Haberler

Haberler (101)

Kur’ân-ı Kerim, sözlerin en güzelini barındıran bir Kitap’tır. Allah’ın kelâmı, tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözü (39/Zümer, 55) olduğundan insan, ancak Kur’an’a uyarak güzelliğe uymuş ve güzelleşmiş olur.  Çünkü güzelleşmek isteyen insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-husnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).

       

Kur’an, insanın inancı başta olmak üzere tüm bireysel, âilevî, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatını, gizli-açık bütün amellerini/davranışlarını, ahlâkını, içini, dışını, çevresini, kısaca her şeyini güzelleştirir. Yeter ki Kur’an’a tâbi olsun insan. Esfel-i sâfilîne düşmekten, hayvanlaşmaktan, hayvanlardan daha aşağı olmaktan kurtarır Kur’an. İnsanı meleklerle yarışacak hale yükseltir, olgunlaştırır, kâmil hale getirir.

Kur’an İhsânı, Yani Güzelliği ve Güzelleşmeyi Emreder: “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya vermeyi emreder. Çirkin işleri, münkeri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16/Nahl, 90). Kur’an’ın emrettiği “ihsân”, bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana-baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı özellikle emreder.

Kur’an’ın insanı güzelleştirmek için yaptığı tavsiyelerden bazılarını öğrenmek için birçok âyetin yanında, özellikle şu âyetlerin meallerine bakmak yeterlidir: 2/Bakara, 195; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 7; 18/Kehf, 30-31; 28/Kasas, 77.

 

Kur’an, Her Şeyden Önce İnsanın İnancını Güzelleştirmek İster: Kur’an’a göre şirk, insanı çirkinleştiren en önemli etkendir. “Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (9/Tevbe, 28). Şirk, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10), onların duyu organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri (7/A’râf, 179), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28). Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22). Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

 

Kur’an, insanlara öncelikle doğru bir ölçüyü kazandırmayı hedefler. Terazisi bozuk olanın tarttığı her şey de yanlış ölçülmüş olacak, adâlet ve doğruluk sağlanamayacaktır. Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

 

Kur’an, İbâdet Yönüyle de İnsanı Güzelleştirir. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18) Kur’an’ın emrettiği her ibâdet, insanı güzelleştirir, çirkin inanç ve davranışlardan uzaklaştırır. Huşû ile kılınan namaz, insanı fahşâdan, münkerden, her çeşit çirkinlik ve kötülükten alıkoyar (29/Ankebût, 45). Oruç, insanı güzelleştiren takvâya ulaştırır (2/Bakara, 183). Zekât, sadaka ve her türlü infak, insanı bireyselliğin çirkinliklerinden kurtarıp topluma faydalı güzel insan haline getirir.  Kur’an, insanın ibâdetlerini baştan savma yapmasını istemez; huşû ile, güzel şekilde yapılmasını ister. İhsân, Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir.

Kur’an, İçerik ve Üslûp Yönüyle Güzel Konuşmayı Emrederek Sözleri Güzelleştirir: “Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53).

 

Kur’an, İnsanlar Tartışmak ve Münâkaşa Etmek Zorunda Kalınca da Güzellikten Ayrılmamayı Emreder: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46). “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)           

Tanışırken, Konuşmaya Başlarken, Selâm Verirken de Güzelliği Emreder Kur’an: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)

Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında da Güzellikten Ayrılmamayı İster Kur’an: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 34) "...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." (13/Ra'd, 22). Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Güzel ahlâk; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”

 

Hakka Çağırırken de Güzellik Kur’an’ın Prensibidir: “Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125) “Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)

 

Kur’an, Ana-Babaya Güzel Davranmayı Çok Önemser: Kur'an’da, tek olan Allah'a ibâdet edip O'na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana-babaya güzel davranıp onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza  ihsanda bulunmanızı (onlara güzel davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..” (17/İsrâ, 23). Bu âyetten, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "De ki, gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin..." (6/En’âm, 151). Burada Allah, ana-babaya güzel davranmayı terk etmenin kötülüğünü beyan için bunu haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana-babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.     

 

Kur’an, Yediklerimizin ve Giydiklerimizin Güzel Olmasını İster: Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki  âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168) “Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31) “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)

    

Kur’an, İnsanda Toplam Kalite Sağlar; İnsanı Her Yönden Olgunlaştırıp Güzelleştirir: Kur’an’ın oluşturmak istediği insan tipi “muhsin” sıfatıyla ifâde edilir. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).

Tüm davranışlarımızı güzelleştirmek ister Kur’an: “Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195). “Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57). “…Hasenât (güzellikler/iyilikler/sevaplar), seyyiâtı (kötülükleri/günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 113-115). Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü ve hesabının sorulacağı şuuruyla yapmak; her işimizi güzelleştirir. Davranışlarımızı güzelleştirmek, Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir.

Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kuran'a yönelmektir. Müslüman­lar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran'dan ve Kuran eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran'ı hayatlarının dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı, eğitim, öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde kahve, lokanta, sinema havası değil; mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” (13/Ra’d, 11). Bu sünnetullahın nebevî ifadesi de şöyle: “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.”   

Çevre şartlarını bahane ederek "alternatif" isteyen kimseler için evlerini Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm'ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, kalelerimizdir, cephelerimizdir. Bunun yanında, sadece evlerle yetinmeyip temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun cemaat evleri şeklinde kurumlar oluşturabilmenin, mevcutları bu yolda değerlendirmenin yolları mutlaka aranmalı ve bulunmalıdır.

Kur’an’la güzelleşmek istiyorsak, Kur’an’la irtibatımızı arttırmalıyız. Unutmayalım; karnımızın doyması için yemekle nasıl irtibata geçmek gerekiyorsa, insanî özellik ve güzelliklerimizi arttırmak için de Kur’an’la iç içe bir hayat yaşamamız gerekiyor. Bunun için halkalar oluşturup cemaat olarak dersimizin başına imam-ı mübîn  olan (36/Yâsin, 12) Kur’an’ı geçirmeliyiz. Onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Hayat boyu Kur’an öğrencisi olma şerefiyle yaşamalı, onun rehberliğinden bir an olsun ayrılmamaya özen göstermeliyiz. Meal ve tefsiriyle bireysel ve ailevî okumalarımızı da sürdürmeli, evimizi kabirlere çevirmekten, TV. sayesinde sinema, gazino ve stadyuma benzetmekten sakınmalıyız.

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17) Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155) Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  (Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341). 

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." (20/Tâhâ, 124).

Başta şirk olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun! 

Haydi çocuklar, Kur’an öğrenmeye! Haydi ana-babalar başlara taç hazırlamaya, haydi gençler Kur’an sohbet ve derslerine, haydi hocalar insanların en hayırlısı olma yarışına! Hayye ale’l-Kur’an!            

Eğitim Yazıları, Sayı 10, Ocak 2006  

 

Kur’an’ın İnsanı Güzelleştirmesi

                                                                                                            

Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm (6/En’âm, 162). Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır (Bkz. 8/Enfâl, 24). Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın (33/Ahzab, 36). Tabii, aynı zamanda güzellik ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.

                         

Kur'ân-ı Kerim insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: "O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı..." (32/Secde, 7). Bu, insan fıtratının gördüğü, gözünün seyrettiği, zihninin kavradığı bir hakikattir, eşyanın şeklinde ortaya çıkan saf bir gerçektir. Allah'ın yarattığı her şeyde bir güzellik göze çarpar. Her şeyde, eşsiz bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk vardır. Gören bir göz, hisseden bir gönül, düşünebilen bir zihin bu âlemde bütünüyle bir uyum ve güzellik bulur.   

En güzel kıvamda, en güzel biçimde yaratılan (95/Tîn, 4) insanla ilgili güzellikler, somut bedensel güzelliklerin yanında ve ondan öncelikle soyut güzelliklerdir. Tevhidî, ahlâkî, rûhî, zihnî güzelliktir esas önemli olan. Tüm insanlar, hangi renkte, hangi yaşta, hangi seviyede olursa olsun yaratılışındaki mânevî/fıtrî potansiyel sâyesinde güzellik yarışmasına katılabilir, derece alabilir. Çünkü Allah, ölüm ve hayatı, insanlardan kimlerin en güzel ameller işleyeceğini sınamak için yaratmıştır (67/Mülk, 2). Hayırda yarışmaya katılmamız emredilmiştir (2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48). İnsan yüzünün ve bedeninin güzelliği, somut bir güzelliktir, genellikle "cemâl" kelimesiyle ifâde edilir. Onun mânevî, ahlâkî güzelliği ise soyut bir güzelliktir ve çoğu zaman "hüsün" kelimesinde ifâdesini bulur. Soyut güzellik gözle görülemez, ancak bir mânevî aynada kendini hissettirir. Meselâ, merhametin güzelliği, fakire verilen sadakada somutlaşır ve seyredilir. İlim ve aklı kullanma da soyut bir güzelliktir. Bu güzelliğin sergilenmesi de ihsân derecesine ulaşan sâlih amele kapı açan tevhidî imandır. Soyut güzelliklerin zirvesi, iman ve takvâdır. Hiçbir gözün görmediği, beşer aklının hayal bile edemeyeceği Cennetin muhteşem güzelliği, iman ve sâlih ameldeki güzelliğin öteki âlemdeki yansıması ve ürünüdür. 

Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak araçlara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve mutluluk hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”

Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır? Batı kafasına göre, “evet!” O yüzden mutlak güzelliği tanımayan Batı, estetik konusunda yüzlerce sene arkası kesilmeyen felsefî tartışmalar yapagelmiş, ama sonuçta bir uzlaşmaya varamamıştır. 

Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konudaki görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”

“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, 10)  hadis-i şerifi  de,  bu  konuda  müslümanlar  açısından  çıkış  noktası  kabul  edilmiştir.  Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzellik sergilemektir. İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.

 

Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, Hâlbuki siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216). Nefisle, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan (onun hevâsı) putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri ziynetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” (29/Ankebût, 38)

Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbine itaat edecektir. İmanı nisbetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.

Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olaylar... bütün bu güzellikleri yaratan ve bu güzellikleri idrâk edecek yetenek vererek insanı güzelleştiren Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.

Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (23/Mü'minûn, 14; 37/Saffât, 125). Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir (65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75).

Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: "...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (güzellikler sergile, iyilik yap)..." (28/Kasas, 77)

Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay/sanal bir güzel  peşindedir. Müslüman ise, güzelliği  yaratanı  bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.

Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.

Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin (!) ve güzelliklerin (!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler bizi bekliyor. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o yok olmayacak gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?

Güzellik; zevkle, haz duymakla, hoşlanmakla, beğenmekle  ilgilidir. Kur’an bu konuda insanın hevâsının/arzusunun doğru bir ölçü olmadığını belirtir (2/Bakara, 216).

Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.       

Allah mutlak Güzeldir. Allah'ın isim-sıfatlarından biri "el-Muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. En güzel şekilde yaratılan insanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.

                           

Güzel Kur’an’ın İnsanı Güzelleştirmesi

Kur’ân-ı Kerim, sözlerin en güzelini barındıran bir Kitap’tır. Allah’ın kelâmı, tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözü (39/Zümer, 55) olduğundan insan, ancak Kur’an’a uyarak güzelliğe uymuş ve güzelleşmiş olur.  Çünkü güzelleşmek isteyen insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-husnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).

       

Kur’an, insanın inancı başta olmak üzere tüm bireysel, âilevî, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatını, gizli-açık bütün amellerini/davranışlarını, ahlâkını, içini, dışını, çevresini, kısaca her şeyini güzelleştirir. Yeter ki Kur’an’a tâbi olsun insan. Esfel-i sâfilîne düşmekten, hayvanlaşmaktan, hayvanlardan daha aşağı olmaktan kurtarır Kur’an. İnsanı meleklerle yarışacak hale yükseltir, olgunlaştırır, kâmil hale getirir.

Kur’an İhsânı, Yani Güzelliği ve Güzelleşmeyi Emreder: “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya vermeyi emreder. Çirkin işleri, münkeri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16/Nahl, 90). Kur’an’ın emrettiği “ihsân”, bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana-baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı özellikle emreder.

Kur'an'ın ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan "muhsin", güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin kelimesi, Kur'an'da istisnâ dışında hep çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi ihlâsla sâlih amel işleyen cemaat içinde bulunmadan, toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan, yeterince gelişemez. Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir (31/Lokman, 3). Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.

Kur’an’ın insanı güzelleştirmek için yaptığı tavsiyelerden bazılarını görelim:

 “...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)

                         

“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya vermeyi (yardım etmeyi) emreder…” (16/Nahl, 90)

 

“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” (17/İsrâ, 7)

 

“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” (18/Kehf, 30-31)

 

"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile..." (28/Kasas, 77)

Kur’an’ın, kendisinde en mükemmel ve en güzel örnekler olduğunu bildirdiği (33/Ahzâb, 21) ve büyük/güzel ahlâk sahibi olduğunu ifâde ettiği (68/Kalem, 4) güzeller güzeli Rasûlullah’ın da ümmetini güzelleştirmek için tavsiyelerinden birkaç tanesine işaret edelim:

"Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile, öldürmeyi güzel yapın. (Etini yemek için hayvanları) Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12)

 

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8)

 

“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” (Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14)

“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)." (Ebû Dâvud, Libas)

 

Kur’an, Her Şeyden Önce İnsanın İnancını Güzelleştirmek İster: Kur’an’a göre şirk, insanı çirkinleştiren en önemli etkendir. “Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (9/Tevbe, 28). Şirk, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10), onların duyu organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri (7/A’râf, 179), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28). Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22). Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.

Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüz çevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur (30/Rûm, 31-32). Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” ve “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş (49/Hucurât, 10) kabul edecektir. Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkânlarını birleştireceklerdir.

Şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak veya denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, Allah’tan başka herhangi bir varlığı ma’bud  (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah” gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında gerçek anlamda güç ve kudret sahibi birini kabul edip başkasına ibâdet ve duâ etmektir.

Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin ve çirkinliğin kaynağında tevhidî ilkelere bağlı hayat sürmemek vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti bu asra taşımanın, her yönden güzelleşmenin yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Kula kul olmanın zilletinden ve kulların koyduğu Kur’an’a ters kurallara uymaktan doğan çirkinliklerden kurtulmak ve kaliteli insan olmak için hükümlerin en güzellerini içeren Kitab’a gönülden teslimiyet ve bağlılıktan başka yol yoktur. 

Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.

Dünyaya imtihan için gelen insan, Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşayarak güzelliğini korumuş, iç güzelliğini dışa yansıtmış, yani güzelleşmiş olur. Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek doğruluğu, güzelliği, huzuru, saâdeti ve kurtuluşu getirir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden insanları korumaktadır.

Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, insana huzuru değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 31)

Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu (21/Enbiyâ, 22). Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir (6/En’âm, 137). Ancak, şirk inancı insanı tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, ibâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Hâlbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir (13/Ra’d, 14). Şüphesiz aklını iyi kullananlar şirkin yanlışlığını görürler (7/A’râf, 191). Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler (4/Nisâ, 48). Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar (4/Nisâ, 116). Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler (2/Âl-i İmrân, 151). Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar (2/Bakara, 96).

Günümüzdeki çirkinliklerin temelinde Kur’an’ın yok etmek için mücâdele ettiği en büyük problem olan şirk inanç ve davranışları yatmaktadır. Çağdaş insanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, bu alanlarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.

İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez. Ve bu durum insanlığı yaratıkların en şerlisi durumuna düşürmekte, hayvanların tabanlarını seyreden bir alçaklık ve seviyesizlik göstermektedir.        

Kur’an’ın birçok âyetinde açıkça görüleceği gibi, Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.

