
Bizler, Allah’ın kitabında bizleri isimlendirdiği Müslümanlarız! “insanları Allah’a çağırmayı” (Fussilet, 33) kendilerine dâvâ edinmiş kimseleriz!
+(532) 238-4131
bilgi@kuranyurdu.com
Feminizm ideolojisinin bizim toplumda karşımıza gelen bir sonuç olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bir olgunun meydana gelmesinde birtakım sebepler vardır. Sebepler sonucu doğurur, sonuca ulaştıran sebepleri bilmemiz gerekmektedir. Feminizm dediğimiz olgu da bu toplumun bir gerçeği maalesef. Müslüman veya gayr-i müslim fark etmeksizin herkesin bir problemi. Biz Müslümanlar olarak en azından bu akımın oluşmasına etki eden sebepleri iyi analiz etmek zorundayız. Geçmişten günümüze yapılan yanlış uygulamaları bilmeliyiz. Eğitimi vb. ne varsa yapılan yanlışlar, onları bulup düzeltmek zorundayız. Şunu tekrar altını çizerek söylüyorum, bugün karşımıza gelen bu olgu, bir sonuçtur. Peki, biz Müslümanları da etkileyecek kadar derin olan bu olgu hangi hususlardan kaynaklandı, biraz buralara bakmak gerekmektedir.
Feminizm; bir hak arama, kadının toplumda daha özgür ve her anlamda erkekle eşit olması anlayışını savunan bir ideolojidir. Kanaatimce biz toplum olarak bu ideolojiyi ya anlamadık veya yanlış anladık. Çünkü meselenin hep şurasına takıldık kaldık: Kadın erkekle eşit olamaz, fizyolojik olarak farklı yaratılmışlardır; sözgelimi erkek güçlü kadın ise güçsüz olarak yaratılmışlardır yönüyle anladık ve anlatmaya çabaladık. Oysa konu hiçte böyle değil, biz, perdenin arkasını göremedik veya görmek istemedik. Onların eşitlik denilirken söylenmek istedikleri şey aslında şuydu: Allah’ın koymuş olduğu kadın erkek haklarına itiraz ediyoruz, miras hukukuna itiraz ediyoruz diyorlardı aslında. Geçmişimize dönüp baktığınızda karşınıza çıkan bu sonucu oluşturan ipuçlarını görmemiz söz konusudur. Aslında itiraz, Allah’ın koyduğu hukuka ediliyordu. Bunun müsebbibi yine sözüm ona kendini İslam’a nispet eden, Müslüman olduğunu söyleyen insanların kendileridir. Bu sözü söylerken çok düşündüm acaba yanlış anlaşılabilir miyim diye! Ama hakikati ortaya koymak gerekmektedir. Bizim toplumda, kabul et sekte etme sekte yaygın olarak şöyle bir uygulama vardır: Babalar, genel de kız çocuklarını evlattan saymaz, kimi anne-baba, hayattayken mallarını erkek çocuklarına devrederler. Anne-baba ölünce veraset çıkarılır, kızlar, doğal olarak babanın neyi varsa ortak olurlar. Fakat genelde erkek kardeşler kızlardan tapuları düzeltmek, üzerlerine almak için vekâlet alırlar. Bu vekâletle babadan kalan ne varsa erkek çocukların üzerine geçer. Kızlar, “zaten evlenerek gitmişlerdir, onların hakkını kocaları versin” anlayışı. Bunu yapanlar, bu toplumun kendini Müslüman olarak niteleyen insanları. Yanlış anlamayın gayr-i müslim veya laik kesime mensup insanlar değil. Sormak gerekmiyor mu sizce de; Allah’ın miras hukuku vardı, hem de bütün ayrıntılarıyla emredilen, Müslümanların uygulamakla mükellef tutulduğu, Allah’ın hukuku nerde kaldı? Eğer gerçekten Müslümansak ve Kur’an’a tabi olduğumuzu iddia ediyorsak nerede kaldı Allah’ın bizlerden istediği miras hukuku? İşte Müslüman kızlarımız, kadınlarımız feminist oluyorsa biraz da yapılan bu yanlışlara dönüp bakmamız gerekmektedir.
Yine, bu toplumda bazı kesimler tarafından uygulanan berdellerimiz vardı ve daha düne kadar uygulanmaktaydı ve belki de halen de uygulanmakta olan berdel adlı geleneğimiz! Bilmeyenler için söylemiş olalım berdel: İki ailenin, kızlarını değiş tokuş usulüyle evlendirmeleri için kullanılan bir isimlendirmedir. Yine başlık paralarımız vardı ve kızlarımızı nerdeyse bir mal gibi bedel biçip sattığımızı unuttuk galiba. Hatta “süt hakkı” olarak isimlendirilen ve annenin kızına bebekken verdiği sütün karşılığı olarak evlendiğinde damat beyden ücretini talep ettiği uygulamalarımız vardı. Daha nelerimiz var, nelerimiz..! Konumuz bu olmadığı için buraya daha fazla yazmayalım. Merak edenler kendileri biraz araştırsın! İşte feminizm ideolojisinin nedenlerini merak ediyorsak dönüp buralara bakmamız gerekir diye düşünüyorum. Şunu da söylemeden geçmeyelim: Bütün bunları yapan insanlar, kız alıp verirken: “Allah’ın emri ve Peygamber’in kavli” diye söze başlıyorlar. Hatırlatmak gerekir yapılan bu uygulamaların hangisi Allah’ın emri, hangileri Peygamber’in sünnetidir diye!
Konumuza dönersek, kızlardan gönüllü olarak, babalarından kalan mirası erkek kardeşlerine devretmelerini istemek nasıl bir ahlaktır. Bu yapanların insanlık namına ve İslâmî ahlâk olarak geldikleri noktanın neresi olduğunu varın siz düşünün! Bu ve bunun gibi yanlışları çok rahat bir şekilde yapan insanımız yan tarafta da yetimlere yönelik yardım faaliyeti yapmakta ve yapılması gerektiğini söylemektedir. Peki, kızlarına bunu yapan anne ve babanın veya babaları ölünce kız kardeşlerine bu muameleleri reva gören erkek kardeşlerin; yarın bu kızlarının kocaları öldüğünde ve çocukları yetim kaldığında bu insanlar yetim malı yemiş olmazlar mı dersiniz? Buradan yola çıkarak bu toplumda yetim malı yemeyen kaç tane gerçek kendisini İslâm müntesip gören Müslüman bulursunuz, oturun kendiniz hesaplayın! Bütün bunları düşündüğünüz de bu şekilde hareket eden bir kimsenin yetime yardım faaliyeti yapması riyakârlık değil de nedir? Bunu sadece bir örnek olsun diye yazdım. Bence Feminizmin nedenlerini buralarda aramak gerekmiyor diye düşünüyorum. Namaz, oruç, hac; bunlar ibadet ve Allah emretmiş güzel, ya yukarda yazdığımız miras hukukunu kim emretti ki, onu uygulamayı ibadet saymıyoruz? Eğer ibadet saymıyorsak: “Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz. Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezillik ve ahirette de elim bir azaptır.” (Bakara, 85)” ayetinin hükmünün muhatabı olmaz mıyız?
Özgürlük dedik, hak arama dedik, temel ayakları bunlar. Eşitlik üzerine bina edilen bir ideoloji peki gerçekten böyle mi? Söz gelimi bu ideolojinin mensupları tarafından kadının evinde eşine çay yapması kölelik olarak görülürken iş yerinde patronuna kahve yapması ise asla bu şekilde değerlendirilmemektedir. Buraları iyi okumalıyız! Bu ideoloji masum bir anlayışa hizmet etmemekte aksine bir projeye hizmet ediyor. Şahsi kanaatim okur ki İslam’da, kadın, özel bir konuma sahiptir, dokunulmaz ve koruma altındadır. Allah onu, kıyafetiyle/örtüsüyle toplumda farklı ve özel bir konuma koymuş, bekçiliğini de erkeklere vermiştir. Her kadının, aslında özel koruması var desek yanlış söylemiş olamayız. Bakın bugün devlet koruma adı altında kadına şiddet uygulanmasın diye bir koruma veriyor. Bunu Allah zaten vermiştir, uygulamasını bilen olursa tabi. Dediğim gibi bu bir proje ve bu projeyi İslâm düşmanları kendilerini Müslüman olarak addeden inanları kullanarak hayata geçiriyorlar. İslâm’a göre dokunulmaz bir konuda olan kadını dışarı çıkarıp topluma cinsel bir obje olarak sunma projesidir. “Evinden çık, iş hayatına atıl ve ekonomik özgürlüğüne dolayısıyla da kendi özgürlüğüne kavuş” sloganıyla bunu yapmaktadırlar. Ben bunun adını şöyle koyuyorum: “Erişilebilir kadın ol, özgür olan sensin”. Yanlış anlamayın, “erişilen” derken hemcinslerinin eriştiği değil, erkeklerin rahatlıkla eriştiği kadın ol, özgür ol, hikâye bu. Bunu bu toplumun sözüm ona Müslümanları maalesef okuyamadı ve bu tuzağa kolay düştüler. Bugün sözüm ona o Müslümanların evlerinde feminist ama namazlı, örtülü, kadınlar ve kızlar var. İster kabul edin ister etmeyin hakikat bu. Bu toplum olarak bizim dini anlama konusunda sınıfta kaldığımızı da gösteren bir gösterge aslında. Çünkü biz dini, ibadetler/ritüeller dini olarak anladık ve gelecek nesillerimize böyle aktardık. İşin daha vahim olan tarafı ise bazı Müslüman hocalar(!) liderler(!) bu akımın etkisinde kalmış, propagandasını yapıyorlar. Bu durumun ya farkında değiller veya “yapacak bir şey yok, uydum konjonktüre” diyorlar.
Biz bütün bunların sebeplerinin Allah’ın insanlık için seçtiği dinin insanlar tarafından anlayarak okunmamasından ve tatbik edilmemesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Maalesef toplum olarak biz dinin kutsal kitabını sadece okuduk geçtik, onu okuyarak sevap almak için ona yöneldik. Eğer okuduğumuzu düşünüp hayatımıza aktarsaydık bugün karşımızda çok farklı bir manzara olacaktı. Dini, nesillerimize ibadetler rütüeli olarak değil bir hayat ve toplum nizamı olarak anlatsaydık ve anlattıklarımızı önce Müslümanlar olarak bizler yaşasaydık, bugün başka şeyler konuşuyor olacaktık. Dini kendi menfaatlerimize yontmayı bırakıp “Allah ne diyor” kısmına odaklansaydık emin olun bu toplum bambaşka yerde olurdu. Müslümanlar kendi evlerinde, ailelerinde, yukarda yazdığım örnekte olduğu gibi Allah’ın dinini hâkim kılıp uygulasaydı bugün toplum, biz Müslümanları örnek ve umut olarak görürdü. Yine oluşturulan tüm cemaatlerde, derneklerde, vakıflarda eğer Allah’ın toplum için koyduğu ölçüleri temel alsaydı, bunun topluma yönelik bir etkisi olurdu ve manzara şu anki gibi olmazdı. Olsa bile buralarda Allah’ın hükmü uygulanır, bazı kesimler tarafından Müslümanlar töhmet altında bırakılmaz ve bu toplum Müslümanlardan emin olur ve yarınlar için onlardan umut bekliyor olurdu. Eğer bu toplumda kendilerini İslâm’a nispet eden Müslümanları ölçüyü Allah’ın ölçüleri olarak koysaydı ne feminizm ne başka izimler kök salabilirdi bu coğrafyada. Bu konuyla alakalı yukarı da yazdığım sadece bir örnektir. Siz bunu hayatın her alanına götürün ve ne büyük fecaatler yapılmış sizlerde göreceksiniz. Menfaatimize uysun diye yeri gelmiş hadis, yeri gelmiş içtihat, yeri gelmiş cumhurun ittifakı, deyip Allah’ın hukukunu nasıl görmezden gelmişiz. Birde bunları Allah rızası için yapmışız, vay ki ne vay.
Yukarda yazdığım örneği göz önünde tutalım ve konuyu Allah’ın Resûlünün yaşadığı zaman dilimine götürelim. Cahiliyede uygulanan bir örnek olmaksızın İslâmî dönemde Müslümanlar tarafından haksızlığa uğratılan ve böyle bir sebepten dolayı Allah Resûlüne gelen ve hakkının verilmediğini söyleyen bir kadın duydunuz mu veya kaynaklardan okudunuz mu? Ben duymadım, okumadım. Varda ben okumadıysam bu benim cehaletim olsun! Eğer olduysa da Hz. Peygamber eksiksiz bu kişinin hakkını teslim etmiştir, aksi düşünülemez. Çünkü o kendisine inen kitaba yani vahye tabiydi. Kitabın ölçüleri önümüzde duruyor. Hz. Ömer’e hutbede: “Allah’ın bize verdiği hakkı Ömer mi alıyor” diye itiraz eden kadını anlatır övünürüz. Hz. Ömer kadına: “Ben devlet başkanıyım, kuralları ben koyarım" mı diyor yoksa istiğfar edip kadına: “Sen hakkı söyledin “mi diyor?
"Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. (...) Ey Ehl-i Beyt Allah sizden kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzab Suresi 33.) Bu ve benzeri ayetleri okuduk ve neticede kadınları evlere koyduk. Peki, soru şu: Bu ve benzeri ayetlerde “kadınları evlere koyun, haklarını vermeyin” mi diyor Allah (a.c.), böyle mi anlıyoruz? Bazı uygulamalara bakılırsa böyle anlamışız. Dini sadece ibadet olarak görmüş, aslında dini toplumun yönetim biçimi olmaktan çıkarmışız. Bunu yapınca zaten kadını kestirmeden evine hapseder, adamdan saymayız. Kız babaları iyi düşünün, Hz. Ömer İslamlaşmadan önce kendi kızını diri diri toprağa gömdüğü söylenir. Böyle bir adam İslamlaşıyor ve neticede halife Ömer oluyor. Cuma hutbesinde söylediği yanlış olunca bir kadın kalkıyor itiraz ediyor. İyi düşünün? Daha dün en azından bazısı için ve eğer rivayette doğruysa yaşama hakkı yok dediği kadını, bugün “Allah sana doğruyu söyletti” deyip özür beyan ediyor.
Peki, kadınları evlere kapattık diyelim. Hz. Peygamberin savaş alanlarında, gazvelerinde yanında olan kadınları nereye koyacağız? Hadi “o peygamberdi, imtiyazlıydı” diyelim. Cuma hutbesinde Hz. Ömer’e itiraz eden kadını nereye koyalım, hem de Cuma namazında. Hz. Aişe annemizin Cemel savaşındaki konumunu nereye koyacağız. Dini Allah Resûlünden öğrenmiş, Kur’an’ı en iyi bilen kadını nereye koyacağız. Eğer yukarıdaki ayetteki hüküm her ne olursa oluşun “evden çıkmayın” ise Aişe annemiz bu hükmü yok mu saydı haşa. Hz. Ömer ile aramızdaki farkı merak ediyor musunuz? O Allah’ın hukukunu, her şeyin hatta kendi canının bile önünde tuttu. Biz ise Allah’ın hukukunu kendi menfaatlerimiz için bir araç haline getirdik. Kendimize menfaat sağlamak için zorda kaldığımızda Allah’ın hükmünü kaldırıp bir kenara koyduk. Bu ayet açık olarak söylüyor ki: Eski cahiliye kadınları gibi olmayın, eğer onlar gibi olacaksanız evlerinizde oturmanız daha hayırlıdır. Allah Resûlünü ve halifeler dönemini bir kenara bırakalım. Ondan sonraki dönemlerde neden neden feminizm yoktu. Böyle bir akım neden günümüze kadar Müslümanların hakim olduğu coğrafyalarda ortaya çıkmadı? Kadın konusunda Allah’ın hükmünü veya önerdiği tasavvuru Müslümanlar iyi anlamış ve bazı hatalar yapılsa da uygulamaya çalışmışlardır.
Şapkayı önümüze koyup gerçekten bir muhasebe yapmak şarttır. Cumhuriyet tarihinden bu yana bu toplumda kendilerini İslâm’a nispet eden sözüm ona Müslümanlar kadına hiç bir şey veremedi. Toplumu yetiştiren kadınlar cahil bırakıldı, yetmedi birde Allah’ın verdiği haklar, fetvalarla elinden alındı. Oysa Müslümanlar Müslüman nesilleri yetiştirecek kadınları yetiştirecek eğitim kurumları oluşturmalıydı. Onlar için okullar, iş alanları ve üniversiteler kurmalıydı. Bu ülkede İslâm’ın uygun gördüğü bir okul, bir üniversite oluşturmak imkânsız. Sistem buna asla izin vermezdi, Eyvallah! Lakin okullardan bağımsız olarak evlerden veya oluşturulan gayr-i resmi yerlerde neden kızlarımız eğitilmedi ve yetiştirilmedi? Maalesef bunu yapmayan bu toplumun insanları bugün mazlumu oynuyorlar. Örnek aldığınız Peygamber bile Mekke’de onca zorluğa rağmen Müslümanları Erkam’ın evinde eğitiyordu. Biz bu kadar mı çaresiz kaldık? Diğer tabirle, zillete razı olduk? Neslinizi siz yetiştirmeseniz, yetiştirenler evinize, ailenize feministler yetiştirir. Sizler adil mümin olamayınca sizden görece olarak daha adil olan feminizm adalet umudu olur, kadınlarınız ve kızlarınızın için.
Bugün akp’yi ayakta tutan, muhafazakâr Müslümanların kadınlarıdır desek yanlış olmaz. Bizler kadınlarımıza Allah’ın verdiği hakları veremezsek birileri çıkar göreceli de olsa onlara bazı haklar verir ve onları kendi saflarına çekerler. Bunlar, kazanım olunca kadınlar bunları kaybetmemek için gerekirse ailelerinden, çocuklarından, evliliklerinden bile vazgeçebilirler. Önümüzdeki somut bir örnek olan Feminizm ideolojisi bunun en görünen örneğidir, tabi okumasını bilen için.
Bundan önce yazdığım bir makalede Hz. Yusuf’u istismar edenleri kısaca anlatmıştım. Bu yazımız da Hz. Yusuf’u anlatanların neden Yusuf olamadıklarını anlatmaya gayret edeceğim inşallah.
Allah, Hz. Yusuf (a.s.), Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.) örneklikleri üzerinden biz Müslümanlara bir yol ve metot sunuyor. Bu üç peygamberi özellikle yazıyorum.
Kur’an’ı açın ve iyice araştırın bir de bunların mücadelelerine bir bakın size çok şey anlatıyor olacaklar. Bu peygamberlerin öne çıkan özelliğinin ise düşmanlarının sarayların da büyüyüp yetişmeleri olduğunu hemen fark edeceksiniz. Hz. Musa Firavun’un sarayın da, Hz. Yusuf Mısır’da devlet işleriyle görevli olan Aziz’in yanında yetişmiştir. Hz. Muhammet (s.a.s) ise daha küçük yaşlardayken Daru’n-Nedve’ye gidebilen ayrıcalıklı insanlardan birisidir. Hz. Peygamber çocukken, yetim olması hasebiyle özel bir ilgi görüyordu. Dedesi Daru’n-Nedve’ye gittiğinde onu da yanın da götürürdü. Bu yüzden Daru’n-Nedve’yi iyi biliyordu.
