Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
Haberler

Haberler (99)

Doğu Türkistan; acıların memleketi!

Duymadı insanlık sesimi, duyuramadım, sesimi kıstılar!

Evlere hapsettiler, kapıları zincirlediler!

Taşları bağladılar, köpekleri saldılar!

İçerde yandım, sessiz çığlıklarla!

Arş-ı âlâda duydular, yazıldı defterlere!

Hadi insanlık duymadı; sende mi duymadın "Ey Müslüman!"

Sessiz çığlığımı Allah duydu ya! Hamdolsun!

 

Arakan; ümmetin mazlum coğrafyası!

Ey Budistler! İnandığın tanrından hiç mi merhameti öğrenmedin!

Hadi öğrenmedin, Müslümandan komşulukta mı görmedin!

Yaktın, yıktın, kovdun, ebedi mi kalacaksın o topraklarda!

Kovarsın tabi ki; şeytan ordusu yanında,

Sonsuz hayatta bulacak mısın rahatlığı ha! Bulacak mısın..?

Arakan’lı Müslüman kardeşim! Sessiz çığlığını duydu Rahmân olan Allah!

 

Afganistan! Aç sırtlanların saldırdığı mazlum ülkem!

Rus zalimi barınamadı, karşısında ümmetin yiğitlerinin!

Zalimler bir bir yıkılıyorlar fakat biz bir türlü bir olamıyoruz!

Rahat bırakmazlar; Corclar girer bu topraklara!

Yağma, yıkım, talan, ölüm her yanda!

Ümmet bir olunca; yıkılacak zalim düzenler!

Yıktılar coğrafyamı; şimdi ne elim kaldı, ne de ayağım.

Hamdolsun ki sessiz çığlığımı Allah duydu!

 

Irak; yakın olan şehir niye uzakta?

Emperyalist ordu saldırdı; biz bakakaldık!

Tarumar etti zalimler; ne tarih bıraktılar, nede ülkenin zenginliğini!

Ne evin haremi kaldı, nede ahlakı!

Yukarıdan yakıcı ve misket bombayı bırakırken zalimler, ölen yine bendim!

Müslümanlar; Şia-Sünni diye bölünürken, zalimler alkışladı!

Felluce’de, Basra’da, Kerkük’de, Bağdat'da ölen hep bendim!

Fatma bacının feryadı yükselirken arşa, yine sessiz kaldı çığlıklar!

 

Suriye; kendi ülkesinin zalimi kana susamış, dış zalimler boş durur mu hiç!

Göç etti halk, yerleri şimdi viran halde!

Kuş uçmaz, kervan geçmez oldu!

Varil bombalarıyla yok edildi insanlık!

Oralar artık açlık, sefalet ve işkenceler şehri oldu!

Kimyasal gazlarla uyutuldu halk, uyanmamak üzere!

Çocuklar bir dilim ekmek bulamadı, ölüce cennette doyacak!

Sessiz çığlıkları duyan Allah'a hamdolsun!

 

Yemen; dış zalimlerden daha zalim oldu, Müslüman dediklerimiz!

Yanıbaşında ki petrol zengini ülkeler, görmedi bu sefaleti!

Emperyalist zalimlerin zalim olduğunu anladık da, bizden dediklerimiz de zalim çıktı!

Ey Müslüman dediğimiz ülkelerin yöneticileri! Açlıkla ölen insanları görmezseniz,

Mahşer günü nasıl hesap vereceksiniz!

O çocukların feryadı açlıktan çıkmadı!

Sessiz çığlıkla öldüler bilir misin!

 

Bilmem ki hangi ülkemden bahsedeyim?

Yetim kalmış çocukları mı, yoksa çocuksuz üşüyen anneler mi?

"Söyle ey mazlum coğrafyam, ne çok sessiz çığlıkların var!

Vahiysiz kalan insanlar; zalimleştikçe zalimleştiler!

Merhametin yerini menfaat, infakın yerini cimrilik alırsa; hepsini ölü say!

Zombi gibi nesil, dünyayı ve içindekilerini fesada uğrattı!

"Diril ey insanlık, vahiyle diril!"

"Gör artık, duy artık, sessiz çığlıkları!

Yaşadığımız ülkede yok olan değerler, kaybolan nesiller, yıkılan aileler ve evlenmenin nerdeyse imkânsız, evlilik dışı ilişkilerin ise katlanarak büyüdüğü bir toplum haline geliverdik. Bir Müslüman olarak topluma bakarak durun yığınlar nereye bu gidiş demeden edemiyor insan. “Fe eyne tezhebûn?” Bu gidiş nereye? (Tekvir-26.) Bu, Rabbimizin bizlere hitabı. Ey insanlık durun, bu yol ateşe çıkıyor, durun nereye bu gidiş diyor. Çevrenize dönüp bakın; çocuk yaşlarda, kızlar ve erkekler yarı çıplak insani değerlerden nasip almamış nesillerle dolu sokaklar. Kendi tercihleri, sanki başkalarını ilgilendirmez özgüveniyle çevresindeki insanların inanç, ahlak vb. haklarını yok sayıyor. Adına özgürlük deniliyor. Bakalım Rabbimiz ne diyor: “Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına, hoşnutluğuna ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!”(Yâsîn, 59) Mü’min ve müttakîler cennete sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar cehenneme doğru sürüklenecek. Biz bu ayeti ölen insan için kabir başında okuyoruz sanki hitap o ölen kişiyeymiş gibi. Bu ayeti okuduğumda bugüne getirdiğimde ey Müslümanlar kendinizi ve ehlinizi bu mücrimlerden ayırın ve kendinizi kurtarın mı diyor Rabbimiz. “Ve sizden (içinizden), sadece zalim kimselere isabet etmeyen, onlara has (özel) olmayan (diğerlerine de isabet eden) fitneden sakının (takva sahibi olun). Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu biliniz.” Enfal suresinin 25. ayetini okuyunca onların yaptıkları yüzünden azabın bizlere de dokunacağından korkuyor insan. Bu ve buna benzer birçok tehdit Kur’an’da önümüze seriliyor.

Peki, neden kendini İslam’a nispet eden, ailesinde Allah’ın kitabını okuyan, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, helal haramları bilen insanların nesilleri bu hale geliyor? Nerde yanlış yapıyoruz yâda biz bu kitabı anlamadık mı diye sorması gerekmez mi insanımızın? Kesinlikle sormalı ve yanlışları bulup düzeltmeli. Gözlemlediğim kadarıyla bizim insanımız kendini İslam’a nispet ediyor, bu doğru. Az ya da çok dini biliyor. İçinden çıkamadığı mesele şurası ki bu inandığı değerler gerçekten mükemmel ve daha güzeli imkânsız, bununda farkında. Amma bu değerlerin toplumda bir karşılığı yok. İnanıyor ama nasıl yapacak işte orası bir muamma. Örneğin bir Müslümanın evlilik çağına geldiğinde kolayca evlenmesi, kendi ailesini kurması güzel olandır. Gelin görün ki evlenen Müslüman bile olsa iki Müslümanın evliliği bir servet demektir bugün için. Müslüman gencimiz evlenmek istediğinde gideceği kız tarafında kendisini karşılayan ilk sınav mal varlığı... (şahsen bunu kaymakamlığın yaptığı gelir testine benzetiyorum.) Kız tarafı, kızımıza şu kadar altın, bu semtte oturacak, mobilya takımı, yatak odası takımı, nişanı, kınası, düğünü, bunların ayrı ayrı kostümleri yok resim vesaire say say bitmez. İşte kız tarafı bunları isteyecek. Garibim Müslüman nasıl evlensin, nasıl bunları karşılasın? Benim anlamadığım, okuduğum Kur’an ve Hz. Peygamberin sahih sünnetinde bunların tersini söylediği halde neden bu ısrar? Bir başka garâbet; Müslüman insanımız oğlunu evlendirirken borç harç bulup bir şekilde düğününi yapıyor. Tuhaf olan şurası ki; kız tarafı her şeyi erkekten istiyor, sanki evlenen onun çocuğu değilmişte bir yetim evlendiriyor. Oğluna yaptığının onda birini kızına yapmıyor. İkisi de evlat nasıl oluyor bu? Bilen varsa anlatsın bizde öğrenelim. Ben şahsen anladığımı söylüyorum. Bizde evlilik dediğimiz kurum tamamen bir ticari ortaklık olarak yapılıyor. Yani Allah için birbirini tamamlayan bir çift değil tersine daha isteme faslında başlayan bir ticari pazarlık. Peki, bunlar evlenecek, bir ailemi olacak yoksa iki taraflı ortak mı olacak, önce buna karar vermemiz lazım. Ben bu yapılanların evlenip bir aile kurmaktan çok bir ticari ortaklık yapmak olarak görüyorum. Çevrenizde kızını evlendiren damadın imkânı olsa bile ben oğlum için şunları yaptım kızıma da aynısını yapacağım diyen bir Müslüman gördünüz mü varsa da istisnadır. Aslında tersinin istisna olması gerekmez mi?

Biz çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmalıyız. Biz, Müslümanlar toplumu değiştirmemiz gerekirken toplum bizi değiştirdi. Biz çocuklarımıza Allah’ın razı olacağı evlilikler yaptırsaydık emin olun örnek olurduk bu topluma ama işimize gelmedi. Başlık parası haram, süt hakkı haram, diyen bizler onların arkasından dolandık yeni ritüeller geliştirdik. Emin olun çevremizdeki insanlar bize baktılar, bakın bunlar Allah’ın kitabını okuyan dindar insanlar, bunlarda yapıyor demek ki yanlış değil, bizde böyle yapalım diyorlar. Biz evlilikleri şirketleştirdik. Bugün bu toplumda bunların sektörleri oluştuysa bunun vebali hepimize olacak. Bedelini de peşinen bu dünyada ödemeye başladık, tabi akledip görebilen varsa. Müslüman tesettürlü kızlarımızın elinde sigara, bazen kafelerde nargile üflerken görüyoruz. Artık okullarda lise çağlarındaki çocukların ellerinde sigaralar, alkol, uyuşturucular. Bunlar bizim çocuklarımız. Gelin neden böyle biraz inceleyelim. Bu bir toplum inşası geçmişte masum ideallerle yaptıklarımız bugün büyüyerek geliyor karşımıza. Dün, kızını evlendiren babalar, damat beyden altınlar, evler, arabalar, kızımı geçindirecek bir gelir peşinde koşanlar, Hiç düşünmediler, yarın bu kızımız bu evde borç batağında olacak, bu istediklerimiz düğünden sonra damat bey ödeyecek. Amma kızımıza ayıracak zamanı olmayacak. Borç ödemek için gece gündüz çalışacak ve evine zaman ayıramayacak. Kızımız istediği sevgiyi, ilgiyi bulamayacak ve birlikte mutlu olamayacaklar. Bunların yetiştirdiği çocuklar da bu psikolojide yetişecekler. Aileler zamanında zorluk çekmişler amma bu zorlukları çocuklarına çektirmek istemiyorlar. Dün kızının iyiliğini düşünen babalar bugün kızlarının yüzüne bakamayacak duruma geldiler. Dün kızını bu benim evladımdır, oğlum neyse kızımda odur. O, bu benim evimde, bana yeri geldi hizmet etti, yeri geldi çalışıp evimi geçindirdi, ben bunun hakkını nasıl öderim, diyemeyen babalar, bugün elden ayaktan düştüklerinde, kızlarının kapısını çalıyorlar. Çünkü gelin hanımlar bakmıyor, evlerinde istemiyorlar. Haklılar çünkü. O gelin hanımlarında babaları aynısını kendilerine yapmıştı.

