
Bizler, Allah’ın kitabında bizleri isimlendirdiği Müslümanlarız! “insanları Allah’a çağırmayı” (Fussilet, 33) kendilerine dâvâ edinmiş kimseleriz!
+(532) 238-4131
bilgi@kuranyurdu.com
Adana'da Faaliyet gösteren Gökkuşağı Derneği'nin öncülüğünde bir grup Müslüman Ankara TBMM önünde Aksâ Tûfânı'na destek gösterisi gerçekleştirdi. Program, Kur'an-ı Kerim tilaveti ile başladı. Sonra sırasıyla Yazar Ali Kaçar ve sonrasında ise Yazar Şükrü Hüseyinoğlu bir konuşma yaptılar. Akabinde Gökkuşağı Derneği adına, dernek başkanı Fevziye Şenoğlu bir konuşma yaptı. Sonra basın açıklaması okundu. Program, Asım Şensaltık'ın yaptırdığı duayla ve program boyunca atılan çeşitli sloganlarla birlikte sona erdi.
2017 yılında şiir formunda yazdığım, Filistin ve Aksa konusundaki duygu ve düşüncelerimi, dünkü sıcak gelişmeler üzerine güncelleyerek okudum ve sizlerle de paylaşmak istedim.
Rabbim Kahraman Filistinli kardeşlerimize yardım etsin, bizleri de yardım için seferber olanlardan kılsın inşaAllah.
Kur’an’a göre, Aksa ve Kudüs mübarek belde
İlk kıblemizdir o, şimdi tutsak küfrün elinde
On yıllar geçti, katil Siyonist’in işgalinde
Sürekli kan, gözyaşı, zulüm var, serüveninde
Siyonistler çaldı; Aksa’yı… Zehra’nın gözlerini
Tuğyan, zulüm, fesad ve vahşet, karartmış yüzlerini
Hayvandan aşağı tercihleri, çürütmüş özlerini
Az pahaya sattılar, Allah’la ahid ve sözlerini
Alçakça kan dökerek, yaydılar hep fitne, fesadı
Amaçları sapkın siyonizm, bir de çıkar hesabı
Hitlerden çok zulüm yaptılar, mazlum Filistinliye
Dünya zulmü destekliyor, ezilen Müslüman diye
Sürekli yeni işgal ve katliam var, zulüm durmuyor
BM zulme seyirci, dünya hep HAMAS’ı suçluyor
Mazlum Filistinli darda, hak ve adalet bekliyor
Laik dünya zalimi koruyor, alçakça destekliyor
Ölüm, işkence kol geziyor, esir binlerce mazlum
Çocuklar füzeyle vurulur, dünyanın hali malum
Filistinli masum, yoksulluk ve açlıkla imtihanda
Zaruri ihtiyaç için kuyrukta, ezilir izdihamda
Filistin’de ezilen halk, akıtılan kanlar bizim
Gazze’de Allah için verilen, bütün canlar bizim
Bombayla yıkılan, okul, hastane ve evler bizim
Sürekli yanan yürekler ve ağlayan gözler bizim
Tanklara karşı taş atan, bu çocuklar bizim
Şehâdete doğru uçan, şu “Ebabil”ler bizim
Katil İsrail’in vurduğu, her Muhammed bizim
Orada savunulan Kudüs, Aksa ve izzet bizim
Madem hepimiz bir ümmetiz ve gerçek kardeşiz
Hem de Kudüs ve Aksa’ya, hep birlikte vârisiz
Peki neden, ümmetçe bu işgale son vermeyiz?
Neden, Siyonist katilleri, birlikte defetmeyiz?
El-Kassam Tugayları, işgalci katile haddini bildirdiler
Kahramanca, Tel Aviv’in tepesine füzeleri indirdiler
Mücahidler, cesaretle hamle edip kâfirleri sindirdiler
Korkak Siyonistler kaçışarak her biri bir deliğe girdiler
El-Aksa Tufanı, füzeler yağdırıyor işgalci Siyoniste
Sürekli Aksa’yı basarak zulmeden, zalim ve katil faşiste
Rabbimize hamd olsun ve mücahide güç-kuvvet versin
Meleklerinin koruma kanatlarını üzerlerine gersin
Haydi dua ve yardımlarla yanlarında olalım, kahramanların
Siyonist işgalciye haddini bildiren yiğit Müslümanların
Ancak zilletten çıkış için, ilâhi yardımı hak etmek gerek
Bu mücadelede, henüz eksiğimiz çok, bunu fark etmek gerek
Bilelim ki, Kur’an’dan, Rasûlden koparak, düştük zillete
İmana zulüm bulaştırmak yol açtı, bu amansız illete
Küfür tek millet, bizler ise uzağız tek İslami millete
Tabii ki hasret kalırız hürriyete, izzet ve adalete
Sanılır ki, Kudüs’ü kurtarmaya bir Selahaddin lâzım
Oysa önce ümmeti vahiyle inşa edecek Hak din lâzım
Bilelim ki, Kur’an’la dirilen ümmetten çıkar Selahaddin
Ancak gaybî yardımla üstün gelecek, bu ümmet ve din
Vahiyle inşa olarak dirilir ve birleşirse ümmet
İşte o zaman ilahi yardım da gelip, bitecek zillet
Tevhidde birleşip çalışalım; galibiyeti Allah verecek
Ancak o zaman, ümmet de Filistin de Kurtuluşa erecek
Ümmetimiz, Hablullah’a sarılarak şeref kazansa
Kurtarıcı mesajla, eli tüm insanlığa uzansa
Kur’an’la dirilen ümmet, tevhidde vahdeti sağlasa
Özler ve gözler, huşu içinde Allah için ağlasa
İfsaddan, şirkten, tevhide doğru hicret yaşansa
Ümmet, sorumluluk ve takvayı tekrar kuşansa
Yaşanan zilletten çıkıp, yine ayağa kalksa
İşte, ancak o zaman kurtulur, Kudüs ve Aksa
Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Cuma Sohbetinde Hasan Çelenk hoca: Filistin Davasının Önemi ve Gazze konulu bir sunum gerçekleştirdi. Cuma Hutbesinde ise Şükrü Hüseyiinoğlu: Ey Gazze! Sen ve Rabbin Gidin Savaşın mı Diyeceğiz? başlıklı bir hutbe okudu. Konuşmaların video kayıtlarını sizlerin istifadesine sunuyoruz!
Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla. Hamd Rabbimize, salat ve selam Rabbimizin Nebilerine ve hassaten onların sonuncusu olan önderimiz Rasulullah’adır.
Rabbimizin mukaddes belde olarak nitelediği (Maide 21; İsra, 1) Filistin, bilindiği gibi bir asırdan fazla bir süredir kâfir emperyalist güçler ve onların işgal aparatı siyonist terör varlığının işgali altındadır.