Kur’an’da “şirk” kelimesi ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk lafzı geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah lafzı 2697 yerde, ilâh kelimesi 147 yerde, lâ ilâhe illâllah ifâdesi 2 yerde, lâ ilâhe illâ hû cümlesi 30 yerde, iman kelimesi 873 yerde, küfür kelimesi 525 yerde zikredilir. Saydığımız bu kavramlar şirk kelimesiyle birlikte toplam olarak 4442 etmektedir. Sadece bu lafızlarla tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte ikisini teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en özlü ve özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani, “İhlâs sûresinin içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir” anlamı taşır. Hadis rivâyetindeki “İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu” ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil etmekte, dolaylı olarak şirkin izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla ilgili âyetler de değerlendirilince, yukarıdaki rakamlardan anlaşıldığı gibi Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’ın en temel konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde birey ve toplum olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.

 

 

Kur’an, insanlara öncelikle doğru bir ölçüyü kazandırmayı hedefler. Terazisi bozuk olanın tarttığı her şey de yanlış ölçülmüş olacak, adâlet ve doğruluk sağlanamayacaktır. Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse dahi, bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

 

Kur’an, İbâdet Yönüyle de İnsanı Güzelleştirir. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için, tek ilâh olan Allah’a kulluk ve itaat, onun temel mesajıdır. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18)

Kur’an’ın emrettiği her ibâdet, insanı güzelleştirir, çirkin inanç ve davranışlardan uzaklaştırır. Huşû ile kılınan namaz, insanı fahşâdan, münkerden, her çeşit çirkinlik ve kötülükten alıkoyar (29/Ankebût, 45). Oruç, insanı güzelleştiren takvâya ulaştırır (2/Bakara, 183). Zekât, sadaka ve her türlü infak, insanı bireyselliğin çirkinliklerinden kurtarıp topluma faydalı güzel insan haline getirir.  

 

Kur’an, insanın ibâdetlerini baştan savma yapmasını istemez; huşû ile, güzel şekilde yapılmasını ister. İhsân, Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Meşhur Cibrîl hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı o şekilde tanımlamıştır: “Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8). Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve azametini göz önünde bulundurmak kast edilmektedir. Mü’min, ibâdetini ihsân üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine uygun bir tarzda yapar/yapmalıdır. Bu da, Allah’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür. O yüzden ibâdetin en büyüğü olan namaz miraç sayılmıştır. O'na yönelmek, O'nun huzuruna çıkmak, O'nunla konuşup görüşmek, O’ndan güzellik devşirmektir namaz. Ve tüm hayatımız namaza benzemeli, O’na kulluk, namazla bitmeyip namazla başlamalı, her namazla daha güzel hale gelmeli. Hâlâ terk edemediğimiz kötülük ve çirkinlikler, namazımızı terk ettirmeden ya da sevabını azaltmadan, namazımız kötülükleri hayatımızdan terk ettirmeli, o güzellikte ikame edilmeli.

 

Kur’an, İçerik ve Üslûp Yönüyle Güzel Konuşmayı Emrederek Sözleri Güzelleştirir: “Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53).

 

Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür, doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın...” (33/Ahzâb, 70-71) “Acı da olsa doğruyu söyle...” “Yalandan da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” (Keşfu’l Hafâ, 1890, 865)

 

Güzel söz, faydalı olan sözdür: “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Et-Tâc, V/183). Kur’an’da gerçek mü’minlerin faydasız, mâlâyâni  konuşmalardan kaçındıkları belirtilir: “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” (23/Mü’minûn, 1-3) “Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyi (faydasız söz ve işleri) bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” (Et-Tâc, V/186)

Güzel söz, sevindirici sözdür: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722) “(Sevdirici ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba  verilmiş)  bir  sadakadır.”  (Keşfu’l Hafâ,  hadis  no: 1947).   

 

Güzel   söz,  muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür: “(Rabbimiz tarafından) insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592).  

 

Güzel söz, Allah'a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, “ben  müslümanım” diyenin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a çağıran, sâlih (iyi ve güzel) iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (41/Fussılet, 33). “Ben müslümanlardanım” diyen ve bu sözünü sâlih amellerle isbat eden kimsenin Allah’a dâvet eden sözü, yani Allah'a teslimiyet gösteren, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışan, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmayan ve şahsiyet sahibi olan, dünyevî çıkar gözetmeyen kimselerin Hakka çağrı niteliğindeki sözleridir güzel söz. Sözde ihsân, sadaka vermekle eş tutulur: "...Güzel söz sadakadır." (Müslim, Zekât 56; Tirmizî, Birr 36)

Konuşma yeteneği, insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecbûriyetinde olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir. Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken kötülüğün en güzel usulle uzaklaştırılmasını emreder (41/Fussılet, 34). 

Konuştuğumuz dili doğru, düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel  ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir (39/Zümer, 23). Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifâdelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanları bir benzerini meydana getirmekten âciz bırakır. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifâdeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifâde eder (Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...).

En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder (17/İsrâ, 53). Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir (2/Bakara, 83). Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir (39/Zümer, 18). En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifâdelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et, öğüt ver; onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.” (4/Nisâ, 63)

Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, yani edebiyat başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardan biridir. Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şâirlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı övüp teşvik etmiştir. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi (55/Rahmân, 4) kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde ifâde edebilen bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.

Güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Gâye, dil değil, dindir. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, daha doğrusu “edebiyat yapma”) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifâdeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitabına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı, şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilir (Bkz. 26/Şuarâ, 224-227).

Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir.  Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması ve bunlara iltifat etmemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolüne bürünüp büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir. Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifâdesini, doğruluğu aramalıyız.

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak dilimizi, kalemimizi terbiye edebiliriz. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Dinsiz edep, edepsiz de edebiyat olmaz. Dili ve kalemi İslâmî ve insanî güzelliklerle terbiye etmeyi öğrenmeden,  edepli olmak mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi ve güzelleşip edebiyat seviyesine çıkması buradan kaynaklanmaktadır. Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, doğru da olsa, iyi niyetle söylenmiş de olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir (Bkz. 3/Âl-i İmran, 159).           

Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir (55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4). Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir (30/Rûm, 22). Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır (14/İbrâhim, 4). Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifâde ederler, birbirleriyle dil sâyesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.

Sıcak savaşta silâhların önemi neyse, soğuk savaşta kitapların, medyanın, kültür ve sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşı da kıyâmete kadar sürecek. Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe. İslâm savaşçısı olmayan herkes, sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna girmiş olacaktır: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (4/Nisâ, 76). Bu ikisinin dışında üçüncü bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol arayanlar mı? İşte: "Bunlar (İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların) arasında bocalayıp durmaktalar (o münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhildirler). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın." (4/Nisâ, 143)

 

İslâm, insanı rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla cihadın kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak zorundadır: "Onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (16/Nahl, 125). O yüzden cihad sanattır, sanatın cihad olduğu gibi.

 

Hayat cihaddan ibârettir de, müslüman için sanat, edebiyat, şiir cihaddan ibâret değil midir? Kurşun, düşmanı yok etmeyi amaçlarken, sanat ve edebiyat insanı ele geçirip kendi cephesine katmayı hedefler. Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, CD’lerle, kasetlerle savaşıyorlar. Modern savaş âletlerinin mermileri, bombaları, bedenleri değil; rûhu, kalbi hedef alıyor. Kalpler, kafalar, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla ve özellikle edebiyatla işgal ediliyor.

 

Sanat, özellikle şiir ve edebiyat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir, ki bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani güzellikten yoksun sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.

Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır. "Gerçek sanat" diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa yansıyan yönüdür. Allah, hakiki ve en büyük sanatkâr... Kur’an, insan ve evren adlı O’nun kitapları ise en muhteşem sanat hârikalarıdır. Hakkı, hak ettiği güzellikte insanlara ulaştırmak demek olan tebliğ; Peygamberlerin sıfatı. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler de, insanlar içinde en büyük edebiyatçılardır.

Tebliğ, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir tebliğ. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa; bu, sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in, şekilden ziyâde sunulan mesajın daha önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek." Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi doğru ve düzgün olsun, yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmaya yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.

"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (16/Nahl, 125). Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir tebliğdir; Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi Batılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla dinlerinin propagandasını yapmışlardır. Günümüzde hemen her eve, en azından TV. görüntüsüyle giren ve arsız misâfir gibi peşimizi bir türlü bırakmayan medyanın yaptığı, Batılıların hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse, hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar yapılan şey, bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de bombardımana tutuluşudur. Kitle imhâ silâhlarını uzaklarda aramaya gerek yok; evlerimizde sanki kıble gibi yöneldiğimiz görüntülerin arkasında sırıtıyor. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.

 

Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem "müslümanım" diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey; Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık!

Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.

 

Bilindiği gibi edebiyat; duygu, düşünce, fikir ve hayallerin, her şeyden önce de inancın sözle veya yazı ile doğru, güzel ve etkili bir şekilde ifâde edilmesidir. Müslüman açısından, ihmal edilmemesi ve diğer sanatların önüne geçirilmesi gereken değerdir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve şiirde söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, "İnsanlara güzel söyleyin" (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.

Kur'an, müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır. "Müslümanım" diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur'an'dadır. Her düzen kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim kendi prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca sanat isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, İslâm’ın hâkimiyeti için çalışmalıdır. Bu çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı tebliğ için her türlü faâliyetler de sanata dönüşebilir, dönüşmelidir. Her yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm'ın emri olduğu için, müslümanın her yaptığı sanat haline gelebilir. Kur'an'da geçen "ihsân" tüm anlamlarıyla gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: "Güzellikler yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri (güzel hareketlerde bulunanları, güzellik sergileyenleri) sever." (2/Bakara, 195)

Kur’an, İnsanlar Tartışmak ve Münâkaşa Etmek Zorunda Kalınca da Güzellikten Ayrılmamayı Emreder: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46). “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)                     

  

Tanışırken, Konuşmaya Başlarken, Selâm Verirken de Güzelliği Emreder Kur’an: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)

Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında da Güzellikten Ayrılmamayı İster Kur’an: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 34) "...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." (13/Ra'd, 22). Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Güzel ahlâk; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”

 

Hakka Çağırırken de Güzellik Kur’an’ın Prensibidir: “Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125) “Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)

 

Kur’an, Ana-Babaya Güzel Davranmayı Çok Önemser: Kur'an’da, tek olan Allah'a ibâdet edip O'na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana-babaya güzel davranıp onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza  ihsanda bulunmanızı (onlara güzel davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..” (17/İsrâ, 23). Bu âyetten, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:  "De  ki,  gelin  Rabbinizin size neleri  haram kıldığını  okuyayım: O'na  hiçbir  şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin..." (6/En’âm, 151). Burada Allah, ana-babaya güzel davranmayı terk etmenin kötülüğünü beyan için bunu haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana-babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.     

 

Ana-babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında onlara gereğince infak etmek sûretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için, onlara ihsân etmek gerekir. Allah'ın, ebeveyne ihsânı kendine yönelik tevhid ve ibâdetin yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne işarettir. "Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... ihsânda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez." (4/Nisâ, 36). Buradaki ebeveyne ihsân, evlâtların onların hizmetlerini yapması, onlara nâzik konuşması ve onların meşrû isteklerini gerçekleştirmesi için çalışmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: "Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün."  "Kimin yâ Rasûlallah?" denildi. Hz. Peygamber: "Yaşlandıklarında ana-babasına, onlardan birine, yahut her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen kimsenin..." (Müslim, Birr 10)

Ana-baba, çocuğunu Allah'a isyana teşvik etmedikçe, evlâtların onların meşrû her emrine uyması, en azından onları incitmemeye çalışması gerekir. Ana-baba için mağfiret talebinde bulunmak, iyiliklerine duâ etmek, bizzat Kur'ân'ın emridir. "Ey Rabbimiz! Hesâba çekileceği gün beni, ana-babamı ve (bütün) mü'minleri bağışla!" (14/İbrahim, 41). Ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsân, aslında insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki mükâfatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana-baba, -Allah korusun- müşrik de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz, müşrik anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda bulunmayı emretmiştir (Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34).   

 

Kur’an, Yediklerimizin ve Giydiklerimizin Güzel Olmasını İster: Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki  âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168) “Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31) “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)

   

 

Kur’an, İnsanda Toplam Kalite Sağlar; İnsanı Her Yönden Olgunlaştırıp Güzelleştirir: Kur’an’ın oluşturmak istediği insan tipi “muhsin” sıfatıyla ifâde edilir. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).

Tüm davranışlarımızı güzelleştirmek ister Kur’an: “Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195). “Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57). “…Hasenât (güzellikler/iyilikler/sevaplar), seyyiâtı (kötülükleri/günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 113-115). Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü ve hesabının sorulacağı şuuruyla yapmak; her işimizi güzelleştirir. Davranışlarımızı güzelleştirmek, Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir.

Muhsinler (güzellikler sergileyen ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın râzı olacağı şekilde güzel ve takvâya uygun  yaparlar.  Onlar;  çirkin,  bayağı,  kötü,  zararlı  ve   faydasız   amellerden, faâliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. Kur’an, Allah’ın muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı gibi (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69), onlara müjdeler  verildiğini de belirtir (6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37). Kur’an, onlar için bir rahmettir (31/Lokman, 3). Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Allah (c.c.), insanlara ihsânla davrandığı gibi, insanın da ihsân sahibi olması en güzel şeydir (28/Kasas, 77). İhsân/güzellik; insanda toplam kalite demektir. Kâmil insan denen, kaliteli insanı ifâde eden Kur'anî kavramlar çoktur. Mü’min, muttakî, muhsin, muhlis, sâlih, sâdık, zâkir, âbid bunlardan hemen aklımıza gelenleridir. Kur’an’ın emrettiği güzellik de, iman, ilim, sevgi, ibâdet, huşû, takvâ, ihsân, ihlâs, sâlih amel, doğruluk, zikir, tefekkür, selîm kalp, aklı kullanma gibi kavramlarla ve her çeşit ahlâkî emirler ve yasaklarla sağlanır. Güzelleşmek isteyenler bu kavramların içini Kur’an nasıl doldurmuşsa o şekilde öğrenip yaşayışına geçirmelidir. Kur’an’a uyan, en güzele uymuş ve güzelleşmiş olur. Zaten Kur’an’ penceresinden baktığımızda, dünya da güzellik yarışması için bir salondan ibârettir: “O (öyle yüce Allah) ki, davranış yönüyle hanginizin daha güzel olacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (67/Mülk, 2)

 

Güzel bakan, güzel görür; güzel iş yapan, daha güzeline kavuşur. Hakiki güzellik; Allah ve Rasûlü. Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve örnekliği... Kulluk ve ibâdet...

Allah mutlak güzel olduğu ve güzelliği sevdiği için de, yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Yapmakla yükümlü kılındığımız güzel amellerin genel ölçülerini, sözlerin en güzeli kıldığı Kur’an (39/Zümer, 23) ile bildirmiş, güzel ahlâkı azîm/yüce kıldığı elçisi (68/Kalem, 4) Hz. Muhammed (s.a.s.) ile örneklendirmiştir. Rasûlullah’ta güzel örnekler (33/Ahzâb, 21) tümüyle mevcut bulunduğundan, o, kendi görevini; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8) şeklinde özetlemişti. Güzel Rasûl, "her şeyde ihsânın, yani iyilik ve güzelliğin farz kılındığını” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57) bildirerek bizim kulluk görevimizi de veciz bir şekilde beyan etmişti.

Güzelleştirmeye çalışmak, güzelleşmektir; daha doğrusu, fıtratımızdaki güzelliği ortaya çıkarmaktır. Amellerimizi güzelleştirmenin ise, bir arada bulunması gereken biri şekle; diğeri öze bağlı iki ana şartı vardır: Birincisi, yapılacak işin İlâhî yasaları içeren vahye uygun olmasıdır. İkinci şart, öze ilişkin şart ise, şeklen dine ve akla uygun işleri Allah’ı görür gibi ve de O’nun tarafından görüldüğü şuuru içinde (ihlâs, huşû ve takvâ ile) ibâdetleştirerek yapmaktır.