Biraz etme bulma diyelim biz. Hesabımıza gelen tarafları; biraz Yahudi tüccar mantığıyla, günü kârlı kapattım mantığı bu. Kızını evlendiren baba ve anne cebinden ne kadar az masraf çıkarsa onu kendine kâr sayıyor, yarını hesaplamadan. Unutmayın sizin bir hesabınız varsa Allah’ın da bir hesabı var ve sonunda galip gelecek hesapta Allah’ın hesabı olacak ve oluyor da. Aynı anne ve baba oğlunu evlendiriyor. Düğünden sonra yapamadıklarına yanıyor, keşke şunları da yapsaydık ah vah ediyorlar. Bu insan topluluğuna, Allah’ın gazabı işte böyle geliyor ve bu gazap hem kendilerini hem de nesillerini yok ediyor. Müslümanlara tavsiyem aklıselim bir muhasebe yapar gibi ailelerini, evliliklerini bir değerlendirsinler. Karşılaşacakları manzara iki karakter olacak. Biri muhalefet lideri diğeri iktidar lideri… Onların birbirlerine karşı tavır ve söylemlerini kendi evlerinde bulacaklar. İstisnalar kaideyi bozmaz, onları takdir ediyoruz. Allah için başlanılan yolda geldiğimiz nokta nereye bu gidiş? Durun yığınlar, bu bir çıkmaz sokak.

Bütün bunları yazmışken feminist Müslümanları yazmamak olmazdı elbet. İşte size 21.yüzyıldan bir yeni tasavvur. Feminist Müslüman olur mu demeyin bal gibi oluyor. Feminist derken sadece kadınları kast etmiyoruz. Buna erkeklerde dâhil. Bir Müslüman kadın düşünün, kendisi evde yediği önünde yemediği arkasında, hesap soran yok ne varsa onun. Garibim Müslüman erkek çalışacak kazanacak hem de bu hırsızlığın, üçkâğıtçılığın zirve yaptığı toplumda. Helal rızık kazanacak, evine getirecek hanımı bununla geçinecek. Ne kadar kulağa hoş geliyor değil mi? Allah böyle olmasını söylüyor çünkü. Şimdi, ilginçliğe bakalım ki bunları erkekler yapıyor, kendi görevi olduğu için yapıyor, bundan yana şikâyet etmiyor, etse de nafile mecbur yapacak. Feminist tasavvur sıkıştığında Allah emretmiş tabi ki yapacaksın diyen insanımız, Allah’ın kendisine ne emrettiğine hiç bakmıyor. Şimdi madalyonun diğer yüzüne bakalım; Adam kazanıyor, getiriyor, kızımız bu adamın kazandığını harcıyor, bunun kazancını yiyor. Yetmiyor birde dönüp hesap soruyor. Neden bu yok, neden şu yok. Ben bunları isterim. Benim hakkım vesaire… Sen arkadaşlarına çay ısmarlıyorsun, yok şöyle masraf yapıyorsun, bende istiyorum. Oturun düşünün ne kadar akla mantığa uyar bir düşünce… Bir işyerinde çalışan personel, patronuna bunları söylese ne olur, siz düşünün. Bu bağlamda yukarıda yazdığım, bizde evlilikler aile olmak için değil tamamen ticari ortaklık üzerine kurulu dediğim, işte buralarda kendini gösteriyor. Feminizm eşitlik demek olduğuna göre erkek 5 lira kazanıyorsa kadında 5 lira kazanacak ve ortak harcayacaklar. Erkeğin kazandığından alıp feministlik yapılmaz, tersi de aynı kadının kazancından alıp feministlik yapılmaz.  

Eğer geldiğimiz noktada evlilikten çok boşanma oluyorsa, işte geçmişte yapılan yanlışların bugün bedelini ödüyoruz demektir. Bugünün yanlışlarının bedelini bizden sonraki nesiller ödeyecekler. Eğer bugün biz, Müslümanlar olarak baktığımızda, bunlar yanlış dediğimiz ne varsa onları düzeltmez isek, bedelini göze alıp yapmaz isek, bizden sonraki nesiller bunun bedelini çok daha ağır ödeyecekler. Bugün sokaklarda şikâyet ettiğimiz gençlik, yarının neslini yetiştirecek. Bizim bu kadar hassasiyetle yaptıklarımızın sonucu buysa varın birde onları düşünün.

Nereye bu gidiş demenin, yarın geç olmadan slogan atmak yerine icraat yapmanın, vakti geldi, geçiyor. Müslüman hanımlarımıza, kızlarımıza çok iş düşüyor. Çünkü toplumu doğurganlık bakımından dünyaya getiren onlar olduğu gibi yine yetiştirende onlardır. Artık Müslüman kadın feminist ideolojileri bırakıp, Rabbine dönmek ve onun öğretisine bakarak uygulamak zorunda. Artık izzeti batıl ideolojilerde değil, Allah’ın kitabında, onun Resulünün sahih sünnetinde aramak zorunda. Müslüman hanımlar şunu iyi düşünmek zorundalar: Bu batıl ideolojiler sizi sadece bu dünyada kullanmak için peşinizden koşuyor. Unutmayın, bu hakikatleri yaradan sizlere fıtrat olarak yüklemiş, size çok şerefli bir görev alanı biçmiş. Yarının liderlerini, önderlerini yetiştirmek. Bunlar okullarda, sokaklarda olmuyor, evinizde yapmanızı istiyor. Öze dönüşün zamanı çoktan geldi, geçiyor. Fıtratınıza uygun olanı yapmanız, size hem bu dünyada hem de yarın Rabbinizin huzurunda azaptan kurtaracak.  

Şöyle bir hesap yapın, feminist olarak evden çıktınız, bir işyerinde çalıştınız. Bunun karşılığı emekli oldunuz ve paranız, imkânınız oldu. Evlendiniz ve çocuğunuz oldu. Sonra siz işe çocuğunuz kreşe. Böylece çocuğunuzu siz değil bakıcılar, kreşler yetiştirdi. Siz de parasını ödediniz. Ne elde ettiniz? Bir düşünün. Eğitmek yok, bakıcılar bakıyor, kreşler yetiştiriyor. Çocuklar annesiz, babasız büyürken toplumda ifsada uğruyor. Oysa fıtri olana tabi olsaydınız, Yani Rabbinizin emrine uyarak sizler için belirlediği alanda çabalasaydınız, yaptığınız her şey ibadet olacaktı. Şöyle düşünün! Sizin nasıl biri olmanız mı önemli yoksa yetiştirdiğiniz nesil mi? Yani çocuğunuz mu önemli? Çalıştınız, zengin oldunuz, ne kazandırdı size? Bir de şöyle düşünün! Ev hanımı olabilirsiniz amma evinizde öyle çocuklar yetiştirirsiniz ki yarının liderleri, ilim adamları, âlimleri olabilir. Hangisi daha gurur verir sizlere? Birileri biz, Müslümanları aldatıyor, bize bir şeyler gösteriyor. Amma biz onların gösterdiklerine bakarken, bizden neleri aldıklarını fark edemiyoruz.

Benim şahsen şöyle bir okumam var. Başörtüsü bu sistem için kırmızı çizgi olarak bizim önümüze konuldu. Müslümanlar başörtüsü hakkını almak için çok bedel ödedi. Geldiğimiz noktada düşünün, dün kırmızı çizgi olan örtü bugün onu kırmızı çizgi görenler tarafından anayasa maddesi olarak teklif ediliyor. Müslümanlar şöyle düşünmeli. Amaç başörtüsünü yasaklamak değildi, onun temsil ettiği değerleri yasaklamaktı. Başörtüsü bir simgeydi, Müslüman kadının simgesi… Onu takan kişi için belirleyici tek otorite vardı: İnandığı din… O din kadına bir rol biçmişti. İşte bugün geçmişte bunu yasaklayan sistem, şimdi tersini yapıyorsa demek ki amaç örtü değilmiş, onun değerleriymiş. Değerler ortadan kalkınca örtü sorun olmuyormuş. Sistemin yapmak istediği kadını ulaşılır kılmakmış. Adına özgürlük diyorlar, kadın evinden çıksın rahat ulaşalım. Bugün bu mümkün oldu ve artık sistem bile başörtüsünü kanun yapın diyor. Çünkü amaç hâsıl olmuştur. Zaten amaç örtü değil onun temsil ettiği değerlerdi, oda kalmadı.

Bu yazıyı okuyunca kadın düşmanı falan olduğumu düşünebilirsiniz ama kesinlikle böyle bir düşüncem yok, bir Müslüman olarak olamazda. Ortada bir vakıa var. Bunu anlayabildiğim kadarıyla yorumlamaya çalışıyorum. Bunlar Kur’an ayetleri değil bizim okumalarımız, yorumlarımız, inşaallah faydalı olur. Ahmet kalkan hoca -Allah ona rahmet etsin- hep söylerdi: “Bugün evinize Hz. Peygamber aniden habersizce gelse yüzünüz mü kızarır yoksa göğsünüz mü kabarır? Eğer, Hz. Peygamberden yüzünüz kızaracaksa, yarın Allah’ın huzurunda ne yapacaksınız?”. Kendimize, ailemize, çevremize bakalım, Müslümanları gözlemleyelim, servet biriktiriyoruz, gece gündüz çalışıyoruz, bir şeyler biriktiriyoruz. Bu biriktirdiklerimiz, bu dünya için mi yoksa asıl yurt Ahiret için mi? Sevgilerimiz bile kapitalistçe olmuş. Sevme karşılığında bir şeyler bekler olmuşuz. Artık Allah için sevmek pek makbul sayılmıyor. En makbul sevgi karşılığını aldığımız sevgiler olmuş. Kadınımız, kocasını parası, malı ve ona sunduğu imkânlar kadar seviyor. Bunun tersi de erkek için böyle. Oysa, yaradan yarattığı kullarına bunları hiçbir karşılık beklemeden vermiş, fıtratına yüklemiş. Biz bunları bile parayla satacak hale geldik.

