Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
Kazım Şensaltık

Kazım Şensaltık

Ramazan denince aklımıza hangi hususlar gelmektedir? Ramazan deyince oruç tutmak, ibadet, takva ve en önemlisi de Kur’an geliyor aklımıza. İçinde kadir gecesini barındıran ve Kur’an’ın indiği aydır Ramazan ayı. Hepimiz söyleyip geçiyoruz, bilinçlimi yoksa bilinçsiz mi yapıyoruz bilmiyorum. Ben şuranın çok önemli olduğunu düşünüyorum; Kur’an’ın indiği ay ne demek? Buradan anladığımız kitabın inmesi mi yoksa çok daha ötesinde bir mesaj mı var? Kur’an neye ve neden iniyor, kime iniyor, inmekten kasıt nedir? Bunları iyi okumamız lazım. Bir şeyler iniyor ve kimden kime gidiyor? Yaratıcıdan yaratılmış en şerefli mahlûk olan insanoğluna iniyor. Bu inen sıradan bir şeyin inmesi değildir. Yaratıcıdan insanlığa, bir kurtuluş mesajı iniyor. Yeniden inşa olma, yeniden batıldan aydınlığa gidişin yol haritası iniyor. Bu inişi şöyle okumalıyız; İnen vahiy yeniden bir inşa süreci başlatıyor, bir milat oluyor, geçmişteki yanlışlardan, yanlış inanışlardan yeniden bir iman inşası öneriyor.

Bu inen mesaj, insanlık için örnek olarak seçilen resulün örnekliğiyle insanlığa yol gösteriyor. Siyer okuyan herkes bunu rahatlıkla görecek. İnen mesaj, resulü nasıl yeniden inşa ediyor? Kendisine uyanlar nasıl yeniden bir başlangıç yapıyorlar? İlk nesli iyi incelediğimizde bu inen mesajın onları nasıl da değiştirip, inşa ettiğini okuyoruz. Peki, bu inen mesaj neden bizde aynı tesiri bırakmıyor? “Sıradan bir kitap gibi okuyup geçiyoruz” dersiniz. Kanaatimce biz bu mesajı olduğu gibi saf ve temiz haliyle okumuyoruz. Bu mesajı kendi bulanık zihnimizle yorumluyoruz ve belki de farkında olmadan tahrif ediyoruz.

Bu inen vahiy, mesaj, o dönemin insanları için yeni bir önermede bulunuyordu. Bu önerme her zamanda ve her çağda aynıydı. Yeni bir başlangıç, yeni bir düzen öneriyordu. Bu önerilen, Kur’an’ı kendilerine yurt edinmeleri gerçeğiydi. Eğer bugün biz vahyi insanlığa götüremiyorsak, insanlık fevç fevç bu mesaja gelmiyorsa, bizim insanlığa sunduğumuz bir yurt, vatan yok ondandır. Biz önce, bu inen mesajın en temel hedefinin, bir yurt inşa etmek olduğunu görmek zorundayız. Bugün bu toplumun Müslümanlarına düşen en temel görev, okuduğumuz vahyin, bizi davet ettiği yurdu inşa etmek olmalı. Kur’an yurdunu inşa edemeyen insanlık, onun ahkâmını uygulayacak bir topluluk da bulamaz.

Bugün bütün Müslümanlar bir amaç için çalışmak zorunda. İlk işimiz olarak Kur’an yurdunu yeniden inşa etmeliyiz. İnşa ettiğimiz bu yurtta inen vahyi uygulayacak, bir toplum inşa etmeliyiz. Bugün vahiy ve mesaj elimizde ama bu vahyi ve mesajı uygulayacak bir yurdumuz maalesef yok. İşte mesajın anlam bulması için bu mesajın istediği yurdu inşa etmek, bugünün Müslümanlarının en temel görevi. Ramazanı ramazan yapan işte tamda burada saklı. Ramazan kendi yurdunda bir anlam ve değer ifade eder. 

Hz. Peygamber’in hayatını okuyan her Müslüman bu hakikati görecektir. İlk inen vahiyle beraber Peygamber, ilmek ilmek bir inşa süreci başlatıyor. Onu insanlığa okuyup geçmiyor, ben okudum anlattım, işim bitti demiyordu. Bu yurdu inşa etmek için gerekirse canından vaz geçiyor, malından, kazancından, dünyalık menfaatinden vaz geçiyordu. Yetmiyor, yaşadığı topraklardan uzaklaşıyor, hicret ediyordu. Bütün bunlarla Rabbinin istediği yurdu inşa etmek istiyordu. Bu yurdu inşa eden, inen mesajı, vahyi bu yurtta uygulayacak ve insanlığa rehberlik edecekti. İşte bu yurtta Ramazanında, Kadir gecesinin de bir anlamı ve değeri olacak. Kur’an’ın istediği yurdu kurmak ve bu yurdun değeri olan Ramazan ve Kadir gecelerinin gerçek mahiyetine ulaşmasını sağlamak en temel görevi olmalı bu toplumdaki Müslümanların.

Bugün Ramazan da Kadir gecesi de boynu bükük, öksüz, garip ve yetim bırakılmıştır. Çünkü bunların vatanı, yurdu yok, mahsun ve garip kalmışlar. Ramazanı aziz kılmak, Ramazanı mebrur kılmak istiyorsak önce onun yurdunu inşa edip, Ramazanı kendi yurduna kavuşturmak zorundayız. Ramazanın bizlerden razı olmasını istiyorsak, onu kendi yurduyla taçlandırmak zorundayız. Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olmasını istiyorsak, Kadir gecesini kendi yurduna kavuşturmak zorundayız. İşte o zaman Kadir gecesinde inen vahiy, bizi inşa etmiş olacak.

Bugün, eğer zillet içinde bir İslam dünyası varsa, işte sorunun temelinin burada olduğunu unutmayalım; İslam’ın kendi yurdunun olmaması. Kendi hükümlerinin uygulandığı yurdunun olmamasıdır. Ramazan insanlığa; pide kuyrukları, mükellef sofralar kurmak, eğlence cümbüşleri yapmak için gelmemektedir. Ne yazık ki biz Ramazanı getirip buralara bağlıyoruz. Bunları kendimizi ve vicdanlarımızı rahatlatma alanlarına dönüştürdük. Bunun en temel sebebi bedel ödemeyi, hakkı ve hakikati savunmanın bedelini göze alamadığımız için uydum topluluğa deyivermemizdir.

Ramazanın izzeti ancak ve ancak Kur’an’ın istediği yurtta yerine gelir. Yurdundan uzak sürgün yaşayan bir Ramazan, Ramazan olamaz. Ramazan olsa da garip olur ve bu Ramazanın bayramı da olmaz. Ramazan; ibadet, oruç, zekât, infak gibi değerleri içinde barındırıyor. Ramazan hakkıyla yaşandığında, onun izzeti yerine gelince sonu bayram olur. O bayramda ancak Kur’an’ın kendi yurduna kavuşmasıyla olur.

Ramazan aslında bir devrimdir, Ramazan şuurunda olanlar bunu fark ederler. Çünkü Ramazan, 11 ayın içindeki yeri farklıdır. Diğer aylarda ki rutin yaşantıdan kişiyi ayırarak farklılığı getiriyor. 11 ay boyunca yaptığınız rutin yeme-içme alışkanlıklarımızı farklı bir düzene koyuyor, rutin yapılan ibadetlere yenilerini ekliyor, adeta insanı farklı bir alana taşıyor. Bu bir devrimdir. Her zaman yaptıklarınızdan farklı bir ay yaşıyorsunuz, gün boyu aç kalıyor, Teravih namazı kılıyor, sahur diye gece kalkıp yemek yiyorsunuz. Normalden farklı bir yaşama evriliyorsunuz. Bunun adı da tam olarak bir devrim. İşte ramazanı bu şuur ile okuduğunuzda bizlere bir mesaj veriyor. Bu mesajın Müslümanlara bir devrim mesajı olduğunu unutmayalım.

İnsanı rutin yaşamdan alıkoyup, yeni bir evreye yöneltiyor, bir devrim yapıyor hayatımızda. Bedenimizde bir devrim ve arınma yapıyor. Müslümanlara bir mesaj veriyor, “ben geldim seni değiştiriyorum. Senin bütün uzuvlarında bir devrim yapıyorum, seni değiştiriyorum”. İnsan ramazanla değişiyor, zekât veriyor; daha cömert oluyor, daha fazla ibadet ediyor, normali değiştiriyor. İşte bütün bunlar yaptım oldu mantığı veya ezberciliğinden sıyrılıp bir şuur bilinci inşası yapıyor insanda. İnsanı inşa ediyor. Bu inşanın temeli ve en önemli yeri Kur’an’ın bizlerden istediği yurdu inşa etmek.

Kadir suresi Mekkeli müşriklerin yurduna inmedi. Çünkü o zamanlar Mekke buna layık bir yurt değildi. Kadir sûresi Müslümanların yurduna indi. Çünkü Müslümanların yurdu, bu sûrenin kadri kıymetine layıktı. Bizde kadir süresinin bizlere inmesini istiyorsak, Kur’an’ın bizden istediği yurdu inşa etmek zorundayız. Biz Kur’an’ın yurdunu inşa edersek Kadir sûresi bize inecek ve bizi inşa edecektir. Sadece kadir sûresi değil, Kur’an bizim yurdumuza fevç fevç inecek, bizleri inşa edecektir. Bizler, Rabbimizin, bizden istediklerini yerine getirince, Rabbimizde bize karşılık verecek, bizi kuşatıp rahmetine düçar kılacak. Kur’an yurdunu inşa eden ve Kadir sûresinin ineceği topluluk olmamız duasıyla.

                                   MEKKE’Yİ BİR DE BU YÖNDEN OKUSAK! - KAZIM ŞENSALTIK

Mekke dönemini hemen her Müslüman az veya çok birkaç kitaptan okumuştur. Bu yazımızda Mekke’yi ve Hz. Peygamberin risaletinin ilk yıllarını farklı bir pencereden bakarak okumaya çalışacağız. Mekke klasik tabir ile her tarihî kaynakta müşrik bir toplum olarak isimlendirilir. Kısmen doğru bir isimlendirme olsa da aslında eksik bir değerlendirme diyebiliriz. Mekke toplumu çok yönlü incelendiğinde çok farklı inanç ve kültürün toplandığı bir merkez. Örneğin bu toplumda Hz. İbrahim’den gelen bir Hanif kesim var. Ayrıca Yahudilik, Hristiyanlık vb. birçok inanç var. Bugünün tabiriyle demokratik bir toplum desek yanlış olmaz. Onlar bugünün demokratlarından çok daha özgürlükçü, kendi coğrafyasındaki inançlara karşı oldukça müsamahakâr bir toplum, yeter ki ticaret ve çıkarları zarar görmesin. Bu toplum da herkes, her inanç kendi inancını, ibadetini rahatlıkla yapar ve kimse kimseye müdahale etmez. Örneğin hac var, namaz var, oruç var, kurban var. Diğer inançların da ibadetleri var. Herkes bu konuda oldukça özgürdür ve hiç biri kınanmaz. Hatta inandığın putunu getir, Kâbe’ye koy. Bundan kimse alınmaz, aksine memnun olurlar. O toplumda her inanç kendine yer bulur ve bu çok yönlülük Kâbe’deki putların çokluğuyla kendini gösteriyor zaten. O dönemdeki Mekke toplumuna bu sistemi getiren en temel sebep ticaret yolunun üstünde olması ve Afrika’dan Bizans’a Sasani’den Hindistan’a kadar uzanan ticaret yolları ve bu yollarla farklı inanç’tan tüccarlarla olan münasebetleri. Bu ilişki ağları o dönemdeki Mekke’yi böyle bir merkez haline getirmişti. Tamamen çıkar ve menfaat temelli bir yapı. Buraya kadar okuduğunuzda sanki yaşadığımız toplumu tarif ediyorsun diyebilirsiniz ama öyle değil Mekke’den bahsediyorum. Bu toplumda sınıflar vardı: Soylular, tüccarlar ve köleler. Toplum katmanları bunlardan oluşuyordu. En çok itibar edilen kesimlerin önce din adamları yani cemaat liderleri sonra soylu aileler ve zengin tüccarlar olduğunu o dönemi okuyan herkes az çok anlamıştır. Din adamlarına bir örnek Varaka bin Nevfel,  kabile olarak mahsun oğulları, Ümeyye oğulları vb. birçok kabile vardı. Kureyş kabilesinin Kusay’dan gelen bir ağırlığı vardı. Özellikle Kâbe ve hacılara hizmet görevleri vardı. Konumuz İslam tarihi değil. Konumuza dönersek Mekke Hz. Peygamber’den önce böyle bir yapıdaydı. Çok kültürlü, yönetim ve çıkarlarına zarar gelmediği sürece herkesle rahat geçinen bir yapı oluşturmuştu.

Peki, böyle özgürlükçü bir toplum neden Muhammed (s.a.s) bana Risalet verildi deyince “Lâ ilâhe illallah” deyin kurtulun çağrısına şiddetle karşı çıktılar? Neydi onları Hz. Peygambere hasım eden? Emin dedikleri kişiye düşman eden bir şey olmalı. Hz. Peygamberin bu çağrısının ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bunu söylemek yukarıda yazdığımız bütün menfaatlerden vazgeçmek demekti. Dikkat edin bu özgürlükçü toplum Hz. Muhammedin çağırdığı dini özgürlük alanının dışında bir tehdit olarak gördü ve düşman kesildi. Sonra pazarlık için gelenleri ve ikna çabalarının sonuç vermediğini okumuşsunuzdur, konumuz bu değil.

Gelelim Hz. Peygamberin Mekke döneminde inşa ettiği sisteme. Bizim üzerinde duracağımız asıl konu burası. Biraz ezber bozan bir bakış açısıyla konuya bakacağız. Bizim okuduğumuz klasik siyer de genelde Hz. Peygamber’e tabi olanları köleler, garip guraba ve ezilen kesim olarak okuyoruz. İşte Mekke de Hz. Peygamber bir yapı inşa etti. Bu yapının omurgasını Mekke’nin zengin soylu ailelerinin gençleri ve aile fertleri oluşturuyordu. Bunlara birkaç isim örnek olsun diye yazayım. Hz. Ebubekir, Hz. Osman bin Affan, Hz. Musab bin Umeyr vb. birçok soylu ailenin fertleri. Ali bin ebu talip, Cafer bin tayyar gibi. İsmini yazdığım ve yazmadığım birçok soylu ailenin fertleri vardı, Mekke’de iman eden. Bu soylu ve zengin insanlar aynı zamanda diplomasiyi iyi bilen tüccarlardı. Birçok devlette ticaretleri ve tanınmışlıkları vardı. Hz. Peygamber Mekke dönemini bunların üzerinden kurguladı. İman eden köle ve garipleri bunların himayesine verdi, desek yanlış olmaz. Bu garip köleleri ve ezilen insanları, bu maddi durumu iyi olanlar bakmakla yükümlüydü aslında. Hz Ebubekir’in köleleri satın alıp azad etmesi buna bir örnek. Onun oluşturduğu bir yapı vardı. Cemiyet deyin, cemaat deyin, ne derseniz deyin, amma bir yapı kuruyor. Kurduğu bu yapıyı Allah kendisine bildiriyor veya yönlendiriyor muhakkak.  Çünkü yanlış yaptığında uyarılıp düzeltildiğine göre yaptıkları Allah’tan onay alıyor demektir. Burası çok önemli. Kurulan yapının sac ayaklarını toplumda saygın kişiler oluşturuyor. Bu oluşum anında karşı özgürlükçü cepheden tepki geliyor. Çünkü yapılmak istenileni anında anlıyorlar ve şiddetli bir karşı koyuş var. Bu yapılan aslında zengin ile fakiri birleştiriyor, sömürüyü değil hakça paylaşımı ön görüyordu. Mekke toplumunda bunun tersi işliyordu. Zenginler daha zengin oluyor, fakirler daha fakir oluyor. Bundan varlıklı vicdan sahibi insanlar da rahatsızdı. Amma yapacak bir şeyleri yoktu. Peki, bunu nereden çıkarıyoruz? Şöyle nübüvvet yok Mekke de “Hılful Fudul” diye bir müessese oluşturuluyor. Bu müessesenin görevi malı zorla alınan insanların haklarını savunmak. Bu kuruma katılmak üzere yeminleşen kabileler şunlardır: Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed. Toplantıya Benî Hâşim'den düzenlenmesine ön ayak olan Zübeyr b. Abdülmuttalib'den başka o sırada yirmi (veya otuz beş; İbn Habîb, s. 53) yaşında bulunan Hz. Muhammed de katıldı”. Buradan da anlaşılacağı üzere Hz. peygamber ta o yaşlarda bile o sistemin yanlış olduğunu biliyordu. Buradan şunu çıkarmayın o okuma yazma bilmezdi ayetine ters bir şey çıkmasın. Kast ettiğimiz şey o çok zeki ve yaşadığı toplumu tanıyan biriydi. Sistemin nasıl işlediğini çocukluğundan itibaren ailesinden biliyordu. Hz. Peygamberin ailesi ve kabilesi Mekke’nin yönetim sisteminin içindeydi, bunu dedesinden biliyoruz. İşe ilk buradan başladı, varlıklı ailelerin fertlerini İslam’la tanıştırdı ve onlardan İslam’la şereflenen garip ve köleleri koruma ve muhafaza etmelerini istedi. Zaten uygulamada bunları görüyoruz. Hz Ebubekir’in ve Osman bin Affan’ın yaptıkları bunların örnekleri. Bir sonraki hamle stratejik olacak bir şekilde, İslamlaşan ve Mekke’de eziyet gören Müslümanların bir kısmını özellikle de diplomatik becerisi olanlarını Habeşistan’a gönderiyor. Habeşistan’a gidenler oraya yerleşiyor bir üs oluşturuyorlar. Siyer kaynaklarından okuduğumuz kadarıyla hiç de aciz insanlar değildirler. Aksine kral’ın karşısında oldukça özgüvenle konuşuyorlar ve diplomatik olarak da okudukları ayetler kendilerinin ne kadar bu konuda becerikli olduğunu gösteriyor. Mus’ab bin Umeyr’in Medine’ye İslam’ı anlatması için gönderildiği gibi. Özellikle Mus’ab seçiliyor, çünkü diplomasiyi iyi bilen birisidir. Mus’ab’ın ailesi böyle bir aile, kendisini de böyle yetiştirmiş. Hz peygamber onu tercih ediyor ve onun bu yeteneği Allah’ın yardımıyla Medine de kısa zamanda meyvelerini veriyor.

 Buradan günümüze muazzam mesajlar var. Bizim başarıya ulaşmamız için bu mesajlara dikkat etmemiz elzem. Hz. Peygamber Mekke’de kurduğu cemaatte kendisine tabi olan, yani cemaatine katılan tüm fakir garip ve kölelerin mali durumlarını üstüne aldı. Yani bugün kendini cemaat lideri görenler veya ilan edenler bu mesaja dikkat. Eğer bir cemaat olduğunuzu iddia ediyorsanız cemaatinize katılan tüm garip fakir insanların mali yükümlülüğü sizlerin üzerindedir. Evlerinde aç kalsalar, çocuklarına ekmek alamasalar ve daha önemlisi kiralarını ödeyemeseler vebali ve sorumluluğu cemaatin liderinin üstündedir. Eğer bunları sağlayamıyorsanız cemaat olmamışsınızdır en azından Hz. Peygamberin oluşturduğu cemaati oluşturmamışsınızdır. Kendi istediğiniz bir cemaat olmuştur buda başarısız olacaktır.

 Çağrım cemaat mensuplarına bakın araştırın. Hz. Peygamber Mekke’de bile bunları oluşturdu sizde liderinizden bunları isteyin. Bu sizin en temel hakkınız ve liderinizde varsa bunları temin etmekle yükümlü. Bu uygulama Medine döneminde de devam etti, hatırlayın Ensar muhacir kardeşliğini. Ensar olmak istiyorsanız cemaatinizin içinde ki muhacirleri önce görün sonra yurt dışından muhacir arayın.

