşmasıyla dünya Müslümanlarıyla paylaşmıştır.
Seyyid Kutub ve eserleri denilince ilk akla gelen vurgular, “hakimiyetin/egemenliğin Allah’a has kılınması”, “cahiliyeden akidevi ayrışma”, “İslam-cahiliye uzlaşmazlığı”, “yeniden Kur’an’a dönüş” ve “Kur’an neslinin yeniden inşası” olmaktadır. Bu vurgular, o günkü yaygın İslami çalışmalar açısından çok aşina olunan vurgular değildi. Oysa her biri, Kur’an’ın ilk inzal sürecinde gündeme getirilmiş temel akidevi inşa öğretilerine tekabül etmekteydi.
Kutub, daha sonra kardeşi Muhammed Kutub’un “20. asrın cahiliyesi” olarak niteleyeceği modern batı cahiliyesine yönelik akidevi temelli net reddiyesiyle öne çıktığı gibi, geleneksel cahili anlayışları da ciddi anlamda sorgulayıp söz konusu etmiştir. Kutub “Yoldaki İşaretler”de, modern cahiliye ve geleneksel cahili anlayışları birlikte gündem ederek şöyle demektedir:
“Bugün biz, İslam’ın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyenin, belki daha da sapkın bir cahiliyenin içindeyiz. Çevremizde ne varsa, cahiliyedir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları… Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiğimiz şeyler… Bunlar da bu cahiliyenin ürünüdür.
Bu nedenle nefislerimizde İslami değerler yer edinip kökleşemiyor, zihinlerimizde İslami anlayış berraklaşmıyor. İslam’ın daha önce yetiştirip çıkardığı türden yeni bir nesil artık içimizden çıkmıyor.
Öyleyse, İslami hareket yöntemi gereğince, eğitim ve yetişme döneminde içinde yaşadığımız, kendisine yaslandığımız cahiliyenin bütün etkilerinden soyutlanmamız ve arınmamız zorunludur. O ilk dönem insanların beslendiği arı kaynağa, hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir şüphenin bulunmadığı arı kaynağa dönmek zorundayız…”[4]
Tanımlama/teşhis bu kadar net ve köklü, çözüm konusundaki yaklaşım da aynı minvalde olunca, sentezci/eklektik yaklaşımlara ve hakla bâtılı uzlaştırmacı, orta bir yerde buluşturmacı yönelimlere açık kapı kalmamaktadır. İşte Kutub’un eserlerinin tüm İslam coğrafyasında Rabbimizin inayetiyle geniş bir yankı ve etki oluşturmasının temelinde, Kur’an’dan ve onun müşahhas örnekliğini ifade eden Nebevi örneklikten alınarak 20. asrın günceline ifade edilen bu netlik, bu bütüncül kavrayış, bu köklü teşhis ve çözüm perspektifi bulunmaktadır.
Bu yönüyle Kutub’un eserleri, ana kaynağa (Kur’an’a) dönüş, hakimiyetin/egemenliğin Allah’a has kılınması, tüm çeşitleriyle cahiliyenin reddi ve ondan akidevi temelde kesin ayrışma ve ilkesel uzlaşmazlık ve bu temelde ilk nesil örneğinde olduğu gibi Kur’an neslinin yeniden inşası gibi güçlü vurguları Müslümanların gündemine taşımıştır.
Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, Kutub’un ve Mevdudi gibi diğer uyanış öncülerinin eserlerinin tercümesiyle birlikte, “sağ-muhafazakâr” temelli eklektik/sentezci yaklaşımların sorgulanması ve arı-duru bir İslami anlayışa yönelme noktasında bir bilinçlenmenin yaşandığını görmekteyiz. Bu bilinçlenme, modern cahiliye ve onun temsilcisi mevcut düzenden ve sağ-muhafazakâr eklektik kimliklerden arınmayı ve akidevi temelde ayrışmayı doğurmuştur.
İşte bu noktada iki kavram çıkmaktadır karşımıza, ki bunlar kavram Seyyid Kutub bağlamında bugünkü halimizin muhasebe edilmesi noktasında çok hayati kavramlardır: Entegrasyon ve ayrışma.
Akidevi temelde değerlendirdiğimizde; entegrasyonun şirkin, ayrışmanın (akidevi hicretin) ise tevhidin temeli olduğunu ifade etmemiz gerekir. Nitekim Rabbimiz, inzal sürecindeki ilk emirlerinden olan “ruczdan hicret” beyanıyla[5], Rasulullah ve beraberindeki ilk mü’minlere Mekke’deki cahiliyeyle entegrasyon yerine akidevi ayrışmayı emretmiştir.
