Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
×

Uyarı

JUser: :_load: 810 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

JUser: :_load: 808 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

Haberler

Haberler (99)

İnsanlar iz takip ederler ve iz bırakırlar. Aslında, hayat bir iz takibinden ibarettir desek yanlış söylemiş olmayız. Nitekim insanlar gündelik hayatlarını da, kendilerinden önce yaşayan nesillerce açılan ve kendilerinin de gidip gelmekle yineledikleri, güncel tuttukları yollarda ikame ederler. Dağlardaki patika yollar bu durumun en doğaçlama örneklerini teşkil eder.

Bu noktada ilk aklımıza gelen ayet, İsra 95. ayet olmaktadır:

“De ki: Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara elçi olarak gökten bir melek gönderirdik." (İsra, 17/95)

Yeryüzünün misafirleri melekler değil de insanlar olduğuna göre, onlar için elçi de aralarından seçilecektir ki, izlenip takip edilebilecek izler bıraksın, örnek/model alınabilsin. Nebilerin (a.s.) vasıflarından birinin “usvetun hasene / en güzel örnek”[1] olmasının nedeni işte budur.

Nitekim Peygamberler, aynı Nebevi izi takip edip sürdüren ve zamanla tozlandırılıp flulaştırılan o izi yeniden belirginleştiren, birbirlerinin takipçisidirler:

“İşte o Peygamberler, Allah'ın kendilerine yol gösterdiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu (Kur'an) âlemler için ancak bir öğüttür.” (En’am, 6/90)

Tam burada karşımıza “gelenek” kavramı çıkmaktadır. Bugün Müslümanlar olarak sıkıştırılmak istendiğimiz çıkmaz sokaklardan biri de bu alandadır: Gelenekperestlik ile gelenek düşmanlığı arasında tercihe zorlanmak. Ne gelenekperestlik, ne de gelenek düşmanlığı diye bir üçüncü yol (aslında birinci, asli yol) seçenek dışı bırakılmak isteniyor. Rabbimiz tarafından “ümmeten vasaten / vasat ümmet” olarak nitelenen biz Müslümanlar[2], bilakis çok uçlara mahkûm edilmek isteniyoruz.

Geleneği, sahih ve muharref kısımlarıyla birlikte bir bütün olarak kucaklama veya sahihi ile muharrefini ayırt ederek ıslaha tâbi tutmak yerine bir bütün olarak kaldırıp atarak, türediliğe, köksüzlüğü düçar olma uçlarına savrulmak… Üstelik bunu, insanlık tarihiyle yaşıt bir gelenek, “Nebevi gelenek” demek olan İslam adına yapmak…

Türedilik, köksüzlük, müşahhas bir örnekten, yol-yordam örnekliğinden mahrum olmak ne büyük ziyandır. Tabir yerindeyse, keşfedilmiş Amerika kıtasını her defasında yeniden keşfe koyulma ahmaklığıdır, geleneksizlik.

İşte bu sebeple Nebilerin bir vasfı da, türedi olmamak, yukarıda belirttiğimiz üzere insanlık tarihiyle eşit olan Nebevi geleneğin bir halkası olmaktır:

“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim.” (Ahkaf, 46/9)

Ayetteki, meallerde “türedi” olarak çevrilen kelime “bid’an”dır ve Rabbimizin burada verdiği mesaj açıktır: Şayet Nebevi geleneğe dayanmaz, o geleneğin izini sürmez de, vahyin öğretisi ile o öğretinin müşahhas örnekliğini ifade eden Nebevi uygulamanın arasını açarak, vahyi Nebevi gelenek bağlamından koparmaya kalkışırsanız, bizatihi bir bid’ata/türediye dönüşürsünüz.

Muhammed (a.s.) ile insanlığa bildirilen son risaletin ilk muhatapları, zamanla tahrif edilmiş bir Nebevi geleneğin izlerinin bulunduğu 7. asrın Mekke’sinde yaşayan insanlardı ve onlar namaz, hac, kurban başta olmak üzere birçok Nebevi pratiği tevhidi niteliklerinden uzaklaştırılmış da olsa şekilsel olarak sürdürmekteydiler. Dolayısıyla onlar Kur’an’ın kullandığı “din dili”ne yabancı değillerdi. Bu anlamda İslam risaletinden söz ettiğimizde sıfırdan bir inşadan söz etmediğimiz, Nebevi bir geleneğin devamından söz ettiğimiz açıktır. 

Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde “Millet-i İbrahim”e, yani İbrahim (a.s.)’ın tâbi olduğu tevhid dinine vurgu yapması ve Rasulullah (a.s.)’dan ona tâbi olmasını istemesi[3], söz konusu ettiğimiz “Nebevi gelenek” konusunda dikkate değer bir husustur.

Köksüzlüğün, Türediliğin Felsefesi: “Tarihüstücülük”

Günümüzde yaygın tanımlama biçimi olarak “mealcilik” olarak ifade edilen bir yaklaşım biçiminin varlığı malumdur. Kökleri 19. asrın İngiliz işgali altındaki Hindistan’ına, Seyyid Amed Han ve Abdullah Çekralevi gibi modernist isimlerin öncülük ettiği “Kuraniyyun” akımına kadar giden bu yaklaşımın, literatürdeki asıl karşılığı “tarihüstücülük”tür. Bu yaklaşımın diğer ucunda da “tarihselcilik” anlayışı bulunur.

Ki bu yaklaşımlardan ilki, İslam’ı, Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil başta olmak üzere onu müşahhaslaştıran, ete-kemiğe büründüren coğrafya, tarih ve toplum bağlamından koparmayı ve böylece sınırı olmayan lafzi yorumlara ve dolayısıyla tarife açık hale getirmeyi ifade ederken, diğeri ise onun ölçülerini ve ahkâmını, inzal edildiği coğrafya, tarih ve topluma hasrederek tarihe gömme ve buharlaştırma çabasına denk gelmektedir.

Söz konusu her iki yaklaşım biçiminin de Batı reformasyon ve modernleşme süreçlerinin ürünü olan ve birer İncil yorum biçimi olarak üretilen yaklaşımlar olduğunu ve 19. asır itibariyle oradan “copy-paste” yoluyla İslam dünyasına taşındığını da hassaten belirtmemiz gerekir.

İşin doğrusu ise odur ki, İslam ne tarihüstüdür, ne de tarihseldir. O, tarihin belli bir döneminde, (miladi 7. asırda), belli bir coğrafyada yaşamış bir toplumda (Mekke ve Medine toplumları) kendisini müşahhaslaştırmış, cihanşümul/evrensel mesaj ve inşasını bu coğrafya, toplum ve tarih zemininde modelleştirmiş Rabbani öğretinin adıdır.

Tarihüstücülüğün temel iddiası, İlahi Hitabın/Kitabın anlaşılması ve yaşanması noktasında herhangi bir tarihsel bağlamın gerekli olmadığıdır. Bu iddianın pratik karşılığı, Kur’an’ın anlaşılması ve hayata aktarılması noktasında, ıstılahta sünnet olarak ifade edilen Rasulullah’ın müşahhas örnekliği ve uygulamalarına ihtiyaç olmadığı, Rasulullah ve arkadaşları nasıl ki yalnızca Kur’an’la yol aldılarsa bizim de bugün aynısını yapabileceğimiz şeklindedir.

Tabi önermeye/iddiaya konu olan temel değerlendirme yanlış olunca, iddia da haliyle yanlış olmaktadır. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur’an vahyinin, özellikle Hac ibadetinde sembolleşen “dini bir pratik” üzerinde bulunan bir toplum zemininde inzal edildiği ve onu akidevi ve ameli temelde inkılaba uğratarak ıslah etmek üzere sözünü söylediği bilinmektedir. Kur’an’ın kullandığı kavramların karşılıklarını bilen, bir kısmını da tahrif edilmiş şekilde de olsa bizatihi hayatlarında pratize eden bir topluma, Kur’an’ın uzun uzadıya tarif ve izahlar getirmesi beklenemezdi.

Bu gerçeklik, günümüz açısından Kur’an’ın temel bir bağlamına işaret etmektedir: İnzal ortamı ile Rasulullah ve beraberindeki ilk neslin örnekliği/uygulaması. İşte tarihüstücülük (mealcilik), “Kur’an bize yeter” hak sözünü sloganlaştırmakta, lakin Kur’an’ın temel bağlamını devre dışı bırakarak bu hak sözü, kendisiyle bâtıl kastedilen bir söze dönüştürmektedir.

Modernist akımların “köksüzlüğü” vazeden bu felsefelerine karşın, Kur’an’ın “köklülüğe” ve bu köklülüğün nesilden nesile müşahhas bir örneklik zinciriyle aktarılmasına verdiği önem açıktır. Ki yukarıda konuyla ilgili kimi ayetleri hatırlatmaya çalıştık. Tevbe sûresi 100. ayet ile Fatiha sûresi 6-7. ve Nisa sûresi 69. ayetler ile, makalenin bu biraz uzunca olan girişini hitama erdirmeye çalışalım.

Rabbimiz bilindiği gibi Tevbe 100. ayette, Rasulullah’ın nezaretinde yetişen ilk neslin (Seyyid Kutub’un deyimiyle ilk Kur’an neslinin) örnekliğine vurgu yapmış, Fatiha 6-7. ve Nisa 69. ayetlerde ise kendi dosdoğru yolunu bizlere, o yolu hayatlarıyla müşahhaslaştırmış olan Nebiler, sıddıklar, şahitler/şehitler ve sâlihler üzerinden ifade etmiştir. Nitekim Kur’an’ın Peygamber ve sâlih kullara dair kıssaları da aynı gayeye ma’tuftur.

Bu uzun girişi, Rabbimizin bizim için örnek/model gösterdiği sıddık, şahit/şehit ve sâlihlerden olduğuna kanaat getirdiğimiz bir alimi, İslami mücadele öncüsünü gündeme getirdiğimizde kimi Müslümanlarca dile getirilen “kişileri öne çıkarmak” gibi eleştirilere bir ön cevap olması açısından yaptım. Oysa “sâlihleri yüceltmek” ile “unutturmak” şeklindeki iki uç tutum arasında da mutedil olanı yapmak gibi bir imkâna sahibiz.

Bizim, geçmişin ve bugünün İslami uyanış ve mücadele öncüleri konusundaki tutumumuz bu çizgidedir. 20. asırda Kur’an’a yeniden dönüşü ve Kur’an’ın temel kavramlarını ve egemenlik eksenli tevidi öğretisini yeniden güçlü şekilde gündeme getirmiş olan Seyyid Kutub’un zaman zaman gündeme taşımamız, ondan sitayişle söz etmemiz de bu çerçevededir.

Yol Ayrımı: Entegrasyon mu, Ayrışma mı?

Seyyid Kutub’un 20. asrın ikinci yarısında İslam coğrafyasındaki İslami uyanışa etki ve katkısı bilinen bir husustur. Tabi öncelikle bizatihi Kutub’un İslami bilinçlenme sürecinde çeşitli İslami hareketlerin ve uyanış öncülerinin etkisi söz konusudur. Sonradan önemli kimi yaklaşımları itibariyle ayrışma yaşamış olsa da, uzun yıllar mensubu olduğu İhvan-ı Müslimin hareketi ve dolayısıyla onun kurucusu Hasan el-Benna, “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabından hassaten etkilendiğini belirttiği Mevdudi, Takiyyuddin Nebhani ve Menar ekolü bu etkileşimlerin başında gelmektedir.

Kutub, söz konusu etkileşimlerin de katkısıyla ulaştığı tevhidi perspektifle, İslam’ın “egemenlik” eksenli öğretisi ekseninde Kur’an’ı ve Kur’an’la hayatı, yaşadığı coğrafyayı, İslam dünyasını ve dünyayı güncel bir okumaya tâbi tutmuştur. Okumaları sonucunda “Kur’an’ın gölgesinde” ulaştığı sonuçları da, gerek tefsiriyle ve gerekse de “Yoldaki İşaretler” adlı manifesto niteliğindeki eseriyle öncelikle Mısırlı Müslümanlarla ve neticede eserlerin tüm İslam coğrafyasına ulaşmasıyla dünya Müslümanlarıyla paylaşmıştır.

Seyyid Kutub ve eserleri denilince ilk akla gelen vurgular, “hakimiyetin/egemenliğin Allah’a has kılınması”, “cahiliyeden akidevi ayrışma”, “İslam-cahiliye uzlaşmazlığı”, “yeniden Kur’an’a dönüş” ve “Kur’an neslinin yeniden inşası” olmaktadır. Bu vurgular, o günkü yaygın İslami çalışmalar açısından çok aşina olunan vurgular değildi. Oysa her biri, Kur’an’ın ilk inzal sürecinde gündeme getirilmiş temel akidevi inşa öğretilerine tekabül etmekteydi.

Kutub, daha sonra kardeşi Muhammed Kutub’un “20. asrın cahiliyesi” olarak niteleyeceği modern batı cahiliyesine yönelik akidevi temelli net reddiyesiyle öne çıktığı gibi, geleneksel cahili anlayışları da ciddi anlamda sorgulayıp söz konusu etmiştir. Kutub “Yoldaki İşaretler”de, modern cahiliye ve geleneksel cahili anlayışları birlikte gündem ederek şöyle demektedir:

“Bugün biz, İslam’ın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyenin, belki daha da sapkın bir cahiliyenin içindeyiz. Çevremizde ne varsa, cahiliyedir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları… Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiğimiz şeyler… Bunlar da bu cahiliyenin ürünüdür.

Bu nedenle nefislerimizde İslami değerler yer edinip kökleşemiyor, zihinlerimizde İslami anlayış berraklaşmıyor. İslam’ın daha önce yetiştirip çıkardığı türden yeni bir nesil artık içimizden çıkmıyor.

Öyleyse, İslami hareket yöntemi gereğince, eğitim ve yetişme döneminde içinde yaşadığımız, kendisine yaslandığımız cahiliyenin bütün etkilerinden soyutlanmamız ve arınmamız zorunludur. O ilk dönem insanların beslendiği arı kaynağa, hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir şüphenin bulunmadığı arı kaynağa dönmek zorundayız…”[4]

Tanımlama/teşhis bu kadar net ve köklü, çözüm konusundaki yaklaşım da aynı minvalde olunca, sentezci/eklektik yaklaşımlara ve hakla bâtılı uzlaştırmacı, orta bir yerde buluşturmacı yönelimlere açık kapı kalmamaktadır. İşte Kutub’un eserlerinin tüm İslam coğrafyasında Rabbimizin inayetiyle geniş bir yankı ve etki oluşturmasının temelinde, Kur’an’dan ve onun müşahhas örnekliğini ifade eden Nebevi örneklikten alınarak 20. asrın günceline ifade edilen bu netlik, bu bütüncül kavrayış, bu köklü teşhis ve çözüm perspektifi bulunmaktadır.

Bu yönüyle Kutub’un eserleri, ana kaynağa (Kur’an’a) dönüş, hakimiyetin/egemenliğin Allah’a has kılınması, tüm çeşitleriyle cahiliyenin reddi ve ondan akidevi temelde kesin ayrışma ve ilkesel uzlaşmazlık ve bu temelde ilk nesil örneğinde olduğu gibi Kur’an neslinin yeniden inşası gibi güçlü vurguları Müslümanların gündemine taşımıştır.

Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, Kutub’un ve Mevdudi gibi diğer uyanış öncülerinin eserlerinin tercümesiyle birlikte, “sağ-muhafazakâr” temelli eklektik/sentezci yaklaşımların sorgulanması ve arı-duru bir İslami anlayışa yönelme noktasında bir bilinçlenmenin yaşandığını görmekteyiz. Bu bilinçlenme, modern cahiliye ve onun temsilcisi mevcut düzenden ve sağ-muhafazakâr eklektik kimliklerden arınmayı ve akidevi temelde ayrışmayı doğurmuştur.

İşte bu noktada iki kavram çıkmaktadır karşımıza, ki bunlar kavram Seyyid Kutub bağlamında bugünkü halimizin muhasebe edilmesi noktasında çok hayati kavramlardır: Entegrasyon ve ayrışma.

Akidevi temelde değerlendirdiğimizde; entegrasyonun şirkin, ayrışmanın (akidevi hicretin) ise tevhidin temeli olduğunu ifade etmemiz gerekir. Nitekim Rabbimiz, inzal sürecindeki ilk emirlerinden olan “ruczdan hicret” beyanıyla[5], Rasulullah ve beraberindeki ilk mü’minlere Mekke’deki cahiliyeyle entegrasyon yerine akidevi ayrışmayı emretmiştir.

Buna karşılık yine Kur’an’ın ilk dönem beyanlarından öğrenmekteyiz ki, Mekke cahiliyesi, filizlenmekte olan İslam dâvetine “entegrasyon” teklifi götürmüştür.[6] Dahası, bunun için Rasulullah’a, entegrasyona/uzlaşmaya uygun görmedikleri, cahili anlayış ve işleyişlerini reddeden ve egemenliğin Allah’a has kılınması öğretisini temel alan mevcut Kur’an’ın değiştirilmesi veya yeni bir Kur’an getirilmesi teklifinde bile bulunmuşlardı.[7]

Mekke’de ipler, işte bu uzlaşma/entegrasyon tekliflerinin vahyin kesin talimatlarıyla reddi[8] ile kopmuştur. Akidevi hicret[9], “onlardan güzellikle ayrışmayı” öngören kurumsal hicretle[10] taçlandırılarak hakla bâtıl ayrıştırıldığı gibi, iki toplumsallık da toplumsal planda değil fakat kurumsal planda ayrıştırılmıştır.

Bu kurumsal ayrışmanın, Mekke’deki mevcut egemenliğin merkezi Darun Nedve’den başladığını görmekteyiz. Ebu Bekir (r.a.), kabile temsilcisi olarak doğal üyesi olduğu bu “şirk meclisi”nden, iman etmesi ile birlikte ayrılmıştır. Darun Nedve’ye karşı Darul Erkam’ın ikamesi de bu ayrışmanın sembol adımını teşkil etmiştir.

İslam dâveti, işte bu “akidevi hicret/ayrışma” temelinde başlamış ve o zeminde ilerlemiştir. Emevi sultasıyla birlikte maalesef cahiliye âdet ve anlayışlarının yeniden diriltilerek İslam’ın öğretileriyle sentezlenme yoluna gidilmesi ve ayrıca Doğu Roma üzerinden o günün “modern cahiliyesi”nden etkileşimlerle, bu Kur’ani/Nebevi temel ve zemin terk edilmiş, Abbasi sultası döneminde ise, İslami farkındalık ve temyiz bilincinden uzak bir biçimde Yunan ve İran felsefelerine alan açılmasıyla da akidevi arı-duruluk, netlik önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır.

Bu dönemlerde ortaya çıkan eklektik/sentezci anlayışlar, saltanat kültürü, sultanların (hâşâ) “Zıllullah / Allah’ın gölgesi” olarak görülmesi ve otoritenin kutsanması, “devlet-i ebed müddet” gibi yaklaşımlarla birleşince, bugüne kadar süregelen “mukeddesatçı sağ-muhafazakâr” anlayışlar ortaya çıkmıştır.

Seyyid Kutub’un tüm bu eklektik/sentezci anlayışları da cahiliyenin bir parçası olarak değerlendirmesi ve Kur’an’a dönüşle akidevi arınma ve netleşmeye vurgu yapması, asırlardır toplumların algı ve anlayışını belirleyen entegrasyon temelli bu eklektik anlayışların sorgulanmasını ve Kur’ani temelde bir arınmayı, ayrışmayı beraberinde getirmiştir. Türkiye özelinde, 60’lı yıllar sonrası dönemdeki İslami bilinçlenmenin bu zeminde yaşandığını söylememiz mümkün.

Aşmak mı, Aşındırmak mı?

Özellikle 80’li ve 90’lı yıllarda çok güçlü bir akım haline dönüştüğüne tanıklık ettiğimiz söz konusu bilinçlenme sürecinin, 2000’li yılların başları itibariyle Türkiye özelinde ve Türkiye’nin “model ülke” olarak kendilerine takdim edildiği mücavir coğrafyalarda çok temel bir kırılmaya maruz kaldığını belirtmemiz gerekir.

28 Şubat sürecinin sert rüzgârlarında diriliğini korumayı başaran ve direncini ortaya koyan İslami mücadele hattı, 2002 yılında başlayan muhafazakâr-demokrat yönetim sürecinin ılıman rüzgârlarında sarsıntıya uğrayıp, bizi biz yapan tevhidi bilinç noktasında kırılma yaşamıştır.

Sürecin, tıpkı 1950’de ve 1983’te olduğu gibi dayatmacı jakoben laiklikten, ılımlı anglo-sakson laikliğe geçiş niteliğindeki sistem içi bir dönüşüm, kabuk değişimi olduğu gerçeğini fark edemeyen, başörtüsü yasağının, Kur’an kurslarına konulan sınırlamaların ve benzeri jakoben nitelikli dayatmalarının kaldırılmasına fazladan anlam yükleyen birçok çevre, sürecin cazibesine kapılarak, teşbihte hata olmazsa Ayneyn tepesindeki mevzileri terk edip sistem içi politik sürece taraftar veya doğrudan nefer yazılmaya başladı.

2010’daki anayasa referandumu ise, o güne kadar cahili düzen ve aktörleri karşısında “akidevi teberri” eksenli tevhidi duruşlarını sürdüren, Seyyid Kutub’un altını kalın harflerle çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” Kur’ani ilke ve Nebevi sünnetini doğru bir tercihle temel hareket çizgisi olarak ifade eden kimi çevrelerin dahi Ayneyn tepesindeki nöbeti terkiyle neticelendi.  

Bizim, o süreçte kaleme alıp yayınladığımız “Türkiyeli Müslümanlar ve İstikamet Krizi” kitabında istikamet krizi olarak nitelediğimiz bu durum, 60’lı yıllarda başlayan, “entegrasyondan akidevi ayrışmaya” trendinin tersine dönmesini ifade etmekteydi. Artık "akidevi ayrışmadan entegrasyona” doğru tersine bir yolculuk söz konusu idi.

Bu sürece girildikten sonra, Seyyid Kutub’un altını çizdiği cahiliyeyle uzlaşmazlık ve akidevi ayrışma “engelinin” aşılıp, entegrasyonun tevhidi bilinçlenme sürecinde yer almış kesimler nezdinde meşrulaştırılması için iki tutumun öne çıktığını görmekteyiz. Birincisi “Seyyid Kutub’u aşmak” söylemi, ikincisi ise onun taltif edilmesi, lakin gündeme getirdiği Kur’ani/Nebevi çizginin kimi demagojik söylemlerle aşındırılması çabası.

“Aşmak söylemi”, daha önce iki makaleye konu ettiğimiz üzere, aslında Seyyid Kutub’un berraklık, netlik ve gayretini aşarak daha ileri sâlih ameller ve cehd imkânları üretmeyi değil, onun altını çizip 20. asrın güncelinde ifade ettiği tevhidi çizginin aşılması ve mevcut cahili işleyişlerle entegre yaklaşımların üretilmesi tercihini ifade ediyor.

