Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
Haberler

Haberler (83)

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah Suhbânehû ve Teâlâ’ya, salât ve selam da Hz. Muhammed’e (s.a.v.), o’nun ailesine, ashabına ve tüm mü’minlerin üzerine olsun.

Evleri başlarına yıkılmış, hayatları darmadağın olmuş, eşlerini, çocuklarını kaybetmiş insanların vebali onlara bu mağduriyetleri yaşatan kimler ise ve nerede hangi tür ihmalkarlıkta bulunmuşlarsa onların üzerine olsun.

Kimisi ince nakışlı çeyizlerini, kimisi doğacak çocuğunun hayallerini, kimisi yarının endişe ve kaygılarını bıraktı enkazın altında. Gerçekleşen takdirin içerisinde birilerinin ihmali vardı elbette, fakat ilâhî hüküm mutlaktır. İmtihanı rahmete dönüştürmek için doğru okumak gerekir. Zira insan başına gelen imtihanlarla değil, onlara karşı duruşuyla Allah katında ya kıymet kazanır ya da kıymetlini yitirenlerden olur.  Nice insanlar vardır; hayatta yaşadıkları musibetler onların dönüm noktaları olmuştur. Allah Subhânehû ve Teâlâ aynı imtihan üzerinden; kimisini şehadet mertebesine ulaştırırken,  kimisinin ise ilâhî rahmetle günahlarına başlarına gelen musibeti kefaret kıldı.  Mü’minlerin imanını arttırırken,  azgınların kalbindeki küfrünü açığa çıkarır. Mü’min şu çok iyi bilir ki hiçbir şeyin mâliki kendisi değildir, kendisine verilen emanetin her an elinden alınabileceği ihtimalinin bulunduğunu ve Rabbine karşı her daim hüsn-i zan etmesi gerektiğini.

Acılar, imtihanlar, hüzünler, hasretler ve pişmanlıklar dünya üzerindeki yolculuğumuzun bir parçasıdır. Bu gerçeklerden kaçamayız ve yok sayamayız. Allah Subhânehû ve Teâlâ imanlarımızdaki sadakati ölçmek için biz kullarını sınayacağını önceden haber vermektedir: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”[1] Yarattığı kullarının hasletlerini, zaaflarını, gücünün sınırını en iyi bilen şefkat ve merhametin kaynağı yüce Rabbimiz kullarının hangi imtihana güç yetirebileceğini de en iyi bilendir ve kulunun güç yetiremeyeceği imtihanları da kendisine yüklemeyeceğini de yüce Kitabında bizlere vaad etmiştir.  Rabbimizin bizim için takdir ettiği imtihanları yok edecek bir kudrete sahip değiliz ancak duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam tarzımızı onun razı olacağı minval üzere yönetebilecek iradeye sahibiz. Bela ve imtihanlar kişilerin sınanmaları ve kalplerindeki durumun ortaya çıktığı süreçlerdir. Acıların, imtihanların rehberliğinde aklımızı ve imanımızı harekete geçirerek, istiğfarla günahlarımızdan, hatalarımızdan arınma fırsatına sahibiz henüz. Müjdelenen zümrenin içerisine dahil olabilmek için azami gayret sarfetmeli ve imtihanları kazanıma dönüştürme çabası içerisinde olmalıyız. Bir yolculuğumuz var dünya üzerinde ve yolun sonunu göremiyoruz. Vakit geçiyor ve bize tanınan mühlet her geçen gün azalıyor. Hepimiz bir aynanın karşısına geçerek kendimize bakmalıyız. Bu durumu ben yaşasaydım Rabbime karşı nasıl bir duruş sergilerdim? Enkaz altında ben veya sevdiklerim olsaydı ne kadar teslimiyet gösterirdim?

Şu an yıkılan bizim çatımız değil, kanayan bizim yaramız değil. Uzaktan üzülmekle acıyı yaşamak apayrı bir şeydir. Düşünürken bile yüreğimiz daralır, nefes alamayacak gibi oluruz. Oysaki kabul etsek de etmesek de bir gün ölüm gerçeği bize de sevdiklerimize de isabet edecek. Bela, yalnızca kötü durumlarla zuhur etmez, zafiyetimiz her neredeyse Rabbimiz bizi oradan yoklayabilir. Bazen vererek imtihan ettiği gibi bazen de alarak, bazen açlıkla bazen de toklukla imtihan edebilir.

 “Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, aşağılık derecede olanlarıda biz, bazen nimetlerle, bazen da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.”[2]

Musibetler ve nimetler karşısındaki duruşumuzun nasıl olması gerektiğini Efendimizin dilinden ve örnekliği üzerinden okuyalım:

 “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”[3]

Peygamber Efendimize oğlu İbrahim’in vefat haberi kendisine verilince gözyaşlarına hâkim olamadı. Mübarek gözleri yaşla dolunca şöyle buyurdu:

"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!"[4]

Bir evlâda doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak şöyle buyurdu:

"Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn."[5]

Birçoğumuzun dikkatini çekmiştir bu acıları, travmaları yaşayan insanların dilindeki teslimiyeti. İsyansız kavgasız ve Rabbiyle barışık tutumlarını. İlâhî hükme rıza gösterip teslim olmak ne de izzetli bir duruştur. Elbette mahzun gönüllerin, yaralı yüreklerin tedavisi kolay olmayacak. Bugün belki iyileşmez bu yaralar ama bir gün mutlaka iyileşir elbet. Bizler acıyan bu yaralara ne kadar merhem oluyoruz ona odaklanmalıyız. Bizler bu imtihanın neresindeyiz, ona bakalım. Bu imtihanlar bizlerin imanına neler kattı onu dert edinelim. Ekran başında oturup gözyaşı dökmekle, –ki onu da ne kadar yapanımız var- evlerimizde fazlalık görüp çıkardığımız birkaç eşya göndermekle sorumluluğumuzun sona erdiğini düşünüyorsak yanılgı içindeyizdir demektir.  

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[6] Mü’minler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar.

İnananlar, birbirlerinin sevinç ve kederine ortak olmak zorundadırlar.

İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir Müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.[7]

Yaşadığımız bu süreç bizler için de imtihan olduğunu unutmayalım.  Bu acıları yaşayan insanlarla iç içe olacağız ve onlar çok yakınımızda olacaklar. Bizlerin her zamankinden daha müşfik, daha kucaklayıcı ve umut verici olmamız gerekiyor. Yaralı insanlara sürekli; “iyi ol, ayağa kalk, güçlü dur” gibi sözler söylemek onların yaralarına iyileştirmeyecek. Hakkı ve sabrı hatırlatırken sözlerimizi özenle seçmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Yaşananlar basit değil ve bu acıları yaşayanlar da bizler değiliz henüz. Çoğu insan, canını daha da yanacağını bildiği için yaşadıklarını anlatmak istemez, çünkü bilir, kendisiyle benzer imtihanı yaşamamış kimseler tarafından anlaşılamayacığını. Bundan dolayı da anlatmak, paylaşmak yerine duygularını uyuşturmayı bir nevi uyutmayı tercih eder. Buda kişiyi daha sancılı bir duygu dünyasının içine sürükler ve zarar verir.  İnsanların geçmişte yaşadıklarını tekrar yaşıyormuş gibi hissettirecek, enerjisini sömürecek,  geleceğe olan umutlarını solduracak gibi tutumlardan ve söylemlerden uzak durmalı, merakımızı gidermek için sorular yöneltmekten imtina etmeliyiz. Bu sorular bizler için basit sorular olabilir fakat onlar için cevapları çok ağır olduğunu unutmamalıyız.

Yaşadığımız deprem afetinde, herkesin üzerine düşen birtakım görevler olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yine bu afetin herkes için bir imtihan olduğunu da aklımızdan çıkarmamızı gerekiyor. Bu imtihanda kimimiz canıyla, kimimiz malıyla, kimimiz korkularıyla, kimimiz de mağdur olan insanların yaşadığı acılara ortak olmak ve onları kendi acılarıyla baş başa bırakmamakla imtihan oluyoruz. Rabbimizden temennimiz odur ki yaşanan bu afet herkesler için öncelikle uyanışın, Allah ile koparılan bağın yeniden kurulmasının, varsa yanlışlarımızın farkına vararak onlardan arınmanın, bugüne kadar yapageldiğimiz yanlışlarımıza veda etmemizin vesilesi olur. Hayatlarını kaybedenlerin dünyanın sıkıntılarından kurtulmalarının ve varsa günahlarının kefareti olur. Yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri sabır karşısında elde edecekleri mükafatların sebebi olur.

 

[1] Bakara, 2/155.

[2] Araf, 7/168.

[3] Müslim, Zühd, 64. 

[4] Tabakât, 1/138-139; Müslim, 4:1808.

[5] Belâzurî, Ensab, 1/452.

[6] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66.  

[7] Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

Kırıldı uyuyan fay'lar!

İnsan uyanmadı bir türlü!

7.7 ve 7.6 şiddeti ile uyandırdı insanı… insanlığı..!

Sıcacık evimiz soğudu şimdi!

Şimdi molozların altında feryadım çıkmıyor!

Evim dediğim evlerden kaçmak istiyorum!

Soğuk beton duvarlar şimdi üstümde!

Acılar nasıl tarif edilir bilmem ki!

Kırıldı fay'lar, kırıldı şimdi!..

Bir değil ki; bir çok şehirler göçtü şimdi!

Güzelim şehirler şimdi viran oldu!

Şehri inşâ edenler, cebine mi baktı, yoksa vicdanına mı?

Mide doydu da; göz doymadı!

Müteahhit, mühendis, ruhsat verenler bu vicdanla nasıl yaşayacak!

İnsan başını sokacak ev aradı; başını soktu da bir daha çıkaramadı!

"Söyle suçlu deprem mi; yoksa doymak bilmeyen gözlerimiz mi?.."

Kırıldı uyuyan fay'lar, kırıldı şimdi!

Enkazdan yükseliyor sesler; "duyan var mı diye"!

"Sesimi duyan var mı!" Diyen güzel insanlar vardı!

Meğer ölüme yakın yaşayan insanlarmış!

Hele çocuklar; kabir gibi enkazlazlarda sizlere kim baktı?

Kimi açlık hissetmiyor, kimi soğuk hissetmiyor!

"Unutma ey insanlık; canlı mücizeler yaşamaktayız!

Gıda almazsa yaşamayacak bebekler gülerek çıkıyor!

Allah'ın askerleri melekler kuşatmıştır her yanı; ibret al ve samimi iman et!

Kırıldı fay'lar kırıldı şimdi!

İnsan, insan olduğunu hatırladı; seferberlik her yerde!

Merhameti kuşanan yiğitler; infak için yarışta!

Dünya ayağa kalktı, yardım için; zalimler ıslah olur mu!

Kurtarma ekipleri kaynaştı; enkazdan bir canı kurtarmak için!