Buna karşılık yine Kur’an’ın ilk dönem beyanlarından öğrenmekteyiz ki, Mekke cahiliyesi, filizlenmekte olan İslam dâvetine “entegrasyon” teklifi götürmüştür.[6] Dahası, bunun için Rasulullah’a, entegrasyona/uzlaşmaya uygun görmedikleri, cahili anlayış ve işleyişlerini reddeden ve egemenliğin Allah’a has kılınması öğretisini temel alan mevcut Kur’an’ın değiştirilmesi veya yeni bir Kur’an getirilmesi teklifinde bile bulunmuşlardı.[7]
Mekke’de ipler, işte bu uzlaşma/entegrasyon tekliflerinin vahyin kesin talimatlarıyla reddi[8] ile kopmuştur. Akidevi hicret[9], “onlardan güzellikle ayrışmayı” öngören kurumsal hicretle[10] taçlandırılarak hakla bâtıl ayrıştırıldığı gibi, iki toplumsallık da toplumsal planda değil fakat kurumsal planda ayrıştırılmıştır.
Bu kurumsal ayrışmanın, Mekke’deki mevcut egemenliğin merkezi Darun Nedve’den başladığını görmekteyiz. Ebu Bekir (r.a.), kabile temsilcisi olarak doğal üyesi olduğu bu “şirk meclisi”nden, iman etmesi ile birlikte ayrılmıştır. Darun Nedve’ye karşı Darul Erkam’ın ikamesi de bu ayrışmanın sembol adımını teşkil etmiştir.
İslam dâveti, işte bu “akidevi hicret/ayrışma” temelinde başlamış ve o zeminde ilerlemiştir. Emevi sultasıyla birlikte maalesef cahiliye âdet ve anlayışlarının yeniden diriltilerek İslam’ın öğretileriyle sentezlenme yoluna gidilmesi ve ayrıca Doğu Roma üzerinden o günün “modern cahiliyesi”nden etkileşimlerle, bu Kur’ani/Nebevi temel ve zemin terk edilmiş, Abbasi sultası döneminde ise, İslami farkındalık ve temyiz bilincinden uzak bir biçimde Yunan ve İran felsefelerine alan açılmasıyla da akidevi arı-duruluk, netlik önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
Bu dönemlerde ortaya çıkan eklektik/sentezci anlayışlar, saltanat kültürü, sultanların (hâşâ) “Zıllullah / Allah’ın gölgesi” olarak görülmesi ve otoritenin kutsanması, “devlet-i ebed müddet” gibi yaklaşımlarla birleşince, bugüne kadar süregelen “mukeddesatçı sağ-muhafazakâr” anlayışlar ortaya çıkmıştır.
Seyyid Kutub’un tüm bu eklektik/sentezci anlayışları da cahiliyenin bir parçası olarak değerlendirmesi ve Kur’an’a dönüşle akidevi arınma ve netleşmeye vurgu yapması, asırlardır toplumların algı ve anlayışını belirleyen entegrasyon temelli bu eklektik anlayışların sorgulanmasını ve Kur’ani temelde bir arınmayı, ayrışmayı beraberinde getirmiştir. Türkiye özelinde, 60’lı yıllar sonrası dönemdeki İslami bilinçlenmenin bu zeminde yaşandığını söylememiz mümkün.
Aşmak mı, Aşındırmak mı?
Özellikle 80’li ve 90’lı yıllarda çok güçlü bir akım haline dönüştüğüne tanıklık ettiğimiz söz konusu bilinçlenme sürecinin, 2000’li yılların başları itibariyle Türkiye özelinde ve Türkiye’nin “model ülke” olarak kendilerine takdim edildiği mücavir coğrafyalarda çok temel bir kırılmaya maruz kaldığını belirtmemiz gerekir.
28 Şubat sürecinin sert rüzgârlarında diriliğini korumayı başaran ve direncini ortaya koyan İslami mücadele hattı, 2002 yılında başlayan muhafazakâr-demokrat yönetim sürecinin ılıman rüzgârlarında sarsıntıya uğrayıp, bizi biz yapan tevhidi bilinç noktasında kırılma yaşamıştır.
Sürecin, tıpkı 1950’de ve 1983’te olduğu gibi dayatmacı jakoben laiklikten, ılımlı anglo-sakson laikliğe geçiş niteliğindeki sistem içi bir dönüşüm, kabuk değişimi olduğu gerçeğini fark edemeyen, başörtüsü yasağının, Kur’an kurslarına konulan sınırlamaların ve benzeri jakoben nitelikli dayatmalarının kaldırılmasına fazladan anlam yükleyen birçok çevre, sürecin cazibesine kapılarak, teşbihte hata olmazsa Ayneyn tepesindeki mevzileri terk edip sistem içi politik sürece taraftar veya doğrudan nefer yazılmaya başladı.