1917’de emperyalist İngiltere’nin işgali ve “Belfour Deklarasyonu” ile bölgede Siyonist bir işgal devleti kurma kararı ile başlayan süreç, 1948 yılında “Stern”, “Haganah” gibi Siyonist terör örgütlerinin İngiltere, ABD ve onların güdümündeki BM himayesinde devletleştirilmesi ve Filistin halkının büyük katliamlara uğratılarak yurtlarından, evlerinden uzaklaştırılmasıyla neticelendi.
Siyonist işgal rejiminin, emperyalist efendilerince İslâm dünyasının merkezine bir hançer gibi kanlı şekilde saplanmasının tarihi olan 14 Mayıs 1948, Filistinliler tarafından her yıl “Nekbe / Büyük Felaket” olarak hatırlanmakta ve gündem edilmektedir.
Filistin’in gasbı, Filistinlilerin katledilmesi ve yurtlarından zorla tehcire dayalı bir bir işgal organizasyonu olan Siyonist rejim, bölgedeki gayr-i meşru varlığını ileriki yıllarda özellikle emperyalist ABD’nin desteğiyle daha da genişletmiş ve biz Müslümanların ilk kıblegâhımız olan Kudüs dahil İslâm beldelerini necis postallarıyla çiğnemiştir.
Günümüzde özellikle de kendi coğrafya ve halklarına ihanet içindeki bölge ülkelerinin “normalleşme” adı altındaki işbirlikçi politikaları sonucu işgal rejimi yerleşim adı altında işgalini Filistinlilerin elinde kalan son toprak parçalarından biri olan Batı Şeria’da daha da genişletmekte ve zaten çoğunluk itibariyle kendi ülkelerinde onlarca yıldır mülteci olarak insani yaşam şartlarından mahrum mülteci kamplarında yaşayan Filistinlileri bu kamplarda da rahat bırakmamaktadır.
Bütün bunlara ek olarak siyonist işgal rejimi, özellikle son yıllarda bölgedeki işbirlikçi rejimlerin ihanet politikalarından aldığı cesaretle ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’nın mahremiyetini ihlal eden ve onu zamansal ve mekânsal olarak bölmeye dönük saldırı ve ihlallerini artırmış bulunuyor.
Bu ayın başında da birçok yerleşimci siyonist, beraberlerinde yöneticiler ve hahamlar da olduğu halde Mescid-i Aksa’ya baskınlar düzenledi, biz Müslümanların ilk kıblemizin mahremiyetini ayaklar altına aldı.
Bu alçaklığa tepki gösteren Mescid-i Aksa murabıtı kardeşlerimiz ise siyonist işgal polisinin alçakça saldırılarına maruz kaldı. Bir hanım murabıt kardeşimize işgal polislerince yapılan ağır saldırı hafızalarımıza kazındı.
İşte böyle bir konjonktürde Gazzeli kardeşlerimiz, yerleşim adı altında işgalin daha da genişletilmesi ve bunun için Filistinlilerin evlerinin buldozerlerle yıkılması politikaları ve Mescid-i Aksa’nın mahremiyetinin ihlalinin sıradanlaşmasına karşı 7 Ekim 2023 sabahı son derece başarılı bir operasyonla cevap verdi.
Aynı anda ateşlenen 5 bin roketle Siyonist yerleşim bölgeleri vurulmaya başlanırken, Gazzeli mücahitler de paramotor araçları ve motosikletlerle Gazze’ye örülen işgal duvarlarını aşarak işgal karakollarına saldırdı ve birçok işgal askerini öldürüp birçok da esir aldı.
Bu operasyon, bir asırlık işgale ve bu işgalin her geçen gün genişletilmesine karşı Filistin halkının haklı bir cevabıdır. İşgal varoldukça direniş de varolacaktır, varolmalıdır. İşgali meşrulaştırmak, insanlık dışı, onursuz bir tutumdur.
7 Ekim sabahı Filistin İslâmî direnişinden büyük bir darbe yiyen ve böylece tüm imajı yerle bir olan işgal rejimi, üç gündür hıncını malum Gazzeli sivillerden çıkarmaya çalışmaktadır. Şu ana kadar 200’e yakını çocuk olmak üzere 800’den fazla Gazzeli, sivil hedefleri bilerek bombalayan işgal ordusunun hava saldırıları neticesi katledilmiş durumda. Siyonist katiller, saldırılarını hunharca sürdürmekte, buna karşılık başta emperyalist ABD olmak üzere batı dünyası bu soykırım girişimine destek vermektedirler.
İslâm dünyası yöneticilerinin çoğu ise, her iki tarafa itidal çağrısında bulunmak gibi ifadelerle konuyu geçiştirmekte ve üç maymunu oynamayı sürdürmektedirler.
Biz Müslümanlar, İslâm’ın mukaddesatının savunulması demek olan Filistin dâvâsını dâvâmız olarak biliyor ve emperyalizmin bölgemizdeki aparatı olan siyonist işgal rejimi bölgemizden silinip atılıncaya kadar bu haklı mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Rabbimizden işgalci zalim kâfirleri ve efendilerini bizlerin elleriyle cezalandırmasını, direnen kardeşlerimize sebat vermesini ve mazlum Gazze halkına sabır yağdırmasını niyaz ediyoruz.
Yaşasın Filistin İslâmî direnişimiz.
“…(Rabbimiz!) Sen bizim mevlâmızsın, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara, 286)
(Kur'an Yurdu, - Kur'an Nesli İlim Merkezi, - İktibas Dergisi, - Venhar Haber, - Yetim Bize Emanet, - Yeni Nesil İnsanî Yardım Derneği)
Kur'an Nesli Tv'de "Aksa Tufanı" Cihadını Değerlendirme ve Dua Programı gerçekleştirildi. Programın video kaydını sizlerin istifadesine sunuyoruz.
Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Haftanın Sohbetinde Şükrü Hüseyinoğlu: " Yusuf 40. Ayet Işığında, Gavs, Ulu Önder Vs Putlaştırmaları" konusunu işlerken Cuma Minberinde ise Hasan Çelenk: "Hesap Günündeki İki Sahne" konulu bir hutbe irad etti.
Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Cuma Sohbetinde Hasan Çelenk "Hak Bâtıl Mücadelesi ve Kuşatılmışlığımız" konusunu gündeme getirdi.Cuma Hutbesinde ise Şükrü Hüseyinoğlu, "İslâm'a Koşanlar, İslâm'dan Sapanlar" konusu bir hutbe irad etti.
Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin Cuma Sohbetinde Hasan Çelenk "Kurbanın Önemi ve Anlamı" konusunu gündeme getirdi. Cuma Hubesinde ise Rıdvan Dinçer "Muhsinlerden Olma Sorumluluğumuz" başlıklı bir hutbe sundu.
İŞLEYEN DÜZENİ FESAT EDENLER
Bu dünyayı yoktan var eden yegâne güç ve kudret sahibi bir varlık var ve bu varlık yarattığı bu gezegene hükmediyor. Yarattığı her varlığı bir kurala ve kanuna bağlamış, bu kanunlar sorunsuz işliyor. Örneğin yaşadığımız gezegeni yaradan Rab, belli kurallara ve kanunlara bağlamış ve bu kurallar ve kanunlar sorunsuz işliyor.