Güzel davranış sahiplerine Allah ihsânla/güzellikle ve daha fazlasıyla karşılık verecektir. “İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (10/Yûnus, 26)

"Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır." (6/En'âm, 160). İnsan, ihsân üzere olur, güzel işler yaparsa, davranışlarını ihsân üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsân görür, güzellikle muâmele edilir: “İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?” (55/Rahmân, 60)

İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında güzel olursa olsun, Allah'ın ihsânıyla, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah'ın bir lutfu ve ihsânıdır, O'nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan, yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını riyâ ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.  

             Allah, güzel davranışlarda bulunan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd). Allah'ın rahmeti sürekli muhsinlerle, güzellik sergileyenlerle beraber olur (7/A'râf, 56). Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Kur'an, muhsinlere rahmet sunar (31/Lokman, 3; 46/Ahkaf, 12). İhsân sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme) yoktur (9/Tevbe, 91).

Güzelliğin ölçüsünü bilmek, gerçek güzeli sevebilmek güzel insana has güzelliktir. Çünkü  güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir. Sanal güzellikten, güzel zannedilen hallüsinasyonlardan sakınmak gerekir.

Günümüzde her çeşit sanat, rûhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan çıkarılmış; toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden de uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısı konumuna düş(ürül)müştür. Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin sırıtan makyajını göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine âşık oldukları bu  cadının kollarına atılır atılmaz can vermekteler. Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle arkasından koşturduğu gençlerin rûhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten önce kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta.

Bize düşen görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya kadar vardıran bu büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki kurbanlarını azaltmak için çalışmak. Bunun da yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı "gerçek güzel"i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa, o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler sadece. Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun.

İnsanlara gerçek sanatı, gerçek güzelliği tanıtmak için öncelikle sahtekârlara savaş açmamız, onların maskelerini düşürüp çirkinliklerini insanlara göstermemiz gerekiyor. Her şey zıddıyla anlam kazanacağı, hak-bâtıl mücâdelesi her an ve her konumda yaşanacağı için kaçınılmaz bir cephedir bu. Günümüz câhiliyesinde imaj ve makyaj her şey kabul ediliyor. Kaporta çok önemli, motor olmasa da olur. İçinin boş olması önemli görülmüyor, yeter ki ambalaj çekici olsun. Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmediği için, câhiliyyenin câhil insanı bu gerçek güzellik peşinde değil. Eserdir, sanattır, dildir, sâlih ameldir rûhun güzelliğini gösteren. İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren şeydir güzel. Ve güzellik, Allah'ın armağanıdır. Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir. İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur.

“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneh ve gınâ azâbe’n-nâr (Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver; bizi ateş azâbından koru)." (2/Bakara, 201). Başta şirk olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun! 

Vuslat Dergisi, Sayı: 71, Mayıs 2007

           

 

                            Ashâbın Kur’an Anlayışı

                                                                                             

Ashâb denilince akla gelen iki şey vardır. Biri Rasûlullah, diğeri Kur’ân-ı Kerim. Zaten onları diğer insanlardan ayırıp özel kılan bu iki kaynağa sıkı sıkıya bağlılıktır. Ashâb Kur’an’la dirilip canlanmışlardı. Kur’an onları hayra doğru değiştirip dönüştürmüştü. Onlar Kur’an’la değişince Allah da onların sosyal ve siyasal durumlarını değiştirmişti. Onları câhiliye düzeninden çıkarmış, dünyanın o zamana kadar şâhit olmadığı ve bir daha olamayacağı saâdet asrını onlara nasip etmişti. Kur’an’ın hükümlerinin tatbik edildiği ideal bir İslâm devletini, Kur’an devletini onlara ihsan etmişti.    

Onlar Kur’an öğrenciliğini her uğraşılarının önüne alıyorlardı. Her durumda Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Kur’an okuyorlardı, ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendileri ihyâ olmak için.  

Şekline hürmeti, abdestsiz okunur mu gibi tartışmaları gündemlerine bile almıyorlar, okuyup ahkâmı ile hükmetmeye çalışıyorlardı. 

Kur’an, ashâbın başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır.

Onu sadece okuyarak değil; esas olarak hayatlarına geçirip uyguladıkları, Onu yaşadıkları için ibâdet kabul ederlerdi. Onlar çok hızlı hatim yapmak ve hâfızlıkta yarışma yapmıyorlar, Kur’an’ı hayatlarına geçirme yarışı yapıyorlardı.

Ashâb, sadece hâfızlığı değil, hamele-i Kur’an olmayı hedefliyorlardı. Kur’an’ın üzerlerine yüklediği görevleri yerine getirme gayreti ön plandaydı.

Kur’an onlar için ana yasa idi. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmezlerdi.

Kur’an’ı kendilerinden sonraki nesillere, dolayısıyla bize ulaştırmak için ne çilelere katlanmışlar, ne kadar eziyet çekmişlerdi. Kutsal emanetlere ve özellikle Kur’an’a en küçük bir ihanette bulunmamışlardı.

Ölü kitabı değildi onlar için, muska kitabı değildi Kur’an.

Hatmetmek için hatmetmiyorlar, dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden hatim etmeye çalışmıyorlardı. Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktı onların derdi.

Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okuyorlardı. Biliyorlardı ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir.

Onlar Kur’an’ı okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul ederlerdi. Çünkü Hz. Peygamber onları öyle yetiştirmişti. Meselâ içlerinden birine buyurmuştu ki: “Ya Ebâ Zer! Allah’ın kitabından tek bir âyet öğrenerek sabahlaman senin için yüz rekât namaz kılmaktan daha hayırlıdır.” Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söylemiyordu. Başkalarının, insanların, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasak kılmıyordu. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görselerdi, şeytandan kaçar gibi kaçarlardı onlar.

Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdir. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü.

Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okuyorlardı.

“Onun ahlâkı Kur’an’dı” denilen Peygamberimiz’in yetiştirdiği ashâb da canlı Kur’an olmaya çalışan insanlardı. Onlar biliyorlardı ki, insanların en hayırlısı Kur’an öğrenen ve başkalarına öğreten kimsedir. Onların evleri Kur’an okulu idi. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlardı. Peygamber’e sorular sorarlar, Kur’an’ı daha iyi anlamaya gayret ederlerdi. İlk mü’minler şirk kabul edilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyor ve Kur’an’la bildirilen helâl ve haramlara teslim oluyorlar, Kur’an’a ters inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı.   

Onlar Kitapsız değildi. Onları Kitabullah yönlendiriyordu. Eğitimleri Kitapsız değildi, mahkemeleri, meclisleri, devletleri Kitapsız değildi. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirlerdi ve ona göre tercihlerini yaparlardı; eğer onların döneminde de bu tür iletişim araçları olsaydı. Çünkü onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığını biliyorlardı. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat ediyorlardı.          

Ashâbı dirilten, canlandıran Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.

 

Peyderpey indirilen Kur’an’ın yeni nâzil olan âyetler grubunu onlar bir taraftan yazıyor, bir taraftan da ezberliyorlardı. Yüce Allah, Kur’an’ı korumayı Kendisi üstlenmişse de Onun beşerî imkân ve vâsıtalar yoluyla da korunmasını dilemiştir. Bunun yanında, Kur’an’da emredilen İslâm prensiplerinin pratik hayata doğru bir şekilde ve bütüncül olarak aktarılması için ashâb her gayreti gösteriyordu. Böylece, daha sonra gelecek nesillere örnek bir hayat modelinin sunulması ve Kur’an’ın sağlıklı bir şekilde anlaşılması için çok büyük katkıda bulunuyorlardı.

Kur’an’ın peyderpey indirilmesiyle asr-ı saadet Müslümanları yaşayarak ve içlerine sindire sindire İslâm’ı öğrendiler. Sonraki Müslüman nesiller için model toplum oldular.

Gerek Peygamber (s.a.s.), gerek İslâm’a ilk girenler, müşriklerin eziyet ve işkenceleriyle karşılaşmışlardır. Vahyin tekrar tekrar gelmesi hem onları teselli edip azimlerine güç katmış ve hem de nasıl davranacakları konusunda onlara rehberlik etmiştir.

Peyderpey inen vahiy Müslümanların olumlu ve fedâkârca davranışlarını övüyor ve böylece onları daha mükemmele doğru teşvik ediyordu. Olumsuz davranışlarından dolayı da onları uyarıyordu.

Asr-ı saâdet Müslümanlarının çok diri bir İslâm anlayış ve hayatına sahip olmalarının sebeplerinden biri budur. Böylece vahiyle aralarında çok canlı bir iletişim sağlanmıştı. Sosyal bir problem ortaya çıktığında ardından vahiy gelip o problemi çözüme bağlıyordu.

Sosyal problemler ânında çözümlendiği gibi, itikadî problemler de çözüme bağlanıyordu.

Kur’an’ın peyderpey indirilmiş olması, toplumların eğitimi konusunda tedrice riâyet edilmesi gerektiği noktasında bir rehberlik ve uyarıdır. Bir toplumun eski alışkanlık ve geleneklerini bir anda değiştirmesi beklenemez. Değişim için zamana ve tedrice ihtiyaç vardır.

Kuran’ın bu şekilde indirilmesi, korunmasını da kolaylaştırmıştır. Araplar ümmî bir toplum idiler. Okuma-yazma bilenleri parmaklarla sayılacak kadar azdı. Okuma-yazma oranı ancak İslâm geldikten ve eğitimini yaptıktan sonra çoğalabilmiştir. Kur’an’dan âyetler indiğinde bir taraftan vahiy kâtipleri tarafından yazılırken birçok kişi tarafından da ezberleniyordu.

Kur’an’ın Korunması: Yüce Allah tevrat’tan sözederken “Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için…” (5/Mâide, 44) buyurmaktadır. Âyetten de anlaşıldığı gibi Tevrat’ın korunması insanlara bırakılmıştır. Oysa Kur’an’ın korunmasını bizzat Yüce Allah üstlenmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Zikri kesinlikle Biz indirdik ve elbette onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hıcr, 9)

Peyderpey inen Kur’an âyetleri vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Yazılan bu âyetler Peygamber (s.a.s.) tarafından şifâhî yolla da insanlara tebliğ ediliyor ve namazlarda okunuyordu. Böylece inen her âyet grubu, Peygamber’in yanı sıra birçok sahâbî tarafından da ezberleniyordu.

Sahâbenin Kur’an okumaları, sadece namazlarla sınırlı değildi. Mescidlerde ve değişik ev toplantılarında topluca okudukları gibi, fertler de kendi kendilerine okuyorlardı. Peygamber zaman zaman sahâbîleriyle birlikte oturup kıraati güzel olan sahâbîlerden birine, kendilerine Kur’an tilâvet etmesini teklif ederdi.

Sahâbîlerin ibâdet olarak en başta gelen meşgalelerinden biri, Kur’an’ı üzerinde düşünerek ve hayatlarına geçirmek için okumak idi. Kur’an’ın okunması ve başkalarına öğretilmesi Peygamber tarafından teşvik ediliyordu. O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenip öğretendir.” (Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 21; Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Fezâilu’l Kur’an 15; İbn Mâce, Mukaddime 16).

Peygamberimiz, merkezden uzak bir topluluk İslâm’ı kabul ettiklerinde hemen onlara bir eğitici gönderirdi. Bu eğiticinin görevi, o Müslümanlara Kur’an’ı okutmak ve onlara dini öğretmekti. Birinci Akabe biatında biat eden on iki Medine’li ile birlikte Mus’ab’ı eğitici olarak göndermişti. Bu olay, eğitici gönderme işinin Mekke döneminde başladığını gösterir.

Hz. Peygamber bir yere bir idareci gönderdiğinde Kur’an’a daha çok vâkıf olanı tercih ederdi. Dünyevî makamlar bile Kur’an’ın daha iyi bilinmesine bağlı kılınmışsa, böyle bir toplumda Kur’an okumanın yaygınlık kazanması doğaldır.

Kur’an’ı ezberleyen, Kur’an’la en çok meşgul olan kimse Peygamberimiz’in yanında dirâyet, idare ve emir verme konusunda öne çıkıyor, zekâ ve kabiliyet açısından gözde oluyordu. Bir askerî birliğe komutan lâzımdı. Bakın, Peygamberimiz kimi komutan olarak tâyin ediyordu? Ebû Hüreyre anlatıyor: Rasûlullah bir askerî birliği bir sefere göndermek istemişti. Bunlar belli sayıda kişiler idi. Onları Kur’an okumaya dâvet etti. İçlerinden her birinin okumasını istedi. Derken yaşça en küçük olanlarından birine sıra geldi. “Ey falan, senin ezberinde ne var?” diye sordu. O da: “Ezberimde şu şu sûreler ve Bakara sûresi var” diye cevap verdi. Rasûlullah: “Senin ezberinde Bakara Sûresi var, öyle mi?” buyurdu. Adam: “Evet, var” dedi. Rasûlullah, “O halde git, sen onların komutanısın” buyurdu. Onların ileri gelenlerinden bir adam bunun üzerine şöyle dedi: “Vallahi, Bakara Sûresini öğrenmeme engel olan şey, onun hakkını verememe korkusu idi.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur’an’ı öğrenin ve onu okuyun. Kur’an’ı öğrenen, okuyan ve onunla amel eden kişi misk kokusu ile doldurulmuş dağarcığa benzer, onun kokusu her yere yayılır. Kur’an’ı öğrendikten sonra, Kur’an, içinde olduğu halde uyuyan kimse, içinde misk varken ağzı bağlanmış dağarcığa benzer.” (Tirmizî, Fezâilu’l Kur’an 2)    

Ashâb zamanında câmiler, namaz kılınıp dağılınılan yerler değildi. Mescidlerin birçok fonksiyonu vardı. Mescidler Kur’an öğreniminin yapıldığı merkezler idi. Nitekim Peygamber de bunu teşvik ediyordu (Müslim, Zikr ve Duâ). Mescidler dışında da Kur’an eğitiminin yapıldığı merkezler vardı.

Kur’an’ı ezberleme ve zabtı ile uğraşma, Ashâb-ı Suffe’nin görevlerinin başında geliyordu. Bunlar, kimsesi, evi-barınağı bulunmayan kimselerdi. Geçimlerini sağlamak için başkalarının yanında ücretle çalışır, iş bulamadıklarında odun toplar ve topladıkları odunları satarak geçinirlerdi. Geri kalan zamanlarını ise, Kur’an okumak, onu başkalarına okutmak ve ibâdet etmekle geçirirlerdi.

Kur’an’ı Anlama Çabaları:

Asr-ı saâdet Müslümanları, Kur’an’ı sadece okuyup ezberlemeye özen göstermiyorlar, aynı zamanda onu anlama, üzerinde düşünme ve onunla amel etmeye de büyük özen gösteriyorlardı.

Kur’an’ı anlamaya çalışmak ve üzerinde düşünmek Yüce Allah tarafından istenen bir husustur: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (47/Muhammed, 24). “Sana bu mübârek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (38/Sâd, 29)

Peygamberimiz Kur’an’ı okurken onunla âdeta karşılıklı iletişime geçiyordu. Rahmet âyeti okuduğunda durup Allah’tan rahmet diliyor, azap içeren bir âyet okuduğunda da Yüce Allah’a, kendisini o azaptan korusun diye duâ ediyordu (bkz. Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 38; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 25; İbn Mâce, İkametu’s Salât 179). Âlimler, Hz. Peygamber’in bu tarz okuyuşunu ve bu konudaki tavsiyelerini göz önünde bulundurarak, Kur’an’ı okurken bu şekilde davranmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir (Suyûtî, Âdâbu Tilâveti’l Kur’an ve Te’lîfihi, Beyrut 1987, s. 104). Kur’an’ı anlamadan ve üzerinde düşünmeden onu bu şekilde okumanın mümkün olamayacağı açıktır.