2010’daki anayasa referandumu ise, o güne kadar cahili düzen ve aktörleri karşısında “akidevi teberri” eksenli tevhidi duruşlarını sürdüren, Seyyid Kutub’un altını kalın harflerle çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” Kur’ani ilke ve Nebevi sünnetini doğru bir tercihle temel hareket çizgisi olarak ifade eden kimi çevrelerin dahi Ayneyn tepesindeki nöbeti terkiyle neticelendi.
Bizim, o süreçte kaleme alıp yayınladığımız “Türkiyeli Müslümanlar ve İstikamet Krizi” kitabında istikamet krizi olarak nitelediğimiz bu durum, 60’lı yıllarda başlayan, “entegrasyondan akidevi ayrışmaya” trendinin tersine dönmesini ifade etmekteydi. Artık "akidevi ayrışmadan entegrasyona” doğru tersine bir yolculuk söz konusu idi.
Bu sürece girildikten sonra, Seyyid Kutub’un altını çizdiği cahiliyeyle uzlaşmazlık ve akidevi ayrışma “engelinin” aşılıp, entegrasyonun tevhidi bilinçlenme sürecinde yer almış kesimler nezdinde meşrulaştırılması için iki tutumun öne çıktığını görmekteyiz. Birincisi “Seyyid Kutub’u aşmak” söylemi, ikincisi ise onun taltif edilmesi, lakin gündeme getirdiği Kur’ani/Nebevi çizginin kimi demagojik söylemlerle aşındırılması çabası.
“Aşmak söylemi”, daha önce iki makaleye konu ettiğimiz üzere, aslında Seyyid Kutub’un berraklık, netlik ve gayretini aşarak daha ileri sâlih ameller ve cehd imkânları üretmeyi değil, onun altını çizip 20. asrın güncelinde ifade ettiği tevhidi çizginin aşılması ve mevcut cahili işleyişlerle entegre yaklaşımların üretilmesi tercihini ifade ediyor.
Nitekim ilgili makalelerde de belirttiğimiz üzere, Seyyid Kutub’u aşmaktan söz eden çevrelerce bugüne değin, bâtıl sistemler içi cahili politik süreçlere entegre/angaje olmakla, ölçüsüz tekfir ve kör şiddete dayalı ölçüsüz yaklaşımlar dışında bir yaklaşım üretildiğini görmüş değiliz.
“Aşmak” adına dile getirilen “yerlilik” eksenli söylemler ise, İslami açıdan ciddiye alınmayı hak eden bir nitelik bile arz etmezler. Zira zihinleri ulusal sınırlarla çevrili insanların, böylesine daraltılmış zihinlerle cihanşümul bir dâvâ olan İslam’ı ve İslami dâvet önderlerini anlaması zaten mümkün değildir. İbretlik bir durumdur ki, Türkiye gibi ülkelerde kimilerince “yerlilik” adına zemmedilen Seyyid Kutub ve eserleri, Nâsır dönemi Mısır’ında da benzer çevrelerce “Hint alt kıtasındaki İslami yaklaşımların etkisinde olmakla”, yani “yerli olmamakla” zemmedilmiştir.
Aşındırma konusuna gelince, ne yazık ki bu noktada ibretamiz yaklaşımlara tanıklık ettiğimizi söylemeliyiz. Biz doğu toplumlarındaki yaygın bir tarz olarak “ne yardan ne serden geçme” tutumuyla, bir yandan Seyyid Kutub ve dâvet mirası sahiplenilirken, diğer yandan onun dâvet mirası tersyüz edilerek mevcut entegrasyon süreçleriyle uyumlu bir şekilde yorumlanmaya kalkışılıyor.
Kısacası, Seyyid Kutub’un altını çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” eksenli Kur’ani/Nebevi vurgular süreç içinde yanlış tercihlerle “aşılınca”, Kutub’un dile getirdiği bu vurgular kimi demagojik söylemler ile tersyüz edilerek entegrasyon süreçleriyle uyumlu gösterilmek isteniyor.
Bu noktada, Kutub’un, güncel hayatla bağı zayıflatılmış, egemenlik ilişkilerine İslami zeminde itiraz niteliğinden uzak geleneksel klasik fıkıh anlayışına yönelik “sahife fıkhı” tanım ve bu çerçevedeki haklı eleştirileri, cahiliye düzenlerinden “akidevi ayrışma” temelli İslami dâvet ve mücadele tercihi yerine, cahiliye düzenlerinin politik süreçlerini esas alan bir “adım adım iyileştirme” anlayışına savrulan kimi kesimlerce bu yaklaşımlarını temellendirmek için üretilen “tertil fıkhı”, “merhale fıkhı” gibi tanımlamalara dayanak kılınmaya çalışılıyor.