Nitekim ilgili makalelerde de belirttiğimiz üzere, Seyyid Kutub’u aşmaktan söz eden çevrelerce bugüne değin, bâtıl sistemler içi cahili politik süreçlere entegre/angaje olmakla, ölçüsüz tekfir ve kör şiddete dayalı ölçüsüz yaklaşımlar dışında bir yaklaşım üretildiğini görmüş değiliz.

“Aşmak” adına dile getirilen “yerlilik” eksenli söylemler ise, İslami açıdan ciddiye alınmayı hak eden bir nitelik bile arz etmezler. Zira zihinleri ulusal sınırlarla çevrili insanların, böylesine daraltılmış zihinlerle cihanşümul bir dâvâ olan İslam’ı ve İslami dâvet önderlerini anlaması zaten mümkün değildir. İbretlik bir durumdur ki, Türkiye gibi ülkelerde kimilerince “yerlilik” adına zemmedilen Seyyid Kutub ve eserleri, Nâsır dönemi Mısır’ında da benzer çevrelerce “Hint alt kıtasındaki İslami yaklaşımların etkisinde olmakla”, yani “yerli olmamakla” zemmedilmiştir. 

Aşındırma konusuna gelince, ne yazık ki bu noktada ibretamiz yaklaşımlara tanıklık ettiğimizi söylemeliyiz. Biz doğu toplumlarındaki yaygın bir tarz olarak “ne yardan ne serden geçme” tutumuyla, bir yandan Seyyid Kutub ve dâvet mirası sahiplenilirken, diğer yandan onun dâvet mirası tersyüz edilerek mevcut entegrasyon süreçleriyle uyumlu bir şekilde yorumlanmaya kalkışılıyor.

Kısacası, Seyyid Kutub’un altını çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” eksenli Kur’ani/Nebevi vurgular süreç içinde yanlış tercihlerle “aşılınca”, Kutub’un dile getirdiği bu vurgular kimi demagojik söylemler ile tersyüz edilerek entegrasyon süreçleriyle uyumlu gösterilmek isteniyor.

Bu noktada, Kutub’un, güncel hayatla bağı zayıflatılmış, egemenlik ilişkilerine İslami zeminde itiraz niteliğinden uzak geleneksel klasik fıkıh anlayışına yönelik “sahife fıkhı” tanım ve bu çerçevedeki haklı eleştirileri, cahiliye düzenlerinden “akidevi ayrışma” temelli İslami dâvet ve mücadele tercihi yerine, cahiliye düzenlerinin politik süreçlerini esas alan bir “adım adım iyileştirme” anlayışına savrulan kimi kesimlerce bu yaklaşımlarını temellendirmek için üretilen “tertil fıkhı”, “merhale fıkhı” gibi tanımlamalara dayanak kılınmaya çalışılıyor.

“Madem ki biz Kutub’un altını çizdiği tevhidi ilkelerde sebat etmedik, Kutub’dan da vazgeçemeyiz, o halde Kutub’u bugünkü entegrasyon eksenli çizgimize uyduralım” yaklaşımı sergileniyor. İşte bu tam anlamıyla aşındırmadır. İslam’ı hayat nizamı olarak benimsemeyen, insan hevasına dayalı yönelim ve yasalar üzere işleyen cahiliye düzenlerine yönelik İslami yaklaşımın ancak “akidevi ayrışma” temelli olabileceğini, “merhale”nin ise ancak bu ayrışma temelinde oluşturulacak özgün İslami toplumsal-siyasal inşa noktasında geçerli olacağını mutlaka biliyor olmalarına rağmen, Kur’ani bağlamından koparılmış bir  “maslahat” algısı ve “reel politik” perspektifle yanlış tercihlere sürüklenenler, sürüklendikleri noktadan tevhidi mücadele hattını da bulandırmaya gayret etmektedirler. Ki bu, terazinin ayarlarıyla oynama çabasından başka bir anlama gelmemektedir.

Bugün Seyyid Kutub’dan sitayişle bahseden çevrelerin yüzde kaçı, onun altını kalın çizgilerle çizdiği Kur’ani ilkeler ve onlara dayalı Nebevi örnekliğe uygun bir yaklaşım içinde bulunmaktadırlar? Bu sorunun cevabı, Seyyid Kutub bağlamında durum tesbiti açısından hayati önem arz etmektedir.

Maalesef, bugüne kadar, Kutub’un altını yeniden çizdiği “cahiliyeden akidevi ayrışma” tutumunu Türkiye’de en fazla vurgulayan kimi çevrelerin dahi, bu tevhidi çizgiden uzaklaşarak cahiliye düzeninin politik süreçlerine “merhale fıkhı” gibi demagojik söylemler eşliğinde angaje ve entegre olduğunu, bu kırılmanın, söz konusu çevrelerde daha önce arındıkları geleneksel hurafeleri kucaklama gibi yaklaşımları da beraberinde getirdiğini görmekteyiz.

Nitekim düzenin resmi din kurumu olan Diyanet güzellemelerinden “mevlid kandili” kültürünü sahiplenmeye, hayatı insanları kabirdekilerden istimdat istemeye teşvikle geçmiş olan, batıni tasavvuf anlayışının bu coğrafyadaki sembol bir ismini tezkiye ve günlerce olumlu anlamda gündemleştirme ölçüsüzlüğüne değin, tevhidi bilinçlenme sürecinde aşılan ve arınılan türlü cahili yaklaşımlara rücu edilmekte olduğunu müşahede etmekteyiz. Üstelik tüm bunlar yapılırken de, Seyyid Kutub’a sahip çıkılmaktan hiç geri durulmamaktadır!

Biz tüm bu tesbitleri, emri bil ma’ruf, nehyi anil münker sorumluluğumuz[11] çerçevesinde yapmaya çalışmaktayız. Dost acı söyler misali, acı da olsa bazı gerçekleri ısrarla söylemeye gayret ederek, yanlışa düşenleri yeniden doğrulara yönelmeye teşvik etmek istiyoruz.

Makalemizi, bir tesbitimizi hatırlatarak noktalamakta fayda görüyoruz: Entegrasyon şirkin, akidevi ayrışma ise tevhidin temelidir. Nitekim kelime-i tevhidin de, “lâ” ifadesiyle akidevi ayrışma öğretisi ile başladığı bilinmektedir.

[1] Bkz: Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4, 6

[2] Bkz: Bakara 2/143

[3] Bkz: Bakara, 2/130, 135; Âl-i İmran, 3/95; Nisa, 4/125; En’am, 6/161; Nal, 16/123; Hac, 22/78

[4] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Sh. 24, Özgün Yayınları

[5] Bkz: Müddessir, 74/5

[6] Bkz: Kalem, 68/9

[7] Bkz: Yunus, 10/15

[8] Bkz: Kalem, 68/10-14; Yunus, 10/15; İsra, 73-74; Hud, 11/112-113 vb.

[9] Bkz: Müddessir, 74/5

[10] Bkz: Müzzemmil, 73/10

[11] Bkz: Âl-i İmran, 3/104, 110; Tevbe 9/71; Hac, 22/41; Asr, 103/3 vb.

Bu Hafta İlkav'da Cuma Konferanslarında Emrullah AYAN, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini gündemleştirdi. Cuma Hutbeinde ise hatib Emrullah AYAN "Bir Babanın Putperest Âyinlerine İtirazı" başlıklı bir hutbe irad etti.

 

İslam dini; sabitelerini Allah’ın belirlediği bir dindir. Allah’ın dini olması hasebiyle, bu dinin hiçbir zaman değiştirilmesi mümkün olmayan ilke ve prensiplerini belirleme hakkı da Allah (c.c)’a aittir. Rabbimiz olan Allah (c.c.), İslam’ın değiştirilemez, bütün iman eden kimseler tarafından kabul edilmesi gereken, kişilere muhayyerlik hakkının verilmediği prensipleri Kur’an’ı Kerim’de bizlere bildirilmiştir.

Rabbimizin Kur’an’da biz kulları için koymuş olduğu sabiteleri ve değişkenleri açıklamak için gönderilmiş olan Hz. Peygamber (s.a.s.) efendimiz dahil, insanların dinin sabitelerinin değiştirilmeleri, yenisini eklenmeleri veya bazısını çıkarmaları konusunda yetkili görülmemişlerdir. Konuyla ilgili birkaç ayeti kerimede Rabbimiz mealen şeyle buyurur; “Rabbinden sana vahyolunana uy. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Ahzab, 2)

“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yunus, 109)

“Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 15)

Bu ve bu bağlamda olan daha nice ayeti kerime, dinin sabiteleri konusunda yetkili merciin Rabbimiz olan Allah olduğu, bu konuda Peygamber (s.a.s.) efendimize bile din üzerinde tasarruf etme yetkisinin verilmediğini çok açık bir şekilde bize bildirmektedir. Peygamber (s.a.s.) efendimizin bu konuda ki görevi, Rabbimin kendisine inzal ettiği ayetleri açıklamak, beyan etmek ve yaşayarak örneklik etmektir. Zira Alimler, İslam’i ilimlerin kaynakları nelerdir? sorusuna verdikleri cevapta; her daim ilk sırada Kur’an’ı zikretmişlerdir. Kur’an’da hükmü açıklanan bir meselenin bundan sonraki kaynaklara müracaat edilmeden hükme bağlanacağını ifade etmişlerdir. Nebi (s.a.s)’ın uygulaması da zaten böyledir. Mu’az ibn Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderdiğinde kendisine; “Karşılaştığın bir meselede neyle hükmedeceksin?” sorusuna Mu’az; “Allah’ın kitabıyla” diye cevap vermişti. Bu cevapla karşılaşan peygamber efendimiz, “Hayır böyle yapmamalısın, Kur’an’a baktıktan sonra, benim sünnetime de bak, hatta bu konuda diğer ashabın ne dediğine de bak sonra hüküm ver” dememiştir. Mu’az’ın “Allah’ın Kitabıyla” sözünü doğru görmüştür. (İbn Hanbel, XXXVI, 382) Kur’an’da hükmü belirtilmeyen konularla ilgili olarak da; önce kendi sünnetini, daha sonrada içtihadı uygun görmüştür.

Alimlerimizin dinin temel kaynağı Kur’an’dır yaklaşımları tarihi süreç içerisinde maalesef biraz gölgede kalmıştır. Önce peygamber efendimize nispet edilen hadislerle, daha sonra da sahabe ve Alimlerin içtihatlarıyla Kur’an ikinci plana atılmıştır. Tabi ki kimse bunu gelişi güzel yapmamıştır. Öncelikle hadislerin merkeze alınıp, ayetlerin tevil edilmesiyle başlayan bu yaklaşım daha sonra “mezhebimizin usulüne uymayan bir ayet gördüğümüzde tevil ederiz” dinilen bir noktaya varmıştır. Gelinen nokta da, bazı konularda Kur’an, mezheplerin, alimlerin, şeyhlerin, yada bir takım rivayetlerin gölgesinde kalmıştır. Kur’an’da hükümleri beyan edilen bazı meseleler, rivayetlerde farklı geçmesi sebebiyle, alimlerin meseleyi faklı yorumlamaları yüzünden, hükümde Kur’an’dan farklı bir alana taşınmıştır. Konuyla ilgili birkaç örnek verirsek;

  • Kur’an’da Hz. İsa (a.s)’ın vefat ettiği zikredildiği halde, hâlâ yaşadığı iddia edilmektedir. Allah, şöyle buyurmuştu: “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” (Ali İmran, 55)

Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.” (Maide, 117)

 

Bu ayetlerde; Hz. İsa (a.s.)’ın vefat ettiği açık bir şekilde ifade edildiği halde, ne yazıktır ki bazı rivayetler merkeze alınarak bu ayetleler de ifade edilen hüküm geri plana atılmış, ayetlerde ifade edilen “teveffe” kelimesi tevil edilerek rivayetlere uygun hale getirilmiştir. Rivayetlerin merkeze alınması ve Ayetlerin tevil edilmesiyle birlikte Hz. İsa (a.s.)’ın, kıyametten önce tekrar dünyaya gelmek üzere Allah tarafından sağ olarak göğe kaldırıldığı inancı akaid kitaplarına kadar girmiş, hatta bunu kabul etmeyen kimseler akaidi bozuk, kafir, fasık, bid’at ehli, sapık olarak görülmüştür. Oysa bu konunun akide ile bir alakası yoktur. Akidenin kaynağı olan Kur’an’ı Kerimde Hz. İsa (a.s.)’ın geleceğine dair herhangi muhkem bir nas yoktur. Aksine yukarıdaki ayetlerde de gördüğümüz gibi, diğer insanlar gibi oda vefat etmiş ve ruhu mahiyetini bilmediğimiz ruhlar alemine yükseltilmiştir. Bir çok konuda olduğu gibi, rivayetler merkeze alınarak Kur’an geri plana atılmış, Kur’an’daki hükümler tevil edilmiştir.

  • Hesap günü insanlar, yaptıklarının karşılığı olarak cennet veya cehenneme gidecekler. “Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.” (Zumer, 70)

“….hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” (Nisa, 49)

“…kıl kadar zulme uğratılmıyacaklar.” (İsra, 71)

“Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Ve kim zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

“O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.” (Yasin, 54)

Melekler, onların canlarını iyi kimseler olarak alırken, “Selâm size! Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık girin cennete” derler.” (Nahl, 32)

“Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.” Saffat, 39)

“O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağrılır. (Onlara şöyle denilir:) “Bugün (yalnızca) yaptıklarınızın karşılığı verilecektir.”(Casiye, 28)

(Onlara denir ki:) Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, âfiyetle yeyin, için.” (Hakka, 24)

“Hayır (sandığınız gibi değil), kim, günah kazanmış da hataları kendisini kuşatmışsa, işte onlar artık ateş ehlidir ve orada devamlı kalacak olanlardır.” (Bakara, 81)

Bütün bu ayetlere ve bu konuda Rabbimizin verdiği hükme rağmen, insanların yaptıklarının karşılığı olarak değil de, falan mezhebe mensup olmakla, falan tarikata intisap etmekle veya şefaatle cennete gireceği ifade edilmektedir. Hatta bir akaid kitabında konu şu cümleyle ifade edilmektedir. “Birde sadece azabı hak etmiş Müminleri, Peygamber efendimiz şefaati ile Cehennemden kurtaracaktır.” (Sorularla İslam Akaidi, Aleaddin Palevi, İ’htisam Yay. Sahife, 210) Hem azabı hak etmiş olacak, hem de şefaatle azaptan kurtarılacak. Bu günümüzdeki nice suçlu olan insanların tanıdıkları bazı iltimas sahibi inanların araya girmeleriyle suçsuz kabul edilmeleriyle aynı şeydir. Bir kimse yaptıklarından dolayı, Allah’ın azabını hak etmiş olacak, Allah bu kimse hakkında yaptıklarından dolayı cehennemlik olduğuna karar verecek, ama araya Peygamber (s.a.s.) efendimizin veya başka birilerinin girmesiyle Allah cezalandırmaktan vaz geçecek. Bu mümkün değildir. Allah’ın adaletine ve yukarıda meallerini paylaştığımız muhkem ayetlerine de terstir.

  • Zina suçunun cezası yüz sopadır. “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini konusunda o ikisine acımayın. Onların ceza görmesine, inananlardan bir topluluk da şahit olsun.” (Nur, 2)

Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın). Sizlerden fuhuş (zina) yapanların her ikisini de incitip kınayın. Eğer onlar tövbe edip ıslah olurlarsa, onları incitip kınamaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Nisa, 15)

 

Nisa Suresindeki ayetler; homoseksüellik ile ilgili olduğu ifade edilmektedir. Nur Suresindeki ayet ise zina ile ilgili açık hükmü ifade etmektedir. Bu hükme rağmen, zina edenler arasında evli ve bekar ayrımı yapmak, evlilere recm cezası, bekarlara da yüz sopa cezası verileceği kabul edilmektedir. Kur’an bu konuda bir kayıt koymadığı halde, bu ayetler nazil olmadan önce Peygamber (s.a.s.) efendimizin recm cezasını uyguladığı yönündeki rivayetler esas alınarak yapılmıştır. Hatta bu konuda bir ayetin olduğu, bu ayeti keçinin yediği, Hz. Ömer (r.a.)’ın “Eğer insanlar Ömer Kur’an’a ekleme yapıyor demelerinden korkmasaydım Kur’an’a ekletirdim.” dediği rivayetleri esas alınarak Kur’an’ın bu hükmü yalnız bekarlara tahsis edilmiştir. Yani; yine rivayetler merkeze alınarak Rabbimizin bu muhkem hükmü tahsis edilerek kayıtlanmış, evli olan kimseler bu hükmün dışına çıkartılmıştır.

  • Din değiştirenlerin cezası ahirette verilecektir.

Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 54)

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 256)

“Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 106)

“….Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara, 217)

“İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkar eden, sonra da inkarlarında ileri gidenler var ya; Allah onları bağışlayacak da değildir, doğru yola iletecek de değildir.” (Nisa, 137)

“Kendileri için hidayet yolu belli olduktan sonra gerisin geri dönenleri, şeytan aldatıp peşinden sürüklemiş, ve kendilerini boş ümitlere düşürmüştür.” (Muhammed, 25)

 

Konuyla ilgili Rabbimizin; bütün bu ayetlerde belirlediği hüküm yeterli görülmeyerek, yada geri plana atılarak, her din değiştirenin öldürüleceği ifade edilmektedir. Gerek Peygamber(s.a.s.) efendimiz döneminde, gerekse de özellikle Hz. Ebu Bekir (r.a)’ın döneminde, bazı mürtetlerin öldürülmesine yönelik yaptıkları uygulamalar ve konuyla ilgili rivayetler konuyla ilgili genel hüküm kabul edilerek umumileştirmişlerdir. Oysaki bir kimse, sadece din değiştirdiği için dünyevi bir ceza olarak öldürülmez, bu kimsenin cezası ahirette kendilerine verilir. Ama din değiştiren ve toplumda fitne oluşturan kimseler, din değiştirdiği için değil toplumda fitne ve fesat meydana getirdikleri için ve fitnenin de cezasının ölüm oluğu için öldürülürler. Gerek Peygamber (s.a.s.) efendimizin, gerekse de Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın mürtetlerin öldürüleceği yönünde ki uygulamaları, bu mürtetlerin oluşturdukları fitne ile ilgilidir. Ama maalesef bu görmezlikten gelinerek, daha önemlisi de yukarıda Kur’an’da gündeme gelen ayetlerdeki hükümler görmezlikten gelinmiştir. 

  • Adem (a.s)’ın Cennette yasak ağaca yaklaşmasının sebebi Havva annemiz değildir.

“Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik. Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır. (Bakara, 36-37)

Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf, 23)

Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme, diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.” (Taha, 115)

Bütün bu ayetlerden anladığımız; Şeytanın yada İblisin vadettiği ve “sizin için emin bir nasihatçiyim” dediği ve neticesinden de kandırdığı kişi, Havva annemiz değil, Adem (a.s.) ve Havva annemizin her ikisidir. Oysa bir takım rivayetler ve alimlerin de çoğuna göre, şeytan önce Havva annemizi kandırmış, daha sonrada Havva annemiz Adem (a.s.)’i kandırmıştır. Hatta söz konusu rivayetlere göre dünyada ki bütün kadınların kocalarına ihanet etmelerinin de temel müsebbibi haşa Havva annemizdir. Bu anlayışa göre Havva annemiz  Adem (a.s.)’ı kandırarak yasak ağaçtan yemesine sebebiyet vermiş, Havva annemizin bu suçundan dolayı bütün kadınları da kocalarına ihanet etme özelliği kazanmışlar veya haşa Allah onlara böyle bir özellik vermiştir! Bu yaklaşımın temel referansı Tevrat’ın tekvin bölümünde anlatılan Adem ve Şeytan kıssasıyla birebir aynıdır. Hatta toplum içerisinde kabul göre şu yaklaşımda yine Tevrat kaynaklı bir yaklaşımdır; kadınların aybaşı hali görmeleri ve dokuz ay hamile kalmaları ve aynı zamanda doğum sancısı çekmelerinin sebebi de Havva annemizin söz de yaptığı bu ihanettir(!) Hristiyan inancına göre; Adem’in işlediği suç bütün çocuklarına sirayet ettiği gibi, Müslümanlardaki bu algıda, Havva annemizin sözde yaptığı bu suçun(!) cezasını bütün kadınlar yüklenmişledir. Havva haşa ihanet ettiği için bütün kadınlarda ihanet edecekler, Havva ihanet etmeseydi, kadınlarda ihanet etmeyeceklermiş. Bu algıları Kur’an’ın konuyu gündeme getirdiği ayetler çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman doğru görmek asla söz konusu değildir.

  • İnsanlar Cennet ve Cehennemi yaptıkları ameller neticesinde kazanırlar. Allah’ın kendi haklarında tayin ettiği kaderleri sebebiyle değil.

“Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.” Saffat, 39)

“Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Ve kim zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

“O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.” (Yasin, 54)

Konuyla ilgili bu ve daha birçok ayet, bize insanların dünya hayatındaki tercihleri ve ammeleri neticesinde cennet veya cehenneme gideceklerini çok açık bir şekilde beyan etmektedir. Aksi bir durum zaten söz konusu olamaz. Yani; bazı rivayetlerde mevzu bahis edildiği gibi, daha insan anne karnındayken, kaderinin tayin edildiği ifade edilmekte, said mi, şaki mi olacağının kararının Allah tarafından verildiği, cennetlik veya cehennemlik olacağının hükme bağlandığı kabul edilmektedir.  Bundan dolayı insanlar dünya hayatlarını Allah’ın kendileri için belirlediği şekilde yaşamaktadırlar! Bu insancın Kur’an’ın yukarıdaki ayetlerde güdeme getirdiği hükümlerle örtüşmesi söz konusu değildir. Ayrıca bu yaklaşım doğru kabul edildiği taktirde, Rabbimizin hesap gününde insanları hesaba çekmesinin ve cezalandırmasının bir anlamı olmaması gerekirdi. Yine Rabbimizin haşa insanı kendi belirlediği ve insanın müdahale edemeyeceği bir sebepten dolayı cezalandırması veya ödüllendirmesi söz konusu olur ki buda Allah (c.c.) için kabul edilemez inançtır.

Bu yazımızda konu ile ilgili bütün hususları gündeme getirmemiz yazının hacmini bayağı uzatır. Bu sebepten dolayı, biz bu örnekleri vermekle yetiniyoruz. Biz bu hususları gündeme getirdikten sonra Müslümanlar arasında problem olan başka bir hususa dikkatleri çekmek istiyoruz. Oda Allah onlardan razı olsun, yıllarca samimi cabalar neticesinde alimlerin ortaya koydukları usul kaidelerinin, dinin sorgulanmaz asılları gibi algılanması meselesine değinmek istiyoruz.