Kur’an’ı anlamaya ve âyetleri üzerinde düşünmeye o kadar önem verilmiştir ki, bazı âlimler Kur’an’ı tarif ederken: “Üzerinde düşünülüp ibret almak için indirilmiş Arapça sözlerdir” demişlerdir (Vehbe ez-Zuhaylî, Usûlu’l Fıkhı’l-İslâmî, Dımaşk, 1986, I/421).

Tâbiînin ileri gelenlerinden Ebu Abdurrahman es-Sülemî (öl. 74/693) şöyle demektedir: Osman bin Affan, Abdullah bin Mes’ud ve Kur’an-ı Kerim’i bize öğreten diğerleri, Peygamber’den on âyet öğrendiklerinde o âyetlerdeki ilim ve ameli bellemeden, onları hayatlarına geçirmeden, başka âyetlere geçmediklerini anlatırlardı. Diyorlardı ki: “Kur’an’ı, ilim ve ameli birlikte öğrendik.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, I/35-36; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, İkinci baskı, 1399 13/365; Suyûtî, el-Itkan fî Ulûmi’l Kur’an, Mısır 1978, II/226).

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın sekiz yılda Bakara sûresini ezberlediği nakledilmektedir (Suyûtî, a.g.e., II/226). (Bu ülkede bir senede hatta daha kısa sürede hâfız olmakla veya hâfız yetiştirmekle övünülür. Ebû Hanife gibilerin 4 yaşında veya daha küçükken hâfız olduğu ballandıra ballandıra ve inanılarak anlatılır. Tabii, o hâfızların Kur’an’ı anlamadan ve dayakla öğrendiklerinden sevmeden hâfızlık yaptıkları için şimdi çoğunun eline Kur’an bile alamadığını, İslâmî çalışmalara istisnâ dışında katılanlarının olmadığını hiç hesaba katmazlar.)

Ashâbın Kur’an’a karşı tavırları, onların günümüzde olduğu gibi okuyup geçmediklerini, üzerinde düşüne düşüne ve içlerine sindire sindire okuduklarını göstermektedir. Hatta sahâbenin, muhâkemeleri henüz gelişmemiş ve Kur’an’da anlatılanları anlayamayacak yaştaki çocuklarına Kur’an’ı okutmadıkları ifade edilmektedir (Kettânî, et-Terâtibu’l İdariye, II/296).

İşte ashâbın bu hususlarını göz önünde bulunduran bazı âlimler, Kur’an’ı anlayıp üzerinde düşünmeden onu okumayı hoş karşılamamışlardır (Zerkeşî, Bedruddin, el Burhan fî Ulûmi’l Kur’an, Beyrut, tarihsiz, I/455). Hasanu’l Basrî’nin, (öl. 119/728) anlamını bilmeyen çocuk ve kölelerin Kur’an’ı okumalarından şikâyet ettiği ve bu şikâyetini dile getirirken şu âyeti okuduğu rivâyet edilmektedir (Acurrî, Ebu Bekir Muhammed bin Huseyin, Ahlâku Hameleti’l Kur’an, Beyrut, 1987, s. 50): “Sana bu mübârek Kitab’ı âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (38/Sâd, 29).

Yine tâbiînden Said bin Cübeyr (öl. 95/713): “Kur’an’ı okuyup sonra da onu tefsir etmeyen kişi, kör -veya bedevî- gibidir” demiştir (Taberî, Câmiu’l-Beyan, I/36).

Hz. Ömer hakkında nakledilen şu rivâyet dikkat çekicidir: Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Basra valisi Ebu Mûsâ el-Eş’arî, Hz. Ömer’e bir mektup göndererek Basra’da o yıl Kur’an’ı ezberleme işiyle uğraşanların çokluğundan söz eder ve beytu’l-malden bunlara yardım gönderilmesini ister. Vali ertesi sene aynı istekte bulunur ve Kur’an hıfzıyla uğraşanların kat kat arttığını haber verir. Hz. Ömer’in ona verdiği cevap şöyledir: “Onları kendi halleriyle baş başa bırak. Korkarım ki insanlar, kendilerini Kur’an’ı ezberleme işine kaptırır ve onu anlama işini ihmal ederler.” (Kettani, a.g.e., II/279)  

 

Kur’an âyetleri üzerinde düşünmeden kısa bir müddet içerisinde Kur’an’ın hetmedilmesini selef hoş karşılamamıştır. Buhârî ve Müslim’in de naklettikleri Peygamber ile Abdullah bin Amr arsanda geçen şu konuşma buna ışık tutmaktadır: “Peygamber (s.a.s.) bana, ‘Kur’an’ı bir ayda hatmet’ dedi. ‘Kendimde bundan daha fazlasına güç buluyorum’ dedim. ‘O halde on günde hatmet’ dedi. ‘Kendimde bundan da daha fazlasına güç buluyorum’ karşılığını verdim. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Yedi günde hatmet, daha az bir müddette hatmetme.” (Buhârî, Savm 54, 55, 56, 57; Fezâilu’l Kur’an 34; Müslim, Savm 35; Ebû Dâvud, Salât 8; Tirmizî, Kırâat 13; Nesâî, Sıyâm 76; İbn Mâce, İkametu’s-Salât 187; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/162)

Rivâyet edildiğine göre biri Abdullah bin Abbas’a (öl. 68/687) gelerek, okuyuşunun çok süratli olduğunu ve Kur’ân-ı Kerim’i üç günde hatmettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas kendisine şöyle demiştir: “Bakara sûresini bir gecede okuyup onun üzerinde düşünmek ve onu tertîl ile okumak, dediğin şekilde okumaktan daha güzeldir (Acurrî, a.g.e., s. 82).

Bu arada ashâbın Kur’an’a mutlak bir bağlılıkla bağlı olduklarını, gelen emirlere ânında itaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Bu konuda pek çok misal zikretmek mümkündür. Bunlardan biri şöyledir:

Enes bin Mâlik şöyle diyor: Peygamber (s.a.s.), daha önce Kudüs’e doğru namaz kılıyordu. Bilâhare “(Ey Muhammed,) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni, hoşlandığın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.” (2/Bakara, 144) âyeti indi. Bu âyet indikten sonra biri, Seleme oğullarının yurdundan geçiyordu. Onlar mescide sabah namazına durmuşlardı ve o anda rükûda idiler. Namazın bir rekâtını kılmışlardı. O geçen kişi, kıblenin değiştiğine dair onlara seslendi. Rukûda oldukları halde hemen Kâbe’ye doğru yöneldiler (Müslim, Mesâcid 15).

İçkinin kesin olarak yasaklanması ve diğer emir ve nehiylerle ilgili âyetler indiğinde de aynı hassâsiyeti göstermişlerdir.            

Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âişe dedi ki: ‘Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...” âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (Buhârî, Tefsîru Sûre, (Nûr Sûresi Tefsiri), 6/136; Ebû Dâvud, Libas 32, h. no: 4101)

 

Ashâb zamanında Kur’an âyetleri üzerinde düşünmek ve onları anlamaya çalışmak hususunda herhangi bir kültür düzeyi aranmıyordu. Kur’an okuyan herkes, onu anlamak ve onunla amel etmek için çalışıyordu. Ancak herkesin böyle bir çaba içerisinde olması, hepsinin onu aynı düzeyde anladıkları anlamına gelmez. Anlamını bilmedikleri kelime veya terkipleri Peygamber hayatta iken ona, onun vefatından sonra ise birbirlerine soruyorlardı. 

Sahâbenin Kur’an’ı anlama düzeyleri birbirlerinden farklıydı. Ancak anlama düzeyi düşük olan da Kur’an’ı anlamaya çalışıyordu ve kimse ona, “niçin Kur’an’ı anlamak için uğraşıyorsun? Bu işten vazgeç, seviyen buna müsait değildir” demiyordu.

Dikkat çeken diğer bir husus ise, yanlış anlayanların hatalarını kabullenmeye hazır olmalarıdır. Bu, onların dine olan bağlılık ve samimiyetlerinin, ayrıca birbirlerine olan güvenlerinin göstergesidir.

Ashâb, Kur’an’ı anlamak için önce yine Kur’an’a müracaat ediyorlar. Sonra Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bu iki ana kaynakta bulamadıkları konu için ictihad ediyorlar (re’yleriyle hüküm veriyorlar)dı.    

Her kitap anlaşılmak için okunur. Dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmaması düşünülemez.

Asr-ı saâdet Müslümanlarının önyargısız olmaları, samimi ve kuvvetli bir imana sahip bulunmaları, Kur’an’ı daha doğru anlamalarını kolaylaştırıyordu.

Asr-ı saâdet Müslümanları, Kur’an’ı hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki nesillere aktarmakla yetinmemiş, her öğrendiklerini Peygamber’in gözetiminde hayatlarına uygulayarak sonraki nesillere İslâm’ın nasıl yaşanacağı konusunda model toplum olmuşlardı. Onlar, Kur’an’ı öğrenmeyi, onu anlamayı ve hayatlarına aktarmayı birlikte yürütmüşlerdi.

Kur’ân-ı Kerim, âyetleri üzerinde düşünmeyi, onu tedebbür ile okumayı emretmektedir. Sonu “düşünmüyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?” gibi ifadelerle biten birçok âyet vardır. Akıl, insana verilen en büyük nimetlerdendir. Bu nimetin şükrü ise, aklı kullanmak, yani düşünmektir (M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet’te İslâm, s. 217-236).

İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:

“Önce ibadet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere Kur’an’daki İlâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibadetin gerçek anlamını bilmemek yatar.  (Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77 (Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslam adlı eserinden naklen)

 

Allah'a inandığını söylediği halde O’na itaat etmeyenlerin durumu, şu askerin durumu gibidir: Komutan kendisine hayatî önemi olan bir planı verdikten sonra planın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O planın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsilerin cezasına.            

Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ashâb gibi canlı Kur’an olmaya çalışmalıdır.’ Bu devirde “müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, Kur’an’ın tâbî tuttuğu itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli Kur’an’a itaat; cehennemin sebebi Kur’an’a isyandır.

Ashâbın temel özelliği, kendilerini Kitab’ın ve Peygamber’in yönlendirmesidir. Onlar KİTAPLI nesildir. Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin  "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder."  (36/Yâsin, 65). “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan, yani Kur’an’dan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Kur’an’ın haber verdiği cehenneme gerçekten iman eden kimse de Kur’an’daki hükümlere itaat etmeyerek cehenneme doğru hızla koşmaz.       

 

Kur'an, Peygamberimiz'in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.

Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelâm olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...   

Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Câhiliye bataklığından Kur’an sâyesinde çıkıp dünyaya insanlık öğreten ashâb bunun canlı örneğidir. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nûruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

 

Ashâbı ashâb yapan Kur’an’dır. Saâdeti asra taşımak ve asr-ı saâdeti yaşamak için biz de Kur’an’a ashâb gibi sarılırsak sahâbeleşmiş oluruz. Onlara Allah’ın ihsânı olan dünyada devlete âhirette sonsuz nimete biz de kavuşuruz. Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silâhlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Gaddar, zâlim Ömer, Kur'an sâyesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermiştir. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran,   o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet oluşturmuşlardır.

Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır.

 

Ashâbın Kur’an’a yaklaşımı konusunda söylenmesi gereken bir husus da, ashâbın kayıtsız şartsız Kur’an’a teslim olması sâyesinde Kur’an’ın onların dünyasını da tümüyle güzelleştirmesidir. Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Cahiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir. (bkz. 3/Âl-i İmran, 154) Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir (bkz. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bkz. 33/Ahzâb, 33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?" (5/Mâide, 50). Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip Arap câhiliyyesini değiştirmeden o toplumda neler varsa, onlar modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

 Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılâb yapamıyor?! Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahâbe-i kiram gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan, çeşmenin yolunu unutmuş olabilir ama, çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.           

Bir ilâcın şifâya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifâdır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifâdır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbı nâmına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı nâmına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelam-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayât, hayâtların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlak, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. "Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17) Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan bir çok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155) Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  (Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341). 

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." (20/Tâhâ, 124).

Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcûdiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:

Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil ve hayâtımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.

Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'an-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak.)" (İbn Mâce, Hadis no: 4205)

Allah'ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.

Allah'ı biricik ma'bud; ortaksız ilâh kabul etmeyi, O'nun kitabı Kur'an'ın düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü'minlerin hayatından bir örnek verelim:

Asrımızın câhiliyyesi gibi karanlık bir câhiliyye hayatı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder: "Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber'in huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri "... artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?" (5/Mâide 90) cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve 'Vazgeçtik yâ Rabbi! Vazgeçtik yâ Rabbi!'  dediler." (İbn Kesir, 5/Mâide 90 âyetinin tefsiri).

    

Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe fedâ etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyyede yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)"  (20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155). (3)

Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun. 

 

 

Kur’an’da Kur’an

Kur'an, kendisini bir kılavuz, rehber olarak tanıtıyor. Kur'an, insanlara hayâtları boyunca takip etmeleri gereken esasları, yasaları gösteren ve onları teşvik eden bir kitaptır. Kur'an, akleden insanlar için bir öğüt ve hatırlatmadır. Kur'an'ı, kendi dilinden tanımaya çalışalım:

"Elif Lâm Râ; Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab’ın âyetleridir. Biz, onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Biz, bu Kur'an'ı sana vahyederek en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen bunlardan habersizdin." (12/Yûsuf, 1-2)

"Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır." (14/İbrahim, 1-2)

"Kur'an, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir." (68/Kalem, 52)

 

"Bu Kitap, hiç şüphesiz muttakiler için rehberdir." (2/Bakara, 2)

"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, tek bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir." (14/İbrahim, 52)

 

"De ki, Kur'an'ı Ruhul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından mü'minlerin imanlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak indirmiştir." (16/Nahl, 102)

 

"Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, muttakilere yol gösterme ve bir öğüttür." (3/Âl-i İmran, 138)

 

"Doğrusu size Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızâsını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir." (5/Mâide, 16)

 

"O halde Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Onların heveslerine uyma. Eğer yüzçevirirlerse bil ki, Allah, bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar." (5/Mâide, 49)

"İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155)

 

"Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlerde açıkladık. Belki sakınırlar veya onlara bir öğüt olur." (20/Tâhâ, 113)

 

"Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü şekillerde açıkladık. Ama insanların çoğu inkâr ederek yüzçevirirler." (17/İsrâ, 89)

 

"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hak ile bâtılın arasını ayıran ölçüyü indiren ne yücedir!" (25/Furkan, 1)

 

"De ki, bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve şifâdır." (41/Fussılet, 44)

 

"Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik." (17/İsrâ, 106)

 

"Rabbınızdan size indirilen Kitaba uyun; ondan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz." (7/A'râf, 3)

 

"O gün zâlim kişi ellerini ısırıp 'keşke Peygamber'le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun ki beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor.'  der. Peygamber: 'Ey Rabbım, doğrusu kavmim/toplumum bu Kur'an'ı terk etmişti.'  der." (25/Furkan, 27-30)

 

"Benim Kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman,  'Rabbim, beni niye kör olarak haşrettin? Oysa ben gören bir kimseydim'  der. Allah: 'İşte böyle, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun (önemsememiştin, arkana atmıştın) bugün de öylece unutulursun'  der." (20/Tâhâ, 124-126)

 

"Gerçekten, indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan sonra, onu gizleyen kimselere hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edenler lânet ederler. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler hariç. Onların tevbesini kabul ederim." (2/Bakara, 159-160)

 

"Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup da onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlarından arındırmaz. Onlara elem verici bir azap vardır." (2/Bakara, 174)

 

"Kur'an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de azabı indirmişizdir. Onlar Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. Rabbine and olsun ki mutlaka yaptıklarının hesabını hepsine soracağız. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir!" (15/Hicr, 90-94)

 

"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayâtında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir." (2/Bakara, 85)

 

"Onlar Kur'an'ı düşünmezler mi, yoksa kalpleri mi kilitli?" (47/Muhammed, 24)    

 

"Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17)

 

"Kim benim zikrimden (Kur’an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127) 

        

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nura, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (14/İbrahim, 1) "O (Kur'an) sizi zulumâttan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39) "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız." (65/Talâk, 11)

Vuslat, sayı 87, Eylül 2008

 

 

            Kur’an’sız Ramazan, İçi Boş Sahte Cennet Gibidir 

                                                                                  

                                                                                                       Ahmed Kalkan                                             

                                                                                                Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

                                                                                                              www.ahmedkalkan.net

Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım: Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır. Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. Teravih başta olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır sadakasının verildiği bereketli bir aydır. Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği cömertlik ayıdır. Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret ayıdır. Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir aydır. Ramazan, bir okuldur. Ama, Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor. Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır. “Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur'an onda indirilmiştir…” (2/Bakara, 185).

Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre (97/Kadr, 3), Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün olur.

Değeri Kur'an'dan kaynaklanan Ramazan, Kur'an'dan daha çok önemsenirken, Kur'an ihmal edilmiştir. Rasûlullah’ın ümmetinden şikâyetçi olacağı tek husus vardır: “(O gün) Peygamber şöyle der: ‘Ey Rabbim! Doğrusu benim toplumum, bu Kur’an’ı terk etmişti (uzak durmuş, onunla amel etmemişti).” (25/Furkan, 30)

Unutmayalım, Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.           

Ramazan, Kur’an’ın kendisine indiğini bilen ve ona göre hayatını tanzim eden kimselerin Ramazan’ıdır. Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da başka şeyleri Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini reddetmeyen kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan da yoktur bayram da. Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar.

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nûra, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (14/İbrahim, 1) "O (Kur'an) sizi zulumâttan nûra çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39) "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nûra çıkasınız." (65/Talâk, 11)

Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."  (5/Mâide, 45).  Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır.  Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlıklara götürür." (2/Bakara, 257). Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler"  (7/A'râf, 179) dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.

Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur. Fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nûruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.  

Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nûr" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır,  zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır.  "Kim Benim zikrimden (Kur’an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten (dünyada) görüyordum!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle (sen dünyada da mânen kördün). Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127) 

Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu, onlar Kitab’ın kendilerini ve toplumlarını eğitip yönlendirmesini istemezler. Kitabı öğretmesi gereken okullar Kitapsız okuldur; Kitabı göndereni ve Kitabı eğitime karıştırmazlar, O Kitab’ın yeri yoktur resmî kurumlarda. Mahkemeler, Meclis ve tüm kurumlar Kitapsız olduğu gibi, mü’minlerin elindeki (fazla fonksiyonu olmasa da) Kitab’ı (ç)almak için bin bir gerekçe ve hüküm koymaktan çekinmez. Devlet, Kitapsız devlettir. Kitabın bir âyetini, bir hükmünü bile uygulamaz. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder." (36/Yâsin, 65) “Kitabın ne?” sorusuna o gün Kitaptan uzak yaşayan insan "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, “Kitabım” diye iddia edilen Allah'ın Kitabı yerine, kişiye yön veren, o kimsenin O Kitap'tan fazla okuyup baktığı, etkilendiği, itaat edip uyduğu ne ise, insanın organları yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Bir ilke, bir kanun fert ve toplum hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."  (Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341) 

Hayat kitabımız Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübârek bir Kitaptır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155). Mü'min, Kur'an'ı, mûsikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir.

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." (20/Tâhâ, 124).

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifadır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşaya. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Son kullanma tarihi kıyâmet olan bu şifa kaynağı raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Tevhidî çizgide yaşamaya çalışan mü’minler Kitapsız değildir, Kitapsız olamazlar. Onları Kitabullah yönlendirir. Eğitimleri, cemaat çalışmaları Allah’ın Kitabını daha iyi anlamaya yöneliktir. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirler ve ona göre tercihlerini yaparlar. Onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığının bilinci içindedir. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat etmeye çalışırlar.          

Kur’an, muvahhid mü’minin başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır. Kur’an mü’minler için ana yasadır. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmez, edemez muvahhid kimse.

Ölü kitabı değildir Kitaplı mü’min için, muska kitabı değildir Kur’an. Hatmetmek için hatmetmenin Kitaplı olmaya yetmeyeceğini bilir muvahhid mü’min. Dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden Ramazanlarda Kur’an’ı kabından çıkarıp hatim etmeyle işin biteceğini hiç mi hiç düşünmez. Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdi. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü. “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bunlar, zâlimlerin hüsrânını, kayıplarını arttırır.” (17/İsrâ, 82). Kim gönlündeki, başta şirk olmak üzere, her çeşit mânevî hastalıkları Kur’an’la tedavi etmezse, Allah ona başka bir yoldan asla şifâ vermez. Âyette dünya, türlü hastalıklarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir doktora, Kur’an da şifâ veren ilaca benzetilmiştir. Kur’an’a itaat eden mü’min, bu âyetlerle şifaya ve rahmete kavuşur. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi de onun hastalığını arttıracaktır. 

Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktır Kitaplı mü’minlerin dertleri. Onlar Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okurlar. Bilirler ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir. Onlar Kur’an’ı yaşama niyetiyle okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul ederler. Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söyleyemez. Başkalarının, hata yapma ihtimali büyük olan beşerin, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasak kılamaz. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görseler, öyle bir eûzü çekerler ki, sadece cin şeytanları değil ins şeytanları da kaçar onlardan.

Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okurlar.

Sadece Kur’an’la yetişen “canlı Kur’an” sıfatına en lâyık şahsiyet, “Onun ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139) denilen Yüce Önderimiz Peygamberimiz’in izinden giden muvahhid mü’minler de canlı Kur’an olmaya, ahlâkını, yaşayışını tümüyle Kur’an’ın yön verdiği tevhidî inkılâbı her alanda gerçekleştirmeye aday olmaya çalışan insanlardır. Onlar bilirler ki, insanların en hayırlısı Kur’an’ı (metnini okumayı, anlamını, hükümlerini, nasıl yaşanacağını, çevreye nasıl hâkim kılınacağını) öğrenen ve başkalarına öğreten kimselerdir. Onların evleri Kur’an okuludur. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlar.

Bütün mûcizevî yönlerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhit olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermişti. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet olmuşlar ve en güzel medeniyet oluşturmuşlardı.

Ashâbı dirilten, canlandıran, adam eden Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.

Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da, hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak savunur. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâp, Kur'an'ın yaptığı inkılâp; en büyük inkılâpçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâpçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâp denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Câhiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir (bk. 3/Âl-i İmran, 154). Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir (bk. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bk. 33/Ahzâb, 33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?" (5/Mâide, 50). Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, hevâ ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

 Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık tevhidî bir inkılâp yapamıyor? Kur'an değişmemiştir, ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a ashâb gibi yönelmiyor.

Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.

Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.

Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan Kur'an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla açlık olacaktır.

Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)  

 

Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.  

Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.

Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı, yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/ayakta ölmeye çalışmalıyız.

Selâm olsun canlı Kur’an adayı (her yaştan) genç muvahhidlere! Kur’an talebesi olmayı hayat boyu sürdürecek, Kur’an’ı öğrenip öğretmeyi, yaşayıp yaşatmayı hiçbir hazineye değişmeyecek Kur’an dostlarına!

 

Kur'an Nesli Mescidinde Bu Hafta Haftanın Sohbetinde Rıdvan Dinçer "SÖZÜN EN GÜZELİ" konusunu

Cuma hutbesinde Şükrü Hüseyinoğlu ise "HAKEDİŞ SÛRESİ" konusunu işledi.

Bu sunumları aşağıdaki videolardan izleyebilirsiniz.

 

 

DEPREM Mİ YIKICI İNSAN MI? - HIZIR YILDIRIM

 

Deprem yağmur gibi, rüzgar gibi, yeryüzünün değişmez yasasıdır. İnsanı ürküten bir sarsıntısı vardır. Bize kıyameti ve mahşeri hatırlatır.

Yeraltı zenginlikleri gün yüzüne çıkarır gazlar ve elementler gibi. İnsan bundan faydalanması gerekirken; fay'ların üzerine yapılar inşa eder.

Halbuki yapı yerine ekim alanı yapsa daha çok ürün alır.

Gevşek zeminlerde yapı inşa etmek çok risklidir. Depreme dayanıklı ev inşa edilse bile yan yatma riski mevcuttur. Zemin etüdü muhakkak yapılmalıdır. Yapılaşma alanı ise kırsal alanda olması ve düz araziyi ekime açık olmalıdır. Bugün maalesef tam tersini yapıyoruz. 

Onun için insanoğlu hep acılar yaşıyor. Depremin bir dakikalık yıkıcı etkisi hem mala hemde cana onulmaz yaralar açmakta. Sağ kalanlar travma yaşıyor, yaralı kurtulan bir çoğu uzvunu kaybediyor ve piskolojik sorunlar yaşıyor; ölüm ise diri diri toprağa gömülmek gibi acılar içinde geliyor. Uzun süre enkaz altıda sağ kurtulanları ise yakından dinlemek lazım, enkaz altında ne yaşadın diye?

Yaşadığımız coğrafya deprem ile kuşatılmışsa dikkat etmek gerekmez mi? İnsan önce tedbir almalı, sonra takdir Allah'a olması gerekir. Ama bir çokları kader deyip yanlış yaptıklarını görmezden geliyor. Allah kuluna zülmetmez, kul kendine zülmeder. Allah kuluna şer dilemez, kul şerri kendi ister. Tedbirsizlik kader ve alın yazısı olamaz.

Dünya bir kaç gün kalacağımız imtihan alanı, bir kaç gün içinde ne yapmışsak ahiret yurduna onu götüreceğiz. Ya şer, yada hayır. İnsan hayrı istetiği gibi şerri de ister. İnsan aceleci yaratılmıştır. 

Kısacık dünya hayatında imtihanı kazanmak için insanın meşru işlere yönelmesi lazım; ölüm bizi ne zaman, nerde, nasıl, nerede bulacağını bilmiyoruz. Her an her şeye hazırlıklı olması lazımdır. Ecelin ertenmesi söz konusu değildir ancak; ihmalsizlik ile  insan ecelini öne alır.

"Depreme dayanıklı evler inşa edelim doğrusu budur da? Kendi vücut dizaynımız da harama dayanıklı mı? Şeytanın desiselerine karşı dayanıklı iman gücüne de sahipmiyiz? Kendi nefsimizin şer isteklerine karşı dayanıklı bir şekilde terbiye ile ıslah ettik mi? Kendimizi ve neslimizi dayanıklı ve koruyucu Kur'an ile besledik mi?.."

"Yoksa; kısa yoldan zengin olmak için insanlara mezar evleri mi sattık? Hırsızlık arsızlık gözlerimizi kör etti de  insanları görmemezlikten mi geldik?

Resülün sünnetini terkedip, Kur'an'ı mehcur mu bıraktık? Para hırsı, mal hırsı benliğimizi aldı da cehenneme ateş mi taşıdık? Yalan dolanla insanları kandırdık da; Allah nasıl görmezden gelindi? Oysa gözler kayıt altında, kulak dinleme ile, dil söylemek ile, eller ve ayak şahitlik ile kayıt altnda nasıl inkar edeceksin?.."

Diri diri gömülen insanlık ve geride yaralı gönüller bıraktı. Hayallerimiz, dünyalık işlerimiz, hırslarımız, makam ve şöhret, para, mal, mülk kazanma hırsı da enkaz altında kaldı. Şimdi yaraları sarma zamanı. 

Hayatımızın her alanında Allah olması gerekir besmele gibi, Allahû Ekber gibi, sübhanallah ve elhamdülillah gibi, Alemlerin Rabbi Rahman ve Rahim esması gibi. İbrahim (as) gibi Allah'ı dost ve vekil kılarsan unutma Allah hep seninledir. 

"Yoksa nefsinin esiri, ins şeytan, cins şeytan dostun olur, haberin olsun!" Hırsına yenik düşer ebedi helak olursun.

Deprem hocanın bize öğütleri: Allah'ın emri dışına çıkmayın, imanlı akıl nimeti ile sağlam işler yapın. Fay hattım üzerinde yapılar inşa etmeyin. Birbirlerine el uzatın, öldürmeyin, zina etmeyin, "Ey Allah'ın kulları kardeşler olun!.."

Çürük yapılarda ecel limitini tamamlamış, sağlam yapılarda olanlara yeni hayat bahşedilmiştir. 

Kurtarma ekipleriyle, yardım gönderen, tır şoförleri ile, makina ve operatör ile, her türlü yardıma koşan gönüllüler vs Rabbim hakiki imanla şereflenmeyi nasip etsin.

Müslüman kardeşlerimiz de Rabbim ecrinizi kat kat versin. Ölenlerimize rahmet, yaralılarımıza acil şifalar, geride kalanlarımıza da sabır, kalpleri marazlı olanlara da hidayet nasip eylesin.

"Ey deprem mağduru kardeşim, ayağa kalkacağız birlkte hem evimizi, hemde kendimizi inşa ve ıslah ile edeceğiz!.."

Yaklaşık 8 aydan bu yana 10’un üzerinde konferans verip bir o kadar da makale yayınlayarak, özellikle son on beş yılda önceki 30 yıllık tevhidî uyanış süreci birikimini, laik bir siyasi partiye ve şirkle hükmeden iktidarına destek uğruna harcayıp istikamet krizine giren tevhidî uyanış süreci öncülerinin durumunu ele almaya çalışmakta ve hallerini sorgulamaya çağırmaktayım. Tabii ki bu yanlışlarını kamuya açık biçimde yaymaya çalıştıkları için de isimlerini zikrederek, sürüklendikleri ilkesizlikler sonucunda topluma açık biçimde yaptıkları ifsad edici yönlendirme ve çağrılarla yaydıkları batıl fikirleri de açık biçimde ilmî ölçülerle eleştirerek emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluğumu yerine getirmeye gayret ediyorum.

Üstelik çoğuyla geçmişte birlikte olduğumuz bu kesimlerin ve rehber edindikleri “saray âlimleri”nin, girdikleri bu batıl yolu ve destekledikleri batıl iktidarı meşrulaştırmak amacıyla Allah’ın ayetlerini “te’vil ya da ictihad” adı altında nasıl tahrif ettiklerini ve böylece nasıl bir toplumsal yozlaşmanın müsebbibi olduklarını ilmî delilleriyle ortaya koymaya çalışmaktayım. Bütün yazı ve konuşmalarıma www.mehmetpamak.com adresinden ulaşabilirsiniz.

İşte bilinçli ve yeterliliği olan her müslümanın üzerine farz olan bu sorumluluğu, böyle kapsamlı biçimde yapan neredeyse yok gibidir. Hiç değilse yapana destek olup ya da yazılıp konuşulanları önce kendisi okuyup izleyerek, sonra da başkasıyla da paylaşarak hiç değilse ahirette Rabbine vereceği hesap için hazırlanan da son derece azdır. Bu sebeple, ben de destekledim ve ifsadın ıslahı için ben de böyle çaba gösterdim ya da yapana katkıda bulundum diyeceği bir mazereti hazırlamak amacıyla bu görevi yapmaya dolaylı katkı vermeyi bile belki ancak birkaç yüz adedi geçmeyecek kadar az kişi yerine getirmektedir.

Sonuçta da ifsad edici mesaj medyatik büyük imkânlarla milyonlara ulaşırken, bu ifsada karşı ıslah çabamız ve emr-i bi’il maruf mesajımız, toplamda bin adedin altında kalan sayıdaki kişiye ulaşabilmektedir. Makale ve konferansların altındaki izleme sayıları ibretlik biçimde bu konuda ne kadar büyük bir duyarsızlığın yaşanmakta olduğunu ortaya koymaktadır.