Örneğin: Güneşin her gün doğudan doğup belli bir zaman içinde batıdan batması gibi. Bu bir kanuna bağlı işliyor. Ne bir saat erkene alabiliriz ne bir saat geciktirebiliriz. Bir başka örnek yaşadığımız gezegen atmosfer dediğimiz bir tabakayla kaplı, bu tabaka güneşin zararlı ışınlarını süzüyor. Yaşadığımız dünyada oksijen dediğimiz bizim yaşamımız için olmaz ise olmaz bir hava barındırıyor. İnsanoğlu bunlara güç yetiremiyor, yetirse bunları kendi arzu ve isteklerine göre tanzim etmeye çalışır ve bu muazzam düzeni bozar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ayın belli bir takvime bağlı olması yeryüzünde tabiat, bitkiler, hayvanlar… Hepsi bir kanuna, düzene tabi olarak işliyor. Yaşadığımız yer kürede yaratanın kanunları işliyor. Tabiata bakınca bunları açık biçimde gözlerimiz görüyor. Bahar geliyor, tabiat yeniden canlanıyor, yeşeren vadiler, ağaçlar vb. nice kusursuz işleyen düzen. Yaz geliyor arkasından son bahar ve kış. Bu işleyişi kim kurmuş ve kim yönetiyor? Akıl sahipleri bunları neden düşünmüyor?
Depremde insanlık için ve bu dünyanın bekası için insanlığa sunulmuş bir nimet aslında. Bugün bilim insanları bunu açık açık söylüyor. Deprem olmasa yer küre taş olur, katılaşır ve hiçbir şey ekilip biçilmez diyorlar. Bu dünyayı yaradan, burada yaşayacak varlıkları düşünerek dizayn etmiş yer küreyi, vadiler, bereketli topraklar hep fay hatlarının olduğu yerler. Dağlar sarp, yerler çorak, susuz yapı yapmaya müsait yerler. İnsanlığın geçmişine bakınca anlaşılıyor. Aslında eski uygarlıklar hep mağaralarda taşları oyarak yerleşim yerleri inşa etmiş ve biz bugün bunları arkeolojik kazılarda buluyoruz ve onlara çağ dışı vahşi ilkel insanlar diyoruz. Oysa onlar ilkel falan değil. Bizlere bu gezegen için ders veriyorlar. Yapılarınızı vadilere değil dağların eteklerine inşa edin. Deprem var diyorlar da kimse duymak istemiyor.
Biz, insanoğlu yaratılmışların en üstünü, ahsen’i takvim olan varlık, hiç düşünmüyoruz yaşadığımız küreyi. Biz bilim diyoruz kendi aklımızla yaptıklarımıza muazzam diyoruz amma bize bu aklı vereni hiç hesaba katmıyoruz. Bizi yaradan bize bu aklı ve yetenekleri veren acaba yarattığı bu dünya dediğimiz gezegende neler yaratıp kurallara bağlamış. Bizim aklımızın yetmediği düşünmek bile istemediğimiz bu düzenin sahibi kim? Hiç aklımıza gelmiyor amma sonradan elde ettiğimiz tecrübelere güvenerek neleri fesada uğratıyoruz hiç aklımıza gelmiyor. İnsanlık için ekilip biçilmesi gereken topraklara gidip kendimize saraylar inşa ediyoruz. Oysa oraya ekin ekmeliydik. Çünkü altından fay hatları fay zonları geçiyor, saraylara köşklere uygun değildi. Kendi ellerimizle kendi felaketimizi hazırladık. İlk sallantıda ne köşk kaldı ne vaz geçemediğimiz dünyalıklarımız.
Yaradan rab yarattığı yer kürede belli kurallar koymuş ve bu kurallar bütün insanlık için konulmuş bunlara uygun hareket eden felaketten kurtulacak. Örneğin, yeryüzünde Allah kullarına kendi kafanıza göre kurallar koymak yerine benim işleyen kanunlarıma uygun hareket edin ki kendi felaketinizi kendi ellerinizle hazırlamayın. Allah’ın sünnetullah’ında hiçbir seçilmiş veya yönetici Allah’ın arzını parselleyemez. Parselleyip güç sahiplerine peşkeş çekemez. Çünkü mülkün sahibi bunu insan dediğimiz varlığın iznine vermemiş. Çünkü insan çok nankördür. Böyle bir yetki eline aldı mı kendini yaratıcının yerine koymaya başlar. Bugün yaşadığınız topluma bakın Allah’ın kulları için yarattığı yer küreyi kimler parsellemiş, sınırlar çizmiş; ülkeler, kıtalar haritaları çıkmış karşımıza. Büyük resimde ülkeler sınırlar çizmiş küçük resimde belediyeler, mahalleler ve arsalar tarlalar hepsi parsellenmiş. Allah’ın yarattığı mülkü birileri çıkıp benim deyip başlamış parsellemeye. Bu mülkü yaradan, çoktan unutulmuş. İşte sorunlar buradan başlamış. Her akıl sahibi benim deyip bir yerleri sahiplenmiş buraları kendi menfaati için imar etmiş, buralardan menfaat elde etmiş kendini kazançlı sayıyordu. Unuttuğu bu benim dediği her ne varsa onu bir yaradan vardı ve o yaradan yarattığı varlığa belli kurallar ve kanunlar koymuştu. Hatta buraları sahiplenip parselleyen akıl sahibi kendisini de bir yaradan olduğunu çoktan unutmuş. Dönüp çevremize bakalım, Müslümanım diyenleri izleyelim, gözlemleyelim. Bu yer küreyi birileri parsellemiş parsellemesine de bizim Müslümanların zihinlerini, gönüllerini ve inançlarını kim parselledi. Oysa yukarıda yazdığımız temel yanlışlara karşı çıkması gereken Müslümanlar olmalıydı. Çünkü aynı kitabı okuyan, aynı Peygambere tabi olan, aynı Allah’a iman eden Müslümanlar dönüp halimize baktığımızda sanki hepimiz başka kitaplara tabi başka Peygamberlere ve farklı ilahlara iman ediyormuş gibi görünüyoruz. Maalesef bu dünya da üç kuruş menfaat için satmadığımız değerimiz kalmamış. Topluma hakkı götürmesi gereken Müslümanların önünde duran liderler, kimi nasıl çarparım malına konarım entrikaları peşindeyken Allah’ın işleyen kanunlarını çoktan unutmuşlar. Neden konuyu buraya bağladın demeyin çünkü yukarıda yazdıklarımızı insanlığa götürmek, örnek olmak bu kitaba inanan son peygambere tabi olan Allah’ın kendilerine Müslüman ismini verdiği insanlardır da ondan. Alın size bir slogan (Üçkâğıtçı toplumun üçkâğıtçı Müslümanı) oluverdik. Oysa biz yeryüzünde Allah’ın kusursuz işleyen kanunlarına tabi idik ve bundan şaşanları uyarmakla görevliydik. Allah’ın işleyen kusursuz düzenini bizde görevimizi yapmayarak fesada uğratmadık mı dersiniz. Kapitalist düzen sadece kazanmaya odaklı akıl ve insan yaptığı her davranışta ne kazanıp ne kaybettiğinin hesabını yapan akıl. Böyle toplum inşa eden tasavvur yeni Müslüman modelleri üretmeye başlar ki zaten aksini beklemek yanlış olur.