Ülkelerine dönenlerde insanlık izleri kalarak gitti.

Barışla bir arada yaşamak varken; birbirlerini katletmek neden?

Emperyalist devletlerin ekabirlerinin kalpleri yumuşar mı?

İnsanlık nasıl güzelce insanlığını sergiliyor; ibret alın ey zalimler!

Kırıldı uyuyan fay'lar, uyuyan insanı kırdı!..

Bu yazımızda depreme birçok yönden bakmaya, farklı pencerelerden irdelemeye gayret edeceğiz. Önce deprem diyelim. Allah’ın yarattığı her varlıkta, her düzende işleyen kanunları vardır. Biz bu kanunlara sünnetullah diyoruz. İslami bakış açısıyla baktığımızda bunun adı Allah’ın işleyen kanunları. Depremde bunlardan bir tanesi bu dünya yaratıldıktan bu yana hep depremler olmuş. Buna bilimsel kafayla baktığımızda, fay hatları enerji birikimi ve boşaltması diyor bilim insanları. Bir de halk tabiriyle bir tanımı var: Doğanın kanunları… Biz konuyu İslamî bakış açısıyla inceleyeceğiz. Bu bir pazıl. Pazılı oluşturmaya ve eksik parçaları görmeye gayret edeceğiz. Allah yarattığı tüm varlıklara bir işleyiş düzeni koymuş. Güneşin doğması batması, gezegenler, dünya, atmosfer ve dünyada tabiat, hayvanlar hepsi bir kanuna tabi tutulmuş. Bu düzen müdahale edilip bozulmadıkça kusursuz işliyor. Eğer bir yerde problem varsa oraya mutlaka müdahale edilmiştir. Depremde yeryüzünde Allah’ın işleyen düzeninde bir kural, bu işleyen kurala uygun hareket ederse insan bundan zarar görmeyecek. Bu gerçeği bilerek binasını, yapısını inşa ederse insanımız deprem felakete dönüşmez aslında. Allah’ın kanunları işliyor. Örneğin yağmurlar yağar sele döner, buna halkımız bereket, rahmet yağıyor, der. Rahmeti yine biz insanlar felakete dönüştürüyoruz. Dere ve su yataklarına evler, binalar yapıyoruz. Suyun yollarını keyfimiz için tıkıyoruz sonra felaket diye bağırıyoruz.

Konuyu yani depremi yönetim açısından incelediğimizde neler çıkıyor karşımıza? Önce suçlumu arayacağız yoksa kadere havale edip kenara mı çekileceğiz? Önce yöneticiler tarafından inceleyelim. Yönetim açısından bakıldığında yönetim zaafları, yapılan yanlışlar hepsini irdeleyelim. Devlet aygıtı kapitalist bir sistem üzerine kurunca, devletin vatandaşa bakışı müşteri oluyor. Devlet üreten, vatandaş üretilen malın pazarlanması için müşteri oluyor. Bu düzende vatandaş hakkı pek önemli değil. Önemli olan üretenin kâr etmesi. Bu sistemde, yönetimler veya yöneticiler, kanunları kendi menfaatlerini ön planda tutacak şekilde yaparlar. Vatandaşın hakkını savunacak pek kimse olmaz. Yargı vs. hepsi paradan yana çalışıyor. Deprem özelinde değerlendirirsek yönetimler ister hükümet olsun ister yerelde belediyeler olsun hepsi kendi çıkarını ön planda tutarak işler. Yerel yönetimler sürekli kendi lehlerine olacak şekilde imar planları çıkarır. Bu planlar hep yerel yönetimler açısından kazançlı olur. Nasıl mı dersiniz.

Gelin bir irdeleyelim: Vatandaş bir arsa satın alır, imarlı vs arsası 300m2’dir. Ev yapmak ister, belediyeye başvurur. Karşısına imar planları çıkar. 300m2 arsana sadece 150m2’sine inşaat yapabilirsin diyor, belediye imar böyle. Peki, geri kalan 150m2’si ne oldu? Belediye parasını ödeyip satın mı aldı dersiniz. Yok canım! Buna resmi olarak el koydu, diğer adıyla gasp etti. Ama bu gasp falan olmaz, kanun böyle yapılmış, imar böyle diyorlar. Vatandaş istediği kadar benim tapulu malım desin kim dinler vatandaşı. Birde bütün bunlar vatandaşın iyiliği için yapılıyor, propagandası yapılır. Bunlar yetmiyor, harçlar, bağışlar, iskân paraları bir ev parası alınır, garibim vatandaştan. Vatandaşa verilen bir şey var mı diye sormayın, bu kurumlar vermek için değil almak için kurulmuş. Bütün bunları yönetim yani devlet yaparsa ne oluyor? Vatandaşta malını korumak için bin bir türlü hileye başvurmak zorunda kalıyor. Burada yönetimler aslında vatandaşı hileye yöneltiyor. Bu sürekli olunca artık bu hile hurdalar normalleşiyor. Yönetimler almak için vatandaşı kovalarken, vatandaşta daha az ödemek için hile hurda peşine düşünce yapılan yapılar da ortada. Bu hile hurdadan nasibini alıyor, gelen ilk sarsıntıda yerle bir oluyor. Oysa doğrusu yönetimler vatandaşa yap dese, tapulu malını imar planları adı altında soymasa, tersine yapını sağlam yap, bende şu kadar destek vereceğim dese bunlar olmazdı kanaatindeyim.

Gelelim devleti yönetenler bakımından deprem özelinde ki değerlendirmelere. Hükümet, yöneticiler vb. hemen hemen hepsi, bütün yurt dışı, tatil, toplantı gibi herşeylerini iptal edip deprem de zarar gören vatandaşın yanında olduğunu hissettirdi. Diğer bir tanımla en azından vatandaşa bu afet’ten dolayı saygı duydu ve bütün işlerini bir kenara koyduğunu açıkladı. Haklarını bu anlamda teslim edelim. Amma bu yönetimleri temize çıkarmaz. Örneğin kendi menfaatleri için çıkardıkları imar kanunları ve bu kanunları uygulayan yönetimler. Parası ve dayısı olan herkese özel imar planları çıkarmak bu hükümetin sorumluluğu… Bu çıkardıkları kanunlar hiç vatandaşın lehine olmaz hep devletin lehine olur. Bu yönetimler kanunla vatandaşın malını elinden alır, para babalarına peşkeş çeker, buna vatandaş itiraz bile edemez. Yönetimler kanun zoruyla bunları yapınca vatandaşta malını ve mülkünü kaybetmemek için olmadık yollara başvurur. Yani hırsızlığa teşvik edilir vatandaş, yöneticileri eliyle… Sonra dönüp şikâyet eder bu yönetimler.

Sivil toplum açısından bakıldığında durum gayet iyi görünüyor. Yardım ekipleri, insani yardımlar afet bölgesine ilk günden itibaren ulaşmaya başladı. Burada ciddi bir sorun yaşanmadığını düşünüyoruz. Bütün bunları yapan yardım kuruluşları günün sonunda çıkacak resimde yerini nasıl alacak onu izleyip göreceğiz.

Gelin birazda bu konuyu Müslümanlar açısından değerlendirelim. Müslümanlar vakıf, dernek, cemaat vb. kuruluşlarla hem afet bölgesinde hem tüm ülke genelinde ciddi yardım çalışmaları yaptılar. Şurası bir gerçek ki bu toplumun sağduyusu, bu toplumun Müslümanları olduğu bir hakikat. Haklarını teslim etmek gerekiyor. Daha dün kendilerine yapmadığı haksızlığı, hukuksuzluğu dinlemeden, koştu afet bölgesine. Kimi hayat kurtarmak, kimi yardım etmek, gıda vb. Kimi elini attı cebine, bunlar takdire şayan yönlerimiz. Biraz vakıf ve derneklerimizin reklamını yapsakta hakkını teslim edelim bu konuda bayağı duyarlı ve derli toplu dersimizi epey çalışmış görünüyoruz. Organizasyon olarak sınavı başarıyla verdik diyebilirim.

Tabi çok eksiğimiz olduğu da bir hakikat. Yukarıda yazdığımız konularda olduğu kadar bu kıyamet sahnesinden çıkmış insanımıza hakkı ve sabrı tavsiye edecek ekiplerimiz yok gibi görünüyor. Emri bi’l-mâ’ruf nehyi ani’l-münker yapanda pek görünmedi. Yiyecek-giyecek vb. konulara verdiğimiz önemi hakkı ve sabrı tavsiye ile Allah’ın dinini ulaştırma konusunda sınıfta kaldık, desek yanlış olmaz. Örneğin bir vakfımız veya birkaç vakfımız cenaze işlerinde etkin olsaydı. Bu cenazeleri olan insanımıza destek olsaydı. Bu alanda kendi üzerine düşen tebliğ ve irşat tarafını yapsaydı, güzel olurdu. Bu toplumun tebliğe, tevhide davet edilmeye de ihtiyacı var. Biz sanki boğazı düşündüğümüz kadar manevi tarafı pek düşünmedik.

Topluma ulaşma ve İslam’ı, tevhidî ulaştırma konusunda güzel örneklikler ortaya koyamadık gibi geliyor. Örneğin bu afetin olduğu ilk anda sahaya tanınmış, toplumda karşılığı olan cemaat liderlerimiz pek görünmedi. Bu konuda haluk levent kadar olamadık desek yanlış olmaz. Haluk Levent sosyal destekler veriyor, başka bir yönü yok. Bizim milyonlarca müntesibi olan cemaat liderlerimizde kendi alanlarında toplumun içinde olsaydı keşke. Keşke bu liderler bu afeti yaşayan insanların eline yüreğine dokunsaydı. Keşke Müslümanlar bu afet olduğunda yurt dışında olan toplantı ve konferanslarını iptal edip bu insanların yanına koşsaydı. Keşke Müslümanların önünde duran insanlar daha önce organize etmiş oldukları yurt dışı programlarını iptal ederek bu afeti yaşayan insanların arasında olmayı tercih etseydi ya. Bunlar tercihtir, kimseyi kınama derdinde değiliz, amacımız daha güzeli önermek. Şöyle düşünün; “falan hoca efendi yurt dışı programını iptal ederek depremzedelerin yanına ve yardımına geldi” bu takdir mi edilirdi, yoksa tenkit mi edilirdi? Bunu onların değerlendirmesine bırakıyorum. En azından kürsülerde eleştirip yeri geldiğinde tekfir ettiğimiz yöneticiler kadar olmalıyız. Onlar bütün organizasyonlarını iptal ediyorsa biz çok daha fazlasını yapmalıyız. Ki onları eleştirme hakkımız olsun, söylediklerimiz toplumda karşılık bulsun. Keşke şu cemaat liderlerini, kanaat önderlerini afet bölgesinde, enkazların başında görseydik. Ellerinde kürekler, sırtında yelekler, dillerinde Allah. Bu insanların dertleriyle dertlenip, sevinciyle sevinseydiler. İşte o zaman günün sonunda ki resim çok başka olacaktı, diye düşünüyorum.