Hemen şunu belirtelim ki, Alimlerin belirlenmiş oldukları bu usul kaidelerinin önemsiz olduğu, dikkate almamamız gerekir gibi bir iddiamız söz konusu değildir. Biz sadece şunu söylemek istiyoruz; belirlenen bu usul kaidelerinin büyük bir kısmı içtihadıdır. Kur’an ve Sahih Sünnetin belirlediği kaideler değildir. Örnek vermek gerekirse, bir hadisin sahih olabilmesi usul kaidesi şudur; bir hadisin sahih olabilmesi için üç tane şartı üzerinde bulundurması gerekir. Birincisi; senedinin muttasıl olması, (yani rivayet eden kimselerin peygambere kadar arada kopukluk olmadan bilinmesi,) İkincisi; rivayet eden ravilerin adalet sıfatlarına sahip olmaları, Üçüncüsü; yine rivayet eden ravilerin zabt, (yani hafızalarının kuvvetli olması) sıfatına sahip olmaları gerekir. Şimdi bu usul kaidesini kaynağı Kur’an mıdır? Yoksa, konuyla ilgili bir sünnet mi söz konusudur? Hiç şüphesiz, tabi ki kaideyi ortaya koyan Kur’an ve Sünnet değil, alimlerimizdir. Alimlerimiz tabi ki bu konuda kendilerine delil olarak da bir takım rivayetleri kullanmışlardır. Ama bu rivayetler sahih hadisin usul kaidelerini bu şekilde ortaya koyuyor değiller. Yani; peygamberimiz; “bir söz duyduğunuzda bu sözün senedini araştırın, söyleyen kimselerin adil ve hafızalarının kuvvetli olup olmadığına bakın, şayet senedinde kopukluk yoksa, rivayet eden kimseler adil ve zapt sıfatları varsa kabul edin” dememiştir. Ayrıca konu ile ilgili biraz araştırma yapanlar bilirler ki; bir hadis aliminin adil dediği bir ravi için bir başka hadis alimi zayıftır diyebilmiştir. Veya bir ravi bazı hadis alimlerine göre sika iken, diğer alimlere göre sıka olarak kabul edilmemiştir. Asılında hadis alanında uzmanlaşmış alimlerimiz kendilerinden sonrakilerin işini kolaylaştırmak, rivayetler arasına karışmış yalan yanlış olanlarını ayıklaması, zayıf olanların tespit edilmesi için bu şekilde bir usul kaidesi koymuşlardır. Yani belirleyenler Alimde olsa inandır. İnsan da din konusunda sabite belirleyemez. Belirlediği sabiteler din olmaz.  Çünkü insanın belirlediği sabiteler içtihadidir. İçtihadın olduğu yerde tabi ki doğru olup olmama noktasında zan söz konusudur.

Gelinen noktada, Allah onlardan arzı olsun, Alimlerimizin ictihadi olarak belirledikleri usul kaidelerini din olarak gören ve bu kaideler üzerinden insanları Müslüman veya kafir kabul eden bir anlayış ortaya çıkmıştır. Yıllarca medreselerde din diye kendilerini anlatılan bu usül kaidelerini öğrenen insanlar, dini, bu kaidelerden ibaret görüyor ve bu kaidelere ters düştüğünü gördüğü insanları çok rahat bir şekilde dinin dışına itebiliyor. Oysaki, bir kimsenin kafir olarak kabul edilmesi için, Kur’an’da muhkem bir şekilde açıklanan bir hükmü veya Sahih sünnette peygamberin Kur’an’ın bir açıklaması sadedinde olan bir hükmünü reddeden kimse ancak kafir olur. Kendi kaidelerine göre; “Zarûrât-ı Diniyye’den” olan bir hükmü reddeden bir kimse tekfir edilir derler. Ve hiç kimse de dinde zaruri olarak bilinmesi gereken şeyleri sayarken sahih hadisin şartlarını veya diğer usul kaidelerini saymazlar. Gelinen noktada; Kur’an ve Sahih Sünnetin ortaya koyduğu sabiteler dinin belirleyicisi olması gerekirken, ne yazıktır ki, kimilerine göre usul kaideleri, kimilerine göre mezhebi doğrular, kimilerine göre alimlerin görüşleri, kimilerine göre şeyhlerin söyledikleri vb. hususlar dinin sabiteleri haline gelmiştir. İnsanlar artık bu anlayışlara göre Müslüman veya kafir görülüyorlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, ihtilaflar, tefrikalar, birbirlerinin kanlarını akıtacak kadar olan düşmanlıklar Müslümanların kuşatmış durumdadır.

Oysa Rabbimiz kitabını Furkan olarak nitelendiriyor. “Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.” (Furkan, 1) “Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal, 29) Bize düşen şey de doğru ile yanlışı Kur’an’ın ortaya koyduğu sabiteler çerçevesin de tespit etmeye çalışmaktır. Çünkü, hesap günün de Rabbimiz bizi, ne usul kaidelerinden, ne mezheplerin doğrularından, ne alimlerin ve selefin görüşlerinden nede şeyh ve efendilerin söylediklerinden hesaba çekecektir. Kendi kitabından bizi hesaba çekecektir. Hal böyleyken, inancımızın ve amellerimizin sabitelerini, kaidelerini Kur’an’dan almalıyız. Kur’an’dan onay almayan inanç ve düşünceleri, amelleri kabul etmemeliyiz. Buradan tabi ki şunu demek istemiyoruz; Kur’an’ı anlamak için, başta hadislerden, sahabe efendilerimiz başta olmak üzere Alimlerimizden istifade etmemeliyiz, asla. Aksine gerek hadis rivayetleri ve alimlerin görüşleri bizim Kur’an’ı daha doğru anlamamız için ihmal edilmemesi gereken sebeplerdendirler. Bizim söylediğimiz şey ise; Kur’an’da hükmü beyan edilmiş bir meseleyi, hadisler ve Alimlerin görüşlerinden dolayı işlevsiz kılmamalıyız. Kur’an’ın muhkem naslarına ters olan bir konuya ihtiyatla yaklaşmalı, Kur’an’daki hükmü bir kenara bırakarak veya geri plana atarak kabul etmemiz gerekmektedir. 

Selam Kur’an’ın hidayetine tabi olan muttaki müminlerin üzerine olsun.

 

Hutbe: Allah’tan başkalarını rab edinmek

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa bunlar da ancak, tek olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır."(Tevbe: 31)

Kardeşlerim, bugün Hicrî Rabiu’l-Âhir ayının 9’u 1444/Cuma

"...Hahamlarını ve rahiplerini rabbler edindiler...": Âyetimizin bu kısmının gerçek manasını, bizzat Peygamber (S) kendisi açıkladı. Dolayısıyla Rasulullah (S)’in bu hadis-i şerifi; Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın, onu hesaba katmaksızın helâl ve haramın sınırlarını belirleme yetkisini kendilerinde görenlerin nefislerini ilah ve rabb edindiklerini, onlara hüküm verme ve kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini göstermiş olmaktadır.

Ehl-i Kitabın sapıklığını gündeme getiren bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman âyetin nüzûlünden çok kısa bir süre önce Hıristiyanlıktan İslâm’a giren Adiy Bin Hatem Rasulullah (S)’e gelerek şöyle diyordu:

“ ‘Ey Allah’ın Resulü, biz Hıristiyan iken Allah’tan başkalarına asla kulluk etmiyorduk. Burada anlatılan kulluk da neyin nesi?’ der. Bunun üzerine Allah’ın Resulü ona şöyle sorar: ‘Ey Adiy, söyler misin bana, sizin papazlarınız, din adamlarınız, siyasîleriniz Allah’ın haramlarına/yasaklarına aykırı size bir kısım şeyleri emrederlerdi de siz onların bu emirlerini yerine getirir miydiniz?’ Adiy, ‘evet yerine getirirdik’ der. ‘Peki onlar, Allah’ın sizin için helâl kıldığı bir kısım şeyleri yasaklardı da siz onların bu yasaklarına tâbi olur muydunuz? Onların yasakladıklarını Allah yasağı gibi bilmiyor muydunuz? Onlar Allah’ın yasak kıldıklarına yasak değil serbest deyince siz de aynen bunu kabul etmiyor muydunuz?’ Adiy ‘evet’ deyince, Allah’ın Resulü: ‘Zâlike hiye ibadetün’ yani, işte bu onlara ibadetin ta kendisidir’ buyurdu.”

İşte onları Allah berisinde rab edinmek ve onlara kulluk yapmak budur.

Evet, öyleyse kişinin hayatında Allah makamında oluş şeklinde helâl ve haram koymak, emir ve yasaklarda bulunmak rabliktir bunu unutmayalım. Yani bir karar merciini ve ondan çıkan kararları ilâhî kararlar seviyesine çıkarmak onları rab ve ilah edinmek demektir.

Onların, Allah'a oğullar isnad etmek ve kanunları yapma yetkisini Allah'tan başka kimselere vermekle itham edildiklerine ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Bu iki husus Allah'ın varlığına inansalar bile, onların O'na inandıklarına dair iddialarının inandırıcı olmadığını ispat eder. Allah hakkındaki böyle yanlış bir kavrayış, mensuplarının Allah'a olan inançlarını anlamsız kılar.Onlar Allah’ı bıraktılar da Onun berisinde Hahamlarını, papazlarını, Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa onlar sadece tek İlâh olan Allah’a kullukla emrolunmuşlardı. Sadece tek rab ve İlâh olan Allah’ı dinlemekle emrolunmuşlardı. Haram-helâl sınırlarını belirleme noktasında, hayat programını tespit etme konusunda, yasa koyma konusunda sadece Allah’ı dinlemeleri gerekirken, onlar Allah’ı bıraktılar da O’nun dûnunda, O’nun alt konumunda Hahamlarına, Rahiplerine, siyasîlerine itaat edip tâbi oldular. Böylece Allah’ı bırakıp onlara kulluk ettiler.

Yasa belirleme yetkisini Allah’tan başkalarına verdiler. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Kendilerini Allah’tan başkalarına nisbet ettiler.

Meselâ birileri Allah’a rağmen çıkıp; ben sizin şu kıyafetinizi yasaklıyorum, et yemenizi yasaklıyorum. Şöyle veya böyle düşünmenizi yasaklıyorum. Veya ben sizin eğitiminizin, hukukunuzun, kılık-kıyafetinizin şöyle olmasını istiyorum. Yaşayışınızın, mirasınızın, kazanmanızın, harcamanızın şöyle olmasını emrediyorum. Şu işi, şu kıyafeti, şu alfabeyi, şu anlayışı sizin için yasaklıyorum dese o kişi rablik iddiasında bulunmuş demektir.

Onu öylece razı olarak kabullenen, itirazsız gönül rahatlığıyla onun bu emir ve arzularını uygulayan kişi de Allah’a şirk koşmuş olarak onun kuludur.

Evet, eğer birileri Allah’ın hüküm koymadığı bir konuda bir hüküm koyarsa veya Allah’ın hüküm koyup yasakladığını emreder, emrettiğini yasaklarsa yani, Allah’ın helâllerini yasaklar, yasaklarını helâllerse, onun bu hareketini yol olarak, yasa olarak uygulayan kişi müşriktir, öbürü de onun rabbidir.

Halbuki insanlar tek bir rabbe, tek bir İlâha kulluğun dışında başka hiç kimseye kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Çünkü O Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. Kendisinden başka kullarının hayatına program yapma hakkına ve yetkisine sahip hiçbir varlık yoktur.

04.11.2022

Hazırlayan: Emrullah AYAN

Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin organize ettiği Seyyid Kutub Sempozyumu Bahçelievler Cemil Meriç Kültür Merkezinde 30 Ekim 2022 Pazar günü yapıldı.

Program, Mehmet Arslan'ın okkuduğu Kur'an-ı Kerim tilâvetiyle başladı. Ardından Kur'an Nesli İlim Merkezi adına Şükrü Hüseyinoğlu bir açılış konuşması yaptı. Sonrasında çeşitli dernek ve vakıf temsilcilerinin yaptığı selamlama konuşmalarından sonra Seyyid Kutub'un hayatını ve mücadelesini konu alan sinevizyon göterimi yapıldı. Ardından birinci oturuma geçildi. Birinci oturumun modaretörlüğünü Mehmet Kâmil Gelgör yaptı. Oturumda: sırasıyla Yakup Karahan, Ali Kaçar, Asım Şensaltık ve Atillah Çelenç birer konuşma yaptırlar. Birinci oturumun sonunda program ara verilerek ikindi namazı kılındı ve akabinde yemek ikramı yapıldı. 

 

Verilen aradan sorna program kalıdığı yerden devam etti. İkinci oturum başlamadan önce bazı temsilciler konuşma yaptılar ve sonrasında Seyyid Kutub'a yönelik bir şiir dinletisi yapıldı ve sonrasında ikinci oturuma geçildi. İkinci oturumun moderatörlüğünü ise Osman Mahmutoğlu yaptı. İkinci oturmda sırasıyla: Mehmet Durmuş, Halil Çiloğlu, Rıdvan Dinçer ve Şükrü Hüseyinoğlu birer sunum yaptılar. Seyyid Kutub'u anlamaya yönelik olarak yapılan program, kılınan akşam namazı sonrasında sona erdi. 

Programın Video Kayıtlarını Sizlerin İstifadesine Sunuyoruz:

سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيم

İmanın  alâmeti farikası, hayat prensiplerinde özgün olmaktır.

Zaman, insanların “yalnızlaştığı” ve bireyselleştiği bir yaygınlık doğrultusunda ilerliyor. Gönlü Allah’tan yana olmayanlar için dilediğini dilediği gibi gerçekleştirmek doğrultusunda bireysellik anlaşılabilir bir kaçış olarak görülebilir. Lakin değerleri olan, değerlere bağlılığını dile getiren, hele hele “iman edenlerdenim” ifadesini dile getirenler için bu “yalnızlık” ve bireyselleşme anlamlı olmadığı gibi kabul edilebilecek bir hal de değildir. Ferdi boyutu ayrı bir dert, ailevi boyutu ayrı bir dert, toplumsal boyutu ise apayrı bir dert olarak bizleri çevrelemektedir. İşte öyle bir zeminde; hayat prensiplerinde farklı olmak ve farklılığımızı ortaya koymak zorundayız. Allah Rasûlü'nün hidayet çağrısını kabul etmek, şirk ve küfre ait olan işlevlerden (boş ve yararsız işlerden) yüz çevirmek ile mümkündür. “Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirmek” iman edenlerin bir vasfı olduğu gibi, iman etmiş olmanın da bir gereğidir.

Rabbimiz, iman edenleri överek ve müjdeleyerek, sahip oldukları ilkesel bir vasıf ile gündemleştirmektedir;

“Muhakkak ki müminler kurtuluşa ermişlerdir!(gerçek başarıya ulaşacak olanlardır)  ‘’Onlar ki, boş ve yararsız (lağv) şeylerden yüz çevirenlerdir.” (Mu’minun, 23/1-3)

“İfadeler zıttı ile kaimdir” anlayışından yola çıkar isek; Mü’min olmayanların işleri boş ve netice itibarı ile (dünya hayatında maddi gelişmişlik ve aldatıcı bir ihtişam sağlasa dahi) fayda vermeyecektir. Âyetin indiği ortamda Allah, insanlığa başarı ve başarısızlığın gerçek ölçüsünün onların kafalarındaki gibi olmadığını anlatılıyor ve öğretiyordu. Muhammed'in (s.a.v.) izleyicileri ise gerçekten başarılı olanlardı ve her daim böyle olmalı…

“Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirenler”,  iman ettikleri değerler gereğince, yararlı ve yerinde olan anlamlı ve yüzü faydaya dönük, hedefi olan işler ile meşguldürler. İki hayat arasındaki denklemi iyi kurmak zorunda olduklarını bilenler ve örnekleyenlerdir.

“Boş ve yararsız” diye çevrilen “lağv” kavramı, Allah indinde fayda vermeyecek olan ”Tüm meşguliyetleri ve de hayat tarzlarını içerdiği gibi” Allah’ın kullarında görmek istemediği her türlü boş ve yanlış (bâtıl) tutum ve davranışları da ifade etmektedir. Ayetin indiği ortamdaki muhataplara yapılan hitap düşünüldüğünde “lağv” kavramı; küfre ve şirke ait olan hayat tarzları ve değerlerinden yüz çevirirler anlamında bir örnekliği, şâhidliği vurgular.

“Yüz çevirirler” (mu’ridun) ifadesi ise; iman edenlerin bağlı oldukları değerlerin dinamizmine vurgudur. İlâhî egemenlik eksenli olmayan zan ve haz ile kurgulanmış değer ölçütlerine, inanç sistemlerine, üretilen kutsallara, münker içerikli geleneklere de karşı duruş ve bir reddiyedir.

 Yüz çevirmenin kişiliğe kattığı üstünlük ve örneklik mü’min kimliğin anlam ve değerler üzerine inşa edildiğini ve böylesi kişiliklerden oluşacak bir toplumun, ıslah temelinde gelişmeye ve huzura dönük olduğunu ve de “olaylara” kayıtsız kalınmadığını canlandıran bir eylemliliktir. Hem dünyadan değerince istifade eden hem de bir sonraki hayatta “kurtuluş ile müjdelenme.” hâli tasvir edilir.

İnanç bağlamında “ayrı iki kişilik, ayrı iki kimlik” ile karşı karşıya kalıyoruz. İçinde bulunulan her toplumda aynilik arz eden “ayrı iki kişilik- iki kimlik” ve iki ayrı beslenme kaynağı, iki ayrı değerler, iki ayrı sisteme tabi olma hali. Birinde belirleyicisi ve hesap görücüsü Allah iken, ötekinde belirleyicisi insandır.

İnsanın hayatı üzerinde söz söyleme (yasa koyma) hakkı Allah’a aittir. Bu tartışmaya açılamayacak kadar açık bir konudur, bu nedenle Allah ve Resûlü bir işe hükmeder, artık bu iman edenlerin tercihidir. Başka tercihleri söz konusu olamaz.

Aciz ve muhtaç olan insan, karşılaştığı en küçük problemde bile Allah’a direk veya dolaylı bağlıdır. Muhtaç olan insanlar açıktan bir reddiye yapmazlar, yani; “hayır! Allah’ın söz söyleme (yasa koyma) hakkı yoktur, bu insana ait bir yetkidir!” deme cüretti ile pek karşılaşmayız. Genelde te’viller yapılarak bu hak gaspı yorumlanır. İşte burada en yumuşak tevil bile şirktir[1] inkardır.[2] Sözümüz anlaşılsın diye çağdaş sistemler ve tahrif edilmiş dinler bağlamında, gerek Amerika, Rusya, İngiltere, Yunanistan… örneğinde, sistem ve Hristiyan mezhepler arasındaki ilişkisi ve Vatikan pozisyonu dikkate değerdir. Tanrılarının! Hakkı tanrılarına Sezar’ın hakkı Sezar’a.

Birde tahrif edilmekten beri, Allah tarafından korunma altına alınan İslâm ve kendisini İslâm’a nispet eden ülkelere baktığımızda; Türkiye de din laikliğin ”beşerin kanun koyma yetkisinin” hizmetinde kullanılsın diye diyanet kurumu; Arabistan da, bu durum bayrağa, bir kılıç kralın gücünü ve yetkisini diğer kılıç ise dini kurumun gücünü ve yetkisini ifade için konulmuş! Yani Sezar’ın gölgesinde bir konsil, bir diyanet kurumu! Ve böylece, kılıcın gücünü elinde bulunduranlar halklara “boş ve yararsız” olanı sunar ve dayatırlar, çünkü son sözü söylem yetkinliği her daim kendilerindedir.

İslâm ise kendisine ortak kabul etmeyen, hayatın prensiplerini Allah’ın belirlediği dinin adıdır. Beşer ve sistemlerin kontrolünü ve himayeyi kabul etmediği gibi kendi kontrolü dışında kendini konumlandıran hayat ve sistemlere İslâm ismini verilmesini dahi kabul etmez. Evet, bu dinin emri gereği, iman edenlerin “boş ve yararsız” olanlardan yüz çevirme özgünlüğü vardır. İslâm’ın verdiği renk ile renklenmek iman edenlerin boynuna borç olduğu gibi “Allah’ın boyamasından” başka boyamalara sıcak bakmazlar ve rızada gösteremezler.

Bizleri kendi değerleri doğrultusunda dönüştürmek isteyen (bâtıl) Batı değerlerine teslim mi olacağız? Veya onun değirmenine su mu taşıyacağız? Yoksa, yalnızca Allah’a kulluğu temsil eden kişilik doğrultusun da özgün mü’minler topluluğu yolunda cehd edip “örnek mi” olacağız?

Mü’minler içinde bulundukları sistemlerin kuşatmasının etkisinde kaldığı ve yüz çevirmeleri gereken, din misyonu kazandırılmış birçok alan vardır. Bunlardan bir alan, spora ilişkin durumdur! Ben ne yapıyorum diye düşünmeli ve insan kendini gözden geçirmeli, birde küresel yansıması vardır bu sporun…

Aslında kendi çamurlu sahalarına çekip orada bizlerle güreşmeyi çok severler. Yani ürettikleri aktivitelere dâhil olmamızı, onların koyduğu kurallara tabi olmamızı istemeleri gibi. Düşününki Katar’da düzenlenecek dünya spor aktivitesi ve konu ile ilgili medyada ön plana çıkanlara, cinsel sapkınlığın kendisi ile spor arasında ne ilişki var ki! Evet mesele açılan gedikleri devasalaştırmak… Çünkü istenen tam bir dönüşüm elde etmek! Takım kaptanları cinsel sapıkların simgelerini kollarına da takacaklarmış! Katar emirliğinin diğer alanlardaki serbestiyelerine ilişkin yaptığı açıklamalarda ayrı bir eziklik… Onların her ortaklık (Avrupa birliği…UEFA…) ve beraber faaliyetlerinin temelinde, kendi benliğini onların eline vermen talebi var, yani “ğassalın elindeki meyyit” benzeri bir durum. Velayet ilişkisinde talepleri her geçen gün artmakta.

Ama iman erleri, aldıkları emri; ‘’Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirenlerdir, şâhidliğini icra etmişlerdir  ve edeceklerdir. Bedir’deki iman erleri gibi! Bir atın olmayabilir! Bir çift ayakkabın olmayabilir! Yalın ayak kal! Ama bağlandığın üstün değerlere sadık kal ve hedefin olsun, “Boş ve yararsız işlerden yüz çeviren bir bilinçle.” İşte o zaman Allah, boş ve yararsız işlev içinde olan Bizans ve Pers imparatorluklarını altına binek, ayağına aya kabı kılar! Yani bugünkü küresel istikbarı da gerektiğinde ayaklarının altına paspas yapar.