Şuraları iyi okumanızı istirham ediyorum. Siyer kitabı alın ve birde bu açıdan okuyun. İslam tarihi okuyun, karşınıza yöneticilik yapmak isteyen pek bulamazsınız. Halifelerde dâhil yöneticiler, kendileri bu görevleri istemezler, istemediler peki neden hiç düşündük mü?  Yukarıda yazdığım ağır sorumluluklardan uzak durmak için kimse bu yükü yüklenmek istemedi ki, doğru olanda budur. Müslümanlar kendi aralarında bu tür görevler için istişare ederek birilerini görevlendirir ve kendisine bu ağır sorumluluk için destek olacaklarını da bildirirdiler. O insanlar bu yüklerden hep korktular, üslenmek istemediler. Çünkü böyle bir güçleri olmadığını düşündüler. Bugün bizim cemaatlarımıza bir bakın, tersini göreceksiniz. Fakir, garip çalışır, cemaate aidat vb. paralar öder, lider bunlardan kendini ve ehlini geçindirir. Yetmez birde yakınlarını görevlendirir. Birer maaş bağlayanlar yok değil, haklarını yemiyelim. Okuduğunuz siyer kaynaklarında ne Hz. Peygamber’de ne Ebubekir de  ve ne de Hz. Ömer (r.a) ‘de böyle bir şey göremezsiniz. Kendi yakınlarını cemaatinde görevlendirip maaş bağlamadı, bunun tersini yaptılar. Bizim sözde cemaat liderleri, sizce ilk yazdığım özgür Mekke yöneticilerine mi benziyor yoksa Hz. Peygamberin kurduğu sistemdeki cemaate mi benziyor siz karar verin. Biz bu yazımızda Mekke’ye farklı bir açıdan baktık. Bildiğimiz kadarıyla okuduklarımızı tahlil etmeye gayret ettik. Yazdıklarımız hakikatin tâ kendisidir, demiyoruz. Bunlar bizim anlayabildiklerimiz. En doğrusunu Allah azze ve celle bilir. Yanıldıysak rabbimizden affımızı diliyoruz. Rahmetli Ahmed kalkan hoca’nın “Ben hiçbir cemaatin adamı olmam” dediğini şimdi anlıyorum. Hep şöyle derdi ben cemaat kurup lideri olmam. Bu ciddi bir iş. Benim bunlara gücüm yetmez. Ben kurdum, gelin bana tabi olun. Hiçbir zaman hiçbir kimseye demem. Bunu doğruda bulmam derdi. Allah’u alem belkide bu gerçekleri bildiği içindi. Kendisini özellikle davet eden, hocam gel başımızda dur, etrafında toplanalım diyenler olduğu halde hiç düşünmedi ve böyle bir yapıya yanaşmadı. Hep bütün Müslümanlar bir arada olmalı derdi. Doğru olan bu, ben böyle düşünüyorum, derdi. Faydalı olduysak dualarınızda bizleri de unutmayın. Rabbim kendisine hakkıyla iman eden, razı olduğu kullarından kılması duasıyla Allah’a emanet olun.

Bu yazımızda depreme birçok yönden bakmaya, farklı pencerelerden irdelemeye gayret edeceğiz. Önce deprem diyelim. Allah’ın yarattığı her varlıkta, her düzende işleyen kanunları vardır. Biz bu kanunlara sünnetullah diyoruz. İslami bakış açısıyla baktığımızda bunun adı Allah’ın işleyen kanunları. Depremde bunlardan bir tanesi bu dünya yaratıldıktan bu yana hep depremler olmuş. Buna bilimsel kafayla baktığımızda, fay hatları enerji birikimi ve boşaltması diyor bilim insanları. Bir de halk tabiriyle bir tanımı var: Doğanın kanunları… Biz konuyu İslamî bakış açısıyla inceleyeceğiz. Bu bir pazıl. Pazılı oluşturmaya ve eksik parçaları görmeye gayret edeceğiz. Allah yarattığı tüm varlıklara bir işleyiş düzeni koymuş. Güneşin doğması batması, gezegenler, dünya, atmosfer ve dünyada tabiat, hayvanlar hepsi bir kanuna tabi tutulmuş. Bu düzen müdahale edilip bozulmadıkça kusursuz işliyor. Eğer bir yerde problem varsa oraya mutlaka müdahale edilmiştir. Depremde yeryüzünde Allah’ın işleyen düzeninde bir kural, bu işleyen kurala uygun hareket ederse insan bundan zarar görmeyecek. Bu gerçeği bilerek binasını, yapısını inşa ederse insanımız deprem felakete dönüşmez aslında. Allah’ın kanunları işliyor. Örneğin yağmurlar yağar sele döner, buna halkımız bereket, rahmet yağıyor, der. Rahmeti yine biz insanlar felakete dönüştürüyoruz. Dere ve su yataklarına evler, binalar yapıyoruz. Suyun yollarını keyfimiz için tıkıyoruz sonra felaket diye bağırıyoruz.

Konuyu yani depremi yönetim açısından incelediğimizde neler çıkıyor karşımıza? Önce suçlumu arayacağız yoksa kadere havale edip kenara mı çekileceğiz? Önce yöneticiler tarafından inceleyelim. Yönetim açısından bakıldığında yönetim zaafları, yapılan yanlışlar hepsini irdeleyelim. Devlet aygıtı kapitalist bir sistem üzerine kurunca, devletin vatandaşa bakışı müşteri oluyor. Devlet üreten, vatandaş üretilen malın pazarlanması için müşteri oluyor. Bu düzende vatandaş hakkı pek önemli değil. Önemli olan üretenin kâr etmesi. Bu sistemde, yönetimler veya yöneticiler, kanunları kendi menfaatlerini ön planda tutacak şekilde yaparlar. Vatandaşın hakkını savunacak pek kimse olmaz. Yargı vs. hepsi paradan yana çalışıyor. Deprem özelinde değerlendirirsek yönetimler ister hükümet olsun ister yerelde belediyeler olsun hepsi kendi çıkarını ön planda tutarak işler. Yerel yönetimler sürekli kendi lehlerine olacak şekilde imar planları çıkarır. Bu planlar hep yerel yönetimler açısından kazançlı olur. Nasıl mı dersiniz.

Gelin bir irdeleyelim: Vatandaş bir arsa satın alır, imarlı vs arsası 300m2’dir. Ev yapmak ister, belediyeye başvurur. Karşısına imar planları çıkar. 300m2 arsana sadece 150m2’sine inşaat yapabilirsin diyor, belediye imar böyle. Peki, geri kalan 150m2’si ne oldu? Belediye parasını ödeyip satın mı aldı dersiniz. Yok canım! Buna resmi olarak el koydu, diğer adıyla gasp etti. Ama bu gasp falan olmaz, kanun böyle yapılmış, imar böyle diyorlar. Vatandaş istediği kadar benim tapulu malım desin kim dinler vatandaşı. Birde bütün bunlar vatandaşın iyiliği için yapılıyor, propagandası yapılır. Bunlar yetmiyor, harçlar, bağışlar, iskân paraları bir ev parası alınır, garibim vatandaştan. Vatandaşa verilen bir şey var mı diye sormayın, bu kurumlar vermek için değil almak için kurulmuş. Bütün bunları yönetim yani devlet yaparsa ne oluyor? Vatandaşta malını korumak için bin bir türlü hileye başvurmak zorunda kalıyor. Burada yönetimler aslında vatandaşı hileye yöneltiyor. Bu sürekli olunca artık bu hile hurdalar normalleşiyor. Yönetimler almak için vatandaşı kovalarken, vatandaşta daha az ödemek için hile hurda peşine düşünce yapılan yapılar da ortada. Bu hile hurdadan nasibini alıyor, gelen ilk sarsıntıda yerle bir oluyor. Oysa doğrusu yönetimler vatandaşa yap dese, tapulu malını imar planları adı altında soymasa, tersine yapını sağlam yap, bende şu kadar destek vereceğim dese bunlar olmazdı kanaatindeyim.

Gelelim devleti yönetenler bakımından deprem özelinde ki değerlendirmelere. Hükümet, yöneticiler vb. hemen hemen hepsi, bütün yurt dışı, tatil, toplantı gibi herşeylerini iptal edip deprem de zarar gören vatandaşın yanında olduğunu hissettirdi. Diğer bir tanımla en azından vatandaşa bu afet’ten dolayı saygı duydu ve bütün işlerini bir kenara koyduğunu açıkladı. Haklarını bu anlamda teslim edelim. Amma bu yönetimleri temize çıkarmaz. Örneğin kendi menfaatleri için çıkardıkları imar kanunları ve bu kanunları uygulayan yönetimler. Parası ve dayısı olan herkese özel imar planları çıkarmak bu hükümetin sorumluluğu… Bu çıkardıkları kanunlar hiç vatandaşın lehine olmaz hep devletin lehine olur. Bu yönetimler kanunla vatandaşın malını elinden alır, para babalarına peşkeş çeker, buna vatandaş itiraz bile edemez. Yönetimler kanun zoruyla bunları yapınca vatandaşta malını ve mülkünü kaybetmemek için olmadık yollara başvurur. Yani hırsızlığa teşvik edilir vatandaş, yöneticileri eliyle… Sonra dönüp şikâyet eder bu yönetimler.

Sivil toplum açısından bakıldığında durum gayet iyi görünüyor. Yardım ekipleri, insani yardımlar afet bölgesine ilk günden itibaren ulaşmaya başladı. Burada ciddi bir sorun yaşanmadığını düşünüyoruz. Bütün bunları yapan yardım kuruluşları günün sonunda çıkacak resimde yerini nasıl alacak onu izleyip göreceğiz.

Gelin birazda bu konuyu Müslümanlar açısından değerlendirelim. Müslümanlar vakıf, dernek, cemaat vb. kuruluşlarla hem afet bölgesinde hem tüm ülke genelinde ciddi yardım çalışmaları yaptılar. Şurası bir gerçek ki bu toplumun sağduyusu, bu toplumun Müslümanları olduğu bir hakikat. Haklarını teslim etmek gerekiyor. Daha dün kendilerine yapmadığı haksızlığı, hukuksuzluğu dinlemeden, koştu afet bölgesine. Kimi hayat kurtarmak, kimi yardım etmek, gıda vb. Kimi elini attı cebine, bunlar takdire şayan yönlerimiz. Biraz vakıf ve derneklerimizin reklamını yapsakta hakkını teslim edelim bu konuda bayağı duyarlı ve derli toplu dersimizi epey çalışmış görünüyoruz. Organizasyon olarak sınavı başarıyla verdik diyebilirim.

Tabi çok eksiğimiz olduğu da bir hakikat. Yukarıda yazdığımız konularda olduğu kadar bu kıyamet sahnesinden çıkmış insanımıza hakkı ve sabrı tavsiye edecek ekiplerimiz yok gibi görünüyor. Emri bi’l-mâ’ruf nehyi ani’l-münker yapanda pek görünmedi. Yiyecek-giyecek vb. konulara verdiğimiz önemi hakkı ve sabrı tavsiye ile Allah’ın dinini ulaştırma konusunda sınıfta kaldık, desek yanlış olmaz. Örneğin bir vakfımız veya birkaç vakfımız cenaze işlerinde etkin olsaydı. Bu cenazeleri olan insanımıza destek olsaydı. Bu alanda kendi üzerine düşen tebliğ ve irşat tarafını yapsaydı, güzel olurdu. Bu toplumun tebliğe, tevhide davet edilmeye de ihtiyacı var. Biz sanki boğazı düşündüğümüz kadar manevi tarafı pek düşünmedik.

Topluma ulaşma ve İslam’ı, tevhidî ulaştırma konusunda güzel örneklikler ortaya koyamadık gibi geliyor. Örneğin bu afetin olduğu ilk anda sahaya tanınmış, toplumda karşılığı olan cemaat liderlerimiz pek görünmedi. Bu konuda haluk levent kadar olamadık desek yanlış olmaz. Haluk Levent sosyal destekler veriyor, başka bir yönü yok. Bizim milyonlarca müntesibi olan cemaat liderlerimizde kendi alanlarında toplumun içinde olsaydı keşke. Keşke bu liderler bu afeti yaşayan insanların eline yüreğine dokunsaydı. Keşke Müslümanlar bu afet olduğunda yurt dışında olan toplantı ve konferanslarını iptal edip bu insanların yanına koşsaydı. Keşke Müslümanların önünde duran insanlar daha önce organize etmiş oldukları yurt dışı programlarını iptal ederek bu afeti yaşayan insanların arasında olmayı tercih etseydi ya. Bunlar tercihtir, kimseyi kınama derdinde değiliz, amacımız daha güzeli önermek. Şöyle düşünün; “falan hoca efendi yurt dışı programını iptal ederek depremzedelerin yanına ve yardımına geldi” bu takdir mi edilirdi, yoksa tenkit mi edilirdi? Bunu onların değerlendirmesine bırakıyorum. En azından kürsülerde eleştirip yeri geldiğinde tekfir ettiğimiz yöneticiler kadar olmalıyız. Onlar bütün organizasyonlarını iptal ediyorsa biz çok daha fazlasını yapmalıyız. Ki onları eleştirme hakkımız olsun, söylediklerimiz toplumda karşılık bulsun. Keşke şu cemaat liderlerini, kanaat önderlerini afet bölgesinde, enkazların başında görseydik. Ellerinde kürekler, sırtında yelekler, dillerinde Allah. Bu insanların dertleriyle dertlenip, sevinciyle sevinseydiler. İşte o zaman günün sonunda ki resim çok başka olacaktı, diye düşünüyorum.

Bir başka örnek olsun diye söyleyeyim. Bir vakfımız ya da cemaatimiz bu bölgede bir sahra sağlık ocağı ve ocakları oluştursaydı, bu bölgedeki insanlarımızı sağlık taramasından geçirseydi. Bu tesislerde ücretsiz hizmet verseydi, insanlara hakkı ve sabrı buralardan tavsiye etseydi, yardım kolisinden daha etkili olmaz mıydı? Gördüğüm kadarıyla daha çok almamız gereken yol var. Bunu görmüş olduk diye hüsnü zan besliyorum. Müslümanlar olarak güzel yönlerimiz olduğu kadar eksik olduğumuz yönlerimizde var. Bundan sonra bu eksik yönlerimizi de geliştirmek zorundayız, tabi geç kalmadan.

Genel olarak devlet aygıtı artık kendini değil vatandaşı korumak üzerine kurgulanmalı. Yerelde belediyeler hizmeti sadece çöp toplama ve yol asfaltlamadan ibaret görmekten uzaklaşmalı. Asıl hizmetin vatandaşa yardım işini kolaylaştırmak üzerine kurgulanmalı. Bu belediyeler vatandaşı müşteri görmekten uzaklaşmalı. Aksine vatandaşın işlerini kolaylaştırmak onların ihtiyaçlarına göre hizmet ve yardım eden bir düzen kurulmalı. Devlet artık bu vatandaşı sömürme işinden vaz geçmeli. Ki vatandaşta bu sömürüden kendini koruma refleksinden uzaklaşsın. Hile hurda işlerinden uzak dursun. Belediye arsa gaspından, imar planlarından, kişiye göre imar, paran kadar adam anlayışından uzaklaşmalı ki vatandaş da malının gasp edilmeyeceğini bilsin ve kendi binasını kendisi yapsın. Bunu yapan vatandaşa belediye, devlet imar, denetim, iskân vb. konularda ücretsiz destekler sağlasın ki sağlam binalar yapılsın. Her depremde yıkılan şehirler karşımıza gelmesin. Gördüğüm kadarıyla ne devlet böyle bir adım atar, ne de belediyeler yapar. Bu düzen zengin müteahhitler üretmeye garibanın arsasına, malına kanun çıkararak çökmeye devam edecek. Gözü doymayan müteahhitler daha çok kazanmak için malzeme kalitesinden kısmaya devam edecek, çünkü amaç çok kazanmak olacak.

17 Ağustos Marmara depremi bize ipuçları veriyor. O depremden sonra o depremi yönetemeyenler ilk seçimde tasfiye oldu ve yerine yeni partiler geldi. Bugün iktidar olanlar bu tasfiyenin sonucu geldiler başa. Bu felaketinde bir kaybedeni ve bir kazananı olacak, bunu yaşayarak göreceğiz. Bugünden az çok belli oluyor, kazanan ve kaybedenler. Ben Müslümanların eğer aynı durum devam ederse en büyük kaybeden olacağını düşünüyorum. Kazananlar az çok belli bunu da yaşayarak göreceğiz. Son olarak şu deyimle tamamlayayım; “Kurt soğuğu yer amma ayazı unutmaz.” diye bir deyim kullanılır. Bu felaketi yaşayanlar soğuğu yediler amma ayazı unutmayacaklar.

İnsanımız yanlış kader inancı nedeniyle her başına gelen felaketi kadere havale edip kenara çekiliyor. Bu biraz Yahudi inancında olan günah keçisi gibi biz, Müslümanlar da gördüğümüz yanlışları kadere havale ediyoruz. Oysa kader dediğimiz olgu bizim kendi tercihlerimizle oluşan bir olgu. Oysa Kur’an bize açık açık söyler “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder.” (Şuara 30). Bu ayette rabbimiz açık açık bize haber veriyor, başınıza gelen felaket ve kötülükler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır, buyuruyor ki depremde yapılan yapıları biz yanlış yapıyoruz ve sonuç yıkım felaket.

Nuh a.s.’ın oğlu da babasına “Babacığım! ben yüksek bir dağa sığınırım.” diyordu, Hûd suresi 43. ayetinde. Evet, bugün bizim müteahhitlerimiz de aynı propagandayı yapıyorlar. Depremde yıkılmaz dayanıklı daireler satıyorlar hem de servet paralarla. Nuh’ın (a.s.) oğlu da aynı propagandayı yapıyordu. “Korunaklı bir yere sığınırım.” diyordu. O gün için o korunaklı yer bir dağ idi. Bugün o korunaklı yer depreme dayanıklı daireler. Peki, korudu mu? Maalesef hepsi yerle bir oldu. Anlayış aynı, tezahür aynı tek değişen zaman.

Eğer insanımız Allah’ın emir ve yasaklarını gündemine alsaydı bunlar çok farklı olacaktı. Allah’ın hukukunun olduğu düzende, hiç kimsenin çıkarı için özel kanunlar olmaz. Hiç kimseye özel muamele edilmez. İster yönetici ol, ister sıradan vatandaş ol, herkesin hakkı tam olarak sahibine teslim edilir. İster peygamber olun, ister halife, Allah’ın hukuku, herkesin hakkını hak sahibine teslim eder. Bu hak bir gariban çoban bile olsa onun hakkını savunmak ve hakkını hak sahibine teslim etmek, Allah’ın hukukudur. Hz Ömer bile olsanız sizin göreviniz mazlumun hamisi olmaktır. Güçlünün karşısında mazlumun hakkının savunucusudur, Allah adına söz söyleyenler. Allah’ın hukukunda kimseye torpil veya menfaat sağlamak için hukuk uygulanmaz. Allah’ın hukukunda ne devlet dokunulmazdır, ne rejim. Tek dokunulmaz mazlumlar ve bu hukukun hükmü altında yaşayan tüm insanlıktır. Bu hukukta keyfe keder kanun çıkarılmaz. Zenginlere ve müteahhitlere vb. hiçbir kesime özel kazanç alanları açılmaz. Bunu yapan, isterse devlet başkanı olsun, ondan hesabı sorulur ve mazlumun hakkı hak sahibine teslim edilir. Peki, bu hukuku kim uygulayacak bunu insanlığa sunacak kadar kaliteli Müslümanlar var mı bu ülkede? Gelin kendi cenahımıza da biraz bakalım. Neden yukarıda yazdığımız yanlışlara itiraz eden Müslüman yok, ona bakalım.