Peki, biz Müslümanlar neyi fesada uğrattık dersek manzara ne oluyor gelin birazda buralara bakalım. Biz hakkı ve hakikati, adaleti yeryüzünde hâkim kılmakla görevli Müslümanlar neler yapmadık ki? Tarihi süreç içinde kendi menfaatimiz uğruna önce Kur’an ayetlerinin veya diğer bir tabirle emir ve yasaklarının etrafından dolaşmaya başladık. İşimize, çıkarımıza uymayan hemen her konuda bir hadis söylettik Peygamber’e, ve bununla kendimize yeni yollar bulduk. Elimizdekini kaybetmemek adına yeri geldi Kur’an’ı bile rafa kaldırdık, içtihat deyip menfaat devşirdik. Şöyle geçmişe bir bakın bu yazdıklarımız gelecek karşınıza. Bunu yapanlar hep kendilerine imkân devşirme peşinde olanlar veya kendi gelecekleri için kimleri neleri yok saymadılar. Bunları yapanlar hep Müslümanların lideri olduğunu iddia edenler olmuştur. Kendi hırsları, şahsi bekaları uğruna neleri fesada uğratmadılar ki. Asıl olan rabbine teslim olmak, onun rızasını kazanıp cennetine mükâfatına ulaşmaktı. O’nun rızasını kazanmak kalabalıklarla, kitlelerle değil bir hurma tanesiyle veya tek başına İbrahim olmaktı, zalimlerin içinde. İnsanlığa örnek olmaktı ki rabbi ona şu buyruğunu indirecekti: “Şüphe yok ki İbrahim, tek başına bir ümmetti, Allah'a itaat ederdi. Daima, doğruydu ve müşriklerden değildi.” (Nahl, 120) Sayıların, rakamların bir kıymeti yoktu, rabbinin katında. Bizim Müslüman olduğunu iddia eden liderlerimize bakın, kendilerine mürit toplamak adına kimlerin haklarını fütursuzca gasp ediyorlar. Bir makam elde etmek için ne entrikalar çeviriyorlar. Allah’ın işleyen düzenini nasıl fesada uğratıyorlar. Dönün ve iyi okuyun. Kazanmaya alışık akıl artık dini de kâr etme, kazanma alanı olarak görmeye başlar. Artık takvanın bir anlamı kalmaz tek değerli kavram sayıları çoğaltmak. Ne kadar çok müridin var, o kadar kazançlısın akılsızlığı. Konuyu fazla uzatmadan, işte böyle zihne, kafaya sahip sözüm ona Müslüman liderler kendileri gibi Müslüman yetiştiriyor. Kendilerine Müslümanım deyip her türlü cambazlığı yapanlar yüzünden artık toplum Müslümanım diyenden korkup kaçıyor. Bunu Allah yapmadıysa demek ki biz yaptık Allah’ın düzenini kendi ellerimizle fesada uğrattık. Bütün bunların sebepleri insanımız Kur’an’ı bir bütün olarak kendine rehber ve onun tarif ettiği yurdu inşa etme hedefinden şaşınca herkes kendince bulduğu doğru olduğunu düşündüğü yurdu inşa ediyor. Asıl olan Allah’ın istediği yurdu inşa etmekti. Oysa temel görevimiz olan Allah’ın istediği yurdu inşa etmekten uzaklaşan Müslüman, kendi yurdunu inşa etmeye başlar. Bugün bu kadar kendine Müslümanım diyen milyarlar var. Bunların sayısız yurdu, devleti var. Hiçbiri diğerine benzemeyen devletler. Her lider kendi arzu ve isteklerine uygun yurt kuruyor, kendi toplumunu yetiştiriyor. Makro ölçekte, mikro ölçekte her lider kendi müritlerini yetiştiriyor. Yetiştirdikleri de kendilerini devlet görüyor. Bu bir ifsat değil midir? Allah yeryüzünü imar etmekle görevlendirmiş idi oysa, Müslümanım diyenleri. Bugün Müslümanım diyenler kendi cemaat veya kendi yurtlarını amaç edinmiş, onun uğrunda çalışıyorlar. Bu kendi menfaatleri uğrunda Allah’ın menfaatlerini yok saymak değil midir?
Bugün Müslümanım diyenler kendi menfaatleri uğruna neleri feda ediyor, iyi okuyalım. Oysa Müslüman Allah’ın menfaatini en ön sırada tutmakla yükümlüydü. İşte yaşadığınız toplumda hakkı ve sabrı insanlara götürme görevimizi yapabilmemiz için önce kendi menfaatlerimizi bir kenara koyup önce Allah ne diyor ona bakacağız. Bunun örneği Allah resulü Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Ona kendi zamanında yaşayan müşrikler bile el emin diyorlardı. Bugün Müslümanım diyenlerden uzak durun denilmesinin bir sebebi olmalı. İşte bu sebepler çok önemli her lider kendine sormalı. Bunda bir zerre miktarı benim dahlim varsa vay benim halime demeli. Çünkü bu topluma hakikatleri hakkı adaleti götürecek kişiler Müslümanlardır. Onların eminliğine hiç kimse leke sürmemeli. Bütün bu fesadın önünde durması gereken Müslümanlar olmalıydı. İnsanlığa hakkı, adaleti ve yaşadığı yer kürenin yaratıcısının bu yer küreyi belli kanunlara bağladığını ve bu kanunların işlediğini anlatmalıydı. Fay hatları, depremler, seller, taşkınlar bunların Allah’ın birer ayeti hükmü olduğunu insanlığa götürmeliydi. Biz Müslümanlar görevimizi bırakıp dünyaya daldığımız için fesat kaçınılmaz oluyor. Kur’an gelmiş bütün uyarıcıların fesada uğrayan, tuğyan eden toplumları uyarmak üzere gönderdiğini söylüyor. Bizi bu kitap uyarmıyorsa ne uyaracak oturup düşünmek lazım. Her Müslüman bu fesada uğrama konusunda ne kadar katkısı olduğunu muhasebe etmek zorundadır.
Akaid konularında sorulan sorularla alakalı kısa kısa videolar hazırlıyoruz. Rabbim tesirini halkeylesin!
İSLÂM ÇOĞRAFYASIN’DA YAŞANAN AFETLERİN SEBEPLERİ!