Bazıları ise, bunca ilkesizliği cüretkârca yaparak ve bağımsız kalması gereken İslami kimliği şirk ideoloji ve modelleriyle uzlaştırıp şirkle hükmeden iktidarların aktif destekçisi haline getirerek İslam’a ve tevhidî mücadeleye bu kadar büyük bir zarar verenlerin, açıktan yazıp söyleyerek yaptıklarını biz de aynı yöntemle yani isimlerini ve yazıp söylediklerini yine açıktan zikrederek ilmî ölçülerle eleştiriyoruz diye bize karşı çıkıyorlar. Onlara göre, bu kadar büyük bir ifsada ve yaygın yozlaşmaya sebep olsalar da, medyada yayınladıkları yazı ve konuşmalarıyla, gazetelerde yayınladıkları açık ilanlarda yer alan çağrılarıyla Allah’ın dinine ve İslâmî mücadeleye büyük zarar verseler de, hem davetin muhataplarını hem de tevhidî kesimleri şirkle hükmeden laik demokratik bir iktidara aktif destekçi ve taraf olmaya çağırsalar da bu kişilerin isimlerini zikrederek eleştiri yapmamız doğru değilmiş.

İşte biz de bu yazımızda, bu kadar büyük bir geriye gidişe ve ifsada yol açanların isimlerini zikrederek eleştirmemizin neden gerekli olduğunu ve hatta başka biçimde yapılmasının neden mümkün ve doğru olmadığını açıklamaya çalışacağız inşaAllah.

23 Aralık 2022 tarihinde İLKAV’da gerçekleşen Cuma konferansında “Bütün Rasûller, Toplumlarını Tuğyana Sürükleyip En Fazla Yozlaştıran İfsad Sebebini Islah Etme Çabası Üzerinden Tevhide Davet etmişlerdir” konusunu işlemiştim. Bu konferans videosu ve metni www.ilkav.org ve www.mehmetpamak.com internet sitelerinde yayınlanmış bulunmaktadır.

İşte bu yazımızda zikrettiğimiz Tâhâ Sûresi, 20/86-98 ve A’raf Sûresi, 7/148-154 arasındaki ayetlerden anlaşıldığı üzere, Mûsâ (a.s.) çok kısa süre aralarından ayrılıp Rabbi ile görüşmek ve vahiy almak üzere Tur-u Sina’ya gittiğinde, kavmi içinden çıkan bir saptırıcı zaten alışageldikleri Firavun kültüründe var olan puta tapmayı tekrar gündemlerine getiriyor. Kavmi Hârun’un (a.s.) uyarılarını da dinlemeyerek, hemen Samirî’nin, daha sonra Hz. Mûsâ’ya “nefsime uyarak yaptım” diyeceği buzağı heykeline tapmaya başlıyorlar.

Samirî’nin ayartmasıyla altın ziynetlerin eritilmesi suretiyle yapılan buzağı putuna tapmaya yöneliyorlar. Üstelik, Samirî de tevhid dinine karşı üretilen bütün statüko dinlerinin taktiğine başvurup diyor ki: “İşte sizin ve Mûsâ’nın ilahı budur.” “İlahı burada yanımızda olmasına rağmen Mûsâ gitmiş onu dağ başında arıyor. Mûsâ, Rabb’ine giden yolu şaşırdı ve nereden ona ulaşacağını unuttu.” Böylece kendi batıl dinini de Allah’ın dini ve dolayısıyla Musa’nın da diniymiş gibi sunan bir iftiraya başvurup kavmini bu dine tâbi olmaya ikna etmek için, şeytanın en etkili kandırma yolu olan “Allah ile aldatma” fitnesini kullanıyor.

Mûsâ (as) Tevhidî İstikametten Sapmış Olan Kavmine Döndüğünde, Kavmine Yönelik Genel Bir Sorgulama ve Eleştiriyi Müteakip Hesap Sormaya Öncelikle Kendisi de Peygamber Olan Kardeşi Hârun’dan Başlıyor

Mûsâ (a.s.) Tur-u Sina’dan döner dönmez bu büyük tevhidden sapmaya karşı hepsini hesaba çekiyor. Yanında getirdiği Tevrat levhalarını dahi bir kenara atıp önce yeniden tevhîdî bilinci ve imanı inşâ etme hareketine girişiyor. Çünkü istikametini kaybetmiş bir toplumun önüne Tevrat’ın içindeki şeriatı getirmenin bir anlamı olmayacaktı.

“Bunun üzerine Mûsâ, öfke dolu ve üzgün bir hâlde halkına döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz, size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Ayrılışımdan sonra) çok zaman mı geçti, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze uymadınız (ve buzağıya taptınız)?” dedi. (Tâhâ, 20/86)

Musa (as), bu genel sorgulamada, bir bakıma kavmini hali üzerine düşündürecek sorular yöneltiyor;  “Ey kavmim! Rabb’iniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Rabb’iniz benim vasıtamla size hem dünyada, hem de âhirette her türlü güzel âkıbetleri vaat etmedi mi? Rabb’iniz size bu dünyada özgürlük, zafer, kurtuluş, hidâyet sözü vermedi mi? Âhirette de cennet vaadinde bulunmadı mı? Rabb’inizin bu dünyada size açık desteğini gözlerinizle görmediniz mi? Firavun’un önünden kaçarken denizi yarıp sizi geçirmedi mi? Size Rabb’inizin yağdırdığı nimetlerin üzerinden çok bir zaman mı geçti ki hemen unuttunuz? Daha kısa süre önce, Firavunun elinde inim, inim inleyen sizler değil miydiniz?

Yoksa size Rabb’inizden bir gazabın inmesini mi istediniz? Rabbinizin gazabını celp edecek bir yola mı girmek istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız? Hani bir ahitleşmede bulunmuştuk. Hani benim getirdiğim hidayete tabi olacaktınız. Hani Allah’a kul olacaktınız. Hani sadece Allah’ı dinleyecektiniz. Hani benim örnekliğimde Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaktınız. Hani putlara tapınmayacaktınız. Hani Mısırdaki tüm pis alışkanlıklarınızı terk edecektiniz. Hani size egemen olan, size zulmeden güçlerin tanrılarını, yollarını bırakıp sadece Allah’a kul olacaktınız. Ne oldu? Nereye gitti o vaatler, o sözler?”[1]

Böylece Mûsâ (as), önce Samiri’ye kanarak istikametten sapan kavmine yönelik genel bir sorgulama ve onları halleri üzerinde düşündürmeye yönelik sorularla uyarmayı müteakip fiili hesap sorma işine önce kardeşi Hârun’dan başlıyor. Hiddetli bir uslûpla “Ey Hârun! Onların saptıklarını gördüğün zaman seni ne engelledi de, be­nim ardım sıra gelmedin. Emrime isyan mı ettin?” diyor. (Tâhâ, 20/92-93).

Levhaları attı ve kardeşi Hârun’un başından tutup kendisine doğru çekerek “bana böyle mi halef oldun? Ben seni yerime niye bırakmıştım? Tur’a giderken sen onlara göz kulak olasın diye, onlara nasihat ederek küfre ve isyana düşmelerini engelleyesin diye seni arkamda halef bırakmıştım. Sen ise benim yerime ne kötü halef oldun. Bu kavmimin buzağıya tapınmalarına, şirke düşmelerine göz yumup müsaade ettin” diyerek kardeşi Hârun’a çıkışmaya başladı.

Üstelik Sorgulamayı Hem Toplum Önünde Hem de Kafasından Tutup Sarsarak, Yani Fiziki Güç de Kullanarak Yapıyor

Bu hesap sorma sırasında onun kafasını tutup çekmeye başlıyor. Hz. Hârun bu sorgulamaya şu şekilde cevap veriyor: “Sakalımı, başımı tutma! Ben senin şöyle diyeceğinden korkmuştum: Isrâiloğulları’nın arasına ayrılık soktun, sözüme bağlı kalmadın!” (Tâhâ, 20/94). Mûsâ (as), İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına engel olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığı ve kendisinin ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade etmiş olabileceği zannıyla onu azarlıyor. Vekili olarak bu konudaki emrine bağlılık gösterip uygulamadığı için ona kızıyor. Hârun ise şu cevabı veriyor: “Ey anamın oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldürecek­lerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!” (A’râf, 7/150).

Hârun (a.s); “Ey anamın oğlu! Bu millet beni küçümsedi. Kavmim beni zayıflattı. Az kalsın neredeyse beni öldürüyorlardı. Düşmanlarımın gözleri önünde beni rezil etme. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma. Ve sakın beni bu zâlim toplumla bir sayma dedi. Beni bu zâlimlerle beraber kabul etme. Beni bu zâlimlerle aynı kefeye koyma! Benin bunlarla da yaptıkları bu şirkleriyle de uzaktan ve yakından bir ilgim, alâkam yoktur” diyordu.[2]

Anlaşılan odur ki, bu sorgulama ve tartaklama topluluk huzurun­da gerçekleşiyor. Hz. Hârun, “bu zalim toplumu bana güldürme” diyerek şirk koşanları zâ­lim olarak nitelemiştir. Çünkü şirk büyük zulümdür;[3] zulmü işleyen de zâlimdir. Onun içindir ki “bu zâlim toplum karşısında beni azarlama ey annemin oğlu. Bu zâlimler karşısında beni küçük düşürme. Ve sakın beni bu zâlimlerle bir tutma!” diyordu.

Sonuçta Hârun (as)’ın Masumiyetini Anlayıp Allah’tan Mağfiret Dileyerek İfsadın Asıl Faili Konumundaki Samirî’ye Yöneliyor

Hârun’un masumiyetini anlayan Mûsâ (as), ikisi için de Allah’tan bağışlanma diliyor. A’râf, 7/151. “Mûsâ” Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bize acı Sen merhametlilerin merhametlisisin” dedi.”

Hz Mûsâ’nın bu duasından da anlaşılıyor ki artık o kavim içinde onları şirke düşmekten engelleme konusunda elinden geleni yapan Hz. Hârun’un suçsuzluğu Mûsâ (a.s) tarafından da anlaşılmıştır. Onun içindir ki Mûsâ (a.s) sadece kendisi için değil aynı zamanda kardeşi Hârun için de dua ediyordu. Kendisi için de af diliyordu Allah’tan. Çünkü onu kendi yerine vekil tayin eden bizzat kendisiydi.

Hârun (as)’dan sonra Mûsâ (as) öfkesini ve tepkisini bu tuzağın asıl sahibi olan Samirî’ye yöneltiyor. İlk etapta ona yönelmeyip, onu sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda birinci derecede sorumlu olan kendi toplumuydu. Yapılan menfi propagandaya ve ifsada çağıranlara uymamaları gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Hârun’du. Kavmi böyle bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve işlerinden sorumlu olan kişiydi. Üstelik tevhidî inancı yaymak ve korumakla mükellefti. Samirî’ye gelince, onun suçu daha sonra gelirdi. Zira İsrailoğulları’nı zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını durdurmamıştı. Onları sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Halbuki onlar peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi. İkinci derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak üçüncü derecede sorumlu olabilirdi.

Ve Hz. Mûsâ, kızıp sorgulamaya çektiği kavminden sonra hesaba çekip gerekirse cezalandırma eylemini önce Harun’a en son olarak Samirî’ye yöneltmiş ve Samirî’yi İsrailoğulları topluluğundan kovduğunu açıklamış ve bu kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini ilan etmiştir. Bundan ötesini ise Allah’a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış olduğu ilahı konusunda ise ona şiddetle karşı çıkmıştır. “Artık gözüme gözükme! Kovuldun sen! Bundan böyle kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de öyle. -Hz. Mûsâ’nın dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve insanın kovulmuşluğunu ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da kimseye yanaşmamasını söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve ceza idi.  Yakılan ve suya atılan sahte ilah sahnesinden sonra Hz. Mûsâ gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.[4]

Taha, 20/98 – “Aslında sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah’dır. O’nun bilgisi her şeyi kapsamı içine almıştır.”

A’râf, 7/152 – “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır; iftira edenleri böylece cezalandırırız.”

Allah’ı bırakıp da buzağıya tapınanlar, buzağıyı kendilerine Rab edinenler, heykelleri Rab ve İlah kabul edenler, bu putların arkasında kendi egemenliklerini, kendi hevâ ve heveslerini, kendi düzenlerini putlaştıranlar, kendi yasalarını Allah yasalarının önüne geçirenler, kendi sistemlerini vahyin yerine ikâme edenler, bunlarla toplumlara yön vermeye, toplumların hayatlarını düzenlemeye çalışan kimselere Allah’tan bir gazap gelecektir. Allah’ın rahmetinden, Allah’ın yardımından uzak oluş gelecektir. Allah’ın rahmetinden mahrum oluş yanında bir de dünyada bir horluk, hakirlik ve zillet vardır onlar için.

Evet, heykellerin peşinden giden, heykelleri putlaştıran, heykelleri tanrılaştıran, buzağıları diken ve onların arkasında kendi fikirlerini, kendi görüşlerini putlaştıran, vahyi bırakıp da kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını putlaştıran hangi insan, hangi toplum olursa olsun onun âkıbeti Rablerinin rahmetinden mahrum olmak, Allah’ın gazabına maruz kalmak ve yeryüzünde aşağılık horluk ve zillet damgasını yemektir. Putların ya da putlaştırılmış insanların ilke, fikir ve yasalarının hâkim olduğu tüm toplumların akıbeti işte budur. Allah’ın hükmünü/yasalarını bırakıp insan yasalarını tercih eden toplumlar zillete ve meskenete mahkûm olacaklardır.[5]

Mûsâ (as), Halkının Önce Putperest İnançtan Vazgeçip Tekrar Tevhide Yönelmesini Sağladıktan Sonra Tevrat Levhalarını Bıraktığı Yerden Alıp Onun İçerdiği Şeriatı Gündemleştiriyor

Öncelikle tevhîdî daveti gündemleştirip iman ve istikamet zaafını ıslah ettikten sonra daha sonraki âyetlerde ifade edildiği üzere, Tevrat levhalarını elinden atıverdiği (bırakıverdiği) yerden alıp, iman ve istikamet sorunu çözülen toplumun gündemine hayatı inşâ edecek şer’î hükümleri getirdiğini Rabbimiz bize bildirmektedir.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da bu konuyu şu şekilde açıklamıştır: Anlaşılıyor ki, Hz. Mûsâ, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhîd inancının böyle kısa bir zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda bulunan Tevrat levhalarını geçici bir süre için bir tarafa bırakmıştır.

Böylece her şeyden önce kardeşini, sonra da başta Samirî olmak üzere bütün toplumu hesaba çekmek sûretiyle tevhîdi yeniden topluma hâkim kılma teşebbüsünde bulunmuştur. Mûsâ, kavmine yönelik yeniden bir tevhîdî dâvet gerçekleştirir, tevhidden sapmış toplumun istikameti düzeldikten, yani tevhîdi yeniden kabul, idrak ve iman etmeleri sağlandıktan sonra Tevrat levhalarını bıraktığı yerden aldığını ifade eder.[6]

Yani Mûsâ (as), yokluğunda yeniden putperestliğe dönmüş olan kavmini, önce kardeşi Hârunu’u sorgulayıp suçu olmadığını anladıktan sonra bu sapmaya sebep olan Samirî’yi ve ürettiği buzağı putunu hedef yapmak suretiyle, toplumda nükseden putperestlik sapmasını ıslah çabasını öne çıkararak tevhidi davetini tekrarlamıştır.

Tevhid’den Saparak Geleneksel ve Modern Cahiliye’ye Teslim Oldukları Halde Kendisini İslam’a Nispet Edenlerin Çoğunlukta Olduğu Bu Toplumda da Aynı Yol İzlenmelidir

Bugün içinde yaşadığımız toplumda da, Müslüman olduğunu zannedenlerin hatta beş vakit namaz kılanların bile büyük çoğunluğunda istikamet krizi yaşanmaktadır, iman konusunda büyük bir cehalet ve istikametten sapma söz konusudur. Allah’ın dini adına topluma egemen olan statüko dini olarak, bir taraftan geleneksel hurafelerle şeyhlerden oluşan putlar, diğer taraftan da modern cahiliye olarak ortaya çıkan seküler demokrasi putperestliği toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Yani yüzyıllardır ve özellikle günümüzde yüzlerce Samirî çıkmış ve sürekli yeni putlar üreterek insanlığın ve özellikle de “Müslümanım” diyenlerin Kur’an ve sünnetten koparak bu putların ve laiklik, Kemalizm, sekülerizm, kapitalizm, sosyalizm, demokrasi, ulusalcılık, sağcılık, solculuk, muhafazakârlık vb. hevayı ve tağutları ilahlaştıran putperest ideolojilerin peşinde yozlaşmalarına sebep olmuşlardır.