Kanaatimizce, bütün bunların temelinde yatan sıkıntı, insanımızın Kur’an’ı kendine yurt ve yaşam merkezi edinememiş olması. Kur’an’î hayat: kendinizi rahmanın rahmetine bırakıp, Kur’an atmosferinde bir yaşam biçimi geliştirmek. Buna Kur’an’ı yurt edinmek, Allah’ın yarattığı yerde veya yurtta onun istediği yaşam biçimini hayata geçirmek denir. İşte huzurun, mutluluğun reçetesi. Biz bundan uzaklaştıkça bozuluyoruz veya rahmetten mahrum kalıyoruz. Sorunlar, sıkıntılar sarmalında kıvranıp duruyoruz. Kendimizce çözümler buluyoruz. Bulduğumuz çözümler sadece sorunları büyütüyor.

Biz Müslümanlar, özellikle tevhidi döşünce de olan Allah’ın ve onun resulünün sahih sünnetini bilen insanlar olarak dönüp topluma ve kendimize bakmak zorundayız. Evliliklerimiz, aile hayatlarımız ne kadar Allah’ın kitabına uyuyor ve ne kadar Rasulullah’ın sünnetine benziyor? Hani biz konuşarak değil de yaparak örnek olacaktık. Kız istemelerimizin, düğünlerimizin, yaşam biçimimizin, eleştirip yerden yere vurduğumuz bu toplumdan ne farkı var, dönüp bakmak zorundayız arkadaşlar. İş buralardan başlıyor, buraları çözemeyenler Allah’ın rahmetine mazhar olma hayalleri kuruyor. Biz daha evimize, çocuklarımıza Allah ve onun resulünün öğrettiği değerleri getirememişiz, topluma hangi yüzle çıkıp söz söyleyeceğiz. Dönüp hoca bize bunları anlatıyorsun da bizden farkın ne demezler mi? Kur’an’ı yurt edinemeyen, O’nun Rasulünü anlayamaz. Kur’an’ı yurt edinemeyenler, Kur’an’î bir yaşam inşa edemezler.

Yaygın ve tabi yaygın olduğu kadar da yanlış bir kanaat var, şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasının yalnız tasavvuf çevrelerine has olduğuna dair. İşin doğrusu ise, gerek kendisini herhangi bir din veya dini yaklaşıma, gerek seküler bir ideolojiye nispet eden toplulukların çoğunun, aslında bu anlamda bir “tarikat yapılanması” niteliği taşıdığı gerçeğidir.

Aradaki yegâne nüans, tasavvuf çevrelerinin bu işin adını koymaları ve şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasını teoride de savunuyor olmalarıdır. İş pratiğe gelince, şeyh-mürit ilişkisini ve ona dayalı tarikat eksenli yapılanma biçimini teori düzlem ve düzeyinde eleştiren toplulukların büyük kısmı, pratikte mahza tarikat niteliğine haiz bir yaklaşım ve işleyiş üzere bulunmaktadır.

Geleneksel algıyla oluşturulmuş türbeleri bir tazim ve takdis mekânı edinen, oralarda medfun olan insanlara “ricalul gayb” tanımlamasıyla kimi “ilahi” vasıflar atfederek onları “aracı ilahlar” olarak konumlandıran toplulukları “tarikat” olarak niteleyip de, resmi/egemen türbeyi tazim ve takdis mekânı edinen, orada bağlılık ritüelleri gerçekleştiren, gönül ve zihin kıbleleri, Âlemlerin Rabbi’nin egemenlikle ilgili temel sıfatları olan rablik, ilahlık ve meliklik (talim-terbiye, yol gösterme ve emretme/hükmetme) sıfatlarının kendisinde vehmedildiği bir “başöğretmen”, “ulu önder”, “ebedi şef” figürüne yönelik olan bir başka topluluğu tarikat olarak nitelememek doğru bir yaklaşım olabilir mi mesela?

Daha önce de şeyh-mürit ilişkisi üzerine çeşitli yazılar yazdık ve “mü’min ile mürit farkı”nı izah etmeye çalıştığımız değerlendirmelerde bulunduk. Buradaki temel fark, mü’min olmanın temelinin, Yüce Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi aktif tutarak, O’nun Kitab-ı Kerimiyle ve Rasulünün (a.s.) Kitab-ı Kerim’e dayalı örnekliğiyle (sünnetiyle) doğrudan muhataplık bilinci üzere olunması ile, akıl ve iradeyi başka kişi veya mercilere teslim ve tâbi kılarak “sürü psikolojisiyle” hareket etmektir.

İşin temeli, İslam’ın öngördüğü saf düzenine dayalı yatay cemaatleşme/toplumsallaşma ile, hiyerarşi esasına dayalı piramit usulü toplumsallaşma farkına dayanmaktadır.

İslam’ın bize namazla, hacla talim ettiği saf düzeni yapılanma, Allah’ın dinine fert fert muhatap olan ve dolayısıyla asli mükellefiyetlerde eşit olan mü’minlerin, ilim ehli-ilim tâlibi, yönetici-yönetilen, âmir-memur, işveren-işçi olarak saf düzeninde bir araya gelmeleri ve aralarında bir kimsenin bir adım öne çıkarak onlara imamlık/önderlik etmesi temellidir.

Piramit usulü yapılanmada ise bu temel eşitlik bozulmakta, fertler ve toplum kesimleri arasında hiyerarşi katmanları oluşmakta ve tepeden aşağı doğru mutlak itaat ilişkileri teşkil edilmektedir.

İslam’ın öngördüğü cemaatleşme/toplumsallaşma biçimini Âl-i İmran 103. ayet-i kerime bize çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.[1] Ayet-i kerimede Rabbimiz, biz mü’minlere hep birlikte Hablullah’a sarılmamızı emretmektedir. Burada cemaatleşme/toplumsallaşma usulü net olarak bildirilmiş olmaktadır, ki az önce de belirttiğimiz gibi namaz ve hacda temsili karşılığını da bulduğu üzere Rasulullah ve güzide ashabının cemaatleşmesi bu esas üzere olmuştur.

Dikkat edilirse Rabbimiz, cemian (hep birlikte) kendi ipine (Kur’an’a) sarılmamızı bildirmektedir. Yani Rasulullah’ın da, İslam cemaatinin diğer tüm fertlerinin de mükellef olduğu temel husus, Allah’ın ipine ve hep birlikte sarılmaktır. Rasulullah ve onun dini, siyasi ve ictimai[2] önderlik misyonunu herhangi bir zaman ve mekânda üstlenen herhangi bir mü’min, bu konuda diğer mü’minlerle aynı muhataplık ve mükellefiyetle yükümlü tutulmaktadır. Kısacası, Allah’ın ipi bir kişinin elinde, diğer insanlar o kişinin elindeki ipi tutacak değildir, fert fert herkes kolektif bir bilinç ve yönelim içerisinde topluca/cemian Allah’ın ipine yönelecek, topluca (Kur’an’a) sarılınacaktır. Önderlik/imamlık mevkiinde olanların buradaki rolü, Allah’ın ipine sarılma ameliyesi konusunda insanlara öncülük etmektir, ipi elinde tutmak, insanları elindeki ipe sarılmaya çağırmak, yönlendirmek değildir.

İslam’ın Toplumu, İlim Toplumudur

İslam risaletinin oku emriyle ve ardından da, yazmanın ve öğrenmenin öneminin vurgulanmasıyla, el-Ekrem olan Rabbimizin insana en büyük ikramının/nimetinin ona kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesi olduğunun bildirilmesiyle başlamasının[3] sebebi de işte budur. Fert fert muhatap ve mükellef olunan Kitab-ı Kerim’in öğrenilmesi, her mü’minin ona nispet edilen başka iplere değil, bizatihi ona (Hablullah’a) diğer mü’minlerle birlikte kolektif bir bilinç ve yönelimle sarılmasının temin edilmesi…

İlk Kur’an neslinin, Rasulullah’a dahi körükörüne değil, tahkik temelli bir bilinçle ittiba etmiş olmasının temelinde, İslam’ın ilim temelli bir iman ve amel (ittiba) öğretisine sahip olması yatmaktadır. Rasulullah’ın Mekke’de vücuda getirdiği cemaat ve Medine’deki inşa ettiği İslam toplumu tam anlamıyla bir ilim toplumu idi.

Onlar, Rabbimizin “Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36) beyanını gayet iyi kavramışlar ve ona göre hareket etmekteydiler.

Kur’an’ın bu açık beyanları ve Rasulullah ile beraberindeki ilk neslin, taklit yerine tahkik ve buna dayalı ittiba eksenli toplumsallaşma örneklikleri sebebiyle, ilk dönem âlimler taklidi kesinlikle caiz görmemişler, âlimlere/fakihlere değil, onların gösterdikleri delillere (deliller ikna edici ise) ittiba edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Delile ittiba yerine, fakihlere veya onlara nispet edilen mezheplere körükörüne tâbi olmak şeklindeki taklitçilik kültürü, saltanat idarelerinin Müslümanları bilinçten ve dinamizmden uzaklaştırmak gayesiyle dayattığı bir bid’at olmuştur.

Bu taklit kültürünün kurumsallaşmasıyla birliktedir ki, Kur’an’a ve Rasulullah’ın örnekliğine (sünnetine) ittiba bilincinin yerini, kişilere veya topluluklara sürü psikolojisiyle tâbi olma yönelimi almıştır ve bu durum asırlardır devam etmektedir.

Zaman zaman bu durumun İslam düşmanlarınca “biat kültürü” şeklinde nitelendirildiğini de görmekteyiz ki, bu da ancak “seküler tarikatların” sürü psikolojisiyle hareket eden müritlerinin koyu cehaletiyle açıklanabilecek bir durumdur. Biatla taklidin birbirlerinin tamamen zıddı iki yaklaşım ve yönelim olduğunu bilmelerini, seküler müritlerden beklemek beyhude olur. Onların tek yaptığı, kendilerine yüklenen ezberleri tekrarlamaktan ibarettir, tıpkı geleneksel müritlikte olduğu gibi.

Biat, bilinçli bir tercih ve ölçülere ittiba zemininde, iradeye dayalı ve karşılıklı yükümlülük doğuran (biat edilen merci, Rabbani ölçülere sadakatla; biat eden ise, bu şartın sürdürülmesi koşuluyla o merciye itaatla yükümlüdür) bir sözleşmeyi ifade ederken, taklit, körükörüne bir bağlılık anlamına gelmektedir.

Körükörüne bağlılığın İslami ıstılahtaki karşılığı ise, bu şekilde bağlanılan kişi veya merciyi rab edinmektir. Bu konuda Tevbe sûresi 31. ayet ve Rasulullah’ın, Adiy b. Hatem’in bu ayetle ilgili sorusu üzerine yaptığı tefsir ile Âl-i İmran sûresi 64. ayetin mesajı yeterlidir.

Dost Acı Söyler

Konuyla ilgili bu temel çerçeveyi ifade ettikten sonra başlıkta ifade ettiğimiz meseleye gelecek olursak… Maalesef Müslümanlar olarak böyle ciddi bir sorunumuz olduğunu kabullenmek zorundayız. Kendimizi beri görsek, Kur’ani ölçüler içinde bunun tamamen yanlış bir itaat ilişkisi olduğunu dillendirsek de, şeyh-mürit ilişkisi düzleminde bir tarikat yapılanma biçiminin kendisini “tevhidi” olarak niteleyen çevrelerde de yaygın/baskın olduğunu ifade etmemiz gerekir.