“Allah (c.c.) sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır. Ortak koştuklarınızdan bunları size yapabilecek herhangi bir varlık var mı? Allah (c.c.) onların ortak koştuklarından münezzehtir, beridir” (Rûm, 40)
“İnsanların kendi elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Allah (c.c.) yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırır. Belki dönerler.” (Rûm, 41)
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl olmuş bir bakın! Onların çoğu Allah’a şirk (ortak) koşarlardı.” (Rûm, 42)
İslâm coğrafyasında ve İslâm ümmeti üzerinde son asırda yaşanan afetler, belalar, musibetler ve bunların sebepleri hususunda çok ciddi tefekkür etmemiz ve bu belalardan nasıl kurtulmamız gerektiğini araştırıp, öğrenip, dünya ve ahiret hayatımızı hüsrandan kurtarmak için gerekli inanç ve amellere sarılarak acilen tövbe etmemiz gerektiği aşikardır.
Bilindiği üzere tedavi için önce hastalığın teşhisi ve tanımı yapılır. Aksi takdirde tedavi mümkün değildir.
Maalesef İslâm coğrafyasında son bir asırdır başta savaşlar, işgaller, ihanetler, katliamlar, işkenceler, yağmalar, zorbalıklar ve zulümler had safhaya ulaşmıştır. Bunlarla birlikte ayrıca insanların doğal afetler diye tanımladığı depremler, seller, tsunamiler, yangınlar, salgın hastalıklar ve insanların birbirleri üzerinde söz sahibi olmak için ortaya çıkarttığı iç savaşlar, fitne, fesat, kaos, ekonomik kriz ve burada yer vermediğimiz daha birçok ifsad, bela, musibet ve afetlerle karşı karşıyayız.
İslâm toplumlarında, Allah’a (c.c.) iman ettiğini iddia eden topluluklar olduğu halde bunca afetin zuhur etmesinin sebebi nedir? Yukarıda belirttiğimiz ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere; bütün bu olumsuzlukların başımıza gelmesinin sebebi, kendi ellerimizle işlediğimiz günahlar, yaptığımız kötülükler ve bizi yoktan var eden Allah’a isyan etmemizdir. O’na itaat etmememizdir. Bu durumda elimizle işlediğimiz günahların ne olduğunu çok iyi tespit edip onlardan tövbe etmemiz tek çaremizdir. BAŞLICA GÜNAHLARIMIZ
Kısaca şirk: Allah’a (c.c.) ait olan herhangi bir vasfı, özelliği ve sıfatı başka bir varlığa vererek Allah’a (c.c.) ortak yahut denk veya benzer kabul etmektir. Şirk söz veya fiille işlenen günahların en büyüğüdür. Mesela bir kimsenin “doktor bana şifa verdi” demesi Allah’ın (c.c.) eş-Şâfî sıfatını doktora vererek, Allah’a (c.c.) doktoru şifa verme sıfatında ortak koşması gibi yahut “patronum olmasa ben acımdan ölürüm” diyerek Allah’a (c.c.) er-Rezzak sıfatında patronunu eş koşması, ya da “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek Allah’ın (c.c.) el-Hâkim sıfatını millete vererek, milleti Allah’a (c.c.)şirk koşması gibi veya Müslüman olduğunu iddia eden toplumların Allah’ın (c.c.) bizim için seçip beğendiği ve bize hayat nizamı olarak indirdiği İslâm’ı bir kenara bırakıp bireysel veya toplumsal yaşamlarını; demokrasi, sosyalizm, cumhuriyet gibi insan aklının ürünü olan beşerî ve bâtıl sistemlere göre düzenleyerek Allah’tan (c.c.) başka din belirleyici, yani ilâh edinerek, Allah’ın (c.c.) ilâh sıfatında O’na şirk koşmaları gibi ve de bazı toplulukların “medet ya filan” diyerek yalnızca Allah’tan (c.c.) istenmesi gereken imdadı yaratılmışlardan isteyerek Allah’a (c.c.) şirk koşması örneklerinde olduğu gibi.
İlâh, Rab, Veli ve el-Hâkim sıfatları, yalnızca Allah’a (c.c.) aitken, maalesef Müslüman olduğunu iddia eden toplumların, bu özellikleri, “yöneticimiz, devletimiz, milletimiz, vatanımız, birliğimiz, beraberliğimiz, hocamız, şeyhimiz, ağabeyimiz diyerek yaratılmışlara, yönetim (din) belirleyici (ilâh) mutlak idarecinin (Rab) sözüne itaat ve karşı konulamayan yönetici ve yol gösterici (Veli) emir ve yasak (haram ve helal) belirleyici (el-Hâkim) mutlak hükümran olma özelliklerini Allah’tan (c.c.) başkalarına isnat ederek Allah’a (c.c.) şirk koşmaları, maalesef günümüzdeki en yaygın şirk çeşididir. Bununla birlikte heykellerin önünde saygı duruşunda bulunarak ya da özel gün ve gecelerde Allah’tan (c.c.) başkalarına ta’zim ve itaatte bulunarak putlara tapmak. Kula kul olmak artık normal, meşru görülür hale gelmiş, yaygın şirk çeşitlerindendir. Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak şimdilik bu kadarla yetinelim.
Görüyoruz ki: Günahın en büyüğü olan şirk hem de ben Müslümanım diyen topluluklar tarafından günübirlik ve meşru görülerek işlenmektedir ve İslâm coğrafyasında şirk artık devletleşmiştir. Başımıza bela ve musibetlerin yağması için bu bile tek başına yeterlidir. Ancak uyarı ve ıslah mahiyetinde diğer günahlarımızı da gündeme getirmek faydalı olur kanaatindeyim.
Tuğyan: Kelime manası itibariyle azmak, azgınlık demektir. Istılahî olarak ise; insanların kendilerini yaratan Allah’a (c.c.) karşı gelmeleri, Allah’ın (c.c.) sınırlarını tanımamaları, emir ve yasaklarına itaat etmemeleri anlamına gelir. Yani bizleri yoktan var eden, bizim yegâne ve mutlak sahibimiz, Allah’ın (c.c.) bizim için indirdiği dini, (hayat nizamını) bizim dünya ve ahiret kurtuluşumuz için belirlediği kanunları, yasaları, hükümleri, emirleri ve yasakları, (haram ve helaller) kabul etmeyip “ben hayatımı istediğim gibi yaşarım, (haşa) Allah benim hayatıma karışamaz” demek ve Allah’a (c.c.) karşı azgınlaşmak tuğyandır. Bu azgınlığı sergileyenlere de tâğût denir. Ancak tâğûtun ayrı bir özelliği daha vardır. Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını tanımadığı gibi birde kendi kafasından emirler, yasalar, kanunlar, hükümler ve yasaklar uydurup bu uydurduklarını başka insanlara zorla dayatmaya çalışması ve (haşa) “ben de Allah (c.c.) gibi kanun ve hüküm belirlerim” deyip ilâhlık ve rablik taslamaya kalkışanlar vardır ki, işte bunlar, tuğyanın, azgınlığın en büyüğünü sergileyen küfür öncüleri, önde gidenleri ve iblisle birlikte cehennemin bodrum katını dolduracak olan tâğûtlar ve azgınlardır.