Bir başka örnek olsun diye söyleyeyim. Bir vakfımız ya da cemaatimiz bu bölgede bir sahra sağlık ocağı ve ocakları oluştursaydı, bu bölgedeki insanlarımızı sağlık taramasından geçirseydi. Bu tesislerde ücretsiz hizmet verseydi, insanlara hakkı ve sabrı buralardan tavsiye etseydi, yardım kolisinden daha etkili olmaz mıydı? Gördüğüm kadarıyla daha çok almamız gereken yol var. Bunu görmüş olduk diye hüsnü zan besliyorum. Müslümanlar olarak güzel yönlerimiz olduğu kadar eksik olduğumuz yönlerimizde var. Bundan sonra bu eksik yönlerimizi de geliştirmek zorundayız, tabi geç kalmadan.

Genel olarak devlet aygıtı artık kendini değil vatandaşı korumak üzerine kurgulanmalı. Yerelde belediyeler hizmeti sadece çöp toplama ve yol asfaltlamadan ibaret görmekten uzaklaşmalı. Asıl hizmetin vatandaşa yardım işini kolaylaştırmak üzerine kurgulanmalı. Bu belediyeler vatandaşı müşteri görmekten uzaklaşmalı. Aksine vatandaşın işlerini kolaylaştırmak onların ihtiyaçlarına göre hizmet ve yardım eden bir düzen kurulmalı. Devlet artık bu vatandaşı sömürme işinden vaz geçmeli. Ki vatandaşta bu sömürüden kendini koruma refleksinden uzaklaşsın. Hile hurda işlerinden uzak dursun. Belediye arsa gaspından, imar planlarından, kişiye göre imar, paran kadar adam anlayışından uzaklaşmalı ki vatandaş da malının gasp edilmeyeceğini bilsin ve kendi binasını kendisi yapsın. Bunu yapan vatandaşa belediye, devlet imar, denetim, iskân vb. konularda ücretsiz destekler sağlasın ki sağlam binalar yapılsın. Her depremde yıkılan şehirler karşımıza gelmesin. Gördüğüm kadarıyla ne devlet böyle bir adım atar, ne de belediyeler yapar. Bu düzen zengin müteahhitler üretmeye garibanın arsasına, malına kanun çıkararak çökmeye devam edecek. Gözü doymayan müteahhitler daha çok kazanmak için malzeme kalitesinden kısmaya devam edecek, çünkü amaç çok kazanmak olacak.

17 Ağustos Marmara depremi bize ipuçları veriyor. O depremden sonra o depremi yönetemeyenler ilk seçimde tasfiye oldu ve yerine yeni partiler geldi. Bugün iktidar olanlar bu tasfiyenin sonucu geldiler başa. Bu felaketinde bir kaybedeni ve bir kazananı olacak, bunu yaşayarak göreceğiz. Bugünden az çok belli oluyor, kazanan ve kaybedenler. Ben Müslümanların eğer aynı durum devam ederse en büyük kaybeden olacağını düşünüyorum. Kazananlar az çok belli bunu da yaşayarak göreceğiz. Son olarak şu deyimle tamamlayayım; “Kurt soğuğu yer amma ayazı unutmaz.” diye bir deyim kullanılır. Bu felaketi yaşayanlar soğuğu yediler amma ayazı unutmayacaklar.

İnsanımız yanlış kader inancı nedeniyle her başına gelen felaketi kadere havale edip kenara çekiliyor. Bu biraz Yahudi inancında olan günah keçisi gibi biz, Müslümanlar da gördüğümüz yanlışları kadere havale ediyoruz. Oysa kader dediğimiz olgu bizim kendi tercihlerimizle oluşan bir olgu. Oysa Kur’an bize açık açık söyler “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder.” (Şuara 30). Bu ayette rabbimiz açık açık bize haber veriyor, başınıza gelen felaket ve kötülükler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır, buyuruyor ki depremde yapılan yapıları biz yanlış yapıyoruz ve sonuç yıkım felaket.

Nuh a.s.’ın oğlu da babasına “Babacığım! ben yüksek bir dağa sığınırım.” diyordu, Hûd suresi 43. ayetinde. Evet, bugün bizim müteahhitlerimiz de aynı propagandayı yapıyorlar. Depremde yıkılmaz dayanıklı daireler satıyorlar hem de servet paralarla. Nuh’ın (a.s.) oğlu da aynı propagandayı yapıyordu. “Korunaklı bir yere sığınırım.” diyordu. O gün için o korunaklı yer bir dağ idi. Bugün o korunaklı yer depreme dayanıklı daireler. Peki, korudu mu? Maalesef hepsi yerle bir oldu. Anlayış aynı, tezahür aynı tek değişen zaman.

Eğer insanımız Allah’ın emir ve yasaklarını gündemine alsaydı bunlar çok farklı olacaktı. Allah’ın hukukunun olduğu düzende, hiç kimsenin çıkarı için özel kanunlar olmaz. Hiç kimseye özel muamele edilmez. İster yönetici ol, ister sıradan vatandaş ol, herkesin hakkı tam olarak sahibine teslim edilir. İster peygamber olun, ister halife, Allah’ın hukuku, herkesin hakkını hak sahibine teslim eder. Bu hak bir gariban çoban bile olsa onun hakkını savunmak ve hakkını hak sahibine teslim etmek, Allah’ın hukukudur. Hz Ömer bile olsanız sizin göreviniz mazlumun hamisi olmaktır. Güçlünün karşısında mazlumun hakkının savunucusudur, Allah adına söz söyleyenler. Allah’ın hukukunda kimseye torpil veya menfaat sağlamak için hukuk uygulanmaz. Allah’ın hukukunda ne devlet dokunulmazdır, ne rejim. Tek dokunulmaz mazlumlar ve bu hukukun hükmü altında yaşayan tüm insanlıktır. Bu hukukta keyfe keder kanun çıkarılmaz. Zenginlere ve müteahhitlere vb. hiçbir kesime özel kazanç alanları açılmaz. Bunu yapan, isterse devlet başkanı olsun, ondan hesabı sorulur ve mazlumun hakkı hak sahibine teslim edilir. Peki, bu hukuku kim uygulayacak bunu insanlığa sunacak kadar kaliteli Müslümanlar var mı bu ülkede? Gelin kendi cenahımıza da biraz bakalım. Neden yukarıda yazdığımız yanlışlara itiraz eden Müslüman yok, ona bakalım.

Bizim cenahta kim neye itiraz etsin ki, herkesin keyfi yerinde. Kimi cemaat bu yanlışlardan kendine imkân devşirmiş, kimi buralardan kendini finanse ediyor. Bu yanlışları yapan müteahhitler cemaatlerimizi finanse ediyor. Hocalarımız, cemaat liderlerimiz vb. bunlar neden ses çıkarsın? Onlar ses çıkarırsa gelirleri kesilir hatta maddi imkânsızlıklardan dolayı cemaat kepek indirir. Deprem olduğunda eleştirip yerden yere vurduğunuz yöneticiler bütün işlerini iptal edip buraya yöneldi. Bunu hiçbir şey değilse bile felaketi yaşayan insanlara saygı için yapıyorlar. Kimi gezisini, kimi toplantılarını, kimi önemli devlet işlerini, bir kenara atıp yas ilan ediyor, insanların acılarına ortak olmaya çalışıyor. Müslüman cemaat liderleri nerede? Hiç duydunuz mu yurt dışında olanlardan gezilerini, konferanslarını iptal edip bu mazlum insanların yanına koşanı? Hiç duyan oldu mu cemaat ve kanaat önderleri olup da yurt dışında olanlardan, programlarını iptal edip deprem bölgelerine koşanı duyan var mı? Bırakın yurt dışını, oturdukları illerden dışarı çıkan bile yok denecek kadar azdır. Görevlendirdikleri cemaat müntesipleri onları temsilen oradalar. Peki, “Hz. Peygamber olsaydı ne yapardı” sorusunu sorun ve tanıdığınız resulün ne yapacağıyla onu temsil ettiğini söyleyenlerin yaptıklarını kıyaslayın. Daha yaşadığı toplumda farz olan kardeşlik ve Allah’ın hükmünü hâkim kılmak gibi ödevlerini bile çoktan tatile yollamışlar. Çünkü bunlar bedel istiyor, yanlışlara karşı çıkmak, farz olan bedel istiyor, amma sünnet olanlara kolay tatil gibi geliyor. Bu koca koca cemaatler yardım topluyorlar, kime, depremzedelere. Bu cemaatler sadaka vermek bile gizli olsun, diyorlar. Sağ elin verdiğini sol el görmesin, diyorlar. Kendileri yardım toplarken tırların önüne kendi cemaatlerinin brandalarını, reklamlarını asıyorlar. Asılması tümden yanlıştır demiyorum, yapılıyorsa da çok dikkatli olmak lazım. Çünkü yardım bahane reklam şahane babından gibi algılanıyor. İşin garip tarafı bu reklam yaptıkları malzeme, para her neyse kendilerine ait değil. Müslümanların sadakaları üzerinden cemaat reklamı yapmak, bunu Müslümanların takdirine bırakıyorum. Her deprem bir reklam sloganı. Gidin gezin o bölgeleri, kıyafetler bile hazır. Cemaatlerin, vakıfların reklam logoları.  Yapılmasın demiyoruz, yapılıyorsa da hayırseverlere iletmek için kullanılıyor diyelim. Çekin videoya alın kimlere gönderecekseniz gönderin bari sosyal medyada vb. yerlerde yayınlamayın. Peki, biz vakfımızın reklamını yapacağız ya Allah’ın hakkı onun bizlerden istedikleri ne olacak? Bu afeti yaşayan insanlara kim hakkı ve sabrı tavsiye edecek. Bu logoların yerine insanlara hakkı ve sabrı tavsiye eden mesajlar taşıyan ayetler, hadisler yazılsa daha doğru olmaz mı? İnsanımız öldüğü zaman mezarın başında ölüsüne hoca tutup ne demesi gerekiyorsa onu telkin ediyor (telkin duası deniyor). Peki, bu afeti yaşayan insanlara hakkı ve sabrı kim telkin edecek? Müslümanlara buralarda ihtiyaç var, buralara koşmalı. Yardım vb. işler zaten bir şekilde ulaşıyor buralara. İş o kadar ileri gitmiş ki, dağıtılan malzemenin bile üzerinde cemaat, vakıf logoları. Oysa Müslüman cemaat ve vakıfların ilk görevleri bu insanlara Allah’ın tevhid mesajını götürmek değil midir? Bu kıyameti yaşayan insanlara Allah’ın mesajını kim ulaştıracak? Devlet mi, galiba bu işi de devlete havale etmiş görünüyoruz.