Dost acı söyler. Biz, hesabı mutlaka verilecek bir hayat yaşadığımıza iman eden insanlarız. Dolayısıyla, hakkı tavsiye, emr-i bil ma’ruf çerçevesinde Müslümanlar arasında gördüğümüz aksaklıkları dile getirmemiz üzerimizde bir mükellefiyettir. Tabi bunu imha değil ıslah niyet ve bilinciyle, o zeminde yapmak kaydıyla.

Öncelikle şu gerçeği kabul edeceğiz ki, “müritlik” bir zihniyet biçimidir. Tasavvuf topluluklarına has, onlarla sınırlı bir yönelim değildir, ki makalemizin başında bu hususa değinmeye çalışmıştık. Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi kullanmak yerine, onları başkalarının akıl ve iradesine tâbi kılmak demektir. Burada, kişi veya toplulukların akıl ve iradelerini tâbi kıldıkları akıl ve iradenin hidâyet üzere mi dalâlet üzere mi olduğu önemli olmakla birlikte, konumuz açısından ikincil bir husustur.

Zira akıl ve iradenin tâbi kılındığı irade, kişi veya topluluk açısından merkeze yerleşmekte, hidâyet üzere veya dalâlet üzere olmak, tâbi olunan o akıl ve iradenin tercihlerine bırakılmaktadır. İstikamet ve istikamette istikrarı sağlayacak olan denetim ve ikaz mekanizması böylece ortadan kalkmakta, tâbi olunan akıl ve irade yanlışa düştüğünde, o topluluk da onunla birlikte yanlışa düşmektedir.

Biz bu coğrafyada bu durumu son yirmi yıl içinde çok acı tecrübelerle yaşadık. Birkaç kişinin, Kur’ani/Nebevi ilkeler yerine reel-politiğe dayalı “maslahat” temelli yanlış tercihleri, toplulukların tercihi haline dönüştü. Böylece, o toplulukların fertlerinin, tevhidi ilkelere ittiba ederken de aslında o birkaç kişinin iradesine tâbi olarak bu doğru zeminde bulunmakta oldukları görülmüş oldu. O birkaç kişi zeminlerini değiştirince, topluluklar da onlarla birlikte zemin değiştirmiş oldu.

Bu konu sadece ilkelerde istikamet ile de sınırlı değildir tabii ki, topluluk içindeki veya dışındaki müminlerle ilgili tutumlar, tavırlar konusunda da, akıl ve iradelerin kendisine tâbi kılındığı kişinin tercihleri belirleyici olmaya başlamakta ve böylece bir kişinin tercihleri o topluluğun tercihlerine dönüşmektedir ki, bu tercihler içinde haksız olanlar varsa, o topluluk bu haksızlığa ortaklık etmiş olmaktadır.

Yıllardır şahitlik ettiğim bir gözlemim var ki, o da genelde önde olanların kendilerine dâvâ arkadaşı yerine “mürit” aradıkları, insanların da aynı şekilde dâvâ arkadaşı yerine kendilerine tâbi olup takip edecekleri “şeyh” aradıkları yönündedir. Bu konuda gerçekten ibret verici tanıklıklarım oldu.

Siz, Kur’ani/Nebevi ilkelerde aynı çizgide olduğunuzu düşündüğünüz bir topluluğu, geleneksel bilgilerde kendisini yetiştirmiş birisiyle görüşsünler, dayanışma içinde olsunlar diye tanıştırıyorsunuz, birkaç yıl geçiyor ve bakıyorsunuz ki o topluluk, tanıştırdığınız kişiye mürit olmuş ve ulaştıkları Kur’ani/Nebevi doğrulardan geriye giderek, tevhidi netliklerini yitirmişler.

Müslümanlar arası diyalog ve birliktelik arayış ve çabalarına dahil olmuş görünüp de, kendi “güdümünde” gördüğü topluluğu bu birliktelik arayışıyla kaynaştırmaktan imtina ederek, mü’minler arasında köprü olmak yerine duvar işlevi görenler… Daha nice böyle tanıklıklar…

Bu gibi tanıklıklarımın bir hâsılası olarak zaman zaman kullandığım “Kendilerine dâvâ arkadaşı yerine mürit arayanlar, müritleştiremeyecekleri kimseleri yanlarında istemezler” şeklinde bir ifadem var. Maalesef ortalık kendisine mürit arayanlar ile şeyh arayanlardan geçilmiyor. Bu durum böyle devam ettikçe, bu “şeyh-mürit” zincirini kırıp, Hablullah’a topluca sarılma bilinciyle bir araya gelen, Allah’ın akıl ve irade sahibi kıldığı eşit kulları çerçevesinde hareket etmeye başlamadıkça da, İslami bir toplumsal ve siyasal dönüşümü gerçekleştirme imkânımız olmayacaktır.

İslam'da "hocalar ve onların tâbileri" şeklinde dikey bir örgütlenme biçimi yoktur. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, İslam toplumu bir ilim toplumudur, öyle olmak zorundadır. Sosyal ve siyasal işlerin yürütülmesi anlamında öne geçenler (umera) ve ilimde derinleşenler (râsihun) olmakla birlikte, her biri İslam'ın ilkelerini bilen ve birbirlerini bu ilkelerle denetleyen insanlardan oluşan bir toplumdu İslam toplumu.

Bu toplumu yeniden inşaya giden yol ise, bugün topluluklarımızı bu esas üzere yapılandırmaktan geçer. Dolayısıyla şu veya bu hoca/hocalar ve onların tâbileri gibi bir görüntü oluşturmak, Kur'ani/Nebevi çizgiye uygun değildir. Bu ister istemez dikey bir örgütlenme algısı ve biçimini doğurmaktadır. Saf düzenini bozmamak ve safları da sık tutmak gerekir. Oysa bugünün Müslümanları olarak ufak tefek gerekçelerle safları ayrıştırmayı ne kadar da seviyoruz.

Her Müslüman, gerektiğinde İbrahim (a.s.) misali tek başına bir ümmet olma vasıf ve sorumluluğunu taşıyabilecek nitelikte bağımsız bir şahsiyete sahip olmalıdır. İslam'ın hedeflediği cemaat ve ümmet, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine bizzat muhatap olarak bağımsız İslami şahsiyet sahibi olma vasfını kazanmış fertlerin teşkil ettiği, hayatı ve mücadeleyi paylaşan, birlikte omuzlayan birlikteliktir.

Cemaatlerimizin, dernek ve vakıflarımızın "Hulusi abiyi seven, onu takip eden ve onun sevdiklerini sevip sevmediklerini sevmeyenler" kulübü olmaktan çıkıp, Allah ve Rasulü'nü ve Allah'ın sevdiklerini (O'nun sınırlarını gözetme cehdinde olanları) seven ve aralarında, hiyerarşik bir “takip edilen - takip eden” ilişkisi değil, hep birlikte saf düzeninde İslam'ın ölçülerini takip eden mü’minler topluluklarına dönüştürülmesi gerekiyor.

[1] “Hepiniz birden Allah'ın ipine (Allah'ın Kitabına) sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünerek parçalanmayın…” (Âl-i İmran, 3/103)

[2] Burada “dini, siyasi ve ictimai” şeklinde üç ayrı terim kullanmamız, anlatım kolaylığı içindir. Zira malumdur ki “dini” terimi, diğer iki terimi de mündemiçtir.

[3] Bkz: Alak, 96/1-5

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

Ahsen-i Takvim üzere yaratılan insan, vücut yapısıyla, ruhuyla, canıyla, irade ve aklıyla, temiz fıtratıyla Rahman'ın kulu insan, canlıların en şereflisidir.

Esfele’s-safilin ile de yaşayan canlıların en şerlisi olabilmektedir! Yeryüzünü fesada uğratan, ekini ve nesli bozan, öldüren, fitne çıkaran, cimri, bencil, iman yönünden akıl yoksunu, zinaya yol açan, faizci, terör uygulayan aşağıların aşağısı zalimi zalim insan!

Kirâmen Kâtibin (Hafaza) melekleri her bir yanımızdan kayıt altına almakta. Beş duyu organlarımız olan dil, tat almayla; kulak, seslerle; burun, koku almayla; göz, görmekle ve kalp idrak ile beyin ise bunları kaydetmekte; el yapmakla; ayak yürümekle şahitlik etmekte, her bir şeyi en ince detayıyla hatta zerre miktarı iyilik veya kötülük kayıt altına alınmakta.

Bunları da yönetense insana verilen akıl nimetidir. Beş duyu organlarımızı nefis ve irade yönlendirir ve bunun üzerinde akıl tümüyle yönetir. Fıtratını koruyan akıl nimetin emrindeki insan mü'min olur. Mü'min olan ise cennet yolcusu olur.

Fıtratını kirletenlerin ise cin ve insan şeytanları, nefis ve iradesi aklını esir alır, yani aklını kullanmaz, dolayısıyla da kişi kâfir olarak cehennem yolcusu olur.

Dil tat alma duyusuyla tattığını unutmaz, lezzetleri tek tek bilir ve beyin ise kayıt yapar. Yeni doğan ve büyüyen çocuk,  birçok eşyaya elliyle, diliyle ve ağzıyla dokunur.

Böylece eşyayı ve yiyecekleri de tanımış olur. Dil söylediği ile de mes’uldür. İyi veya kötü söylediği her söz, beyin ve melekler tarafından kayda geçirilir. Dil bozuk yiyecekleri, tuzlu, acı, meşrubat çeşitlerini, tattığı tüm yiyeceklerin lezzetini veya leziz olmayanı bilir ve unutmaz. Haram yiyecek ve içeceklerin tatları ve acılarını da unutmaz. Dil ahirde şahitlik yapacak! "İnsan onu da bilir mi?"

Kulak duyduğu sesleri yıllar geçse de unutmaz. Kulağın her duyduğu ses beyin tarafından kaydedilir. Yıllar geçse de konuşulan sesleri ve sahibini genelde bilir. Telefonda ki sesin sahibini genelde tanır. Su sesini, hayvanların sesini, ağaçların, rüzgarın, deniz dalgaların, insan seslerini vs. unutmaz bilir.

Burun her tür kokuyu algılar ve güzel kokuları, pis kokuları, yiyecek aromalarını, leziz yemek kokusunu, leş kokusunu bilir. Aslında koku alma, güzel bir nimettir. Halk deyimi ile “burnuma pis kokular geliyor”; denilen yerden uzak durmaktır.