Bizim cenahta kim neye itiraz etsin ki, herkesin keyfi yerinde. Kimi cemaat bu yanlışlardan kendine imkân devşirmiş, kimi buralardan kendini finanse ediyor. Bu yanlışları yapan müteahhitler cemaatlerimizi finanse ediyor. Hocalarımız, cemaat liderlerimiz vb. bunlar neden ses çıkarsın? Onlar ses çıkarırsa gelirleri kesilir hatta maddi imkânsızlıklardan dolayı cemaat kepek indirir. Deprem olduğunda eleştirip yerden yere vurduğunuz yöneticiler bütün işlerini iptal edip buraya yöneldi. Bunu hiçbir şey değilse bile felaketi yaşayan insanlara saygı için yapıyorlar. Kimi gezisini, kimi toplantılarını, kimi önemli devlet işlerini, bir kenara atıp yas ilan ediyor, insanların acılarına ortak olmaya çalışıyor. Müslüman cemaat liderleri nerede? Hiç duydunuz mu yurt dışında olanlardan gezilerini, konferanslarını iptal edip bu mazlum insanların yanına koşanı? Hiç duyan oldu mu cemaat ve kanaat önderleri olup da yurt dışında olanlardan, programlarını iptal edip deprem bölgelerine koşanı duyan var mı? Bırakın yurt dışını, oturdukları illerden dışarı çıkan bile yok denecek kadar azdır. Görevlendirdikleri cemaat müntesipleri onları temsilen oradalar. Peki, “Hz. Peygamber olsaydı ne yapardı” sorusunu sorun ve tanıdığınız resulün ne yapacağıyla onu temsil ettiğini söyleyenlerin yaptıklarını kıyaslayın. Daha yaşadığı toplumda farz olan kardeşlik ve Allah’ın hükmünü hâkim kılmak gibi ödevlerini bile çoktan tatile yollamışlar. Çünkü bunlar bedel istiyor, yanlışlara karşı çıkmak, farz olan bedel istiyor, amma sünnet olanlara kolay tatil gibi geliyor. Bu koca koca cemaatler yardım topluyorlar, kime, depremzedelere. Bu cemaatler sadaka vermek bile gizli olsun, diyorlar. Sağ elin verdiğini sol el görmesin, diyorlar. Kendileri yardım toplarken tırların önüne kendi cemaatlerinin brandalarını, reklamlarını asıyorlar. Asılması tümden yanlıştır demiyorum, yapılıyorsa da çok dikkatli olmak lazım. Çünkü yardım bahane reklam şahane babından gibi algılanıyor. İşin garip tarafı bu reklam yaptıkları malzeme, para her neyse kendilerine ait değil. Müslümanların sadakaları üzerinden cemaat reklamı yapmak, bunu Müslümanların takdirine bırakıyorum. Her deprem bir reklam sloganı. Gidin gezin o bölgeleri, kıyafetler bile hazır. Cemaatlerin, vakıfların reklam logoları.  Yapılmasın demiyoruz, yapılıyorsa da hayırseverlere iletmek için kullanılıyor diyelim. Çekin videoya alın kimlere gönderecekseniz gönderin bari sosyal medyada vb. yerlerde yayınlamayın. Peki, biz vakfımızın reklamını yapacağız ya Allah’ın hakkı onun bizlerden istedikleri ne olacak? Bu afeti yaşayan insanlara kim hakkı ve sabrı tavsiye edecek. Bu logoların yerine insanlara hakkı ve sabrı tavsiye eden mesajlar taşıyan ayetler, hadisler yazılsa daha doğru olmaz mı? İnsanımız öldüğü zaman mezarın başında ölüsüne hoca tutup ne demesi gerekiyorsa onu telkin ediyor (telkin duası deniyor). Peki, bu afeti yaşayan insanlara hakkı ve sabrı kim telkin edecek? Müslümanlara buralarda ihtiyaç var, buralara koşmalı. Yardım vb. işler zaten bir şekilde ulaşıyor buralara. İş o kadar ileri gitmiş ki, dağıtılan malzemenin bile üzerinde cemaat, vakıf logoları. Oysa Müslüman cemaat ve vakıfların ilk görevleri bu insanlara Allah’ın tevhid mesajını götürmek değil midir? Bu kıyameti yaşayan insanlara Allah’ın mesajını kim ulaştıracak? Devlet mi, galiba bu işi de devlete havale etmiş görünüyoruz.

Kim Allah’ın farzını ikame edecek kim bu insanlığa hakkı tebliğ edecek? Dönün birde önderimiz dediğimiz Hz. Peygamber (s.a.s) ‘e bakın. O, olsaydı bu durum karşısında ne yapardı sorusunu soralım kendimize. Peki, biz onun yaptığını mı yapıyoruz dersiniz. Ey insanlık, Allah’ın gazabından kaçış yok, istediğiniz kadar kuleler inşa edin hiçbir işe yaramıyor. Gelin Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edin. Bulunduğunuz durum için tövbe edin, rabbinize yönelin. Unutmayın bu yer küreyi yoktan var eden, bunu bir düzene bağlamış onun düzeni işliyor ve insanlığa düşen onun işleyen düzenine uygun hareket etmek. Allah kendisine kedisinin istediği gibi iman eden kullarından eylesin. O, Yaradan’ı tanıma, anlama ve onun istediği gibi hayat yaşama gayretinde olma duasıyla.

EVLİLİK Mİ MENFAAT Mİ?

Daha önce evli bekârlar diye bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda, önce ki yazımızın farklı bir versiyonu olarak evliliği değerlendireceğiz. Evlilik insanlık tarihiyle beraber var olan bir kavram. Her toplumda evlilik var ve uygulanıyor. İyi veya kötü ama her toplumda var olan bir müessese. Hz Âdem a.s. ile başlayıp sonraki nesillerin tahrif edip bozmasıyla devam eden bir serüven… Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘e kadar bozulan tahrifatı düzeltmek için uyarıcılar gelmiş ve bozulan toplumları uyarmış. İnsanlık ile beraber var olan bir kurum: Evlilik ve aile… Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya, hangi kıtaya veya topluma giderseniz gidin evlilik ve aile kurumunu göreceksiniz. İnancı ne olursa olsun mutlaka bir evlilik ve aile yapısı göreceksiniz. Biz bu yazımızda evliliğin nasıl bir sömürü aracı haline evrildiğini anlatmaya gayret edeceğiz.  İki tür evlilik vardır insanoğlunun önünde:

  1. Bu evlilik türü ya da yöntemine şu ismi versek yanlış olmaz, mantık evliliği veya menfaat evliliği. Bu da kendi içinde alt başlıklara ayrılabilir, biz genel bir analiz yapacağız. Siz isterseniz alt başlıklar altında daha detaylı bir değerlendirme yapabilirsiniz. Bu evlilik türü insanlık tarihi kadar eskilere dayanır. Burada karşı iki cinsin bir araya gelmeleri menfaatleri gereğidir. Menfaatler çakışınca doğal olarak bunları bir arada tutacak bir bağda kalmıyor, sonuç herkes kendi yoluna. Bu cahiliyenin insanlığa modern diye yutturduğu bir evlilik modeli. Göreceli olarak kadın ve erkeği eşit gördüğünü söyler ama gerçekte böyle bir pratik söz konusu değildir. Bu modeli savunanlar kendilerini çağdaş ve kültürlü görürler, kadının örtünmesine şiddetle karşı çıkar bunu gericilik olarak lanse ederler. Oysa bu modeli savunanlar evrime inanır, insanlığı çağlara ayrıştırır. Onların teorisine göre evrim geçiren insan çıplak olarak anlatılır, bir süre sonra sadece cinsel uzuvlarını örter yaprak vb. O zaman onların teorisine göre bugün çıplaklığı çağdaşlık görenler asıl gericiler olması gerekmiyor mu?

Gelin biz bunu kendi toplumumuzda uygulamalarıyla değerlendirelim. Bu model alındığında karşımıza çıkan görüntü şöyle oluyor. Evlilik yapacak iki karşı cinsin birbirlerine neden evlendikleri ve neden bir araya geldiklerine dair değerIendirmeleri vardır. Genelde bu değerlendirme denklik veya menfaat üzerinden kurgulanır. Kızımızın evleneceği erkekte aradığı temel vasıflardan olmazsa olmaz olanı maddi gücü yerinde olması yani varlıklı olmasıdır. İstisnalar dışında varlıklı bir kızımız fakir bir erkekle evlilik düşünmez. Bırakalım düşünmesini zaten toplum ve çevre, kültür bunun önünü kapatmış, bunu teklif etmek bile hakaret sayılır. Kendi çevremize ve topluma baktığımızda bunların sıradan olduğunu zaten göreceğiz. Bu model yaygın bizim toplumda. Müslümanı, Müslüman olmayanı her tarafta model alınan bir yöntem. Bu modelde kadın veya erkek fark etmez temel ölçüt denklik veya maddiyat yani elde edilecek mal mülk vb. konular. Bu modelde 18 yasında kızımız 40 yaşında biriyle rahatlıkla evlenir, bu hiç sorun olmaz. Bu modelde 20 yaşında delikanlımız 40-50 yaşında varlıklı bir kadınla evlenir, bu gayet normal karşılanır. Bu model çok eşliliğe kesinlikle karşıdır. Bunun söylemi bile linç sebebi sayılır. Bunu linç sebebi sayan insanımız örneğin evliyse eşi Avrupa’ya çalışmaya, para kazanmaya gidecek eşini rahatlıkla ve isteyerek boşar ki gittiği yerde evlilik yapsın ve orda vatandaşlık alsın, zengin olsun. 18-20 li yaşlarda kızımız çok evliliğe şiddetle karşıdır amma Avrupa’dan bir talip çıkınca onun oradaki yaptığı evlilik hiç sorun olmaz. Kendi ülkesinde veya toplumunda evlenip boşanan bir erkekle bekâr kızımız evlilik düşünmez çünkü kendine denk görmez. Kendisi bekâr evleneceği delikanlı da bekâr olmalı. Eğer kendisini isteyen zengin varlıklı bir bey olsa bu denklik devre dışı kalır. Çünkü istediği evlilik zaten buydu. Yani hayallerini süsleyen rahat, konfor ve zenginlik ona ulaşmak için kullanacağı tek argüman bekarlığı veya güzelliği diğer adıyla gençliği bir başka adıyla kadınlığı. Bizim toplumda bu çok yaygınlaşmaya başladı. Artık kızlarımız bu modele göre hareket ediyor. Aslında hesaplamadıkları bir şey var bu modeli kendilerine dayatan kültür veya üst akıl kendilerini yok ediyor, farkında değiller.

Bu evlilik modeli insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Okuduğumuz tarih kitapları bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Toplumları yıkmak için kadınların nasıl araç olarak kullanıldığı, savaşlarda bile karşılarındaki orduları kadınları kullanarak yıkmak istedikleri yeni bir durum değil. Hatırlarsınız bundan 15-20 yıl önce karadeniz bölgesinde meşhur bir toplumsal olay vardı. Rusya’dan gelen nataşalar deniliyordu adlarına. Toplumda nasıl bir refleks yaptığını yaşadık. Aslında bu Rusya’nın kendini ve kültürünü kadınları kullanarak nasıl tanıttığını göstermesi açısından önemli, dikkat edin dün onlara karşı çıkan kadınlarımız veya toplumumuzun bugün onlardan pek bir farkı kalmadı. Yani onlar amacına ulaştı, biz kaybettik. Örneğin onların toplum yapısında yalnız yaşayan kadın ve kızlar vardı. Bizde ise bu hiç hoş karşılanmazdı. Artık bizde de normalleşti, yani onlara benzedik. Yaşadığımız toplumda evlilik, devletin verdiği resmi evlilik cüzdanına indirgenmiş durumda. Genelde kadınlarımız karşılarında evlilik yaptıkları erkekten resmi evlilik cüzdanı istiyor. Neden mi dersiniz? Çünkü evlilik bahane resmi kalkan şahane! Yukarıda yazdığım bir örnekte 18 yaşında kızımız zengin beyle hiç düşünmez evlenir demiştik, peki bu kızımız resmi nikâh yani evlilik cüzdanı olmasa bunu yapar mı? Kanaatimce imkânsız çünkü amaç evlilik değil, karşısındakini sömürmek.

  1. Evlilik modeli, Allah’ın yarattığı kullarına önerdiği evlilik modeli. Bu da Hz. Âdem’den başlayan ve günümüze kadar gelen bir model. Bu modelin adına ben Rahmani evlilik modeli diyorum. Bu modelde menfaat, çıkar vesaire kesinlikle yoktur. Bu modelde temel kıstas, karşı iki cinsin bir araya gelmesi ve birlikte aile kurması, neslin devamını sağlaması ve soy bağının sağlanması.

Bu Rahmani modelde sen ben yoktur, evlenip aile olan iki cinsin bir olması vardır. Senin hakkın benim hakkım değil, ailenin hakkı vardır. Her iki tarafta sadece kurdukları aileyi yaşatmak için mücadele eder. Bu modelde kişilerin çıkarları, menfaatleri yerine sadece Rablerinin rızasını kazanma yarışı vardır. Bu model her iki tarafa da kendileri için yaradılışına uygun mücadele alanları seçip tayin etmiştir. İki tarafta kendi alanlarında mücadele eder ve bu mücadele kendileri için ibadet olur. Çünkü insanın yaradılış amacı belli “Ben, cinleri ve insanları ancak ve yalnızca Bana ibadet etsinler (her şeyi Benden bilip, Benden isteyip, Benden beklesinler ve her konuda hükümlerimi yerine getirsinler) diye yarattım” (Zariyat, 56)

Rahmani modele uyanlar bilirler ki hayatlarının her anı, yaptıkları her iş bir ibadet olacak. İbadet olması için de kendilerini yaratan kendilerine ne emretmiş ise onu ölçü kabul ederler. Bu model evliliklerde sınıf farkı olmaz, yoksul zengin ayrımı olmaz. Bu modelde menfaat elde etmek için evlilik varsa da tek menfaat Rablerinin rızasıdır. Rahmani modelde evlilik, 1. modele kıyasla temelden farklıdır, çünkü bu modelde evli kişiler bir menfaat elde etmez. Elde edilecek menfaat varsa da o menfaat, dediğimiz gibi Rablerinin rızasıdır. Bu modelde dava evliliği vardır, bu modelde menfaat elde etmek değil, kendinden fedakârlık vardır. Bu modelde kendi konforundan feragat vardır. Bu modeli baz alarak evlilik yapanlar, kimsenin kınamasından çekinmez, tek çekinceleri Rablerinin kınamasıdır. Çünkü onlar evlenirken konfora, rahatlığa talip olmadılar, onlar Rablerinin rızasına tabi oldular ve onlar bu dünyayı geçici gördüler, Rablerinin kendilerine hazırladığı nimet yurduna talip oldular. “İman edip salih amellerde bulunanlar… Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa, 122)

Evet, Kur’an’da bu konu da çok ayet bulmak mümkün, Hz. Peygamber’in sahih sünnetine bakıldığında da konu anlaşılmış olacak. Bütün delilleri burada yazma imkânımız yok, konuyu uzatmamak adına. Şu ince nüansı ıskalamayın, elde edeceğiniz dünya malı zenginlik vesaire hepsi Allah’ın mülkü, kimsenin kendi mülkü değil. “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Senin elindedir hayır, sensin her şeye gücün yeten. ” (Ali imran, 26)

Bizim uğrunda kendimizi heba ettiğimiz mülkün gerçek sahibi Allah’tır, biz ise onun kullarına verdiği geçici olana bakıyoruz.

Bütün bu değerlendirmeden sonra sömürü nerede, neden evliliği sömürü yaptılar diyeceksiniz, gelin biraz somutlaştıralım. Hep konuşurken insanlar birbirine, “duygu sömürüsü yapıyor” der. Duygu sömürülüyor da evlilik sömürü aracı olamaz mı diye hiç sormuyoruz. Dönüp kendimize, ailemize ve topluma bakalım, sonra değerIendirelim. Kadınlarımızın çoğu, ister dindar olsun ister ateist vb. evlilik müessesesini kendilerine bir sömürü alanı olarak çoktan parsellemiş. Sadece evliliği mi, keşke evlilikte kalsa, kadınlarımız, kızlarımız dişiliklerini karşılarındaki erkeği elde etmek, menfaat sağlamak için kullanmıyor mu dersiniz. Evlilikte kızlarımız neden varlıklı erkeleri tercih ediyor, biraz düşünün. Zenginliği için evlilik tercihi olmuştu, neden evlendikten sonra evlendiği kişi zengin olduğu halde boşanıyor? Çünkü evliliği kullanarak evlendiği varlıklı kişiden imkân devşirmek idi asıl amacı.

Aslında evlilik bir yaşam biçimi, bir hayat modeli. İnsanımız bunu yaşam biçimi olmaktan çıkarınca birilerinin menfaat alanına dönüştü.  Evli insanımız sanki bekâr imiş gibi yaşamaya başlamış ya evliliği kavrayamamış veya yaşadığı durumu evlilik olarak düşünür olmuş. Evlilik kopya olmaz iki insanın evliliği kendi orijinal aile yapısıdır. Her aile kendi içinde orijinal bir öze sahiptir, hiçbiri diğerine benzemez, benzememeli de.  İnsanımız kendi orijinalini beğenmeyince kopyalamaya başlıyor, kendini başkalarıyla kıyaslıyor. Oysa doğru olan kendini kıyaslaması değil o kıyasladığı insanlar da farkında değil beğenmediği kendisini kıyaslıyordur. Kendi beğenmediği orijinalini çevresi imrenerek izliyordur farkında değil. Eğer bugün ailenin sorunlarından yakınıyorsak, unutmayalım bunun müsebbibi biz, kendimiziz. Çünkü kendi orijinal aile yapımızı başkalarıyla kıyaslayarak müdahaleye açık hale getiriyoruz. Bu bizim ailemiz olmaktan çıkıyor müdahale eden herkesin ailesi haline geliyor. Kendi içerisinde orijinal özler barındıran ailelerden çevreye açık ailelere evrilme başlamış. Yani siz kendi yapınızı kıyaslamaya başladığınızda aslında kendi orijinal yapınızı bozuyorsunuz ve herkesin müdahalesine açık hale getiriyorsunuz. Sonra da dönüp şikâyet ediyorsunuz.

Unutmayalım Rahmani yapıda aile dokunulmaz ve mahremdir, hiçbir aile bir diğerine benzemez, kopyası olmaz. Evlenen insanımız bu mahrem olması gereken aileyi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsa, dikkat edin kıyasladığı hep kendinden üstte gördüğü aileler olur, hiç kendini daha zor durumdaki ailelerle kıyaslayıp şükretmez, hep şikâyet eder. İnsan maalesef böyle bir varlık, Kur’an’ın tabiriyle nankör varlık.  Günümüzde hiç Ebu Zer’i kendine örnek alıp kendini Ebu Zer’le kıyaslamaz. Günümüzde hiçbir kızımız Ümmü Zer’i kendine örnek ve model alıp kendini ona kıyaslamaz. Fakat bunların edebiyatını muazzam bir şekilde yapar. Günümüzde hiç kimse Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın r.a. kurduğu aile yapısını örnek alıp kendi ailesini onlarla kıyaslamaz. Fakat konuşurken onları öyle bir anlatır ki, dinleyenler gerçekten mest olur. Oysa yapılması gereken, güzel anlatmak değil model alıp yaşamaktı, yaşayarak model olmaktı. Tarihimiz ve kaynaklarımız bize bu Rahmani evlilik modelini o kadar çok örneklerle aktarmış ki, biz hiç dönüp bakmıyoruz buralara. Unutmayalım, güzel anlatanlar değil güzel yaşayıp örnek olanlar salih amel işlemiş olacaklar ve kurtuluşa ulaşanlar da onlar olacak.

Toplumumuzda maalesef artık kimse kimseye güvenmiyor, baba oğluna oğul babaya, kadın kocasına koca hanımına güvenmiyor, herkeste bir güvensizlik almış başını gidiyor. Güvenin olmadığı yerde kaos olur işte bugün ailelerimizi sarmalayan kargaşa tam da buradan kaynaklanıyor. Güven ortadan kalkınca menfaatler öne çıkıyor. Yarını kurtarma, kendini güvence altına alma refleksi başlayınca herkes eteğindekini dökmeye başlıyor, kim diğerinden ne koparırsa kârdır hesabı.

Toplumda şikâyet etmediğimiz hiçbir alan kalmadı, aile, ticaret vb. sayın sayabildiğinizce. Her taraf üçkâğıtçı dolu. Daha acısı, artık Müslümanlara, hocalara bile kimse güvenmiyor. Neden mi dersiniz, yaptıklarımızdan olmasın? Örnek olması gereken Müslümanlar kendi cemaatlerinde bile ne ayak oyunları yapıyor. Yapılan bu üçkâğıt oyunları bir süre sonra normalleşiyor, herkes aynı şeyleri normal görüp yapmaya başlıyor. (Kendine mürit arayan hocalara dost tavsiyesi, bu toplumdan artık mürit de çıkmaz, varsa da menfaati olduğu için mürittir. Hanımına eş olamayan, kocasına hanım olamayan, ailesine sahip olamayandan mürit hiç olmaz.) Kur’an’ın tabiriyle başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bütün bu menfaatçi ve çıkarcı insanları yetiştirenler neticede bu düzen ve bu toplumdur.