Kim Allah’ın farzını ikame edecek kim bu insanlığa hakkı tebliğ edecek? Dönün birde önderimiz dediğimiz Hz. Peygamber (s.a.s) ‘e bakın. O, olsaydı bu durum karşısında ne yapardı sorusunu soralım kendimize. Peki, biz onun yaptığını mı yapıyoruz dersiniz. Ey insanlık, Allah’ın gazabından kaçış yok, istediğiniz kadar kuleler inşa edin hiçbir işe yaramıyor. Gelin Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edin. Bulunduğunuz durum için tövbe edin, rabbinize yönelin. Unutmayın bu yer küreyi yoktan var eden, bunu bir düzene bağlamış onun düzeni işliyor ve insanlığa düşen onun işleyen düzenine uygun hareket etmek. Allah kendisine kedisinin istediği gibi iman eden kullarından eylesin. O, Yaradan’ı tanıma, anlama ve onun istediği gibi hayat yaşama gayretinde olma duasıyla.

EVLİLİK Mİ MENFAAT Mİ?

Daha önce evli bekârlar diye bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda, önce ki yazımızın farklı bir versiyonu olarak evliliği değerlendireceğiz. Evlilik insanlık tarihiyle beraber var olan bir kavram. Her toplumda evlilik var ve uygulanıyor. İyi veya kötü ama her toplumda var olan bir müessese. Hz Âdem a.s. ile başlayıp sonraki nesillerin tahrif edip bozmasıyla devam eden bir serüven… Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘e kadar bozulan tahrifatı düzeltmek için uyarıcılar gelmiş ve bozulan toplumları uyarmış. İnsanlık ile beraber var olan bir kurum: Evlilik ve aile… Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya, hangi kıtaya veya topluma giderseniz gidin evlilik ve aile kurumunu göreceksiniz. İnancı ne olursa olsun mutlaka bir evlilik ve aile yapısı göreceksiniz. Biz bu yazımızda evliliğin nasıl bir sömürü aracı haline evrildiğini anlatmaya gayret edeceğiz.  İki tür evlilik vardır insanoğlunun önünde:

  1. Bu evlilik türü ya da yöntemine şu ismi versek yanlış olmaz, mantık evliliği veya menfaat evliliği. Bu da kendi içinde alt başlıklara ayrılabilir, biz genel bir analiz yapacağız. Siz isterseniz alt başlıklar altında daha detaylı bir değerlendirme yapabilirsiniz. Bu evlilik türü insanlık tarihi kadar eskilere dayanır. Burada karşı iki cinsin bir araya gelmeleri menfaatleri gereğidir. Menfaatler çakışınca doğal olarak bunları bir arada tutacak bir bağda kalmıyor, sonuç herkes kendi yoluna. Bu cahiliyenin insanlığa modern diye yutturduğu bir evlilik modeli. Göreceli olarak kadın ve erkeği eşit gördüğünü söyler ama gerçekte böyle bir pratik söz konusu değildir. Bu modeli savunanlar kendilerini çağdaş ve kültürlü görürler, kadının örtünmesine şiddetle karşı çıkar bunu gericilik olarak lanse ederler. Oysa bu modeli savunanlar evrime inanır, insanlığı çağlara ayrıştırır. Onların teorisine göre evrim geçiren insan çıplak olarak anlatılır, bir süre sonra sadece cinsel uzuvlarını örter yaprak vb. O zaman onların teorisine göre bugün çıplaklığı çağdaşlık görenler asıl gericiler olması gerekmiyor mu?

Gelin biz bunu kendi toplumumuzda uygulamalarıyla değerlendirelim. Bu model alındığında karşımıza çıkan görüntü şöyle oluyor. Evlilik yapacak iki karşı cinsin birbirlerine neden evlendikleri ve neden bir araya geldiklerine dair değerIendirmeleri vardır. Genelde bu değerlendirme denklik veya menfaat üzerinden kurgulanır. Kızımızın evleneceği erkekte aradığı temel vasıflardan olmazsa olmaz olanı maddi gücü yerinde olması yani varlıklı olmasıdır. İstisnalar dışında varlıklı bir kızımız fakir bir erkekle evlilik düşünmez. Bırakalım düşünmesini zaten toplum ve çevre, kültür bunun önünü kapatmış, bunu teklif etmek bile hakaret sayılır. Kendi çevremize ve topluma baktığımızda bunların sıradan olduğunu zaten göreceğiz. Bu model yaygın bizim toplumda. Müslümanı, Müslüman olmayanı her tarafta model alınan bir yöntem. Bu modelde kadın veya erkek fark etmez temel ölçüt denklik veya maddiyat yani elde edilecek mal mülk vb. konular. Bu modelde 18 yasında kızımız 40 yaşında biriyle rahatlıkla evlenir, bu hiç sorun olmaz. Bu modelde 20 yaşında delikanlımız 40-50 yaşında varlıklı bir kadınla evlenir, bu gayet normal karşılanır. Bu model çok eşliliğe kesinlikle karşıdır. Bunun söylemi bile linç sebebi sayılır. Bunu linç sebebi sayan insanımız örneğin evliyse eşi Avrupa’ya çalışmaya, para kazanmaya gidecek eşini rahatlıkla ve isteyerek boşar ki gittiği yerde evlilik yapsın ve orda vatandaşlık alsın, zengin olsun. 18-20 li yaşlarda kızımız çok evliliğe şiddetle karşıdır amma Avrupa’dan bir talip çıkınca onun oradaki yaptığı evlilik hiç sorun olmaz. Kendi ülkesinde veya toplumunda evlenip boşanan bir erkekle bekâr kızımız evlilik düşünmez çünkü kendine denk görmez. Kendisi bekâr evleneceği delikanlı da bekâr olmalı. Eğer kendisini isteyen zengin varlıklı bir bey olsa bu denklik devre dışı kalır. Çünkü istediği evlilik zaten buydu. Yani hayallerini süsleyen rahat, konfor ve zenginlik ona ulaşmak için kullanacağı tek argüman bekarlığı veya güzelliği diğer adıyla gençliği bir başka adıyla kadınlığı. Bizim toplumda bu çok yaygınlaşmaya başladı. Artık kızlarımız bu modele göre hareket ediyor. Aslında hesaplamadıkları bir şey var bu modeli kendilerine dayatan kültür veya üst akıl kendilerini yok ediyor, farkında değiller.

Bu evlilik modeli insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Okuduğumuz tarih kitapları bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Toplumları yıkmak için kadınların nasıl araç olarak kullanıldığı, savaşlarda bile karşılarındaki orduları kadınları kullanarak yıkmak istedikleri yeni bir durum değil. Hatırlarsınız bundan 15-20 yıl önce karadeniz bölgesinde meşhur bir toplumsal olay vardı. Rusya’dan gelen nataşalar deniliyordu adlarına. Toplumda nasıl bir refleks yaptığını yaşadık. Aslında bu Rusya’nın kendini ve kültürünü kadınları kullanarak nasıl tanıttığını göstermesi açısından önemli, dikkat edin dün onlara karşı çıkan kadınlarımız veya toplumumuzun bugün onlardan pek bir farkı kalmadı. Yani onlar amacına ulaştı, biz kaybettik. Örneğin onların toplum yapısında yalnız yaşayan kadın ve kızlar vardı. Bizde ise bu hiç hoş karşılanmazdı. Artık bizde de normalleşti, yani onlara benzedik. Yaşadığımız toplumda evlilik, devletin verdiği resmi evlilik cüzdanına indirgenmiş durumda. Genelde kadınlarımız karşılarında evlilik yaptıkları erkekten resmi evlilik cüzdanı istiyor. Neden mi dersiniz? Çünkü evlilik bahane resmi kalkan şahane! Yukarıda yazdığım bir örnekte 18 yaşında kızımız zengin beyle hiç düşünmez evlenir demiştik, peki bu kızımız resmi nikâh yani evlilik cüzdanı olmasa bunu yapar mı? Kanaatimce imkânsız çünkü amaç evlilik değil, karşısındakini sömürmek.

  1. Evlilik modeli, Allah’ın yarattığı kullarına önerdiği evlilik modeli. Bu da Hz. Âdem’den başlayan ve günümüze kadar gelen bir model. Bu modelin adına ben Rahmani evlilik modeli diyorum. Bu modelde menfaat, çıkar vesaire kesinlikle yoktur. Bu modelde temel kıstas, karşı iki cinsin bir araya gelmesi ve birlikte aile kurması, neslin devamını sağlaması ve soy bağının sağlanması.

Bu Rahmani modelde sen ben yoktur, evlenip aile olan iki cinsin bir olması vardır. Senin hakkın benim hakkım değil, ailenin hakkı vardır. Her iki tarafta sadece kurdukları aileyi yaşatmak için mücadele eder. Bu modelde kişilerin çıkarları, menfaatleri yerine sadece Rablerinin rızasını kazanma yarışı vardır. Bu model her iki tarafa da kendileri için yaradılışına uygun mücadele alanları seçip tayin etmiştir. İki tarafta kendi alanlarında mücadele eder ve bu mücadele kendileri için ibadet olur. Çünkü insanın yaradılış amacı belli “Ben, cinleri ve insanları ancak ve yalnızca Bana ibadet etsinler (her şeyi Benden bilip, Benden isteyip, Benden beklesinler ve her konuda hükümlerimi yerine getirsinler) diye yarattım” (Zariyat, 56)

Rahmani modele uyanlar bilirler ki hayatlarının her anı, yaptıkları her iş bir ibadet olacak. İbadet olması için de kendilerini yaratan kendilerine ne emretmiş ise onu ölçü kabul ederler. Bu model evliliklerde sınıf farkı olmaz, yoksul zengin ayrımı olmaz. Bu modelde menfaat elde etmek için evlilik varsa da tek menfaat Rablerinin rızasıdır. Rahmani modelde evlilik, 1. modele kıyasla temelden farklıdır, çünkü bu modelde evli kişiler bir menfaat elde etmez. Elde edilecek menfaat varsa da o menfaat, dediğimiz gibi Rablerinin rızasıdır. Bu modelde dava evliliği vardır, bu modelde menfaat elde etmek değil, kendinden fedakârlık vardır. Bu modelde kendi konforundan feragat vardır. Bu modeli baz alarak evlilik yapanlar, kimsenin kınamasından çekinmez, tek çekinceleri Rablerinin kınamasıdır. Çünkü onlar evlenirken konfora, rahatlığa talip olmadılar, onlar Rablerinin rızasına tabi oldular ve onlar bu dünyayı geçici gördüler, Rablerinin kendilerine hazırladığı nimet yurduna talip oldular. “İman edip salih amellerde bulunanlar… Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa, 122)

Evet, Kur’an’da bu konu da çok ayet bulmak mümkün, Hz. Peygamber’in sahih sünnetine bakıldığında da konu anlaşılmış olacak. Bütün delilleri burada yazma imkânımız yok, konuyu uzatmamak adına. Şu ince nüansı ıskalamayın, elde edeceğiniz dünya malı zenginlik vesaire hepsi Allah’ın mülkü, kimsenin kendi mülkü değil. “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Senin elindedir hayır, sensin her şeye gücün yeten. ” (Ali imran, 26)

Bizim uğrunda kendimizi heba ettiğimiz mülkün gerçek sahibi Allah’tır, biz ise onun kullarına verdiği geçici olana bakıyoruz.