“Bedir ehli gibi olanlardan kıl bizi Alah’ım!” diye her gün namazda “nimet verdiklerinin yoluna” talepte bulunan insanlarımızın, hedefsiz veya net olmamalarını nasıl izah edeceğiz.

Çamurlu sahalarına çekip orada bizlerle güreşmeyi çok severler demiştik ya, Müslüman’ım diyenlere sirayet etmesi var ki bu sporun, Futbol dalı mesela. Sporun birçok çeşidinde sıhhatli bir beden için dostlar arasında Mü’mince bir örneklik ile, müsabaka ve faaliyetler yapılmasına bir engel yoktur. Çevredeki insanların hiçte alışık olmadıkları kardeşlik ve dostluğu pekiştiren, şiddet içermeyen eğlenceli bir şekilde ifa edilen, hatta bu spor faaliyeti, kalplerin ısındırılması doğrultusunda dâvet sahası için kullanılabilir.

Lakin, din formu kazandırılmış olan bir futbolun(spor) hakimiyeti söz konusu olduğu bir zeminde, futbolun hayattan çaldıklarını düşünmek bile insanı yorar, insanları peşinden sürükleyen, mabedi stadyumlar olan, gidemeyenlerin ayağına (ücretle) götürülüp yayınlar yapılan, öncesi ve sonrasındaki tartışma programları ve gündemleri katmaz isek, asgari yüz beş dakika zamandan çalan bir hırsız, hayatı futbol kılan ve her şey ile ilişki kestiren boyutu bir yana, bu spor için ortaya çıkan sermaye ve harcamadaki devasalık (toplumsal ıslah ve iyilik için akması gerekir iken) mutluluk zinciri misyonu ile kulübü mü, teknik direktör ve teknik kadroyu mu, futbolcuyu mu, futbol yorumcuları ve programları mı? Bunlar üzerinden, gençlik üzerinde yapılan korkunç tahribat ve örnekliğini ele alsak! Yazık değil mi körpecik zihinlere, sahip olacakları güçlü ve değerli bir şahsiyet olma niteliklerini kazandırmak yerine “özenme zaafları” kullanılarak, saçıyla, dövmesiyle, fuhşiyat içeren hayatları ve örneklikleri ile… Arabasının ne olduğu, ne giydiği, dilediğini nede rahat yaptığı! Bu ve benzeri konularda durmadan medya tarafından ısmarlanan “özendirme” üzerinden yapılan yıkım ve tahribat, dünya hayatını üst tutup ahireti boş verme şeklinde, boş ve yararsız olan işlevler değil de nedir?

En küçük boyutu ile ilgi ve destekte bulunmak yapılan tahribata ortak olmaktır.

Ya hayatı diziler üstü olması gerekenler! Dizilere konu olması gereken her bir Mü’min, dizilerin esiri olarak hayatın kendisi ve bir parçası haline gelmesi anlaşılabilecek izah edilebilecek bir durum mudur? Televizyon ve telefon hayatımız için ilaç olması gereken iki araç iken, zamanımızın vebası gibi yakaladığını bırakmayacak şekilde esir alıyorsa! Boş ve yararsız bir hayatın çanları çalıyordur demektir. Evet, iki araç televizyon ve telefon bizleri telef etmesine kendi ellerimiz ile fırsat mı vereceğiz?

Hayat prensiplerinde farklı olmak ve farklılığımızı ortaya koymak zorundayız. Allah Rasûlü'nün hidayet çağrısını kabul etmek, şirk ve küfre ait olan işlevlerden (boş ve yararsız işlerden) yüz çevirmek ile mümkündür.

 Allah (c.c.); “Onlar, boş söz (lağv) işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlediğimiz bize, sizin işlediğiniz sizedir. Selam olsun size, cahillerle arkadaş olmaz/ benimsemeyiz derler.’” (Kasas, 28/55)

Hayat prensiplerinde farklı olmak ve farklılığımızı içeren alan ve işlevler çok yönlülüğe sahiptir; Mü’minler, zamanın ve geleceğin hırsızına geçit vermemek üzere hareket eden kullardır. İmtihanın ciddiyetini bilen bir öğrenci gibidirler. Sorumlulukları vardır; kendini inşa etme, toplumu ıslah etme, emri bil ma’ruf ve nehyilânil münker sorumluluğu gibi. Hayra davet etme, İslâm dinini tüm dinlere üst kılma faaliyetinde bulunmak gibi, görevleri vardır. Mazlumlara, yetimlere, fakirlere ilişkin görevleri vardır. Hayatları meydandır/sofradır, güzel söz söyleme, salih ameller ile adaleti ikame etme, Allah’ın tek ilâh ve yöneliş makamı olduğuna tanıklık yapmak gibi. Hayat tarzında yerine getirmesi gereken sorumlulukları, imanın öngördüğü yüce hayat düzeyini koruma çabaları vardır. Bunlar hiçbir zaman bitmeyen, sonu gelmeyen sorumluluklardır. Mü'min, bunları görmezlikten gelemez, kendini bunlara karşı sorumsuz sayamaz. Bunların hepsi de farzdır. Bütün bu görev ve yükümlülükler insanın tüm emeğini, tüm ömrünü kaplayacak yeterliliktedir.

Allah Resûlü (a.s.v.); “Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır söylesin yahut da sussun!” diye buyurmaktadır.

Allah, insanlığa başarı ve başarısızlığın gerçek ölçüsünün onların kafalarındaki gibi olmadığını anlatılıyor ve öğretiyordu; ‘’Onlar ki, boş ve yararsız (lağv) şeylerden yüz çevirenlerdir”, (Mu’minun, 23/3) Muhammed'in (s.a.v.) izleyicileri ise gerçekten başarılı olanlardı ve her daim böyle olmalıdır.

Evvelinde ve âhirinde, hamd Allah’a, salat ve selam önder ve rehberimiz olan Muhammed (a.s.v.) şahsında tüm resûllere ve iman erlerine olsun.

 

[1] Kendini veya sistemleri veya… Allah’a yasa koyuculukta eş tutmaktır. Allah’ı yasa koyucu kabul eder görüntüsü vererek ortaklar üretmektir.

[2] Küfürdür; Allah’ın belirleyicilik, Egemenlik hakkını yok sayma ve örtme faaliyetidir.

Bu makaleyi yazmamdaki etken; sigara kutusundaki resim. Yolda yol alırken, yol kenarına atılmış sigara paketinin üzerindeki resim beni düşündürdü. Üstündeki yazıda: “sigara öldürür”,  resimde ise tahrip olmuş insan organları vardı. Bu sigarayı içeni düşündüm ve acıdım; bile bile zehir içiyor. Biliyor ama bilmiyor, görüyor ama görmüyor!

Hâkkı göremeyen gözler, hâkkı duymayan kulaklar, hâkkı idrak edemeyen beyinler ve kalpler!

Cehennemi bilir ve herhangi bir tedbir almazlar. Cenneti idrak eder ama onu kazanmak için hiçbir çaba harcamazlar. Şeytanın düşman olduğunu bilir ama ona karşı önlem almazlar. Hakikati bilir ve sürekli onu ertelerler.

Birçok hakikate şahit olduğumuz halde, sanki hakikat yokmuş gibi yaşarız.

Cehennemin hakikat olduğunu dünyadaki herkes bilir; yakıcı ve ateş olduğunu herkes bilir. Bilir de tedbir almaz. "Allah bizi yakmaz!" düşüncesi hâkim maalesef. Kur'an'ın anlamını okumadığı için kulaktan dolma bilgilere inanır.

Sigaranın zararlarını içen veya içmeyen herkes bilir. Satıcıya “bana zehir ver” demez, sigara ver der. Pekâlâ; kanserojen bir madde olduğunu bilir, yine tedbir almaz. Gırtlak kanseri, akciğer kanseri, mesan kanseri, damar tıkanıklığı vs. olunca yani kanser vücuda yayılınca, tedbirin bir faydası olur mu?

Günahkâr insanda günahları erteler, yani öteler, ölüm gelince pişman olur ama ne fayda! Son pişmanlık fayda vermez aksine; sonsuz keşkeler ve gerçek stresli sonsuz yeni hayatına başlar.

Şeytan apaçık düşman olduğunu Allah (c.c) kitabıyla uyarır da kim dikkate alır acaba? Bu apaçık düşman karşısında hiç bir tedbiri yoktur veya dikkate alma gereğini bile duymaz. Haramları bilir yine de haram işlemeye devam eder.

Yahudiler, Mescid-i Aksa’nın hemen karşısında mezar satın alma yarışında, dünyanın en pahalı mezarları burada! Çarmıha germeye çalıştıkları Hz. Îsâ (as) yada daha doğru bir ifadeyle Hz. Îsâ olduğu halde kabul etmedikleri ve gelmesini bekledikleri Mesih Mescid-i Aksa'ya inecek ve yakında olan mezarlıklardan her bir Yahudi’yi çıkararak cennete sokacak diye inanıyorlar.

Peygamberleri öldürenler, Mûsâ (a.s.) şeriatine uymayanlar, kitabı tahrif edenler, Hz. Îsâ' yı öldürmeye çalışanlar, bunları bildikleri halde; hatta son Resûl Muhammed (s.a.v.) kendi öz çocuklarını tanıdığı ve bildikleri halde reddedenler; kendilerinden başka cennete girecek yoktur diye inanırlar? Allah'a bile bile kafa tutanlar! "Sizce bunlar mı tedbir alıyorlar?"

Tedbirsizlik, insanoğluna mahsus bir haslettir maalesef. Yaşadığımız coğrafyada maalesef tedbirsizlik had safhada. Dünyası harap da âhir hayatı da harap durumdadır. Virane olmuş iç dünyası; dış dünyası köşk ve saray olsa ne yazar!

Konumuza dönecek olursak; stresi sevmeyiz ama riskli işleri çok severiz! Riskli işler bizi sever mi? Ölüme yakın yaşarız ve tedbir almak aklımıza nedense hemen hiç gelmez.

"Şöyle felekten bir gece çalalım" diye bir söz vardır, yoksa felek o geceyi bizden mi çalıyor? “Şöyle güzelce zehirlenelim” desek insanların rağbeti olur mu? “Yak bir zehir” desek veya “Şu zehirden güzelce ölelim” desek, insanın hiç meyli olur mu? Gelin görün ki insan bunları hiç umursamadan yaşar.

Sigarayı sadece bir örnek olarak aldım. Haram, helâl, tahrîmen mekruh konusunu bir kenara bırakarak; sigara tiryakisi olan kardeşlerden bir an önce sigarayı bırakması dileği ve duasıyla.

Maalesef tevhîdî uyanış süreci bakıyesi grupların büyük çoğunluğunun istikamet krizine girip birçok temel ilkeyi ihlal ederek destek verdikleri AKP’nin 20 yıllık iktidarında yaşanan büyük yozlaşma ve sekülerleşme o kadar ileri boyutlara ulaşmıştır ki, bazı iktidar yanlısı gazetelerin yazarları ve bazı aktif destekçi grup öncüleri bile artık dayanamayıp feryat etmeye başlamışlardır.

Tabii ki, istikamet krizindeki tevhîdî kesim öncülerinin bazılarının yönelttikleri bu eleştiriler, maalesef ilkesel ve bağımsız İslâm kimliğin gerektirdiği özgün eleştiriler olma boyutuna bir türlü ulaşmamakta, daha ziyade destekledikleri ya da liderini hâlâ sahiplenip kayırdıkları iktidarın dürüst bir kanadının içeriden eleştirileri mesabesinde kalmaktadır. Çünkü “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenlerin, inkâr etmedikleri sürece mü’min olmaya devam edeceklerine” dair te’vilden tahrife sapan akıdevî bir kirlenmenin pençesinde yaşadıkları zihnî kargaşa, hakikati görüp ona teslim olmalarına ve savruldukları büyük yanlıştan dönmelerine engel olmaktadır. Bu sebeple, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin konumu”yla ilgili bu önemli ilmî konuyu da Rabbimizin izniyle yakın zamanda kapsamlı biçimde sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Tevhîdî Uyanış Süreci Gruplarının AKP Üzerinden Laik Demokratik Bâtıl Siyasete Destekçi Olma ve Hatta İçinde Yer Alma Sapmasına Bir Başka Örnek: Anadolu Platformu ve AKDAV

Bir zamanların tevhîdî uyanış süreci öncülerinden “Zeki Baba” lakaplı Zekeriya Şengöz’ün onursal başkanlığında Turgay Aldemir’in genel başkanı bulunduğu, Ramazan Kayan’ın da hocası olduğu Anadolu Platformu adı altında ülke çapında örgütlenmiş bir grup ise, hocaları Ramazan Kayan hâlâ teorik tevhîdî söylemini belli ölçüde korumaya devam etse de, İslâmî kimliğin bağımsızlığını ve muhalifliğini korumakta acze düşerek; Sivil Dayanışma Platformu, Anadolu Platformu, Bülbülzade Vakfı ve Şehit Kamil Belediyesi tarafından düzenlenen “Yeni Anayasa/İlkeler ve Ortak Paydalar” başlıklı bir toplantıda, kendi ifadeleriyle “yeni Anayasada ilkelerin ve ortak paydaların neliği ve nasıllığını masaya yatırmıştır”.  Bu toplantıda, Anadolu Platformu Başkanı Turgay Aldemir, Toplumsal Sözleşme başlıklı konuşmasında şunları ifade etmiştir: “Öncelikle yapılması gereken; bütün insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı bir yaklaşımdan beslenen bir anayasa yapmak olmalıdır. Siyasal katılım süreçlerini iyileştirmek; bu ülkede darbe tartışmalarına son vermek için politik ve bürokratik alana karşı sivil alanı güçlendirmek gerekmektedir. Yeni anayasayı yasalaştırma süreci eski anayasadan bağımsız olarak, onu referans almaksızın, özgün bir meclis kararı ile yürütülmelidir. Bu nedenle mecliste ortaya çıkacak temsil eksikliğini gidermek üzere, parlamento dışı siyasi partileri ve sivil yapıları da anayasa yapım sürecine katacak mekanizmaların oluşturulması gerekir. Toplumu merkeze alan, az maddeli bir toplumsal sözleşme için, çabalamalıyız. İç barış ve huzuru sağlayıp güven ortamını bu sözleşme ile tıpkı Hudeybiye’deki gibi sağlayabiliriz“.[1]

Tıpkı diğer kuruluşlar ile birlikte imzaladıkları önceki bölümlerdeki açıklamalarda yer verildiği gibi, laik anayasa yapımı ve değişikliği; Müslüman kimliği ve akîdesinin gerekli kıldığı ayrışma, muhalefet ve vahye dayalı anayasa dışında hiçbir beşerî laik anayasadan razı olmayacakları vurgusu yapılmadan sahiplenilerek, hep birlikte “bütün insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı bir yaklaşımdan beslenen bir anayasa yapmak” için çabalamalıyız denilmektedir. Yani laikliği veri kabul eden ve “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” put maddeler arasında sayan seküler bir anayasa yapımında rol üstlenmek ve böyle bir anayasayı “bütün insanların temel haklarını garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı” olmak kaydıyla birlikte yapmaktan bahsedilmektedir. Bir Müslümanın, vahyi esas almayan laik bir anayasanın yapılmasında teşriî işlev üstlenmesi ve böyle anayasayı sahiplenmesi akîdesiyle bağdaştırılabilir mi?

Üstelik Hudeybiye, Müslümanlar ile müşriklerden oluşan iki bağımsız tarafın arasında sadece bir barış anlaşması iken, bu ülkede anayasa yapımında Müslümanların bağımsız iradeleri de söz konusu değildir. Eğer bağımsız iradeleri söz konusu olsaydı, Müslümanların vahye dayalı bir anayasa yapmaları gerekirdi. Söz konusu edilen anayasa yapımında Müslümanların bağımsız iradeleri olmadığı gibi, yapılan da bir barış anlaşması olmayıp Müslümanlara da hükmedecek bir anayasanın ya da değişikliğinin hevaya göre ve şirk zemininde teşriînden ibarettir. Buna rağmen, tıpkı Haksöz çevresi ve öncülerinden Hamza Türkmen’in de sık başvurduğu saptırıcı örnekle, Hudeybiye ile benzeştirilerek, kendilerince kimi İslâmî unsurlar araçsallaştırılarak şirk anayasası yapımına iştirak etmeye meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.

Daha sonra da Ağustos 2013’te aynı grup, düzenledikleri 8. Anadolu Buluşması Toplantısında hükümetin bakanlarının da, AKP MKYK üyelerinin de, kimi liberal demokrat yazarların da konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı düzenlemişlerdir. Bu toplantının sonuç bildirgesinde, daha önce “sivil anayasa” talebiyle ortaya çıktıkları, referandumda oy verme çağrısı yaptıkları ve AKP’ye oy vermeyi meşru sayıp insanları davet ettikleri gibi, bu sefer de şu ifadeleri cüretkârca kullanır hâle geldiklerini ibretle izliyoruz.[2] “İslam ümmetinin yeniden inşasında ve ulusal-küresel zulüm sistemlerinin sona erdirilmesinde ‘Yeni Türkiye’ stratejik bir konumda bulunmaktadır. 2007’den itibaren yaşadığımız süreç Yeni Türkiye’nin böyle bir ufka sahip olduğunu göstermiştir. Bu durum aynı zamanda Türkiye’yi küresel güçlerin hedefi haline de getirmiştir. Gezi Parkı olayları bu emperyalist saldırılardan biridir ve bu türden girişimlerin devam edeceği de anlaşılmaktadır… Anadolu Platformu, Yeni Türkiye’nin inşasında sorumluluk almaktan kaçınmayacaktır.”[3]

Tevhîdî uyanış sürecinden gelen bu grup, AKP’li bakanlarla, liberal demokrat akademisyenlerle bir araya gelip sistem içi görece olumlu buldukları politikaya destek veren açıklamalar yapmışlardır. AKP’nin projesi olan, Anglosakson laikliğini ve demokrasiyi geleneksel hurafeci tarihsel birikime dayalı İslam anlayışı ile sentez edip yeniden ihya etme hedefine yönelen, Osmanlı hinterlandında sosyolojik anlamıyla ve mevcut haliyle “Ümmet”i gözeten kimi politikaları izleyen “Yeni Türkiye” hareketini dava edindiklerini ve “Yeni Türkiye’nin inşasında sorumluluk” alacaklarını açıklayabilmişlerdir. Böylece özgün ve bağımsız tevhidî kimlikli bir İslâmî hareket olmak ve bunda ısrar etmek yerine, AKP’nin “Yeni Türkiye”yi inşa hareketinin parçası olmayı, (İslâmî duyarlılıkları sürse de) İslâmî çalışmalarını sistem içi siyaset zeminiyle bütünleşerek, yardımlaşarak ve hatta o zeminden elde ettikleri kazanımları koruma ve geliştirmeyi önceleyerek gerçekleştirme eğilimi içine girdiklerini ifade etmişlerdir.

Önceki bölümlerde verdiğimiz örneklerde yer alan tevhidî uyanış süreci bakıyesi kesimler ve öncüleri sistem içi değişimi temsil eden AKP üzerinden demokratik politikaya meylettiler, özellikle de anayasa referandumundan sonra çok daha fazla eklemlendiler. Önce oy vererek başlayan aktif destek, daha sonra laik parlamentoda teşri’ işlevi gören milletvekilliğini de meşru görmeye kadar götürüldü ve oraya girmek için aday olanlar da, hatta milletvekili olanlar da oldu. İşte bu tevhidî uyanış süreci grupları ve öncüleri, yıllarca karşı çıkıp mücadele ettikleri geleneksel hurafeciliği temsil eden tarikat, tasavvuf kesimleri ve gelenekselci cemaatlerle birlikte 97 STK (İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati, Erenköy Cemaati, Hüdayi Vakfı, Safa Vakfı, Sami Efendi Vakfı, İhlas Vakfı, Barla Platformu, TGTV, Bilim ve Sanat vakfı, Birlik Vakfı, Ensar vakfı, İHH İnsani Yardım Vakfı, Medeniyet Gençliği Vakfı, AKABE Kültür ve Eğitim Vakfı, AKDAV eğitim vakfı, Anadolu Eğitim PlatformuYardım Eli vakfı vb.) AKP’ye destek ortak açıklamalarına imza atıp gazetelere tam sayfa ilanlar verdiler.

Görüldüğü üzere, temel İslâmî meselelerde sürekli hikmetsiz ve üslupsuz kavgalar yaparak insanları İslam’dan soğutanlar, yani Kur’an merkezli İslam anlayışına sahip olanlar ile hurafeci kesimler laik demokrasi sandığında “vahdet” oluşturup AKP’ye destek bildirileri yayınlıyor, gazetelere tam sayfa ortak imzalı ilanlar veriyorlar. Bunların birlikte imzaladıkları ilan metninde yazılanlar ise, tevhidî uyanış süreci bakıyesi kesimlere asla yakışmayacak ve çok geriye gidişi ifade eden sağcı, muhafazakâr, devletçi, “millici” bir muhtevadaydı. Geleneksel hurafeci kesimler ve tevhîdî kesimden sistem içine doğru meyledenler ortak imzaladıkları ilan metninde şunları ifade etmişlerdi: “Kendimizi öz yurdunda garip, öz vatanında parya hissediyorduk. Ancak milletimizin ferasetine yürekten inanıyorduk. ‘Yeter söz milletindir’ diyen merhum Menderes nasıl hissiyatımıza tercüman olduysa, milletimizin basireti vesilesiyle bir müjdenin geleceğini de biliyorduk. Milletin duası ve gayreti bu müjdeyi sandıkta tecelli ettirdi. “Biz şahidiz ki… 28 Şubat’ın bin yıl yaşamak için her aracı kullanarak direnmesi, her türlü saldırı ve tahrike başvurması karşısında ‘Hak’ta sebat edilmiş ve zorluklara göğüs gerilmiştir. Milli iradenin güçlendirilmesi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi, din ve vicdan hürriyetinin tam anlamıyla yerleşmesi için memnuniyetle karşıladığımız hayati adımlar atılmıştır”.

İbret verici ve tevhidî uyanış sürecinden gelenler için üzücü olan şudur; seküler zihin, inanç ve hayat tarzına sahip CHP’li bir üye iken bu partiden ayrılıp görece halktan yana DP’yi kuran Menderes için “hissiyatımızın tercümanı” ifadesi kullanılıyor olmasıdır. Menderes, CHP’den ayrılıp DP’yi kurmakla, laik seküler bir anlayışa sahip olmaktan vazgeçip hidayete mi erdi ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeye mi başladı ki, Müslümanların hissiyatının tercümanı sayılabiliyor. Bâtıl sistem içinde yaşanan daha büyük zulmü görece olarak azaltarak sürdüren zulümât içi gri tonlu bir “ehven-i şer”, neden hemen İslâmî bir meşruiyet konumuna oturtuluveriyor ve ondan razı hale geliniveriyor? Menderes ya da benzeri, daha halktan yana veya görece olumlulukları olan ama batıl olmayı ve şirk zulmünü sürdüren politikacılar, eski statüko taraftarı darbeciler eliyle zulme uğradıklarında, onlara zulmedenlere karşı mazlumun hukukunu savunmak ayrı bir şey, onları kendimizi temsil konumuna oturtup meşruiyet kazandırmak ve onlara meyletmek ayrı bir şeydir.