Üzülerek belirtelim ki: Şu an İslâm coğrafyasının neredeyse tamamına yakınında bu tâğûtlar hâkimdirler. Batı küffarının bir asır önce İslâm coğrafyasını işgali sonrası topraklarımızda sömürü valiliği tarzında devletçikler oluşturmuşlardır. Allah’ın (c.c.) hayat nizamı olan İslâm’ı yürürlükten kaldırmış, yerine kurdukları bu devletlerde batı küffarının ellerine tutuşturduğu kanun ve yasaları cumhuriyet ve demokrasi diye İslâm toplumlarına zorla ve zorbalıkla uygulamaktadırlar. Batı’nın demokrasisi ve bize cumhuriyet diye yutturulmaya çalışılan çoğunluğun hâkimiyeti anlamına gelen esasta ise güç ve iktidarı elinde bulunduran zümrelerin hâkimiyetini ifade eden bu sistem, insanları yaratıcılarına kul olmaktan uzaklaştırıp kendilerine kul ve köle haline getirme organizasyonudur, yani kula kulluktur.
Eğer bir yaşam şeklini, yani insanların nasıl inanacaklarını ve nasıl yaşayacaklarını belirleyen Allah (c.c.) ise bu Allah’a (c.c.) kulluktur. Yok, insanlar, kaynağı itibariyle nasıl inanacağını ve nasıl yaşayacağını insanların belirlediği bir programa uyuyorsa işte bu durum da kula kulluktur.
Bugün demokrasi veya cumhuriyet denilen sistemler, vahşet medeniyeti olan Batılı ayyaşların kusmuklu ağızlarından çıkan lanetli sözlerden oluşan ve bize kanun, yasa, hüküm, hukuk diye dayatılan İslâm’ın yerine konularak zorbalıkla uygulanan bir tuğyan rejimidir. Allah’a (c.c.) karşı azınlıktır.
Bu azgınlığı sergileyen tâğûtlar, kurdukları meclisler, parlamentolar, kurullar ve komisyonlarla ya Avrupalı öncüleri olan kâfirlerin kafalarından uydurduğu ya da kendi kafalarından uydurdukları safsataları kanun, hüküm ve yasa diye halka dayatmaktalar ve uymayanlara adını “adalet sarayı” koydukları; zulüm saraylarında ceza yağdırarak kendileride kul oldukları halde Allah’ın (c.c.) kullarına ilâhlık ve rablik taslamaktalar. Öyle ki bu tâğûtlar, devletlerine eş koşulamayacağını iddia ederek haşa devleti Allah’a (c.c.) denk tutmakta, kendilerini ise mutlak hükümran olarak görmekteler.
Allah’ın (c.c.) kulları için indirdiği İslâm şeriatını ise yasaklamakta, İslâm’ı isteyen, Allah’ın (c.c.) hükümlerine göre yaşamak isteyen Müslümanları da “terörist” diye nitelemekteler ve her türlü zulmü ve zorbalığı reva görmekteler.
Maalesef İslâm topraklarında günahın en büyüğü olan tuğyan ve bu günahı alenen işleyen tâğûtlar devletleşmiş, Allah’a (c.c.) karşı azgınlığın sembolü devlet olmuştur. “Ben Müslümanım” diyen milyarı aşkın topluluklar ise bu azgınlık sembolünü kabul etmekte, bu devletleri yönetenleri yönetici kabul edip itaat etmekte ve boyun etmektedirler. Yani kula kul olmayı meşru görerek Allah’a (c.c.) tâğûtları şirk koşmakta ve Allah’a (c.c.) karşı günahın en büyüğünü hem de “Müslümanım” diyerek devam ettirmektedirler.
Yine günümüz İslâm toplumlarının yaptığı büyük hataların biri de Allah’a (c.c.) imanın gereği gibi olmamasıdır. Bildiğimiz üzere Allah’a (c.c.) iman; “la ilâhe illallâh Muhammedun Resulullâh” yani “kelime-i tevhid” ile başlar. Önce Allah’tan (c.c.) başka ilâhlar reddedilir sonra tek ilâh olarak Allah (c.c.) kabul edilir. Allah’ın (c.c.) ilâhlığı Rasûlullah'ın gösterdiği ve uyguladığı şekilde kabul edilmeli ve uyulmalıdır. Burada şu soruyu sormak gerek: Allah’tan (c.c.) başka ilâh var mı ki reddetmemiz emrediliyor? Elbette ki Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur. Öyleyse reddetmemiz gereken nedir?
Yukarıda tuğyan ve tâğûtları izah ederken, kendileri de yaratılmış oldukları halde başka insanlara ilahlık, rablik taslayan, Allah’ın (c.c.) dininin hükümlerini, kanunlarını, kulları üzerindeki tasarrufunu tanımayıp kendi hükümranlığını ilan eden azgın tâğûtları izah etmiştik. İşte bu şekilde ilahlık taslayan tâğûtları ve bir de insanların kendilerine ilah edindikleri, üstün ve yüce görerek ta’zime layık görüp kendilerine itaat edip ta’zimde bulundukları ne varsa bunların hepsini reddetmek. Allah’tan (c.c.) başka ilahlara hayır demek, imanın başlangıcıdır. İlah kavramının sözlük anlamı; hükümde mutlak olarak hükümran olan, hâkimiyet sahibi, kanun koyucu otorite, emir ve yasak belirleyen (haram ve helal). Boyun eğilen, itaat edilen, ibadet edilen, en çok sevilen, en çok korkulan ve en çok değer verilen anlamlarına gelir. İnsanlar, Allah’tan (c.c.) başka bu özellikleri verdikleri ve ilah edindikleri ne varsa onları terk ederek yalnızca Allah’ın (c.c.) ilâhlığını kabul etmedikleri müddetçe iman etmiş olmazlar.
Bir de günümüzde Allah’ın (c.c.) ilâhlığını kabul etmekle beraber başka ilahlara da boyun eğenler vardır ki bunlar hayatlarının bir kısmını yaratıcıları olan Allah’a (c.c.) göre yaşarlar, bir kısmını ise demokrasiye, cumhuriyete göre yaşarlar. Camide, mescitte ilahları Allah (c.c.) iken iş yerlerinde ve günlük hayatlarında ise ilahları demokratlar veya cumhurdur. Yani hem Müslümanım hem demokratım, hem Müslümanım hem cumhuriyetçiyim, hem Müslümanım hem laikim derler. İşte bu iki ilah edinmedir. İki ilah edinmek, Allah’a (c.c.) şirk koşmaktır ve iki ilah edinen de müşriktir. Bu ve benzeri şirk ve unsurlarından kurtulmadan gerçek manada iman sahibi olmak mümkün değildir. Allah’a gereğince iman; ancak Allah’ın (c.c.) istediği gibi olursa geçerlidir aksi takdirde insanların iman ettim demelerinin hiçbir ehemmiyeti yoktur.