Dikkat edin! Düşmanlarının sistemlerini içinde yetişerek o sistemleri çok iyi bilen, üstün zekâ sahibi ve üstün cesaret sahibi kişilerden Allah peygamber seçiyor. Size tavsiyem Hz. Peygamberi geleneğimizde ki anlatılardan bağımsız Kur’an bütünlüğünde okuyarak onu bir beşer olarak değerlendirin. Onun dünyaya teşriflerinde meydana geldiği söylenen harikulade olaylar vb. anlatımlar onun beşer yönünü perdelemek için yapılmış maalesef. Oysa onun, içinde bulunduğu toplumu ne kadar mükemmel okuduğunu ve analiz yeteneğine sahip olduğunu öne çıkarmamız gerekiyordu.
O, sadece Mekke’yi değil çevresin de yaşananları iyi okuyor ve yorumluyordu. Bizan’sı, Sasanileri ve çevresinde yaşananları çok iyi okuyor ona göre adımlar atıyordu. Bunu Hz. Musa’da (a.s.) Yusuf’da (a.s.) ve Hz. İbrahim’de (a.s.) aynısını görüyoruz. Biz Mekkelilerin Hz. Peygambere söylediklerini ona inananlar olarak kendimiz yaptık. Onlar, Hz. Peygamber için şöyle diyorlardı: “Allah eğer bir peygamber gönderecekse o bir melek olmalıydı?”. Biz Kur’an muhatapları olan Müslümanlar, peygamberleri, birer melek statüsüne büründürdük. İnsanlara; sanki onlar akletmez, Allah onların her davranışına karışıyor veya yönlendiriyor olarak anlattık. Oysa Kur’an; onlar “birer beşerdir” diyor yani sizler gibi iradesi elinde olan birer insandır diyor. İşte biz bu peygamberlerin beşer yönlerini sildik ve onlara birer melek statüsü verdik. Olağan üstü işler yapan, mucizeler gösteren birer varlık haline getirdik. Bütün bunlardan dolayıdır ki bizim toplumumuzda hocaların, âlimlerin en makbul olanları, keramet sahibi olduğu kabul edilen kimseler olmaktadırlar.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra gelelim bunları güncellemeye. Bizim toplum da gelenekten gelen bu anlayışa sahip ve önümüzde hoca olarak duran cemaat liderlerimiz bu yanlış anlayışı sıkı sıkıya sahipleniyorlar. Çevrelerinde bulunan insanlara bunları anlatıyorlar; acaba neden?
Ben bu konuda, bu tutumu sergileyen liderlerin kapasitelerinin anlatacakları peygambere yetmediği için kendi konumlarını muhafaza etme derdinde olduklarını düşünüyorum. Böyle değilse; Kur’an’ı okumuş, hafız olmuş, Arapça dil bilgisine sahip; tabir yerindeyse yalamış-yutmuş insanların, bunları en azından bizim gördüğümüz kadarını görmemeleri imkânsızdır. Kimileri gerçekten görmemiş, kimileri gördüyse de konumunu kaybetmemek adına anlatmamış. Bu yüzden Yusuf’u anlatanlar, Yusuf olamadılar diyorum. Bu yüzden Hz. Peygamberi anlatanlar. Muhammed olamadılar diyorum.
Yukarda isimlerini verdiğim peygamberlerin hayatlarını okuduğunuzda size bir mücadele örneği sunuyorlar. Bu örneklik bir yönüyle şöyledir; içinde yetiştikleri toplumu biliyor, yetmiyor, nerede ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar. İçinde bulundukları sistemin eksiklerini, kusurlarını çok iyi tahlil etmişler. Karşılarında bulunan güç sahiplerine öyle hamleler yapıyorlar ki tabir yerindeyse nefeslerini kesiyorlar. Çünkü sistemin içinde yetiştiler ve nasıl alaşağı edeceklerini çok iyi biliyorlar.
Gelelim bizim mahalleye, yani topluma! Bizim toplum da Müslümanlar genelde geleneğin peşinden koşarlar. Bu peygamberlerin mücadele örnekliklerini anlatırlar çevrelerine ve bunu da bir ibadet sanırlar. Bunu, kitabı anladık ve yaşadık olarak görürler. Oysa o anlattıkları peygamberler, vahyi okudular ve kendi toplumlarında gereğini yaptılar. Bu yüzden şu sözü iddialı olarak söylüyorum: Allah peygamberlerini kendi toplumlarından seçerken en zeki insanlardan seçti. Bu bize bir örneklik gösteriyor olmalı, bir mesaj var bu durumda. Sanki Allah Müslümanlara bunları anlatırken şunu söylüyor: “Cemaat liderleriniz, hocalarınız peygamberlerin varisleridir. Onları içinizden en zeki kişilerden seçin” diyor. Zekilik, sizin hafız olmanız, mükemmel kıraat makamlarıyla Kur’an-ı kumanız değildir. Eğer bu şekilde anlıyorsak ilk inen ayeti hatırlayalım: “Oku yaradan rabbin adıyla oku” diyordu. Peygamber: “Ben okuma bilmem” diyor. Kaynaklarımız bize Muhammed’in ümmî olduğunu söylüyor (yani okuma yazma bilmeyen). Peki, okuma yazma bilmeyen bir kişi nasıl ve neyi okuyacak? İşte bizim temel sorunumuz burası. Daru’n-Nedve’de ne olup bittiğinden haberdar, müşriklerin sistemini çok iyi bilen bir kişidir Muhammed (s.a.s.). İşte ona: “Bu bildiklerini Allah adına oku, Allah’ın vahyini Mekke’ye, kendi toplumuna götür, sen toplumu ve çevreni iyi bilen birisisin, bu bilgini Allah için kullan” diyordu aslında. “İçinde yaşadığın toplumda edindiğin tecrübeyle toplumdaki yanlışları iyi görüyorsun, bunları Allah’ın vahyiyle yeniden inşa et” diyordu.
Kur’an’ın bize anlattığı bu peygamberlerin kıssalarına, emin olun ki sağ elle yemek yemeğe verdiğimiz değeri veya hassasiyeti gösterseydik bugün çok farklı bir durumda olurduk.
Müslümanların Kur’an Kurslarında Medreselerinde misvağa ve sağ el ile yemeğe verdiğimiz önemi bunları anlamaya verseydik bir düşünün neler olurdu. Kur’an’ı belden yukarda taşıma, abdestsiz dokunmama hassasiyetini onun bize anlattığı peygamber kıssalarını okurken üzerinde uzun uzun düşünmeye ve bizlere verdiği mesajları almaya verseydik bugün durumumuz ne olurdu acaba, oturup bir düşünelim. Gerçi bunları öğrencilerine anlatacak, onların ufuklarını bu şekilde açacak kaç tane âlim veya hocamız var orası da ayrı bir konu.
Bugün Müslümanlar şunu yapmak zorundalar: Dünyayı toplumu ve çevresini iyi okuyan ve analiz eden, yarınlar için Müslümanlara ufuklar açacak olan liderlere ihtiyacı vardır. Bu kapasitede olan insanları yetiştirmek zorundayız. Kafamızı kumdan çıkarıp, yaşadığımız çağın gereklerine ve gerçekliğine uygun yollar ve yöntemler üretmek zorundayız. Şöyle düşünün; Hz. Peygamber Mekke’de: “Atam İbrahim zaten topluma Allah’ın vahyini getirmiş, bende ona tabi olayım, olsun bitsin” mi dedi? Yoksa atası İbrahim’in getirdiği tevhit mesajının ortadan kaldırılmasına isyan eden, buradan çıkış için yolları arayan, bu yanlışları gördüğünde Hira’ya çekilip günlerce tefekkür eden Muhammed’i nereye koyacağız. Zaten nuzül sırasına göre inen ayetleri incelersek karşımıza oku, tefekkür et, anla ve tebliğ et gibi ilâhî emirler çıkacak karşımıza. Yani okuduğun ayetleri topluma bakarak tefekkür et mesajı çıkar ve insanlara hakikati duyur. Yanlışlardan uzaklaştır, hakikatlere yönlendir. Bugün bizim toplumda hocalara güven kalmadıysa, bunun sebebi din değil hocaların kendileridir. Çünkü onlar peygamber gibi kitaba uymakla mükellef idiler oysa onlar kitabı kendilerine uydurdular.
Bu toplumda dikkat edilirse “hacıdan, hocadan korkun” diye bir tabir kullanılır. Bunun altı tamamen de boş değil, laf olsun diye söylenmemiştir bu söz.
Bizim Müslümanların okullarından, kurslarından dünya gerçeklerini okuyan, dünya siyasetini kavrayan, güncel dünya ve toplum analizleri yapacak kaç tane siyasetçi veya davetçi yetiştirdi. Bizim davetçilerimiz; çevrelerini ötekileştiren, toplumu tekfir edenlerden ibaret. Çünkü peygamberi anlayamamış, kitabı ve kitabın verdiği mesajları anlayacak, yorumlayacak kapasite yok veya kimse buraları önemsemiyor. Topluma, kitabı okumak değil asıl olan okuduğun kitabın mesajlarını iyi anlayıp topluma çözüm götürecek insanlar lazımdır. Mekkeliler de İsrailoğulları da kendilerine vahyi okuyan değil, okudukları vahiyle topluma çözümler götüren kişiler gördüler karşılarında.
Bizler artık uçan, mucizeler gösteren peygamber anlayışından kurtulup onların beşer yönlerini inceleme ve okuma yoluna düşmeliyiz. Size bir örnek yazayım: Hudeybiye anlaşmasını hemen her Müslüman iyi bilir. Acaba Hz. Peygamber Medine’de o yıl, neden haydi umreye gidiyoruz dedi? Müslümanları neden o yıl ve o ayda Mekke yollarına çıkardı? Bu bir vahiy miydi, yani Allah böyle bir ayet mi indirdi yoksa kendi inisiyatifi miydi? Size ilginç bilgiler vereyim: O ayda, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasaniler arasında Ninova’da savaş hazırlıkları vardı. Hz. Peygamber tamda bu savaşın başlamasını öngördü ve yola çıktı. Hudeybiye’de bir ay kaldı. Mekkelilerle müzakereler yaptı vb. İşte tamda o zaman Bizans ile Sasaniler arasında savaş vardı. Hudeybiye anlaşmasını bu savaşı ve sonrasını düşünerek yaptı. Yani anladığım odur ki büyük olasılıkla Hudeybiye anlaşmasını kendi inisiyatifiyle yaptı. Bunu Hz. Ömer’in ve sahabenin anlaşmaya karşı çıkışlarından anlıyoruz. Hz. Peygamber o gününün hesaplarını değil, yarınların hesaplarını yapıyordu. Hesap doğruydu, geri dönüş yolunda bu anlaşmanın doğruluğunu tescilleyen Fetih sûresi nazil oluyordu. Bu şekilde olayları ferasetle yöneten böyle peygamberin bizler gibi ümmeti olur mu varın onu da siz düşünün. Bugün onun varisleri olduğu iddiasıyla toplumların önünde duranlar, günlük hesaplar peşindeler.
Dün nasıl Yusuf’a (a.s.) devlet teslim edildiyse bugün de bu toplumda kendilerini İslâm’a nispet eden insanlara da aynı imkân verildi. Tek fark bugünün Müslümanları! Yusuf (a.s.) kadar kaliteli değillerdi. Tarih tekerrür ederek karşımıza çıkıyor. Kişiler farklı, olaylar aynı. Yusuf olamayan bugünün Müslümanı, onu kendi menfaatine yontuyor. Tarih boyunca okuduğumuz kaynaklar, bütün zalimlerin çıkmaza düştüklerinde bir kurtarıcı aradıklarını yazar. Sistemi çöken melik, kurtuluşu Hz. Yusuf’ta bulur ve devleti kendisine teslim eder. Bugün de çok farklı değil. İçinde yaşadığımız sistem çıkmaza girince kendini ikame etmek için Müslümanlara kucak açar. Tek fark, bu toplum, Yusuf (a.s.) kalitesinde Müslüman yetiştiremiyor.
Bu toplumun Müslümanları, kendine kucak açan sisteme entegre oluyor, kendilerine menfaat alanları sağlıyorlar. Sistemin istediği de zaten buydu. Kendine entegre olacak, menfaatler elde edecek sonra bu menfaatleri kaybetmemek uğruna sistemin savunucusu olacak kimseler arıyorlardı. Oysa okuduğumuz Kitap, örnek aldığımız Peygamberler, Mekkelilerin bu tür tekliflerini ellerinin tersiyle ittiler. Sözüm ona bazı Müslümanlar Hz. Yusuf’u siyasi alanda kendine örnek aldığını söylüyorlar. Oysa Yusuf (a.s.), teslim aldığı sisteme entegre olmadı. Onu istediği gibi yönetti ve diğer adıyla sistemi İslâmî bir sisteme dönüştürdü. Toplumu dönüştüren Yusuf’tan, topluma entegre olan ümmete evrildik.
Hz. Peygamber de aynı mücadeleyi verdi yaşadığı toplumda. Şirki, tuğyanı görüyor, atası İbrahim’in tevhit mesajının silinmesine tabir yerindeyse isyan ediyordu. Onun bu arayışları, kendini toplumdan uzaklaştırıp Hira’ya sığınıp günlerce burada kalmasına sebep oluyordu. Bu inzivaların amacı dinlenmek, tatil yapmak, nefsini tezkiye etmeye yönelik değil; “bu gidişatı nasıl düzeltirim, insanları bu sapkınlıktan nasıl kurtarırım” amacına matuftu. Çözüm yolları arıyordu. Bu arayış onu, Cebrail’in “oku” emriyle Allah’ın vahyine muhatap kılacaktı, yani ona rahmanın yardımı gelecekti. Bu arayış peygamberliğin ilk yıllarında bile devam ediyordu. Çıkış yolları arıyor, panayırlara gidiyor olmuyor, Müslümanları dedesinin müttefiki olan Habeşistan kralı Necaşi’ye gönderiyordu. Bunlarla yetinmiyor Mekke’yi terk edip Taife gidiyor, buradan istediği çıkış yolunu bulamıyordu. Bu çıkışı netice vermediğinde dedesinin Mekke’de eski müttefiki olan Adiy b. Hatim’in korumasın da Mekke’ye geri geliyordu. Dikkat edin; Mekke’nin tüm baskısına rağmen topluma entegre olmuyor, mevcut düzeni reddediyordu. Bugün sözde onun takipçilerine baktığımızda bırakın reddetmeyi, girdikleri sistemin birer paçası haline geliyorlar. Hz. Peygamber, bütün bu zorluklara rağmen yarınları öngörebiliyor, bir avuç Müslümana; Mekke’nin, Bizans’ın ve Sasani’lerin yıkılacağını ve Müslümanların buraları yöneteceğini haber veriyordu. Eğer bulunduğunuz çağı okuyabiliyorsanız sadece bugünü değil, yarınları inşa edecek bir tasavvur sunarsınız topluma, tıpkı Hz. Peygamber gibi. Artık Müslümanlar nitelikli insanlar yetiştirmeli, yarınları bugünden inşa etmeliler. Kur’an’ın istediği yurdu inşa etme azmini göstermeliler. Bu yurdu kendileri inşa edemeseler de gelecek nesillere, bunun için gerekli fikri ufku, usûl ve yöntemleri miras olarak bırakmalılar. Hz. Peygamber, Kur’an’ın kendisinden istediği toplumu ve yurdu inşa etti ve kıyamete kadar ümmetine miras olarak bıraktı. Şimdi ümmetin işi daha kolay. Bu yurdu onun örnekliğiyle inşa etmeliler. Tabi önce böyle bir derdi olmalı ümmetin.
Ümmeti olmakla övündüğümüz peygamberin engin bilgisine, dünyayı okuyan eşsiz tefekkürüne ve üstün analiz yeteneğine hiç dönüp bakmadık. Böyle bir peygamberin sadece adıyla övünmekten öteye geçemedik. Bugün eğer zillet içindeysek bu bizim Kur’an’ı ve onun bize örnek olarak sunduğu peygamberi anlayamadığımızdan dolayıdır. Onun yetiştirdiği insanlar dünya siyasetine yön veriyorlardı. Onun yetiştirdiği nesiller onun önderliğinde kendi dönemlerinde bile hep gündem belirleyen, attıkları her adımda kendilerinden söz ettiren bir nesil oldular. İyi okuyun! Onun her yaptığı, kendi toplumunda gündemin ilk sırasındaydı. Sunduğu çözümler, halk nazarında kabul görüyordu.
Peki, bugün onun ümmeti olmakla övünen Müslümanlar ne yapıyor dersiniz! Yaptıklarıyla ona benzeyen bir cemaat veya topluluk var mı dersiniz? Kısacası bugün kendini onun ümmeti olarak görenler maalesef ona hiç benzemiyorlar. Âlimlerimiz ve cemaat liderlerimizin hepsi kendi cemaatlerinin çıkarlarından öteye geçemediler. Tıpkı Mekkelilerin kabile taassubu gibi bizimde cemaat taassubumuz oluverdi. Oysa şu hadisi sürekli okur fakat hiç düşünmeyiz: “Abdullah b. Amr (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.v.) Fetih günü Mekke'de halka hitabetti. ''Haberiniz olsun! Mal veya kandan, câhiliyye devrinde anılıp zikredilen tüm övünme vesilesi olan şeyler ayaklarımın altındadır. (Kaldırılmıştır.) Sadece Hacılara su vermek (sikâyetu'l-Hac) ve Kâbe hizmeti (Sidânetû'l-Beyt) bundan müstesnadır. Haberiniz olsun! Şüphesiz, kamçı ve sopa ile olan amde benzeyen hata ile öldürmenin diyeti yüz devedir. Bunlardan kırkının karınlarında yavruları olacak.” İyi düşünün! Bugün cemaatlerimizin durumu eski kabilecilik taassubuna benzemiyor mu dersiniz?! Yorumu size bırakıyorum.
Bugün Müslümanlar, şikâyet ettikleri her alanda maalesef dünyayı iyi okuyamadılar. Bugün dünyaya fikirlerini, davetlerini ulaştırmak için kullandıkları tüm platformları maalesef düşmanları yönetiyor. Kendi fikirlerini yayıyorlar fakat Müslümanların içeriklerini kısıtlıyorlar. Sosyal ağların kötülüğünü sürekli anlatırız amma alternatif hiçbir çözüm sunmayız. TV kanallarından şikâyet ederiz fakat koskoca ümmet olarak dünyaya yayılmış bir TV kanalı kurup yönetemeyiz. Peki, neden; çünkü “onu kurup yönetecek benim cemaatim olmalı, bundan başkasına destek olmam, eğer destek olacaksam onu ben yönetmeliyim” anlayışı hemen herkeste hâkim bir düşüncede ondan. Peki, peygamber olsaydı bunumu yapardı. Veya yarın Müslümanların liderlerine: “Neden yapmadınız” diye hesap sorsa ne cevap verecekler merak ediyorum.