Müslümanların “dua ve gayretlerle sandıktan nasıl bir müjde bekledikleri” konusu da üzerinde düşünmeleri ve ne duruma geldiklerini sorgulamaları gereken bir konudur. İlandaki daha sonraki satırlarda ise, çok daha vahim ifadelerle; “Milli iradenin güçlendirilmesi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi” “Hak” olarak takdim edilip ‘Hak’ta sebat etme olarak nitelendirilmiştir. Hak ile bâtılı karıştıran bir mücadeleyle şirke ait seküler demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi konumuna gelinmesinin “Hakk’ta sebat etmenin” sonucu olduğunu ifade eden bu ilanın altında tevhîdî uyanış sürecinden gelen kesimlerin de imzasının yer alması gerçekten üzücüdür. “Hakk’ta sebat etme” sonucunda ulaşılan hedef şöyle açıklanmıştır: demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi… adımları atılmış, “Sandık ve milli irade güç kazanmış, demokrasi dışı her niyet, milli iradeye kast eden her girişim cesaretle bertaraf edilmiştir”. Nasıl oluyor da, “Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi” gibi hedefler Müslümanların da hedefleri arasına girebiliyor? Laik demokratik yoldaki bir mücadele nasıl oluyor da Hakk’ta sebat ederek sürdürülebiliyor? Ve nasıl oluyor da kurum ve kurallarıyla işleyişi seküler ve bâtıl olan demokrasinin, “Hakk’ta” sebat ederek güçlendirildiği iddia edilebiliyor? Bu iddia, “Hakk’a” iftira değil midir?

Yine geleneksel hurafecilerle tevhidî uyanış sürecinden gelip artık AKP’ye taban olmaya yönelmiş başka gruplardan oluşan 37’sinin birlikte imzaladıkları bir başka ilan daha gazetelerde tam sayfa yer almıştır. Bu son ilanın altındaki imzacılardan bazıları da şunlardır: İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH), Mimar ve Mühendisler Grubu, Hicret Vakfı, Bekader, Enderun, İnsan Vakfı, Umut Işığı Derneği vd. Burada ismi geçen ve bu tür AKP yanlısı bütün bildiri ve toplantılarda başrolde olan İMH hakkında da kısa bir not düşmek isterim.

İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH), daha kuruluştan itibaren AKP ile bütünleşmiş ve milletvekili çıkarmış, laik bir partinin öncü kadrolarında yer alıp hevaya göre hükmetmek üzere parlamentoya girerek ilk savrulan gruplardan birisi olmuştur. Daha 2001 yılında AKP kuruluş çalışmaları yapılırken, bu grubun öncülerinin böyle bir partiye meylettiklerini haber alınca, bana bu haberi veren Burhan kavuncu ile birlikte İstanbul Fatih’teki İnsan Vakfı merkezine gittik. O zamanki başkanları Mehmet Güney’in başkanlığında yönetim kurulu toplantıları vardı. Bizi de buyur ettiler ve katıldık. Onlara, laik demokratik bir parti içinde yer almanın ya da destek olmanın İslami kimlik ve ilkelerimizle bağdaşmayacağını delilleriyle anlatmaya çalıştım. Yönetimin yarıya yakını “Mehmet abi haklı söylüyor, uzak durmalıyız” derken Mehmet Güney, “hayır tam tersine içinde daha başlangıçta yer almalıyız, aksi takdirde iktidar imkanlarından başkaları istifade eder biz edemeyiz” dedi. Bunun üzerine yönetimin diğer yarısı da ona hak verdi ve sonuçta ikna edemeden oradan ayrıldık. Böylece daha kuruluş safhasından itibaren AKP’ye eklemlenip imkanlar devşiren ilk grup bunlar oldular. Milletvekili çıkardılar. Hatta onların bir milletvekili “TBMM İsrail ile dostluk grubu başkanı” bile olabildi. Daha sonra, elde ettikleri imkanlarla holdingleştiler, çok zengin oldular, birçok imkanları ve makamları elde ettiler, ama en temel ilkelerini ve tevhîdî kimliklerini yitirerek “mücahitler müteahhit oldular” sözünün söylemesinin de ilk vesilesi olmayı başardılar.

İşte başta bu grup olmak üzere, hurafeci kesimlerle tevhîdî kesimden bazı grupların birlikte imzaladıkları AKP’ye destek açıklaması, meşruiyetin ve gayr-i meşruluğun ölçüsünü vahyî/şer’î hükümlere değil de, demokratik standartlara uyduran ve demokratik mücadeleyi Hakk’a iftira ederek “Hak” olarak takdim eden ve bu demokratik mücadelenin destekçisi ve duacısı olacaklarını ifade eden şu satırlarla son bulmuştur: Biz aşağıda imzası olanlar, milli iradenin gücüne yürekten inanıyor; her meselenin milletin arzusu istikametinde, meşruiyet dairesinde çözümünü savunuyoruz. Türkiye’nin her meselesi kendi mecrasında tartışılmalı, gayr-i meşru zeminlere çekilmemelidir. Milleti için başarıyla hak mücadelesi verenlere karşı haksızlık yapılmamalı, yeni vesayetler tesis edilmemeli, şahsi, zümrevî kaygılar ve menfaatler milletin, ülkenin ve demokrasi mücadelesinin önüne geçmemelidir. Bin yıl sürmesi beklenen projeyi 11 yılda sabır ve metanetle boşa çıkaranlara şükranlarımızı ifade ediyor, bu mücadelenin şahidi olduğumuz kadar, gelecekte de destekçisi ve duacısı olacağımızı ilan ediyoruz.”[4]

Pek çok tevhidî/İslamî konuda bu derece bir birliktelik teşkil edemeyen, bir araya gelip vahdete dair tek bir ortak bildiri yayınlayamayanlar ve bu eksiklikten rahatsız olup harekete geçmeyenler, yani on yıllardır tevhidde vahdet oluşturamayanlar, nedense sistem içi açılım konularında, laik sistemin anayasasını yine laik istikamette değiştirmeye oy verme konusunda, sonuçta TBMM’ye “nihai otorite ve nihai kanun koyucu” muamelesi yapma hususunda kolayca bir araya gelebilmekte ve kolayca ardı ardına ortak bildiriler yayınlayabilmekte, gazetelere ilanlar verebilmektedirler. Üstelik bu konuda yıllardır “geleneksel cahiliye” dedikleri hurafeci kesimlerle bile vahdet oluşturabilmekte ve ortak bildiriler yayınlayabilmektedirler. Bu husus bizi düşündürmeli ve sarsmalı değil midir? “Fe eyne tezhebûn/nereye gidiyorsunuz?” sorusunu sormamız önemli sorumluluğumuz değil midir?

Bakınız, o günkü hükümetin tasavvuf ve Osmanlı kültürü sentezi bir geleneksellik çerçevesinde bile olsa Kur’anî bilgi ve birikimi en fazla olan Bakanı Ahmet Davutoğlu bile coşkuyla onaylanmasını istediğiniz bu değişikliğe oy vermenin ne anlama geldiğini, doğru bir tespitle şöyle açıklıyor: “Bu referanduma ‘evet’ demek bu ülkede nihâi otoritenin, nihâi kanun koyucunun Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğuna ‘evet’ demektir“.[5] TBMM’nin yaptığı anayasa değişikliğine evet oyu verenler, Davutoğlu’nun bu doğru tespitine rağmen neden oy verme çağrısı yaptılar? Yıllardır Kur’an halkalarında yetişenler, Kur’an merkezli sahih din anlayışını ikame ederek geleneksel ve modern hurafeleri izale etmek için yola çıkanlar olarak, bu kırılma noktasında tutumunuz bu mu olmalıydı? Bir Müslümanın demokrasinin doğal bir gereği olarak “nihâi otorite ve nihaî kanun koyucu olarak laik demokratik TBMM’yi kabul etmesi” tevhîdî akîdesiyle asla bağdaşmayacağı halde, bazı Müslümanların, Davutoğlu’nun ifade ettiği seküler zihniyet ve inançla hazırlanan “laik anayasa değişikliğine” “evet” oyu vermeleri ve üstelik herkesi de “evet” oyu vermeye çağırmaları ne anlama gelmiştir?

Anadolu Platformu onursal başkanı olup geçmişte tevhîdî uyanış süreci öncülerinden biri olarak ağır bedeller de ödemiş bir Müslüman olan Zekeriya Şengöz ise, 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinin önemine dikkat çekerek“Bütün millet toplu halde bir kez daha duruşunu ciddi bir şekilde sergilemek zorunda. 28 Şubat sürecinde bedel ödeyen birisi olarak şunu belirtmek isterim ki; yıllardır bu toplum değerlerinden uzaklaştırıldı, kimliği ve şahsiyeti itibarsızlaştırıldı, toplumun zenginliği talan edildiği, fukaralaştırıldığı bir süreçten geçmek üzereydi ama şu an toplum itibar kazandı toplum tekrardan özgürlüklerine kavuşturulmak üzere, toplum tekrardan barışık yaşamak üzere ve toplum tekrardan hak, hukuk ve adaletin sağlandığına inanmak üzere” diyebilmiştir. Bu kadar büyük bir yozlaşmanın yaşandığı, yolsuzluğun, yoksulluğun, adaletsizliğin, haksızlığın zirvede olduğu bir laik kapitalist iktidar dönemi için bu sözleri ifade edebilmiştir. Böylece hem sadece Kur’an’a çağırması gereken davetin muhataplarını hem de tevhide gelmelerine vesile olduğu çevresindeki Müslümanları laik demokratik bir patiye ve şirkle hükmeden bir iktidara destek olmaya çağırabilmiştir. Bunlara ilaveten “Toplumun yanında duran halkın hizmetkârı olduğunu söyleyen bir iktidara şu an dış güçler tarafından ve onların içerideki işbirlikçileri tarafından tekrardan tezgahlar ve oyunlar kurulmak üzeredir. Bu kurulan oyunların bozulması için toplum 7 Haziran’da hep birlikte topyekun sandığa gitmek zorundadır” şeklinde konuşmuştur.[6]

Türkiye çapında örgütlülüğü ve tevhîdî mücadele sürecindeki etkin varlığı sebebiyle çok önemli bir kaç gruptan birisi olan bu grup, görüldüğü üzere diğer çoğunlukla beraber büyük bir savrulma yaşamış ve sonuçta üçe bölünüp yeni arayışlara girmiştir. Ancak üç parçanın da ilkesel bir bölünme sonucu ortaya çıktığı söylenemez. Çünkü her birinin laik partilerle olan ilişkileri sürmekte, tabiri caizse Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve AKP arasında gidip gelen ya da yeni kurulacak laik yeni bir partiye de sıcak bakan bir kafa karışıklığı her birinde sürmektedir. Bütün parçaların toplantılarında laik partilerin milletvekilleri ya da mahalli yetkilileri katılıp konuşma yapıyor ve destek veriyorlar. Bu çevredeki kafa karışıklığını daha 90’lı yılların sonlarında fark etmiştim. Aydın Menderes’in Refah Partisine katıldığı süreçte ona meyletmiş olan Davut Güler ile bir gece yarısına kadar süren bir sohbet yaparak bu eğiliminin tevhîdî ilkelerimizle asla bağdaşmayacağını anlatıp uyarmıştım. Ama o yine de “ağabey babası çok hayra vesile oldu, kendisi de bugün aynı hayra vesile olabilir, sahip çıkıp destek olmalıyız” demekte ısrar ediyordu.

Hâlbuki, yukarıda izah ettiğimiz üzere babasının hayrı neredeydi ki, oğlunun da hayra vesile olması söz konusu olsun. Bunların “hayra” dair anlayışları da tevhîdî bakışları gibi fülûlaşmış görünüyor. Baba Menderes seküler zihin, inanç ve hayat tarzına sahip CHP’li bir üye iken bu partiden ayrılıp görece halktan yana kimi açılımları ve kimi haksızlıkları gidereceğini va’dederek DP’yi kurmuş, kurduğu laik iktidar Atatürk’ü koruma kanunu dâhil birçok yeni yasaklar yanında “ezanın Arapça aslıyla okunmasına” getirilmiş yasağı kaldırmış ve neredeyse bu kadarlık bir iyileşme adına muhafazakâr kitleleri laik Kemalist sisteme eklemleme işlevi görmüştür. Tıpkı bugünkü AKP iktidarı gibi. İşte o gün bu eğilimiyle savrulma emareleri gösteren AKDAV öncülerinden Davut Güler’in bugün aynı ilkesiz çizgisini devam ettirdiğini ibretle görmekteyiz. Ama bu sefer aynı savrulmayı tüm grup halinde top yekûn yaşadıklarını, ancak farklı laik partiler arasına sıkışıp kaldıklarını, ufuklarının nebevî yöntemi göremeyecek kadar kararmış olduğunu ibretle gözlemliyoruz.

İşte bu aymazlık ve büyük ilkesizlik sonucu laik bir iktidarın desteklenmesi ve şirk anayasa tasarısının onaylanması için böylesine kolayca savrulanların, aslında önceki birikimlerinin de çok sığ ve kaygan bir zemine oturmuş olduğu anlaşılıyor. Tabii ki sonuç büyük bir hüsran olunca, bazı itirazlar yükselmeye başlamış olsa da bu eleştiriler bile son derece yetersiz olup yine ilkesel ve bağımsız olmayan bir edilgenliğin zaaflarını taşımaktadır.

Nitekim Anadolu Platformu ikiye ayrılınca bu bölünmeyi eleştirip üçüncü bir parçada duruyor hissi uyandıran Davut Güler de, Zekâriya Şengöz ve Ramazan Kayan hoca öncülüğünde kurulan “İnsan ve Değer Hareketi”nin kuruluşu vesilesiyle yayınladıkları bildiriyi hedef alan eleştirilerinde bu hususa dikkat çekmektedir. Güler, bu hareket için, AKP yetkilileriyle birlikte (Aile Bakan Yardımcısı, AKP Fatih Belediye Başkanı Ergün Turan, AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe’nin selamlama konuşmalarıyla).açtıkları “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi”nin amacını anlattıkları bildiride, AKP iktidarı döneminde yaşanan büyük haksızlıklara hiçbir eleştiri yapmadan “insan ruhunu okşayan kavramlara” vurgu yapmalarının içi boş bir slogandan ileri gitmeyeceği haklı eleştirisini getirmektedir.

İnsan ve Değer Hareketi Genel Başkanı Zekeriya ŞENGÖZ 2 Mart 2022 günü yaptığı “Çeyrek Asrın Ardından 28 Şubat” konulu konuşmasında “…Batılı egemen güçler hem İslam’ı geriletmek istiyorlar hem de dönüştürmek istiyorlar. İki işi birden yapıyorlar. 28 Şubat aslında fiili bir müdahaleden öte zihnî bir müdahaledir. Müslümanların zihnini dönüştürmeye yönelik bir faaliyettir. Büyük oranda bu dönüşüm başarılı olmuş durumdadır… Deizm, Ateizm, amaçsız ve zevk eksenli yaşam ve boşlukta sürüklenen gençlik manzaraları her geçen gün daha çok görülmektedir. İslam’dan uzaklaştıran bu milletin zihnî dönüşümü 28 Şubattan bu yana çok bariz bir şekilde görülmektedir… İslam’da cihadın yeri ve ahkamın alanı daraltılarak uluslararası sistemle İslam arasında uyumsuzluk olmadığı söylenmek isteniyor, ‘cihat’ teröre bulaşmış şer cephe taşeronu bazı marjinal örgütlere terk edilmiş bir kavrama dönüşmüş, ahkam ise dinim vicdanlarda olduğu algısına kurban edilerek toplumun hayatında belirleyici olmaktan büyük planda uzaklaştırılmıştır. 28 Şubat’ta bizden istenen şey; küresel efendilerin kurguladığı sisteme uyum sağlamak, hayata rengini katmayan ruhsuz bir İslam’ı yaşamaktı. Tam da bu boyutu ile 28 Şubat anlayışı, sistematik bir şekilde ahlaki ve manevi çürümeyi teşvik etmekten bir an bile geri durmadı. Ülkemizde, haramlarla etrafı örülmüş yoz bir hayat yaşayanların düştükleri berbat hallere ilişkin her gün birçok olumsuz gelişme cereyan etmektedir. Yuvaları karartan kumar, içki ve uyuşturucu bağımlılığı derinleşiyor, zina, aldatma ve beraberinde gelen cinayet ve intihar vakaları hızla artmaktadır. Tüm bunlara rağmen içki ve ahlaksız yaşam tarzı tartışmaya kapalı tutulup sürekli ‘bir özgürlük alanı’ olarak lanse edilmektedir. 28 Şubat sürecinden bugüne 25 yıldır dayatılan bizim de takiple yetindiğimiz zihni dönüşüm; toplumda her geçen gün artan yoğunlukta benimsenerek hayat tarzına dönüşmektedir. Tarih şahitlik etmektedir ki kirli eller ve emeller tarafından hazırlanan, sözüm ona, 1000 yıllık stratejik planlar, meşru toplumsal direnişler karşısında rezil ve sefil bir şekilde akamete uğramaktan kurtulamadı… 2022 yılına geldiğimizde tabii ki kazanımlarımızı görmezden gelemeyiz. Rabbimize hamd etmemiz gereken onlarca gelişmenin olduğunun farkındayız. Sadece Kur’an kurslarının, imam hatiplerin açılması veya başörtüsünün serbest olması değil kazanımlarımız…(Bu kazanımlar, sadece halkı Allah ile atlatmaktan başka hangi olumlu sonuca yol açmıştır ki?-MP) Yine dün ne yazık ki İslam’la ve Müslümanlarla savaşan ordunun bugün ümmet coğrafyasının muhtelif bölgelerinde mücahitlerle ittifak içinde mazlumlara kalkan olması da çok kıymetli bir gelişmedir… (Tıpkı AKP destekçiliği yapmakta ve ilkesizlikte yol arkadaşınız olan Haksöz çevresinin yaptığı gibi, olayı saptırıp ulusal çıkarları için Kuzey Suriye’de ABD destekli bir PKK devleti kurulmasını engellemeye çalışan ve hâlâ kemalizmin ve laikliğin silahlı bekçisi olma niteliğini sürdüren TSK’yı da olduğundan farklı bir konumda göstermeye çalışarak Müslümanları yanıltıyorsunuz.-MPCumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan Afrika seyahati sırasında Cezayir’de 28 Şubat darbesinin yargılanma sürecine ilişkin değerlendirmede bulunurken iki hususa değindi: Bunlardan ilki darbenin sivil kanadının halen yargılanmamış olmasının yarattığı rahatsızlıktı, diğeri ise hâlâ cezaevinde bulunan masum insanların yaşadığı mağduriyetler idi.”[7]

Görüldüğü üzere beş yıllık 28 Şubat sürecinde baskılarla başarılamayan birçok yozlaşma, özellikle Müslüman kesimde sekülerleşme, laikleşme, ailevî ifsad ve deizme kayma ondan sonra gelen 20 yıllık AKP döneminde yaşandığı halde, Zekeriya Şengöz hem de “İnsan ve Değer Hareketi” adına insan ve değer adına ne varsa çürütmüş politikaların bütün faturasını 28 Şubat’a keserek AKP’yi kayırmaya kalkışmaktadır. Üstelik 28 Şubatçı Doğu Perinçek, “geminin kaptanı Erdoğan ama rotayı biz belirliyoruz, Erdoğan Kemalist oldu yanımıza geldi, 28 Şubat bildirisini ben yazdım, tamamen doğru ve haklı bir bildiridir ve bu bildirinin gereğini bugün Erdoğan uyguluyor” dediği halde bu nasıl bir tarafgirlik ve kayırmacılıktır? Adil şahidlik vasfınıza ne oldu? Üstelik Ergenekoncu 28 Şubatçılar için aceleyle yeniden yargılama yasası çıkarıp beraatlarını sağlayarak yeniden işbaşı yapmalarını sağlayan da Erdoğan değil mi? Ayrıca 28 Şubat mağduru olarak siz hapisten çıkmış olsanız da hâlâ ceza evinde tutulup yeniden yargılama hakkı tanınmayan 28 Şubat ve Sivas mağdurları içerde çile doldurmuyor mu? Yani onlara zulmederek hapse atanları serbest bırakıp iktidar ortağı yapan da, yargı ve askerî bürokraside yeniden söz sahibi kılan da, onların mağdurlarını ise 20 yıllık iktidarında hâlâ zindanda tutan da Erdoğan değil mi?

“28 Şubatçı darbeciler, hiç “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” vb. açıklamalar yaparak İslam’ı tahrif etmeye çalıştılar mı? Laik devlet ve kurumlarını Müslüman halk nezdinde meşrulaştırmak amacıyla İslam’ı araçsallaştırıp halk Allah ile aldatarak ve Hak adına batıl istikamette zihnî bir dönüşüme uğratmaya çalıştılar mı? Birçok zulüm yapsalar da Müslümanları laikleştirmeyi, sekülerleştirmeyi başarabildiler mi? Bütün bunları gerçekleştiren, sizin de desteğinizle Erdoğan iktidarı değil mi? Aileyi yıkıma uğratacak yasa ve sözleşmeleri yürürlüğe koyarak, zinayı serbest bırakıp nikâhlanan genç evlileri hapislere tıkarak, bu alanda büyük ifsadı ve yozlaşmayı kim sağladı? Eşcinselliği tırmandırıp koruma altına alan yasa ve sözleşmeleri kim çıkardı? Başörtülüleri demokratikleştirip zihinlerini dönüştürerek bireysel hayatlarında da hevaya göre davranmayı ahlak edinmelerini sağlayıp 28 Şubatta direnen başörtülü kızların onurlu duruşunu yok edip başörtülü çıplakları çoğaltan kim oldu? İşte bütün bunları ve yaygın bir ifsadı, 5 yıllık 28 Şubat dönemi değil de sizin hâlâ sahiplenip destek verdiğiniz Erdoğan 20 yıllık iktidarında sağladı. Evet 28 Şubat ve diğer baskıcı Kemalist süreçler Müslümana zulmettiler, alçakça baskılar ve yasaklar uyguladılar, ancak açık düşman olan batıl, hak maskeli bâtılın İslam’a ve zihnî dönüşümünü sağlayarak toplumun İslam anlayışına verdiği büyük zararı asla veremediler. Tam tersine o dönemlerde Müslümanlar zulüm görseler de, direniş ruhuyla dimdik ayakta kalanlar ve onurlu biçimde İslamî kimlik ve ilkelerini savunanlar da az değildi. Ama AKP, 20 yıllık iktidarında bu kesimleri de büyük ölçüde dönüştürüp laik siyasete eklemlemeyi başardı. Buna rağmen bugün deizmin yaygınlaşmasını ve yaşanan zihnî dönüşüme dayalı büyük yozlaşmayı bile 28 Şubata yıkıp hâlâ Erdoğan dönemini aklamaya çalışıyorsunuz. Yazıklar olsun size ve yıllara sâri İslami birikimimizi yok eden bu ilkesizliğinize. “İnsan ve Değer Merkezi” adı altında bir açılışta AKP il başkanı ile yan yana durup laik Kemalist devletin bayrağını konuşma kürsüsüne koyarak görüntü verenlerin bu hâle gelmesi kaçınılmazdır.