Allah’a (c.c.), O’nun istediği gibi iman etmemek günümüz İslâm coğrafyasında yaşayan ve kendilerine Müslümanım diyen halkların en büyük hatalarıdır. Bu nedenle bu hatadan kurtulmak için insanların bir an evvel Allah’ın (c.c.) kitabı Kur’an’a ve Resûlullah'ın sünnetine dönerek gerçek imanın ne olduğunu en doğru kaynaktan öğrenmeli, Allah’a (c.c.), Allah’ın (c.c.) istediği gibi iman etmelidirler. Aksi takdirde ne bu dünyada ne de ahirette kurtuluş mümkün değildir.
Eğer bir toplumda tevhidî iman yoksa ve bunun neticesi olarak şirk ve tuğyan meşru görülür hale gelmişse, o toplumun diğer günahlarını göz önünde bulundurmak pek de önemli değil. Buna rağmen belki gerçeği insanların görmesine vesile olur umuduyla kebâirden olan günahları da vurgulamanın faydası olacağı kanaatindeyiz.
Misal içki, kumar, faiz, hırsızlık, fuhuş (zina) gibi Allah’ın (c.c.) mutlak olarak haram kıldığı haramlar, toplumları temelden çatıya kadar saran ve ifsat eden, bozan günahlar. İçki, artık devletler eliyle hatta devletlerin tekelinde üretilmekte, başkası ürettiği zaman “kaçak içki” diye tepelerine çöküp devletlerin kendisinden başkasının üretmesine veya kendilerine haraç vermeden üretilmesine bile izin verilmemektedir. Devlet eliyle serbestleştirilmiş ve devlet eliyle korunması sağlanarak meşrulaştırılmıştır.
Yine kumar; adına “milli” konularak devletler eliyle oynatılmakta ve devlet korumasında, Allah (c.c.) haram kıldığı da hiç hesaba katılmadan hem de “ben Müslümanım” diyen topluluklarda günübirlik olarak sürekli işlenmektedir. Yine faiz; toplumları ekonomik olarak çökerten, Allah (c.c.) ve Resûl’ünün savaş aştığı bir günah olduğu halde, sözüm ona Müslüman devletler tarafından alabildiğine işlenmekte, “faizsiz ekonomi olmaz “diyerek tefecilik meşrulaştırılmaktadır.
Yine hırsızlık; belki insanlık tarihinde altın çağını yaşamaktadır desek hata etmiş olmayız. Bir toplumda gündelik emeğiyle çalışan bir işçinin aldığı maaşla yöneticilerin aldığı maaş arasında beş ya da on kat fark varsa işte bu hırsızlığın resmileşmesi ve hırsızlığın resmidir. Bugün, sözde İslâm devletlerinde halktan toplanan vergi çeşidinin sayısını ve türünü vergi memurları bile tam olarak bilmiyorsa ve her bahaneyle halka ceza kesilip bu da icra yoluyla zorla tahsil ediliyorsa işte bu hırsızlığın devletleşmesidir.
Yine zina; yani fuhuş artık şeytana bile ihtiyaç kalmayacak derecede yaygınlaşmıştır. Genelevlerin kapısına bayrak çekilip, polis korumasıyla icra edilmektedir. Turizm sektörü adı altında İslâm coğrafyasının bütün sahilleri açık hava genelevlerine dönüştürülmüş. Müslüman devletler olduğunu iddia eden yöneticiler de bununla övünmekteler. Bir taraftan “ben Müslümanım” diyen kadınlar, kızlar ise adeta çırılçıplak giyinerek birbirleriyle yarışırcasına vücutlarının üçte ikisini veya üçte birini açmaktadırlar. Kapalı olan bölümlerinde ise vücutlarının bütün hatlarını dışarıya belli edecek kadar dar giyinmektedirler. Sanki boya giyinmiş gibi sokaklarda, podyuma çıkmışçasına bütün süslerini ve ziynetlerini sokaklarda sergilemektedirler. Bu halleriyle hem kendilerini hem de kendilerini gören erkekleri zinaya yaklaştırmakta ve zinaya davet eder bir halde sokaklarımızı doldurmaktalar. Eğer biri kalkıp da: “Kadınlar, kızlar bu haliniz Allah’a (c.c.), isyandır! Bu haliniz fuhşa davettir, bu haramdan vazgeçin” dese kadınların özgürlüğü kısıtlanıyor diye hemen devlet devreye girer, kadınların özgürlüğünü sağlar, uyaranları da terörist diye hapseder veya böylece sözde adaleti sağlamış olur, böylece zina sözde devletlerin korunmasında alabildiğine sürdürülür. Diğer taraftan LGBT diye adlandırılan halk arasında “ibnelik” diye bilinen erkek erkeğe ya da kadın kadına cima ve ilişki son zamanlarda iyice yaygınlaşmış. Lut’un (a.s.) kavminin helak edilmesine sebep olan bu günah, özgürlük adı altında sözde devletlerin korumasında devam ettirilmektedir. Öyle ki: iki-üç Müslüman çıkıp da: “Ben Allah’ın (c.c.) dini İslâm şeriatını istiyorum” dese terörist diye hapsedilir ama ibneler çıkıp pankart açıp gösteri yaparlarsa bu özgürlüktür ve bu özgürlüğü de sağlayan Müslüman olduğunu iddia eden devletler ve yöneticilerdir.
Yine israf; hayret ettirecek derecede, bu kadar da olur mu dedirtecek şekilde sergilenmektedir. Örneğin, Katar Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmak için üç yüz milyar dolar harcıyor, diğer taraftan Dünya Sağlık Örgütü dünyadaki açlığı gidermek için yılda bir milyar dolar yeterli diye açıklama yapıyor yani üç yüz yıl boyunca dünyada açlığı ortadan kaldıracak olan bir para bir ayda Müslüman olduğunu iddia eden bir devlet tarafından çöpe atılıyor, israf ediliyor.
Diğer taraftan İslâm coğrafyasındaki sözde devletçiklerin, özel gün ve gece diye, milli bayram diye, merasim diye, seçim diye hiç kimseye hiçbir faydası olmayan öyle anlamsız uygulamaları var ki harcanan paralar dudak uçuklatacak miktarda… Bu topraklarda yaşayan bütün insanları zengin etmeye yetecek kadar yüksek meblağlar maalesef israf edilmektedir.