Konuyu uzatmadan şöyle bağlayalım: Bugün Müslümanlar, eski yöntemleri taklit ederek yeni hiçbir iş yapamazlar. Peygamberleri iyi okuyun! Hiç biri diğerinin taklitçisi olmamış, her peygamber kendi toplumuna ve yaşadığı çağa uygun yöntemlerle topluma mesaj götürmüşler. Bugün bizlerde bilim çağında olduğumuzun farkında olarak bilim ve teknoloji çağının gereksinimlerini iyi okuyup ilâhî vahyin kılavuzluğunda ve peygamberlerin örnekliğinde toplumlara bu çağa uygun bir tasavvur oluşturmalıyız. Bu çağın insanına hitap ettiğimizi unutmayalım ve biz bu çağda imtihan oluyoruz ve yarın Allah’a hesabı da bu toplumla olan mücadelemizle vereceğiz. Eskiler kendi toplumlarıyla imtihan oldular ve rablerine yürüdüler. Bizlerde bu çağda imtihan oluyoruz ve yarın rabbimizin huzuruna gideceğiz. Yarınları inşa etme derdiyle yaşamak amel defterleri sağdan verilenlerden olmak duasıyla.
Bu yazımızda kurbanı değerlendireceğiz ve kurbana farklı bir pencereden bakacağız. Kurban, ilk insandan yani Hz. Âdem’den buya var olan bir ibadettir. Kurbanın ne olduğunu, Hz. Âdem’in çocuklarından öğreniyoruz aslında. Biz konuyu Hz. İbrahim (a.s) üzerinden elimizden geldiğince güncellemeye gayret edeceğiz. İbrahimî bir şuur, İbrahimî bir tasavvurdur kurban. Yaratana karşı sadakat sözünün eri olmaktır kurban. Hatırlayalım Hz. İbrahim bir rüya görüyor ve rüyasında İsmail’ini kurban ediyor. Buradan da anlaşılacağı üzere eğer en büyük olan yaratıcıya bir kurban verilecekse o kurban en değerliniz olmalı. Hz. İbrahim’in en değerlisi İsmail’iydi demek ki. Çünkü Hacer’den doğan tek çocuğu İsmail’di. Yüzlü yaşlara yaklaşınca Sare’den bir çocuğu olacağı vahiyle bildirilir. Sare’den ilk çocuğu olacaktı ve kendileri yaşlı bir çiftti. Buradan anlıyoruz ki Hz. İbrahim, rabbinden bir çocuğu olmasını çok istiyordu. Yıllar sonra gördüğü rüyasında en değerli varlığı olan İsmailli rabbine kurban etmesi kendisinden istenecekti. Bir düşünün; yaşlı bir çift bir çocukları oluyor ve sahip oldukları bu en değerli varlığı kurban edecekler. Düşünmesi bile tüyleri diken diken ediyor değil mi? Siz birde bunu, bu durumda olupta çocuk sahibi olana sorun; size anlatsın nasıl bir duygu olduğunu. İbrahim, sözünde durdu ve İsmail’ini kurban etmek için bıçağı aldı eline. İsmail; “Baba sözünü tut beni sabredenlerden bulacaksın” diyordu. Tam bıçak gırtlağa geldiğinde rabbi yetişti kuluna, rahmetiyle “sen sözünde durdun bende sana merhametimle geldim, İsmail’i bırak şu koçu kurban et” diyecekti. Rabbimiz İbrahim için ne diyor; “o tek başına bir ümmetti” evet İbrahim’i tasavvur işte bu. En sevdiklerinizi kurban etmek, eliniz gitmese de sizin için çok değerli olsa da ondan rabbiniz için vazgeçebilmek!
Hz. İbrahim, rabbine o kadar güveniyordu ki hiç tereddüt etmedi. Çünkü rabbi onu Nemrud’un ateşinden kurtardığı gibi bundan da kurtaracaktı, emindi, hiç tereddüt etmedi. O güvendiği rabbi yetişti rahmetiyle İsmail’e. Şöyle bir soru sorsak: kurban denilince bu size ne çağrıştırıyor? Eminim hepimizin ilk aklına gelen bir koç alıp kesmektir. Peki, kurban bu mudur? İşte burası muamma. İçinde yaşadığımız toplum, kurbanı da asıl mesajından uzaklaştırdı. Onu adeta bir kazan kapısı sağlayan sektör haline getirdi. Kurban bir ticaret ve çıkar alanına dönüştü. İbadet olmaktan çoktan uzaklaştı. Gerçi bizim toplum, ibadeti de ticaret gibi yapar oldu. Hani kurban ibadetti! İbadette ticaret olur mu? Örneğin namaz kılıyoruz, bunun için camiler yapılıyor bu camilerde kıldığımız namaz kadar ücret isteniyor mu? Neden böyle söylüyorsun diyeceksiniz. Kurbanın nasıl kazanç kapısına dönüştüğünü ifade etmek için şu misâlleri verebiliriz: Belediyeler kurbanlık gelen hayvanların yerlerini kiralıyorlar mı? Evet. Peki, kesim yerleri ücretli mi? Evet. İbadet için cami yaptıran belediyeler Kurban’ı ibadet saymıyor galiba, cami kurbandan daha makbul bir ibadet. Oysa namaz için bir camiye ihtiyaç yok yeryüzü size mescit kılındı ayetini hatırlayalım. Amma kurbanlık için bir barınma yeri ve kesim yeri şart. Bunu neden ücretli yapıyor kendine Müslüman diyen belediye yöneticileri. Yerler ve kesim yerleri ücretsiz olsa fiyatlar ne kadar ucuzlar varın siz hesaplayın. Bunlar ilk aklımıza gelenler, siz gerisini istediğiniz kadar doldurun. Biraz haccımızda böyle ticaret oluvermiş. Diyanet hac için ne kadar ücret alıyor bir düşünün. İbrahim’i tasavvurda ibadet teslimiyet iken bizim toplumda yerini ticarete bırakıvermiş. Belediyelerimiz buradan para kazanacakta diyanetimiz durur mu oda hacdan kazanacak tabi ki.
Gelelim kurbana: Kur’an, kurbanı sadece bir hayvanı boğazlamak olarak anlatmaz. Kurbanın asıl mesajı en değerli olanı rabbine sunmandır. Hz. Âdem’in çocuklarını hatırlayın birinin kurbanı kabul ediliyor diğerinin edilmiyor. Kurbanı kabul edilen en güzelini Allah’a kurban olarak sonuyor. Kabul edilmeyen ise en değersizini. Hz. Meryem de görüyoruz bir başka örneği. Dünyaya gelecek çocuğu adak olarak adayan İmrân ailesi, doğan kız çocuğunu söz verdikleri gibi mescide adıyorlar. Sözünü tutan Hanne’nin adadığı o adak, -sözünü tuttuğu için rabbi yetişti rahmetiyle Hanenin yardımına- Hz. İsa’ya (a.s.) anne olacaktı o adak, Hz. Meryem.
Bu örnekler bize şu hakikati gösteriyor; Kurban aslında koçu kesmek değil en sevdiğin neyse onu rabbine vermektir. Hepimiz çevremize şöyle bir bakalım. Göreceğiz ki her insanın İsmailli farklıdır. Kimimizin İsmail’i para, kiminin saraylar, kiminin lüks arabalar, kiminin lüks evler, kiminin kadın, kiminin makam, kiminin unvanlar, kiminin ticaret haneler, kiminin çocukları. Siz kendiniz bulun İsmaillinizi, bulun ve sonra rabbinize kurban edin tabi edebilecekseniz.
Gelelim bizim mahalleye! Bu toplumda yaşayan Müslümanlar, kurbanı bu kadar yozlaştıran topluma neden doğru kurban tasavvuru anlatmazlar, anlamak mümkün değil. Kurbanın sunduğu İbrahim’i mesajı unuttuk. Bir koç ve bir melek resminden –meleklerin resimleri olmaz, burasıda başka bir garabet- başka bir şey yok ortada. Resimlere odaklandık, resmin arkasında ki asıl mesajı unuttuk. Biraz öz eleştiri yapalım! Bazı cemaatlerimiz bundan menfaat elde ediyorlar, bu yüzden de sesleri çıkmıyor, çünkü hallerinden memnunlar. Nasıl mı? Şöyle; iyi bakın, İslâmî faaliyet adına Kur’an kursu işletmekle başlıyorlar sonra kurban organizasyonu yapıyorlar. Yetmiyor birde hisse dağıtıyorlar ve buralardan ne tür kar elde ediyorlar bilemem. Ama şurası bir hakikat ki; İbrahim’i tasavvuru topluma götürmesi gereken cemaatler, camiaların bazıları maalesef kurbanı ticarete dökmüşler. Dikkat edin İbrahim’in putları yıkmasını anlatırlar, balta Edebiyatı mükemmeldir, yapılır amma İsmail’ini kurban edeni pek bulamazsınız. Bizim toplumun Müslümanları biraz konjonktüre uyuyorlar. Asıl görevimiz insanlığa İbrahim’i mesajı ve tasavvuru götürmek olması gerekirken, maalesef bizler rakamlara takıldık. Kurban’ın ne olduğu, ne kadar olduğu hiç önemli değil. Kur’an bunun üzerinde hiç durmaz. önemli olan ibadet bilinciyle kurban ibadetini icra edebilmektir. Örneğin sadaka veriyoruz hiç verdiğimiz sadakanın miktarının ne olduğunu önemsiyor muyuz? Azı, çoğu pek önemli değil önemli olan Allah için vermek, yani ibadet, takva. İşte kurbanda böyle olmalı. Etin kilosu vesaire konular önemli olmamalı, Allah için verilmeli.
Toplum artık kurbanı hisse paylaştırma, Kur’an kurslarının organize ettiği hayvan kesme ve et dağıtma organizasyonu olarak görmeye başlamış. Maalesef toplum, bu ibadeti de tahrif etmiş kavramın içini boşaltıp kendi işine geldiği gibi doldurmuş durumdadır. Bizim mahallenin, yani Müslümanların bu durum karşısında hiç dertleri yok gibi görünüyor. Yani herkes halinden memnun. Bir deyim var; ‘alan memnun satan memnun’ sana ne oluyor diyeceksiniz. Allah’ın dini tahrif ediliyor, İbrahimî mesaj siliniyor, bir Müslüman olarak gerçekten yüreğim yanıyor. Ben okuduğum siyer ve tarih kaynaklarında İslâmî eğitim yapan yerlerin kurbanlık alıp hisselere bölüp dağıttığını hiç okumadım. Varda ben okumadıysam o da benim cehaletim, varsa beni aydınlatan olursa memnun olurum. Bu değerlendirmeler bu işi o şekilde yapanların topyekûn yanlış yapıkları algısına götürmesin bizleri. Tabi ki güzel örnekler var bu yazdıklarımız dışında. Güzel örneklikler de var onları takdir ediyoruz.
Bu toplumda yaşıyoruz ve hakkı hakikati insanlara götürme gibi bir görevimiz var Müslümanlar olarak. Kendimiz topluma benzemeye başladık. Artık cemaatlerimiz birer İsmail pozisyonunda fakat bizler onlardan vazgeçemiyoruz. Kimimize vakfımız, kimimize derneğimiz birer İsmail oluvermiş. Bunlardan vazgeçemiyoruz. Hele birde elimize imkân geçtiğinde bu imkânı kaybetmemek için neler yapmıyoruz ki! Kurban etmemiz gereken İsmailler oluyor çıkarlarımız, imkânlarımız. Amma hiç aklımıza bile gelmiyor İbrahim veya İsmail. Varsa yoksa elde edeceğimiz güç ve imkânlar. Tabirimi hoş görün, durumumuz biraz İsrailoğullarına benziyor, hani Bakara sûresinde anlatılan ineği kesme meselesi anlatılır ya! Bizde ise iyi bir tosun bu ve kes, oldu sana kurban ibadeti. Bunu sanki Hz. İbrahim düşünemedi, biz onlardan daha akıllıyız öyle mi? Ben, en sevdiğinden geçen pek görmedim. Örneğin ev sahipleri kiralardan hiç vazgeçmiyor, evleri onlar için birer İsmail olmuş. Biraz güncel olduğu için yazdım buna benzer daha nelerimiz var.
Biz örnek olmak zorundayız, topluma. Hele adına cemaat lideri, hoca denilen Müslümanlar, topluma örnek olmalı, İsmaillerini Allah için kurban etmeli. Gerektiğinde benim İsmail’im cemaatim diyecek. Başkası benim İsmail’im kursum, derneğim vesaire. Bbir başkası benim İsmail’im yazdığım kitaplarım vb. bulup İsmaillerini kurban etmeliler.
Konuyu uzatmadan kurban, İbrahimî bir bilinç ve tasavvurdur aslında. En sevdiğinden Allah için vazgeçmek. Bu dünyada kalacak değerleri ahiret için gözünü kırpmadan feda etmektir kurban. Ne hisse dağıtmak ne de İslâmî çalışma deyip kurbanlık hayvan alıp satmaktır. Kurbanın kurban olması için, İbrahim olmaktır ilk işimiz. Bizim önümüzde duranlar İbrahim olacaklar ki arkalarından gidenler İsmail olabilsinler. Durum, İbrahim’in bıraktığı İsmail’in inşa ettiği mesajı, onlardan sonra gelen yozlaştırarak asıl amacından saptırdıkları anlayışlara benziyor.
İbrahim diyoruz fakat İbrahim ve İsmail den sonra yaşayan kendilerine Hanif diyen Kureyşliler gibi yaşıyoruz. Bizim insanımız, İsmaillin inşa ettiği Kâbe’yi ziyarete bile yaşlanınca gider, neden mi? Çünkü hacca giden doğru olur, yalan söylemez, hile-hurda işlere bulaşmaz anlayışı var bizim toplumda. Yaşlanınca gidecek ki elini ayağını işten-güçten çekmiş olsun. Yoksa boşuna gitmiş olur. Çünkü kendine güvenmiyor, hile-hurda işlere bulaşacak biliyor. Haşa Allah’ı aldatıyor insanımız. Hacca giden insanımız İbrahim’in tasavvurunu unutmuş en sevdiği dünyalıklarını garantiye alıp öyle gidiyor İsmail’in inşa ettiği Kâbe’ye. Oysa İsmail, en sevilendi ve rabbine kurban edilecekti. Bizim hacılarımızın en sevdiklerini kurban ettiler mi oraya giderken? Yani kısaca İbrahim’i bir ibadeti yaparken bile Kureyşli Hanifler gibi çıkarımızın peşindeyiz. Allah bizlere İbrahim’in mesajını anlayan İsmailler yetiştiren müminler olmayı nasip etsin!
Kurban diyoruz fakat kilo ile et taksimatı yapıyoruz, kasap oluverdik. “Şu kadar kilo et şu fiyata” diyor adını kurban koyuyoruz, öyle mi? İbrahim böyle mi yaptı? Yaptı da bizim mi haberimiz yok? Yaptıysa cehaletimize verin. Eğer kilo ile kurban oluyorsa neden hayvan pazarlarına gidiyoruz ki kasaplara sipariş verelim “bana şu kadar kurban ayır” diyelim. İşte itirazımız tamda bu anlayışa, bu tasavvura.
Teşrik tekbirleri getiririz kurban bayramında. Bütün hocalar çok kuvvetli sünnettir derler. Hanifîlere göre vaciptir. Yani bu kadar önemli! Anlamıyla beraber yazalım buraya: “Allâhü ekber1 Allâhü ekber! Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber! Allâhü ekber ve lillâhi’l-hamd”. Anlamı: “Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah, her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Hamd Allah’a mahsustur”. Her farz namazdan sonra söylenir. Arefe günü sabah namazında başlar. bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar devam edilir.
Peki, bu ifadeleri dilimizle söyleriz de gerçekten gereğini yapar mıyız dersiniz. Örneğin “Allah en büyüktür” deriz de o en büyüğün emir ve yasakları hayatımızda ne kadar vardır. “Hamd alemlerin rabbi Allah’a’dır” deriz de gerçekten O’na hamd eder miyiz? Hamd sadece dille söylenmez amel ile ispat etmek gerekir. Yani en sevdiklerimizi kurban etmekten başlar hamd. En büyüğün verdiği nimetleri yine en büyüğün istediği gibi harcamaktan geçiyor. Malın şükür malla olur, paranın parayla mülkün mülkle olur. Bizim insanımız diliyle söyler geçer bu mu ibadet yâda kurban. Neden namazları namaz deyip geçmiyoruz, gereğini yapıyoruz, kılıyoruz da hamd’ı sözle söyleyip geçiyoruz. Bizim toplumda ibadetler sloganlaştı, kâğıt üstünde Müslümanlık desek hata etmiş olmayız.
Bu yazımızda güncel bir meseleyi irdelemeye gayret edeceğiz. Hz. Yusuf (a.s.) üzerinden yola çıkarak yapılan yanlışlıkları değerlendirmeye gayret edeceğiz. Yaşadığımız toplumda bir kısım Müslüman camialar iktidar olma veya iktidar pastasından pay alma amacıyla çokça kullandıkları Hz. Yusuf (a.s.) kısasını, Kur’an bütünlüğünde ele almaya gayret edeceğiz. Allah peygamberlerini kendi toplumlarına gönderiyor ve bozulan tevhid düzeninin yeniden inşa etmekle görevlendiriyor. Ben eserlerini okuduğum ve bildiğim tüm âlimler şu cümleyi kurarlar: “Tüm peygamberlerin getirdiği mesaj tevhiddir” derler. Buna Hz. Peygamber’i de dâhil derler.
Peki, nereden çıkıyor bu Hz. Yusuf istismarı? Kanaatimce bizim toplumda şöyle bir anlayış hâkim; yaptığına delil bulma anlayışı. Bu anlayış maalesef peygamberler de dâhil olmak üzere Allah’ın kitabını da kendi düşüncelerine delil arama yeri haline getiriyorlar. Eğer içinde yaşadığınız toplum, iman ettiği dini bilmiyorsa veya sorgulamıyorsa işiniz çok daha kolay oluyor. Eğer amacınız düşüncenize delil arama ise bunu zaten yaparsınız ve çoğunlukla kitaptan bir delil bulursunuz şayet bulamazsanız da kıyas yapar veya tevil yaparak yine amacınıza ulaşırsınız. Aslolan kitaba uymaktır. Bütün peygamberler bunu yaptılar yani kitabı kendilerine değil, kendileri kitaba tâbi oldular. Eğer biz kitaba tâbi olursak, durum hiçte anlatıldığı gibi olmayacaktır. Ne Hz. Yusuf’a iftira atarız nede kitabı kendimize uydurmaya çalışırız.