Davut Güler, yıllarca birlikte olduğu arkadaşlarının yeni yolu hakkında şunları söylemektedir: “İnsanın ruhunu okşayan kavramlar ve cümleler kurmak bir an için anlamlı görülebilir. Ama eğer o kavramları örseleyen onlarca olay yaşanıyorsa onlara bir satır cümleyle de olsa değinilmiyorsa o kavram ve cümleler bir retorikten öte bir anlam ifade etmez… Gerek büyük insan toplulukları veya fertler hukuksuzluk yaşıyorsa, bu hukuksuzluk sonucu büyük hak ihlalleri oluyorsa, insanların hayata tutunması her gün daha azalıyorsa, eğer bu feryat ve figanlar sizin gündeminizde yoksa “adalet ve özgürlük” nedir ve nasıl bir şey demezler mi? Bu çelişkiyi yaşayanları Rabbimiz “Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidir..” (olarak tanımlıyor-MP) Bu bağlamda söz ve amel bütünlüğünü içselleştirip yaşama aktarılmazsa Allah korusun nasıl bir duruma düşüleceğini Rabbimiz işaret etmektedir…12 Eylül öncesini yaşayan ve askeri darbe sonrası yeniden örgütlenen, 28 Şubat Postmodern darbesiyle yani 2000’li yıllardan büyük sarsıntılar geçiren ve 2006’dan yeni bir anlayışla yeniden örgütlenen (ANADOLU Eğitim ve Davet Gönüllüleri PLATFORMU) bu yapı 15 yıl sonra; yaşanan yöntem ve yönetme tartışmasıyla (yöntem ve yönetme farklılığı veya metodik tartışmayı/ayrışmayı sıradan bir olay olarak görmemek gerektiğine inanıyorum.) başlayan bir süreç olumsuz sonuçlanınca, yapı tabir caizse bir elmanın dilimi gibi ikiye bölündü… (Kendilerini “İnsan ve Değer Hareketi” olarak tanımlayanların bildirisinde -MP) “Anadolu’daki 1000 yıllık İslamlaşma ve medeniyet mücadelesi bizim mücadelemizdir…” derken (tıpkı destekledikleri Erdoğan gibi-MP) Selçuklularla başlayan tarih referans alınmış. Bu noktada bir eleştiri hakkımızı kullanalım. Hâlbuki bu kadim topraklardan farklı kültürler ve kavimler yaşıyorlardı. Örneğin Kürtler 1400 yıllık İslam tarihinden önce de buralarda yaşamakta ve Türklerden önce de Müslüman olmuş bir kavimdir. Bu topraklardaki İslamlaşma 1000 yıllık bir tarih değildir. Bu retorik doğru bir retorik olmadığını biraz tefekkür edilirse, arkadaşlarımız da göreceklerdir.”[8]

İşte böyle “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi” adı altında yeni bir başlangıç yapanların kuruluş bildirilerinde bol miktarda İslâmî kavram ve ilkeye atıfta bulunulsa da toplumda insanî ve İslâmî bütün değerleri çürütmüş, baskıcı, darbeci Kemalist statükonun bile dönüştüremediği “dindar, muhafazakâr” kitleleri sekülerleştirmeyi laikleştirmeyi başarmış ve yaşanan büyük yozlaşmaya sebep olmuş bir iktidarın yetkilileriyle birlikte bu açılışı yapanların “insan ve değerden” ve İslâm’dan ve ahlaktan bahseden cümleleri anlamını yitirmiştir. Üstelik AKP’li yetkililerle omuz omuza açılış yapıp bildiride bu iktidarın halka yaşattıklarına bir itiraz yapılmadığı halde bol İslâmî kavramlar ve ahlak vurgusu yapılıyorsa, bizzat yıllardır birlikte oldukları arkadaşları olan Davut Güler’in, “o kavram ve cümleler bir retorikten öte bir anlam ifade etmez” eleştirisi haklı bir eleştiri niteliği kazanmaktadır.

İşte bölünen parçalardan birisi bu büyük çelişkiyi yaşarken, diğer parça ise İslâmî vurguları ve ilkeleri tamamen terk ederek ve İslâmî bir cemaat olmak yerine İslâmî kimlikten sıyrılıp tam anlamıyla bir STK (Sivil Toplum Kuruluşu) haline dönüşmüş görünmektedir. İşte bu Sivil Toplum Kuruluşu ayrışmadan sonra yayınladığı 15. Anadolu Buluşmaları Sonuç Bildirgesi’nde, metnin başına koyduğu “İnsan ölünce üç şey hariç amel defteri kapanır. Hayırlı evlat, faydalanılan ilim, hayırlı eser.” Hadisi dışında tek bir İslâmî vurguya yer vermeme başarısını(!) gösterebilmiştir.[9] Bu metinde “Allah, Kur’an, âyet, vahiy, din, Rasûl, Peygamber, sünnet, Müslüman, mü’min, tevhid, muvahhid” kelimeleri bir kez bile geçmiyor. Tamamen mevcut küresel ve yerel seküler sistem içinde sivil toplum nasıl olur ve işlevleri nasıl olmalıdır sorularını cevaplayan, sivilleşme ve sivil toplum kuruluşları eksenli bir bildirge ortaya konmuştur. Bir zamanların İslâmî cemaat olmada önde giden grubu, artık sivil toplum kuruluşu olmayı içselleştirip kuruluş amacı ve faaliyet alanlarına dair açıklamaları Allah’sız, İslam’sız, Kur’an’sız, âyetsiz, sünnetsiz, dinsiz, tevhidsiz yapabilir hâle gelmiş bulunuyor.

Kuruluş amaçlarını açıkladıkları röportajlar verip sayfalar dolusu konuşmalarını, İslam’a ait hiçbir atıf olmadan yapabiliyor ve kendilerini, amaçlarını, misyon ve işlevlerini “Allah, Kur’an, ayet, vahiy, din, Rasûl, Peygamber, sünnet, Müslüman, mü’min, tevhid, muvahhid” kelimelerini hiç kullanmadan ve bu içeriklere hiçbir atıfta bulunmadan yapabiliyorlar. Gerçekten bir Müslüman olarak, özel olarak gayret sarf etsem bu kadar çok sayıda cümleyi Allah’tan ve dininden soyutlayarak kurmayı becerebileceğimi sanmıyorum. Bu ne hâldir? Bir Müslümanın birçok insanî ve toplumsal konuları ele alıp, birçok hayat alanlarını izah ederek sorunları ortaya koyup çözüm yolları gösterirken İslam’a hiçbir atıfta bulunmadan aklın, zihnin, insanın ve toplumun ıslah ve inşasından bahsetmesi nasıl mümkün olabilmektedir?

İşte bu Allah’sız, İslam’sız, Kur’an’sız, Rasul’süz, Sünnetsiz bildirgeden ibretlik bir alıntı: “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları öteki anlayışını bir tarafa bırakarak, esaslı bir dönüşümle kapsayıcı bir anlayışın hâkim olacağı bir fikriyat geliştirmek zorundadır. İnanmak örgütlülüğü, örgütlülük yolu güçlü kılar. Sivil Toplum Kuruluşlarını başarılı ve anlamlı kılan şey, sahip olduğu değerler sistemidir. İnsan da istikbalin inşasına katkı ile değer kazanır ve kendi değerleriyle hayatı kurgulamak isteyenlerin, referanslarını yenilemesi gerekir. Sivil Toplum Kuruluşları, insanı merkeze alan yaklaşımlarla yüreklere dokunarak ve merkezde yer alarak çalışmalarını yapmalı, birlikte yaşama mekanizmaları kurmalıdır STK’ların kör taklitten kurtulmasının yolu sürekli yenilenmektir. Bunu başarmak için önce akli yenilenme sonra da ahlaken olgunlaşma gerçekleştirilmelidir. Kalple iletişim kuran her türlü akıl yürütme eylemi ahlaki olana da kapı aralar. Küresel çapta yaşanan olaylar ve ulus ayırımı yapmaksızın herkesi tehdit eden küresel ölçekteki sorunlar karşısında, sivil toplum yapıları üzerinden şekillendirilecek küresel bir farkındalığın oluşturulması için çok fazla bir zamanın olmadığı görülmeli ve her türlü zorluğa karşı, sivil yapıların daha talepkâr tutum sergilemesi sağlanmalıdır. Sürdürülebilir, gerçekçi ve üretken bir çaba içinde, sorgulayıcı zihin her daim işler kılınarak, sivil toplum zihni ve yapılanması yeniden inşa edilmelidir.”

Görüldüğü üzere, bir takım dünyevi hesaplarla, uydurdukları maslahatlarla verilen tavizler sonucunda, tevhîdî istikameti koruma konusunda sorumsuz ve ilkesiz davranışlar sergilemek nebevî yöntemi terk edip bâtıl sistem içine savrulmalara sebep oldu. İşte tevhîdî kesimin büyük çoğunluğunun bu ilkesizlikler sonucu laik batıl sistemin partilerine meyletmeleri, sonuçta büyük bir yozlaşmaya yol açmış bulunuyor. Sadece bazılarından örnekler verdiğimiz ülke çapında örgütlü tevhidî uyanış süreci gruplarının geldikleri noktaya bakın. Benim terk ederek Müslüman olduğum laik siyasî alana büyük bir ilkesizlikle daldılar ya da destekçi oldular. Sonuçta hem kimliklerini hem değerlerini hem de onurlarını bu alanda kirletip paramparça oldular. Buna rağmen hâlâ akledip bu büyük yanlıştan dönmeyi ve yaşanan büyük ifsada karşı ıslah seferberliği başlatmayı gündemlerine bile almıyorlar. Böyle olunca da bu seküler laik demokratik bataklıkta çırpındıkça daha çok batmaktan kurtulamıyorlar  İnşaAllah vahiy ve Rasûlün güzel örnekliği ekseninde akledip düşünerek bu yanlış yoldan dönme feraset ve basiretini yeniden kuşanırlar.

Gidişat O Kadar Kötü, Sekülerleşme ile İslâmî Kimlik ve Değerlerden Uzaklaşıp Yozlaşma O Kadar Derin ve Yaygın ki, İktidar Destekçilerinden Bile Feryatlar Yükseliyor

Meselâ laik demokratik iktidarı meşrulaştırmak için en fazla gayret gösteren ve maalesef bu konuda dini de kullanan bir ilâhiyatçı olan ve Tayyip Erdoğan’ın danışman hocası Hayrettin Karaman bile şunları yazmak zorunda kaldı: “Eline para geçen ve zengin olan ‘dindarlar’, lüks ve israfta dinsiz veya dini hayatı gevşek/kusurlu olanları fersah fersah geçtiler. Müslümanca örtünmenin içtimai hayata katılmaya engel olmaması için yıllarca mücadele ettik, değerli bedeller ödendi, sonunda engeller kalktı, bu defa da sözde örtünenler ‘örtülü açıklar’ nitelemesinin örneği haline geldiler. Birçok ‘dindar’ işadamının işyerinde Müslümanca düzen, hakkını verme ve liyâkati gözetme yok. Birçok ‘dindar’ (böyle görünen ve bilinen) olup kamu otoritesi kullanan kimsenin elindeki imkân ve yetkiyi kötüye kullandığına dair pek çok örnek var.”[10]

Yine iktidar yanlısı Yeni Şafak Gazetesinden Özlem Albayrak da şunları yazıyor: “…muhafazakârların, gittikçe daha çok sekülerleşiyor olmalarının tartışılması gerekiyor… Türkiye’deki dindarların çoğunluğunun asıl sorunu, İslâm’ın kurallarını inkar etmeden İslâm’ın kuralları yokmuş gibi yaşamak. İslâm’ın kendine muhafazakâr, dindar diyenlerin hayatının hiçbir yerine dokunamaması. Bu insanlar Müslüman ama İslâm’ın ilkeleri onların hayatını belirlemiyor, çevrelemiyor, şekillendirmiyor. Buna da sekülerizm deniyor ki; tıpkı deizm gibi, sekülerizm de modern hayatın bir sonucu.[11]

Bir başka Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da şu tespitleri yapıyor: “Şöyle bir manzara düşünün, dardan daha dar bir kıyafet ve bütün hatlar ortada. Ben, tesettürü sadece başörtüsünden ibaret sanan anlayış sadece laiklerde olur sanıyordum ama bizim kızlara da sirayet etmiş gibi. Dünyevilikle uhrevîlik arasında sıkışıp kalan Müslüman gençler savrulup duruyorlar… Mesela Ramazan programı sunuyorum, reklam arası diyorum, ilk reklam faiz reklamı… Hepimiz bu sistemin parçası haline getirildik. Ve sıkıştık kaldık… Şunu biliyorum; sistem kendisine benzemeyen her şeyi AK Parti iktidarı ile kendi içine almayı başardı.”

AKP iktidarında, bir yandan bağımsız İslâmî eğitim ve tebliğ çalışmalarına darbe vurulurken, bu çalışmalar baskı altına alınıp sindirilmeye çalışılırken, diğer yandan tâkip edilen neo-Kemalist ve neo-liberal politikalarla eğitim, kültür ve ekonomi alanında sekülerizmin egemenliği sürdürülmekte, bunun sonucunda, “dindar nesil yetiştireceğiz” diye yola çıkanların yol açtığı büyük yozlaşma ve çürüme son derece ürkütücü boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Evet, AKP döneminde yaşanan sekülerleşme ve yozlaşma o kadar yaygın ve derin bir hale gelmiştir ki, artık AKP’nin öncülerinden olanlar bile bunu itiraf etmektedirler.

Bu bağlamda, AKP Genel Başkan Yardımcılığı ve hükümette Başbakan Yardımcılığı görevlerini yıllarca yürütmüş bir isim olan AKP Van milletvekili Beşir Atalay bile, henüz AKP’nin öncülerinden olmayı sürdürdüğü sıralarda bir sempozyumda yaptığı konuşmada bu büyük yozlaşmanın kendi dönemlerinde gerçekleştiğini şöyle itiraf ediyor: “Gençlerimiz… Çabuk zengin olmak ve makamlara yükselmek istiyorlar. Belki de bunlara bizim hükümet dönemi yol açtı. Fazla meşakkat çekmeden çok şeye sahip olmak isteyen bir gençlik var. Bu bir büyük problemdir. Türkiye’de şu an burjuva Müslüman diye tabir ettiğim bir hayatı görüyorum. Fazla saltanatlı yaşayan, çok harcayan, israfı olan bir Müslüman burjuva kesimi ve gençliği gözlemliyorum.[12] Tabii ki, AKP, bizzat kurucu ve dâimî lideri Erdoğan’ın ağzından “demokrasi ve laiklikle İslâm bağdaşır”, “paranın, ekonominin dini imanı olmaz”, “bu çağda faizsiz ekonomi mi olur?” söylemlerinde ve buna paralel laik-liberal-kapitalist pratikte ısrar edince varılacak sonucun böyle seküler bir yozlaşmanın yaşanması ve Atalay’ın itiraf ettiği gibi lüks-israf içinde çürüyen “Müslüman burjuvalar“ın yaygınlaşması kaçınılmazdı.

Yıllarca AKP destekçiliği yapmış Abdurrahman Dilipak da AKP döneminde yaşanan büyük yozlaşmaya şu satırlarla dikkat çekip uyarmak gereğini duymuştur: “Kimse “hakediş”ine bakmıyor, gerçekten haketmediğiniz bir şeye sahip olma tutkunuzun arkasında ne var. Ya da gerçek anlamda hak’eden birinin hakediş’ini alamaması sizi hiç mi rahatsız etmiyor. Ya da onun olması gerekeni siz almak isterken hiç mi vicdanınız sızlamıyor. Ve siz bir de Allah’a ve ahiret gününe inandığınızı mı söylüyorsunuz. Bu sözünüz hem sizi, hem muhatabınızı, hem de toplumu ifsat eden bir şey yapıyorsunuz. İnsanların dine ve dindarlara güvenini yok ediyorsunuz. Siz, din kardeşinizi koruduğunuzu zannederken aslında siz dine de, din kardeşlerinize de zarar verdiğiniz gibi, insanların dine bakışını sabote eden, insanların dinden uzaklaşmasına sebeb olan bir hain olmuyor musunuz bu durumda?[13]

Son on yılda, o kadar cami ve İmam Hatip açıldı ama dinden uzaklaşma inanılmaz ölçüde arttı. Bu başarıya o sizin laikçiler bile inanmıyor. Söylem ile eylem arasındaki fark insanları dinden ediyor.”[14]

AKP öncülerini yetiştiren zemine yakın duran Prof. İhsan Süreyya Sırma da internet ortamında yayınlanan bir videoda “Vakit TV” adına sorulan “Ak Parti iktidarında Müslümanların rahat bir ortamda yaşaması ve İslâm’ın yaşanması açısından Türkiye iyi bir konumda mı?” sorusuna, “söyleyeceklerimi ne kadar yayınlayabilirsiniz bilmiyorum, belki de sansür edersiniz ama ben yine de söyleyeyim” diyerek şunları ifade ediyor: Ak Parti döneminde Müslümanlar,.. seküler oldular, dünyevî oldular, on beş sene önceki İslâmî şuuru kaybettiler. Çok İmam Hatip ve İlahiyat açılıyor ama insanlar Kur’an’dan ve İslâm’a bağlılıktan uzaklaştılar, dünyaya daldıkça dini unuttular. Müslümanlar seküler olunca güzel evlerin, bahçelerin ve lüks arabaların sahibi oldular, ama Müslümanlar kitap okumaz oldular. Başka çevreler kitap okuyor ama Müslümanlar kitap okumuyorlar. Okumayınca da İslâm’a aykırı durumlar ortaya çıkıp yaygınlaşıyor. Kur’an’ı hiç okumuyor ve bilmiyorlar böyle olunca da dünyevî bir hayat kuşatıyor.[15]

İşte böyle yakınmalarla AKP döneminde yaşanan büyük yozlaşmaya haklı vurgular yaparak üzüntü duyduklarını beyan eden bu erdemli örnekler bile sonuçta, tespit edip yakındıkları bu büyük kirlenme, sekülerleşme ve yozlaşmayı laik kapitalist politikalarıyla bizzat sağlayan Erdoğan ve iktidarını desteklemeye de devam ederek, bu yozlaşmada pay sahibi olduklarını görememektedirler.

Tevhîdî uyanış sürecinden geldiği halde daha sonra AKP ile bütünleşip milletvekilliği adaylığına kadar ulaşmış Kemal Öztürk de; daha önce “din düşmanı ve tâğût devlet” olarak tanımlayıp devleti “düşman” olarak gördüklerini, AKP yönetiminde devletle tanışıp bir nevi ehlileşerek düşmanlıktan çıkıp devlete uyumlu hâle geldiklerini ifade etmek suretiyle bu konuda şunları yazmıştır:

Bizim devlet eleştirimiz, dini kaynaklı bir eleştiriydi. Devleti, ‘din dışı, din düşmanı, Tağut devlet’ olarak görürdük… Refah Partisi’nin kazandığı belediyeler, devletle olan ilişkilerin yeni baştan yorumlanmasına neden oldu. ‘Halka hizmet Hakk’a hizmettir’ sloganı önemli bir etki yapmıştır. O güne kadar devleti düşman görenlerin, belediyede halka hizmet etme imkânı bulması, fikirlerin değişmesine neden oldu. Devletin aslında düşmanımız olmadığını, bizi dışlayan ve ötekileştiren zihnin, iktidarı elinde tutan insanların fikri olduğunu düşünmeye başladık… Erdoğan, belediye başkanlığı döneminde İslâmcı aydınları, fikir adamlarını, akademisyenleri sistemin içine çekti ve dönüşümün daha hızlı olmasını sağladı. Ardından kurduğu AK Parti’de İslâmcı aydınlara önemli roller oynama fırsatı verdi. … Birçoğu Ankara’ya gelerek bürokrasi ve siyasette kritik görevler üstlendi… Sonuç olarak İslâmcılar … devlete düşman da değildir artık. Ancak İslâmcıların evrensel iddiasını kaybettiği, muhalif duruşunu yitirdiği ve yeni fikirler üretemediği eleştirisini önemsiyorum”.[16]

Görüldüğü üzere Kemal Öztürk, “İslâmcı” olarak nitelenen Müslümanların artık laik devletin karşıtı olmaktan çıktıkları, evrensel iddialarını ve muhalif duruşlarını yitirdikleri ve bunun müsebbibinin de Müslümanları devletin içine çekerek onları bazı mevkilere getirerek dönüştüren Erbakan-Erdoğan, yani RP-AKP politik çizgisi olduğunu, içeriden bir isim ve hatta bu dönüşüm serüvenini bizzat yaşayan bir kişi olarak açıkça ifade ve itiraf etmiştir.

Bir yanda ülke Müslümanlarının ve neredeyse İslâm ümmetinin lideri ve “sırat-ı müstakim” üzere İslâmî bir davanın önderi gibi tanıtılan R. Tayyip Erdoğan var. Ve o sürekli yaptığı, “laiklik İslâm ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “laiklik dînî özgürlüklerin güvencesidir”, “laik olun, laiklikten korkmayın” gibi Hak ile bağdaşmayan ve ilmî karşılığı da olmayan bâtıl açıklamalarla ülke ve bölge insanlarının zihinlerini dönüştürmeye çalışmaktadır. Allah Kur’an’da açıkça, bireysel ve toplumsal ekonomik, siyasî, sosyal, hukukî ve ahlakî bütün hayat alanlarını düzenleyecek hükümler vazetmiş ve kamu, özel ayrımı yapmadan bütün hayat alanlarında kendi hükümlerine tabi olmaya çağırmışken, Tayyip Erdoğan bireysel planda Müslüman olunabileceğini, ancak kamu alanının ve devlet işlerinin hevanın ürünü laik demokratik yasalarla, cahiliye hükmü ile düzenlenmesinin mümkün ve hatta gerekli olduğunu ve bunun da İslam’la çatışmadığını iddia ve iftira edip, Müslüman halkları cahiliye hükmünü kabule, tevili mümkün olmayacak derecede açıklıkla çağırmıştır. Üstelik herhangi bir sürç-i lisan olmadığını îma edercesine, Mısır’da gündem yaptığı bu davetini Tunus’ta da ısrarla tekrarlamıştır. Tayyip Erdoğan’ın laik demokrasi konusunda ısrarla yaptığı yönlendirme, küresel emperyalist devletlerin yıllardır yapmaya çalıştıkları İslam’ı alternatif olmaktan çıkarıp (BOP’la da yapılmak istenen) bölgeyi batı paradigması ve batı hattı içinde tutacak laik demokratik değişime zorlama hedefi ile örtüşmekte ve bu amaca hizmet etmekteydi.