Bütün bu değerlendirmeden sonra sömürü nerede, neden evliliği sömürü yaptılar diyeceksiniz, gelin biraz somutlaştıralım. Hep konuşurken insanlar birbirine, “duygu sömürüsü yapıyor” der. Duygu sömürülüyor da evlilik sömürü aracı olamaz mı diye hiç sormuyoruz. Dönüp kendimize, ailemize ve topluma bakalım, sonra değerIendirelim. Kadınlarımızın çoğu, ister dindar olsun ister ateist vb. evlilik müessesesini kendilerine bir sömürü alanı olarak çoktan parsellemiş. Sadece evliliği mi, keşke evlilikte kalsa, kadınlarımız, kızlarımız dişiliklerini karşılarındaki erkeği elde etmek, menfaat sağlamak için kullanmıyor mu dersiniz. Evlilikte kızlarımız neden varlıklı erkeleri tercih ediyor, biraz düşünün. Zenginliği için evlilik tercihi olmuştu, neden evlendikten sonra evlendiği kişi zengin olduğu halde boşanıyor? Çünkü evliliği kullanarak evlendiği varlıklı kişiden imkân devşirmek idi asıl amacı.

Aslında evlilik bir yaşam biçimi, bir hayat modeli. İnsanımız bunu yaşam biçimi olmaktan çıkarınca birilerinin menfaat alanına dönüştü.  Evli insanımız sanki bekâr imiş gibi yaşamaya başlamış ya evliliği kavrayamamış veya yaşadığı durumu evlilik olarak düşünür olmuş. Evlilik kopya olmaz iki insanın evliliği kendi orijinal aile yapısıdır. Her aile kendi içinde orijinal bir öze sahiptir, hiçbiri diğerine benzemez, benzememeli de.  İnsanımız kendi orijinalini beğenmeyince kopyalamaya başlıyor, kendini başkalarıyla kıyaslıyor. Oysa doğru olan kendini kıyaslaması değil o kıyasladığı insanlar da farkında değil beğenmediği kendisini kıyaslıyordur. Kendi beğenmediği orijinalini çevresi imrenerek izliyordur farkında değil. Eğer bugün ailenin sorunlarından yakınıyorsak, unutmayalım bunun müsebbibi biz, kendimiziz. Çünkü kendi orijinal aile yapımızı başkalarıyla kıyaslayarak müdahaleye açık hale getiriyoruz. Bu bizim ailemiz olmaktan çıkıyor müdahale eden herkesin ailesi haline geliyor. Kendi içerisinde orijinal özler barındıran ailelerden çevreye açık ailelere evrilme başlamış. Yani siz kendi yapınızı kıyaslamaya başladığınızda aslında kendi orijinal yapınızı bozuyorsunuz ve herkesin müdahalesine açık hale getiriyorsunuz. Sonra da dönüp şikâyet ediyorsunuz.

Unutmayalım Rahmani yapıda aile dokunulmaz ve mahremdir, hiçbir aile bir diğerine benzemez, kopyası olmaz. Evlenen insanımız bu mahrem olması gereken aileyi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsa, dikkat edin kıyasladığı hep kendinden üstte gördüğü aileler olur, hiç kendini daha zor durumdaki ailelerle kıyaslayıp şükretmez, hep şikâyet eder. İnsan maalesef böyle bir varlık, Kur’an’ın tabiriyle nankör varlık.  Günümüzde hiç Ebu Zer’i kendine örnek alıp kendini Ebu Zer’le kıyaslamaz. Günümüzde hiçbir kızımız Ümmü Zer’i kendine örnek ve model alıp kendini ona kıyaslamaz. Fakat bunların edebiyatını muazzam bir şekilde yapar. Günümüzde hiç kimse Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın r.a. kurduğu aile yapısını örnek alıp kendi ailesini onlarla kıyaslamaz. Fakat konuşurken onları öyle bir anlatır ki, dinleyenler gerçekten mest olur. Oysa yapılması gereken, güzel anlatmak değil model alıp yaşamaktı, yaşayarak model olmaktı. Tarihimiz ve kaynaklarımız bize bu Rahmani evlilik modelini o kadar çok örneklerle aktarmış ki, biz hiç dönüp bakmıyoruz buralara. Unutmayalım, güzel anlatanlar değil güzel yaşayıp örnek olanlar salih amel işlemiş olacaklar ve kurtuluşa ulaşanlar da onlar olacak.

Toplumumuzda maalesef artık kimse kimseye güvenmiyor, baba oğluna oğul babaya, kadın kocasına koca hanımına güvenmiyor, herkeste bir güvensizlik almış başını gidiyor. Güvenin olmadığı yerde kaos olur işte bugün ailelerimizi sarmalayan kargaşa tam da buradan kaynaklanıyor. Güven ortadan kalkınca menfaatler öne çıkıyor. Yarını kurtarma, kendini güvence altına alma refleksi başlayınca herkes eteğindekini dökmeye başlıyor, kim diğerinden ne koparırsa kârdır hesabı.

Toplumda şikâyet etmediğimiz hiçbir alan kalmadı, aile, ticaret vb. sayın sayabildiğinizce. Her taraf üçkâğıtçı dolu. Daha acısı, artık Müslümanlara, hocalara bile kimse güvenmiyor. Neden mi dersiniz, yaptıklarımızdan olmasın? Örnek olması gereken Müslümanlar kendi cemaatlerinde bile ne ayak oyunları yapıyor. Yapılan bu üçkâğıt oyunları bir süre sonra normalleşiyor, herkes aynı şeyleri normal görüp yapmaya başlıyor. (Kendine mürit arayan hocalara dost tavsiyesi, bu toplumdan artık mürit de çıkmaz, varsa da menfaati olduğu için mürittir. Hanımına eş olamayan, kocasına hanım olamayan, ailesine sahip olamayandan mürit hiç olmaz.) Kur’an’ın tabiriyle başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bütün bu menfaatçi ve çıkarcı insanları yetiştirenler neticede bu düzen ve bu toplumdur.

Bu yazdıklarımızı ve daha nice burada yazmadığımız konuları düşünün, sonra neden evlilikler sömürü ve menfaat alanına dönüşmüş bir muhasebe yapın. Kafamızı kuma gömmenin kimseye faydası yok, artık öz eleştiri yapmak ve yanlışları masaya yatırıp bir an önce öze dönmek zorundayız. Bunları yapamaz isek büyük bir helak kapıya dayanmış durumda. Bunun bir de Allah’ın huzurunda hesabı olacak ki orada bu menfaatperestlik hiç işe yaramayacak.

İNSANLIĞIN DÜNYA SERÜVENİ -1-

İnsanlığın serüveni; bebeklik, gençlik ve ihtiyarlık. Herkesin serüveni farklı; kiminin bebekken, kiminin gençken, kiminin de ihtiyarken dünya serüveni son buluyor.

Hangi anneden doğacağımız ve dünyaya gelip gelmeyeceğimiz insanın iradesinde değildir. Allah'ın iradesi ile oluşan bir durumdur.

Bebekken ölenin tohumu çatlamaz ve bu tohumun cennette yeşereceği umulur. Çocukken ölenin ise tohumu çatlamış, filiz vermiş ama meyve vermemiş, bu meyveleri de cennette vereceği umulur.

Asıl buluğa erenin sorumluluğu başlıyor. Meyvesini güzel mi verecek yoksa verimsiz mi olacak. Bu kendi iradesine bağlıdır. Salih amel meyvesi mi verecek yoksa bozuk haram meyvesi mi verecek, kendi iradesiyle belirleyecek.

Çocuk yeni dökülmüş betona benzer. Sen, çocuğa ne verdinse onu alır. İyi veya kötü, taze betonda iz bırakır; düzeltmek ise anne-babaya aittir.

Kişi iyi bahçıvan olacak, bitkiyi güzel yetiştirecek, Zekeriyya (as) gibi. Adayan ise Hanne olacak ve Meryem (as) gibi iffetli bir şahsiyet yetiştirecek. Maalesef böyle bilinçli çocuk yetiştirme bizden çok uzak kaldı ve kaliteli insan yetiştiremez olduk.

Küçükken ne verirsen çocukta kalıcı o olur.

İnsanın kendi iradesiyle dünya serüveni başlıyor. Yönetici kendisi, yönetilen yine kendisi, rolü alan kendisi, rolü oynayan da kendisidir. Bu yol kendisine göre uzun, aslında kısa, bu serüvenini nasıl bitireceği yine insanın kendi elindedir. Elbetteki sebeplerde faktördür, çoğunluğu kendisi belirler.

Bu serüvenin sonucuna göre ahiret hayatı da şekillenecek. Serüvenin içindeki oyuncu kendisi macerayı da kendisi belirleyecek. Ya ķüfrün önderi alkışlanan, ya da küfrün altında figüran, ya belirleyen, ya da belirlenen olacak.

İman yolunda önderlik, sorumluluk ağır, ya da iman yolunda neferlik, ölüm gelinceye kadar sorumluluk bilinci…

Bu serüven devam etmekte ve ölüm ise kovalamaca ile peşimizde. Güzel yaşayanın ölümü her daim güzel olmuştur.

Kendisini Kur’an ile terbiye etmiş, siyer ile Rasulün ahlâkıyla ahlaklanmış ve yolu da sırat-ı müstakim yolu olmuş, mü'min şahsiyet her zaman belirleyen olmuştur. Dünya serüvenini bilinçli şekilde yaşar, yön verir, yönetir, idare eder çünkü donanımlıdır.

Mü'min hangi beldede olursa olsun, hangi şartta olursa olsun isyan etmez. Verilen nimetlere şükreder ecrini alır. Musibetlere sabreder yine ecrini alır. Bulunduğu yere uymaz, kendinde olan güzelliklerin rengini verir. Yolun hakkını verir, yolda kalmışa el uzatır, ihtiyacını giderir ve dünya serüvenini de dolu dolu geçirir, yapılması gerekeni yapar.

Kafir ise küfrün karanlık serüveninde bocalar durur. Anlık hayatı önceler, çılgınlar gibi eğlenir, yer içer, oyalanıp durur. Dünyaya bir daha mı geleceğim der ve vurdumduymaz bir hayat yaşar. Dünyaya bir daha gelmeyecek doğru ama! Ahirette dirilecek ve cehennem son durağı olacak. Orada ne yaşayacak, nede ölebilecek.