Unutmayalım, Hristiyanlar bunu yaptılar. Kitaba uymak yerine kitabı kendilerine uydurdular. Allah’ın onlar hakkında ne dediğini hepimiz biliyoruz. Bugün kanaatimce bizim toplumda Hristiyanların veya diğer bir tanımla ehl-i kitabın durumuna düşmüş görünüyor. Buda ehl-i kitaba yönelik Kur’an’daki tehditlerin bizi de kapsamına aldığını gösteriyor demektir. Bugün yaşadığımız toplumda Yusuf’u anlatanlar, Yusuf gibi olamadılar. Ya Yusuf’u anlatamadılar yâda anlayamadılar. Yaşadığımız toplumda yalan, hile, adam kayırma, senin adamın benim adamım, çıkar, menfaat almış başını gidiyor. Yusuf’u anladığını söyleyenler gözünü kırpmadan eşini, ailesini öldürüyorlar. Oysa Yusuf’a en büyük iftirayı atan kadın bile ondan iyilikten başka bir şey görmedi. Kendisini kuyuya atan kardeşleri bile ondan iyilikten başka bir şey görmediler.
Yusuf’u anlamak sadece iktidar olmak mıdır yoksa Yusuf’un hayatının tüm yönleriyle incelenip hayata bu modeli hâkim kılmak mıdır?
Gelelim Hz. Yusuf özeline, benim okuduğum kitap yani Kur’an, Hz. Yusuf’u hiç olumsuzlamaz aksine onun yaşadığı pratikler üzerinden hep olumlu bir mesaj verir. Onun zindanda bile Allah’ın mesajını korkmadan, çekinmeden, kimseye yaranma derdine düşmeden nasıl anlattığını haber vermektedir.
İşte Yusuf (a.s.)'ın zindan arkadaşlarına dâveti:
"(Yusuf dedi ki:) ...Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir toplumun dininden uzaklaştım. Onlar ahireti inkâr edenlerdir.
Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine tâbi oldum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli rabler mi daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?
Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yusuf, 37-40)
Bunları söyleyen bir peygamber, sonra çıkıp kralın hükümleriyle topluma hükmedecek öylemi? Bu kitabı bilmemek veya tahrif etmek değil midir? Diyelim ki Hz. Yusuf bunu yaptı, yukarda söylediği sözleri yalanlamış olmaz mı? Peki, böyle bir durum Allah’ın peygamberine yakışır mı onu siz düşünün?
Biz neden sorgulamayız akıl alır gibi değil. Neden şu soruların cevaplarını aramayız:
Hz. Yusuf (a.s.) iktidar olduğu yerde kendisine devlet teslim edildi. Kendisi o kadar güvenilir birisi ki kral, yönetimi kendisine bırakıyor. Hiç düşünmüyor, “bu benim arkamdan entrikalar çevirir, gücü eline aldığında beni alaşağı eder” demiyor ve ona muazzam bir güven duyuyor. Bizim Müslüman liderler burayı iyi okumalılar, bırakın devleti, kendi çevresine bile güvenen zor bulursunuz. Hz. Yusuf yönettiği ülkede kendi yönetimine karşı neden tarih kaynaklarında olumsuz bir bilgi yok. Biraz açalım Yusuf (a.s.), ülkeyi, istediği gibi yönetiyor. Yönettiği ülkede ister-istemez düşmanları da var. Sevenleri olduğu gibi sevmeyeni var. Tarih kaynaklarında Yusuf’un (a.s.) iktidarı eline aldıktan sonra kendi inancının mensuplarını kolladığına, onlara imtiyazlar tanıdığını okuyan var mı? Yâda yönettiği toplumda kendisinin bir hırsızlık veya yolsuzluk yaptığını anlatan bir kaynak var mı? Kendisine teslim edilen devlet içinde hiç kimseye zarar verdiği anlatılır mı? Bu kadar güzellik anlatıldığına göre düşmanları onun yanlışlarını mutlaka anlatırdı. Hatta bırakın düşmanlarını Allah bunu bize haber verirdi ki böyle bir şey yok.
Biz mademki, içinde yaşadığımız toplumda, Yusuf’un (a.s.) kıssasını mevcut durumumuza delil olarak tevil ediyoruz, gelin onun kısassını toptan her yönüyle topluma uygulayalım. Örneğin devlette bir makam ve mevki elde eden, kendine Müslüman diyenler birde bakmışsınız yakın çevresine, akrabalarını, imkân açma alanı yapmışlar, hadi yapmıyorlar deyin! Peki, Hz. Yusuf bunları yaptı mı, birde ona bakın. Yönetici olduğu dönemde kıtlık var ve kardeşleri erzak almaya geliyor, herkese verilen neyse onlara da aynısını veriyor. Babası ve kardeşleri bile olsa kıyak geçmiyor. Birde gelin bizim halimize bakalım; bizde bir makam elde edilsin, yapmadık yolsuzluk, adam kayırma, benim adamım, ee hani Yusuf örnek almıştık. Yusuf’u anlatanlara, onu kendi durumlarını meşrulaştırmak için kullananlara bakın, benzeyen tek bir yönünü bulamayacaksınız. Yusuf’u bize örnek gösterenler, Yusuf’un kardeşleri gibi yaşıyorlar.
Unutmayalım ki Yusuf’un kardeşleri yalan, entrika, hile, her şeyi kendilerine meşru gördüler hatta öyle ki peygamber olan babaları Yakub’u (a.s.) bile kandırmaya çabaladılar. Bugün Yusuf’u anlatanlar, Yusuf’tan çok kardeşlerine benziyorlar desek yanlış olmaz.
Örneğin Hz. Yusuf’un kardeşleri erzak almaya geldiğinde, Yusuf (a.s.); “bunlar benim kardeşlerim ve yaşlı babamda var, geldikleri yolda uzak bunlara fazla verin” deseydi karşı çıkan olur muydu? Kanaatimizce olmazdı ama yapmadı, hak neyse herkes hakkına razı olacak, bu kardeşin, baban bile olsa. Peki, bizim toplumda kendine Müslümanım diyerek Yusuf’u (a.s.) örnek aldığını söyleyenler bu örnekle uyuşuyor mu dersiniz. İktidara gelme konusunda bir takım tevillerle Yusuf (a.s.) kıssasını kullanacağız, amma sadece imkânı elde edene kadar öylemi? Gerçi bunu savunanalar şu hakikati unutuyorlar: Hz. Yusuf her ne kadar hazinelerin yönetimiyle ilgili teklifi olsa da onu ehliyet sahibi ve güvenilir adil olduğunu gören kral kendisi yönetimi ona devretti ve istediğin gibi yönet dedi. Gelin herkes otursun ve düşünsün, her Müslüman kendine bu soruyu sorsun! Bu toplumda devleti idare edenler neden Yusuf (a.s.) teklif edileni, bu toplumdaki Müslüman olduğunu iddia edenlere etmiyor. Yaşadığımız toplumda Müslüman liderler, maalesef buraları hiç düşünmüyor hatta böyle bir talepleri yok zaten. Bazı cemaatler ve kurulan dernekler kendi şahsi menfaatleri uğrunda ne entrikalar çeviriyorlar. Maalesef bunlar, Hz. Yusuf’u örnek aldıklarını bizlere veya cemaatlerine anlatıyorlar.
Peki, dostlar! Biz şu soruyu neden kendimize sorup üzerinde düşünmüyoruz? Hz. Yusuf’u zindana düşüren neydi? Hatırlayalım, yanında köle yâda hizmetçi olarak çalıştığı kişinin hanımı, kendisinden faydalanmak istemişti. Yani bugünkü tabirle kadın hizmetçisine âşık olmuştu ve onu yatağına davet etmişti. Doğru mu doğru! Peki, Yusuf (a.s.) zindana düşme pahasına onun teklifini reddetmişti. Bunun karşılığı olarak zindana atılmıştı. Yalan söylemediği gibi hakikati savunmuş ve efendisinin karısının teklifini, Rabbinin emrine karşı gelme sebebi haline getirmemenin bedelini göze almıştı. Bugün yaşadığımız toplumda sözüm ona Müslümanlara bakın, birde Yusuf (a.s.) a bakın. Bırakın Müslümanları, Müslümanların önünde duran liderlere bakın, kaç tanesi güzel ve soylu bir kadın yatağına davet etse Yusuf (a.s.) reddeder? Bırakın reddetmeyi evliyse hanımını boşar, yuvasını yıkar, koşarak ona gider. Bu genel bir tahlil, istisnalar elbet var ve biz onları tenzih ediyoruz. Hepiniz içinde bulunduğunuz cemaatleri ve hocaları az çok tanıyorsunuz! Kaç tanesi Yusuf olur. Olur dediğiniz varsa onları takdir ediyoruz. Bir başka mesaj veya muazzam olay ne olursa olsun hakikati savunmak ve söylemek. Düşünün, bugün yaşadığınız toplumda basit konularda bile kendine Müslüman diyenler, nasıl kolay yalan söyleyip kenara çekiliyor. Bırakalım Müslümanları, kimi hocalarımız bile aynı durumda. Yusuf’u iktidar yapan şey onun ahlakıydı, onun Allah’tan başkasına itibar etmemesiydi. Yusuf’u iktidar yapan onun iman ettiği değerleri hiçbir şekilde pazarlık konusu dahi etmemesiydi.
Bugün Hz. Yusuf üzerinden iktidar devşirmeye çalışanlara bakın kaç tanesi Yusuf’a (a.s) benziyor? Eğer Yusuf olsaydılar, iktidar peşinde koşmaz ve delil arama yarışına girmeden devlet kendilerine teslim edilirdi. Çünkü Yusuf’a böyle yapıldı. Melik, bulunduğu çıkmazdan kendini ve ülkesini çıkaracak tek güvenilir kişi Hz. Yusuf olduğu için kısmı yönetimi değil bütün devlet hazinesinin başına, onu görevlendirdi. Yusuf (a.s.) zindan da olduğu halde kendisine atılan iftiradan temizlenmeden oradan çıkmak için kimseden bir şey beklemedi, iman ettiği Rabbine teslim oldu ona güvendi. O güvendiği Rab onun imanının sadakatini karşılıksız bırakmadı, onu zindandan alıp kendini zindana atanların başına yönetici yaptı! İşte alın size imanın meyvesi!
Şu hakikatleri göz önünde bulunduralım: Hz. Yusuf iktidar olmak için bir parti kurmadı, bir dernek-vakıf da kurmadı, hatta bir cemiyet bile kurmadı. Devleti yıkmak veya ele geçirmek için hiç uğraşmadı. Tek bir şey yaptı; Rabbi ondan ne istediyse onları gücü oranında harfiyen yerine getirdi. Eğip bükmedi, mazeret üretmedi, “benim iman ettiğim din benden doğru olmamı istiyor bende dosdoğru olacağım” dedi. “Bu doğruluk benim özgürlüğüme mani olsa, zindanlara düşürse bile ben rabbimin dosdoğru ol dediğine iman ediyor ve dosdoğru oluyorum” dedi ve gereğini yaptı. Siz Rabbiniz olan Allah için bir şey yapın onun rızasını ve emirlerini eğip bükmeyin; “değil mi ki Rabbim benden böyle olmamı istiyor bende öyle oluyorum” deyin ve bakın Rabbiniz size nasıl kapılar açıyor!
Gelinen noktada bizlerin algıları da değişti; kapitalist, materyalist Müslümanlar oluverdik! Rabbimizin merhamet edip açtığı güzel kapıları bile biz kendimize mal ederek “biz yaptık” diyoruz. Kendini İslam’a nispet edenler, Karun gibi yaşayıp Yusuf’u örnek gösteriyorlar. Bu nasıl bir tasavvur anlamakta zorluk çekiyoruz. Bize Yusuf’u örnek aldıklarını söyleyenlerin nasıl Karunlaştıklarını üzülerek görüyoruz.
Yusuf diye yola çıkanlar sürecin sonunda Karun gibi yaşamaya başlıyorlar. Bize Yusuf’u örnek ve model gösterenler, kendilerini çoktan unutmuşlar. Oysa biz onlara bakınca Yusuf’u görmeliydik. Onlar Yusuf olamadılar, bize Yusuf olun diyorlar.
Kendi batıl yollarına Yusuf’u alet edenler, aslında Yusuf’un kardeşleri gibi düşünüp yaşayanlardır. Birileri size Yusuf’u (a.s.) anlatıyorsa dönüp ona bir bakın; Yusuf gibi mi yaşıyor yoksa kardeşleri gibi mi? Unutmayın, Yusuf’un kardeşleri aslında kuyuya doğruyu, hakkı, hakikati ve Allah’ın tevhid mesajını attılar. Çünkü Yusuf bunları temsil ediyordu. Biz kuyuya atılan Yusuf’a baktık, üslendiği misyonu ve mesajı ise hiç görmedik.
İŞLEYEN DÜZENİ FESAT EDENLER
Bu dünyayı yoktan var eden yegâne güç ve kudret sahibi bir varlık var ve bu varlık yarattığı bu gezegene hükmediyor. Yarattığı her varlığı bir kurala ve kanuna bağlamış, bu kanunlar sorunsuz işliyor. Örneğin yaşadığımız gezegeni yaradan Rab, belli kurallara ve kanunlara bağlamış ve bu kurallar ve kanunlar sorunsuz işliyor.
Örneğin: Güneşin her gün doğudan doğup belli bir zaman içinde batıdan batması gibi. Bu bir kanuna bağlı işliyor. Ne bir saat erkene alabiliriz ne bir saat geciktirebiliriz. Bir başka örnek yaşadığımız gezegen atmosfer dediğimiz bir tabakayla kaplı, bu tabaka güneşin zararlı ışınlarını süzüyor. Yaşadığımız dünyada oksijen dediğimiz bizim yaşamımız için olmaz ise olmaz bir hava barındırıyor. İnsanoğlu bunlara güç yetiremiyor, yetirse bunları kendi arzu ve isteklerine göre tanzim etmeye çalışır ve bu muazzam düzeni bozar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ayın belli bir takvime bağlı olması yeryüzünde tabiat, bitkiler, hayvanlar… Hepsi bir kanuna, düzene tabi olarak işliyor. Yaşadığımız yer kürede yaratanın kanunları işliyor. Tabiata bakınca bunları açık biçimde gözlerimiz görüyor. Bahar geliyor, tabiat yeniden canlanıyor, yeşeren vadiler, ağaçlar vb. nice kusursuz işleyen düzen. Yaz geliyor arkasından son bahar ve kış. Bu işleyişi kim kurmuş ve kim yönetiyor? Akıl sahipleri bunları neden düşünmüyor?
Depremde insanlık için ve bu dünyanın bekası için insanlığa sunulmuş bir nimet aslında. Bugün bilim insanları bunu açık açık söylüyor. Deprem olmasa yer küre taş olur, katılaşır ve hiçbir şey ekilip biçilmez diyorlar. Bu dünyayı yaradan, burada yaşayacak varlıkları düşünerek dizayn etmiş yer küreyi, vadiler, bereketli topraklar hep fay hatlarının olduğu yerler. Dağlar sarp, yerler çorak, susuz yapı yapmaya müsait yerler. İnsanlığın geçmişine bakınca anlaşılıyor. Aslında eski uygarlıklar hep mağaralarda taşları oyarak yerleşim yerleri inşa etmiş ve biz bugün bunları arkeolojik kazılarda buluyoruz ve onlara çağ dışı vahşi ilkel insanlar diyoruz. Oysa onlar ilkel falan değil. Bizlere bu gezegen için ders veriyorlar. Yapılarınızı vadilere değil dağların eteklerine inşa edin. Deprem var diyorlar da kimse duymak istemiyor.
Biz, insanoğlu yaratılmışların en üstünü, ahsen’i takvim olan varlık, hiç düşünmüyoruz yaşadığımız küreyi. Biz bilim diyoruz kendi aklımızla yaptıklarımıza muazzam diyoruz amma bize bu aklı vereni hiç hesaba katmıyoruz. Bizi yaradan bize bu aklı ve yetenekleri veren acaba yarattığı bu dünya dediğimiz gezegende neler yaratıp kurallara bağlamış. Bizim aklımızın yetmediği düşünmek bile istemediğimiz bu düzenin sahibi kim? Hiç aklımıza gelmiyor amma sonradan elde ettiğimiz tecrübelere güvenerek neleri fesada uğratıyoruz hiç aklımıza gelmiyor. İnsanlık için ekilip biçilmesi gereken topraklara gidip kendimize saraylar inşa ediyoruz. Oysa oraya ekin ekmeliydik. Çünkü altından fay hatları fay zonları geçiyor, saraylara köşklere uygun değildi. Kendi ellerimizle kendi felaketimizi hazırladık. İlk sallantıda ne köşk kaldı ne vaz geçemediğimiz dünyalıklarımız.
Yaradan rab yarattığı yer kürede belli kurallar koymuş ve bu kurallar bütün insanlık için konulmuş bunlara uygun hareket eden felaketten kurtulacak. Örneğin, yeryüzünde Allah kullarına kendi kafanıza göre kurallar koymak yerine benim işleyen kanunlarıma uygun hareket edin ki kendi felaketinizi kendi ellerinizle hazırlamayın. Allah’ın sünnetullah’ında hiçbir seçilmiş veya yönetici Allah’ın arzını parselleyemez. Parselleyip güç sahiplerine peşkeş çekemez. Çünkü mülkün sahibi bunu insan dediğimiz varlığın iznine vermemiş. Çünkü insan çok nankördür. Böyle bir yetki eline aldı mı kendini yaratıcının yerine koymaya başlar. Bugün yaşadığınız topluma bakın Allah’ın kulları için yarattığı yer küreyi kimler parsellemiş, sınırlar çizmiş; ülkeler, kıtalar haritaları çıkmış karşımıza. Büyük resimde ülkeler sınırlar çizmiş küçük resimde belediyeler, mahalleler ve arsalar tarlalar hepsi parsellenmiş. Allah’ın yarattığı mülkü birileri çıkıp benim deyip başlamış parsellemeye. Bu mülkü yaradan, çoktan unutulmuş. İşte sorunlar buradan başlamış. Her akıl sahibi benim deyip bir yerleri sahiplenmiş buraları kendi menfaati için imar etmiş, buralardan menfaat elde etmiş kendini kazançlı sayıyordu. Unuttuğu bu benim dediği her ne varsa onu bir yaradan vardı ve o yaradan yarattığı varlığa belli kurallar ve kanunlar koymuştu. Hatta buraları sahiplenip parselleyen akıl sahibi kendisini de bir yaradan olduğunu çoktan unutmuş. Dönüp çevremize bakalım, Müslümanım diyenleri izleyelim, gözlemleyelim. Bu yer küreyi birileri parsellemiş parsellemesine de bizim Müslümanların zihinlerini, gönüllerini ve inançlarını kim parselledi. Oysa yukarıda yazdığımız temel yanlışlara karşı çıkması gereken Müslümanlar olmalıydı. Çünkü aynı kitabı okuyan, aynı Peygambere tabi olan, aynı Allah’a iman eden Müslümanlar dönüp halimize baktığımızda sanki hepimiz başka kitaplara tabi başka Peygamberlere ve farklı ilahlara iman ediyormuş gibi görünüyoruz. Maalesef bu dünya da üç kuruş menfaat için satmadığımız değerimiz kalmamış. Topluma hakkı götürmesi gereken Müslümanların önünde duran liderler, kimi nasıl çarparım malına konarım entrikaları peşindeyken Allah’ın işleyen kanunlarını çoktan unutmuşlar. Neden konuyu buraya bağladın demeyin çünkü yukarıda yazdıklarımızı insanlığa götürmek, örnek olmak bu kitaba inanan son peygambere tabi olan Allah’ın kendilerine Müslüman ismini verdiği insanlardır da ondan. Alın size bir slogan (Üçkâğıtçı toplumun üçkâğıtçı Müslümanı) oluverdik. Oysa biz yeryüzünde Allah’ın kusursuz işleyen kanunlarına tabi idik ve bundan şaşanları uyarmakla görevliydik. Allah’ın işleyen kusursuz düzenini bizde görevimizi yapmayarak fesada uğratmadık mı dersiniz. Kapitalist düzen sadece kazanmaya odaklı akıl ve insan yaptığı her davranışta ne kazanıp ne kaybettiğinin hesabını yapan akıl. Böyle toplum inşa eden tasavvur yeni Müslüman modelleri üretmeye başlar ki zaten aksini beklemek yanlış olur.