Bu yazdıklarımızı ve daha nice burada yazmadığımız konuları düşünün, sonra neden evlilikler sömürü ve menfaat alanına dönüşmüş bir muhasebe yapın. Kafamızı kuma gömmenin kimseye faydası yok, artık öz eleştiri yapmak ve yanlışları masaya yatırıp bir an önce öze dönmek zorundayız. Bunları yapamaz isek büyük bir helak kapıya dayanmış durumda. Bunun bir de Allah’ın huzurunda hesabı olacak ki orada bu menfaatperestlik hiç işe yaramayacak.

Seven ne yapmaz ki, sevdiğinin uğrunda. Kimi zaman geçer candan, kimi zaman terki diyar etmez mi sılayı, yurdu sevdiği uğrunda. Evet, seven ne yapmaz ki sevdiğinin uğrunda. Tek hedefi, tek amacı kavuşmak değil mi sevdiğine! Evet, tek dileği bu belki ama unuttuğumuz bir şey yok mu hayatımızda, ya bu sevgi bize mutluluk yerine acı, huzur yerine çile getirmeyeceği ne malum!

Olabilir tabi. Bunu da hesaba katmıyor değiliz der iki âşık. Hep mutluluktan dem vurmaz mı seven, evet hep bunları düşünür çünkü aklı devreden çıkmış ve sağlıklı düşünmek yerine o anki tadı veya hissettiği duyguyu her şeye değişmiştir çoktan. Yarına dair pilanlar hep mutlu olmak üzerine değil mi? Evet, hep bunlar düşünülür, bunlar hesaplanır, bunlara, hayat ve sevgi denilir. Ama unutulan bir şey yok mu dersiniz? Var tabiî ki, ama o an bunlar aklın ucundan bile geçmiyor. Peki, unutulan ne? Unutulan herkesin bir hesabı var. Tabi bu normal bir durum. Fakat Allah’ın da bir hesabı yok mu dersiniz! Tabiî ki var ama âşıkların aklına gelmeyen husus burası değil mi? Burası demek geliyor insanın içinden. Unuttuğumuz ya da unutulan taraf çok mu basit sizce, bana sorarsanız gerçekten en önemli yer unutulmuş derim. Nedeni şu; seveni yoktan var eden o değil mi? Peki sevgiyi insana veren kim ya da sevgiyi en çok hak eden kim desek ne gelir aklınıza! İki aşığa sorsanız onlar kendi sevgilerini anlatacak herhalde. Unutmayalım ki sevilmeye en çok layık olan sevgiyi kalbimize ve bize veren değil midir? Evet, o ta kendisi bunu hesaba katmadan sevgi nasıl tarif edilirse edilsin eksik olur.

Gelin sevgilerin neden azalıp ve neticede neden bittiğine bakalım. Sevgi kalbi ve en önemlisi Rahmânî bir duygu değil mi ya da ruhumuzla alakalı bir duygu değil mi? Her akıllı kişi buna evet diyecek tabi ki çünkü görünen veya ölçülen bir tarafı yok daha doğrusu madde değil manevî bir duygu. Bunun azalıp çoğalmasının en önemli faktörü bana göre sevgi denince hesap etmediğimiz bir yön vardır. Bu yön çok önemli aslında, yani azalan sevgi eksik olan sevgi maddeye bağlanan sevgi yani karşında bir varlık var sen ona o anki haline güzel diyorsun. Ama unutmayalım o varlık değişecek ya kırılacak veya bir insan için düşünsek yaşlanacak, hastalanacak ve en önemlisi kızacak. Gülen birini seviyorsunuz ama unutmayalım o üzülecekte bazen kızacakta. O zaman hemen, “ben ne aptallık etmişim” diyeceğiz “bunu nasıl sevdim” diyeceğiz. Öyle mi yapacağız yoksa “ben bunu gülen yüzüyle değil her yönüyle seviyorum. Tabi bu kadar nazı da olsun, bazen bende kızıyorum yanlış yapıyorum”. Bunları diyebilsek, inanıyorum sevginin azalması diye bir şey olmayacak. Günümüzde buna “fikir uyuşmazlığı”, “farklı karakterler” diye kılıflar kullanılıyor. Bununla da yetinilmiyor “şunun burcu şu, ötekininki bu” demiyor mu insanımız. Evet, seven iki âşık tarafından bunlar hesaplanır. Yani “ben boğa burcuyum, ben eyer seveceksem şu burcu tercih etmeliyim” deyiveriyoruz. El cevap deniliyor ama Allah hayırlısını nasip etsin ya da bu konuda bir de din ne diyor, daha doğrusu beni Yaratan ne diyor, bir de buradan bakmalıyız diyen, nadir bulunur. Bu nadir bulunanlarda genellikle şikâyetçi değildirler. Çünkü onlar en önemli yeri veya en önemli yönü düşünmüşlerdir de ondan. Onlar hesaplarına, “Allah bu konuda ne der acaba” katmışlar ve onun ölçülerini kale almışlar. Bu onlara sevdikleri kişiyi en iyi bilen merci ye danışmışlar ve kararını ona göre vermişler. Karşılığında nemi elde etmişler? Kocaman bir mutluluk sizce yetmez mi? Bu mutluluk sadece bu dünya için değil ahiret mutluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu sevgi Yaratan rızası için yapıldığından ibadet oluyor ve yaratanın yardımına muhatap oluyor. Hem bu dünyası ihya oluyor hem ahreti ihya oluyor.

Gelin biz burada, bu sevgileri bir biriyle kıyaslayalım. Önce maddeyi sevene bakalım maddeyi seven karşısında bir şey görüyor ve onu beğeniyor, onu sevdiğini sanıyor kendince ama zamanla o aldığı haz ve sevdiği şey bozuluyor veya eşya için eskiyor peki hani çok seviyordu, onu eskiyince neden kötü oldu. Nedeni basit çünkü o, onu ilk gördüğü haliyle sevmişti ve yarın bozulacağını hesaba katmamıştı. Gelin bunu iki insan için düşünelim birbirini seven iki âşık, birbirini ne kadar çok sevdiklerini anlatır dururlar birbirlerine. Ne kadar doğru gelin birlikte tahlil edelim. Bunlar birbirini çok seviyor birbirimiz için ölürüz diyorlar. Bırakalım ölmeyi neden kavuştukları zaman bu sevgi eskisi kadar olmuyor. Ya da tam tersine dönüyor hiç düşündük mü? Nedeni çok basit! Bunlar o andaki maddeden ibaret beden veya güzelliği sevmişlerdi. Zamanla o bozulacak ve sevgi de ister istemez ya azalacak veya bitecek, bu kaçınılmaz bir son. Gelin birde öteki pencereden bakalım olaya. Manevî duygularla kendisini besleyen ve sevginin asıl sahibini bilen ne yapar. Yapacağı çok şey yok aslında! Sevgisini, kendine bu duyguyu veren zâta yöneltmiştir aslında. Seveceği zaman ölçülü sever, neyi ve neden sevdiğini çok iyi hesaba katar. Bu nasıl meydana gelecek bu kişi sevgiyi ona vereni bildiği için sevilmeye en çok layık olanda o der. Benimki bunun yanında çok az ve basit. Böyle bir sevgi büyütmenin bir anlamı yok. Eğer ben seviyorsam birini bu yaratıcının bana verdiği cüzi olanla seviyorum der. Ve eğer ki ben seviyorsam karşımdakini o zaman bunun ölçüsü ne olacak ve bu sevgi ne kadar ve neye olacak, onu hesaba katar. Yani işin gerçeği şu ben şunu seviyorum dediği zaman onu her yönüyle seviyordur. Güzelliği, yaşlılığı üzerinde barındırdığı huylarıyla seviyordur. Yok, öyle değilse o zaman kendini kandırıyor veya karşısındakini aldatıyordur. Ama unutmamalı ki karşısındaki kanar ama yarın Allah ne diyecek onu düşünüyor mu?

Eğer düşünse kandırmaz, yalan söylemez, aldatmaz. Şunu bilir ki kimse kalbini bilmese bile Allah biliyor. Ve bundan ötürü hesaba çekilecek. Gelin burada sevenlerden bir demet toplayalım.

Ashab-ı Keyf diye adlandırır onları Kur’an, mağara arkadaşları

Onlar öyle seviyorlardı ki sevdiklerini ve neden sevdiklerini de çok iyi biliyorlardı

Bu sevgi onları Dakyanusun karşısına çıkartıp hakkı haykırtı onlara

Sevgileri pak idi temizdi sevdikleri için ölümü bile göz kırpmadan göze aldılar,

Ama sevdikleri onları yalnız bırakmayacaktı tabi ki koşacaktı sevenlerinin yardımına

Hz. Meryem sevmişti saf ve temizdi, onun ona olan sevgisi kutsaldı

Bu öyle bir sevgiydi ki uğrunda geçecekti her şeyden

Bu sevgi karşılıksız mı kaldı sanıyoruz, hayır bu sevgiye sevilen karşılık veriyordu

Ona bu sevgisi ve bu bağlılığı için teşekkürdü belki bu dünyada

Bu sevgi onu Hz. İsa’ya anne yapacaktı

Düşmanları olacaktı, tabi bu sevginin kıskananları da olacaktı ama o sevgisini sevilmesi gereken yere yöneltmişti bir kere sevilen koşacaktı elbet yardıma ve koştu da.

Hz. Bilal da sevmişti, hem öyle bir sevgi ki bu sevgiden vazgeçmesi için neler yapmadı ki

Sevgisini çekemeyenler, kızgın kumların üstünde üzerine taşlar konuluyor ama Bilal ben seviyorum diyordu.

Türlü türlü işkencelerden geçirilecek ama sevgisinden değil azalma tam tersi çoğalma olacaktı

Bu sevgiydi Bilali, Bilal yapan.

Resulde sevmişti, hem öyle bir sevgi ki teklif edecekti düşmanları baş edemeyince,

Seni kral yapalım, seni zengin yapalım, seni bu memleketin en güzel kızıyla evlendirelim

Diyecekler ama o sevgi başkaydı, anlayamazlardı onu tatmayanlar.

Bir elime ayı öteki elime güneşi koysanız ben bu sevgiden vazgeçmem diyecekti o rahmet Peygamberi (s.a.s.).    

Bir başka sevgi örneği işte Hz. İbrahim! Oda sevmişti, onun sevgisi maddeye, mala-mülke değildi. Onun sevgisi en çok sevilmesi gerekene idi. Öyle bir sevgi ki eline balatayı alacak, sevdiğine eş tutulan ne varsa yıktıracaktı. Onun sevgisi temiz idi, o karşılık beklemeden sevdi. Bu sevgiyi çekemeyenler elbet boş durmadı. Nemrut ateşi yakacak ve İbrahim’i o ateşe atacaktı. İbrahim, o ateşe sevdiği için atılacak ve hiç tereddüt etmeyecek en çok sevilmesi gerekeni sevdiği için korkmayacaktı Nemrutların ateşinden. İşte siz böyle severseniz sevginize cevap gelecek sevdiğinizden, yakıp yok eden ateş sizler içinde serin selamet oluverecek. İşte size gerçek bir sevgi ve sevilenin sevdiğine olan muhabbeti, sevgisine verdiği karşılık bu olacak.

Bir başka sevgi arıyorsanız Hz. Yusuf’a bakın, size sevgiyi anlatacak. Onun sevgilisi vardı hem de öyle bir sevgi ki, kıskananlar onu kör kuyulara atacak, o kuyudan onu sevdiği çıkaracak. Köle olacak pazarlarda satılacak amma sevgisinden zerre eksilme olmayacak. Yetmez Züleyhalar onu sevdiğini söyleyecek yetmez ondan faydalanmak isteyecek. Amma o öyle bir sevmiş ki sevdiğini, her çaresiz kaldığında yardımına koşacaktı. İşte sen beni bu kadar çok seviyorsun, bende elbet bu sevgine karşılık vereceğim diyordu, onun sevdiği. İşte sevgi birde bize bakın bir makama mefkiye dünyalık bir çıkara üç kuruş elde etmek uğruna neler ve kimlerin esiri oluyoruz. Diğer bir deyişle kimi ne kadar seviyoruz, sevgimiz veya sevdiklerimiz bunlar gibi bize karşılık veriyor mu?

Alın size bir çocuk sevgisi örneği, Ashab-ı uhdud kıssasını okuyoruz. Okuyoruz da nasıl okuyoruz. Ateş çukuruna doldurulan insanlar ne için oraya atılıyorlar. Sevdikleri Yüce Yaratan için uğrunda çanlarından geçiyorlar. Tereddüt eden anne kucağında ki kundaklık bebek dile geliyor “tereddüt etme anne, atla senin sevdiğin bu dünya ve içindeki her şeyden daha çok sevilmeye değer. Buyurun size gerçek sevgilerden bir demet! Alın bunları birde kendi sevginize bakın, kimin sevgisi değerli. Kim gerçekten seviyor, kim yalan söylüyor, işte bunlarla tartın sevgininiz ve kendiniz kendi hakkınızda karar verin.

   

  

Bu yazımızda yaşadığımız toplumu ülkeyi ve insanımızı biraz tahlil etmeye gayret edeceğiz. Adalet kavramını hangi çarpıklıklara kurban ettik. Bizlere hangi zulümleri hak diye yutturdular. Bugün bizler artık neleri hangi çarpıklıkları hak diye savunur olduk. Konuya şöyle başlasak yanlış olmaz diye düşünüyorum birazda güncel bir mesele olması hasebiyle. Kısa adı eyt emeklilikte yaşa takılanlar deniliyor. İsmi bile ne melen bir durum olduğunu anlatması bakımından manidar. Eyt hal olunca insanımız cennet kazanmış gibi sevindi. Oysa bu zaten kendi haklarıydı sevinecek bir durum yok. Şöyle düşünün malınıza birileri gelip el koydu ve siz geri almak için mücadele ettiniz ve aldınız burada yapacağınız sevinmek kutlama yapmak yerine sizden malınızı alanın haksız olduğunu kanıtlamış ve geri almışsınız hepsi bu. Gelelim emeklilik konusuna güncel olarak emeklilik yaşı 60- 65 olarak görünüyor. 20 yasında çalışmaya başlasanız 45 yıl çalışacaksınız emekli olmak ve maaş almak için. Tabi bu kadar yaşarsanız bunu hak etmiş olursunuz. Diyeceksiniz ki sağlık var hastane var sadece emeklilik değil. Bu ülkede zaten 65 yaşına gelen her insan yaşlılık maaşı bağlanıyor, bunlara sağlıkta ücretsiz oluyor. Neden 45 yıl pirim ödediniz diye sorsak var mı bir cevap kanaatimce yok.

Konuyu birde şöyle düşünün çalıştığınız ve bu kadar pirim ödediniz, kaç defa hastaneye gittiniz, sağlık sisteminden yararlanmak için. Tabi hastaneye randevu alabilirseniz gidersiniz ki buda bir mükâfat olmuş durumda. Hatta gitseniz bile birçok yolla para ödüyorsunuz katkı payları sigortanın karşılamadığı ilaçlar. Hani ücretsizdi! Demek ki değilmiş hatta oka dar pirime karşılık hastaneye gitmeniz 10-20 defayı bulmamıştır. Neden ödediniz ve neyi güvence altına aldınız oturun düşünün derim. Maaş almayı diyorsanız onu da 65 de bağlayacak sistem alacağınız maaş sizi geçindirecek asgari düzeyin çok altında o zaman neden ödüyorsunuz kimlere gidiyor bu paranız. Birde bu ödediğiniz paraları kendiniz toplasanız bir yatırım yapsanız en basiti bir daire alsanız onu yaşlandığınızda kiraya verseniz daha yüksek gelir elde etmez misiniz? İhtiyacınız oldu mülkiyeti sizin satıp parasını keyifle harcasanız daha karlı olmaz mı? Siz öldükten sonra arkanızda bıraktıklarınız bundan istifade eder size dua eder. Ama maaşınız siz ölünce sizinle ölüyor arkanızda kalanlara verilmiyor doğrumu. Bu nasıl bir ticaret mantığı akılla izah edilir gibi değil. Bu çarpıklığı bugün insanımız öyle bir savunur olmuş ki ibadet gibi görüyor hatta Allah’tan daha çok bunlara güveniyor ve bunlara kulluk ediyor.

Gelin çevremizi biraz inceleyelim bakalım bu kapitalist düzen bizi nasıl sömürüyor. Yaşadığınız şehirlerde özellikle büyük şehirlerde her şey paraya bağlanmış ben buna haraca bağlanan toplum diyorum. Hastaneye gidin arabanızı park etmek için para ödüyorsunuz oysa o hastanenin binası da otoparkı da sizin verginizle yapıldı. Yetmedi vergi birde sizin paranızla yapılana para ödeyerek kullanın deniliyor. Sokaklara bakın resmi belediye değnekçileri diğer adıyla resmi haraççılar. Sokakları çevirmiş elinde terminal yarım saat şu kadar bir saat bu kadar topluyor. Hiç itiraz eden isyan eden bir toplum yok çevremizde. Avm lere gidin alış veriş için yapılmış para harcamaya gidiyorsunuz yetmez birde arabanızı valeye vereceksiniz çünkü paranız çok verecek yer lazım onlarda size iyilik yapıyor ve alıyor.

Devletin hangi kurumuna giderseniz gidin yapacağınız her işlem için bir tarife karşılayacak sizi. Örneğin adliye binaları ve devletin vatandaşı için maaşını verdiği hâkim savcı vb. size hakkınızı aramanız için önce bir bedel ödeyin hakkınıza sonra bakarız. Bir boşanma işlemi yapacaksınız bunun için önce dava açın bir bedel ödeyin ki sizi boşayalım çünkü sizde para çok önce verin burası bir ticaret hane bedelsiz hiçbir işlem olmaz. Oysa boşanmak isteyen vatandaş zaten boşanmış tek resmiyetteki bağı ortadan kaldırmak onu da internet üzerinden bir başvuruyla sonuçlandırabilir bu kadar basit ama olmaz para ödemeniz lazım. Ben hiç ücreti karşılığında adalet verildiğini duymadım varsa da bu ticaret olur en iyi ücreti veren her zaman haklı olur. Olması da en doğal hakkıdır. Siz hiç İslam tarihinde ücretli kadılık veya hakkını arayan mazlumun bunun için şu kadar harç yatır öyle gel denildiğini duydunuz mu? Adalet bile tarifeye tabi bir toplum nasıl adalet bulur onu da oturun düşünün.

Devlet istihdam diyor girişimci diyor gidin ufak bir dükkân açın esnaflık yapın bakın neler çıkacak karşınıza. Önce vergi dairesi sonra belediye ruhsat meselesi, esnaf sicil kaydı, yetmez esnaf odası kaydı ve aidatları. Bunlar birde yasayla düzenleniyor zorunlu bunun bağ kuru vesaire hiç konuşmayalım. Nereye dönseniz sizi esir alan bir sömürü düzeni. Hele esnaf odaları akıllara zarar bir durum o kadar aidat topluyorlar ne yaptıkları belli değil o aidatı ödeyen ne için ödediğini bile bilmiyor resmen haraç kesiliyor. Çok ilginçtir hiç kimse buna itiraz bile etmiyor işte Allah’ın adalet temsilcisi Müslüman bile bunları kanıksamış durumda.

Kalkın nüfus müdürlüğüne gidin devletin zorunlu tuttuğu kimlik kartı bile parayla vatandaşa satılıyor. Pasaport, ehliyet, hadi bunlar lüks diyelim yeni doğan çocuk için kimlik bile parayla satılıyor. Bir tapu dairesine gidin evinizi veya arazinizi çocuğunuza bedelsiz devredin bakın bakalım ne çıkıyor karşınıza. Alım satım hadi anlaşılır bir durum ticaret var vergilendirilmeli diyelim bedelsiz devir bile parasız yapılmaz. Bir araba alıyorsunuz bir tanede devlete alıyorsunuz haraçsız olmaz. Yetti mi yetmez arabayı alın her yıl vergisini ödeyin yetmez benzin alın ondanda litrede %80 devlete verin yetmez yolu kullanıyorsunuz onunda parasını ödeyin. Bu nasıl bir sömürü sistemi oturun düşünün.