Bunca şirkin, isyanın, günahın alenen ve günübirlik hem de meşru görülerek işlendiği topluluklarda uyarıcı konumunda olması gereken âlimler, din adamları, imamlar, profesörler, hocalar, şeyhler, cemaat ve kanaat önderleri ise toplumları uyarmak bir tarafa adeta azgınlıklarına çanak tutarcasına bir tavır ve tutum içerisindeler. Bir taraftan tevhidi, Allah’ın (c.c.) istediği gibi O’na iman etmeyi; şirkten, tuğyandan, isyandan uzak durmayı Allah’ın (c.c.) kitabında bildirdiği gibi anlatmaz ve uyarmazlar. Bu halleriyle hakkı gizleyen dilsiz şeytanlar damgasını hak ederler. Diğer taraftan öncelikli olmayan meselelerle, hatta kandil kutlaması, mevlid, türbe ziyareti ve tarikat adı altında bid’at ve hurafe olan nice uygulamalarla halkı oyalayarak, dinde olmayan şeyleri dindenmiş gibi göstererek yani Allah’ın (c.c.) adını kullanarak insanları Allah’ın (c.c.) yolundan saptıran delalet önderleri damgasını üstlenirler. Bunlar hakkı gizlemeye gelince dilsiz şeytan, haktan saptırmaya gelince ise çatal dilli iki ayaklı şeytanlara dönüşürler. İnsanların Allah’a (c.c.) ibadet için toplandığı mescitlerde bile cemaati mevcut yöneticilere ve küfür yönetimlerine, küfür sistemlerine bağlı kalmaya, itaat etmeye Allah’ın (c.c.) hükmü yerine kulların hükümlerine tâbi olmaya davet eder ve böylece bâtıl sistemleri ve tâğût olan yöneticileri halkın gözünde meşrulaştırır, halkı kula kul olmaya çağırırlar. Bütün bunları da elde edecekleri üç kuruşluk dünyalık menfaat olan makam-mevki, şan-şöhret, maaş ve emeklilik uğruna ya da tâğûtlardan korktukları için yaparlar. Ya da kalplerinde azılı derecede İslâm düşmanlığı vardır fakat halkı kandırmak için Müslüman gözüken münafıklar olduklarından yaparlar.
Görüldüğü gibi balık baştan kokmuştur, gerisine bakmaya bile gerek kalmamıştır.
İslâm topraklarında ve Müslüman olduğunu iddia eden toplumlarda bu kadar tuğyan ve isyan yaygınlaşmış iken, gerçek iman sahibi tevhid ehli müminler de Allah’ın (c.c.) emri olan iyiliği emretmeyi ve kötülüğü yasaklamayı terk etmiş durumdalar. Toprakları işgal edilmiş, dinleri İslâm yeryüzünde yürürlükten kaldırılmış, Allah’ın (c.c.) hükmü yerine azgın tâğûtların hükümranlığı tesis edilmiş, hem bütün bunlara karşı Allah’ın (c.c.) cihad emri gereği zulmü, küfrü, tuğyanı ve bâtılı ortadan kaldırıp onun yerine İslâm’ı hâkim kılmak için savaşmakla emrolunmuş mü’minler ise sanki üzerlerine ölü toprağı serpilmiş ve bütün bunlardan habersizmiş gibi bir hayat sürmektedirler. Burada hatırlatayım ki; Allah’ın (c.c.) yasakladıklarını yapmak haram olduğu gibi emrettiklerini yapmamak da haramdır. Kısacası en iyilerimizin bile bu yönüyle haram üzere bir hayat sürdüğü bu toplumda, başımıza hangi musibet gelirse gelsin bunları hak etmişiz demektir.
İşte başımıza gelen felaketlerin, afetlerin, sellerin, yangınların, depremlerin, işgallerin, katliamların, zulümlerin, zorbalığın temel sebebi; ellerimizle işlediğimiz günahlarımızdır. Rabbimizin kitabında bize bildirdiği helak edilen kavimler vardır. Şu an bu kavimlerin helak sebebi olan günahların hepsi bir arada günübirlik hem de meşru görülerek hem de Müslüman olduğunu iddia eden topluluklar tarafından ve devletin korumasında işlenmektedir. Buna rağmen Rabbimiz es-Sabûr sıfatıyla tecelli etmekte ve bizleri günahlarımız sebebiyle topluca helak etmemektedir. Bu yüzden Rabbimize günü birlik şükretmemiz gerekir. Başımıza taş yağdırmasını hak ettiğimiz halde Rabbimiz sabrediyor ve bizi topluca helak etmiyor. Ancak kısmî afetler, belalar, musibetler ve zorluklarla bizim aklımızı başımıza almamız için tövbe edip isyandan vazgeçmemiz veya yaratanımıza yönelmemiz için bizi uyarıyor. Belki günahlarımızdan döneriz diye. Ama bizler öyle bir hale gelmişiz ki, kalplerimiz öylesine katılaşmış ki, Rabbimizin belki tövbe ederler diye attığı şefkat tokadını bile “doğal afet”, “fay kırıldı”, “bunlar normal şeyler”, “iklim değişikliği var dolayısıyla sellerin olması normaldir”, “yangınlar ormanlar için lazımdır”, “yok … şu tedbiri almadık”, “yok … böyle etmedik” gibi safsatalar geliştirilerek hakikati gözümüze girdiği halde görmemekte inat ediyoruz. Sanki faylar, seller, yangınlar ya da İslâm coğrafyasındaki işgaller Rabbimiz Allah’tan (c.c.) habersiz oluyormuş. Haşa, Allah’ın (c.c.) bu olanlardan haberi yokmuş gibi bir anlayış maalesef hem de İslâm toplumlarının öncüleri olan insanların ağızlarında dolanıp duruyor. Bilin ki ey insanlar! Bir yaprak bile Allah’tan (c.c.) habersiz dalından sararıp düşmez. Allah (c.c.) dilemeden, takdir etmeden, yaratmadan hiçbir şey gerçekleşmez. O yarattığı hiçbir varlığı başıboş bırakmamıştır ve yarattığı tüm varlıklardan her an haberdardır. Her varlık O’nun emriyle ve yaratmasıyla var olur ve O’nun yok etmesiyle yok olur. Çünkü O, her şeyi bilen ve her şeye güç yetirendir. Hal böyleyken sizler hâlâ akıl etmeyecek misiniz? Hâlâ Rabbinizden gelen uyarılara kulak vermeyecek misiniz? Ve hâlâ Allah’ın (c.c.) kitabına ve Rasûlüne dönerek hem bu dünyada helaktan hem de ahirette ebedî hüsrandan kurtulmak için tevbe edip iman etmeyecek misiniz? “Size isabet eden her musibet, ellerinizin kazandığı sebebiyledir. Birçoğunu da affederiz.” (Şûrâ, 30)
Rabbimizden tevhid üzere imanı, iman üzere vahdeti, vahdet üzere de kıyamı nasip ederek dünya ve ahiret saadetine bizleri ulaştırması temennisi ve duası ile! Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Davamızın başı ve sonu âlemlerin Rabbi Allah’a (c.c.) hamd etmektir!
Ağu 15, 2022 Yazarlar