Peki, biz Müslümanlar neyi fesada uğrattık dersek manzara ne oluyor gelin birazda buralara bakalım. Biz hakkı ve hakikati, adaleti yeryüzünde hâkim kılmakla görevli Müslümanlar neler yapmadık ki? Tarihi süreç içinde kendi menfaatimiz uğruna önce Kur’an ayetlerinin veya diğer bir tabirle emir ve yasaklarının etrafından dolaşmaya başladık. İşimize, çıkarımıza uymayan hemen her konuda bir hadis söylettik Peygamber’e, ve bununla kendimize yeni yollar bulduk. Elimizdekini kaybetmemek adına yeri geldi Kur’an’ı bile rafa kaldırdık, içtihat deyip menfaat devşirdik. Şöyle geçmişe bir bakın bu yazdıklarımız gelecek karşınıza. Bunu yapanlar hep kendilerine imkân devşirme peşinde olanlar veya kendi gelecekleri için kimleri neleri yok saymadılar. Bunları yapanlar hep Müslümanların lideri olduğunu iddia edenler olmuştur. Kendi hırsları, şahsi bekaları uğruna neleri fesada uğratmadılar ki. Asıl olan rabbine teslim olmak, onun rızasını kazanıp cennetine mükâfatına ulaşmaktı. O’nun rızasını kazanmak kalabalıklarla, kitlelerle değil bir hurma tanesiyle veya tek başına İbrahim olmaktı, zalimlerin içinde. İnsanlığa örnek olmaktı ki rabbi ona şu buyruğunu indirecekti: “Şüphe yok ki İbrahim, tek başına bir ümmetti, Allah'a itaat ederdi. Daima, doğruydu ve müşriklerden değildi.” (Nahl, 120) Sayıların, rakamların bir kıymeti yoktu, rabbinin katında. Bizim Müslüman olduğunu iddia eden liderlerimize bakın, kendilerine mürit toplamak adına kimlerin haklarını fütursuzca gasp ediyorlar. Bir makam elde etmek için ne entrikalar çeviriyorlar. Allah’ın işleyen düzenini nasıl fesada uğratıyorlar. Dönün ve iyi okuyun. Kazanmaya alışık akıl artık dini de kâr etme, kazanma alanı olarak görmeye başlar. Artık takvanın bir anlamı kalmaz tek değerli kavram sayıları çoğaltmak. Ne kadar çok müridin var, o kadar kazançlısın akılsızlığı. Konuyu fazla uzatmadan, işte böyle zihne, kafaya sahip sözüm ona Müslüman liderler kendileri gibi Müslüman yetiştiriyor. Kendilerine Müslümanım deyip her türlü cambazlığı yapanlar yüzünden artık toplum Müslümanım diyenden korkup kaçıyor. Bunu Allah yapmadıysa demek ki biz yaptık Allah’ın düzenini kendi ellerimizle fesada uğrattık. Bütün bunların sebepleri insanımız Kur’an’ı bir bütün olarak kendine rehber ve onun tarif ettiği yurdu inşa etme hedefinden şaşınca herkes kendince bulduğu doğru olduğunu düşündüğü yurdu inşa ediyor. Asıl olan Allah’ın istediği yurdu inşa etmekti. Oysa temel görevimiz olan Allah’ın istediği yurdu inşa etmekten uzaklaşan Müslüman, kendi yurdunu inşa etmeye başlar. Bugün bu kadar kendine Müslümanım diyen milyarlar var. Bunların sayısız yurdu, devleti var. Hiçbiri diğerine benzemeyen devletler. Her lider kendi arzu ve isteklerine uygun yurt kuruyor, kendi toplumunu yetiştiriyor. Makro ölçekte, mikro ölçekte her lider kendi müritlerini yetiştiriyor. Yetiştirdikleri de kendilerini devlet görüyor. Bu bir ifsat değil midir? Allah yeryüzünü imar etmekle görevlendirmiş idi oysa, Müslümanım diyenleri. Bugün Müslümanım diyenler kendi cemaat veya kendi yurtlarını amaç edinmiş, onun uğrunda çalışıyorlar. Bu kendi menfaatleri uğrunda Allah’ın menfaatlerini yok saymak değil midir?
Bugün Müslümanım diyenler kendi menfaatleri uğruna neleri feda ediyor, iyi okuyalım. Oysa Müslüman Allah’ın menfaatini en ön sırada tutmakla yükümlüydü. İşte yaşadığınız toplumda hakkı ve sabrı insanlara götürme görevimizi yapabilmemiz için önce kendi menfaatlerimizi bir kenara koyup önce Allah ne diyor ona bakacağız. Bunun örneği Allah resulü Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Ona kendi zamanında yaşayan müşrikler bile el emin diyorlardı. Bugün Müslümanım diyenlerden uzak durun denilmesinin bir sebebi olmalı. İşte bu sebepler çok önemli her lider kendine sormalı. Bunda bir zerre miktarı benim dahlim varsa vay benim halime demeli. Çünkü bu topluma hakikatleri hakkı adaleti götürecek kişiler Müslümanlardır. Onların eminliğine hiç kimse leke sürmemeli. Bütün bu fesadın önünde durması gereken Müslümanlar olmalıydı. İnsanlığa hakkı, adaleti ve yaşadığı yer kürenin yaratıcısının bu yer küreyi belli kanunlara bağladığını ve bu kanunların işlediğini anlatmalıydı. Fay hatları, depremler, seller, taşkınlar bunların Allah’ın birer ayeti hükmü olduğunu insanlığa götürmeliydi. Biz Müslümanlar görevimizi bırakıp dünyaya daldığımız için fesat kaçınılmaz oluyor. Kur’an gelmiş bütün uyarıcıların fesada uğrayan, tuğyan eden toplumları uyarmak üzere gönderdiğini söylüyor. Bizi bu kitap uyarmıyorsa ne uyaracak oturup düşünmek lazım. Her Müslüman bu fesada uğrama konusunda ne kadar katkısı olduğunu muhasebe etmek zorundadır.
BAL ARISI MI ARININ YAPTIĞINA ÜŞÜŞEN SİNEKLER Mİ?
Bu yazımızda rabbimizin bir ayetinden anladıklarımızı yorumlamaya gayret edeceğiz. Bu ayet Nahl suresinin 68-69. ayetlerde gündeme getirilmekte ve biz bu yazımızda o ayetlerden bizlere verilen mesajları anlamaya çalışacağız! Rabbimiz kitab-ı keriminde bizlere şöyle bildiriyor: “Rabbin bal arısına, ‘Dağlardan, ağaçlardan ve kurulmuş kovanlardan yuvalar edin, sonra da her türlü üründen ye de, Rabbinin işlek olan yollarından yürü!’ diye vahyetti. Karınlarından, insanlara şifa olan türlü türlü renkte içecek çıkar. Düşünen topluma bunda bir ders vardır.” (Nahl 68-69) Dikkat edecek olursak “biz bal arısına vahyettik”, buyuruyor. Bir-iki ayette bal arasına vahyettiğini söylüyor Rabbimiz. Bu vahyi alan arı yaradılışından bu yana kendisine verilen görevi hiç aksatmadan yapıyor. Peki, buradaki hikmet nedir, biraz buraya bakalım.
Bal arısı işini yapıyor, kimin ne dediğine ne yaptığına bakmıyor, kendine gelen vahyi en güzel şekilde yerine getirmeye çabalıyor. Yaptığı bal insanlık için bir şifa kaynağı ve çok değerli. Bunu kimseden esirgemiyor, yaptığı balı insanlığa sunuyor. Yaptığına bir bedel biçmiyor, bunu fırsata çevirmiyor, buradan bir menfaat sağlamıyor. Tek amacı var, kendine vahyolunanı en güzel şekilde yerine getirmek. Bu bilgilerden sonra birazda bu olayın hikmetlerine yani bize verilen mesajlarına bakalım.
Bu ayet, aslında bize şunları düşündürmeli; bir arıya bir iki ayet vahyoluyor ve bu arı bunu yerine getirmek için elinden geleni yapıyor. Biz insanlığa, diğer bir deyimle biz Müslüman olduğunu iddia edenlere ise koca bir kitap vahyolmuş, fakat farkında bile değiliz. Arının Rabbine olan imanı bugün Müslümanım diyen insanlarda ne kadar var, oturup düşünmemiz gerekiyor. Bu ayet bizlere vahyolunan varlığın özelliklerini anlatıyor aslında. Eğer vahye muhatap iseniz tıpkı arı gibi olmalısınız, en güzelini yapıp size bu yeteneği verene en güzel şekilde iman edeceksiniz. Yaptığınızı Allah için yapacaksınız ve kimseden karşılık beklemeden Allah’a vereceksiniz. Tıpkı arının yapıp karşılık beklemeden insanlığa verdiği gibi.
Gelin kendimizi, kendisine bir iki ayet inen bu sinekgillerden olan varlıkla boy ölçüştürelim. Ona inen bir-iki ayet, bize inen ise koskocaman bir kitap. Hangimiz Rabbinin vahyine daha fazla kıymet veriyor bir bakalım. O her gün kilometrelerce yol alıyor, envai çeşit bitkiyi geziyor onların özünü topluyor ve geri kovanına getiriyor, bundan bal üretiyor. Bu ürettiği balı insanlığın faydasına sunuyor ve insanlıktan bir karşılık beklemiyor. Biz Müslümanlar ise bize inen koskoca kitap olduğu halde o kitaptan habersiz yaşıyoruz. Bir iki ayetin bir sineği bile nasıl bal arısına dönüştürdüğünü okur ve anlatırız. Kendimize inen koskoca kitabın bizleri dönüştürmesi gerektiğini hiç düşünmeyiz.
Bakın sinekgiller ailesinden kendisine bir-iki ayet vahyolunan birisi onlardan farklılaşarak arı oluyor ve neticede hem kendi ailesi hem insanlık için bu iki ayetten ötürü bir şifa üretiyor. Ürettiği çok değerli ürünü insanlar, kuşlar, hayvanlar, sinekler kısacası hepsi bu ilaçtan faydalanmak için yarışıyor. Arıyı değiştiren kendisine inen bir-iki ayet ile sınırlı vahiy. Vahyin inşa ettiği sinek, arı oluyor, değişiyor, dönüşüyor ve diğer varlıklara fayda dağıtıyor. Ya arı veya arının ürettiğine üşüşen sinekler olmak!
Bu insanlar için de aynı değil midir? Ya vahye muhatap olduğunu bilerek yaşayacak, Rabbinin kendisinden istediğini yapacak, faydalı olacak veya yapmayıp sıradan sinek gibi olacak. Önümüzde koskoca bir kitap yani vahiy var ve bu bizi dünyada her alanda faydalı biri yapmıyorsa durumumuz ne olacak? Ya vahye uyup arı gibi olacağız veya vahyi görmeyip sıradan sinekler olacağız. İnsanlar içinde bu durum geçerli değil midir? Hz. Peygamberi böyle okuyalım. O, Rabbinden kendisine inen vahye tabi oldu, yeryüzünde insanlık için tıpkı bal arısı gibi faydalı oldu. Onu beğenmeyenler ürettiği bala nasıl üşüştüler, hepimiz okuyup görüyoruz. Bugün Müslüman olduğunu ve kendilerine hoca, âlim, kanaat önderi diyenler buraları iyi okumalılar. Ya bir değer üretirsiniz, ürettiğiniz değer vahiyden geliyorsa siz bal arısı gibisinizdir. Yok, üretmiyor ve birilerinin ürettiği değerlere üşüşüyorsanız, siz vahyi anlamamışsınız, en azından bir arı bile olamamışsınızdır. Siz olsa olsa arının yaptığına üşüşen sinekler gibisinizdir. Tercih bizim elimizde ya arı veya arının ürettiğine üşüşen sinekler olmak bizlere kalmıştır. Ben şahsen Müslümanın bal arısı olması gerektiğini anlıyorum bu ayetlerden, ona üşüşen sineklerden olmamayı anlıyorum.
İnsanların da bal yapanları ve yapılan bu bala üşüşenleri olduğunu hiçbir zaman unutmayalım. Çevremize bir bakalım, ya bal yapanlar veya yapılan bala üşüşenler vardır. Burada önemli olan biz neredeyiz, bal yapan mıyız yoksa yapılan bala üşüşen sineklerden miyiz? Eğer biz vahye muhatap olduğumuzu iddia ediyor isek ve bize vahiy indi diyorsak o zaman biz, kesinlikle bal arısı gibi olmak zorundayız. Yok, bal arısı konumunda değil isek bize vahiy inmemiştir, vahiy inenlerin ballarına üşüşen sinekler konumundayızdır.
Kendilerine vahiy inenler önümüzde duruyor: Peygamberler… Bunlara, Allah vahyetmiş. Onlarda kendilerine inen vahyin gereğini yapmışlar. İnen vahyin gereği olarak bal yapmışlar insanlık için. Kur’an bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Kendilerine vahiy inen bal arıları ve bunların yaptığı bala üşüşen sinekler. “Biz arıya vahyettik” buyuruyor Rabbimiz. Kendisine gelen vahiy, arıya bal yaptırıyor.
Biz, insanlara vahyettik diyen ayetlerin muhataplarının yaptığı bal nerede, gören var mı? İradesiz arıya bal yaptıran vahiy iradesi eline verilen insana inen vahiy neden bir şey yaptırmıyor? Ya insana vahiy inmedi veya indi de arı olamadı. Oysa arıdan daha üstün yaratılmıştı. Kendine inen vahyin gereğini çok daha mükemmel yapmalı değil miydi?
Bir arı kovanı düşünün içinde ana arısı, işçi arısı, izci arısı vb. birçok görevi olan arılardan oluşan bir kovan. Herkes görevini en güzel şekilde yapınca ortaya bir değer çıkıyor. Bunların güzel çalışması ortaya bal çıkarıyor. Bu ayetleri Müslümanlar birde bu gözle okusunlar. Bu ayetler Müslümanlara mesajlar veriyor. Oluşturacağınız topluluk, cemaat vb. oluşumlar da onlar gibi olmalı diyor. Aslında İslâmî mücadele bir kadro hareketidir. Arıların oluşturduğu bu kadro kendi içinde mükemmel işliyor. Ana arı yaşlanınca hemen yenisi gelsin, işler aksamasın diye kenara çekiliyor. “Bu benim postum” demiyor, “ben var olduğum sürece buraya ben otururum” demiyor. Yorulduğunda görevi kendisinden genç olana devrediyor. Yenilenen kovan bal üretmeye devam ediyor. Bugün Müslümanların en büyük sorunu buraları ve bu meseleleri iyi okuyamamalarıdır. Kendilerini posta atma yarışı, lider olma hırsı, menfaat sağlama yarışı vb. yarışlar kadro hareketi olma özelliğini ortadan kaldırarak bir kişinin tekelinde olan, onun kabiliyetleri kadar çaba ortaya koyan bir harekete dönüşüyor. Bakın arıya Rabbimiz vahyetti, bunun neticesinde arıların üretim merkezinde mükemmel işleyen bir düzen oluşturdu. Aynı vahiy bize de iniyor ama biz nedendir bilinmez bir türlü bal yapamıyoruz. Kanaatimce balı elde etmenin yolu mükemmel işleyen bir kadro olmaktan geçiyor. Birilerine hizmet etmek, tek adam, tek lider anlayışından değil. Rabbimiz bize arı üzerinden mesaj veriyor olabilir.
Bir de bu ayetleri bu gözle okusak olmaz mı?
Ramazan denince aklımıza hangi hususlar gelmektedir? Ramazan deyince oruç tutmak, ibadet, takva ve en önemlisi de Kur’an geliyor aklımıza. İçinde kadir gecesini barındıran ve Kur’an’ın indiği aydır Ramazan ayı. Hepimiz söyleyip geçiyoruz, bilinçlimi yoksa bilinçsiz mi yapıyoruz bilmiyorum. Ben şuranın çok önemli olduğunu düşünüyorum; Kur’an’ın indiği ay ne demek? Buradan anladığımız kitabın inmesi mi yoksa çok daha ötesinde bir mesaj mı var? Kur’an neye ve neden iniyor, kime iniyor, inmekten kasıt nedir? Bunları iyi okumamız lazım. Bir şeyler iniyor ve kimden kime gidiyor? Yaratıcıdan yaratılmış en şerefli mahlûk olan insanoğluna iniyor. Bu inen sıradan bir şeyin inmesi değildir. Yaratıcıdan insanlığa, bir kurtuluş mesajı iniyor. Yeniden inşa olma, yeniden batıldan aydınlığa gidişin yol haritası iniyor. Bu inişi şöyle okumalıyız; İnen vahiy yeniden bir inşa süreci başlatıyor, bir milat oluyor, geçmişteki yanlışlardan, yanlış inanışlardan yeniden bir iman inşası öneriyor.
Bu inen mesaj, insanlık için örnek olarak seçilen resulün örnekliğiyle insanlığa yol gösteriyor. Siyer okuyan herkes bunu rahatlıkla görecek. İnen mesaj, resulü nasıl yeniden inşa ediyor? Kendisine uyanlar nasıl yeniden bir başlangıç yapıyorlar? İlk nesli iyi incelediğimizde bu inen mesajın onları nasıl da değiştirip, inşa ettiğini okuyoruz. Peki, bu inen mesaj neden bizde aynı tesiri bırakmıyor? “Sıradan bir kitap gibi okuyup geçiyoruz” dersiniz. Kanaatimce biz bu mesajı olduğu gibi saf ve temiz haliyle okumuyoruz. Bu mesajı kendi bulanık zihnimizle yorumluyoruz ve belki de farkında olmadan tahrif ediyoruz.
Bu inen vahiy, mesaj, o dönemin insanları için yeni bir önermede bulunuyordu. Bu önerme her zamanda ve her çağda aynıydı. Yeni bir başlangıç, yeni bir düzen öneriyordu. Bu önerilen, Kur’an’ı kendilerine yurt edinmeleri gerçeğiydi. Eğer bugün biz vahyi insanlığa götüremiyorsak, insanlık fevç fevç bu mesaja gelmiyorsa, bizim insanlığa sunduğumuz bir yurt, vatan yok ondandır. Biz önce, bu inen mesajın en temel hedefinin, bir yurt inşa etmek olduğunu görmek zorundayız. Bugün bu toplumun Müslümanlarına düşen en temel görev, okuduğumuz vahyin, bizi davet ettiği yurdu inşa etmek olmalı. Kur’an yurdunu inşa edemeyen insanlık, onun ahkâmını uygulayacak bir topluluk da bulamaz.