Arsanız var kendi evinizi yapacaksınız diyelim öyle olmaz önce belediyeye gidin izin alın buraya kadar normal. Siz misiniz ev yapmak isteyen önce arsanızın hepsine yapamazsınız yarısını bize bırakın diyor imarda, neden deseniz yeşil alan için yarısını gasp etti. Tek kuruş para vermeden, yetmez yapım izni için şu kadar para ödeyin makbuzu getirin diyor. Ev yapmak istediniz hem arsanızın yarısından oldunuz hem de para ödemek zorunda kaldınız oysa size belediye destek olmalı değil miydi? O benim vatandaşım ev yapıyor size destek için bunları bunları yapıyorum başka bir ihtiyacınız var mı demesi gerekmez miydi? Yetmedi evi bütün bu zorluklara rağmen yaptınız olmaz gelin size iskân verelim yoksa burayı ev saymayız elektrik su vermeyiz. Bunu da şu kadar bedeli var onu da ödeyin gelin verelim. Ondan sonra haraç devam yıllık emlak vergisi çevre temizlik vergisi say say bitmez. Bütün bunlar için bu vatandaş nerden kazanıyor bu paraları her halde 3-5 kişi çalışıyor diyeceğim oda değil. Bir arkadaşım anlattı evim var çatısını yükselteceğim yanlarda payım yok su giderleri çatının içinde kanalizasyona bağlı aslında yasak ben bunu düzelteyim çatıyı yükseltip gider oluşturayım istedim diyor. Belediyeye söyledim gelip baktılar bunu yapman için 100bin lira ödemen lazım dediler yav niye ne parası siz mi yapacaksınız çatıyı dedim yok izin için dosya açacağız bu kadar tutar dediler. Buyurun bunu bilen biri izah etsin bu haraç değil nedir.

Bu ülkede öyle bir sömürü düzeni kurulmuş ki insanımız oturup düşünecek zaman bulamıyor. Zaten amaçta bu düşünmeyin çalışın ödeyin eğer düşünürseniz bu düzeni kabul etmezsiniz isyan edersiniz diyorlar. Zaten düşünmenin kötü bir şey olduğunu insanımıza çoktan yutturmuşlar. Çünkü akıl hastanesinin bahçesine düşünen adam heykeli dikmişler. Neden mi çünkü düşünmek kötüdür sakın düşünmeyin düşünenler buraya geliyor diyorlar. Haklılarda bu kadar sömürüyü zulmü düşünen insan ya isyan eder yâda elinden bir şey gelmediği için aklından olur. Yukarda çeşitlerini saymakla bitiremediğimiz sömürü çeşitlerine siz istediğiniz kadar ekleme yapın. Konu anlaşılmıştır diyerek burada bırakalım.

Gariplik şurada bunlar insanımıza birer hak olarak veriliyor ve insanımız bunları elde edinilmiş hak olarak görüyor. Yetmiyor birde savunuculuğunu yapıyor celladına âşık mahkûm hesabı. Diyeceksiniz ki bu biz Müslümanları ilgilendirmez neden bunları yazdın. Şöyle izah edeyim ilgilendirir hem de belki de hesabı verilemeyecek kadar önemli vebal var. Artık Müslümanım diyen insanımızda bunları kanıksadı bunların sömürü çarklarına girdi buradan kendini kurtaramıyor. Allah’a kul olması gerekirken bu düzenin istemese de kulu haline geliyor. Çevrenize bakın bunları göreceksiniz selam verene karşılık verirken düşünüyor bana selem verdi acaba ne isteyecek diye düşünür oldu insanımız. Gelen telefonda tanıdığı biriyse acaba neden arıyor bir şey mi isteyecek diye korkarak açıyor telefonu. Oysa Müslümana yakışan davranış şu olması gerekirdi inşallah beni rabbime yaklaştıracak bir amel yapmam için vesile olur diyerek yaklaşmalıydı. Yukarda yazdığımız sistem bir insan modeli oluşturuyor. Bu model artık Müslümanım diyen insanımızı bile kendine benzetti. Hocalarımız cemaat kuruyor oysa cemaat hoca tarafından kurulmaz var olan cemaat içinde öne geçen bir fert birey seçer kimse öne geçmek ve bu mesuliyetin altına girmek istemez. Bizim anlattığımız modelde tersi işler bir birey çıkar bir cemaat kurar doğal olarak lideri de kendisi olur. Tıpkı bu düzende bir siyasi parti kurmak onun lideri olmak gibi. Bizim tarihimizde toplumun veya toplulukların önünde durmak yönetici olmak hep istenilmeyen bir unvan olmuştur Raşit halifeler buna örnektir. Geldiğimiz noktada iş tersten işler olmuş nedeni işte bu sömürü düzeni kendi Müslüman modelini oluşturuyor. Tehlikeye dikkat bu sistem kendi toplum modelini oluşturuyor buna Müslümanlar da dâhil oluyor. Oysa Müslümanın toplum modeli var ve buna davet etmesi gerekiyor toplumu. Kurtuluşa çağırması gereken Müslüman kendisi davete muhtaç hale geliyor.  Kur’an okuyan Kur’an’a vakıf olan iyi bilir ki bu din dünyevileşmeyi hep yerer, diğer anlamıyla kötüler, çünkü dünyevileşme içinde olanlar hep arkasından saptıkları anlatılır. Bizim Müslümanımız dünyada rahatını artırmak için gece gündüz demeden çalışır aslında kendi helakını hazırlıyor ya farkında değil veya böyle istiyor. Yukarda yazdıklarıma Kur’an’dan bir yığın delil yazabilirdim konuyu uzatmamak adına gerek duymadım. Kur’an kendi düşüncelerimize delil arama yeri veya mecrası değil aksine teslim olunması gereken hak nizamdır.

İslam kaynaklarını incelediğinizde karşınıza şu çıkmaktadır. İnsan yaşamını temin etme ve sürdürme anlamında her şeyin insan denilen varlığın faydasına sunulmuş bir nizam. İslam dini kişiyi onurlu bir varlık olarak görür ve onun onurlu yaşamı için her yönden onun hayatını kolaylaştıran bir sistem, bir yaşam biçimi inşa eder. Batıl insan yapımı sistemler vatandaşını müşteri olarak görür ve onu sömürmek onun üzerinden menfaat elde etmek üzerine kurulur. Sömürülmek istemeyen onurlu insan olmak istiyorsak Allah’ın insanlığa sunduğu eşsiz düzeni inşa etmek zorundayız buda Müslümanlara verilmiş bir görev ve sorumluluk.

Bu yazımızda evlilik kavramına farklı bir pencereden bakmaya gayret edeceğiz. Evlilik nedir, bizim toplumda nasıl algılanır, biraz buraları irdeleyeceğiz.  Gelin önce evli kelimesi ne anlamlara geliyor ona bakalım.

Evli: birinci anlamı bir erkek ile bir kadının nikâh akti ile bir araya gelmesi. İkinci anlamı: Evi, olan demek, yani bir veya birden çok konutu olan anlamlarına geliyor. Kelimeden de anlaşılacağı üzere farklı anlamları var. Bizim evlilik dediğimiz toplumda yaygın kullanılan, iki karşı cinsin nikâh ile aile kurmaları. İslam dini buna nikâh diyor. Biraz bu kelimenin bilinçli kullanıldığını düşünüyorum çünkü kadınlar ve erkekler ev, buna benzer mülkler elde etmek için nikâhlanıyor. Evsiz bir kadın evi olan bir erkekle nikâhlanıyor evin sahibi oluyor. Evsiz bir erkek evi olan bir kadınla nikâhlanıyor evi oluyor. Bu kavram aslında iki karşı cinsin nikâh bağıyla bir araya gelip birlikte yaşayacakları bir mekânı temsil ediyor. Bugün bizim toplumda bu da bir yozlaşma yaşıyor kendi öz anlamından kopmuş durumda. Artık ev içinde olması gereken mahremiyetler sokaklara park bahçelere taşınmış. Artık evlilikler sokaklarda parklarda yaşanıyor. Diyeceksiniz ki Müslümanları ilgilendiren bir durum yok. Nasıl olmasın bizim çocuklarımız ya bu işin içinde veya bu işin yapılanların seyircisi pozisyonunda oluyor ne yazık ki bunlar hakikatler.

Doğru soru nikâhlı mısın olması gerekiyor. Soru şöyle nikâhlı bekârlar olur mu demeyin. Toplumda kullanıldığı adıyla evli bekârlar olur mu demeyin. Aslında Allah evliliğin ne olduğunu kitabında bizlere haber veriyor. “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. (Rum suresi.21. ayet)”. “Kadınlarınız sizin için nesil yetiştiren tarlalarınızdır. Tarlanıza nasıl isterseniz öylece varın. Önceden iyi davranışlarla kendinizi cinsel ilişkiye hazırlayın. Yolunuzu Allah ve kitabıyla bulun ve bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız. Ey peygamber! Bu gerçekleri inananlara müjdele (Bakara 223 ayet).”

Yukarda verdiğimiz iki ayet mealinden de anlaşılacağı üzere İslam iki karşı cinsi nikâh bağıyla bir araya getiriyor adına aile diyor. Nikâhlanmada temel amaç birliktelik ve onlardan dünyaya gelecek nesiller. Bundan da önemlisi şehvi arzularını isteklerini helal yoldan tatmin etmek. Evliliğin temeli cinselliktir desek abartmış olmayız. “Evleniniz, çoğalınız; ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (Abdurrezzâk, Musannef, 6/173; Kenzü’l-Ummâl, 16/276)

 İnsanın yaradılışı ve karşı iki cinsten olması Allah’ın yaratışındaki asıl amacı göstermesi bakımından önem arz ediyor. Erkek veya kadın fark etmeksizin bir araya gelmeleri nikâh ile birbirine bağlanmalarının temelinde cinsel arzu ve isteklerini helal yoldan tatmini hedefler. Yarattığı varlığı en iyi tanıyan yaradan ihtiyaçlarına da çözümler sunmuştur. Aşırılıkları sapkınlıkları ortadan kaldırıp her iki cinsinde haklarını teminat altın almıştır. Soru şu madem yaradan bunları emretmiş neden sapkınlıklar bitmiyor. İnsan dediğimiz varlık varoluşundan bu yana hep rabbinin emirlerini hiçe saymış inancını tahrif etmiş. Rabbi kullarına merhamet edip tahrif olan dinini düzeltmek için Peygamberler göndermiş yanlışları düzeltmiş. Son Peygamber de bunu yapmış ve vahyi kitabı insanlığa bırakmış. Bizim insanımız kitabı bozamamış amma içindeki kavramları alıp kendi isteklerine göre tahrif etmiş. Bunlardan biride nikâh veya evlilik kavramı olmuş. İki karşı cinsin birbirinde sükûna ermeleri gerekirken, iki karşı cinsin birbirine üstünlük sağlama alanına dönüşmüş. Asıl olan mutlu olmak huzura ermek iken senin hakkın benim hakkım savaşına dönüşmüş. Sen üstünsün ben üstünüm mücadelesine dönüşen evlilikler. Bunları yapan aileler bu mücadele aileleri yıkıyor. Arada ezilen bu mücadelenin arasında kalan çocuklar, aileler bunların mağdurları oluyor.

 Nikâh bir sözleşme Allah’ın kitabına tabi olanlara önerdiği yapmalarını emrettiği bir sözleşme. Nikâh yapan taraflar peşinen şunu kabul etmiş olurlar “ben senin istek ve arzularını(cinsel beklentilerini) bu sözleşmeyle Allah’ın helal haram sınırları içinde kabul ediyorum” demektir. Peki, nikâh yapan çiftler böyle mi düşünüyor dersiniz. Bizim toplumda evlilik bile doğru dürüst anlaşılmamış asıl mahiyetinden uzaklaşmış.

 Evlilik duygu ile yapılır manevi bir şeydir maddi bir şey değil duygular üzerine kurulu bir beraberlik. Sevgi (aşk) dediğimiz maddi bir şey değil tamamen manevi duygular bunlar olmadan evlilik olmaz. Kadınımız bu manevi duyguyu bile istismar etmiş bunu bile kendine menfaat sağlama alanına çevirmiş. Erkeklerimiz bu manevi duyguyu karşısındakini kandırmak için kullanmaktan çekinmemiş. Erkeklerimiz bu manevi alana değer biçip alıp satmaya başlamış. Anne babalar bu manevi duygu üzerinden rant devşirir olmuş. Kızlarına nikâh karşılığında bedel biçer olmuşlar. Başlık paraları, süt hakkı, altınlar ev vb. Bunu yapanlara tavsiyem Hz. Peygamberin ilk evliliğine dönüp baksınlar oda bir nikâhtı, hem de İslam dini ortada yok iken cahiliye döneminde yapılmış bir nikâh. Peki, anne ve babalarımız bunu yaptı da, kızlarımız ne yaptı, diye sorsak ne çıkıyor karşımıza. Kızlarımız ve erkeklerimiz evlilikte en temel görevleri, eşlerinin cinsel isteklerini yerine getirmek iken bakın ne olmuş. Asıl amaçlarını çoktan unutmuş mal kavgası çıkar ve menfaat mücadelesine düşmüş çoktan, asıl amaç ortadan kalkmış. Eşinin meşru isteklerini bile menfaat sahasına dönüştürmüş. Eşinin evlilikten elde ettiği en temel beklentileri (cinsel beklentileri) bile artık pazarlık konusu olmuş menfaat elde etme alanına dönüşmüş. Evlilik yaparken bunların bu işin yani evliliğin temeli olduğunu, nikâhı bunlara koşulsuz evet demek için yapıyor isek, evlilik Allah’ın emri idiyse, karşılığını eşinizden değil Allah’tan beklemeniz gerekmez mi. Bunu ibadet bilinciyle yapıyorsak neden namaz, oruç, vb. ibadetlerin karşılığını Allah’tan bekliyoruz da bunun karşılığını eşimizden bekliyoruz. Oysa Allah onun için yapılanlara 1’e 10 vereceğini vaat ediyor (En’am suresi 160 ayet) hangi akılla ticaretimizi ucuza yapıyoruz. Peki, bunları söyleyen Müslüman olduğunu iddia ediyor, Allah’ın kitabı Resulün sünneti önümüz de hiç bunlardan bahsetmiyor demek ki yeni bir vahiy gelmiş biz bilmiyoruz.

Bütün bunlar ele alındığında toplumumuzda yeni kavramlar türemeye başlıyor. Nikâhlı diğer adıyla evli bakarlar. İnsanımız adım evli olsun gerisi teferruat diyor, çünkü evliliğin bedeli var bunu ödemek istemiyor. Çevrenizde duymuşsunuzdur evli ama müsaittim diyenleri. Nasıl oluyor hem evli hem müsait galiba işlerini bitirmiş, eh artık keyfime bakma zamanı öylemi. Kabul etsek de etmesek de toplumumuzda evli ama bekâr yaşayan yığınlar var. Bunların sebeplerini iyi analiz edip çözümler getirmek zorundayız. Allah’ın dinine tabi olanların böyle bir lüksleri olamaz ya gerçekten evlidirler veya değildirler. Nikâhı kendilerine kalkan veya keyfinin oyuncağı yapma hakkı hiç kimsede yoktur.

Evliliğin gereklerini yapmıyorsan yapman gereken boşanma hukukunu işletmek karşındakine zulüm etmemendir. Buda yine gelip ailelere dayanıyor anne babalara çocuklarımızın dünya hayatında zengin olmalarını düşündüğümüz kadar bu taraflarını da düşünsek bunlar olmayacak. Evliliğin mahiyetini kızlarımıza ve erkek çocuklarımıza öğretsek karşımızda bu manzara olmayacak. Fransa’ya İsviçre’ye gâvur diyen Müslüman kızımız boşanma hukuku olunca ben medeni hukuka bakarım hakkımı söke söke alırım diyor. Evlenirken Allah’ın emri, Peygamberin kavli, ile başlıyor boşanırken Allah ne diyor kimse bakmıyor medeni hukuk diye bitiyor. Yeni evlilik modelleri çıkıyor karşımıza kızlarımız zengin bir erkek bulup evlenmek istiyor tek kriter var zengin olması neden mi çünkü zaten birkaç yıl sonra boşanacak ondan aldığı mal onu ömür boyu yaşatacak. Anlaşmalı evlilikler, buna benzer birçok evlilik türü türemeye başladı. Yeni evliliklere çarpıcı bir örnek sokaklarda, parklarda evlilik olur mu demeyin artık evlerde aile bireyleriyle bir aradayken ayıp olan hatta mahrem olan yatak odaları sokaklara parklara kuruluyor. Bunu yapanları çevirin sorun herkesten çok Müslüman olduğunu söyleyecek. Bunu yapan bizim insanlarımız. Peki, bu helal mi aman kim takar helal haramı ben bu dünyada keyfime bakarım anlayışı. Müdahale edin yanlış deyin bir de üstüne dayak yersiniz.

Toplumda yozlaşma o kadar zıvanadan çıkmış ki kadın erkek aralarında pek fark kalmamış. Toplumda erkekler üzerinde öyle bir baskı kuruluyor ki artık erkekler bile kadınlaşmaya başlamış. Kızlarımız ben evimde erkek isterim diyor, bana sahip çıksın adam gibi erkek olsun, diyen kadınlarımız kız gibi erkek yetiştirir olmuş. Bu toplumu bir yerlere götürme projesi, lut kavminin de Allah’u âlem böyle yaparak sapkınlığa düştü. Bizim toplumda da artık lut kavmi sapkınlıkları yaygınlaşıyor. Neden mi dersiniz kadın yaradılış amacını unutunca kendi alanını terk edince yerini bu sapkınlıklar alıyor. Dokunulmaz kutsal kadın figürü temel ihtiyacını helal yoldan tatmin edemeyen insanları bu sapkınlıklara götürüyor. Bizim toplumda erkekleşen kadın kadınlaşan erkek karakterleri yaygınlaşmaya başladı.

Evlerimizde artık çok evlilikler var. Yadırgamayın aynen böyle kimi kadın telefonuyla kimi kadın tv programlarıyla kimi kadınımız evdeki eşyasıyla evli. Kimi kadınımız çok sevdiği komşusuyla veya evlendiği halde bir türlü ayrılamadığı anne babasıyla yani ailesiyle. Artık evlenecek genç arkadaşlar kuma oluyor. Çünkü zaten telefonuyla sosyal medyasıyla evli, bunun üstüne evlilik yapıyor gençlerimiz. Erkeklerimiz bundan farklımı dersiniz onlarda geri kalmaz kimi erkek telefonuyla kimi arabasıyla kimi parasıyla kimi vazgeçemediği kahvehane alışkanlığıyla kimi erkeğimiz tuttuğu takımıyla evli eşini bunlara kuma alıyor maalesef.

Bir başka garabet çay yapmayı bile ben senin hizmetçin miyim diyerek aşağılayan kadınlarımız çalıştıkları yerlerde patrona çay götürünce yanında kahvede ister misin diyor. Evinde hizmet etmeyi aşağılıyor iş yerinde övüyor. Kendisi hizmetçin miyim diye tepki verdiği hizmetçiliği kendi ev işlerine yine bir kadın hizmetçi bulu veriyor. Ee nasıl oluyor bu kötüydü hemcinsine neden layık görüyorsun diye sorsan söyleyecek pek elle tutulur sözü yok. İşte bu mantık üretiyor evli bekârları. Bunları evinde eşine yaparken çocuklar bunları örnek alarak büyüyor. Anne babadan aileden gördüklerini evlendiğinde kendisi de harfiyen uyguluyor. Tuhaflık bunları ben Müslümanım Allah’ın emir ve yasaklarına tabiyim diyen Müslümanlar yapıyor. Buraları tedavi etmedikçe ne evli bekârlar ne evli müsaitler biter. Ne Allah’ın razı olduğu evlilikler olur ne de boşanmaların sonu gelir.