Ayrıca birçok AKP yetkilisi de açıkça, “dindar, muhafazakâr kesimleri biz laikleştirip sistemle barıştırdık, sisteme dâhil ettik.” itirafında bulunmakta ve bununla övünmektedirler. Mesela, diğer bölümlerde de belgeleriyle açıkladığımız üzere, AKP kurucusu, milletvekili ve bakanı Mehmet Ali Şahin“Dindarları biz laikleştirdik” demiştir. İşte M. Ali Şahin’in laikliği içselleştirip savunan o sözleri: “İslam insanı olur ama İslam devleti olmaz…  “Benimki ‘tahkiki laiklik’tir, ‘taklidi’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim…”[17] AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da “Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti.”[18] Aslında 12 Eylül Mahkemelerinde yapılan yargılamalar sırasında Necmettin Erbakan’ın da yagıca hitaben söyledikleri aynı hakikati ifade etmekteydi: “…duruşmada savcının kendisini sürekli şeriat getirmekle suçlaması karşısında; hâkime dönerek, “Biz Laik Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, rejime soğuk bakan Müslüman halk kitlelerini bu rejime ısındırmak için kurulmuş ve bunu büyük çapta başarmış bir siyasi parti olduğumuz halde, Sayın savcı tam aksi bir amaç taşımakla bizi itham ediyor…” diyerek esas görevini açıklamıştır.”[19]

AKP yandaşı medyanın yazarı liberal Ali Bayramoğlu da 01 Şubat 2012 tarihli yazısında şu doğru tespiti aktarmaktadır: “Türkiye’de yaşanan her kriz aslında İslâmî alanda bir değişimi ifade etti. Ve değişim “laikliğin demokratikleşmesi” istikametinde oldu. Türkiye İslâmî kesimin taşıyıcılığında “seküler toplumsal bir model” üretti, başka bir deyişle İslâmî kesim kimliğini(!) muhafaza ederek seküler dünyayla barıştı. AK Parti’nin bu çerçevede motor rol oynadığı, İslâmî kesimin içinden doğan, buna karşılık “siyasetin İslâmîleşmesi”nin önüne dikilen toplumsal ve siyasal “tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevi”ni yerine getirdiği açıktır.”  Görüldüğü üzere Bayramoğlu da AKP’nin “siyasetin İslâmîleşmesi”nin önüne dikilen toplumsal ve siyasal “tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevi” gördüğünü hem de yandaş gazete sütununda yazabiliyor, çünkü herkesin gördüğü ve bildiği gerçek tam da budur.

Ayrıca aynı paralelde yaygın bir propaganda ve “laikliğin İslâm’la bağdaştığı” bâtıl iddiasını desteklemek üzere konuşup yazan birçok “tarihselci”, “İslâmcı” aydın, yazar ve hatta ilâhiyatçı akademisyenlerin oluşturduğu bulanık bir ortam söz konusudur.

Diğer yandan,  Müslümanlar da bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı oluşturup Erdoğan ve AKP’nin İslâm’ı ve Müslümanları temsil etmediği gerçeğini ortaya koymamakta, hatta tam tersine çoğunluk İslâmî gruplar AKP ve “Reis”lerinin peşine takılıp bu tür açıklamalar karşısında edilgen bir tutum içinde sessiz durmakta ve her şeye rağmen sahip çıkıp desteklemeye devam etmektedirler. Bu sebeple, imanın ve İslâmî temsilin mihenginin kalmadığı sahih İslâm anlayışını temsilde büyük bir zaafın yaşandığı bu süreçte gidişat o kadar kötüdür ki, çok geç de olsa vicdanlı insanlardan yükselen feryatlar giderek yaygınlaşmaktadır.

Ancak ilginçtir, laikliğin İslam’a uygun olduğunu iddia ederek İslam’a iftira mahiyetindeki açıklamaları yapmalarına rağmen, tevhîdî kesim öncülerinin çoğunluğu, hatta bir takım feryatlar yükseltenler bile Erdoğan ve partisine desteği ısrarla sürdüren büyük bir çelişkiyi yaşamaktadırlar. Yukarıda zikredildiği üzere “laiklikle İslam’ın uzlaştığını” iftira eden sapkın inanç, söylem, amel ve politikaların sahipliğini ve uygulayıcılığını yaparak, İslam’ı ve Müslümanları darbeci kemalistlerin başaramadığı ölçüde dönüştürüp laikleştiren ya da laik hükümetlerin savunucusu ve destekçisi haline getiren AKP ve lider kadrolarını “mü’min, Müslüman” ilan edip toplumun İslam anlayışının tahrifine katkı sunmaktan çekinmemişlerdir.

Diğer bir ilginçlik ve kendileri adına utandırıcı olan husus ise, Erdoğan’ın politikalarının yol açtığı bazı haksızlıklara, hukuksuzluklara ve resmi ideolojiyle bütünleşen söylemlerine yapılan eleştirilerin binde birisini bile, Erdoğan’ın laik devlet politikalarını ve kurumlarını meşrulaştırmak amacıyla İslam’ı araçsallaştırmasına ve İslam’ı tahrif eden açıklamalarına yöneltmemeleridir. Bırakın böyle bir eleştiri yapmayı, tam tersine Haksöz örneğinde olduğu gibi, sistemin laik ve Atatürkçü kurumları olan TSK, MİT ve Yargıtay’da Erdoğan ve Diyanet Başkanının yaptığı dualara sahip çıkıp övdükleri gibi destek veren haberler yapmaları bile söz konusu olabilmektedir.

Her şeyi yozlaştırıp kirletmiş ve en önemlisi İslam’a büyük zararlar verip toplumsal ahlakı çürütmüş bir iktidarın dönemiyle ilgili eleştirilip itiraz edilmesi gereken o kadar çok husus var ki, buna rağmen itiraz edenler sadece bazılarına eleştiri getirip aktif desteklerinin devamını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bazı konularda itiraz edip eleştirenler, “biz doğrularını destekleyip yanlışlarını eleştiriyoruz” diyerek kendilerini rahatlatmaya ve konumlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ancak itiraz edip eleştirmedikleri konuların tamamını da destekledikleri sonucunun çıkması sebebiyle “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir” misali İslam’ı tahrif etmeye yönelik açıklamaları ve İslam’ı laik devlet ve kurumları için araçsallaştırmaya ve aileyi yıkan, gençliği seküler ve deist hale getiren, yolsuzluk, yoksulluk ve haksızlık üreten politikalara ve daha nicelerine destek vermiş konumuna düşmüş bulunuyorlar.

Tevhîdî uyanış sürecinden gelip işte böyle hak ile bâtılı karıştırarak AKP destekçiliğine savrulan kesimlerden de henüz ilkesel olmayıp içeriden eleştiriler nevinden de olsa, bazı uygulamalara yönelik ciddi tepkiler, eleştiriler, hatta kimilerinden “nereye gidiyoruz, mahvolduk, tükendik, kirlendik” içerikli feryatlar yükselmeye başlamış bulunmaktadır. Bunlardan sadece birkaç örnek verecek olursak, mesela yıllardır AKP destekçiliği yapan, AKP’den milletvekilleri çıkaran Anadolu Platformunun bireysel olarak farklı ve özgün bir çizgide durmaya çalışan, ama ortak platformda ise, tüm insanî ve İslâmî değerleri çürüten AKP’lilerle omuz omuza olmaktan da kaçınmayan hocası Ramazan Kayan şunları yazmaktadır:

“Artık dünyevîleşmek bir sapma olarak görülmüyor; bir yaşam tarzı olarak sunuluyor… Müslümanların dünyevîleşmesi yetmiyor bir de dinin kendisi dünyevîleştiriliyor… Dünyevîleştikçe düşüyoruz… İçeriksizleşen din… Derûnî zenginliğini, enfüsî derinliğini yitirmiş Müslümanlar çıkıyor piyasaya… İnsanların yapmadıkları şeyleri yapıyor görünmeyi marifet sanmaları zamanla sathiliğe ve sapmaya neden oluyor… Gelinen noktada; ‘İslâm başka, Müslümanlar başka’ ikilemine sanki biz neden oluyoruz… İkircikli, çift kimlikli bir ruh hali, yani şizofrenik bir durum ortaya çıkıyor… İslâm bir vadide, Müslümanlar bir başka vadide… Anlaşılan o ki, risk derinden geliyor; önce bilinç kayması sonra kalp kayması ve en son ayak kayması beliriyor… Kuşkusuz İslâm’ın içinin boşaltılması İslâm’a yönelik bir suikasttır… Amelsiz Müslümanlık… Âhiretsiz Müslümanlık… Ya da cihadsız İslâm… Ahkâmsız İslâm… Neredeyse İslâmsız bir Müslümanlık ihdas edecekler… İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyor… Keyfîlik ve gevşeklik üzerine kurulu bir yaşam İslâmî kuralların önüne geçiyor… Kulluğu piyasa koşulları belirliyor… Amelsizlik, akîdeyi de âhireti de zorluyor…”[20]

Ancak bu haklı itiraz ve eleştirileri yapan Ramazan Kayan’ın, hocası olarak göründüğü grubu ve öncüleri, bütün bu yozlaşmaya yol açan AKP iktidarının peşinden sürüklenip eklemlenirken, kendisinden grubunun bu savrulmasına somut bir itiraz gelmediğini ya da bir ayrışma çabasının olmadığını, tam tersine savrulan grubunun ardı sıra sürüklenerek meşruiyet kazandırdığını ve böylece de bu ilkesizliklerden sorumlu hale geldiğini ibret ve üzüntüyle gözlemliyoruz.

Yıllarca ve hâlen AKP’yi destekleyen ve Tayyip Erdoğan’ı, “mü’min ve muvahhid bir şahsiyet” ve “ümmetin umudu” olarak niteleyecek kadar sahiplenen Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı, Yeni Akit ve Haksöz yazarı Kenan Alpay bile artık şunları yazmak zorunda kalmıştır:

“15 Temmuz sonrasında güya Fethullahçı cuntayla mücadele adına Kemalist-ulusalcı söylemler, semboller ve pratikler tekrar öne çıkarılır oldu. Oysa Fethullahçı cuntayla mücadele için cuntacılık faaliyetleri hususunda onlardan çok daha tecrübeli ve acımasız olan ‘Mustafa Kemal’in Askerleri’nden medet ummak korkunç bir akıl tutulmasıdır. İstendiği kadar içeriği boşaltılmaya, değiştirilmeye çalışılsın Kemalist söylem ve sembolleri öne çıkaran muhafazakâr-demokrat siyaset tarzı dönüşmek, başkalaşmak ve celladına âşık olmaktan başkaca bir seçenek bulamayacaktır önünde… Muhafazakâr-demokrat bir takım soslar katarak Kemalist kültler etrafında temin edilecek milli birlik ve beraberlik pozları aldatıcıdır. 2200 sene gerilerden başlatılarak Türkçü söylemin referans kaynağı ‘devlet-i ebed müddet’e ve Gazi Paşa’nın rehberliğine yapılan vurguların siyaseti, bürokrasiyi ve toplumu hangi bataklıklara sürüklediğini unutmayalım. Tuhaf ve acı ama önce ahlak ve maneviyat sloganlarının karikatürize olduğu, dindar nesil ideallerinin kariyer ve magazin kültürüne kurban edildiği iklim muhafazakâr-demokrat hükümet döneminde yaygınlaşıyor. Akademi ve medyanın, sivil toplum ve cemaatlerin de Hükümet’in resmi ideoloji güzellemelerini boş gözlerle seyrettiği, yer yer coşkuyla sahiplendiği bir dönemdeyiz. Hikmet-i hükümetten kimse sual etmiyor gibi. Ne kadar dindar olacağını bilemeyeceğimiz fakat muhakkak Türkçü ve Atatürkçü formatta yetiştirileceği anlaşılan nesillerin nasıl bir şeye benzeyeceğini birlikte göreceğiz”[21]

Alpay bir başka yazısında ise şunları söylemektedir: “15 Temmuz sonrasına baktığımızda, Cumhurbaşkanı’nın ‘her türlü milliyetçilik ayaklarımızın altındadır’ ifadesinden bu güne, ‘2500 yıllık devlet geleneğimiz’ söylemine evrilen milliyetçi söylemine” de dikkat çekerek, iktidarın yola çıkış hedeflerindeki sapma görüntüsünün temelinde etkin bir unsur olarak “hiçbir günahı küçümsememek ve günah işlemeyi küçümsememek” ilkesinin önemsenmemesini gördüğünü ifade ediyor. Ve yazısını şöyle sürdürüyor: “Eğer kayırmak, rüşvet almak, komisyonculuk, haram-helâl demeden elde edilen paralarla yakınlarımıza bir hayat sağlanmaya başlanırsa, tüketim anlayışımız, eğitim ve eğlence anlayışımız değişip günah denizine doğru yol alınmaya başlanırsa; orada artık resmî ideolojiyi normal görmek hatta kutsallaştırmak kimseye anormal gelmez. Çünkü şeytan günahları normalleştirmiş ve insanlara hallerini meşrulaştırmış demektir.[22]

Kenan Alpay son bir yazısında da şu tespit ve uyarıları yapmaktadır:Muhafazakâr demokrasi çizgisi dindar-mütedeyyin siyasi kadroları da kitleleri de ummadıkları yerlere savurmuş, kendilerini tanıyamaz hale sokmuştu. Küçük komisyonculuklarla başlayan kurnaz siyasetçilik serüveni rüşvetle, proje ortaklığıyla sınıf atlama hayallerine evrilmişti artık. Aşına, ekmeğine haram karıştıranın siyasal hattına, itikadına küfrün ve şirkin yerli ve milli unsurlarını karıştırması mukadderdi zaten. Öyle oldu, Atatürkçü bir muhafazakârlık, Gazi Paşacı bir dindarlık uydurulup pazara sürüldü. Müthiş bir siyasi atak yapıldı; Türkçülük MHP’ye, Atatürkçülük CHP’ye bırakılmayacaktı artık. Bundan böyle yerli ve milli olmak en makbul ideolojiydi. Devlete sadakat ve Türk milliyetçiliğine hizmet yolunda geri kalana hayat hakkı tanımamak yolu tutulacaktı. Yakın siyasi tarih yeniden yazılıyor, İslâmî değerler yüce devlet ve necip millet kriterlerine uyumlu hale getiriliyordu. Bu sayede adalet değil devletin âli menfaatleri önceleniyor, merhamet etmek lütfu ilahiye mazhar olma vesilesi değil korkunç sonuçlara yol açacak büyük bir zaaf sayılıyordu. Artık ayaklar altına alınan kavmiyetçilik davasına umut bağlanır olmuş, üstünlüğü dile, renge, âileye değil takvaya refere eden vahyin buyrukları hızla unutulur olmuştu. Makro milliyetçilikle mikro milliyetçilik el ele vermiş iman ve İslâm kardeşliğini delik deşik edip günlük kullanımlar için paspas ediyordu… Kendini dindar sayan seküler tipler, takva sahibi olma iddiasındaki günahkâr güruhlar akıl ve kalplerindeki İslâmi kodların yerinde yeller estiğini hâlâ idrak edemiyorlardı. İslâmî değerler bu kesimlerin artık ne akıllarına ne de kalplerine istikamet verecek konumdaydı. Onlar Kemalist aydınlanma ve ilerleme projesine karşı sergiledikleri muhalif direnci terk edip sekülerizm ve mistisizm sarkacında salınan niceliğin iktidarına tutkulu-bağımlı sıradan politik objelere dönüşmüşlerdi çünkü.”[23]

Ben de bunları yazan Kenan Alpay’a şunları söylemek isterim: Yazdığınız bütün bu kötülükler, “mü’min, muvahhid” ve “ümmetin umudu” ilan ettiğiniz Erdoğan’ın gücünün en zirvede olduğu ve bakanlar kurulu ile bürokratları tek başına atadığı ve denetlediği bir dönemde gerçekleşti. AKP’nin, Kemalist vesayetin baskısının daha yoğun olduğu dönem olan 2007’de Cumhurbaşkanlığını da alana kadarki iktidarı, İslâm’a zararının olmadığı ya da çok az olduğu görece daha olumlu görünen bir dönem olmuştur. Ancak bundan sonraki dönemde, askerî vesayetin gücünün giderek azalması, Tayyip Erdoğan’ın dini daha çok kullandığı ve giderek kendisini İslâmî kesimi temsil eden bir lider gibi takdim edip toplumu “Allah ile aldatmaya” başladığı, İslâm adına daha fazla konuştuğu bir süreci başlatmıştır.

Bu dönem ise, laik demokratik bir siyâsî liderin kendisini Hak olarak sunmaya, sırât-ı müstakîmi temsil ettiğini söylemeye ve böylece İslâm’ı tahrif etmeye yönelik konuşmalarını zirveye çıkardığı bir dönem olmuştur. AKP lideri gücünü perçinleyip tek başına ülkeyi yönetecek yetkiye ulaştıkça İslâm’ı daha fazla kullanmaya başlamış ve artık iyice benimsemiş olduğu laiklik ve kemalizmle uyumlu bir İslâm anlayışı oluşturma gayretiyle İslâm’a en çok zarar verdiği döneme geçilmiştir. Yani İslâm’a en çok zararın verildiği, laikleşme, sekülerleşme ve yozlaşmanın en fazla yaygınlaştığı dönemler Erdoğan’ın daha güçlü olduğu dönemlerdir. İbret alınması gereken durum ise, bu büyük yozlaşma döneminin, özellikle 2010’dan itibaren, başta Kenan Alpay, Hamza Türkmen, Bahadır Kurbanoğlu ve diğer Haksöz yazarları, Özgürder yetkilileri olmak üzere tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin büyük ekseriyetinin laik başbakan Erdoğan ve laik kapitalist partisinin iktidarını gazete ilanları ve TV konuşmalarıyla destekledikleri döneme denk gelmesidir.

Kenan Alpay ve onun gibi tevhidden sonra laik kapitalist AKP destekçiliğine savrulanlar bilmelidirler ki, 2010 referandumuyla şirk anayasasına verdiğiniz “aktif destek”le başlayıp laik demokratik bütün seçimlerde ısrarla sürdürdüğünüz ve herkesi de çağırdığınız büyük sapmaya meşruiyet kazandıran yazı ve sözlerinizin üzerinden on yıl bile geçmeden içerden de olsa bu ağır eleştirileri yapar hale gelmiş olmanız bile, hâlâ yanlıştan dönmenize yol açmıyorsa, bu hâl öncelikle çok büyük bir kirlenmenin zihinlerinizi işgal edip dönüştürdüğünün göstergesi olabilir. Aynı zamanda, bu hâliniz, onca İslâmî birikiminize rağmen sizin on yıl sonrasını göremeyecek ve bu batıl yolun kaçınılmaz olarak bu sonuçlara yol açacağını fıkhedemeyecek kadar feraset ve basiretten uzak kalmanıza yol açan sığ bir birikime sahip olduğunuzun işareti olabilir. Sonuçta da yıllarca yaptığınız Kur’an ve siyer okumalarınızın sizde bu basiret ve ferasetin oluşmasına vesile olamaması, bu tür Kur’an çalışmalarını içselleştiremediğinizin ve bilginin ahlakını kuşanmakta zaaf içinde olduğunuzun göstergesi olabilir.

Nitekim AKP iktidarının politikalarına yönelik eleştirilerinizin sadece Türkçü ve Atatürkçü eğilimlerin artışıyla ve kimi hukuk ihlalleriyle sınırlı olması da ilginçtir. Diyanet İşleri Başkanıyla birlikte devletin şirkle hükmeden ve şirk sisteminin bekçiliğini yapan laik ve Atatürkçü kurumları olan Yargıtay, TSK ve MİT açılışlarında onlara dua ederek İslam’ın araçsallaştırılmasından hiçbir rahatsızlık duymayıp tam tersine buralarda yapılan duaları “çok güzel dualar” olarak niteleyip sahiplenerek övgüyle karşılamanız da ilginç bir biçimde İslâmî birikiminizin seviyesini göstermektedir. Oysa Türkçü ve Atatürkçü bir çizgiye  kaymalarından çok daha önemli olarak “Din bireyseldir”, “ekonominin dini, imanı olmaz”, “laiklik İslam ile bağdaşır”, “biz sırat-ı müstakim üzereyiz bizden ayrılan sapmıştır”,  “biz hakkız ve batıla karşı Hak-batıl mücadelesi sürdürüyoruz” vb gibi onlarca saptırıcı açıklamayla sürekli “İslam’ı, Hakk’ı ve Sırat-ı Müstakim”i tahrif etmeye ve laik devlet ve iktidarı için araçsallaştırmaya yönelik söylemlerine, propagandalarına dair tek bir itirazınızı duymamamız da sizin Kur’an ve sünnet konusunda yeterli bir birikime sahip olmadığınızı göstermekte değil midir?

Büyük ilkesizliklere imza atıp bâtıla destek vermeye savrularak bu kadar yaygın ve derin bir yozlaşmanın müsebbibi olan bu kesimler; hak maskeli bâtılın peşine takılıp destek vermekle ve “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükmedicileri Müslüman ilan eden” bir tahrifatı yapmak suretiyle bu büyük yozlaşmadan sorumlu olduklarının idrakiyle pişmanlıklarını izhar edip tevbe etmedikçe Allah’ı razı edemez, Müslümanların güvenini kazanamazlar. Bu tevbe ve pişmanlıklarıyla birlikte yanlış yaptıklarını kamu oyuna açıklayarak bu büyük sapmayı mahkûm etmedikçe de, asla sorumluluktan kurtulamaz ve arınamazlar. İslâmî temel ilkelere ve nebevî yönteme aykırı davranıp İslâmî mücadeleye zarar verdikleri için Müslümanlardan özür ve helallik istemedikçe, bu tür içerden eleştirilerle bir nevi günah çıkartma gösterileri yapmaları kendilerini asla kurtaramayacak ve kendilerine güveni yeniden sağlayamayacaktır.