Göz görme ile insanın en değerli organıdır. Güzele bakmak sevap değil,  güzel bakmak sevaptır. Göz gördükleriyle şahittir. Her gördüğünü beyin kayıt yapar. Sürekli harama bakan göz, zamanla vücut fiili ile haramı işler. Kişi gördüklerini yıllar geçse de unutmaz. Göz aslında irademizle yaptıklarınızı kamera gibi kayıt yapmakta. Silemeyiz, çünkü beyin gördüklerini kaydetmiş; ancak Allah dilerse tevbeyle siler.

İnsan kendini tanımalı, bize verilen beden gömleği emanet olduğunun bilincinde olmalıyız. Emanet verilen beden gömleğini vakti gelince çıkaracağız ve aslı olan toprağa dönecek, ruh ise Allah'a dönecek. İnsan yarın ahirette organların dile geleceğini, aleyhimize veya lehimize şahitlik yapacağını unutmamalı.

“O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler ayakları yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsin, 65)

Vücut donanımını güzel yapan ve inşa eden Allah'ı sürekli zinde tutmalı; Tevbe ve istiğfarla dilimiz ıslak olmalı. Vücudumuzu bilen bizler değil; sadece Allah'tır. Yaptığımız her işe dikkat etmeli, yarın duymak istemediğimiz, görmek istemediğimiz her bir fiilden uzak durmalı, söylediğimiz her sözü bilinçli söylemeliyiz.

Pişman olacağımız her ve takva yolu olur. Ahirette de cehennem azabından kurtulur.

Bu yazımızda cemaat olgusunu veya diğer bir deyişle kavramını analiz etmeye gayret edeceğiz.  Önce cemaat ne demek biraz ona bakalım. “Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem‘ mastarından türeyen Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” manasına gelir. Fıkıh terimi olarak namazı imamla birlikte kılan topluluğu ifade etmek için kullanılır.

İslâm dininde cemaat halinde ibadet teşvik edilmiş, hatta bazı ibadetler için cemaat şart koşulmuştur. Her gün kılınan beş vakit namaz, haftada bir kılınan cuma namazı, bayram namazları cemaatle eda edilen belli başlı ibadetlerdir. Cemaatle namaz, Müslümanlar arasında mevcut manevî bağın en önemli tezahürlerinden biridir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında disiplin, sevgi ve düzenin yerleşmesini ve ibadetlerini severek yapmalarını sağlama amacına yönelik olmalıdır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca cemaate namaz kıldırması, hastalandığında da cemaate katılarak Ebû Bekir’in arkasında kılması, konunun İslâm’daki yerini göstermesi bakımından önemlidir.”

Yukarıda kelime anlamı ve İslâm literatüründeki anlamlarından da anlaşılacağı üzere cemaat bizim anladığımız gibi değil yani bir topluluğun bir kişi etrafında toplanması ona itaat etmesi veya biat etmesi değil. Cemaat aslında aynı dinin müntesiplerinin bir araya gelmesi toplanması fikir alışverişinde bulunması kaynaşması vesaire bu manaya geldiği açıktır. Hz. Peygamber (s.a.v) de bunu pratik olarak uygulamış bizlere bu konuda da örneklik teşkil ediyor.

Öncelikli olarak gelin bizde cemaat konusu nasıl anlaşılıyor biraz buraya bakalım! 21. yüzyıl Türkiye’sinde hemen hemen her insana “cemaat nedir” diye sorulduğunda bir hocaya tâbi olmak olduğunu anlıyorlar. Bu toplumda yaygın bir kanaat fakat yanlış bir kanaat. Yukarda da açıkladığımız gibi cemaat bir kişiye, bir meşrebe verilen isim olmamalı aksine tüm Müslümanların kuşatan ortak bir anlayışı ifade etmelidir. Hz Peygamber’in etrafında toplanan insanlara bugün ne diyoruz, ashâb, yani “arkadaş”lar. Hz. Peygamberin öğretisinde cemaat, sadece namaz için kullanılan bir kavarmdı. Yani arkadaşların/ashâbın beraber namaz kılmasına cemaat deniliyordu. Eğer onun öğretisinde cemaat bizdeki gibi anlaşılıyor olsaydı, aynı rütüelleri yapan, birbirinin kopyası topluluk olurdu, ama değil. Çevremizde adı cemaat olan o kadar çok yapı var ki irili-ufaklı, bunların hepsi bir cemaat olduğunu söylüyor. Ne ilginçtir ki hiç biri diğerini kendi cemaatinden görmüyor, aksine kendisine rakip olarak görüyor. Aslında bu irili-ufaklı yapılar tek bir cemaatin saflarından ibaret olması gerekiyorken maalesef günümüzde her yapı bir cemaat olmuş, kendinden olmayanı ötekileştiriyor hatta dinin dışına atabiliyor. Her cemaatin farklı uygulamaları, farklı düşünce yapıları var. Nasıl olacak? Aynı kitabı okuyan ve aynı Peygamberin hayatına ve sünnetine tâbi olan bu yapılar nasıl oluyor da hepsi birbirinden farklı oluyor. Genelde İslâm tarihi ve yakın tarih incelendiğinde karşımıza çıkan sonuç şu oluyor: Bir düşünce veya bir toplum için yapılan yorum veya pratik uygulama, sonraki dönemde din haline geliyor. Kitap ve sünnet bir tarafa itiliyor, o düşünce veya uygulama ilk sıraya konuluyor. Kitaptan ve sünnetten bu görüşe delil aranıyor. Aslında yapılması gereken bu yorumların kitap ve sünnet ekseninde değerlendirilip o döneme ait bir uygulama veya düşünce olduğu anlaşılmalıdır. Yani yorumla, kitap ve sünnet yer değiştirince, işte maalesef şu an geldiğimiz nokta tamda burasıdır. Geçmiş ulamamız bu yorumları gerçekten iyi bir niyetle yapmıştır ve toplumların sorunlarına çözümler geliştirmişlerdir, Allah onlardan razı olsun. Maalesef günümüzde bu çözümlemeler dinin yerini almaya başlamış. Artık her cemaatin bir dini, bir tabusu ve kutsal liderleri oluşmaya başlamıştır. Cemaat bir toplum veya topluluklar iken, aynı inanıcın etrafında toplanan insanlar tek bir cemaat iken, günümüzde her liderin arkasında veya yanında toplanan insanlar bir cemaat olmuş durumdadır. Şunu kaçırmayalım; cemaat de bütün insanlar eşittir, kimse kimseden üstün değildir, tek fark namazda önde durması, imamlık yapmasıdır. Bu durumda da o topluluk içindeki en takvalı olanı öne geçirmek gerekmektedir. Bu durum namazdan sonra bitiyor, o, yapıdaki herkes gibi bir birey oluyor, bir kutsallığı veya ona tanınmış özel bir konum, makam söz konusu değildir. Maalesef bizim toplumumuzda insanımız bu namaz kıldıran insanı kutsuyor, dokunulmazlık veriyor, artık o topluluğun neye inanması neyi reddetmesi gerektiğine o lider dedikleri kişi karar veriyor. Bunun en belirgin örneği o liderin müntesiplerine kimle görüşüp görüşmeyeceğini, kimin sohbetlerine katılıp katılmayacağını, kimin kitabını okuyup kiminkini de okumayacağını koyduğu kuralları belirliyor ve herkesin koyduğu kurallara uygulamasını zorunlu hale getiriyor. İşte bu durumda bu liderlerin çevresindekilerin neye doğru neye yanlış demelerini sağlamaya yönelik bir yönlendirmesi değil midir? Oysa İslâm da bunun tek kaynağı vahiy veya peygamberin sünneti ve örnekliği olması gerekiyordu.

Size konuyu somutlaştırma adına birkaç örnek vermiş olayım: Bir vatandaş olarak gittiğiniz (a) cemaatinde ki uygulamalar ile (b) cemaatindeki uygulamalar birbirinden farklı mı yoksa hepsi aynı mı?  Veya (a) cemaatindeki uygulamalar lider değişince farklılaşıyor mu yoksa aynı mı kalıyor? Veya gittiğiniz (a) cemaati (b) cemaatini nasıl tanımlıyor, dinin içinde mi yoksa dinin dışında mı görüyor? Peki dinin tek kaynağı kitap ve onun öğreticisi Hz. Peygamber ise nasıl farklı cemaatler veya diğer adıyla dinler oluşuyor? Evet, maalesef artık toplumda cemaatler birer din haline gelmiş, bilerek veya bilmeyerek yeni yeni dinler oluşmaya başlamıştır. Dikkat edin, hepsi aynı cemaatin safları olmaları gerekiyorken, hepsi birer müstakil din haline gelim durumdadır. Kanaatimce bunların en temel sebebi çıkar ve menfaatlerdir.

Biz hiç düşünmüyoruz veya önümüzdeki kitaptan haberimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa hepimiz aynı kitaba tâbiyiz, aynı kitaptan hesaba çekileceğiz. (a) Cemaatinin hocasının olduğunu ve Arapçasının iyi olduğunu halde (b) cemaatinin yaptığı davet çalışmalarına katkıda bulunmak için davet edildiğinde insanlara Kur’an okumayı vb. hususları öğretmek için gitmiyor, kendi cemaatinin çalışması olmadığı için. Bunu, dinin ve kitabın neresiyle izah edeceğiz? Bizim cemaat dediğimiz yapılar, biraz takım tutma gibi olmuş durumdadır. “Benim takımım, senin takımın yok kardeşim, cemaat kimsenin takımın değildir eğer bir takımdan bahsedeceksek oda olsa olsa Allah’ın takımı olur. Benzetme uygun olmadı farkındayım ama başka türlü açıklamak zor bu durumu, anlaşılsın diye bu benzetmeyi yapmış oldum. Haydi, varın benzemiyor deyin! Cemaatine tövbe istiğfar telkin eden liderler sanki kendisi bundan müstağni gibi davranıyorlar! Cemaatine peygamberi ve ashabını örnek gösterenler, kendilerinin peygamberin varisleri olduğunu nedense unutuyorlar! Cemaatine peygamberleri örnek gösterenler aslında o Peygamberlere; anlattığı kişiler değil kendilerinin benzemesi gerektiğini maalesef unutuyorlar! Bu dünyada cemaatini çoğaltma, sayılarını artırmak için çabaladıkları kadar ahireti kazanmak için çabalamıyorlar.