Bu konu da söyleyecek çok şey var bu konuya kafa yoran psikologlar, psikiyatriler, bu alanın uzamları çok şey söylüyor. Bizim insanımız okumuyor okusa bile yapmak işine gelmiyor. Neyime lazımlık almış başını gidiyor. Kur’an’ı kendine psikolog edinemeyen onun koyduğu kuralları dinlemeyenin varacağı nokta buralar oluyor. Unutmayalım insanı yoktan var eden yaradan yarattığı varlığı en iyi tanıyandır. O yarattığı varlığın sınırlarını en iyi bilendir. Bu yüzden onların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmeleri için bu kuralları vaz etmiş yarattığı varlığa insanlığa merhamet etmiş, ne yazık ki insan haddi aşarak onun ölçülerini kendi heva ve isteklerine göre değiştirmiş kendi hela kını sonunu hazırlamış. Çözüm yine Kur’an da ona teslim olmakta onu kendi düşüncemize delil bulma malzemesi yapmaktan vaz geçip ona teslim olmadıkça bunlar hep olacak. Okuduğunuz Kur’an da zaten bunları haber veriyor.

Birde bu konu bağlamında madalyonun öteki yüzü var. Yukarda yazdıklarımız yalnız kadın üzerinden örnekler verdik bunun birde erkek tarafı var. Bu konuları iki taraflı olarak değerlendirin çünkü bu iki taraflı bir mesele.

Birazda madalyonun öbür yüzüne bakalım, dediğimiz gibi bu çok yönlü bir sorun bunda kültürün, örfün, ailenin, inancın etki ettiği bir alan. Bunları yetişme tarzımızı belirliyor şu hadisi böyle okumamak gerekir diye düşünüyorum. “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hristiyan veya Mecusi yapar…” [Buhari, Tefsir, (Rum) 2; Müslim, Kader, 22]. Bu hadisi okuduğumuzda yaşadığımız toplum insanı etkiliyor ve değiştiriyor diye düşünmekte fayda var. Erkekler toplum da her yönüyle var olan taraf. Yukarda yazdıklarımız tabi ki erkeklerle ilgilide problemlerimiz var sütten çıkmış ak kaşık değil. Erkelerimiz dini inandığı değerleri bilmediği için evli bekâr kadınlar üretiyor. Çevrenizde çok duymuşsunuzdur, kadın evli eşi ayda yılda bir iki defa eve uğruyor, hiç bunun hukuku düşünülmüyor. Bu kadın neden evlendi diye bakılmıyor sanki bunların istek ve arzuları yokmuş gibi vurdumduymaz bir anlayış. Bir kadın düşünün evli çocuğu var, yetmiyor bir de çalışıyor bu kadın nasıl zaman bulsun eşinin ve kendi istek ve arzularını yerine getirsin. Buna bir başka örnek erkeğimiz evleniyor sonra yurt dışına gidiyor kadın burada kendisi yurtdışında çalışıyor zenginde, yılda bir iki geliyor eşinin yanına evliyim diye övünüyor. Bu kadının hakkı hukuku yok mu olsa da kimsenin umurunda değil çünkü onun arzu ve istekleri çoktan yok unutulmuş. Evli bekâr kadınlarımız buralardan çıkıyor. Erkeğimiz erkelik olarak isteksiz veya iktidarsız ama evleniyor bunu evlendiği kızcağızdan saklıyor. Ee nasıl evlilik diye sormak gerekmez mi bu evliliğin bu kızımıza verdiği haklarını kim verecek yâda kim savunacak. Yukarıda da yazdığımız gibi biz Allah’ın evlilik dediği kavramın içini kendi isteğimize göre değiştirdik. Konuyu fazla uzatmamak adına bu yazımızı tamamlamış olacağız amacımız bir tarafı yâda cinsiyeti kötülemek değil aksine haklarını teslim etmek bu bozulmanın çözümünün yolunu tarif etmek. Biz bunun çözümünün Allah’ın kitabında resulün sünnetinde olduğunu söylüyoruz. Çözüm yaradılış amacımıza dönmek. Şu sözü hep söylerim, Allah iki insanı iki karşı cins olarak yaratmış. Dişilik ve erkeklik doğuştan geliyor buna müdahale etme gibi bir durumumuz yok. Yalnız bu iki cins kendi özelliklerini karakterlerini sonradan alıyor. Yani kadın dişi olarak doğar ama kadınlık dediğimiz kişiliği sonradan eğiterek oluşturur. Bu erkek içinde aynı değişen bir şey yok biz nasıl yetişiyorsak ailemizi de öyle kuruyoruz. İnşallah faydalı olmuşuzdur, çözümler buralarda yatıyor. Bu yazımızı samimi bir dil kullanarak yazdık okuyan herkes kendinden bir şeyler bulmasını düşünerek yazdık. Şu gerçeği her zaman bileceğiz her tercih bir vazgeçiştir. Her vazgeçiş yeni bir kabul demektir. Örneğin: Evliliği tercih ettiysek bekârlıktan vaz geçtik demektir. Evlilikten vaz geçtiysek boşanma hukukunu kabul ettik demektir. Hayat böyle işler tercihler ve vazgeçişler üzerine kuruludur iman etme, dinden çıkmada böyledir. Cennetten vaz geçen, cehennemi tercih etmiş olur ortası yok. 

Rabbim kendini hakkıyla tanıyan ve kendisine layık bir hayat sürmeyi rızasına mazhar olarak ölmeyi tüm Müslümanlara nasip etsin.

Yaşadığımız ülkede yok olan değerler, kaybolan nesiller, yıkılan aileler ve evlenmenin nerdeyse imkânsız, evlilik dışı ilişkilerin ise katlanarak büyüdüğü bir toplum haline geliverdik. Bir Müslüman olarak topluma bakarak durun yığınlar nereye bu gidiş demeden edemiyor insan. “Fe eyne tezhebûn?” Bu gidiş nereye? (Tekvir-26.) Bu, Rabbimizin bizlere hitabı. Ey insanlık durun, bu yol ateşe çıkıyor, durun nereye bu gidiş diyor. Çevrenize dönüp bakın; çocuk yaşlarda, kızlar ve erkekler yarı çıplak insani değerlerden nasip almamış nesillerle dolu sokaklar. Kendi tercihleri, sanki başkalarını ilgilendirmez özgüveniyle çevresindeki insanların inanç, ahlak vb. haklarını yok sayıyor. Adına özgürlük deniliyor. Bakalım Rabbimiz ne diyor: “Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına, hoşnutluğuna ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!”(Yâsîn, 59) Mü’min ve müttakîler cennete sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar cehenneme doğru sürüklenecek. Biz bu ayeti ölen insan için kabir başında okuyoruz sanki hitap o ölen kişiyeymiş gibi. Bu ayeti okuduğumda bugüne getirdiğimde ey Müslümanlar kendinizi ve ehlinizi bu mücrimlerden ayırın ve kendinizi kurtarın mı diyor Rabbimiz. “Ve sizden (içinizden), sadece zalim kimselere isabet etmeyen, onlara has (özel) olmayan (diğerlerine de isabet eden) fitneden sakının (takva sahibi olun). Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu biliniz.” Enfal suresinin 25. ayetini okuyunca onların yaptıkları yüzünden azabın bizlere de dokunacağından korkuyor insan. Bu ve buna benzer birçok tehdit Kur’an’da önümüze seriliyor.

Peki, neden kendini İslam’a nispet eden, ailesinde Allah’ın kitabını okuyan, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, helal haramları bilen insanların nesilleri bu hale geliyor? Nerde yanlış yapıyoruz yâda biz bu kitabı anlamadık mı diye sorması gerekmez mi insanımızın? Kesinlikle sormalı ve yanlışları bulup düzeltmeli. Gözlemlediğim kadarıyla bizim insanımız kendini İslam’a nispet ediyor, bu doğru. Az ya da çok dini biliyor. İçinden çıkamadığı mesele şurası ki bu inandığı değerler gerçekten mükemmel ve daha güzeli imkânsız, bununda farkında. Amma bu değerlerin toplumda bir karşılığı yok. İnanıyor ama nasıl yapacak işte orası bir muamma. Örneğin bir Müslümanın evlilik çağına geldiğinde kolayca evlenmesi, kendi ailesini kurması güzel olandır. Gelin görün ki evlenen Müslüman bile olsa iki Müslümanın evliliği bir servet demektir bugün için. Müslüman gencimiz evlenmek istediğinde gideceği kız tarafında kendisini karşılayan ilk sınav mal varlığı... (şahsen bunu kaymakamlığın yaptığı gelir testine benzetiyorum.) Kız tarafı, kızımıza şu kadar altın, bu semtte oturacak, mobilya takımı, yatak odası takımı, nişanı, kınası, düğünü, bunların ayrı ayrı kostümleri yok resim vesaire say say bitmez. İşte kız tarafı bunları isteyecek. Garibim Müslüman nasıl evlensin, nasıl bunları karşılasın? Benim anlamadığım, okuduğum Kur’an ve Hz. Peygamberin sahih sünnetinde bunların tersini söylediği halde neden bu ısrar? Bir başka garâbet; Müslüman insanımız oğlunu evlendirirken borç harç bulup bir şekilde düğününi yapıyor. Tuhaf olan şurası ki; kız tarafı her şeyi erkekten istiyor, sanki evlenen onun çocuğu değilmişte bir yetim evlendiriyor. Oğluna yaptığının onda birini kızına yapmıyor. İkisi de evlat nasıl oluyor bu? Bilen varsa anlatsın bizde öğrenelim. Ben şahsen anladığımı söylüyorum. Bizde evlilik dediğimiz kurum tamamen bir ticari ortaklık olarak yapılıyor. Yani Allah için birbirini tamamlayan bir çift değil tersine daha isteme faslında başlayan bir ticari pazarlık. Peki, bunlar evlenecek, bir ailemi olacak yoksa iki taraflı ortak mı olacak, önce buna karar vermemiz lazım. Ben bu yapılanların evlenip bir aile kurmaktan çok bir ticari ortaklık yapmak olarak görüyorum. Çevrenizde kızını evlendiren damadın imkânı olsa bile ben oğlum için şunları yaptım kızıma da aynısını yapacağım diyen bir Müslüman gördünüz mü varsa da istisnadır. Aslında tersinin istisna olması gerekmez mi?

Biz çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmalıyız. Biz, Müslümanlar toplumu değiştirmemiz gerekirken toplum bizi değiştirdi. Biz çocuklarımıza Allah’ın razı olacağı evlilikler yaptırsaydık emin olun örnek olurduk bu topluma ama işimize gelmedi. Başlık parası haram, süt hakkı haram, diyen bizler onların arkasından dolandık yeni ritüeller geliştirdik. Emin olun çevremizdeki insanlar bize baktılar, bakın bunlar Allah’ın kitabını okuyan dindar insanlar, bunlarda yapıyor demek ki yanlış değil, bizde böyle yapalım diyorlar. Biz evlilikleri şirketleştirdik. Bugün bu toplumda bunların sektörleri oluştuysa bunun vebali hepimize olacak. Bedelini de peşinen bu dünyada ödemeye başladık, tabi akledip görebilen varsa. Müslüman tesettürlü kızlarımızın elinde sigara, bazen kafelerde nargile üflerken görüyoruz. Artık okullarda lise çağlarındaki çocukların ellerinde sigaralar, alkol, uyuşturucular. Bunlar bizim çocuklarımız. Gelin neden böyle biraz inceleyelim. Bu bir toplum inşası geçmişte masum ideallerle yaptıklarımız bugün büyüyerek geliyor karşımıza. Dün, kızını evlendiren babalar, damat beyden altınlar, evler, arabalar, kızımı geçindirecek bir gelir peşinde koşanlar, Hiç düşünmediler, yarın bu kızımız bu evde borç batağında olacak, bu istediklerimiz düğünden sonra damat bey ödeyecek. Amma kızımıza ayıracak zamanı olmayacak. Borç ödemek için gece gündüz çalışacak ve evine zaman ayıramayacak. Kızımız istediği sevgiyi, ilgiyi bulamayacak ve birlikte mutlu olamayacaklar. Bunların yetiştirdiği çocuklar da bu psikolojide yetişecekler. Aileler zamanında zorluk çekmişler amma bu zorlukları çocuklarına çektirmek istemiyorlar. Dün kızının iyiliğini düşünen babalar bugün kızlarının yüzüne bakamayacak duruma geldiler. Dün kızını bu benim evladımdır, oğlum neyse kızımda odur. O, bu benim evimde, bana yeri geldi hizmet etti, yeri geldi çalışıp evimi geçindirdi, ben bunun hakkını nasıl öderim, diyemeyen babalar, bugün elden ayaktan düştüklerinde, kızlarının kapısını çalıyorlar. Çünkü gelin hanımlar bakmıyor, evlerinde istemiyorlar. Haklılar çünkü. O gelin hanımlarında babaları aynısını kendilerine yapmıştı.

Biraz etme bulma diyelim biz. Hesabımıza gelen tarafları; biraz Yahudi tüccar mantığıyla, günü kârlı kapattım mantığı bu. Kızını evlendiren baba ve anne cebinden ne kadar az masraf çıkarsa onu kendine kâr sayıyor, yarını hesaplamadan. Unutmayın sizin bir hesabınız varsa Allah’ın da bir hesabı var ve sonunda galip gelecek hesapta Allah’ın hesabı olacak ve oluyor da. Aynı anne ve baba oğlunu evlendiriyor. Düğünden sonra yapamadıklarına yanıyor, keşke şunları da yapsaydık ah vah ediyorlar. Bu insan topluluğuna, Allah’ın gazabı işte böyle geliyor ve bu gazap hem kendilerini hem de nesillerini yok ediyor. Müslümanlara tavsiyem aklıselim bir muhasebe yapar gibi ailelerini, evliliklerini bir değerlendirsinler. Karşılaşacakları manzara iki karakter olacak. Biri muhalefet lideri diğeri iktidar lideri… Onların birbirlerine karşı tavır ve söylemlerini kendi evlerinde bulacaklar. İstisnalar kaideyi bozmaz, onları takdir ediyoruz. Allah için başlanılan yolda geldiğimiz nokta nereye bu gidiş? Durun yığınlar, bu bir çıkmaz sokak.

Bütün bunları yazmışken feminist Müslümanları yazmamak olmazdı elbet. İşte size 21.yüzyıldan bir yeni tasavvur. Feminist Müslüman olur mu demeyin bal gibi oluyor. Feminist derken sadece kadınları kast etmiyoruz. Buna erkeklerde dâhil. Bir Müslüman kadın düşünün, kendisi evde yediği önünde yemediği arkasında, hesap soran yok ne varsa onun. Garibim Müslüman erkek çalışacak kazanacak hem de bu hırsızlığın, üçkâğıtçılığın zirve yaptığı toplumda. Helal rızık kazanacak, evine getirecek hanımı bununla geçinecek. Ne kadar kulağa hoş geliyor değil mi? Allah böyle olmasını söylüyor çünkü. Şimdi, ilginçliğe bakalım ki bunları erkekler yapıyor, kendi görevi olduğu için yapıyor, bundan yana şikâyet etmiyor, etse de nafile mecbur yapacak. Feminist tasavvur sıkıştığında Allah emretmiş tabi ki yapacaksın diyen insanımız, Allah’ın kendisine ne emrettiğine hiç bakmıyor. Şimdi madalyonun diğer yüzüne bakalım; Adam kazanıyor, getiriyor, kızımız bu adamın kazandığını harcıyor, bunun kazancını yiyor. Yetmiyor birde dönüp hesap soruyor. Neden bu yok, neden şu yok. Ben bunları isterim. Benim hakkım vesaire… Sen arkadaşlarına çay ısmarlıyorsun, yok şöyle masraf yapıyorsun, bende istiyorum. Oturun düşünün ne kadar akla mantığa uyar bir düşünce… Bir işyerinde çalışan personel, patronuna bunları söylese ne olur, siz düşünün. Bu bağlamda yukarıda yazdığım, bizde evlilikler aile olmak için değil tamamen ticari ortaklık üzerine kurulu dediğim, işte buralarda kendini gösteriyor. Feminizm eşitlik demek olduğuna göre erkek 5 lira kazanıyorsa kadında 5 lira kazanacak ve ortak harcayacaklar. Erkeğin kazandığından alıp feministlik yapılmaz, tersi de aynı kadının kazancından alıp feministlik yapılmaz.  

Eğer geldiğimiz noktada evlilikten çok boşanma oluyorsa, işte geçmişte yapılan yanlışların bugün bedelini ödüyoruz demektir. Bugünün yanlışlarının bedelini bizden sonraki nesiller ödeyecekler. Eğer bugün biz, Müslümanlar olarak baktığımızda, bunlar yanlış dediğimiz ne varsa onları düzeltmez isek, bedelini göze alıp yapmaz isek, bizden sonraki nesiller bunun bedelini çok daha ağır ödeyecekler. Bugün sokaklarda şikâyet ettiğimiz gençlik, yarının neslini yetiştirecek. Bizim bu kadar hassasiyetle yaptıklarımızın sonucu buysa varın birde onları düşünün.

Nereye bu gidiş demenin, yarın geç olmadan slogan atmak yerine icraat yapmanın, vakti geldi, geçiyor. Müslüman hanımlarımıza, kızlarımıza çok iş düşüyor. Çünkü toplumu doğurganlık bakımından dünyaya getiren onlar olduğu gibi yine yetiştirende onlardır. Artık Müslüman kadın feminist ideolojileri bırakıp, Rabbine dönmek ve onun öğretisine bakarak uygulamak zorunda. Artık izzeti batıl ideolojilerde değil, Allah’ın kitabında, onun Resulünün sahih sünnetinde aramak zorunda. Müslüman hanımlar şunu iyi düşünmek zorundalar: Bu batıl ideolojiler sizi sadece bu dünyada kullanmak için peşinizden koşuyor. Unutmayın, bu hakikatleri yaradan sizlere fıtrat olarak yüklemiş, size çok şerefli bir görev alanı biçmiş. Yarının liderlerini, önderlerini yetiştirmek. Bunlar okullarda, sokaklarda olmuyor, evinizde yapmanızı istiyor. Öze dönüşün zamanı çoktan geldi, geçiyor. Fıtratınıza uygun olanı yapmanız, size hem bu dünyada hem de yarın Rabbinizin huzurunda azaptan kurtaracak.  

Şöyle bir hesap yapın, feminist olarak evden çıktınız, bir işyerinde çalıştınız. Bunun karşılığı emekli oldunuz ve paranız, imkânınız oldu. Evlendiniz ve çocuğunuz oldu. Sonra siz işe çocuğunuz kreşe. Böylece çocuğunuzu siz değil bakıcılar, kreşler yetiştirdi. Siz de parasını ödediniz. Ne elde ettiniz? Bir düşünün. Eğitmek yok, bakıcılar bakıyor, kreşler yetiştiriyor. Çocuklar annesiz, babasız büyürken toplumda ifsada uğruyor. Oysa fıtri olana tabi olsaydınız, Yani Rabbinizin emrine uyarak sizler için belirlediği alanda çabalasaydınız, yaptığınız her şey ibadet olacaktı. Şöyle düşünün! Sizin nasıl biri olmanız mı önemli yoksa yetiştirdiğiniz nesil mi? Yani çocuğunuz mu önemli? Çalıştınız, zengin oldunuz, ne kazandırdı size? Bir de şöyle düşünün! Ev hanımı olabilirsiniz amma evinizde öyle çocuklar yetiştirirsiniz ki yarının liderleri, ilim adamları, âlimleri olabilir. Hangisi daha gurur verir sizlere? Birileri biz, Müslümanları aldatıyor, bize bir şeyler gösteriyor. Amma biz onların gösterdiklerine bakarken, bizden neleri aldıklarını fark edemiyoruz.

Benim şahsen şöyle bir okumam var. Başörtüsü bu sistem için kırmızı çizgi olarak bizim önümüze konuldu. Müslümanlar başörtüsü hakkını almak için çok bedel ödedi. Geldiğimiz noktada düşünün, dün kırmızı çizgi olan örtü bugün onu kırmızı çizgi görenler tarafından anayasa maddesi olarak teklif ediliyor. Müslümanlar şöyle düşünmeli. Amaç başörtüsünü yasaklamak değildi, onun temsil ettiği değerleri yasaklamaktı. Başörtüsü bir simgeydi, Müslüman kadının simgesi… Onu takan kişi için belirleyici tek otorite vardı: İnandığı din… O din kadına bir rol biçmişti. İşte bugün geçmişte bunu yasaklayan sistem, şimdi tersini yapıyorsa demek ki amaç örtü değilmiş, onun değerleriymiş. Değerler ortadan kalkınca örtü sorun olmuyormuş. Sistemin yapmak istediği kadını ulaşılır kılmakmış. Adına özgürlük diyorlar, kadın evinden çıksın rahat ulaşalım. Bugün bu mümkün oldu ve artık sistem bile başörtüsünü kanun yapın diyor. Çünkü amaç hâsıl olmuştur. Zaten amaç örtü değil onun temsil ettiği değerlerdi, oda kalmadı.