Kimisi ise dünya serüveninde sürekli adrenalini yaşar, sanki ölüme meydan okur. Sürekli macera peşinde spor adına ömrünü geçirir, genelde ömrü de bu yol üzere son bulur.

Kimiside artisttir, sürekli rol yapar. Hayatı da rol yapmak ile geçer. Kimisi modeldir, sürekli güzel görünmesi gerekir; çünkü süslü basın sürekli peşinde. Kimisi makamı vardır hakkını veremez, farkındadır veya değildir. Çevresine zulmeder. Kimisi patrondur, iş sahibidir, hak yolunda cimridir; batıl yolda ise israfçıdır.

İnsanlığın dünya serüveni ölüm ile son bulur ve ahiret macerası başlar, cennet veya cehennem ile son bulur.

Rabbimiz dünya serüvenimizi razı olduğu gibi tamamlamayı bizlere nasip etsin.

Esselamu aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşlerim!

Değerli Müslümanlar! Allah’ın izniyle bugün sizlere bir soru sorarak konumuza başlamak istiyorum. Sizlere dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ordusu hangi ordudur, desem sizin cevabınız ne olurdu. Her yere korku salmış kendi ülkesini uzaylılardan bile koruyabileceğini iddia eden Amerika mı? Yoksa yaşadığınız yeri çok rahat bir şekilde bombalayabilecek silahları olan Rusya mı? Milyon sayısına ulaşmış ordusuyla Çin mi? Ya da eskiden Cengiz han, İskender, Napolyon, Timur vb kişiler mi en güçlü orduları barındırıyor. Şunu da belirtelim ki sayın kardeşlerim anlatacağım kişiler bu bahsettiklerimizden hiçbiri değildir. Şu bir gerçektir ki, bu dünya da gelmiş geçmiş en güçlü ordu Hz. Süleyman aleyhiselam’ın ordusudur. Hz. Süleyman’ın cinleri, insanları, hayvanları kapsayan bir ordusu vardı. Rüzgara hükmedebiliyor, hayvanların dilinden anlıyor ve etrafında bu kadar çeşitli nimetler sayesinde bizim günümüz teknolojisinin henüz ulaşamadığı bilgiler Hz. Süleyman’ın elindeydi. Camdan saraylar emri altında işçilik yapıp heykeller binalar yapan, dalgıçlık yapan cinleri vardı. Hayvanlar sayesinde dilediği bölgelerden haberler alabiliyordu. Bütün bu nimetler Kur’an’ı kerimde sâd suresi 35. ayette geçen Hz. Süleyman’ın duasının kabul edilmesiyle mucize olarak verilmiştir. Ayetin mealinde: Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet.

Şüphesiz sen çok bahşedicisin. Bu yüzden Hz. Süleyman’a verilen mülk dünyada başka hiçbir hükümdara ya da topluluğa verilmeyecekti. Ama Müslümanlardan bir ordu bir topluluk var ki onlar fakirdi. Bazen yiyecek-içecek bir şey bulamazlardı. Silahları azdı. Güçlü, sağlam ve büyük silahları yoktu. Sayıları da azdı, çok büyük bir orduları yoktu. Onlar güçlü bir ırka da mensub değildiler. Lakin tüm bu yokluğa rağmen Denizin dalgaları gibi olan orduları yendiler. Tüm insanlık onların karşısındaydı. Fillerle zırhlı, teşhizatlı güçlü kale ve şehirlere sahip olan devletler karşılarında çaresiz kaldı. O devletlerin hepsinde Hazineler, servetler, zenginlikler vardı. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, Amerika’yı Rusya’yı, Çin’i yendi desek muhtemelen sadece bu düşüncenin hayal olduğunu ve imkansız olduğunu söylerler ama onların zamanında böyle bir durum mümkün olmuştu. İşte o ordu Rasulullah’ın ashabıydı. Gerçekten de insanı düşündürüyor. Acaba dünyada gelmiş geçmiş en güçlü mülke sahip bir ordunun tüm dünyayı ele geçirebilmesi mi daha başarılı yoksa bir avuç insanın tüm dünyayı, karşısında aciz bırakması mı? Öyle ki zengin değiller, sayıca üstün değiller, Ad kavmi gibi dağları oyacak bir güce de sahip değiller. Nasıl peki Persler, Rumlar, Araplar hatta Türkler bile bu orduyu durdurmaktan aciz kalmışlar? Allah’a inanmayan, mantıksal boyuttan bakmak isteyen biri bu işin içinden çıkamaz, tesadüfen olmuş ya da işte o Arapların şöyle böyle strateji üstünlüğü vardı, yok diğer devletler kötüye gidiyordu, birbirleriyle savaşırken çöküş dönemindelerdi vb. bahanelerle bütün bilim adamlarının yaptığı gibi konunun aslını örtmeye çalışırdı. Ama bahsettiği konularla da alakası yok. Üç bin kişinin karşısına gelmiş, iki yüz bin kişi ama bakın ki Müslümanlardan on iki kişi ölmüş, kafirlerin ki sayılamayacak kadar fazla… Savaşın sonucunda Müslümanlar sayı azlığı dolayısıyla geri çekilmiş kafirlerde ellerinden bir şey gelmediği için kalelerine saklanmışlar. İki günlük savaşta o kadar az Müslümandan nasıl sadece 12 kişi şehit olmuş. Mantığın tıkandığı yer… Bugün iman etmiş bir Müslümanın böyle şeylere inanması zor olmamalı hatta sorana cevabı direk kendisinin vermesi lazım. Allah Rasul’ünün ashabına maddi yönden bakarsak, genelini fakirlerin ve yoksulların oluşturduğunu anlarız Ama onların peygamberi Muhammed (s.a.v.) idi. Bununla beraber onların Kur’an’ı Kerim’in ayetlerine geçecek kadar faziletli amelleri vardı.

Müslümanlar! O sahabelerin imanları vardı. Öyle bir iman ki yüzme bilmediği halde bir nehre dalacak kadar, kum taneleri gibi ordularla savaşacak kadar. Akıl almaz işkencelere maruz kalsalar da “Ehadun Ehad” diyebilecek kadar. Evinde tek kişilik yemeği çocuklarına vermek yerine evine gelen aç Müslüman kardeşine verecek kadar imanlı ve samimi. Bahsettiğimiz şeyler dile kolay gelen ama yapılması çok zor olan ameller. Müslüman olmayan İnsanlara, onların yaşamını anlatınca sanki bir masal gibi diyorlar. Çünkü onlara göre böyle olaylar sadece masallarda olur. İnsanların dışladıkları, bastırdıkları, taşlayıp alay ettikleri bir grup nasıl oldu da tüm Arap kıtasına yayıldı. Müslümanlar! Dünyanın en güçlü ordusu olup olmadıklarını söyleyemeyiz. Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı var. Ama bahsetmiş olduğumuz Rasulullah’ın ashabı tüm Müslümanların öncüleridir. Kardeşlik, güzel ahlak, mertlik, cesaret, fedakarlık, merhamet, takva. Rasulullah s.a.s.’den sonra bizim en çok örnek aldığımız grup sahabelerdir. Biz, Hristiyanları ya da Yahudileri örnek almayız. Çünkü hepsi sapıtmışlardır. Kendi kitaplarını değiştirdiler, kendi peygamberlerini öldürdüler, kendi rahiplerini ve kendi hahamlarını ilah edindiler. Ama Rasulullah’ın döneminde sahabeler böyle yapmadı. Bir sahabenin bedir savaşından önce bir konuşması var. Sahabe: “Ya Rasulullah! Sen, bizim bir nehre dalmamızı istesen biz hiç düşünmeden seninle o denize dalarız.” Bunu demesinin nedeni kendisi ensardan yani Medineli. Medineliler genel olarak yüzme bilmezler hatta hiç bilmezler desek daha doğru. Çölün ortasında doğup büyümüşler. Ticareti de fazla yapan yok. Hayvancılık ve tarımla uğraşıyorlar. Ve böyle bir olayda vuku buldu. Rasulullah’ın vefatından sonra bir komutan aktif şekilde akan bir nehrin geçilmesi için nehre tüm Müslümanları emri ile daldırdı ama boğazlarına kadar su gelse de nehri kayıpsız sakince geçmeyi başardılar. Bir insana bu sahabenin sözünden ve bu olaydan bahsettim. O, bana dedi ki “Ama bu delilik yani bu cesaret değil, delilik” dedi. Delilik gibi gelebilir. Sahabelerin imanı gibi bir imana sahip değil ki, o insan, sahabelerin yaptıklarını anlayabilsin ya da biz o kadar imana sahip miyiz ki, onların bu kadar fethi nasıl yaptıklarını anlayabilelim. Aslında cevabı çok zor değil.

Müslümanlar! Biz, her şeyin yaratıcısı, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a inanmıyor muyuz? O’nun bir şeye ol deyince olmuyor mu? Bakın söylediklerimizi gayri müslimler, imanı zayıf insanlar, cahiller anlamaz. Allah en büyük güç, kudret sahibi elçisi için bütün kafirleri suda boğmadı mı? Bir  salih kulun “Keşke bizim içinde bulunduğumuz nimetleri bilselerdi” dileği Kur’an’ı Kerim’de geçmiyor mu? Allah 5 ile 6 kişilik salih kulları için zaman algısını değiştirip, onları İslam’ın yaşandığı bir devre getirmedi mi? Aynısını son elçi olan Rasul’ünün ordusu için yapamaz mı? Allah’ın yardımı iman edenlerin üzerine değil mi? Allah sizden 100 kişi 200 kişiyi yenebilir buyurmuyor mu? Allah üstünlüğün takvada olduğunu, kendisi için iyi, salih ve saflar halinde birbirine kenetlenmiş bir şekilde savaşan kullarını sevdiğini belirtiyor. Burada bu, şu suredeki şu ayettir, demeyeceğim. Çünkü Kur’an’ı Kerim’i hepimiz okuduk. Allah’ın emirlerini sürekli olarak birbirimize hatırlatıyoruz ama hatırlamadıklarımızda oluyor. Bugün bütün Müslümanlar, İslamî bir devletin hayalini kuruyor. İnsanların akın akın İslam’a gireceklerinin hayalini kuruyorlar. Müslümanlar! az önce belirttiğimiz gibi mesele güç, kuvvet, zenginlik, kalabalık soy meselesi değil, mesele iman meselesi, mesele yürek meselesi. Bugün biz, Müslümanlar! Sizce imanı kuvvetli, hatta daha ileri giderek imanı tam insanlar mıyız? Az önce belirttiğimiz ayete ters düşüyoruz. Müslümanların birbirine kenetlenerek savaşmalarını Allah seviyor ama bugün bırakın savaşmayı Müslümanlar tek tek dağılmış durumdalar. Hepsi farklı dünyayı yaşıyor. Sürekli Müslümanların ayrılma ve cemaatleşme haberleri geliyor. Dünyalık şeyler yüzünden ümmetin geleceğini tehlikeye atıyoruz. Müslümanlar, sizce yeteri kadar mücadele ediyorlar mı? Piknikten, sohbetten, muhabbetten öteye geçemiyoruz.