Gelelim Hz. Peygamber tarafında cemaat algısına ve pratik uygulamasına! Onun cemaatinde hiç kutsal lider yoktu, her bireyin değerli olduğu, her ferdin aynı statüde olduğu bir cemaat vardı. Köle ile yöneticinin statüsü aynıydı. “Ebu Leheb gibiler gelip Muhammed’e (s.a.v.) “Biz Müslüman olursak bize ne var?” dediğinde; “Bilal’e ne varsa sizede o var” cevabını alıyorlardı. Veda Hutbesinde her Müslümanı eşit olduğunu tüm insanlığa haykıran o muhteşem sözleri hatırlayın; “Acemin Araba, Arab’ın Aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” Takva nedir derseniz, onu da Allah Resûlü bakın nasıl ifade ediyor: “Takvalı kişi, içinizde Allah’tan en çok korkan kimsedir” diyor. Cemaatlerde Allah’tan en çok korkan lider midir dersiniz? Görüldüğü üzere burada bir kişinin veya makamın üstünlüğünden bahsedilmiyor. Onun cemaatinde her insan eşitti. Kendi hizmetinde olan kişi bile: “Bana hiç kızmadı, yanlış yaptığımda düzeltti ama hiç kızmadı” diyordu. Onun cemaatinde bir çocuğun bile değeri vardı, kuşu ölen çocuğa başsağlığı için giden bir liderdi o. Onun cemaatinde bir âmâ/kör kişi bile değerliydi, hem de bugünkü tabirle ülke yöneticilerinden bile çok daha fazla değerliydi. Onun cemaatinde hata yapanlar da vardı. Onun ilkesi, yanlış yapanı silmek değil aksine yaptığının yanlış olduğunu göstermek, onu yeniden cemaate kazandırmak oluyordu. Onun cemaatinde münafıklar vardı, onları tanıdığı halde ıslah etmeye gayret etti. Onun cemaatine önceden Müslümanlarla savaşmış, hatta yakınlarını şehit etmiş ve sonrada tövbe edip bu cemaate katılan sayısız insan vardı. Hz. Hamza’yı şehit eden vahşi ve Uhud savaşında Müslümanların mağlup olmasında en büyük payı olan Halid bin Velid bunlara örnek verilebilir. Onun cemaat öğretisinde Tebük seferini hatırlayın, Ka’b bin Mâlikler vardı! Onun bu cemaat bireylerine yaptığı muameleyi hatırlayın, Allah onun örnekliğiyle bir yapı inşa ediyordu. Bu cemaat dediğiniz Rahmânî bir yapı ve peygamber bile olsanız, yaptıklarınız Allah’ın onayından geçiyordu. Onun cemaatinde suç işleyenler vardı, günaha düşenler vardı, onun bu cemaat bireylerine muamelesi ise bir örneklik teşkil ediyordu. Çünkü onun yaptıkları vahyin süzgecinden geçiyor, yanlış varsa Allah Azze ve Celle tarafından düzeltiliyordu. Onun cemaatinde, kendi eşine bile iftira atanlar vardı. Onun tavrında eşi bile olsa kimseye savaş açılmıyordu, Allah dinin öğreticisine yol gösteriyordu. Onun yaptıkları ondan sonraki çağlara ve insanlığa bir örneklik olarak kalacaktı. Bu yazdıklarımıza ekleyeceğimiz çok konu var ama konu anlaşılmıştır deyip kısa kesiyorum.

Gelelim günümüze: Maalesef günümüzde cemaat liderleri birer padişah konumunda, oysa Allah Resûlü onlar için örnek idi. Neden padişah dediğimi biraz açayım: Şöyle ki cemaate kim girer kim kovulur, karar kimde dersiniz? Her akıl sahibi olanlar “cemaat liderinde” derki hakikatte budur. Peki, Allah Resûlünde neden böyle değildi? Onun cemaatine kelimeyi şahadet getiren herkes giriyor ve ben onun bir kimseyi cemaatten kovduğunu okumadım. Bizde ise lider, hoşuna gitmeyenleri, yaptıkları ve cemaate sağladığı katkı ne olursa olsun gözünün yaşına bakmaz kovar, hiçbir akıl sahibi çıkıp da: “Sen kimsin?” deme cesaretini göstermez. Allah’ın cemaatinden birini ancak Allah kovar ve Allah bu yetkiyi peygamberine dahi vermemiştir. İşte bu yüzden padişah diyorum, çünkü bunu ancak padişahlar yapar. Allah’ın dininin padişahı var mıdır onu varın siz araştırın? Daha öncede bir yazımda bahsetmiştim, cemaat dediğimiz yapı veya oluşum Allah’ın ve onun resulünün yapısı mıdır yoksa kişilerin şahısların yapısı mıdır? Eğer cemaat dediğimiz yapı Allah’ın yapısıysa o zaman Allah’ın kuralları geçerli olur o yapıya kim dâhil olur, kim olmaz onun kararı Allah’a ait olması gerekir. Güncel tabiriyle cemaate giren veya çıkarılacak olanın kararı Allah’ın kitabı ve onun resulünün pratik sünneti karar vermek zorunda olmalı. Onun dışında yapılanlar yani Kur’an ve sünnet dışında yapılanlar din olmaz sadece kişinin yorumu olur ki bu din değil. Bir şeyin din olması için olmazsa olmazı Kur’an’a ve sünnete uygun olması gerekir. Peki, günümüzde bu nasıl oluyor derseniz işte burası içinden çıkılmaz bir kuyudur. Çünkü cemaat günümüzde şahısların üzerine kurulu yapıların ve buralara ne olacağına da şahıslar karar veriyor haklarını yemeyelim yaptıklarına da kitaptan ve sünnetten bir delil buluyorlar. Konunun özeti şudur; Allah ve resulünün cemaat anlayışından saltanata evrilen bir durum arz ediyor bizim cemaatlerimiz. Oysa Allah’ın ve resulünün örnekliğiyle biz mü’minlere pratikte uygulayarak gösterdiği yol ve yöntemi merkeze koymak zorundayız. Müslüman bir birey istediği safta namaza durmalı. Çünkü her yapı büyük İslâm cemaatinin bir safı olmalı, bireyler istedikleri saflarda olmalılar, safı değişen cemaatten kovulmamalı. Unutmayalım din Allah Azze ve Celle’nindir. Tutulan saflar arasında değişimler olsa da herhangi bir saftan çıkarak başka bir safa dahil olmanız sizi dinden çıkarmaz bu durum sadece sizin tercih ettiğiniz safı gösterir. Her yapı Allah ve onun Resulünün yolunu takip ettiğini iddia ediyor. Bu iddialarında samimiyseler kendilerinde olan imkânları her yapıya ve her Müslümanın istifadesine açmak durumundadırlar. Ellerindeki imkânları sadece kendi cemaatlerinin imkânı olarak görmemeliler, ufak bir zümreye hapsetmemeliler, bu şekilde hareket etmelerinin ilâhî cezaya kendilerini müstahak kılacağını unutmamalılar.

Gelin şu sözleri sloganlaştıralım: Cemaatlerin saltanatından Allah ve resulünün örnek cemaatine hicret edelim” diyelim. Gelin: “İmkânlar benim ve cemaatimin değil tüm Müslümanlarındır diyelim. Gelin Müslümanların içini kemiren, lider kibrinden, şahsî ikbal beklentilerinden, Allah ve Resulünün örnekliğine hicret edelim. Gelin cemaatlerde Allah ve resulünün örnekliğini tahsis edelim! Önümüzde duran, içimizdeki en takvalı olanımız olsun varsın sıradan bir vatandaş olsun. Gelin kendi cemaat bağnazlığımızdan, Allah’ın cemaatinin bağnazlığına koşalım. Gelin kendi liderini kutsayan bireylerden, Allah’ı kutsayan anlayışı hâkim kılalım. Gelin cemaatimize ve vakfımıza, derneğimize bir yabancı geldiğinde buranın lideri kim dedirtelim tıpkı Allah resulünün Medine’sinde olduğu gibi. Gelin benim cemaatim, benim ikbalim, benim yapım, az olsun benim olsun demeyelim, çok olsun, az olsun bütün Müslümanların olsun anlayışına koşalım. Gelin yarın Allah ve O’nun Resulünün huzuruna gittiğimizde yüzümüz ak, başımız dik olarak durabilelim. Ey Allah’ın Resulü biz senin öğrettiğin gibi yaptık diyebilecek güzel örneklikler koyalım insanlığın önüne. Gelin bizi gören her birey her fert gördüğünde işte Allah’ın Resulüne ne kadar çok benziyor dedirtelim.

Bu yazdıklarımız imkânsız değil, eğer imkânsız olsaydı Allah peygamberine yaptırmazdı. O bizim örneğimiz, istesek bizde çok rahat yapabiliriz, ama istemiyoruz. Korkularımız var, elde ettiğimiz imkânlar, etrafımıza doluşan topluluklar ve en önemlisi de karizmamız var, elimizden gitmesinden korktuğumuz. Unutmayın ki yarın Allah’ın huzurunda bu saydıklarımız, bizim cennet nimetlerine ulaşmamamıza mal olacak, hesabını veremeyeceğimiz veballer ve hesaplar olarak çıkacak karşımıza.

Size tasfiyem: Hz. Peygamber’e bakın, Allah’ın en çok değer verdiği kimseydi, onun hiç böyle bir derdi olmadı. İsteseydi Allah onu yeryüzünün en zengini veya en itibarlı insanı yapardı ama ne o istedi nede rabbi bunu Murad etti. O gün için sıradan biriydi, yeri geldi aç kaldı, yeri geldi parasız kaldı, amma Rabbine güvendi, insanlığa bunu öğretti, işte cemaat nedir, birey nedir, cennet nasıl kazanılır, işte yaşayarak bizlere örnek oldu. Günümüzde ona benzeyen insan yok. Bu soruyu kime sorsanız “yok” der. İşte bizlere, bu zamanın Müslümanlarına ona benzeyen insanlar yetiştirmek düşüyor. Kurslarımız, okullarımız, kendi cemaatimize değil Allah ve onun resulüne insan yetiştirmeli. Yıkıp tahrip ettiğimiz her şeyi aslî konumuna geri koymak zorundayız yoksa hesap çok şiddetli olacak. Bu hesabın altından ne siz liderler, nede etrafınızda toplanan taassupçular kalkamayacak. Tüm Müslümanlara çağrımız: Gelin cenneti bu dünyada kazanın, varsın bu dünyada saltanatımız olmasın. Rabbimizin rızasını kazanarak ebedi hayatta saltanat sürelim. Önümüzde iki seçenek var ya ateş çukuru veya hiçbir aklın bile düşünemeyeceği ebedi olan nimet yurdu. Rabbim bizleri o nimet yurdunda toplasın.

Kur’an’a vakıf, onu okuyanın hemen ilk fark edeceği konu, peygamberler ve onların mücadelesi olacaktır. Hemen her gelen resûl, geldiği zalim ve tağutî düzenlerde, Allah’tan gayrı nice rableri olan insanlığı Allah’a davet etmiştir. İnsanlığın içerisinde teker teker insanları İslam’a davet etmişlerdir. Hiçbir peygamberin yanında Allah’a iman etmiş günahkâr bile olsalar hiçbir Müslümanı kovmadıklarını hatta tavır koyup ötekileştirmediklerini göreceksiniz.