Bu yazıyı okuyunca kadın düşmanı falan olduğumu düşünebilirsiniz ama kesinlikle böyle bir düşüncem yok, bir Müslüman olarak olamazda. Ortada bir vakıa var. Bunu anlayabildiğim kadarıyla yorumlamaya çalışıyorum. Bunlar Kur’an ayetleri değil bizim okumalarımız, yorumlarımız, inşaallah faydalı olur. Ahmet kalkan hoca -Allah ona rahmet etsin- hep söylerdi: “Bugün evinize Hz. Peygamber aniden habersizce gelse yüzünüz mü kızarır yoksa göğsünüz mü kabarır? Eğer, Hz. Peygamberden yüzünüz kızaracaksa, yarın Allah’ın huzurunda ne yapacaksınız?”. Kendimize, ailemize, çevremize bakalım, Müslümanları gözlemleyelim, servet biriktiriyoruz, gece gündüz çalışıyoruz, bir şeyler biriktiriyoruz. Bu biriktirdiklerimiz, bu dünya için mi yoksa asıl yurt Ahiret için mi? Sevgilerimiz bile kapitalistçe olmuş. Sevme karşılığında bir şeyler bekler olmuşuz. Artık Allah için sevmek pek makbul sayılmıyor. En makbul sevgi karşılığını aldığımız sevgiler olmuş. Kadınımız, kocasını parası, malı ve ona sunduğu imkânlar kadar seviyor. Bunun tersi de erkek için böyle. Oysa, yaradan yarattığı kullarına bunları hiçbir karşılık beklemeden vermiş, fıtratına yüklemiş. Biz bunları bile parayla satacak hale geldik.

Kanaatimizce, bütün bunların temelinde yatan sıkıntı, insanımızın Kur’an’ı kendine yurt ve yaşam merkezi edinememiş olması. Kur’an’î hayat: kendinizi rahmanın rahmetine bırakıp, Kur’an atmosferinde bir yaşam biçimi geliştirmek. Buna Kur’an’ı yurt edinmek, Allah’ın yarattığı yerde veya yurtta onun istediği yaşam biçimini hayata geçirmek denir. İşte huzurun, mutluluğun reçetesi. Biz bundan uzaklaştıkça bozuluyoruz veya rahmetten mahrum kalıyoruz. Sorunlar, sıkıntılar sarmalında kıvranıp duruyoruz. Kendimizce çözümler buluyoruz. Bulduğumuz çözümler sadece sorunları büyütüyor.

Biz Müslümanlar, özellikle tevhidi döşünce de olan Allah’ın ve onun resulünün sahih sünnetini bilen insanlar olarak dönüp topluma ve kendimize bakmak zorundayız. Evliliklerimiz, aile hayatlarımız ne kadar Allah’ın kitabına uyuyor ve ne kadar Rasulullah’ın sünnetine benziyor? Hani biz konuşarak değil de yaparak örnek olacaktık. Kız istemelerimizin, düğünlerimizin, yaşam biçimimizin, eleştirip yerden yere vurduğumuz bu toplumdan ne farkı var, dönüp bakmak zorundayız arkadaşlar. İş buralardan başlıyor, buraları çözemeyenler Allah’ın rahmetine mazhar olma hayalleri kuruyor. Biz daha evimize, çocuklarımıza Allah ve onun resulünün öğrettiği değerleri getirememişiz, topluma hangi yüzle çıkıp söz söyleyeceğiz. Dönüp hoca bize bunları anlatıyorsun da bizden farkın ne demezler mi? Kur’an’ı yurt edinemeyen, O’nun Rasulünü anlayamaz. Kur’an’ı yurt edinemeyenler, Kur’an’î bir yaşam inşa edemezler.

Bu yazımızda cemaat olgusunu veya diğer bir deyişle kavramını analiz etmeye gayret edeceğiz.  Önce cemaat ne demek biraz ona bakalım. “Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem‘ mastarından türeyen Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” manasına gelir. Fıkıh terimi olarak namazı imamla birlikte kılan topluluğu ifade etmek için kullanılır.

İslâm dininde cemaat halinde ibadet teşvik edilmiş, hatta bazı ibadetler için cemaat şart koşulmuştur. Her gün kılınan beş vakit namaz, haftada bir kılınan cuma namazı, bayram namazları cemaatle eda edilen belli başlı ibadetlerdir. Cemaatle namaz, Müslümanlar arasında mevcut manevî bağın en önemli tezahürlerinden biridir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında disiplin, sevgi ve düzenin yerleşmesini ve ibadetlerini severek yapmalarını sağlama amacına yönelik olmalıdır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca cemaate namaz kıldırması, hastalandığında da cemaate katılarak Ebû Bekir’in arkasında kılması, konunun İslâm’daki yerini göstermesi bakımından önemlidir.”

Yukarıda kelime anlamı ve İslâm literatüründeki anlamlarından da anlaşılacağı üzere cemaat bizim anladığımız gibi değil yani bir topluluğun bir kişi etrafında toplanması ona itaat etmesi veya biat etmesi değil. Cemaat aslında aynı dinin müntesiplerinin bir araya gelmesi toplanması fikir alışverişinde bulunması kaynaşması vesaire bu manaya geldiği açıktır. Hz. Peygamber (s.a.v) de bunu pratik olarak uygulamış bizlere bu konuda da örneklik teşkil ediyor.

Öncelikli olarak gelin bizde cemaat konusu nasıl anlaşılıyor biraz buraya bakalım! 21. yüzyıl Türkiye’sinde hemen hemen her insana “cemaat nedir” diye sorulduğunda bir hocaya tâbi olmak olduğunu anlıyorlar. Bu toplumda yaygın bir kanaat fakat yanlış bir kanaat. Yukarda da açıkladığımız gibi cemaat bir kişiye, bir meşrebe verilen isim olmamalı aksine tüm Müslümanların kuşatan ortak bir anlayışı ifade etmelidir. Hz Peygamber’in etrafında toplanan insanlara bugün ne diyoruz, ashâb, yani “arkadaş”lar. Hz. Peygamberin öğretisinde cemaat, sadece namaz için kullanılan bir kavarmdı. Yani arkadaşların/ashâbın beraber namaz kılmasına cemaat deniliyordu. Eğer onun öğretisinde cemaat bizdeki gibi anlaşılıyor olsaydı, aynı rütüelleri yapan, birbirinin kopyası topluluk olurdu, ama değil. Çevremizde adı cemaat olan o kadar çok yapı var ki irili-ufaklı, bunların hepsi bir cemaat olduğunu söylüyor. Ne ilginçtir ki hiç biri diğerini kendi cemaatinden görmüyor, aksine kendisine rakip olarak görüyor. Aslında bu irili-ufaklı yapılar tek bir cemaatin saflarından ibaret olması gerekiyorken maalesef günümüzde her yapı bir cemaat olmuş, kendinden olmayanı ötekileştiriyor hatta dinin dışına atabiliyor. Her cemaatin farklı uygulamaları, farklı düşünce yapıları var. Nasıl olacak? Aynı kitabı okuyan ve aynı Peygamberin hayatına ve sünnetine tâbi olan bu yapılar nasıl oluyor da hepsi birbirinden farklı oluyor. Genelde İslâm tarihi ve yakın tarih incelendiğinde karşımıza çıkan sonuç şu oluyor: Bir düşünce veya bir toplum için yapılan yorum veya pratik uygulama, sonraki dönemde din haline geliyor. Kitap ve sünnet bir tarafa itiliyor, o düşünce veya uygulama ilk sıraya konuluyor. Kitaptan ve sünnetten bu görüşe delil aranıyor. Aslında yapılması gereken bu yorumların kitap ve sünnet ekseninde değerlendirilip o döneme ait bir uygulama veya düşünce olduğu anlaşılmalıdır. Yani yorumla, kitap ve sünnet yer değiştirince, işte maalesef şu an geldiğimiz nokta tamda burasıdır. Geçmiş ulamamız bu yorumları gerçekten iyi bir niyetle yapmıştır ve toplumların sorunlarına çözümler geliştirmişlerdir, Allah onlardan razı olsun. Maalesef günümüzde bu çözümlemeler dinin yerini almaya başlamış. Artık her cemaatin bir dini, bir tabusu ve kutsal liderleri oluşmaya başlamıştır. Cemaat bir toplum veya topluluklar iken, aynı inanıcın etrafında toplanan insanlar tek bir cemaat iken, günümüzde her liderin arkasında veya yanında toplanan insanlar bir cemaat olmuş durumdadır. Şunu kaçırmayalım; cemaat de bütün insanlar eşittir, kimse kimseden üstün değildir, tek fark namazda önde durması, imamlık yapmasıdır. Bu durumda da o topluluk içindeki en takvalı olanı öne geçirmek gerekmektedir. Bu durum namazdan sonra bitiyor, o, yapıdaki herkes gibi bir birey oluyor, bir kutsallığı veya ona tanınmış özel bir konum, makam söz konusu değildir. Maalesef bizim toplumumuzda insanımız bu namaz kıldıran insanı kutsuyor, dokunulmazlık veriyor, artık o topluluğun neye inanması neyi reddetmesi gerektiğine o lider dedikleri kişi karar veriyor. Bunun en belirgin örneği o liderin müntesiplerine kimle görüşüp görüşmeyeceğini, kimin sohbetlerine katılıp katılmayacağını, kimin kitabını okuyup kiminkini de okumayacağını koyduğu kuralları belirliyor ve herkesin koyduğu kurallara uygulamasını zorunlu hale getiriyor. İşte bu durumda bu liderlerin çevresindekilerin neye doğru neye yanlış demelerini sağlamaya yönelik bir yönlendirmesi değil midir? Oysa İslâm da bunun tek kaynağı vahiy veya peygamberin sünneti ve örnekliği olması gerekiyordu.

Size konuyu somutlaştırma adına birkaç örnek vermiş olayım: Bir vatandaş olarak gittiğiniz (a) cemaatinde ki uygulamalar ile (b) cemaatindeki uygulamalar birbirinden farklı mı yoksa hepsi aynı mı?  Veya (a) cemaatindeki uygulamalar lider değişince farklılaşıyor mu yoksa aynı mı kalıyor? Veya gittiğiniz (a) cemaati (b) cemaatini nasıl tanımlıyor, dinin içinde mi yoksa dinin dışında mı görüyor? Peki dinin tek kaynağı kitap ve onun öğreticisi Hz. Peygamber ise nasıl farklı cemaatler veya diğer adıyla dinler oluşuyor? Evet, maalesef artık toplumda cemaatler birer din haline gelmiş, bilerek veya bilmeyerek yeni yeni dinler oluşmaya başlamıştır. Dikkat edin, hepsi aynı cemaatin safları olmaları gerekiyorken, hepsi birer müstakil din haline gelim durumdadır. Kanaatimce bunların en temel sebebi çıkar ve menfaatlerdir.

Biz hiç düşünmüyoruz veya önümüzdeki kitaptan haberimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa hepimiz aynı kitaba tâbiyiz, aynı kitaptan hesaba çekileceğiz. (a) Cemaatinin hocasının olduğunu ve Arapçasının iyi olduğunu halde (b) cemaatinin yaptığı davet çalışmalarına katkıda bulunmak için davet edildiğinde insanlara Kur’an okumayı vb. hususları öğretmek için gitmiyor, kendi cemaatinin çalışması olmadığı için. Bunu, dinin ve kitabın neresiyle izah edeceğiz? Bizim cemaat dediğimiz yapılar, biraz takım tutma gibi olmuş durumdadır. “Benim takımım, senin takımın yok kardeşim, cemaat kimsenin takımın değildir eğer bir takımdan bahsedeceksek oda olsa olsa Allah’ın takımı olur. Benzetme uygun olmadı farkındayım ama başka türlü açıklamak zor bu durumu, anlaşılsın diye bu benzetmeyi yapmış oldum. Haydi, varın benzemiyor deyin! Cemaatine tövbe istiğfar telkin eden liderler sanki kendisi bundan müstağni gibi davranıyorlar! Cemaatine peygamberi ve ashabını örnek gösterenler, kendilerinin peygamberin varisleri olduğunu nedense unutuyorlar! Cemaatine peygamberleri örnek gösterenler aslında o Peygamberlere; anlattığı kişiler değil kendilerinin benzemesi gerektiğini maalesef unutuyorlar! Bu dünyada cemaatini çoğaltma, sayılarını artırmak için çabaladıkları kadar ahireti kazanmak için çabalamıyorlar.

Gelelim Hz. Peygamber tarafında cemaat algısına ve pratik uygulamasına! Onun cemaatinde hiç kutsal lider yoktu, her bireyin değerli olduğu, her ferdin aynı statüde olduğu bir cemaat vardı. Köle ile yöneticinin statüsü aynıydı. “Ebu Leheb gibiler gelip Muhammed’e (s.a.v.) “Biz Müslüman olursak bize ne var?” dediğinde; “Bilal’e ne varsa sizede o var” cevabını alıyorlardı. Veda Hutbesinde her Müslümanı eşit olduğunu tüm insanlığa haykıran o muhteşem sözleri hatırlayın; “Acemin Araba, Arab’ın Aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” Takva nedir derseniz, onu da Allah Resûlü bakın nasıl ifade ediyor: “Takvalı kişi, içinizde Allah’tan en çok korkan kimsedir” diyor. Cemaatlerde Allah’tan en çok korkan lider midir dersiniz? Görüldüğü üzere burada bir kişinin veya makamın üstünlüğünden bahsedilmiyor. Onun cemaatinde her insan eşitti. Kendi hizmetinde olan kişi bile: “Bana hiç kızmadı, yanlış yaptığımda düzeltti ama hiç kızmadı” diyordu. Onun cemaatinde bir çocuğun bile değeri vardı, kuşu ölen çocuğa başsağlığı için giden bir liderdi o. Onun cemaatinde bir âmâ/kör kişi bile değerliydi, hem de bugünkü tabirle ülke yöneticilerinden bile çok daha fazla değerliydi. Onun cemaatinde hata yapanlar da vardı. Onun ilkesi, yanlış yapanı silmek değil aksine yaptığının yanlış olduğunu göstermek, onu yeniden cemaate kazandırmak oluyordu. Onun cemaatinde münafıklar vardı, onları tanıdığı halde ıslah etmeye gayret etti. Onun cemaatine önceden Müslümanlarla savaşmış, hatta yakınlarını şehit etmiş ve sonrada tövbe edip bu cemaate katılan sayısız insan vardı. Hz. Hamza’yı şehit eden vahşi ve Uhud savaşında Müslümanların mağlup olmasında en büyük payı olan Halid bin Velid bunlara örnek verilebilir. Onun cemaat öğretisinde Tebük seferini hatırlayın, Ka’b bin Mâlikler vardı! Onun bu cemaat bireylerine yaptığı muameleyi hatırlayın, Allah onun örnekliğiyle bir yapı inşa ediyordu. Bu cemaat dediğiniz Rahmânî bir yapı ve peygamber bile olsanız, yaptıklarınız Allah’ın onayından geçiyordu. Onun cemaatinde suç işleyenler vardı, günaha düşenler vardı, onun bu cemaat bireylerine muamelesi ise bir örneklik teşkil ediyordu. Çünkü onun yaptıkları vahyin süzgecinden geçiyor, yanlış varsa Allah Azze ve Celle tarafından düzeltiliyordu. Onun cemaatinde, kendi eşine bile iftira atanlar vardı. Onun tavrında eşi bile olsa kimseye savaş açılmıyordu, Allah dinin öğreticisine yol gösteriyordu. Onun yaptıkları ondan sonraki çağlara ve insanlığa bir örneklik olarak kalacaktı. Bu yazdıklarımıza ekleyeceğimiz çok konu var ama konu anlaşılmıştır deyip kısa kesiyorum.

Gelelim günümüze: Maalesef günümüzde cemaat liderleri birer padişah konumunda, oysa Allah Resûlü onlar için örnek idi. Neden padişah dediğimi biraz açayım: Şöyle ki cemaate kim girer kim kovulur, karar kimde dersiniz? Her akıl sahibi olanlar “cemaat liderinde” derki hakikatte budur. Peki, Allah Resûlünde neden böyle değildi? Onun cemaatine kelimeyi şahadet getiren herkes giriyor ve ben onun bir kimseyi cemaatten kovduğunu okumadım. Bizde ise lider, hoşuna gitmeyenleri, yaptıkları ve cemaate sağladığı katkı ne olursa olsun gözünün yaşına bakmaz kovar, hiçbir akıl sahibi çıkıp da: “Sen kimsin?” deme cesaretini göstermez. Allah’ın cemaatinden birini ancak Allah kovar ve Allah bu yetkiyi peygamberine dahi vermemiştir. İşte bu yüzden padişah diyorum, çünkü bunu ancak padişahlar yapar. Allah’ın dininin padişahı var mıdır onu varın siz araştırın? Daha öncede bir yazımda bahsetmiştim, cemaat dediğimiz yapı veya oluşum Allah’ın ve onun resulünün yapısı mıdır yoksa kişilerin şahısların yapısı mıdır? Eğer cemaat dediğimiz yapı Allah’ın yapısıysa o zaman Allah’ın kuralları geçerli olur o yapıya kim dâhil olur, kim olmaz onun kararı Allah’a ait olması gerekir. Güncel tabiriyle cemaate giren veya çıkarılacak olanın kararı Allah’ın kitabı ve onun resulünün pratik sünneti karar vermek zorunda olmalı. Onun dışında yapılanlar yani Kur’an ve sünnet dışında yapılanlar din olmaz sadece kişinin yorumu olur ki bu din değil. Bir şeyin din olması için olmazsa olmazı Kur’an’a ve sünnete uygun olması gerekir. Peki, günümüzde bu nasıl oluyor derseniz işte burası içinden çıkılmaz bir kuyudur. Çünkü cemaat günümüzde şahısların üzerine kurulu yapıların ve buralara ne olacağına da şahıslar karar veriyor haklarını yemeyelim yaptıklarına da kitaptan ve sünnetten bir delil buluyorlar. Konunun özeti şudur; Allah ve resulünün cemaat anlayışından saltanata evrilen bir durum arz ediyor bizim cemaatlerimiz. Oysa Allah’ın ve resulünün örnekliğiyle biz mü’minlere pratikte uygulayarak gösterdiği yol ve yöntemi merkeze koymak zorundayız. Müslüman bir birey istediği safta namaza durmalı. Çünkü her yapı büyük İslâm cemaatinin bir safı olmalı, bireyler istedikleri saflarda olmalılar, safı değişen cemaatten kovulmamalı. Unutmayalım din Allah Azze ve Celle’nindir. Tutulan saflar arasında değişimler olsa da herhangi bir saftan çıkarak başka bir safa dahil olmanız sizi dinden çıkarmaz bu durum sadece sizin tercih ettiğiniz safı gösterir. Her yapı Allah ve onun Resulünün yolunu takip ettiğini iddia ediyor. Bu iddialarında samimiyseler kendilerinde olan imkânları her yapıya ve her Müslümanın istifadesine açmak durumundadırlar. Ellerindeki imkânları sadece kendi cemaatlerinin imkânı olarak görmemeliler, ufak bir zümreye hapsetmemeliler, bu şekilde hareket etmelerinin ilâhî cezaya kendilerini müstahak kılacağını unutmamalılar.