Allah Rasulu kaç yıl gizli davet yaptı, kaç yıl savaşmadan durdu, kaç yılda peygamberlik dönemini bitirdi? Bugün Müslümanlar 100 yıldır uyuyor. Geçen 2023’e girdik ve 100 yıl tamamlanmış oldu. 100 yıldır uykudayız ve başımızdaki kafirler, belli etmeden bizi uykumuzda zehirliyor. Bütün bu durumların sebebi de bizim Müslümanların imanının zayıf olması. Bırakın savaşmayı, Müslümanlarda kardeşiyle barışacak kadar iman yok. Allah uğrunda kan dökecek imanı bırakın cebindeki 10 liradan 1 lirasını vermeyen Müslümanlar var. Bırakın gece namazını, namazı cumadan cumaya sanan var. Müslümanım dedikten sonra, atam diye puta saygı duran var. Müslümanım deyip kendi için düşündüğünü bir başka kardeşi için düşünmeyen var. Müslümanlar! Bu bahsettiklerim o , bu, şu, onlar değil, biziz. Bizleriz. Bugün bir kardeşimizle ayrışıyorsak, isteseniz de istemeseniz de kendinizden bir parçayı bırakmış oluyorsunuz. Bugün bir Müslümana iyilik yapmak kendinize iyilik yapmakla aynı. Bugün Allah rızası için bir şeyler yaptığınızda bundan ilk faydalanacak kişi, siz olursunuz. Sahabeler, Allah rızası için sevmedikleri, insanları sevdiler, birbirlerine sevgi ve muhabbetle yaklaştılar. Gerektiği zaman aç kaldılar, gerektiği zaman kanlarını ve canlarını verdiler. Allah, bakara suresinin 214. ayetinde “Sizden öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden önce cennete girebileceğinizi mi sandınız?” Buyurmuyor mu? Peki, biz şunu söyleyebilir miyiz? Biz, bizlerden önceki ümmetlerin yaptığı gibi yapmadan, cennete girebileceğimizi düşünebilir miyiz? Onlar gibi mücadele etmeden, fedakarlık yapmadan, bedel ödemeden, onlar gibi çalışmadan, onlar gibi iman etmeden nasıl cennete gireceğiz? Allah, onların hayatından bize dersler vermek için Kur’an’ı Kerim’i o müminlerin kıssasıyla doldurmuş. Müslümanlar şunları söylüyorlar: O zamanla bu zaman aynı değil. Biz o eski Müslümanlarla aynı değiliz. Biz, peygamber değiliz ki bunları yapalım. Evet doğru biz bir Hz. Ömer değiliz ama adalette mertlikte onu örnek alarak, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışarak, o insan kendi zamanının Hz. Ömer’i olamaz mı?

Ya da bir Müslüman, Hz. Osman gibi malını sürekli durmadan akıl almaz maddi miktarlarda  infak etse, o Müslüman zamanımızın Hz. Osman’ı olamaz mı? Şunu bilelim, kimse kimsenin yerini alamaz. Allah, herkesi özel yaratmıştır. Müslümanlar! Şöyle bir düşünün! Biz kendi bulunduğumuz çağın sahabeleri olamaz mıyız? İslam sancağını büyük gayret ve fedakarlıklarla alıp ötelere götüremez miyiz? Denizin dalgaları gibi orduları, kafirlerin kurduğu tuzakları, onların devasa silahlarını, Allah’ın yardımıyla birbirimize kenetlenmiş bir şekilde mücadele ederek yenemez miyiz? Yeneriz. Allah bizden öncekilere yardımıyla zafer nasip etmiş, bize neden etmesin. Bizim Rabbimiz, Allah. O’ndan başka Rabbimiz yok, O’ndan başka bize yardım edecek koruyacak yok. Müslümanlar!  bizim 3. bir şıkkımız yok. Ancak bizler şuan ki zayıf imanımızla bunları yapamayız. Bu zayıf imanla tek vücut olamayız, bu amellerimizle bir yere gelemeyiz. Müslümanlar! Önce kendi imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Şunu bilelim ki: Allah’tan korkan ve O’na güvenen birini dünyada hiçbir güç korkutamaz. Rabbimizin, Allah olduğuna iman etmiş biri insanların yasakları veya kuralları onun yapacaklarını belirleyemez. Müslümanda başka birinin emirlerine tabi olmaz. Rasülüne iman etmiş birinin tek örneği rasülüdür. Kitabına iman etmiş birinin tek ders kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. İman etmiş biri Müslümana düşman olamaz, darılamaz. Üç günle sınırlıdır. Onunla yollarını ayırmaz, onun düşmanı nefsi, şeytan ve şeytanın yardakçılarıdır. Bizler eğer gerektiği gibi iman edersek, Allah’ın vâdi haktır. Allah, bizim saadetimizi sağlayacaktır. Müslümanlar! Dikenli yolların arkasında cennet vardır. Düz ve şaşaalı yolun arkasında da cehennem 3. bir yol yoktur. Allah, bizlere yardım etsin. Bizleri salih imanlı ve takva sahibi kullarından eylesin. Bizi hüsrana uğrayanların yolundan uzak tutsun İnşaallah! Buluşma noktamız cennet olur. Bu çektiğimiz sıkıntılara ve dertlere Allah için gülüp geçmeyi Allah bize nasip etsin ve Elhamdulillahi rabbil alemin!

سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيم

                                                  

Dönüşüme uğrayan bir insana dönüştüğünü anlatmak çok zorludur. İçinde bulunduğun toplum dönüşüme uğradığında ise o toplumda yaban kaldığın gibi “marjinal… diye tabir olunan” bir isimlendirme ile olumsuzlanan bir insan oluverirsin. Çünkü işleyişe ve inanç sistemlerine aykırı bir duruş ve önermelerin vardır. Nedense “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” zemininde “yaşadığı gibi inanmaya başlayan” insanlara dönüştüklerini anlatmak zor olduğu gibi kendi değişimleri doğrultusunda dayatma yapmaya çalışmaları ise ayrı bir garabettir. Yanlış yolu doğru görmeyi sağlayacak bir sürece maruz kalmış insan ve topluluklar elbette şıp diye ortaya çıkmıyor. Toplum dönüştürme mühendisliği (odakları) “alt akıl!” boş durmuyor.

 İslam’ın toplumsal bir hayat olarak egemen olmadığı toplumlar, şirk sistemi esaretinde hayat sürerler. Şirk toplumu[1] genel itibariyle dönüşüm sorası ortaya çıkan toplumdur. Dönüşüm öncesi toplumsal inançları Adem (a.s.) babamız ve onu takip eden elçilerin izlediği yoldur. Yalnızca bir tek ilâha boyun eğmek, itaat etmek (ibadet) doğrultusunda, siyasal, sosyal, iktisadi ve ahlaki hayatta yaratılış gayesine uygunluk esas alınmıştır.  Sonrasın da üretilen "Sezar’ın hakkı Sezar'a, Tanrının hakkı Tanrıya" şeklindeki toplumsal yaşam ve inançlar dönüşüm geçirmiş toplumların ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Üstün sınıf- üstün ırk-tanrısal yetkinlik-üstün özellikler… ” gibi temellendirmeler ile toplumun inancına yön verecek bir yol takib edildi ve ediliyor. Akabinde yaşadığı gibi inanmaya başlayan çoğunluklar ile karşı karşıya kalındı/kaldık.

Bu çoğunlukların, arzularını, konforu, makamları, şehvetleri ve iştahlarını dizginleyecek bir otoriteyi istememeleri işin arka planında olan asıl gerçekliktir. Yani “Hevayı ilâh edinme” durumudur. Tüm çaba ve hırçınlıkların temelinde olan da budur.

Birde bunun farklı bir boyutu olarak atalar yolu diye tabir edeceğimiz, İslam’a aykırı oluşturulmuş örf ve adetler ile ilgili ortaya konan ” ben mevcut verili olana karşı duramam!” örnekliğindeki edilgen kişiliklerin yaklaşımları sebebiyle “doğruların yerine ikame dilen yanlışlar” şeklinde, batıl olan sistem ve rejimlerin eli güçlendirmekte. Tıpkı Ebu Talib örnekliğinde anlatıldığı gibi, Muhammed (a.s.) amcasından vefat öncesi İslam üzere son nefesini vermesini arzular ve Risalet gereği şehadet getirmesini istediğinde, Ebu Talib’in Kavminin kendisini ayıplamasından korktuğunu/utandığını… söylemesi gibi… Dönüşen toplumlar korunup kollanmış olurlar…

“Alt akıl”  toplum mühendisleri boş durmuyor. Dönüştürme projeleri devam etmekte, sinsi, sinsi ve bir birini takib eden adımlar ile acele etmeden hareket etmekteler. Çünkü acele ettiklerinde baskı ve basınçla yol almak zorunda kalırlar bu da elde etmek istedikleri gönüllü bir dönüştürmenin tabiatına aykırıdır. Zor ve baskı ile elde edilen dönüşüm görünümlü hallerin arkasında bitmez tükenmez bir nefret ve direnç vardır. İşte bu nedenle sevdirerek dönüştürmek yolunu tercih etmekteler. Severek dönüşüme kucak açanlar sonrasında bu dönüşümün yılmaz bekçileri kesilivereceklerinden “her doğru çağrı ve uyarıyı duyduklarında şüphe ile yanaşacak” ve karşıt duracaklardır. Ta ki aralarından akl-ı selim sahibleri çıkınca ya dek.

“Alt akıl” boş durmuyor. Genç kuşaklardan başlayarak onların gönüllerini çalacak hamleler atmak işlerini hızlandıracağından… En etkili yolu kullanmaktalar. Bu yol aynı evin(ulusun) büyükleri! “Evin içinden evi dönüştürmeleridir…” Eğer ilahi bir yasanın iz düşümü olarak “(Ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlı?”[2]  uyarısının oluşturduğu bilince sahip olunmaz ise,  Evet, bu ayırımı yapacak kadar uyanık olunmaz ise dönüşüm  ve yıkılış kaçınılmazdır.

Dönüşümü hızlandıran, sorgulanmayı düşüren ve sorgulanmaz kılan “hastalık” en ağır olanıdır. “Evin içinden evi dönüştürme ve ya bahçemizin zehirli bitkilerine kayıtsız kalma hastalığıdır.”