Bugün bütün Müslümanlar bir amaç için çalışmak zorunda. İlk işimiz olarak Kur’an yurdunu yeniden inşa etmeliyiz. İnşa ettiğimiz bu yurtta inen vahyi uygulayacak, bir toplum inşa etmeliyiz. Bugün vahiy ve mesaj elimizde ama bu vahyi ve mesajı uygulayacak bir yurdumuz maalesef yok. İşte mesajın anlam bulması için bu mesajın istediği yurdu inşa etmek, bugünün Müslümanlarının en temel görevi. Ramazanı ramazan yapan işte tamda burada saklı. Ramazan kendi yurdunda bir anlam ve değer ifade eder.
Hz. Peygamber’in hayatını okuyan her Müslüman bu hakikati görecektir. İlk inen vahiyle beraber Peygamber, ilmek ilmek bir inşa süreci başlatıyor. Onu insanlığa okuyup geçmiyor, ben okudum anlattım, işim bitti demiyordu. Bu yurdu inşa etmek için gerekirse canından vaz geçiyor, malından, kazancından, dünyalık menfaatinden vaz geçiyordu. Yetmiyor, yaşadığı topraklardan uzaklaşıyor, hicret ediyordu. Bütün bunlarla Rabbinin istediği yurdu inşa etmek istiyordu. Bu yurdu inşa eden, inen mesajı, vahyi bu yurtta uygulayacak ve insanlığa rehberlik edecekti. İşte bu yurtta Ramazanında, Kadir gecesinin de bir anlamı ve değeri olacak. Kur’an’ın istediği yurdu kurmak ve bu yurdun değeri olan Ramazan ve Kadir gecelerinin gerçek mahiyetine ulaşmasını sağlamak en temel görevi olmalı bu toplumdaki Müslümanların.
Bugün Ramazan da Kadir gecesi de boynu bükük, öksüz, garip ve yetim bırakılmıştır. Çünkü bunların vatanı, yurdu yok, mahsun ve garip kalmışlar. Ramazanı aziz kılmak, Ramazanı mebrur kılmak istiyorsak önce onun yurdunu inşa edip, Ramazanı kendi yurduna kavuşturmak zorundayız. Ramazanın bizlerden razı olmasını istiyorsak, onu kendi yurduyla taçlandırmak zorundayız. Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olmasını istiyorsak, Kadir gecesini kendi yurduna kavuşturmak zorundayız. İşte o zaman Kadir gecesinde inen vahiy, bizi inşa etmiş olacak.
Bugün, eğer zillet içinde bir İslam dünyası varsa, işte sorunun temelinin burada olduğunu unutmayalım; İslam’ın kendi yurdunun olmaması. Kendi hükümlerinin uygulandığı yurdunun olmamasıdır. Ramazan insanlığa; pide kuyrukları, mükellef sofralar kurmak, eğlence cümbüşleri yapmak için gelmemektedir. Ne yazık ki biz Ramazanı getirip buralara bağlıyoruz. Bunları kendimizi ve vicdanlarımızı rahatlatma alanlarına dönüştürdük. Bunun en temel sebebi bedel ödemeyi, hakkı ve hakikati savunmanın bedelini göze alamadığımız için uydum topluluğa deyivermemizdir.
Ramazanın izzeti ancak ve ancak Kur’an’ın istediği yurtta yerine gelir. Yurdundan uzak sürgün yaşayan bir Ramazan, Ramazan olamaz. Ramazan olsa da garip olur ve bu Ramazanın bayramı da olmaz. Ramazan; ibadet, oruç, zekât, infak gibi değerleri içinde barındırıyor. Ramazan hakkıyla yaşandığında, onun izzeti yerine gelince sonu bayram olur. O bayramda ancak Kur’an’ın kendi yurduna kavuşmasıyla olur.
Ramazan aslında bir devrimdir, Ramazan şuurunda olanlar bunu fark ederler. Çünkü Ramazan, 11 ayın içindeki yeri farklıdır. Diğer aylarda ki rutin yaşantıdan kişiyi ayırarak farklılığı getiriyor. 11 ay boyunca yaptığınız rutin yeme-içme alışkanlıklarımızı farklı bir düzene koyuyor, rutin yapılan ibadetlere yenilerini ekliyor, adeta insanı farklı bir alana taşıyor. Bu bir devrimdir. Her zaman yaptıklarınızdan farklı bir ay yaşıyorsunuz, gün boyu aç kalıyor, Teravih namazı kılıyor, sahur diye gece kalkıp yemek yiyorsunuz. Normalden farklı bir yaşama evriliyorsunuz. Bunun adı da tam olarak bir devrim. İşte ramazanı bu şuur ile okuduğunuzda bizlere bir mesaj veriyor. Bu mesajın Müslümanlara bir devrim mesajı olduğunu unutmayalım.
İnsanı rutin yaşamdan alıkoyup, yeni bir evreye yöneltiyor, bir devrim yapıyor hayatımızda. Bedenimizde bir devrim ve arınma yapıyor. Müslümanlara bir mesaj veriyor, “ben geldim seni değiştiriyorum. Senin bütün uzuvlarında bir devrim yapıyorum, seni değiştiriyorum”. İnsan ramazanla değişiyor, zekât veriyor; daha cömert oluyor, daha fazla ibadet ediyor, normali değiştiriyor. İşte bütün bunlar yaptım oldu mantığı veya ezberciliğinden sıyrılıp bir şuur bilinci inşası yapıyor insanda. İnsanı inşa ediyor. Bu inşanın temeli ve en önemli yeri Kur’an’ın bizlerden istediği yurdu inşa etmek.
Kadir suresi Mekkeli müşriklerin yurduna inmedi. Çünkü o zamanlar Mekke buna layık bir yurt değildi. Kadir sûresi Müslümanların yurduna indi. Çünkü Müslümanların yurdu, bu sûrenin kadri kıymetine layıktı. Bizde kadir süresinin bizlere inmesini istiyorsak, Kur’an’ın bizden istediği yurdu inşa etmek zorundayız. Biz Kur’an’ın yurdunu inşa edersek Kadir sûresi bize inecek ve bizi inşa edecektir. Sadece kadir sûresi değil, Kur’an bizim yurdumuza fevç fevç inecek, bizleri inşa edecektir. Bizler, Rabbimizin, bizden istediklerini yerine getirince, Rabbimizde bize karşılık verecek, bizi kuşatıp rahmetine düçar kılacak. Kur’an yurdunu inşa eden ve Kadir sûresinin ineceği topluluk olmamız duasıyla.
MEKKE’Yİ BİR DE BU YÖNDEN OKUSAK! - KAZIM ŞENSALTIK
Mekke dönemini hemen her Müslüman az veya çok birkaç kitaptan okumuştur. Bu yazımızda Mekke’yi ve Hz. Peygamberin risaletinin ilk yıllarını farklı bir pencereden bakarak okumaya çalışacağız. Mekke klasik tabir ile her tarihî kaynakta müşrik bir toplum olarak isimlendirilir. Kısmen doğru bir isimlendirme olsa da aslında eksik bir değerlendirme diyebiliriz. Mekke toplumu çok yönlü incelendiğinde çok farklı inanç ve kültürün toplandığı bir merkez. Örneğin bu toplumda Hz. İbrahim’den gelen bir Hanif kesim var. Ayrıca Yahudilik, Hristiyanlık vb. birçok inanç var. Bugünün tabiriyle demokratik bir toplum desek yanlış olmaz. Onlar bugünün demokratlarından çok daha özgürlükçü, kendi coğrafyasındaki inançlara karşı oldukça müsamahakâr bir toplum, yeter ki ticaret ve çıkarları zarar görmesin. Bu toplum da herkes, her inanç kendi inancını, ibadetini rahatlıkla yapar ve kimse kimseye müdahale etmez. Örneğin hac var, namaz var, oruç var, kurban var. Diğer inançların da ibadetleri var. Herkes bu konuda oldukça özgürdür ve hiç biri kınanmaz. Hatta inandığın putunu getir, Kâbe’ye koy. Bundan kimse alınmaz, aksine memnun olurlar. O toplumda her inanç kendine yer bulur ve bu çok yönlülük Kâbe’deki putların çokluğuyla kendini gösteriyor zaten. O dönemdeki Mekke toplumuna bu sistemi getiren en temel sebep ticaret yolunun üstünde olması ve Afrika’dan Bizans’a Sasani’den Hindistan’a kadar uzanan ticaret yolları ve bu yollarla farklı inanç’tan tüccarlarla olan münasebetleri. Bu ilişki ağları o dönemdeki Mekke’yi böyle bir merkez haline getirmişti. Tamamen çıkar ve menfaat temelli bir yapı. Buraya kadar okuduğunuzda sanki yaşadığımız toplumu tarif ediyorsun diyebilirsiniz ama öyle değil Mekke’den bahsediyorum. Bu toplumda sınıflar vardı: Soylular, tüccarlar ve köleler. Toplum katmanları bunlardan oluşuyordu. En çok itibar edilen kesimlerin önce din adamları yani cemaat liderleri sonra soylu aileler ve zengin tüccarlar olduğunu o dönemi okuyan herkes az çok anlamıştır. Din adamlarına bir örnek Varaka bin Nevfel, kabile olarak mahsun oğulları, Ümeyye oğulları vb. birçok kabile vardı. Kureyş kabilesinin Kusay’dan gelen bir ağırlığı vardı. Özellikle Kâbe ve hacılara hizmet görevleri vardı. Konumuz İslam tarihi değil. Konumuza dönersek Mekke Hz. Peygamber’den önce böyle bir yapıdaydı. Çok kültürlü, yönetim ve çıkarlarına zarar gelmediği sürece herkesle rahat geçinen bir yapı oluşturmuştu.
Peki, böyle özgürlükçü bir toplum neden Muhammed (s.a.s) bana Risalet verildi deyince “Lâ ilâhe illallah” deyin kurtulun çağrısına şiddetle karşı çıktılar? Neydi onları Hz. Peygambere hasım eden? Emin dedikleri kişiye düşman eden bir şey olmalı. Hz. Peygamberin bu çağrısının ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bunu söylemek yukarıda yazdığımız bütün menfaatlerden vazgeçmek demekti. Dikkat edin bu özgürlükçü toplum Hz. Muhammedin çağırdığı dini özgürlük alanının dışında bir tehdit olarak gördü ve düşman kesildi. Sonra pazarlık için gelenleri ve ikna çabalarının sonuç vermediğini okumuşsunuzdur, konumuz bu değil.
Gelelim Hz. Peygamberin Mekke döneminde inşa ettiği sisteme. Bizim üzerinde duracağımız asıl konu burası. Biraz ezber bozan bir bakış açısıyla konuya bakacağız. Bizim okuduğumuz klasik siyer de genelde Hz. Peygamber’e tabi olanları köleler, garip guraba ve ezilen kesim olarak okuyoruz. İşte Mekke de Hz. Peygamber bir yapı inşa etti. Bu yapının omurgasını Mekke’nin zengin soylu ailelerinin gençleri ve aile fertleri oluşturuyordu. Bunlara birkaç isim örnek olsun diye yazayım. Hz. Ebubekir, Hz. Osman bin Affan, Hz. Musab bin Umeyr vb. birçok soylu ailenin fertleri. Ali bin ebu talip, Cafer bin tayyar gibi. İsmini yazdığım ve yazmadığım birçok soylu ailenin fertleri vardı, Mekke’de iman eden. Bu soylu ve zengin insanlar aynı zamanda diplomasiyi iyi bilen tüccarlardı. Birçok devlette ticaretleri ve tanınmışlıkları vardı. Hz. Peygamber Mekke dönemini bunların üzerinden kurguladı. İman eden köle ve garipleri bunların himayesine verdi, desek yanlış olmaz. Bu garip köleleri ve ezilen insanları, bu maddi durumu iyi olanlar bakmakla yükümlüydü aslında. Hz Ebubekir’in köleleri satın alıp azad etmesi buna bir örnek. Onun oluşturduğu bir yapı vardı. Cemiyet deyin, cemaat deyin, ne derseniz deyin, amma bir yapı kuruyor. Kurduğu bu yapıyı Allah kendisine bildiriyor veya yönlendiriyor muhakkak. Çünkü yanlış yaptığında uyarılıp düzeltildiğine göre yaptıkları Allah’tan onay alıyor demektir. Burası çok önemli. Kurulan yapının sac ayaklarını toplumda saygın kişiler oluşturuyor. Bu oluşum anında karşı özgürlükçü cepheden tepki geliyor. Çünkü yapılmak istenileni anında anlıyorlar ve şiddetli bir karşı koyuş var. Bu yapılan aslında zengin ile fakiri birleştiriyor, sömürüyü değil hakça paylaşımı ön görüyordu. Mekke toplumunda bunun tersi işliyordu. Zenginler daha zengin oluyor, fakirler daha fakir oluyor. Bundan varlıklı vicdan sahibi insanlar da rahatsızdı. Amma yapacak bir şeyleri yoktu. Peki, bunu nereden çıkarıyoruz? Şöyle nübüvvet yok Mekke de “Hılful Fudul” diye bir müessese oluşturuluyor. Bu müessesenin görevi malı zorla alınan insanların haklarını savunmak. Bu kuruma katılmak üzere yeminleşen kabileler şunlardır: Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed. Toplantıya Benî Hâşim'den düzenlenmesine ön ayak olan Zübeyr b. Abdülmuttalib'den başka o sırada yirmi (veya otuz beş; İbn Habîb, s. 53) yaşında bulunan Hz. Muhammed de katıldı”. Buradan da anlaşılacağı üzere Hz. peygamber ta o yaşlarda bile o sistemin yanlış olduğunu biliyordu. Buradan şunu çıkarmayın o okuma yazma bilmezdi ayetine ters bir şey çıkmasın. Kast ettiğimiz şey o çok zeki ve yaşadığı toplumu tanıyan biriydi. Sistemin nasıl işlediğini çocukluğundan itibaren ailesinden biliyordu. Hz. Peygamberin ailesi ve kabilesi Mekke’nin yönetim sisteminin içindeydi, bunu dedesinden biliyoruz. İşe ilk buradan başladı, varlıklı ailelerin fertlerini İslam’la tanıştırdı ve onlardan İslam’la şereflenen garip ve köleleri koruma ve muhafaza etmelerini istedi. Zaten uygulamada bunları görüyoruz. Hz Ebubekir’in ve Osman bin Affan’ın yaptıkları bunların örnekleri. Bir sonraki hamle stratejik olacak bir şekilde, İslamlaşan ve Mekke’de eziyet gören Müslümanların bir kısmını özellikle de diplomatik becerisi olanlarını Habeşistan’a gönderiyor. Habeşistan’a gidenler oraya yerleşiyor bir üs oluşturuyorlar. Siyer kaynaklarından okuduğumuz kadarıyla hiç de aciz insanlar değildirler. Aksine kral’ın karşısında oldukça özgüvenle konuşuyorlar ve diplomatik olarak da okudukları ayetler kendilerinin ne kadar bu konuda becerikli olduğunu gösteriyor. Mus’ab bin Umeyr’in Medine’ye İslam’ı anlatması için gönderildiği gibi. Özellikle Mus’ab seçiliyor, çünkü diplomasiyi iyi bilen birisidir. Mus’ab’ın ailesi böyle bir aile, kendisini de böyle yetiştirmiş. Hz peygamber onu tercih ediyor ve onun bu yeteneği Allah’ın yardımıyla Medine de kısa zamanda meyvelerini veriyor.
Buradan günümüze muazzam mesajlar var. Bizim başarıya ulaşmamız için bu mesajlara dikkat etmemiz elzem. Hz. Peygamber Mekke’de kurduğu cemaatte kendisine tabi olan, yani cemaatine katılan tüm fakir garip ve kölelerin mali durumlarını üstüne aldı. Yani bugün kendini cemaat lideri görenler veya ilan edenler bu mesaja dikkat. Eğer bir cemaat olduğunuzu iddia ediyorsanız cemaatinize katılan tüm garip fakir insanların mali yükümlülüğü sizlerin üzerindedir. Evlerinde aç kalsalar, çocuklarına ekmek alamasalar ve daha önemlisi kiralarını ödeyemeseler vebali ve sorumluluğu cemaatin liderinin üstündedir. Eğer bunları sağlayamıyorsanız cemaat olmamışsınızdır en azından Hz. Peygamberin oluşturduğu cemaati oluşturmamışsınızdır. Kendi istediğiniz bir cemaat olmuştur buda başarısız olacaktır.
Çağrım cemaat mensuplarına bakın araştırın. Hz. Peygamber Mekke’de bile bunları oluşturdu sizde liderinizden bunları isteyin. Bu sizin en temel hakkınız ve liderinizde varsa bunları temin etmekle yükümlü. Bu uygulama Medine döneminde de devam etti, hatırlayın Ensar muhacir kardeşliğini. Ensar olmak istiyorsanız cemaatinizin içinde ki muhacirleri önce görün sonra yurt dışından muhacir arayın.
Şuraları iyi okumanızı istirham ediyorum. Siyer kitabı alın ve birde bu açıdan okuyun. İslam tarihi okuyun, karşınıza yöneticilik yapmak isteyen pek bulamazsınız. Halifelerde dâhil yöneticiler, kendileri bu görevleri istemezler, istemediler peki neden hiç düşündük mü? Yukarıda yazdığım ağır sorumluluklardan uzak durmak için kimse bu yükü yüklenmek istemedi ki, doğru olanda budur. Müslümanlar kendi aralarında bu tür görevler için istişare ederek birilerini görevlendirir ve kendisine bu ağır sorumluluk için destek olacaklarını da bildirirdiler. O insanlar bu yüklerden hep korktular, üslenmek istemediler. Çünkü böyle bir güçleri olmadığını düşündüler. Bugün bizim cemaatlarımıza bir bakın, tersini göreceksiniz. Fakir, garip çalışır, cemaate aidat vb. paralar öder, lider bunlardan kendini ve ehlini geçindirir. Yetmez birde yakınlarını görevlendirir. Birer maaş bağlayanlar yok değil, haklarını yemiyelim. Okuduğunuz siyer kaynaklarında ne Hz. Peygamber’de ne Ebubekir de ve ne de Hz. Ömer (r.a) ‘de böyle bir şey göremezsiniz. Kendi yakınlarını cemaatinde görevlendirip maaş bağlamadı, bunun tersini yaptılar. Bizim sözde cemaat liderleri, sizce ilk yazdığım özgür Mekke yöneticilerine mi benziyor yoksa Hz. Peygamberin kurduğu sistemdeki cemaate mi benziyor siz karar verin. Biz bu yazımızda Mekke’ye farklı bir açıdan baktık. Bildiğimiz kadarıyla okuduklarımızı tahlil etmeye gayret ettik. Yazdıklarımız hakikatin tâ kendisidir, demiyoruz. Bunlar bizim anlayabildiklerimiz. En doğrusunu Allah azze ve celle bilir. Yanıldıysak rabbimizden affımızı diliyoruz. Rahmetli Ahmed kalkan hoca’nın “Ben hiçbir cemaatin adamı olmam” dediğini şimdi anlıyorum. Hep şöyle derdi ben cemaat kurup lideri olmam. Bu ciddi bir iş. Benim bunlara gücüm yetmez. Ben kurdum, gelin bana tabi olun. Hiçbir zaman hiçbir kimseye demem. Bunu doğruda bulmam derdi. Allah’u alem belkide bu gerçekleri bildiği içindi. Kendisini özellikle davet eden, hocam gel başımızda dur, etrafında toplanalım diyenler olduğu halde hiç düşünmedi ve böyle bir yapıya yanaşmadı. Hep bütün Müslümanlar bir arada olmalı derdi. Doğru olan bu, ben böyle düşünüyorum, derdi. Faydalı olduysak dualarınızda bizleri de unutmayın. Rabbim kendisine hakkıyla iman eden, razı olduğu kullarından kılması duasıyla Allah’a emanet olun.