Peki, bugün kendini peygamber varisi olarak gören cemaat liderleri, kanaat önderleri hangi hakla peygamberin bile kendinde görmediği cesareti kendilerinde görüp Müslümanları ötekileştiriyor, yetmiyor tavır koyuyor. Yetmiyor yeri geldiğinde dinden bile aforoz ediyorlar. Onlara peygambere verilmeyen yetkiler mi verildi de bunları biz mi bilmiyoruz! Yok, öyle bir yetki söz konusu değilse o zaman Müslümanların önünde duran liderlerden peygamber sünnetlerini öncelikle kendi üzerlerinde uygulamalarını istiyoruz. Bunu istemek için önce Kur’an’ı ve peygamberleri iyi tanımalıyız ki önümüzde duran liderlerden bunları isteyebilelim. Yani iş dönüp dolaşıp yine bize dönüyor, biz bileceğiz ki kimse bizi Allah’la aldatmasın. Çok önemsediğim, altını kalın çizgiyle çizdiğim şu ki; Allah, peygamberini görevlendiriyor, yanlış yaptığında ise düzeltiyordu. Peki, Peygamber neden yanlarındaki münafığı, günahkârı, kovmuyor, neden ötekileştirmiyordu? İşte önümüzde, kendilerine lider dediklerimiz bunları yapıyor mu yapmıyor mu, buraları iyi okumalıyız. Unutma eğer sen lidersen, yapman gereken kuşatıcı olman ve merhamet gömleğini giymen, varsa yanlışların düzeltmeye çabalamandır. Hz. Peygamberin örnekliğinde kendi hatalarını görmemezlikten gerek hatayı başkalarında aramak yoktur.

 Allah bizlere kendisine hakkıyla kul olmayı nasip etsin.

5.9 şiddetinde bir deprem yaşadık; düzce ve çevresinde.

04:10 sabaha karşı uyanık halde depremi canlı olarak yaşadım. Şiddeti 5.9 olabilir fakat; hissedilir durumu 8 şiddetinde idi. İlk önce şiddetli ses, yüzlerce at'ın koşması gibi, binanın gıcırtı sesi, şiddetli sağa-sola ve yukarı-aşağı sallantı ile devamında ise elektriklerin kesilmesi ile evin yıkılacağı kanısı oluştu; yine şiddetli ses..! Yaklaşık 1 dakika salladık.

Arz'ın Sahibi, biz insan kullarını şiddetle sarstı, kendimize gelmemiz için, kaç kişi kendine geldi mi acaba? İç sarsıntı ile uyarıldık; ya dış sarsıntı olsaydı? Kaç kişi Kur'an mesajını anlamaya çalıştı? Kaç kişi tevbe ile Arz'ın Sahibine sığındı? Kaç kişi ibret aldı?

Kaç kişi, kaç kişi..!

Binalar yıkılmadı ama; her evde ve mutfakta, her işyerinde bir şeyler kırıldı, tahminim züccaciye dükkanları en çok zarar gören yerlerdir. Marketler de camlı ürünlerin kırılması ile zarar gördü. Fakirlere günü geçmeye yakın ürünler için reyon açmayan ve infak etmeyen marketler, depremle ürünlerini mecburen çöplere doldurdular.

Yakın tarihte, Osmanlı döneminin son zamanlarına kadar; 1900 yıllar ve öncesi semtin belirli yerlerinde sadaka taşları vardı; insanlar ihtiyacı kadar oralardan para alırdı. Fakirlerin borçlarının yazılı odluğu mahalle dükkân veresiye defterleri, şuurlu zenginler tarafından ödenirdi. Şimdikiler infak yerine, ürüne zarar verip çöpleri dolduruyorlar. Şimdinin insanı; hayvanlara hassas, insanlara ise cimriler.

İnsanı yaşat ki devlet yaşasın diyen ecdattan nasıl böyle merhametsiz bir toplum oluştu!

Biz Müslümanlar yine de her an ve zamanda; Rabbimize sığınır, yalnızca O'ndan yardım talep ederiz. Deprem anında O'nu tekbirler ile yüceltir ve yeryüzünün ve gökyüzünün Tek Sahibinden başka; ilahları da reddederiz..!

İnsanlar depreme dayanıklı evler yapıyorlar ve deprem anında tedbir alıyorlar, Eyvallah. Ölüme her an gidebilir ahiret yaşantısı için tedbir almıyor ve ahiret yokmuş gibi yaşıyorlar. İnsanlar, illa da tedbir diyor! Allah'ı Tekbir etmiyorlar.

Önceki ümmetlerin helak olması sesle, rüzgarla, depremle, sel ve su ile, vs. Ölülere okuduğumuz Yasîn sûresi de ses ile helak olan kavimden bahseder. Depremle yaşadığım ses hala kulaklarımda.

Deprem bireyi değil, toplumu derinden etkiler. Korkuyu herkes yaşar. O anda mal-mülk ikinci planda kalır ve sadece canını düşünür insan. Her şeye çare üretiyoruz da dünya ve ahiret dengesi için çare üretmiyoruz!

Rabbim cümlemizi toplumsal afetlerden korusun ve mü'mimce hayata bakabilmeyi, mü'mince ölebilmeyi cümlemize nasip etsin. Âmîn.

Her insanın, dünya üzerinde bir yaşama gayesi vardır. Dünya, kimine karanlık, kimine de aydınlıktır. Kimisi için hüzün diyarı, kimisi için de ebedi esenlik yurduna hazırlıktır. Dünya kulların sınava tabi tutulduğu[1] bir mekteptir. Sınav çetin ve ciddidir. Sarp yokuşları çoktur. “Her insan nerden geldiğini niçin yaşadığını sorgulamalı, zira sorgulanmamış yaşam yaşanmaya değer değildir” der, Sokrates. Yine, “İnsanın en doğal ihtiyacı hakikati bilme ihtiyacıdır” der, Hegel.

Neydi hayatın anlamı? Neden buradayız, gayemiz tam olarak nedir? İnsan yeryüzünde yiyip-içip birtakım zevkleri tadıp sonrada toprak mı olacaktır? İnsan yaşarken neleri amaçlamaktadır. Her insan, dünya hayatından farklı bir anlam çıkartabilir. Kimine göre sadece yiyip-içip eğlenmek, kimisine göre mal yığmak ve zengin denilecek bir hayata sahip olmaktır. Peki, insanın nihai amacı ne olmalıydı? Mükemmel işleyen kâinatın bir anlamı olmalı! Nereden geldik ve neden var olduk. Bu kâinatta her bir zerrenin kendine ait bir görevi var. İnsanlar ve cinler dışındaki her canlı yaratılış amacına hizmet ediyor. Hiçbir varlık, görevine itiraz etmiyor. Makrodan mikroya her bir zerre insana hizmet ediyor.

Peki ya insan hangi amaca hizmet ediyor? Bu soruların cevabını ararken dünya imtihanları omuzlarımızda ve yüreklerimizde oldukça ağır bir yüke dönüşüveriyor. Ne üzerimizden atıp ondan tümüyle kurtulabileceğimizi ne de taşımaya güç yetirebileceğimizi düşünürüz çoğu kez. Önümüzde aşılması güç sarp yokuşlar gibi durur. Neredeyse her birimiz şikâyet edip dururuz, vaktin bereketsiz olduğundan. Bunca koşturmalara rağmen her şey yarım ve eksik kalıyor. Bir türlü yetişemiyoruz bu çağın hızına. Gerçekten vakit miydi bereketsiz olan yoksa insan mıdır onu harcayarak heder eden? Acaba günler daha uzun olsa ve bize daha uzun ömür verilseydi o zaman da böyle şikâyet etmeyecek miydik? Daha mı iyi işler yapacaktık?  Birçoğumuz, iç sesimize kulak verecek olursak halimizin çok farklı olacağını düşünmüyoruzdur. Zira zamanın bereketlenmesinin yolu iradeyi doğru bir biçimde yönetmekle gerçekleşir.

Rabbimiz Asır sûresinde zamana yemin ederek dikkatlerimizi konuya çekmiş ve en büyük sermayemiz olan zaman üzerinde düşünmemizi istemiştir. İnsan hüsrandadır. Kimler bundan müstesnadır: iman edenler; iradesini doğru kullanarak salih amellerini artıranlar, her anı fırsat bilen, niceliğe değil, niteliğe önem verenler; her anı ibadete çevirenler, giden zamanın geri gelmeyeceğinin şuurunda olarak Allah’a karşı sorumluk bilinciyle yaşayan kimseler müstesna.

Esefle belirtmek gerekir ki, bugün inançlar asimilasyona uğramış, îmanlar sarsılmış, gönüller yorgun, ruhlar bitkin ve umutlar yitik durumdadır. Modern çağın insanı olma çabası hepimizin üzerine kara bulut gibi çökmüş adeta. Milyonların yaşadığı bir şehirde çoğu kez kendimizi yalnız hisseder olduk. Teknolojik aygıtlar insanları esir almış durumda. Gençlerimiz, henüz işlenmemiş birer cevher olan en kıymetli emanet olan yavrularımız sosyal mecranın ağlarında beyinleri bulandırılıp saçmalıklarla dolduruluyor. Bilinçaltına türlü çirkinlerin tohumları ekiliyor bu tohumlar zamanla düşünceye, düşünceden davranışa sirayet ediyor. Bilinçaltı bir çöplüğe dönüşüyor, ne yüklenirse onu yutuyor. Şer güçler, ekini ve nesli ifsad etmek için çalışıyor.

Kapitalist sistem, toplumu tüketim çılgınlığına hızla çekiyor, daha çok para kazanma, daha konforlu bir hayata sahip olma, daha lüks mekânlarda tatil yapma çılgınlığı ile adeta yarış içinde insanların çoğu. Zamanın bereketsizliğinden şikâyetçi olan nice insan, zaman sermayesini sanal mecralarda hızla eritiyor. Teknolojinin hızla ilerlemesine karşılık maalesef bu durum insanların zihninin balık hafızasına dönüşmesine sebep olmakla kalmıyor, okumanın ve üretmenin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. İnsanlar sosyal medyada samimi olmayan arkadaşlıklar kurduğu kimselerle yolda görünce selam vermekten imtina ettiğini görmekteyiz. Sanal hayatta paylaşımlarını beğendiği insanların real hayatta acımasızca eleştirip ayıplarını araştırması, sadece insanların beğenisini toplamak ve manipüle ederek en mutlu benim görüntüsü verme çabasıyla anlık paylaşım çılgınlıkları, anlık duyguları tatmin isteği, insanları samimiyetsiz, mutsuz ve yapay bir hayata doğru hızla sürüklemektedir. Manevî ve ahlâkî birçok değerin yok olmasına yol açmaktadır.