“Madem ki biz Kutub’un altını çizdiği tevhidi ilkelerde sebat etmedik, Kutub’dan da vazgeçemeyiz, o halde Kutub’u bugünkü entegrasyon eksenli çizgimize uyduralım” yaklaşımı sergileniyor. İşte bu tam anlamıyla aşındırmadır. İslam’ı hayat nizamı olarak benimsemeyen, insan hevasına dayalı yönelim ve yasalar üzere işleyen cahiliye düzenlerine yönelik İslami yaklaşımın ancak “akidevi ayrışma” temelli olabileceğini, “merhale”nin ise ancak bu ayrışma temelinde oluşturulacak özgün İslami toplumsal-siyasal inşa noktasında geçerli olacağını mutlaka biliyor olmalarına rağmen, Kur’ani bağlamından koparılmış bir “maslahat” algısı ve “reel politik” perspektifle yanlış tercihlere sürüklenenler, sürüklendikleri noktadan tevhidi mücadele hattını da bulandırmaya gayret etmektedirler. Ki bu, terazinin ayarlarıyla oynama çabasından başka bir anlama gelmemektedir.
Bugün Seyyid Kutub’dan sitayişle bahseden çevrelerin yüzde kaçı, onun altını kalın çizgilerle çizdiği Kur’ani ilkeler ve onlara dayalı Nebevi örnekliğe uygun bir yaklaşım içinde bulunmaktadırlar? Bu sorunun cevabı, Seyyid Kutub bağlamında durum tesbiti açısından hayati önem arz etmektedir.
Maalesef, bugüne kadar, Kutub’un altını yeniden çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” tutumunu Türkiye’de en fazla vurgulayan kimi çevrelerin dahi, bu tevhidi çizgiden uzaklaşarak cahiliye düzeninin politik süreçlerine “merhale fıkhı” gibi demagojik söylemler eşliğinde angaje ve entegre olduğunu, bu kırılmanın, söz konusu çevrelerde daha önce arındıkları geleneksel hurafeleri kucaklama gibi yaklaşımları da beraberinde getirdiğini görmekteyiz.
Nitekim düzenin resmi din kurumu olan Diyanet güzellemelerinden “mevlid kandili” kültürünü sahiplenmeye, hayatı insanları kabirdekilerden istimdat istemeye teşvikle geçmiş olan, batıni tasavvuf anlayışının bu coğrafyadaki sembol bir ismini tezkiye ve günlerce olumlu anlamda gündemleştirme ölçüsüzlüğüne değin, tevhidi bilinçlenme sürecinde aşılan ve arınılan türlü cahili yaklaşımlara rücu edilmekte olduğunu müşahede etmekteyiz. Üstelik tüm bunlar yapılırken de, Seyyid Kutub’a sahip çıkılmaktan hiç geri durulmamaktadır!
Biz tüm bu tesbitleri, emri bil ma’ruf, nehyi anil münker sorumluluğumuz[11] çerçevesinde yapmaya çalışmaktayız. Dost acı söyler misali, acı da olsa bazı gerçekleri ısrarla söylemeye gayret ederek, yanlışa düşenleri yeniden doğrulara yönelmeye teşvik etmek istiyoruz.
Makalemizi, bir tesbitimizi hatırlatarak noktalamakta fayda görüyoruz: Entegrasyon şirkin, akidevi ayrışma ise tevhidin temelidir. Nitekim kelime-i tevhidin de, “lâ” ifadesiyle akidevi ayrışma öğretisi ile başladığı bilinmektedir.
[1] Bkz: Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4, 6
[2] Bkz: Bakara 2/143
[3] Bkz: Bakara, 2/130, 135; Âl-i İmran, 3/95; Nisa, 4/125; En’am, 6/161; Nal, 16/123; Hac, 22/78
[4] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Sh. 24, Özgün Yayınları
[5] Bkz: Müddessir, 74/5
[6] Bkz: Kalem, 68/9
[7] Bkz: Yunus, 10/15
[8] Bkz: Kalem, 68/10-14; Yunus, 10/15; İsra, 73-74; Hud, 11/112-113 vb.
[9] Bkz: Müddessir, 74/5
[10] Bkz: Müzzemmil, 73/10
[11] Bkz: Âl-i İmran, 3/104, 110; Tevbe 9/71; Hac, 22/41; Asr, 103/3 vb.