Bu yazımızda depreme birçok yönden bakmaya, farklı pencerelerden irdelemeye gayret edeceğiz. Önce deprem diyelim. Allah’ın yarattığı her varlıkta, her düzende işleyen kanunları vardır. Biz bu kanunlara sünnetullah diyoruz. İslami bakış açısıyla baktığımızda bunun adı Allah’ın işleyen kanunları. Depremde bunlardan bir tanesi bu dünya yaratıldıktan bu yana hep depremler olmuş. Buna bilimsel kafayla baktığımızda, fay hatları enerji birikimi ve boşaltması diyor bilim insanları. Bir de halk tabiriyle bir tanımı var: Doğanın kanunları… Biz konuyu İslamî bakış açısıyla inceleyeceğiz. Bu bir pazıl. Pazılı oluşturmaya ve eksik parçaları görmeye gayret edeceğiz. Allah yarattığı tüm varlıklara bir işleyiş düzeni koymuş. Güneşin doğması batması, gezegenler, dünya, atmosfer ve dünyada tabiat, hayvanlar hepsi bir kanuna tabi tutulmuş. Bu düzen müdahale edilip bozulmadıkça kusursuz işliyor. Eğer bir yerde problem varsa oraya mutlaka müdahale edilmiştir. Depremde yeryüzünde Allah’ın işleyen düzeninde bir kural, bu işleyen kurala uygun hareket ederse insan bundan zarar görmeyecek. Bu gerçeği bilerek binasını, yapısını inşa ederse insanımız deprem felakete dönüşmez aslında. Allah’ın kanunları işliyor. Örneğin yağmurlar yağar sele döner, buna halkımız bereket, rahmet yağıyor, der. Rahmeti yine biz insanlar felakete dönüştürüyoruz. Dere ve su yataklarına evler, binalar yapıyoruz. Suyun yollarını keyfimiz için tıkıyoruz sonra felaket diye bağırıyoruz.
Konuyu yani depremi yönetim açısından incelediğimizde neler çıkıyor karşımıza? Önce suçlumu arayacağız yoksa kadere havale edip kenara mı çekileceğiz? Önce yöneticiler tarafından inceleyelim. Yönetim açısından bakıldığında yönetim zaafları, yapılan yanlışlar hepsini irdeleyelim. Devlet aygıtı kapitalist bir sistem üzerine kurunca, devletin vatandaşa bakışı müşteri oluyor. Devlet üreten, vatandaş üretilen malın pazarlanması için müşteri oluyor. Bu düzende vatandaş hakkı pek önemli değil. Önemli olan üretenin kâr etmesi. Bu sistemde, yönetimler veya yöneticiler, kanunları kendi menfaatlerini ön planda tutacak şekilde yaparlar. Vatandaşın hakkını savunacak pek kimse olmaz. Yargı vs. hepsi paradan yana çalışıyor. Deprem özelinde değerlendirirsek yönetimler ister hükümet olsun ister yerelde belediyeler olsun hepsi kendi çıkarını ön planda tutarak işler. Yerel yönetimler sürekli kendi lehlerine olacak şekilde imar planları çıkarır. Bu planlar hep yerel yönetimler açısından kazançlı olur. Nasıl mı dersiniz.
Gelin bir irdeleyelim: Vatandaş bir arsa satın alır, imarlı vs arsası 300m2’dir. Ev yapmak ister, belediyeye başvurur. Karşısına imar planları çıkar. 300m2 arsana sadece 150m2’sine inşaat yapabilirsin diyor, belediye imar böyle. Peki, geri kalan 150m2’si ne oldu? Belediye parasını ödeyip satın mı aldı dersiniz. Yok canım! Buna resmi olarak el koydu, diğer adıyla gasp etti. Ama bu gasp falan olmaz, kanun böyle yapılmış, imar böyle diyorlar. Vatandaş istediği kadar benim tapulu malım desin kim dinler vatandaşı. Birde bütün bunlar vatandaşın iyiliği için yapılıyor, propagandası yapılır. Bunlar yetmiyor, harçlar, bağışlar, iskân paraları bir ev parası alınır, garibim vatandaştan. Vatandaşa verilen bir şey var mı diye sormayın, bu kurumlar vermek için değil almak için kurulmuş. Bütün bunları yönetim yani devlet yaparsa ne oluyor? Vatandaşta malını korumak için bin bir türlü hileye başvurmak zorunda kalıyor. Burada yönetimler aslında vatandaşı hileye yöneltiyor. Bu sürekli olunca artık bu hile hurdalar normalleşiyor. Yönetimler almak için vatandaşı kovalarken, vatandaşta daha az ödemek için hile hurda peşine düşünce yapılan yapılar da ortada. Bu hile hurdadan nasibini alıyor, gelen ilk sarsıntıda yerle bir oluyor. Oysa doğrusu yönetimler vatandaşa yap dese, tapulu malını imar planları adı altında soymasa, tersine yapını sağlam yap, bende şu kadar destek vereceğim dese bunlar olmazdı kanaatindeyim.
Gelelim devleti yönetenler bakımından deprem özelinde ki değerlendirmelere. Hükümet, yöneticiler vb. hemen hemen hepsi, bütün yurt dışı, tatil, toplantı gibi herşeylerini iptal edip deprem de zarar gören vatandaşın yanında olduğunu hissettirdi. Diğer bir tanımla en azından vatandaşa bu afet’ten dolayı saygı duydu ve bütün işlerini bir kenara koyduğunu açıkladı. Haklarını bu anlamda teslim edelim. Amma bu yönetimleri temize çıkarmaz. Örneğin kendi menfaatleri için çıkardıkları imar kanunları ve bu kanunları uygulayan yönetimler. Parası ve dayısı olan herkese özel imar planları çıkarmak bu hükümetin sorumluluğu… Bu çıkardıkları kanunlar hiç vatandaşın lehine olmaz hep devletin lehine olur. Bu yönetimler kanunla vatandaşın malını elinden alır, para babalarına peşkeş çeker, buna vatandaş itiraz bile edemez. Yönetimler kanun zoruyla bunları yapınca vatandaşta malını ve mülkünü kaybetmemek için olmadık yollara başvurur. Yani hırsızlığa teşvik edilir vatandaş, yöneticileri eliyle… Sonra dönüp şikâyet eder bu yönetimler.
Sivil toplum açısından bakıldığında durum gayet iyi görünüyor. Yardım ekipleri, insani yardımlar afet bölgesine ilk günden itibaren ulaşmaya başladı. Burada ciddi bir sorun yaşanmadığını düşünüyoruz. Bütün bunları yapan yardım kuruluşları günün sonunda çıkacak resimde yerini nasıl alacak onu izleyip göreceğiz.
Gelin birazda bu konuyu Müslümanlar açısından değerlendirelim. Müslümanlar vakıf, dernek, cemaat vb. kuruluşlarla hem afet bölgesinde hem tüm ülke genelinde ciddi yardım çalışmaları yaptılar. Şurası bir gerçek ki bu toplumun sağduyusu, bu toplumun Müslümanları olduğu bir hakikat. Haklarını teslim etmek gerekiyor. Daha dün kendilerine yapmadığı haksızlığı, hukuksuzluğu dinlemeden, koştu afet bölgesine. Kimi hayat kurtarmak, kimi yardım etmek, gıda vb. Kimi elini attı cebine, bunlar takdire şayan yönlerimiz. Biraz vakıf ve derneklerimizin reklamını yapsakta hakkını teslim edelim bu konuda bayağı duyarlı ve derli toplu dersimizi epey çalışmış görünüyoruz. Organizasyon olarak sınavı başarıyla verdik diyebilirim.
Tabi çok eksiğimiz olduğu da bir hakikat. Yukarıda yazdığımız konularda olduğu kadar bu kıyamet sahnesinden çıkmış insanımıza hakkı ve sabrı tavsiye edecek ekiplerimiz yok gibi görünüyor. Emri bi’l-mâ’ruf nehyi ani’l-münker yapanda pek görünmedi. Yiyecek-giyecek vb. konulara verdiğimiz önemi hakkı ve sabrı tavsiye ile Allah’ın dinini ulaştırma konusunda sınıfta kaldık, desek yanlış olmaz. Örneğin bir vakfımız veya birkaç vakfımız cenaze işlerinde etkin olsaydı. Bu cenazeleri olan insanımıza destek olsaydı. Bu alanda kendi üzerine düşen tebliğ ve irşat tarafını yapsaydı, güzel olurdu. Bu toplumun tebliğe, tevhide davet edilmeye de ihtiyacı var. Biz sanki boğazı düşündüğümüz kadar manevi tarafı pek düşünmedik.
Topluma ulaşma ve İslam’ı, tevhidî ulaştırma konusunda güzel örneklikler ortaya koyamadık gibi geliyor. Örneğin bu afetin olduğu ilk anda sahaya tanınmış, toplumda karşılığı olan cemaat liderlerimiz pek görünmedi. Bu konuda haluk levent kadar olamadık desek yanlış olmaz. Haluk Levent sosyal destekler veriyor, başka bir yönü yok. Bizim milyonlarca müntesibi olan cemaat liderlerimizde kendi alanlarında toplumun içinde olsaydı keşke. Keşke bu liderler bu afeti yaşayan insanların eline yüreğine dokunsaydı. Keşke Müslümanlar bu afet olduğunda yurt dışında olan toplantı ve konferanslarını iptal edip bu insanların yanına koşsaydı. Keşke Müslümanların önünde duran insanlar daha önce organize etmiş oldukları yurt dışı programlarını iptal ederek bu afeti yaşayan insanların arasında olmayı tercih etseydi ya. Bunlar tercihtir, kimseyi kınama derdinde değiliz, amacımız daha güzeli önermek. Şöyle düşünün; “falan hoca efendi yurt dışı programını iptal ederek depremzedelerin yanına ve yardımına geldi” bu takdir mi edilirdi, yoksa tenkit mi edilirdi? Bunu onların değerlendirmesine bırakıyorum. En azından kürsülerde eleştirip yeri geldiğinde tekfir ettiğimiz yöneticiler kadar olmalıyız. Onlar bütün organizasyonlarını iptal ediyorsa biz çok daha fazlasını yapmalıyız. Ki onları eleştirme hakkımız olsun, söylediklerimiz toplumda karşılık bulsun. Keşke şu cemaat liderlerini, kanaat önderlerini afet bölgesinde, enkazların başında görseydik. Ellerinde kürekler, sırtında yelekler, dillerinde Allah. Bu insanların dertleriyle dertlenip, sevinciyle sevinseydiler. İşte o zaman günün sonunda ki resim çok başka olacaktı, diye düşünüyorum.
Bir başka örnek olsun diye söyleyeyim. Bir vakfımız ya da cemaatimiz bu bölgede bir sahra sağlık ocağı ve ocakları oluştursaydı, bu bölgedeki insanlarımızı sağlık taramasından geçirseydi. Bu tesislerde ücretsiz hizmet verseydi, insanlara hakkı ve sabrı buralardan tavsiye etseydi, yardım kolisinden daha etkili olmaz mıydı? Gördüğüm kadarıyla daha çok almamız gereken yol var. Bunu görmüş olduk diye hüsnü zan besliyorum. Müslümanlar olarak güzel yönlerimiz olduğu kadar eksik olduğumuz yönlerimizde var. Bundan sonra bu eksik yönlerimizi de geliştirmek zorundayız, tabi geç kalmadan.
Genel olarak devlet aygıtı artık kendini değil vatandaşı korumak üzerine kurgulanmalı. Yerelde belediyeler hizmeti sadece çöp toplama ve yol asfaltlamadan ibaret görmekten uzaklaşmalı. Asıl hizmetin vatandaşa yardım işini kolaylaştırmak üzerine kurgulanmalı. Bu belediyeler vatandaşı müşteri görmekten uzaklaşmalı. Aksine vatandaşın işlerini kolaylaştırmak onların ihtiyaçlarına göre hizmet ve yardım eden bir düzen kurulmalı. Devlet artık bu vatandaşı sömürme işinden vaz geçmeli. Ki vatandaşta bu sömürüden kendini koruma refleksinden uzaklaşsın. Hile hurda işlerinden uzak dursun. Belediye arsa gaspından, imar planlarından, kişiye göre imar, paran kadar adam anlayışından uzaklaşmalı ki vatandaş da malının gasp edilmeyeceğini bilsin ve kendi binasını kendisi yapsın. Bunu yapan vatandaşa belediye, devlet imar, denetim, iskân vb. konularda ücretsiz destekler sağlasın ki sağlam binalar yapılsın. Her depremde yıkılan şehirler karşımıza gelmesin. Gördüğüm kadarıyla ne devlet böyle bir adım atar, ne de belediyeler yapar. Bu düzen zengin müteahhitler üretmeye garibanın arsasına, malına kanun çıkararak çökmeye devam edecek. Gözü doymayan müteahhitler daha çok kazanmak için malzeme kalitesinden kısmaya devam edecek, çünkü amaç çok kazanmak olacak.
17 Ağustos Marmara depremi bize ipuçları veriyor. O depremden sonra o depremi yönetemeyenler ilk seçimde tasfiye oldu ve yerine yeni partiler geldi. Bugün iktidar olanlar bu tasfiyenin sonucu geldiler başa. Bu felaketinde bir kaybedeni ve bir kazananı olacak, bunu yaşayarak göreceğiz. Bugünden az çok belli oluyor, kazanan ve kaybedenler. Ben Müslümanların eğer aynı durum devam ederse en büyük kaybeden olacağını düşünüyorum. Kazananlar az çok belli bunu da yaşayarak göreceğiz. Son olarak şu deyimle tamamlayayım; “Kurt soğuğu yer amma ayazı unutmaz.” diye bir deyim kullanılır. Bu felaketi yaşayanlar soğuğu yediler amma ayazı unutmayacaklar.
İnsanımız yanlış kader inancı nedeniyle her başına gelen felaketi kadere havale edip kenara çekiliyor. Bu biraz Yahudi inancında olan günah keçisi gibi biz, Müslümanlar da gördüğümüz yanlışları kadere havale ediyoruz. Oysa kader dediğimiz olgu bizim kendi tercihlerimizle oluşan bir olgu. Oysa Kur’an bize açık açık söyler “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder.” (Şuara 30). Bu ayette rabbimiz açık açık bize haber veriyor, başınıza gelen felaket ve kötülükler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır, buyuruyor ki depremde yapılan yapıları biz yanlış yapıyoruz ve sonuç yıkım felaket.
Nuh a.s.’ın oğlu da babasına “Babacığım! ben yüksek bir dağa sığınırım.” diyordu, Hûd suresi 43. ayetinde. Evet, bugün bizim müteahhitlerimiz de aynı propagandayı yapıyorlar. Depremde yıkılmaz dayanıklı daireler satıyorlar hem de servet paralarla. Nuh’ın (a.s.) oğlu da aynı propagandayı yapıyordu. “Korunaklı bir yere sığınırım.” diyordu. O gün için o korunaklı yer bir dağ idi. Bugün o korunaklı yer depreme dayanıklı daireler. Peki, korudu mu? Maalesef hepsi yerle bir oldu. Anlayış aynı, tezahür aynı tek değişen zaman.
Eğer insanımız Allah’ın emir ve yasaklarını gündemine alsaydı bunlar çok farklı olacaktı. Allah’ın hukukunun olduğu düzende, hiç kimsenin çıkarı için özel kanunlar olmaz. Hiç kimseye özel muamele edilmez. İster yönetici ol, ister sıradan vatandaş ol, herkesin hakkı tam olarak sahibine teslim edilir. İster peygamber olun, ister halife, Allah’ın hukuku, herkesin hakkını hak sahibine teslim eder. Bu hak bir gariban çoban bile olsa onun hakkını savunmak ve hakkını hak sahibine teslim etmek, Allah’ın hukukudur. Hz Ömer bile olsanız sizin göreviniz mazlumun hamisi olmaktır. Güçlünün karşısında mazlumun hakkının savunucusudur, Allah adına söz söyleyenler. Allah’ın hukukunda kimseye torpil veya menfaat sağlamak için hukuk uygulanmaz. Allah’ın hukukunda ne devlet dokunulmazdır, ne rejim. Tek dokunulmaz mazlumlar ve bu hukukun hükmü altında yaşayan tüm insanlıktır. Bu hukukta keyfe keder kanun çıkarılmaz. Zenginlere ve müteahhitlere vb. hiçbir kesime özel kazanç alanları açılmaz. Bunu yapan, isterse devlet başkanı olsun, ondan hesabı sorulur ve mazlumun hakkı hak sahibine teslim edilir. Peki, bu hukuku kim uygulayacak bunu insanlığa sunacak kadar kaliteli Müslümanlar var mı bu ülkede? Gelin kendi cenahımıza da biraz bakalım. Neden yukarıda yazdığımız yanlışlara itiraz eden Müslüman yok, ona bakalım.