Ormana giren balta misali gibi;  “Ormana bir balta girer! Genç yaşlı demeden önüne gelen ağacı yıkar, devirir. Genç olan ağaçlar bu durum karşısında endişeye kapılır ne yapalım diye çözüm ararlar böylece çözüm için yaşlı olan bilge ağaca başvururlar ve olayı anlatırlar. Bilge ağaç sorar, nasıl bir şeydir bu neye benziyor!. Cevaben, keskin bir metal ve bir sap! Bilge sapı neydendir diye sorar, ağaçtandır derler. Bilge olan yaşlı ağaç; “Sapı bizden ise yapacak bir şeyiniz yoktur der! Şu saplar! baş belası saplar!. Dünyamızı rezil ahretimizi zelil kılmaya çalışan şu saplar! Sorgulanmaz kılan, sorgulamayı düşüren bu hastalığa karşı “Müslüman en uyanık olması gerekendir.” bundan gaflet ise dini bilmemekten başka bir şey değildir.

Ağaçlar! Ya bozgun yardımcılığından vazgeçer ormanı ihya ederler! Veyahut orman kendisini yıkacak ağaçlar yetiştirmemenin yollarına başvurur. Diğer bir ifade ile evet aynı gemide olabiliriz! Ama bu gemi ya Nuh’un gemisine dönüşür veyahut kendi gemimizi (Nuh’un gemisini) inşaa etmeliyiz. İlahi rızaya, cennete, klavuzlamayan tüm gemiler Allah’a isyana, cehenneme doğru yol aldıran, klavuzlayan gemilerdir.

Batının dönüştürme arzusu ile yaptığı savaş hangi kılıf ile olursa olsun temelde İman/İnanç savaşıdır. Osmanlı bakiyesi Türkiye’den günümüze doğru zihinsel bir yolculuk yapıldığın da ortaya çıkan değişimin batının arzularına eriştiğini resmetmektedir. Ve gün geçtikçe olumsuz anlamda daha da hızlı bir çözülme ve “Kimliği oluşturan kişilik sıfırlanması” değersizleşme şeklinde devam etmektedir. Bu, 1980 ve 2000 sonrası siyasi rejimler eliyle daha da hızlanmıştır. Osmanlı bakiyesi diğer ulus ve krallıklarında bu dönüşüm ve dönüştürme projelerindeki misyonları “Evin içinden evi dönüştürme” rolleri hakkında uyanık olunmalı.

Toplumsal görüntüsü (baskın olarak) İslam’i görünen Arabistan, giyim kuşam ve muamelatta bakıldığın da İslam’i ölçülerin görülebildiği boşanmadan miras hukukuna,… Şer’i mahkemelerine… İşte böyle olan bir yerde bu görüntünün de tarihe karışması için dönüşümün hızlanması adına ardı arkası kesilmez bir şekilde… Normalleştirme (Laikleştirme) hamlelerinin açılımlarını görmekteyiz. Arabistan’dan başlayan bir dönüşümün etkisi ile uydusu niteliğinde olan Arap ülkelerindeki bir dönüşüm arasındaki fark “Baba Arabistan ve çocukları olan diğer Arap ülkeleri şeklinde ” düşünülmeli. Eğer Nebevi duruş örnekliğinde bir karşı duruş ortaya çıkmaz ise “Ümmetin geleceği açısından” içinde bulunulan zeminden daha zorlu bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız aşikardır. (Allahu â’lem)

Surda gedikler açılmalı diye arzulayan krallık, spor; futbol ve bir sporcu üzerinden gençlerin gönülleri çelinmeli, onlara yeni bir bakış yeni bir anlayış kazandırmalı…. Mabedleri stadyumlar olan, “çift mabedli olmada sorun yokmuşçasına oluşturulacak bir öğretiMesele İslam’ın koyduğu, koyabileceği sınırları aşarak İslamsız bir spor değil! İslamî  ölçülere sahip olmayan bir spor faaliyetin, İslama aykırı olmadığına inandırarak gençlik üzerinde yeni bir tahribat kapısı açmak.  Katarda, bir Müslüman Ülkesinde! dünya kupası maçlarının düzenlenmesi “Atası Müslüman” olan toplumların gönlüne, küresel futbol korosuna katılmanın meşruiyet tohumunu serpti. Surda gedikler açıldığında ardı arkası kesilmez hamleler devam eder… Ve Arabistan takımlarından birine “Filistin konusuna yaklaşımı sıcak olan Ronaldo[3]” transfer edilir.

Dönüşüme etkisi çok yönlü olarak ele alınabilecek bir olay ve olgudur bu transfer. Öncelikli olarak bende merak uyandırdı! Acep Mekke şehrinin futbol kulübü var mı? Stadı var mı? Ya Medine’nin? Evet varmış. Pekala stadyumları harem sınırlarında mı? öyleyse sözüm ona atası Müslüman olduğundan dolayı Müslüman diye anılanların dışında gayr-i müslim futbolcuları da var mı?  Bu takımlar Arabistan premir liginde mi? Evet! Meğerse sporla ilgili gedikler çoktan açılmışta haberimiz yokmuş… bunları zikrederken batıda “İslamafobi” diri ve canlı kalsın diye bu krallık ve kendisine babacan gibi davranan özellikle Amerika ile saman altında su yürüten işbirliği ile teşvik ettiği şiddetten ve işbirliğinden bi haber değiliz. Veya İslam’dan ödün vermeyen Alimleri cezalandırma ve hapse atmalarından da elbette habersiz değiliz… Meseleleri, elde kalanı da tahrip edip geri dönüşü zor olan bir yol ile baş başa bırakmaktır.

İslam’a karşı atılan hamleler çeşitlilik arz etmekte ve bir hali çoktur. Filistin ile ilgili işgalci ile yakınlaşma için atılan hamle gibi…  Lakin bu kadar pervasızca ve açıktan hamleler inşallah ümmetin neferlerini yek vücut kılacaktır. İşledikleri cürümlerin sarhoşluğu geçtiğinde halleri nasıl olacak…! Merak etmiyoruz, biliyoruz. Çünkü evvelkilerin kıssalarında görüldüğü gibi, dünyaları da zelil, ahiretleri de rezil olacaktır.

Mekke’si ve Medine’si olan bir ümmetin dağınık erlerine her türlü oyun oynanarak dönüştürme hamleleri atılabilir ama unutulan bir şey var; İslam’ı yeryüzünden silemedikleri müddetçe başarılı olmaları mümkün değildir. Kısa vadeli kazanımları varmış gibi gözükebilir ama “Kur’an tek bir neferimizin elinde kaldığı müddetçe”  özledikleri başarıya erişemeyeceklerdir. Ve İblisleri ile beraber burunları yerde sürüne, sürüne inkılaba uğrayacaklardır. Allah’ın görmediğini bilmediğini mi, durumun hep istedikleri gibi süreceğini mi sanıyorlar!

Yeni bir hamle Futbol ve "Ronaldo" üzerinden inşaa edilmek istenen, üretilmek istenenin neler olabileceği üzerinde yoğunlaşmak ve uyarmak gerekmekte. Birlikte yaşamanın nasıllığına ilişkin açılan gedik, evli olmayanların, çocuk sahibi olunsa dahi sevgililere sağlanacak birliktelik imkanı ile deliniyor. Bir Müslüman için, hayat tarzından dolayı örnek alınamayacağı, sevilemeyeceği bir konseptte olan bir futbolcunun, Filistin de yaşanan zulümlere sessiz kalmayan kendi yaşadığı dünyanın "değer ve ilkelerinin üstünde bir kişilik " ve gençlik üzerin de oluşturacağı etkiler... Sakın küçümsenmesin. Çünkü Spor için üretilen rol modeller “İlahçıkların”… Gençler üzerinde etkileri, gönüllere kadar işlemekte… yakın tarihlerde artık çocukların ismi Ronaldo olsa…!

Arabistan, Arap dünyası üzerindeki nüfuzu düşünüldüğünde etki alanı daha da büyük bir coğrafyayı kapsayacağı bir hakikattir. Sebebine gelince; uydusu niteliğinde hareket eden uluslar, tefekkür etmeden sorgulamadan kabul eden bir yol takip etmekteler…

Hakkaniyeti elden bırakmamak lazım.... Bu bir spor değil, bu her hangi bir ulus devlette ki futbol değil,  bunların çok ötesinde olumsuzluklar barındırmakta.

Mekke de futbol!

Medine de Futbol!

Nebi (a.s.) ve ashabın “Yaratılış amacı ile insanlık buluşabilsin diye” gecelerini gündüzlerine kattıkları, tüm varlıkları ile bu yola baş koydukları mekânlar da, yaratılış amacından uzaklaştıran her değere savaş açtıkları bir yerde, spor faaliyeti dışında “bir ibadet konsepti ” ile yumuşak bir dönüştürme hamlesi futbol.

Transfer ve para! Kaynaklarını İslam için harcamayan bir krallık... İslâm'ın doğup yeşerdiği bir Coğrafya da İslam’ı yok etme hamleleri elbette başarısızlığa mahkûmdur! Önemli olan onların başarısız olmalarında bizim duruşumuz ile elde edeceğimiz kazanımdır, kazanımlardır.

Farkındalık, duyarlılık, sorumluluk  bağlamında kulluk eksenli bir hayat için  “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” Zemininde “İnandığı gibi yaşayanlardan olmak duası ile “ Allah’a emanet olun.

 

 

[1] İlahi belirleyiciliğin yetkinliğine ortakmışçasına, bütün ve ya parça olarak karşıt duran … veya…

[2] Kamer Suresi 55 ayet

[3] Hidayet bulması ve bulmaları duasındayız...

Kur'an Yurdu'nun organize ettiği aylık konferanslar serisinin Ocak ayı konuğu Yazar, Yakup Döğer. Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkileri konusunun konuşulacağı konferans 28 Ocak 2023 Cumartesi akşam saat 20:30'da Kur'an Yurdu merkez binasında gerçekleştirilecektir. Erkek kardeşlerimize yönelik olan programa tüm Müslümanlar dâvetlidir.

Modernizmin Müslümanlar Üzerindeki Etkisi

Merhum Ahmed Kalkan hocanın El-Esmâu'l Husnâ kitabı Kur'an Yurdu tarafından yayınlanarak okuyucuyla buluştu. Kur'an Yurdu olarak Merhum Hocamızın kitaplarını okuyucuyla buluşturmaya Rabbimizin inayetiyle davam edeceğiz. Kitap satış irtibat bigileri: 0541 727 1981

el asmaul husna ahmed kalkan cıktı 1

Kur'an Nesli İlim Mekezi'nin  "Yakın Dönem Dâvet Önderleri" üst başlıklığla organize ettiği programların 2'cisi bu ay "Ercümend Özkan'ın Hayatı ve Mücadelesi" başlığıyla yapıldı. Dr. Kürşad ATALAR'ın sunup paytığı programın video kaydını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

© 2022 Kur'an Yurdu aittir tüm hakları. Düzenleme webhizmetlerim