Bu sebeple, tevhidî daveti bu topluma götürmek sorumluluğunu taşıyan muvahhidlere düşen görev, bu daveti bu iki cahiliye sapmasını ve bir nevi putperestliğini ifşa edip toplumu bunlardan arınmaya çağırma ve yalnız Allah’a kul olarak O’nun tevhid dinine teslim olma ekseninde gerçekleştirmektir. Yani çağdaş Samirîleri ve geleneksel ve modern putperestliklerini ifşa ve itiraz edip tevhid mesajını gündemleştirmek omuzlarımızdaki en büyük sorumluluktur. Buna rağmen son on beş yıldaki ilave sekülerleşme, laikleşme ve yozlaşmanın sebebi, tevhidî daveti bu topluma ulaştırması gerekenlerin de laik, demokrat, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr kitlelere eklemlenip onlarla birlikte şirkle hükmeden laik demokratik iktidarların destekçisi konumuna savrulmaları olmuştur.

Evet, özellikle son 15 yılda tevhid davetçilerinin bile büyük kısmı, demokrasiyi ödünç almak zorundayız diyerek ya da İslam’ın şura kavramıyla örtüştürme zulmünü işleyerek, demokrasi adı altındaki hevayı ilah edinen modern cahiliyeye aktif destekçi haline gelmişlerdir. Demokrasiden başka çaremiz yok çaresizliğini üretip gardiyanlardan en iyisini seçmek zorundayız söylemiyle hevanın ilahlığı demek olan demokrasi putunu İslam’ın içine taşımaya kalkışarak büyük bir ifsada yol açmışlardır. Bu sebeple, artık bu konuda daha fazla çalışmak ve daha fazla uyarmak sorumluğumuz vardır.

Batıla doğru bu büyük dönüşüm ve savrulma, öncelikle tevhidî kesimde yol açtığı zihinsel kirlenme, amellerde meydana getirdiği çürüme ve yozlaşma sonucunda, hem 30-40 yıllık tevhidî uyanış süreci birikiminin sistem içi batıl siyaset zemininde harcanmasına, hem de zaten geleneksel ve modern cahiliyeyi yaşamakta olan kitlelerin de oldukları yerde daha fazla kalıcı olmalarına sebep olmuştur. Tabii ki, İslâm’a aykırı bir sapmayı yaşayarak, ama İslam adına destek verilen ve üstelik sürekli biçimde İslam’ı laik, kapitalist, ulusalcı politikaları için araçsallaştırıp istismar eden hükümetin, yolsuzluk, yoksulluk, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik üreten bu laik, demokratik uygulamalarının faturasının haksız yere İslam’a kesilmesine yol açtıkları için, yeni nesillerin çok daha ileri derecede İslam’dan uzaklaşmalarına ve hatta deizme kadar sapmalarına yol açılmıştır.

Yaşanan Büyük İfsad ve Yozlaşma Sebebiyle, Mûsâ (as)’ın Önce Hârun’a Hesap Sorduğu Gibi, Önce Bu Yozlaşmanın Müsebbibi Olan Tevhidî Uyanış Süreci Öncülerini ve “Âlim” Rolündekileri Hesaba Çekmemiz Gerekmektedir

Tıpkı Mûsâ (as) misali, bizim de çağımızın kemalizmi, ulusalcığı, laikliği ve demokrasiyi put edinen ve topluma da dayatan Samirî konumundakileri hedef almadan önce bu toplumda yıllarca birlikte olduğumuz ve tevhidî uyanış sürecini birlikte yürüttüğümüz halde ilkesizlik yaparak istikamet krizine girip sistemin laik partilerinin destekçiliğine savrulanları hesaba çekmemiz gerekmiyor mu?

Samirîlerin ürettikleri put ideoloji ve modellere aktif destekçi olan ve hatta Samirî’nin ürettiği putu meşrulaştırmak amacıyla “Mûsâ’nın da Rabbi bu, ama yanlış yaparak Tur-u Sina’ya gidip oralarda arıyor” dediği gibi, “demokrasinin şûra adı altında aslında İslam’da da var olduğunu ya da İslam’a da uygun olduğunu yahut da ödünç alınıp kullanabilecekleri bir model olduğunu iddia ve iftira eden düşünceler uyduran, Allah’ın açık hükmüne rağmen laik demokratik devlette şirkle hükmedenleri, heva ve hevesi ilahlaştırarak teşri’de bulunanları mü’min, muvahhid, Müslüman ilan eden” tevhidî gruplardan, “âlim” diye bilinen hocalardan ve  “muvahhid öncüler” den hesap sormamız gerekmiyor mu?

Düşünün hele, Mûsâ (as) sorgulayıp hesap sormaya, neden önce Samirî’den değil de önce Hârun (as)’dan başlıyor? Üstelik o da bir peygamber olduğu halde neden öncelikle Hârun’u hesaba çekiyor? Hem de sadece fikir bazında sorgulamakla dahi kalmayıp kafasından tutarak sert biçimde fiziki olarak da sarsarak hesap soracak kadar Hârun’a kızmasının sebebi nedir? Çünkü Hârun (as), o toplumda tevhidî daveti yaymakla ve toplumu o istikamette tutmakla öncelikle görevli bir şahsiyettir. İşte Mûsâ (as), haklı olarak bu görevini yapmadığı zannıyla öncelikle ilk hesap sorulması gereken kişi olarak ona yöneliyor. 

Peki, Mûsâ (as), Hârun (as) bir peygamber olduğu halde ve üstelik sadece görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimaline binaen ona en sert biçimde hesap soruyorken, biz,

  • özellikle de son on beş yılda, çağdaş demokrasi putperestliğine aktif destekçilik yapan,
  • üstelik bu yaptıklarını haklı göstermek amacıyla Allah’ın ayetlerini ve İslam’ın kavramlarını tevil edeyim derken tahrif eden,
  • İslam’ı araçsallaştırarak modern cahiliye modellerini meşrulaştırmaya çalışanlara,
  • “hoca”, “âlim” olarak bilinen ya da “tevhidî grupların öncüleri” olan kişilere,
  • neden eleştiri yapmayalım ve neden yanlışlarını ilmî delillerle ortaya koymayalım?

Bazı Müslümanlar, Allah’ın (c) emrettiği ve Rasûlullah’ın (s) Kur’an’daki büyük tehditleri hatırlatıp uyardığı “emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” sorumluluğunu kendileri de yapması gerekirken, ihmal etmekle kalmayıp üstelik bizim yapmamızdan da rahatsız olmaktadırlar, neden? Rasûllerin örnekliğini de Kur’an ve sünnetin yüklediği imânî görevi de dışlayan, hatta engellemeye çalışan bu anlayış İslamî olabilir mi?

Ayrıca Mûsâ (as)’ın gerçeği bilmediği için öncelikle suçlayıp hesaba çektiği kardeşi Hârun (as), bir yanlışı yaptığı ya da göz yumduğu için değil sadece temsili konumu ve sorumluluğuna binaen görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimali sebebiyle sorguya çekilmiştir.

Günümüzde ise, bizim “emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevimiz gereğince ilmî eleştirilerimizin hedefi yaptıklarımızın, hem davetin muhataplarını hem de bizzat kendilerini ve tevhidî kesimdeki çevrelerini laik Kemalist ve kapitalist bir partinin aktif destekçisi haline getirmek suçunu işledikleri, belgelerle ortaya konmuş bulunan kesin bir gerçekliktir.

 

Rasûlullah(s) Döneminde Yanlış Yapan Ashab’ın Toplumsal Alanda Uyarılıp Cezalandırılmasına Dair Örnek

Tebük seferi, diğer tüm seferlerden, harekâtlardan ve hatta savaşlardan çok ayrıcalıklı bir öneme sahipti. Farklı olmasını sağlayan önemli özelliklerinden bazılarını, yolculuğun çok uzun olması, bu uzun yolculuğun başta sıcak ve açlık olmak üzere son derece ağır zorluklar eşliğinde gerçekleştirilmesi, savaşılacağı düşünülen ordunun dünyanın en büyük devletinin ordusu olması oluşturuyordu. Çıkılan sefer ölüme gidişten farksız gibiydi. İşte böylesi zorluklarla dolu sefere çıkmak ancak Allah (c) ve Rasûlüne (s) içten gelerek iman etmiş, imanlarını ‘işittik ve itaat ettik’ teslimiyeti düzeyine çıkarmış müminlerin yapabileceği bir şeydi. Bu yüzden münafıklar bu seferden uzak durup Medine’de kalmayı tercih etmişlerdi.

Fakat Tebük’ten dönülünce anlaşıldı ki, esasen Müslüman olmalarına, imanlarındaki samimiyetlerini daha önce birçok vesileyle ispatlamalarına rağmen, üç kişi daha Medine’de kalmıştı.

Bunlar Kâ’b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye isimli kişilerdi. Üçü de imanlarından kuşku duyulmayan kimselerdi. Daha önce birçok kez Müslümanlıklarının gereğine göre davranmış, birçok zorluğa imanlarının gereği olarak göğüs germişlerdi. Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de Rasûlüllah’a beyat etmiş ilk Müslümanlardandı. Tebük seferinden önce gerçekleşen savaşlardan sadece Bedir’e katılamamış, diğer tüm savaşlarda Rasûlüllah’ın (s) yanında yer almıştı. Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye de iman-küfür ayrımında ölçü olan Bedir savaşına katılmış Müslümanlardandı. İkisi de Tebük seferinden önce gerçekleşen tüm savaşlara katılmışlar, şehit olmak için isteyerek ölümün üzerine atılmışlar ve imanlarındaki samimiyetlerini tekrar tekrar ispatlamışlardı.

Ancak ne var ki, bu üç Müslüman, münafıklar gibi, Medine’de kalmış ve Tebük seferine katılmamışlardı. Münafık olmadıkları halde, münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu nedenle ordunun Medine’den ayrılıp Tebük’e doğru hareket ettiği günden beri günahlarının ağırlığı altında eziliyor, ne yapacaklarını bilemez hale gelmiş bulunuyorlardı.

Söz konusu üç kişinin Medine’de kalmalarının haklı bir gerekçesi yoktu. Üçü de son derece basit bir nedenden dolayı sefere katılamamışlardı. Sefere katılmama nedenleri, hazırlıklar sırasında ağır davranmaları ve hazırlıklarını tamamlayamamalarıydı. Şimdi ihmalkârlıklarının cezasını çekiyorlardı.

Rasûlüllah, münafıkların gerekçelerinin ve özürlerin sahte olduğunu bildiği halde, olumsuz bir şey demedi. Herhangi bir eleştiride bulunmadı. Nasıl olsa herkesin imanındaki samimiyet durumu, kişilik ve karakterinin özelliği ortaya çıkmıştı. Tebük seferi herkesin içyüzünü ortaya sermişti. Bundan böyle Müslümanların münafıklara karşı daha mesafeli ve daha ihtiyatlı olacakları kesindi.

Rasûlüllah’ın yanına özür dilemek için gelenler arasında ihmalkârlıkları nedeniyle Medine’de kalmış üç Müslüman da vardı. Durumları her açıdan kötüydü. Hem Medine’de kalarak münafıklarla aynı safta görüntü vermişler ve hem de şimdi sahte özür bildiren münafıklarla birlikte özür dilemek zorunda kalarak görünüşteki olumsuz durumlarını daha da pekiştirmişlerdi. Bu üç Müslüman hata ve günahları nedeniyle özür dilemekten çekinmezlerdi. İmanları özür dilemeyi kendileri için bir ibadet kılmıştı. Ama bu şekilde özür dilemek, münafıkların sahte özürler dile getirdikleri bir anda ve ortamda, üstelik aynı sebepten dolayı özür dilemek zorunda kalmak, katlanılması zor bir durumdu. Durumları her açından kendilerinin münafıklarla benzer durumda olduğunu gösteriyordu. Ama öyle değillerdi. İmanlarında samimiydiler. Bu nedenle de üzgündüler. Üzüntülerinden, utançlarından ne yapacaklarını bilemez haldeydiler, perişandılar.

Rasûlüllah, tüm Müslümanlara bu üç kişiyle görüşmelerini ve konuşmalarını yasakladı. Rasûlüllah’ın bu yasağı ayetin gereğiydi. Çünkü o günlerde vahyolunan bir ayet, sefere katılmayıp Medine’de kalan ve daha sonra da yalan gerekçelerle özür dileyip kendilerini affettirmek isteyen münafıklarla görüşülmesini ve konuşulmasını yasaklamıştı. (Tevbe, 9:94, 95). Rasûlüllah ayetin emri gereği söz konusu üç Müslümanla konuşulmasını ve görüşülmesini yasakladı. Selam verilmiyor, selamları alınmıyordu. Çünkü o aşamada bu üçü de münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu yasağı ve takip eden günleri Kâ’b b. Mâlik şöyle anlatmıştır: Rasûlüllah sefere katılmayıp geride kalanlarla konuşulmasını yasakladı. Bunun üzerine tüm Müslümanlar bizden uzak durmaya ve konuşmamaya başladılar. Bizi görünce yüzlerini ekşitiyor, sırtlarını dönüyorlardı. Bu dayanılması zor bir durumdu… Bu hâl elli gün devam etti. Diğer iki arkadaşım evlerine kapandılar. Hiç dışarı çıkmıyorlardı. Sürekli ağlıyorlardı.

Müslümanların bizimle ilişkiyi kesip, konuşmamaya başlamalarının üzerinden kırk gün geçmişti. O gün Huzeyme b. Sabit gelerek, Rasûlüllah’ın, eşimden ayrılmamı emrettiğini bildirdi. ‘Eşimi boşamam mı gerekiyor?’ diye sordum. ‘Hayır! Boşaman gerekmiyor. Ayrı kalman yeterli’ dedi. Rasûlüllah’ın diğer iki arkadaşıma da aynı emri verdiğini öğrendim. Eşime ‘Kalk anne ve babanın yanına git. Allah durumumu açıklığa kavuşturana kadar da orada kal’ dedim.

Hilâl b. Umeyye iyi bir Müslümandı. Allah ve Rasûlüne sevgisi derindi. Hatası nedeniyle sürekli ağlıyordu. Yakınları ağlamaktan öleceğini düşünmeye başlamışlardı. Üstelik yemiyor, içmiyor; sürekli oruç tutuyordu. Çoğu zaman iftar yapmadan az bir sütle iki gün peş peşe oruç tuttuğu oluyordu. Geceleri hep namaz kılıyor ve affını diliyordu. Ayrıca kendisinden dolayı hiç kimsenin Rasûlüllah’ın emrine muhalif davranmasına vesile olmamak için evinden dışarı çıkmıyor, hiç kimsenin yanına gitmiyordu.

Fakat Hilâl yaşlı, kendi işini görmekten aciz birisiydi. Karısı onun bu durumuna üzülerek Rasûlüllah’tan Hilâl’in işlerini görmek için yanında kalmasına müsaade edilmesini istedi. Rasûlüllah kadına izni verdi.

Müslümanların bizimle ilişkiyi kesmelerinin, konuşmayı terk etmelerinin ellinci günüydü. Sabah namazını kılmış evin damındaki çardakta oturuyordum. Sıkıntım büyüktü; dayanılmaz bir hâl almıştı. Bütün yeryüzü tüm genişliğine rağmen dar geliyor, beni sıkıp sıkıp bırakıyordu. Derin düşüncelere dalmış bir haldeyken ‘Ey Kâ’b! Müjde’ diye bağırıldığını duydum. Hemen secdeye kapandım ve şükrettim. Anladım ki affedilmiştim; artık genişlik, ferahlık gelmişti.