Gelin şu sözleri sloganlaştıralım: Cemaatlerin saltanatından Allah ve resulünün örnek cemaatine hicret edelim” diyelim. Gelin: “İmkânlar benim ve cemaatimin değil tüm Müslümanlarındır diyelim. Gelin Müslümanların içini kemiren, lider kibrinden, şahsî ikbal beklentilerinden, Allah ve Resulünün örnekliğine hicret edelim. Gelin cemaatlerde Allah ve resulünün örnekliğini tahsis edelim! Önümüzde duran, içimizdeki en takvalı olanımız olsun varsın sıradan bir vatandaş olsun. Gelin kendi cemaat bağnazlığımızdan, Allah’ın cemaatinin bağnazlığına koşalım. Gelin kendi liderini kutsayan bireylerden, Allah’ı kutsayan anlayışı hâkim kılalım. Gelin cemaatimize ve vakfımıza, derneğimize bir yabancı geldiğinde buranın lideri kim dedirtelim tıpkı Allah resulünün Medine’sinde olduğu gibi. Gelin benim cemaatim, benim ikbalim, benim yapım, az olsun benim olsun demeyelim, çok olsun, az olsun bütün Müslümanların olsun anlayışına koşalım. Gelin yarın Allah ve O’nun Resulünün huzuruna gittiğimizde yüzümüz ak, başımız dik olarak durabilelim. Ey Allah’ın Resulü biz senin öğrettiğin gibi yaptık diyebilecek güzel örneklikler koyalım insanlığın önüne. Gelin bizi gören her birey her fert gördüğünde işte Allah’ın Resulüne ne kadar çok benziyor dedirtelim.

Bu yazdıklarımız imkânsız değil, eğer imkânsız olsaydı Allah peygamberine yaptırmazdı. O bizim örneğimiz, istesek bizde çok rahat yapabiliriz, ama istemiyoruz. Korkularımız var, elde ettiğimiz imkânlar, etrafımıza doluşan topluluklar ve en önemlisi de karizmamız var, elimizden gitmesinden korktuğumuz. Unutmayın ki yarın Allah’ın huzurunda bu saydıklarımız, bizim cennet nimetlerine ulaşmamamıza mal olacak, hesabını veremeyeceğimiz veballer ve hesaplar olarak çıkacak karşımıza.

Size tasfiyem: Hz. Peygamber’e bakın, Allah’ın en çok değer verdiği kimseydi, onun hiç böyle bir derdi olmadı. İsteseydi Allah onu yeryüzünün en zengini veya en itibarlı insanı yapardı ama ne o istedi nede rabbi bunu Murad etti. O gün için sıradan biriydi, yeri geldi aç kaldı, yeri geldi parasız kaldı, amma Rabbine güvendi, insanlığa bunu öğretti, işte cemaat nedir, birey nedir, cennet nasıl kazanılır, işte yaşayarak bizlere örnek oldu. Günümüzde ona benzeyen insan yok. Bu soruyu kime sorsanız “yok” der. İşte bizlere, bu zamanın Müslümanlarına ona benzeyen insanlar yetiştirmek düşüyor. Kurslarımız, okullarımız, kendi cemaatimize değil Allah ve onun resulüne insan yetiştirmeli. Yıkıp tahrip ettiğimiz her şeyi aslî konumuna geri koymak zorundayız yoksa hesap çok şiddetli olacak. Bu hesabın altından ne siz liderler, nede etrafınızda toplanan taassupçular kalkamayacak. Tüm Müslümanlara çağrımız: Gelin cenneti bu dünyada kazanın, varsın bu dünyada saltanatımız olmasın. Rabbimizin rızasını kazanarak ebedi hayatta saltanat sürelim. Önümüzde iki seçenek var ya ateş çukuru veya hiçbir aklın bile düşünemeyeceği ebedi olan nimet yurdu. Rabbim bizleri o nimet yurdunda toplasın.

Kur’an’a vakıf, onu okuyanın hemen ilk fark edeceği konu, peygamberler ve onların mücadelesi olacaktır. Hemen her gelen resûl, geldiği zalim ve tağutî düzenlerde, Allah’tan gayrı nice rableri olan insanlığı Allah’a davet etmiştir. İnsanlığın içerisinde teker teker insanları İslam’a davet etmişlerdir. Hiçbir peygamberin yanında Allah’a iman etmiş günahkâr bile olsalar hiçbir Müslümanı kovmadıklarını hatta tavır koyup ötekileştirmediklerini göreceksiniz.

Peki, bugün kendini peygamber varisi olarak gören cemaat liderleri, kanaat önderleri hangi hakla peygamberin bile kendinde görmediği cesareti kendilerinde görüp Müslümanları ötekileştiriyor, yetmiyor tavır koyuyor. Yetmiyor yeri geldiğinde dinden bile aforoz ediyorlar. Onlara peygambere verilmeyen yetkiler mi verildi de bunları biz mi bilmiyoruz! Yok, öyle bir yetki söz konusu değilse o zaman Müslümanların önünde duran liderlerden peygamber sünnetlerini öncelikle kendi üzerlerinde uygulamalarını istiyoruz. Bunu istemek için önce Kur’an’ı ve peygamberleri iyi tanımalıyız ki önümüzde duran liderlerden bunları isteyebilelim. Yani iş dönüp dolaşıp yine bize dönüyor, biz bileceğiz ki kimse bizi Allah’la aldatmasın. Çok önemsediğim, altını kalın çizgiyle çizdiğim şu ki; Allah, peygamberini görevlendiriyor, yanlış yaptığında ise düzeltiyordu. Peki, Peygamber neden yanlarındaki münafığı, günahkârı, kovmuyor, neden ötekileştirmiyordu? İşte önümüzde, kendilerine lider dediklerimiz bunları yapıyor mu yapmıyor mu, buraları iyi okumalıyız. Unutma eğer sen lidersen, yapman gereken kuşatıcı olman ve merhamet gömleğini giymen, varsa yanlışların düzeltmeye çabalamandır. Hz. Peygamberin örnekliğinde kendi hatalarını görmemezlikten gerek hatayı başkalarında aramak yoktur.

 Allah bizlere kendisine hakkıyla kul olmayı nasip etsin.

Bu yazımızda Bedir Ehli’ni anlamaya, anlatmaya gayret edeceğiz. Biz Bedir’e farklı bir pencere açacağız. Belki de daha önce böyle bir yazı okumamışsınızdır. Bizim yaptığımız bir analiz olacak, hakikat budur demiyoruz. Okuyucumuza farklı bir ufuk, farklı bir pencere açmış olacağız. Hatalar bizim, hak olan Rabbimizindir. Çünkü o eksiklikten münezzehtir. Bedir Ehli’ni hemen her Müslüman öyle ya da böyle okumuş veya dinlemiştir. Kur’an’da ve siyer kaynaklarımızda çok yer tutan bir savaş: Bedir savaşı… Biz bu yazımızda Bedir savaşını değil, o savaştan sonra Hz. Peygamber’in nezdinde ayrı bir yeri olan Bedir Ehli’ni biraz anlamaya gayret edeceğiz. Yapmak istediğimiz Bedir’i biraz güncellemek yani günümüze getirmektir. Nasıl olacak bu diyeceksiniz? Asırlar önce yapılmış ve bitmiş bir savaşı nasıl günümüze getireceksiniz diyebilirsiniz.

Yapmak istediğimiz tam olarak şudur; Bedir asırlar önce yaşanıp bitti mi? Yoksa bize verdiği bir mesaj mı var? Biz bu mesajın peşine düşeceğiz inşaAllah. Farklı bir yönden bakmış olacağız. Şöyle bir soruyla başlarsak doğru olur kanaatindeyim. Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber neden hayatı boyunca, Bedir Ehline çok değer verdi ve onları hep farklı bir konumda tuttu? Birçok kaynaktan Bedir Ehli hakkında ki faziletleri kahramanlıkları vesaire okumuşuzdur. Biz buralara girmeden konumuza bakalım. Hep okuyup kürsülerden dinlemişizdir, Allah resulünün Bedir Ehli için söylediklerini. Peki, şöyle bir soru sorsak yanlış mı olur? Bu Hz. Peygamberin övdüğü ve hayatı boyunca çok değer verdiği Bedir Ehli hakkındaki kanaatleri sünnet midir, yoksa değil midir? Kur’an ve sünnet evrensel ise orada yaşanan savaştan çok Hz. Peygamberin, onlar hakkındaki kanaatlerinin bir sünnet olması gerekir. Ben şahsen sünnet olduğunu düşünüyorum hem de müthiş bir mesaj ve sünnet.

Peki, Bedir o gün yaşandı ve Hz. Peygamber hayatı boyunca oraya katılan insanlara hep farklı bir değer verdi. Bu da doğrumu doğru. Peki, o zamanda mı kaldı? Yoksa ondan sonrada devam eden bir sünnet midir? Ben daha önce de sünnet olduğunu düşündüğümü söyledim. Peki, sünnet ise günümüzde neden yok bu sünnet? Ben pek duymadım ama varsa beni bilgilendirirseniz çok memnun olurum. Amma boşuna aramayın. Çünkü hiçbir cemaat vs. ‘de bulamazsınız. Eee nasıl olacak? Hem sünnet hem yok, bu imkânsız demeyin. Biz, Müslümanlar ne imkânsız olanı imkânlı hale getirmedik ki!

Dönelim konumuza; Bedir Ehli’ni biraz güncelleyelim. Yaşadığımız toplumda İslam’ın temsilcisi konumunda kim veya hangi kurumlar var desek hemen herkes cemaatler diyecektir. Bende aynı düşüncedeyim. Bizim toplumda Allah’ın dininin ve O’nun peygamberinin temsilcisi cemaatler... Soru şu: Aranızda bu cemaatlerde hiç Bedir Ehli duydunuz mu? Biraz açarsak. Bu cemaatlerde Hz. Peygamberin hayatı boyunca hep ayrıcalıklı ve çok değerli bir yer tutan ve Bedir Ehlindendir dediği insanlar var mıdır? Konu açılsın diye şöyle bir örnek verelim. Çevrenizde cemaatler var. Bunların dernekleri, vakıfları var. Buralarda bu dernek veya vakıflarda Hz. Peygamberin hayatında olduğu gibi Bedir Ehli diyebileceğiniz insanlar var mı? Aslında cevabını aradığımız şey şu ki! Dernek ve vakıfları nice zorluklarla kurup türlü türlü sıkıntılara rağmen ayakta tutmuş ve görevi kendinden sonra ki insanlara devretmiş olan kişiler veya Müslümanlar Bedir Ehli konumunda olur mu olmaz mı? Siz bu dernek ve vakıfları bir kenara koyun cemaatlerde var mı? Çünkü bulunduğumuz toplumda İslam’ı temsil eden bu yapılardır genel olarak. Bunlarında elbet Bedirleri vardır. Olması da gerekir. Yoksa, Hz. Peygamber asırlar önce bu konunun üzerinde bu kadar durmazdı. Bana öyle geliyor ki oradan bir mesaj veriyor ümmetine. Sizin de ufaklı büyüklü Bedirleriniz olacak ve bu Bedir Ehline aman ha dikkat edin. Allah onlara çok değer veriyor, sizde verin diyor olabilir mi? Sanki biz ganimete kahramanlıklara dalıp asıl mesajı ıskalıyoruz gibi geliyor. Bedir’i 1400 küsur yıl öncesinde dondurduk. Hiç güncellemiyoruz. Bedir savaşına katılan ve İslam cemaatinin fertleri toplamda o gün 300 küsur kişi idi. Bugün en ufak cemaatin bile binlerce müntesibi var. Nasıl onların Bedir’i varda bugünkülerin yok? bu Bedir’i o çağa hapsetmek değil midir? Zihnimizi biraz açalım. Her cemaatin bir Bedir’i ve Bedir Ehli vardır. Her İslami derneğin, vakfın bir Bedir’i ve Bedir Ehli vardır, olmaması tuhaf olur. Tabi, doğru okursak ve Hz. Peygamberi günümüze taşımaya çalışırsak, bunların irili ufaklı çevremizde olduğunu görürüz. Bedir Ehli, Bedir de kalmadı. Hz. Peygamber’le birlikte ve ondan sonra da yaşadılar. Onlara hep farklı bakıldı. Bedir Ehli, Allah’ın dininin, yeryüzünde hâkim olması ve ahkâmının uygulanması yani oluşan İslam toplumunun kurucuları oldular. Bunu nerden çıkarıyorsun demeyin? Hz. Peygamber’in şu sözlerini hatırlayın. “Allah’ım, şu bir avuç Müslüman ölürse yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz” buyuruyordu. Buradan da anlaşılacağı üzere onların, Hz. Peygamber’in ve Allah’ın nezdindeki değerleri işte buradan geliyordu. Talip oldukları işin bedelini ödemiş ve ilklerden olmuşlardı.

Size bir örnek ‘Hatıb bin Ebî Beltea’. Bu sahabe, Mekke’nin fethini gizlice, Mekke’deki yakınlarına bildirmek istemiş ama Allah’ın, peygamberine haber vermesiyle önlenmişti. Sizce Hz. Peygamber bu sahabeye ne yaptı dersiniz? “O, Bedir Ehlindendir” deyip serbest bırakmış, hiçbir ceza vermemiştir. Bedir Ehli, Hz. Peygamber’in nezdinde bu kadar önemli ve değerli idi. Peki ya bizim Bedir Ehlimiz nasıl dersiniz? Tabi, önce varlığını kabul etmemiz lazım ki, sonra değerli veya değersiz diyebilelim. Çünkü bizim toplumda cemaat, vakıf ve derneklerimizde bu Bedir Ehli hiç olmaz. Tuhaf değil mi? İslam olacak, cemaat olacak amma Bedir Ehli olmayacak! Benim aklım almıyor, sizi bilemem. Bedir bir savaştan öte bir durum arz ediyor, Müslümanlar açısından. Şöyle ki, Hz. Peygamber (s.a.v) bizim için bir örneklik ise ki öyle, Kur’an şöyle söylüyor. “Gerçek şu ki, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça ananlar için, Allah'ın peygamberinde, güzel örnekler vardır.” (Ahzâb, 21) Şimdi biz, Hz. Peygamber’in (s.a.v) savaşlarını, kahramanlıklarını mı öne çıkaracağız yoksa hayatı boyunca çok değer verdiği Bedir Ehli dediği üzerine titrediği hakikati mi? Şöyle düşünelim! Bir savaş oluyor ve bitiyor. Asırlar boyu o savaş ve kahramanlıklar anlatılıyor. İlginçtir ki o savaştan sonra Hz. Peygamber’in üzerinde hassasiyetle durduğu konu hiç mi hiç konuşulmuyor veya akla gelmiyor. Kanaatimce savaştan çok, üzerinde durulması gereken işte burasıdır. Buradan asırlar sonrasına Peygamber’î bir mesaj geliyor. Biz bu mesajı doğru olarak okur ve anlarsak hayatımıza yön verecek, bize yarınları inşa etme konusunda Peygamber’î bir mesaj var! Burayı ıskalarsanız, başaramazsınız demek istiyor, ben böyle başardım, Allah’ın rahmeti böyle yapanlara gelecek diyor olabilir mi? Kanaatimce biz buraları hep ıskaladık ya anlamadık veya anlamak işimize gelmedi. Bu Bedir Ehli üzerinden biz, Müslümanlara öyle bir ders veriliyor ki, tabi almak isteyene. Bedir Ehli üzerinden kardeşlik nasıl olur? Müslüman olaylara nasıl yaklaşır? Müslüman yanlış yapan Müslümanlara nasıl davranır vb. nice dersler var almak isteyene… Peygamber’î bir mesaj; Müslümanlar arası bir hukuk dersi veriyor, asırlar sonrasına. Yarın sizin de Bedirleriniz olacak ve Bedir Ehli’niz olacak. Allah’a ve O’nun Resulüne iman etmiş iseniz, sizde Bedir Ehli’nize benim yaptığım gibi yapın diye haykırıyor çağlar ötesine.

Gelin, Bedir Ehli’ni biraz tanıyalım! Onlar, Allah’ın ahkâmı konusunda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmez, doğru bildiklerini uygular ve Allah’ın hudutlarına riayet ederlerdi. Buradan şu anlaşılmasın: Hepsi aynı düşünce de olan ve hepsi aynı fabrikanın imalatı tek tip insanlar değillerdi. Yukarıda örneğini yazdığımız ‘Hatib bin Ebi Beltea’ buna örnektir. Yani onlarda insandı ve insan olmaları hasebiyle hataları ve yanlışları vardı. 300 küsür insanı inceleyin. Hiçbiri diğerine benzemiyor. Hepsi farklı kişilikler. Olaylara yaklaşımları, dini anlamaları ve pratikte uygulamaları birbirlerinden farklı idi. Ama hiçbir zaman Allah ve resulünü, Allah’ın yeryüzünde hâkim kılmak istediği düzeni oluşturma konusunda tereddüt etmemişlerdi. Bu insanlar farklı düşündükleri için hiç birbirini satmamış, birbirinin arkasından kuyusunu kazmamış. Hz. peygamber döneminde de böyle Hz. Peygamber’in vefatından sonrada böyle olmuş. İslam tarihi okuyan her akıl ve vicdan sahibi, bunu görür. Hz. peygamberden sonra halifeler döneminde bile bu Bedir Ehli hep ayrıcalıklı tutulmuş. Düşünceleri ve görüşleri önemsenmiş. Bedir Ehli toplumda azalınca ve kalmayınca Müslümanlar arasında kargaşanın başladığı zamanlar olmuş. Ne ilginçtir! Müslümanlar hiç buraları dikkate almamış, buralardan gerekli dersleri çıkarmamış görünüyor. Hz. Peygamber’in hayatını anlatanlar savaşları, kahramanlıkları öne çıkarıyor ama bu yönleri hiç anlatan yok. Olanların içinde ise günümüze getirip güncelleyen yok. Hz. Peygamber’in hayatını anlatan kitapları okuyun ve bu konuyu anlatan hocaları dinleyin. Hep orda yaşanan savaş ön plan da ama bu Peygamber’in üstüne titrediği konu pek önemsenmez. Burada bir sünnet var. Hz. Peygamber’in, Bedir Ehline olan muamelesi onun bir sünneti. Peygamber varisleri olduğunu iddia edenler için hem de çok kuvvetli bir sünnet. Aslında bu yazımızda Bedir Ehli’ni güncelleyerek cemaatler, vakıflar, dernekler özelinde irdelemeyi düşünmüştük. Lakin yanlış anlaşılma olacağını düşündüğümüz ve bizim vermek istediğimiz asıl mesajın bunun gölgesinde kalmasından çekindiğimiz için buralara girmiyoruz. O kısımları siz okuyucuların analizine bırakmış olalım. Bedir Ehli önemli, hem de çok önemli. Hele bugün, bu toplumda Müslümanların önünü açacak kapının burada olduğunu düşünüyoruz. Bedir Ehli bizim için bir süzgeç olmalı, kendimizi ve çevremizi bu süzgeçten geçirmek durumundayız. Bedir Ehlinden Raşit halifeler çıktı. Hiçbiri diğerinin kopyası değildi ama hepsi aynı amaca hizmet ettiler. Aralarındaki farklılıkları zenginlik yapmayı başardılar. Çünkü onların liderleri, Hz. Peygamber, onlara bunu aşılamış, üstünde önemle durmuş ve onlara bunun nasıl başarılacağını öğretmişti. Bugün bizim de buralardan başlamamız lazım. Çocuklarımıza savaşı, kahramanlıkları ile beraber ondan daha önemli olan bu kısımları öğretmeliyiz. Müslümanlar buraları önemsemedikleri için ne hallere geldi! Şapkayı önünüze koyun ve düşünün. Müslümanların bir kursuna veya derneğine, vakfına gidin ve orada siyer anlatan hocaları bi dinleyin. Nasıl bir Bedir anlatıyorlar? Çocuklara savaş ve kahramanlık anlatılıyor ama Bedir Ehli diye Hz. Peygamber’in hayatı boyunca üstünde durduğu önemli bir konu hiç anlatılmıyor. Buradan yetişen insanımız nasıl anlasın Bedir Ehli’ni veya Peygamberî bu sünneti veya uygulamayı? Bu yazımızda bir hakikati önünüze getirdik ve analiz etmeye gayret ettik. Hatalar bizden, hakikat ise Rabbimizdendir. Bu yazdıklarımızda bir hata olduysa önce Rabbimizden af, sonra da siz okuyuculardan helallik diliyoruz. Rabbim, bizleri hakikatin peşine düşen, hakkı hakikati arayan kullarından eylesin.

© 2022 Kur'an Yurdu aittir tüm hakları. Düzenleme webhizmetlerim