Bizim cenahta kim neye itiraz etsin ki, herkesin keyfi yerinde. Kimi cemaat bu yanlışlardan kendine imkân devşirmiş, kimi buralardan kendini finanse ediyor. Bu yanlışları yapan müteahhitler cemaatlerimizi finanse ediyor. Hocalarımız, cemaat liderlerimiz vb. bunlar neden ses çıkarsın? Onlar ses çıkarırsa gelirleri kesilir hatta maddi imkânsızlıklardan dolayı cemaat kepek indirir. Deprem olduğunda eleştirip yerden yere vurduğunuz yöneticiler bütün işlerini iptal edip buraya yöneldi. Bunu hiçbir şey değilse bile felaketi yaşayan insanlara saygı için yapıyorlar. Kimi gezisini, kimi toplantılarını, kimi önemli devlet işlerini, bir kenara atıp yas ilan ediyor, insanların acılarına ortak olmaya çalışıyor. Müslüman cemaat liderleri nerede? Hiç duydunuz mu yurt dışında olanlardan gezilerini, konferanslarını iptal edip bu mazlum insanların yanına koşanı? Hiç duyan oldu mu cemaat ve kanaat önderleri olup da yurt dışında olanlardan, programlarını iptal edip deprem bölgelerine koşanı duyan var mı? Bırakın yurt dışını, oturdukları illerden dışarı çıkan bile yok denecek kadar azdır. Görevlendirdikleri cemaat müntesipleri onları temsilen oradalar. Peki, “Hz. Peygamber olsaydı ne yapardı” sorusunu sorun ve tanıdığınız resulün ne yapacağıyla onu temsil ettiğini söyleyenlerin yaptıklarını kıyaslayın. Daha yaşadığı toplumda farz olan kardeşlik ve Allah’ın hükmünü hâkim kılmak gibi ödevlerini bile çoktan tatile yollamışlar. Çünkü bunlar bedel istiyor, yanlışlara karşı çıkmak, farz olan bedel istiyor, amma sünnet olanlara kolay tatil gibi geliyor. Bu koca koca cemaatler yardım topluyorlar, kime, depremzedelere. Bu cemaatler sadaka vermek bile gizli olsun, diyorlar. Sağ elin verdiğini sol el görmesin, diyorlar. Kendileri yardım toplarken tırların önüne kendi cemaatlerinin brandalarını, reklamlarını asıyorlar. Asılması tümden yanlıştır demiyorum, yapılıyorsa da çok dikkatli olmak lazım. Çünkü yardım bahane reklam şahane babından gibi algılanıyor. İşin garip tarafı bu reklam yaptıkları malzeme, para her neyse kendilerine ait değil. Müslümanların sadakaları üzerinden cemaat reklamı yapmak, bunu Müslümanların takdirine bırakıyorum. Her deprem bir reklam sloganı. Gidin gezin o bölgeleri, kıyafetler bile hazır. Cemaatlerin, vakıfların reklam logoları. Yapılmasın demiyoruz, yapılıyorsa da hayırseverlere iletmek için kullanılıyor diyelim. Çekin videoya alın kimlere gönderecekseniz gönderin bari sosyal medyada vb. yerlerde yayınlamayın. Peki, biz vakfımızın reklamını yapacağız ya Allah’ın hakkı onun bizlerden istedikleri ne olacak? Bu afeti yaşayan insanlara kim hakkı ve sabrı tavsiye edecek. Bu logoların yerine insanlara hakkı ve sabrı tavsiye eden mesajlar taşıyan ayetler, hadisler yazılsa daha doğru olmaz mı? İnsanımız öldüğü zaman mezarın başında ölüsüne hoca tutup ne demesi gerekiyorsa onu telkin ediyor (telkin duası deniyor). Peki, bu afeti yaşayan insanlara hakkı ve sabrı kim telkin edecek? Müslümanlara buralarda ihtiyaç var, buralara koşmalı. Yardım vb. işler zaten bir şekilde ulaşıyor buralara. İş o kadar ileri gitmiş ki, dağıtılan malzemenin bile üzerinde cemaat, vakıf logoları. Oysa Müslüman cemaat ve vakıfların ilk görevleri bu insanlara Allah’ın tevhid mesajını götürmek değil midir? Bu kıyameti yaşayan insanlara Allah’ın mesajını kim ulaştıracak? Devlet mi, galiba bu işi de devlete havale etmiş görünüyoruz.
Kim Allah’ın farzını ikame edecek kim bu insanlığa hakkı tebliğ edecek? Dönün birde önderimiz dediğimiz Hz. Peygamber (s.a.s) ‘e bakın. O, olsaydı bu durum karşısında ne yapardı sorusunu soralım kendimize. Peki, biz onun yaptığını mı yapıyoruz dersiniz. Ey insanlık, Allah’ın gazabından kaçış yok, istediğiniz kadar kuleler inşa edin hiçbir işe yaramıyor. Gelin Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edin. Bulunduğunuz durum için tövbe edin, rabbinize yönelin. Unutmayın bu yer küreyi yoktan var eden, bunu bir düzene bağlamış onun düzeni işliyor ve insanlığa düşen onun işleyen düzenine uygun hareket etmek. Allah kendisine kedisinin istediği gibi iman eden kullarından eylesin. O, Yaradan’ı tanıma, anlama ve onun istediği gibi hayat yaşama gayretinde olma duasıyla.
EVLİLİK Mİ MENFAAT Mİ?
Daha önce evli bekârlar diye bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda, önce ki yazımızın farklı bir versiyonu olarak evliliği değerlendireceğiz. Evlilik insanlık tarihiyle beraber var olan bir kavram. Her toplumda evlilik var ve uygulanıyor. İyi veya kötü ama her toplumda var olan bir müessese. Hz Âdem a.s. ile başlayıp sonraki nesillerin tahrif edip bozmasıyla devam eden bir serüven… Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘e kadar bozulan tahrifatı düzeltmek için uyarıcılar gelmiş ve bozulan toplumları uyarmış. İnsanlık ile beraber var olan bir kurum: Evlilik ve aile… Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya, hangi kıtaya veya topluma giderseniz gidin evlilik ve aile kurumunu göreceksiniz. İnancı ne olursa olsun mutlaka bir evlilik ve aile yapısı göreceksiniz. Biz bu yazımızda evliliğin nasıl bir sömürü aracı haline evrildiğini anlatmaya gayret edeceğiz. İki tür evlilik vardır insanoğlunun önünde:
Gelin biz bunu kendi toplumumuzda uygulamalarıyla değerlendirelim. Bu model alındığında karşımıza çıkan görüntü şöyle oluyor. Evlilik yapacak iki karşı cinsin birbirlerine neden evlendikleri ve neden bir araya geldiklerine dair değerIendirmeleri vardır. Genelde bu değerlendirme denklik veya menfaat üzerinden kurgulanır. Kızımızın evleneceği erkekte aradığı temel vasıflardan olmazsa olmaz olanı maddi gücü yerinde olması yani varlıklı olmasıdır. İstisnalar dışında varlıklı bir kızımız fakir bir erkekle evlilik düşünmez. Bırakalım düşünmesini zaten toplum ve çevre, kültür bunun önünü kapatmış, bunu teklif etmek bile hakaret sayılır. Kendi çevremize ve topluma baktığımızda bunların sıradan olduğunu zaten göreceğiz. Bu model yaygın bizim toplumda. Müslümanı, Müslüman olmayanı her tarafta model alınan bir yöntem. Bu modelde kadın veya erkek fark etmez temel ölçüt denklik veya maddiyat yani elde edilecek mal mülk vb. konular. Bu modelde 18 yasında kızımız 40 yaşında biriyle rahatlıkla evlenir, bu hiç sorun olmaz. Bu modelde 20 yaşında delikanlımız 40-50 yaşında varlıklı bir kadınla evlenir, bu gayet normal karşılanır. Bu model çok eşliliğe kesinlikle karşıdır. Bunun söylemi bile linç sebebi sayılır. Bunu linç sebebi sayan insanımız örneğin evliyse eşi Avrupa’ya çalışmaya, para kazanmaya gidecek eşini rahatlıkla ve isteyerek boşar ki gittiği yerde evlilik yapsın ve orda vatandaşlık alsın, zengin olsun. 18-20 li yaşlarda kızımız çok evliliğe şiddetle karşıdır amma Avrupa’dan bir talip çıkınca onun oradaki yaptığı evlilik hiç sorun olmaz. Kendi ülkesinde veya toplumunda evlenip boşanan bir erkekle bekâr kızımız evlilik düşünmez çünkü kendine denk görmez. Kendisi bekâr evleneceği delikanlı da bekâr olmalı. Eğer kendisini isteyen zengin varlıklı bir bey olsa bu denklik devre dışı kalır. Çünkü istediği evlilik zaten buydu. Yani hayallerini süsleyen rahat, konfor ve zenginlik ona ulaşmak için kullanacağı tek argüman bekarlığı veya güzelliği diğer adıyla gençliği bir başka adıyla kadınlığı. Bizim toplumda bu çok yaygınlaşmaya başladı. Artık kızlarımız bu modele göre hareket ediyor. Aslında hesaplamadıkları bir şey var bu modeli kendilerine dayatan kültür veya üst akıl kendilerini yok ediyor, farkında değiller.
Bu evlilik modeli insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Okuduğumuz tarih kitapları bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Toplumları yıkmak için kadınların nasıl araç olarak kullanıldığı, savaşlarda bile karşılarındaki orduları kadınları kullanarak yıkmak istedikleri yeni bir durum değil. Hatırlarsınız bundan 15-20 yıl önce karadeniz bölgesinde meşhur bir toplumsal olay vardı. Rusya’dan gelen nataşalar deniliyordu adlarına. Toplumda nasıl bir refleks yaptığını yaşadık. Aslında bu Rusya’nın kendini ve kültürünü kadınları kullanarak nasıl tanıttığını göstermesi açısından önemli, dikkat edin dün onlara karşı çıkan kadınlarımız veya toplumumuzun bugün onlardan pek bir farkı kalmadı. Yani onlar amacına ulaştı, biz kaybettik. Örneğin onların toplum yapısında yalnız yaşayan kadın ve kızlar vardı. Bizde ise bu hiç hoş karşılanmazdı. Artık bizde de normalleşti, yani onlara benzedik. Yaşadığımız toplumda evlilik, devletin verdiği resmi evlilik cüzdanına indirgenmiş durumda. Genelde kadınlarımız karşılarında evlilik yaptıkları erkekten resmi evlilik cüzdanı istiyor. Neden mi dersiniz? Çünkü evlilik bahane resmi kalkan şahane! Yukarıda yazdığım bir örnekte 18 yaşında kızımız zengin beyle hiç düşünmez evlenir demiştik, peki bu kızımız resmi nikâh yani evlilik cüzdanı olmasa bunu yapar mı? Kanaatimce imkânsız çünkü amaç evlilik değil, karşısındakini sömürmek.
Bu Rahmani modelde sen ben yoktur, evlenip aile olan iki cinsin bir olması vardır. Senin hakkın benim hakkım değil, ailenin hakkı vardır. Her iki tarafta sadece kurdukları aileyi yaşatmak için mücadele eder. Bu modelde kişilerin çıkarları, menfaatleri yerine sadece Rablerinin rızasını kazanma yarışı vardır. Bu model her iki tarafa da kendileri için yaradılışına uygun mücadele alanları seçip tayin etmiştir. İki tarafta kendi alanlarında mücadele eder ve bu mücadele kendileri için ibadet olur. Çünkü insanın yaradılış amacı belli “Ben, cinleri ve insanları ancak ve yalnızca Bana ibadet etsinler (her şeyi Benden bilip, Benden isteyip, Benden beklesinler ve her konuda hükümlerimi yerine getirsinler) diye yarattım” (Zariyat, 56)
Rahmani modele uyanlar bilirler ki hayatlarının her anı, yaptıkları her iş bir ibadet olacak. İbadet olması için de kendilerini yaratan kendilerine ne emretmiş ise onu ölçü kabul ederler. Bu model evliliklerde sınıf farkı olmaz, yoksul zengin ayrımı olmaz. Bu modelde menfaat elde etmek için evlilik varsa da tek menfaat Rablerinin rızasıdır. Rahmani modelde evlilik, 1. modele kıyasla temelden farklıdır, çünkü bu modelde evli kişiler bir menfaat elde etmez. Elde edilecek menfaat varsa da o menfaat, dediğimiz gibi Rablerinin rızasıdır. Bu modelde dava evliliği vardır, bu modelde menfaat elde etmek değil, kendinden fedakârlık vardır. Bu modelde kendi konforundan feragat vardır. Bu modeli baz alarak evlilik yapanlar, kimsenin kınamasından çekinmez, tek çekinceleri Rablerinin kınamasıdır. Çünkü onlar evlenirken konfora, rahatlığa talip olmadılar, onlar Rablerinin rızasına tabi oldular ve onlar bu dünyayı geçici gördüler, Rablerinin kendilerine hazırladığı nimet yurduna talip oldular. “İman edip salih amellerde bulunanlar… Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa, 122)
Evet, Kur’an’da bu konu da çok ayet bulmak mümkün, Hz. Peygamber’in sahih sünnetine bakıldığında da konu anlaşılmış olacak. Bütün delilleri burada yazma imkânımız yok, konuyu uzatmamak adına. Şu ince nüansı ıskalamayın, elde edeceğiniz dünya malı zenginlik vesaire hepsi Allah’ın mülkü, kimsenin kendi mülkü değil. “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Senin elindedir hayır, sensin her şeye gücün yeten. ” (Ali imran, 26)
Bizim uğrunda kendimizi heba ettiğimiz mülkün gerçek sahibi Allah’tır, biz ise onun kullarına verdiği geçici olana bakıyoruz.
Bütün bu değerlendirmeden sonra sömürü nerede, neden evliliği sömürü yaptılar diyeceksiniz, gelin biraz somutlaştıralım. Hep konuşurken insanlar birbirine, “duygu sömürüsü yapıyor” der. Duygu sömürülüyor da evlilik sömürü aracı olamaz mı diye hiç sormuyoruz. Dönüp kendimize, ailemize ve topluma bakalım, sonra değerIendirelim. Kadınlarımızın çoğu, ister dindar olsun ister ateist vb. evlilik müessesesini kendilerine bir sömürü alanı olarak çoktan parsellemiş. Sadece evliliği mi, keşke evlilikte kalsa, kadınlarımız, kızlarımız dişiliklerini karşılarındaki erkeği elde etmek, menfaat sağlamak için kullanmıyor mu dersiniz. Evlilikte kızlarımız neden varlıklı erkeleri tercih ediyor, biraz düşünün. Zenginliği için evlilik tercihi olmuştu, neden evlendikten sonra evlendiği kişi zengin olduğu halde boşanıyor? Çünkü evliliği kullanarak evlendiği varlıklı kişiden imkân devşirmek idi asıl amacı.
Aslında evlilik bir yaşam biçimi, bir hayat modeli. İnsanımız bunu yaşam biçimi olmaktan çıkarınca birilerinin menfaat alanına dönüştü. Evli insanımız sanki bekâr imiş gibi yaşamaya başlamış ya evliliği kavrayamamış veya yaşadığı durumu evlilik olarak düşünür olmuş. Evlilik kopya olmaz iki insanın evliliği kendi orijinal aile yapısıdır. Her aile kendi içinde orijinal bir öze sahiptir, hiçbiri diğerine benzemez, benzememeli de. İnsanımız kendi orijinalini beğenmeyince kopyalamaya başlıyor, kendini başkalarıyla kıyaslıyor. Oysa doğru olan kendini kıyaslaması değil o kıyasladığı insanlar da farkında değil beğenmediği kendisini kıyaslıyordur. Kendi beğenmediği orijinalini çevresi imrenerek izliyordur farkında değil. Eğer bugün ailenin sorunlarından yakınıyorsak, unutmayalım bunun müsebbibi biz, kendimiziz. Çünkü kendi orijinal aile yapımızı başkalarıyla kıyaslayarak müdahaleye açık hale getiriyoruz. Bu bizim ailemiz olmaktan çıkıyor müdahale eden herkesin ailesi haline geliyor. Kendi içerisinde orijinal özler barındıran ailelerden çevreye açık ailelere evrilme başlamış. Yani siz kendi yapınızı kıyaslamaya başladığınızda aslında kendi orijinal yapınızı bozuyorsunuz ve herkesin müdahalesine açık hale getiriyorsunuz. Sonra da dönüp şikâyet ediyorsunuz.
Unutmayalım Rahmani yapıda aile dokunulmaz ve mahremdir, hiçbir aile bir diğerine benzemez, kopyası olmaz. Evlenen insanımız bu mahrem olması gereken aileyi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsa, dikkat edin kıyasladığı hep kendinden üstte gördüğü aileler olur, hiç kendini daha zor durumdaki ailelerle kıyaslayıp şükretmez, hep şikâyet eder. İnsan maalesef böyle bir varlık, Kur’an’ın tabiriyle nankör varlık. Günümüzde hiç Ebu Zer’i kendine örnek alıp kendini Ebu Zer’le kıyaslamaz. Günümüzde hiçbir kızımız Ümmü Zer’i kendine örnek ve model alıp kendini ona kıyaslamaz. Fakat bunların edebiyatını muazzam bir şekilde yapar. Günümüzde hiç kimse Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın r.a. kurduğu aile yapısını örnek alıp kendi ailesini onlarla kıyaslamaz. Fakat konuşurken onları öyle bir anlatır ki, dinleyenler gerçekten mest olur. Oysa yapılması gereken, güzel anlatmak değil model alıp yaşamaktı, yaşayarak model olmaktı. Tarihimiz ve kaynaklarımız bize bu Rahmani evlilik modelini o kadar çok örneklerle aktarmış ki, biz hiç dönüp bakmıyoruz buralara. Unutmayalım, güzel anlatanlar değil güzel yaşayıp örnek olanlar salih amel işlemiş olacaklar ve kurtuluşa ulaşanlar da onlar olacak.
Toplumumuzda maalesef artık kimse kimseye güvenmiyor, baba oğluna oğul babaya, kadın kocasına koca hanımına güvenmiyor, herkeste bir güvensizlik almış başını gidiyor. Güvenin olmadığı yerde kaos olur işte bugün ailelerimizi sarmalayan kargaşa tam da buradan kaynaklanıyor. Güven ortadan kalkınca menfaatler öne çıkıyor. Yarını kurtarma, kendini güvence altına alma refleksi başlayınca herkes eteğindekini dökmeye başlıyor, kim diğerinden ne koparırsa kârdır hesabı.
Toplumda şikâyet etmediğimiz hiçbir alan kalmadı, aile, ticaret vb. sayın sayabildiğinizce. Her taraf üçkâğıtçı dolu. Daha acısı, artık Müslümanlara, hocalara bile kimse güvenmiyor. Neden mi dersiniz, yaptıklarımızdan olmasın? Örnek olması gereken Müslümanlar kendi cemaatlerinde bile ne ayak oyunları yapıyor. Yapılan bu üçkâğıt oyunları bir süre sonra normalleşiyor, herkes aynı şeyleri normal görüp yapmaya başlıyor. (Kendine mürit arayan hocalara dost tavsiyesi, bu toplumdan artık mürit de çıkmaz, varsa da menfaati olduğu için mürittir. Hanımına eş olamayan, kocasına hanım olamayan, ailesine sahip olamayandan mürit hiç olmaz.) Kur’an’ın tabiriyle başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bütün bu menfaatçi ve çıkarcı insanları yetiştirenler neticede bu düzen ve bu toplumdur.
Bu yazdıklarımızı ve daha nice burada yazmadığımız konuları düşünün, sonra neden evlilikler sömürü ve menfaat alanına dönüşmüş bir muhasebe yapın. Kafamızı kuma gömmenin kimseye faydası yok, artık öz eleştiri yapmak ve yanlışları masaya yatırıp bir an önce öze dönmek zorundayız. Bunları yapamaz isek büyük bir helak kapıya dayanmış durumda. Bunun bir de Allah’ın huzurunda hesabı olacak ki orada bu menfaatperestlik hiç işe yaramayacak.