İslam’ı Araçsallaştırıp Laik Kapitalist Devlete ve Politikalarına Meşruiyet Sağlamak Amacıyla Kullanmada O Kadar İleri Gidildi ki, İslam’a CHP Dönemlerinde Verilemeyen Zararlar AKP Döneminde Verildi

Özellikle de 2010 şirk anayasa referandumundan itibaren dozajı giderek artan din adına konuşma, dini istismar edip kendisini İslâmî bir lider gibi sunma zulmü, sonuçta İslâm’a CHP’nin ve darbe süreçlerinin bile veremediği büyük zararlar vermesine yol açmış, muhafazakâr ve Müslüman kesimlerdeki sekülerleşmeyi, laikleşmeyi zirveye çıkarmıştır.  CHP iktidarı olsa, şüphesiz Müslümanların kendilerine daha fazla zulüm yapabilirdi, ama asla İslâm’a, İslâmî uyanışa, İslâmî bilince ve sonuçta da Müslümanların inancına ve ahlâkına bu kadar büyük bir zarar veremez, Müslümanların bu derece yüksek oranda yozlaşmasına yol açamazdı. Çünkü CHP iktidarı “İslâm laiklikle bağdaşır”, “Din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” ya da “Kur’an güncellenmeli” vb. söylemlerle İslâm’ı tahrif amaçlı çabalar ortaya koysa, CHP zihniyetinin İslâm’a karşı açık düşmanlığı sebebiyle, onların bu söylemlerini muhafazakâr ve Müslüman olan kesimler ciddiye almazlardı. Üstelik açıkça karşı çıkıp tavır koyarlardı.

Ancak CHP döneminde sadece Müslüman’a ve haklarına zarar verilirken, sûret-i haktan görünen AKP döneminde ise doğrudan İslâm’a ve başta âile olmak üzere toplumun temel değerlerine zarar verilmiştir. Böylece İslâmî uyanış süreci belki de uzun yıllar toparlanamayacak kadar büyük bir darbe yemiş, ama buna rağmen de AKP “Müslüman” kesimler desteklenmeye devam edilmiştir.

Bütün bunlara rağmen, bir daha ifade etmek istiyorum ki, Kenan Alpay gibi içerden ve sınırlı da olsa AKP politikalarını artık eleştirmeye başlayanlar, 7-8 yıl sonrasını bile görmekten aciz kalan idrak ve basiretlerini sorgulayıp yaptıkları büyük ilkesizlikleri, vahye ve nebevî yönteme aykırılıkları ve İslâm’a da İslâmî mücadeleye de büyük zararlar veren çok önemli yanlışlarını, kamuoyu önünde itiraf ve mahkûm ederek, istikamet üzere bağımsız ve İslâmî kimlikli bir dâvetçi ve ilkesel bir muhalefet konumuna hâlâ dönmeyecekler mi?

Az da olsa daha bağımsız bir yaklaşım ortaya koyanlar olsa da ifade edilen pişmanlık ve eleştirilerin çoğu, iktidardan umdukları beklentileri karşılanmayanların veya iktidarla sorun yaşayanların ya da AKP’nin daha dürüst ve hukuka saygılı kanadı (mesela bir zamanki AKP’nin Ahmet Davutoğlu kanadı) olmak isteyenlerin içerden eleştirileri olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Bu sebeple, son dönemde AKP ve Erdoğan ile Gelecek Partisi ve Ahmet Davutoğlu arasında sıkışan laik demokratik siyaset zemininde, adeta girdikleri bataklıkta çırpınanlar gibi bir çıkış yolu da üretememektedirler. Tabii ki, Kur’an’ı ve Rasûlün örnekliğini, nebevî yöntemini bu derece terk edenlerin kaçınılmaz sonu böyle bir kaosa ve bataklığa sürüklenmektir. Üstelik Ahmet Davutoğlu başa geçse ne değişecektir? Laik sistem içinde laik demokratik ilkelere, laik kemalist anayasa ve yasalara itaat ederek, hangi siyâsî parti ve hangi lider iktidar olursa olsun, hevâya göre yasa yapmaya, şirk ve zulüm yönetimi olmaya devam edeceği açık değil midir? Böyle bir laik partinin içinde yer almanın veya destek olmanın akidevî bir sapma oluşturacağı, nasıl oluyor da hâlâ fark edilmiyor?

Bu büyük yanlışları yapanlar, bu yaptıklarının, vahyin ölçülerine, akîdevî ilkelere ve Nebevî yöntemin esaslarına göre yanlış olması yanında, artık yaşanan pratikle de çok büyük bir yanlış olduğunun “ayne’l-yakîn” olarak da ortaya çıktığını neden göremiyorlar? Yapılan bu bâtıl amel ve bu ameli meşru göstermek için ortaya konan te’vilden tahrife kadar birçok söylem ile bâtıl siyasete destek dâveti sonucunda gelinen nokta; demokratikleşen “Müslüman”ların istikamet krizine girip, artık yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları, hevânın ilahlaşması, dünyevîleşme ve sekülerleşmenin kuşatması altına girmeleridir.

Sonuçta İslâmî mücadele zemini ve tevhîdî uyanış süreci büyük kan kaybı yaşamış, kendi çevremizdeki birikimin çok boyutlu kirlenmesi dışında, ayrıca ortada Hakk’ı doğru temsil eden bir mihenk görevini ifa edecek, seküler siyasetten, laik iktidardan bağımsız İslâmî kimlikli kuşatıcı bir yapı kalmayınca daha yaygın sapmaların da sebebi olunmuştur. Laiklikle, şirkle hükmeden, geleneksel ve modern bid’at ve hurafeleri İslâm diye takdim edip zulme, adaletsizliğe ve yolsuzluğa bulaşmış olan bir iktidarı desteklemek için araçsallaştırılan Kur’ân ve İslâmî kavramlar sebebiyle, İslâm’a da büyük zarar verilmiştir. Üstelik büyük medyatik imkânlarla topluma İslâm adına sunulan Hak ile bâtıl karışımı bu din, fıtrata aykırı geldiği için de yeni nesillerin İslâm’dan uzaklaşmalarına, yaygın biçimde sekülerleşmelerine, hatta deizme kadar savrulanların giderek artmasına yol açılmıştır.

Evet, toplumu tevhîdî istikamette dönüştürme ve vahiyle yeniden inşâ etme sorumluluğu taşıyanların, laik sistem içi kirli politikanın içine aktif biçimde girmeleri çok büyük zararlara yol açtı. Ferdin, ailenin ve toplumun ifsadına yönelik bunca tahribat, özellikle son 15 yılda, kendisinin İslâm adına hareket ettiğini, Hak olduğunu ve bâtıla karşı hak mücadelesi verdiğini, kendisinin sırat-ı müstakîm üzere olduğunu ve kendisinden ayrılanların saptığını iddia ederek suret-i hak’tan görünüp İslâm’ı istismar ederek kitleleri Allah ile aldatan AKP iktidarının en güçlü olduğu döneminde çok daha yoğun biçimde yaşandı.

Tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmı, bu büyük ifsâdın yaşandığı süreçte de destek vermeyi sürdürerek, laik iktidarın Allah ile aldatmasının tesirini arttıran bir rol oynadılar ve maalesef  bu fesadın bir parçası oldular. Böylesine yaygın ve kuşatıcı bir ifsâdın, Hak adına gerçekleştirildiği bir süreçte, “dindar”lar laik, Müslümanlar seküler, imam hatipliler bînamaz (% 80’i namazsız), yeni nesiller ise seküler ve deist olmasın da ne yapsınlar?

Sonuçta, bakın ne hâle gelindi? Laik demokratik iktidara eklemlenmek Müslümanları nasıl dönüştürdü? Ne kadar büyük bir kirlenme yaşandı? En temel duyarlılıklar nasıl oldu da bu derece kaybedildi? Üstelik bütün bu kirlenme ve yozlaşmaların, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk vb. birçok kötülüğün faturası, doğrudan İslâm’a ve Müslümanlara kesildi. Çünkü bağımsız İslâmî kimlikli alternatif temiz bir yapı ortaya konmayıp AKP içinde ya da yanında yer alınınca, medyada ve kamuoyu önünde sürekli AKP savunuculuğu ve aktif destekçiliği yapılınca, AKP liderliğinin aynı zamanda İslâm’ı ve Müslümanları da temsil ettiği imajının oluşmasına yol açıldı. Bu yüzden iktidarın kirliliği, AKP içi kavgalar birçok Müslüman kesimi de kuşattı. Bütün bunlara değer miydi? Bu kirli ve yozlaştırıcı zeminden bir an önce uzaklaşılması gerektiği neden hâlâ akledilemiyor?

Üstelik iktidarla bu kadar iç içe olmanın ve yıllarca medyada savunuculuğunu yapmanın, aktif destekçi ve taraf olmanın, hatta başkalarını da “tarafını belli etmeye” çağırmanın sonucu bu kesimlerin davetçi vasıflarını da yok etmiştir. Çünkü tebliğin muhatabı konumundaki diğer muhalif kesimlerin, kendilerini iktidar kavgasında rakip olarak görmesine, davetin muhatabı konumundaki “Pelikan”ların dahi kendilerini AKP içinde rakip olarak görüp kötü bir dille saldırmalarına sebep olmuşlardır.

Evet, maalesef durum ve gidişat çok kötüdür. AKP iktidarlarının programlarıyla gerçekleşen gönüllü sekülerleşme ve laikleşmenin sonucunda acı gerçek şudur ki, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan uzak düşmüş on milyonlarca “Müslüman”, vahyin ölçülerinde Müslüman olmanın gereklerinden habersiz ve uzak bir konumda oldukları halde, Müslüman olduğunu zannederek hüsrana doğru sürüklenmektedir. 

Tüm insanlığın ihtiyacı olan bir mesajı taşıyan Kur’an elimizde olduğu halde ve insanlık karanlıkların, sömürü ve zulümlerin ortasında bu mesajın aydınlığına ve adaletine muhtaç iken ve üstelik tarih de, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak tek nizam olan İslâm’ı, tek alternatif olarak insanlığın gündemine sokmaya zorlarken, biz ne haldeyiz? Tarihin insanların gündemine İslâm’ı sokmaya dair bu akışını, bu zelil halimizden dolayı ya da kendi hatalarımızdan ve tevhidî dirilişle ümmetleşememekten kaynaklanan güçsüzlüğümüz ve temsil zaafımız sebebiyle biz engelliyorsak, bu büyük vebalin hesabını nasıl vereceğiz?

İslâm ümmetinin tevhîdî bir uyanışla ve yeniden kaynağa dönerek öz yörüngesinde gelişmesini, yeniden izzet kazanıp ayağa kalkmasını engellemek, İslâm’ı kendi coğrafyasında boğarak yeni sömürgecilikle kaynaklarını talan etmek üzere küresel korsanlar ABD-İsrail öncülüğünde ve AB desteğiyle ahlâksızca terör estirmektedirler.

Böyle bir süreçte, zikrettiğimiz bunca yozlaşmanın ve Müslümanları sekülerleştirmenin müsebbibi olan laik bir iktidara destek uğruna Müslümanlarla vahdeti oluşturma çabalarını feda etmek sapması sürdürülürse, Rabbimizin huzurunda nasıl hesap verilecektir?

Bütün bu yozlaştırıcı politikalar ile eğitim ve kültür alanındaki sekülerleştirme sonucunda, muhafazakâr ve geleneksel “Müslüman” kesimlerde Özal ile başlayan gönüllü sekülerleşme (Dünyevîleşme; Allah’ın ve dîninin karıştırılmadığı, hevâya göre yaşanan hayat alanları oluşturma), kapitalistleşme AKP döneminde tevhîdî kesimi de kuşatarak zirveye ulaşmış bulunuyor. Ölçüsüz kazanma ve azgın bir tüketimi esas alan, lüks ve israf eksenli kapitalist kültür, “Müslüman”ları giderek daha fazla kuşatıyor.

Hatta 15 Temmuz’dan sonra Kemalistleşme eğilimleri de, tepedekilerin öncülüğünde ve örnekliğinde AKP destekçisi tabanda çok yaygınlaşmış durumda. Öyle ki, 15 Temmuz sonrası AKP dönemi, “neo-kemalist dönem” denmeyi hak edecek bir görünüm arz etmektedir. Sonuçta “Müslüman” olduğunu iddia edenlerin çok büyük kısmının Kur’ân’da zikredilen “Müslim” olma nitelikleriyle alâkasının olmamasına dair yüzyıllardır süregelen acı gerçeklik, Türkiye’de AKP iktidarının oluşturduğu yozlaştırıcı zeminde daha da derinleşip yaygınlaşmış ve önceki geleneksel âidiyetin de gerisine düşülmüştür. Hatta saray ulemasının te’vilden tahrife kayan iktidar yanlısı tutumları ve statüko dinine destekçi yorumlarıyla tevhîdî kesimin bile önemli bir kısmının kafasının karışmasına yol açılmış, sonuçta da tuzun kokmasına ve yaşanan yozlaşmanın daha yaygın ve daha derin bir boyuta taşınmasına sebep olunmuştur.

Bütün bunların önemli sebeplerinden birisi de, bu savrulan kesimlerin Allah’ın inzal ettiği şerefli “Müslim” adımızı terk edip kendilerini, emperyalistlerin ürettiği ve İslam’ı siyasal bir ideoloji konumuna indirgeyip kulluk bütününü parçalayan “İslamcı” kelimesiyle tanımlamalarının yol açtığı zihnî bulanıklık ve kavram kargaşası olabilir mi? Düşünüp akletmeyecek misiniz?

Heeeeeeey, istikamet krizindeki tevhîdî uyanış süreci öncüleri! İlkesizlik yaparak laik demokratik siyasetin içine dalmanızın yol açtığı bu halin zelil sonuçlarını görüp hâlâ uyanmayacak mısınız? Bâtıl siyasete eklemlenmeniz sonucunda yaşanan büyük yozlaşmanın ve kokuşmanın faturasının İslam’a kesilmesine ve başta yeni nesiller olmak üzere davetin muhatabı olan kitlelerin İslam’dan uzaklaşmasına sebep olan bu kötü gidişatın daha ne büyük kötülüklere yol açtığını hâlâ fark etmeyecek misiniz? Hâlâ akledip bu büyük yanlıştan dönmeyecek misiniz? Laik parti tarafgirliği ve şirkle hükmeden iktidarın aktif destekçiliğini yapmak ya da ganimet kapmak için terk ettiğiniz mevzilerinize ne zaman geri döneceksiniz?

Dipnotlar:

[1] http://www.anadoluplatformu.org.tr/etkinlikler/1426. 29.04.2013.

[2] Burada şu şerhi düşmek de adaletin gereğidir: Ramazan Kayan, referandum sürecinde kendisinin hocası, öncüsü olduğu AKDAV vakfının laik TC anayasasındaki değişiklik referandumunda “evet” oyu verme çağrısı yapan kuruluşlar arasında yer alması konusunda kendisine bir soru tevcih edildiğinde; “ben ne oy veririm ne de oy vermeye çağırırım, bu konuda vakıf ile beni aynı değerlendirmeyin” cevabını vermiştir. Tabii ki, öncüsü, hocası olduğu bir vakfın, meşru olmayan bu kararına karşı böyle edilgen bir tutumla yetinmesi ne derecede kabul edilebilir, o da ayrı bir konudur.

[3] Anadolu Platformu, 8. Anadolu Buluşması Sonuç Bildirgesi, 28 08 2013. http://www.anadoluplatformu.org/etkinlikler/1697

[4] http://www.haber7.com/guncel/haber/1102209-97-stkdan-hukumete-tam-destek-bildirisi

[5] http://www.dunyabulteni.net/haber/120877/davutoglu-referanduma-evet-meclise-destektir

[6] Meşale Derneği’nden 7 Haziran Seçimleri Çağrısı, 05.06.2015. https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/malatya/mesale-dernegi-nden-7-haziran-secimleri-cagrisi-37123505

[7] http://www.insanvedegerhareketi.org/?p=739

[8] http://www.haberdurus.com/haber/insan_deger_hareketi_ile_ilgili_bir_degerlendirme-57868.html

Erbakan da Erdoğan da Anadolu’daki Müslümanların tarihini bin yılla ifade edip Selçuklu ve Malazgirt’i Anadolu’nun Müslümanlaşmasının başlangıcı olarak esas alırlar. Halbuki Kürt Müslümanlar Hz. Ömer döneminden beri bölgede vardılar ve üstelik Malazgirt’teki Alpaslan’ın ordusunda bile on bin civarında Müslüman Kürt vardı. Malazgirt savaşı da Rumlar ve Türkler arasında değil Müslümanlar ile  Hıristiyan Haçlılar arasında gerçekleşmiş bulunmaktadır.

[9] https://www.anadoluplatformu.org.tr/sonuc-bildirgesi-2/. 30. Ağustos. 2021.

[10] Hayrettin Karaman, Ahlak Herkese Lazım, 25 Nisan 2019, Yeni Şafak Gazetesi.

[11] Özlem Albayrak, Deizm mi, sekülerizm mi?, Yeni Şafak Gazetesi, 11 Nisan 2018.

[12] Beşir Atalay, 05 Kasım 2016, Bolu Abant Tabiat Parkı, Vuslat Platformunun ‘Ufuktaki Yeni Türkiye Gençlik ve Geleceği’ sempozyumu. http://www.timeturk.com/burjuva-musluman-bir-genclik-goruyorum/haber-363423.

[13] https://www.habervakti.com/akil-tutulmasi-1

[14] https://www.habervakti.com/biz-neden-mesuluz

[15] https://www.youtube.com/watch?v=kCD6yAEdOf8

[16] Kemal Öztürk, “İslâmcılar Devletçi mi Oldu?”, Yeni Şafak gazetesi, 07. Ocak. 2016. http://www.yenisafak.com/yazarlar/kemalozturk/İslâmcilar-devletci-mi-oldu-2025067

[17]Haksözhaber.net.  http://www.haber7.com/siyaset/haber/175647-bakan-sahin-dindarlari-laiklestirdik. – http://www.gazetevatan.com/-dindarlari-biz-laiklestirdik–83315-gundem/

[18] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/-ataturk-un-idealini-ak-parti-2499341/

[19] İslâmî Hareket Üzerine Ercümend Özkan’la Söyleşi, Anlam Yayınları, s,355, 370. (MNP’nin kapatılmasının ardından yurtdışına (İsviçre) giden Erbakan, bir süre sonra Muhsin Batur’un (Eski Hava Kuvvetleri Komutanı) marifetiyle, MSP’yi kurmak üzere özel bir kurye ile Türkiye’ye getirtildiği de hatırlanmalıdır.)

[20] Ramazan Kayan, Milat Gazetesi, 29. 01. 2019.

[21] Kenan Alpay, “Kemalizmin Kerametleri Dindar Nesile Telkin Edilirken”, Yeni Akit Gazetesi, 21 Mayıs 2019.

[22] Kenan Alpay, Haksözhaber, 09 Ocak 2019.

[23] Kenan Alpay, Aklın ve Kalbin Kodları Dönüşürken, Yeni Akit, 02 Ağustos 2019.

Dün, kimilerinin bayram kabul ettiği 29 Ekimdi. Türkiye Cumhuriyeti adıyla yeni bir devletin, yeni bir rejimin kuruluşunun üzerinden tam 96 yıl geçmiş. İslâm şeriatının tümüyle kaldırılıp, yerine Batı tarzı demokratik, laik, Kemalist bir rejimin kurulduğu zaman dilimini biz kutlamıyoruz, bu vesileyle rejime karşı tavrımızı gündeme getiriyoruz. Tâğuta karşı çıkmayı imanî bir görev bilen mü’minler olarak, tağutî yönetimi reddettiğimiz gibi, böyle bir yönetimin başlatıldığı günü, şeriata, İslâmî devlet anlayışına düşmanlık günü olarak kabul ediyoruz. Devletin onca yönlendirmesi, belediyelerin katkıları, okulların ve medyanın onca teşviki olduğu halde, halkın da bu resmi bayram kabul ettirilen günleri bayram kabul etmediğini görüyoruz. Belediye zabıtalarının zorlamasıyla esnafın iş yerlerine bayrak asmasından başka halkın bayramla herhangi bir ilgisinin olmadığını görüyoruz. Devletin hiçbir katkısı olmadığı halde, halk sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarını bayram olarak kabul eder; o günlerde temiz elbiseler giyer, birbirini ziyaret ederek bayramlaşır; o günleri sevinçle kutlar. Yarın sanırım içinizden hiç kimse, hiçbir akraba ve dostunu ziyaret edip bayramını kutlamaya kalkmaz.

Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu günlerin bayram olarak devam etmesini kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir.” (Ebû Davûd, Salât 239, Nesâî, Iydeyn 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/103, 178). Bu Peygamberî tavırdan yola çıkarak, bir müslüman, bu iki bayramın dışında başka bir bayram kabul edemez.

“Cumhur” halk, topluluk demektir. Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi olarak benimsenmiştir.

Latince res publica klasik kullanımda "kamusal olan" anlamındadır. Bir topluluğa onların birleştirmek suretiyle halk olma özelliğini kazandıran, kamusal nesne anlamına gelir. Bu hal monarşiye karşı, devlet başkanının halk tarafından seçildiği ve halk iradesince meşrulaştırıldığı devlet şekli anlamında kullanılmıştır.

Cumhuriyeti cumhuriyetçiler şöyle tanımlar: Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi. Hükûmet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu oligarşi kavramının zıddıdır. Cumhuriyet kavramı, genel olarak temsili demokrasinin uygulanmasını ifade eder.

Cumhuriyet, cumhurun yani halkın egemen olması, onun dediğinin uygulanması demek olduğu halde; halkın inancı, nasıl bir yönetim istediği Cumhuriyet yönetiminde hiç önemsenmemektedir. Halk yönetimi demek olan cumhuriyet yönetiminde halk etken değil, edilgendir. Meselâ halkın kaçta kaçı kravat takar? Ama kravatsız, kendine benzeyen birini yönetici seçemez, yöneticiler hep kravatlıdır. Halkın kaçta kaçı Kur’an’ın kanun olarak uygulanmasına karşıdır? Ama cumhuriyet denilen güya halkın yönetimi, rejim ve yöneticileriyle Allah’ın kanunlarını yok sayar, halkın seçtikleri, kendileri kafalarından kanunlar çıkarırlar.

İslâm’ın idare tarzı, devlet anlayışı çok farklıdır. İslâm, halkın yönetimi değil; Hakkın yönetimi esasına dayanır. İslâm devleti, bey’atle işbaşına gelen, şûrâ denilen emin ve ehil şahsiyetlerin yönetime katıldığı, adâletle, yani Allah’ın indirdiği hükümlerle, kanunlarla halkın yönetildiği bir devlet ortaya koyar. Ehl-i hal ve’l-akd denilen âlimlerin öncelikle uygun görüp tayin ettikleri, kendisine imam, halife, ülü’l-emr, İslam devlet başkanı gibi ad verilen yönetici, devlet başkanı, eğer adaletten ayrıldıysa, Allah’a isyan ediyor veya insanları Allah’ın kanunlarıyla yönetme görevini tam olarak yapmıyorsa onu makamından uzaklaştırır.

Demokrasi ve cumhuriyet; hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.

Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir.

Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve arkada olmakta değil; Allah'ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah'ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nın dinidir.

Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?" (93/Duhâ, 7). İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.

Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır.

Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.

Hamdolsun, biz Atatürk’e ve onun düzenine değil; Allah’a ve onun nizamına teslim olanlarız.