Sosyal medyada mutluluk pozlarının çok paylaşılmasına rağmen boşanma oranları her geçen gün artıyor. İnsanlar görünürde bu kadar mutlu ise bunca boşanmalar, ruhî bunalım, psikolojik sıkıntılar yaşayanlar, intihar edenler kimler? Maalesef içinde yaşadığımız toplumun durumu bundan ibaret. Etrafımızda oluşan bunca kötü etkenler sonucunda her şeyi geride bırakıp kalabalıklardan uzaklaşma, inziva isteği oluşuyor çoğu zaman içimizde. Sonra bir ayet yankılanıyor: “Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım”[2]

Bütün bu problemlerin bir çözümü olmalı. Rûhen, aklen, bedenen ve kalben iyileşmenin bir formülü olmalı. Hangi reçete iyileştirecek bunca çürümüşlüğü? Bu kirli çağda etrafımızı örümcek ağı gibi kuşatan şer güçlerin ve cahiliye düzeninin pençesinden kendimizi ve neslimizi nasıl izole edeceğiz? Bu köklü değişimi nasıl gerçekleştireceğiz? Nasıl bir rüzgârın esintisi bu kokuşmuş zihniyetleri yeniden özüne döndürecek? Elbette bunca acziyetimiz ve kendi sınırlı aklımızla bunların cevabını bulabilmemiz mümkün olmayacak. O halde Rabbimiz, Mâlikimiz olan Allah’ın öğütlerine, emirlerine kulaklarımızı, gönüllerimizi açarak, “Rabbimiz! Biz bu halimizden razı değiliz, bizi senin razı olacağın hal ile hallendir” niyazıyla ve niyetiyle O’nun adıyla okumalıyız hayatı ve kâinatı. Zira insanı en güzel bir biçimde yaratan ve onu en uygun formatla donatan Rabbimiz hayat kitabında bizlere şifa olacak, bizleri saadete, esenliğe ulaştıracak en güzel yaşam biçiminin ne olduğunu da belirtmiştir. Bu hedefe ulaştıracak yolu göstermiştir                                                  

“Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana bir şifa, iman edenlere bir hidayet ve rahmet gelmiştir. Deki! Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, evet sadece bunlarla sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.”[3]

Sünetullah gereği Allah insanı belli bir inanca ve yaşama zorlamamış rehberler ve kitaplar göndererek tercihini insanın cüzi iradesine bırakmıştır. İnsan isterse iradesini doğru bir biçimde kullanarak Allah’a kul olur ve bunun neticesinde ebedi esenliğe  kavuşur veya Allah’ın dışında ki birtakım varlıklara kulluk yaparak ebedi hüsrana uğrar.[4] Kişilerin sahip olduğu mutluluk anlayışına göre hayatında yapacağı tercihler ve arayışlarda değişkenlik arz edecektir.

Bizler zannettik ki, topladıklarımız, biriktirdiklerimiz kalplerimize sürur verecek! Şu kadar param olursa, şu kadar mal varlığına sahip olursam, şöyle bir işim, evim olursa, çocuklarım şu üniversiteyi kazanırsa, derken sonu gelmeyecek olan istekler arzular beklentiler ve bunun için sarfettiğimiz enerji, harcadığımız sermaye. Zihnimizde ise yersiz endişeler ve düşünceler zinciri. Oysa mü’min bir kimse bilmelidir ki, kendisine dünyada verilen nimetleri ahiret yurdunu kazanmak için birer araçtır. Saadetin sadece biriktirdiği dünyalıklarda, geçici hazlarda, makam ve mevkilerde olduğuna inanan bir kimse kendisine mutluluk getirecek şeyin ardına düşecek ve o minvalde bir hayat yaşayacaktır. Lakin asıl mutluluğun, Allah’ın kişilerin hayrı ve saadeti için emrettiği hükümlere teslim olmakta olduğuna inanan,  onun rızasını elde ederek kalplerin huzur ve sükûnete ereceğine inanan kimseler ise onun rızasını kazanabilmek adına bütün fırsatları kollayacaktır. Dolayısıyla kişilerin sahip oldukları mutluluk, sevinç, huzur anlayışlarına göre de farklı hayat tarzları olacaktır. Şüphe yoktur ki, Allah kullarına karşı çok cömert ve çok lütufkârdır. Kulları için en uygun nizamı, onlara rahmeti ile kolaylaştırmıştır. Lakin biz kullar, gönüllerimize, dertlerimize, duygularımıza şifa olacak, kitabından uzaklaştıkça Allah’ın rahmet pınarından hakkıyla istifade edememenin sonucunda bugün yıkılmaya yüz tutmuş toplumun oluşturduğu bu tablo ile karşı karşıya kalmakla, daha vahimi ise aynı gemide yol almakla cezamızı çekiyoruz. .  “Bir toplum kendi durumunu değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.”[5] Öyle değişimler vardır ki, Rahmânın rahmetini celbeder ve kişiyi Allah’ın rızasına muvaffak kılar.

Toplumların ıslahı bireylerin ıslahı ile mümkündür. Değişim önce özümüzde başlamalıdır. Bizler değişime niyetlenmediğimiz ve istemediğimiz sürece bu değişim gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. Değişim aynı zamanda hicret etmektir, terk etmektir. Hicret, sözlükte: Terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek anlamlarına gelir. Hicret, kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılması, uzaklaşması demektir. Günahlardan tövbeye, kötülükten iyiliğe, cehaletten ilme gösterişten tevazuya evvela kalben uzaklaşmamız gerekir. “Ve kötülüklerden (riczden) uzaklaş” [6]                                                                                                                                                                                                                                                                                                               

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; “Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir”[7] hadisi şerifte ifade edildiği üzere kalp duyguların merkezidir. Kalbin sağlığı veya hastalığı diğer organlara da sirayet etmektedir. Kalbimizin sahibi Allah’tan, kalbimiz için rızık olacak hususları bolca istememiz gerekir. Rızık denildiğinde yalnızca yiyilip-içilen rızıklar olarak anlamak eksik bir anlayış olur. Nasıl ki, bedenin ayakta durabilmesi için beslenmeye ihtiyacı zorunluysa,  kalbin de manevî olarak beslenmeye ihtiyacı zorunludur. Kalbin rızkı Allah’a karşı sevgi, bağlılık ve takvadır. “Allah’a îman kalpte başlar, lakin sadece orada kalmakla kemâle ermiş olmaz. Zira yalnızca kalpte ve düşüncede kalan pratiğe dökülmeyen iman, zaman geçtikçe zaafa uğrama ve belki de zamanla yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Gazzâlî der ki: “Kâmil iman kişinin kalbine yer edince, kişinin tüm hislerine, duygularına,  düşüncelerine, akıllarına ve davranışlarına tesir ederek her an Allah’a karşı murakabe halinde olma bilinci içerisinde yaşamasını sağlar”. Bu düşünceden hareketle iman eden ve hayatını sâlih amellerle süsleyen kimselerin eylemleri kalplerindeki imanına şahitlik edecektir. Hem dünya aynı zamanda ahiret saadetini elde edecektir. Huzuru bunun dışındaki birtakım nesnelere, varlıklara makam ve mevkilere, insanların rızasını ve beğenisini elde etmeye bağlayanların, bilmesi gereken bir gerçek vardır ki, o da dünyalık bütün lezzetlerin, hazların, mutluluk ve sevinçlerin pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğidir.

Şu yeryüzünde insana ne sunulmuşsa hepsi imtihanın bir gereğidir. Allah dışında hiç kimse insana kalıcı ve ebedî mutluluğun vaadinde bulunamaz. Yukarıdaki âyette vurgu yapıldığı üzere; Allah’ın yanında olanlar, sizin için takdir ettiği şeyler, sizin biriktirip durduğunuzdan daha hayırlıdır. Bizler neleri biriktiriyoruz? Hangi özlemleri taşıyoruz yüreğimizde? Dünyada refahı mı yoksa ebedi esenlik yurdunda ırmaklar başında olmanın özlemini mi? Özlemimiz neye ise gayretimiz onu elde etmeye yönelik olacaktır. Hayatımız o minval üzere şekillenecektir. Ve bunun sonucunda kendi ellerimizle kazandıklarımızın ya mükâfatına nail olacağız veya cezasına katlanacağız. Bu gerçeklerle yüzleşmek ve kendimizi kalbimizi duygu ve düşüncelerimizi ve en önemlisi Rabbimizle ilişkimizi iyileştirmek için öncelikle öze dönüş yolculuğu gerçekleştirmek, içe dönük muhasebe yapmak ve Allah’ın bizden istemiş olduğu kulluk modelini yeniden inşa etmek eylemlerimizi ve söylemlerimizi vahyin süzgecinden geçirmek durumundayız.  Bugün içinde yaşadığımız toplumun Allah’ın rahmetine nail olabilmesi ancak kalplerin kendisini yaratana hicret etmesi ile mümkün olacaktır.

Fıtrat boşluk kabul etmiyor. Kalp, fıtratı gereği daima bir arayış içindedir ve bu arayışın doğru yerde tatmin olmadığı durumda Allah’a bağlılığın ve itaatin yerini başka varlıklara itaat ve bağlılık dolduracak, buda kişiyi ve toplumları helaka doğru sürükleyen bir etkendir. Evvela bu çağın girdabından ve kula kulluktan Allah’a kulluğa niyet etmek ilk adımdır. Yola girmek ikinci adım, üçüncüsü… Ve en önemlisi de yolda istikamette kalabilmektir.  Zira şeytan ve aveneleri yolumuzun üzerinde her an beklemektedir. İblîs dedi ki: “Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”[8] Bizlere düşen “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür”.[9] âyetini hayatımıza düstur edinmektir. Geçmiş kavimlerin işlemiş olduğu bütün azgınlık ve taşkınlıkların yaşandığı bu karanlık çağda kendimizi ve neslimizi bu çağın girdabından koruyabilmenin yolu; hak ve bâtılı, doğruyu ve yanlışı birbirinden keskin bir çizgiyle ayıran Allah’ın kitabına topluca sımsıkı sarılmaktan geçmektedir. “Kim de muhsin/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışan bir kimse olarak, kendini Allah’a teslim ederse muhakkak ki o, sapasağlam kulp olan (Kelime-i Tevhid’e) yapışmış olur. İşlerin akıbeti Allah’a varır.”[10] Bundan başka bir kurtuluş reçetemiz yoktur. Allah’a kulluk, hayatımızın sadece bir bölümünde değil, ailevî, sosyal ve siyasal hayatta, sanal âlemde, ticarette, komşuluk ve akraba ilişkilerimizde, giyim-kuşamda, eğitimde, düğün ve derneklerimizde önceliğimiz her daim Allah’ın rızasını elde etmek olmalıdır.  

Dünyada varoluş amacının farkında olan ve çağın karşımıza çıkardığı çıkmazları fark ederek bunlardan kendisini muhafaza ederek kulluğunu Allah’ın istediği şekilde sürdüren mü’minlere selam olsun!

 

[1] Mülk, 2

[2] Zâriyât, 51/50.

[3] Yûnus, 10/57-58.   

[4] Yusuf Çelik, Kur’an’da Hayat, S,2.

[5] Ra’d, 11.

[6] Müddesir,74/5  

[7] Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû’ 3; Tirmizî, Büyû’ 1; Nesâî, Büyû’ 2, Kudât 11; İbni Mâce, Fiten 14)

[8] A’râf 6/16.

[9] Hûd,13/112

[10] Lokmân, 31/22.