Münafıklarla aynı konuma düşen üç Müslümanın durumunu açıklığa kavuşturan ve affedildiklerini bildiren ayet o gece vahyolunmuştu. (Tevbe, 9:117-119) Rasûlüllah müjdeyi sabah namazı sonrasında cemaate bildirerek, affedildiklerinin üç Müslümana iletilmesini istemişti.[7]

Hz. Ömer’in Halifeyken Hem de Hutbede Eleştirilmesine Dair Örnekler

İlk Halifeler döneminde (Üçüncü Halife dönemindeki bazı yanlışlar hariç tutulacak olursa), genelde Rasûlullah’ın (s) zamanındaki temel vahyi ilkelere ve Rasûlün güzel örnekliğine uyularak bu örneklik devam ettirilmiştir. Ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.

Hz. Ömer (ra) bir gün hutbede cemaate şöyle seslendi: “Ben haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaat içinden bir sahabe kalkarak cevap verdi: “Seni kılıcımla düzeltirim ya Ömer!” Hz. Ömer ellerini açarak;  “Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki ben Senden gaflete düşersem, Senin adaletinden ayrılırsam, beni kılıcıyla doğrultacak cemaate sahibim” diye şükretti.[8]

Bizler hep Hz. Ömer’in bu kıssasında Hz. Ömer’e odaklanırız nedense. Düşünmeyiz koskoca bir devlet başkanı ve karşısında devlet başkanından hesap soran zayıf bir insan. Bir kere yanlışı bulmak ve düzeltebilmek için ilim sahibi olması lazım insanın. İkincisi bu yanlışı hiçbir şeyden korkmadan ve kimseden çekinmeden dile getirme cesareti olmalı. Bu cesareti gösteren insanın varlığı önemli ama, Hz. Ömer’in adil duruşu da bu cesarete fırsat veren bir zemin oluşturuyor. Bu söz karşısında Hz. Ömer ne yapıyor, statükolaşan düzenlerin yöneticilerinin yaptıkları gibi, “sen kim oluyorsun da beni kılıçla düzeltme hadsizliği gösteriyorsun” deyip bağırıp çağırmak yerine, etrafında hatasını gösterebilecek ölçüde hakkı, hakkaniyeti bilen, ilmi seviyesi ve sorumluluk bilinici yüksek insanlar olduğu için Rabbine şükrediyor.

İşte bu biçimde örnekliklerle dolu adil yönetimiyle tarihe geçen Ömer (ra) halifeliği sırasında yine bir Cuma hutbesi irad etmek için ayağa kalkar. Cemaate seslenerek: “Ey cemaat beni dinleyin!” der. Cemaatten bir sahabe Halife Ömer’e: “Ey Ömer! Seni dinlemiyoruz.” diye bağırır. Ömer (ra) ise “sen kim oluyorsun da hutbede sözümü kesiyorsun hadsiz” diye bir çıkış yapmak yerine, o kişiye yönelerek: “Neden dinlemiyorsunuz” diye sorar. O sahabe: “Herkese, ganimetten elbiselik eşit kumaş düştüğü ve bu eşit kumaşları eşit olarak sen dağıttığın halde, kendi vücudun daha geniş, benim vücudum daha zayıf olmasına rağmen, ben bu ganimet kumaşından kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Sen ise daha iri vücutlu olduğun halde diktirmişsin. Görülüyor ki sen, kendine daha fazla kumaş almışsın. Devlet malına tecavüz ettiğin için seni dinlemiyoruz” diyerek, Halife Ömer’i protesto eder.

Hz. Ömer de kendisini savunmak için o sırada camide gördüğü oğlu Abdullah’a seslenerek: “Ey Abdullah, gerçeği halka anlat” der. Abdullah ayağa kalkarak: “Kendi rızasıyla, kendi hissesini babasına verdiğini, babasının da bu iki hisseyi birleştirerek kendisine bir elbise diktirdiğini açıklar.” Bu açıklama üzerine protestocu sahabe Halife Hz. Ömer’e: “Şimdi anlat ey Ömer! Artık seni dinleyebiliriz” der.[9]

Yine bir gün Hz. Ömer (r.a.), Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh (s) Efendimiz’in minberine çıkıp cemâate hutbe îrâd etmiş, hutbesinde Müslümânlara, evlenirken mehri azaltmalarını söylemişti. Kadın cemâatten uzun boylu bir hanım çıkıp: “Ey Ömer, bunu söylemeğe hakkın yoktur!” demiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den kadının mihr hakkına dir âyet-i kerîmeleri delîl göstermişti. Bunun üzerine Halîfe Ömer: “Allâh Allâh! Kadın, Ömer’le mübâhase etmiş (karşılıklı fikir söylemiş, konuşmuş) ve onu susturmuş!” diyerek sözünü geri almıştı.[10]

Bu üç örnekte de görüldüğü gibi, ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı “emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker” sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.

Halife Ömer (ra), sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbe okuyamıyorken, daha sonraki saltanat sürecinde haksız kazançlarla lüks ve israf içinde yaşanan saray hayatının ve mazlum halkların sömürülmesinin temsilcisi sultanlar adına hutbe okunması konumuna doğru büyük bir sapma yaşanmıştır. Bu süreçte hutbeler, sultanların İslamî ölçülere uygun olmayan iktidarlarını meşrulaştırmak amacıyla araçsallaştırılmıştır.

Bugün ise, aynı biçimde haksız kazançlarla yine saraylarda lüks ve israf içinde yaşayan laik kapitalist iktidarlara, sırtlarındaki elbisenin hesabını sormayı bırakın öncelikle şirkle hükmetmelerinin, sonra da yaygın sömürü, israf ve adaletsizliklerinin hesabını sorması gereken “muvahhidler”, tam tersini yaparak bu iktidarların desteklenmesi gereken “ümmetin umudu” ve “Müslüman” yöneticiler olduğuna dair “yalancı” şahidlik yapabilmekte ve insanları bu iktidarlardan yana olmaya davet edebilmektedirler.

Buna Rağmen, Bizim, Rasullerin Yolunu İzleyerek, Bugünkü Toplumdaki En Büyük İfsad Sebebi Olan Modern Cahiliye Sapması Laik Demokrasi Putperestliğine ve Samirî Gibi Onu Meşrulaştırmaya Çalışan Kimi “Hoca” ve “İslamcılar”a ya da Bu Cahiliyeye Aktif Destekçilik Yaparak Aynı İfsadın Müslümanları da Kuşatmasına Sebep Olan “Öncü”lere Yönelik Haklı Eleştirilerimize Tahammül Edemeyenler Çıkabiliyor

Evet, buna rağmen bazıları, “Mûsâ (as)’ın Hârun’u sorgulaması ve hesap sorması bizi bağlamaz”, “Rasûlüllah’ın (s), bugün “hoca”, “âlim” ve “tevhidî uyanış süreci öncüleri tarafından yapılan büyük ilkesizlik, sapma, tahrifat ve ifsada nazaran daha basit bir ihmalkârlık sebebiyle ashabına gösterdiği ve toplumun tamamını da ilgilendiren tepki ve verdiği toplumsal boyutu olan cezadan bize bir ders çıkmaz”  dercesine, “biz batıla destekçilik yaparak çağdaş Samirî’lerin peşinde demokrasi putperestliğini ve tâğûtî yönetimi meşrulaştırmaya sürüklenen günümüz “öncülerini”, “hocalarını” ve “muvahhidleri”ni eleştirmemeliyiz” diyebiliyorlar.

Üstelik sadece bunları eleştirmeye karşı çıkmakla da kalmayıp bizzat günümüzde Samirî rolü oynayarak dindar kesimlerin laikleşip demokratikleşmesine sebep olanların eleştirilmesine de karşı çıkıyorlar. Hatta “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeseler de laik yasa yapıcıların, haramları helal sayan teşri’de bulunanların Müslüman olduklarını ispat emek ve meşrulaştırmak için Allah’ın ayetlerini te’vil ve ictihad adı altında tahrif edenlerin” yaptıkları bu yanlışlara yönelik ilmî eleştirilerimize bile tahammül edemiyorlar.

Onların tercih ettikleri bu tutum, ilginç biçimde “Abdülmuttalip mantığı”nı çağrıştırıyor. Hani Ebrehe fillerle destekli ordusuyla Allah’ın beyti Ka’be’yi yıkmaya geldiğinde, önüne denk gelen alandaki onun develerini de gasp etmişti. Bunun üzerine bir hışımla Ka’be önlerinde konaklamış Ebrehe’nin çadırına giren Abdülmuttalip karşısında şaşıran Ebrehe “ne istiyorsun?” dediğinde, “develerimi istiyorum” deyivermişti. İşte bu tutum karşısında şaşkına dönen Ebrehe o tarihi sözü orada söyleyip “ben senin ve atalarının dininin Ka’be’sini yıkmaya geldim, sen ise develerinin peşine düşmüşsün”. Bunun üzerine Abdüllmuttalip “develer benim ben onları istiyorum, Ka’be Allah’ın, O, Ka’besini korur” diyor ve bu mantık yüzyıllardır olumlu bir imajla aktarılınca, birçok Müslüman işine gelince bu mantığa sığınıveriyor.

Allah’ın dinine zarar verilmesine engel olma sorumluluğu ile kimi kişilerin ifsad edici tutumları çatıştığında, o kişilerin savunucuları adeta aynı mantıkla, bu kişileri savunmaya kalkışmaktadırlar. Adeta, “Allah’ın dinine kim ne yaparsa yapsın sana ne? Sen karışma, Allah dinini korur” dercesine Allah’ın dinine zarar verenleri savunmaya geçmektedirler.

Kendilerine, çıkarlarına, sevdiklerine ya da önemsedikleri “hoca”lara bir şey söylense, bir zarar verilse ya da bir eleştiri yapılsa aslan kesilerek itiraz edip hesap soranlar, birileri Allah’ın dinine bir zarar verse, susuyor ya da görmezden geliyorlar. İmanî bir sorumlulukla İslam’a verilen zararı engellemeye ve ifsadı ıslah etmeye, İslam’a zarar verenleri ifşa edip ilmî eleştirilerle bu yapılanların İslam’a uygun olmadığı hakikatini anlatmaya çalışanları ise, böyle bir hassasiyete gerek olmadığını, bu zararı verenleri eleştirmenin doğru olmadığını söyleyip engel olmaya kalkışıyorlar. Onların, “hocalarımız” ya da “muvahhid kardeşlerimiz” olarak gözetilmeleri gerektiğini, kamuya açık biçimde isimleri zikredilerek eleştirilmelerinin doğru olmadığını ifade ediyorlar.

Böylece, medya ve sosyal medyada kamuya açık hitaplarla yazıp konuşarak, batıl sistemlere ve modellere destekçi olmaya ve yine aynı biçimde açıkça yazıp konuşarak, üstelik Allah’ın ayetlerini de tahrif edip laik demokratik hükümetlere taraf olmaya çağıranları, batıl ile hükmedenlere meşruiyet kazandırmaya çalışanları, bu şekilde korumaya alıp ilmî olarak eleştirilmelerini bile engellemeye kalkışmaları, ister istemez şunları düşündürüyor; acaba onları Allah’ın dininden daha fazla mı seviyor ve önemsiyorlar? Ya da Abdulmuttalip mantığıyla kendilerine ait olanı, yakın bulduklarını (develerini) korumaya alıp “din Allah’ın, Allah dinini korur” demeye mi çalışıyorlar?

Üstelik böyle yapmakla, korumaya çalıştıkları “hoca” ve “öncüler”i, “âlim”leri ve “İslamcılar”ı Hârun (as)’dan daha üstte görmüş oluyorlar. Mûsâ (as) o da bir peygamber olduğu halde öz kardeşi Hârun’u sorgulamayı;

  • hem daha suçlu olduğu dahi belli değilken, sadece temsil ettiği İslamî sorumluluk sebebiyle,
  • hem de fizikî güç de kullanarak ve kafasını çekip sarsarak gerçekleştirmekte,
  • üstelik bütün bunları toplum içinde ve kamuya açık bir alanda yapmaktadır.

Tarihte yaşanan ve kimi peygamber, kimi emirü’l mü’minin, kimisi de sahabeden saygıdeğer şahsiyetler olan kişilere yönelik, hem de işledikleri sabit olmayan yanlış amelleri sebebiyle toplum içinde hesap sorma ve hatta kimine ceza uygulama örnekleri, işte böyle, hep kamuya açık biçimde gerçekleşmiştir.

İslâm tarihinde de reddiye yazma geleneği, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarıyla başlamış, bu ihtilâflara dayalı mezhep ve fırkaların oluşumuyla yaygınlık kazanmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren hızla genişleyen fetihler neticesinde çeşitli inanç ve felsefelere bağlı toplumlar İslâm dünyası içinde yer alınca her iki tarafın âlimleri birbirlerinin inançlarını eleştirmiş ve reddiyeler telif etmiştir. Ayrıca, İslâm toplumunda ilimlerin tedvini ve gelişmesiyle ilmî konularda da çeşitli reddiyeler kaleme alınmıştır.[11]

Buna rağmen nasıl oluyor da, bugün kamuya açık olarak yazıp konuştukları saptırıcı açıklamalarla, hepimizin müntesibi olmaktan şeref duyduğumuz Allah’ın dinine zarar verenleri, hem de bu sebeple  yaşanan büyük toplumsal ifsad ve yozlaşmada pay sahibi olanları eleştirmemiz hazmedilememektedir?

  • Harun (as) henüz hatalı olduğu bile belli olmadan toplum içinde böyle bir hesap sormaya muhatap olurken,
  • insanî bir zaaf ve ihmal sebebiyle hazırlıkta gecikip Tebük seferine çıkamayıp Medine’de kalan üç sahabe, önceki bütün seferlerde can feda bir çabanın içinde olup sorumluluklarını yerine getirdiklerini ispat etmiş samimi mü’minler oldukları halde sadece bir sefere çıkmamaları sebebiyle Rasûlullah (s) tarafından “bütün diğer Müslümanların hatta eşlerinin bile kendilerinden ilişkiyi kesip selam vermeyi dahi yasaklaması” cezasına çarptırılıyorlarken,
  • Ömer’in halife olarak hutbedeyken, hem de sadece zanna dayalı bir sebeple sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbe okumasına karşı çıkılabiliyorken,
  • Yine Ömer (ra) hutbedeyken, kadınların mihri konusundaki açıklaması sebebiyle bir Müslüman kadın hemen orada cemaat içinde sözünü kesip “doğru söylemiyorsun” deyip ilgili ayetlere aykırı konuştuğunu ifade ederek uyarıyor ve o da sözünü geri alıp kadını haklı buluyor ve düzetiyorken,
  • neden bugün açık İslam’a aykırılıkları sebebiyle yanlış yapanlar isimleri ve yaptıkları yanlışların belgeleri de ortaya konarak eleştirilemesinler?

Harun (as)’dan, Hz. Ömer’den ve Allah Rasûlünün (s) yakın ashabından daha değerli sayılarak ve hatta zarar verdikleri Allah’ın dininden de daha önemli görülürcesine, açıktan isim verilerek eleştirilmemesi istenen bizim ilmî eleştirilerimizde muhatap aldıklarımız ise,

  • Kur’an’a ve temel İslâmî ilkelere aykırılıkları yansıtan yazı ve konuşmalarını, kamuoyu önünde medyatik ortamlarda açıkça gerçekleştirmiş oldukları sabit olan kişilerdir.
  • Ömer halifeyken sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbede konuşamazken, bugünün “hocaları”, “âlimleri” ve “tevhidî uyanış süreci öncüleri”, ayyuka çıkan ihale yolsuzlukları, rüşvet vb. haksız kazançlarla saraylarda lüks ve israf içinde yaşayanların laik demokratik iktidarını büyük bir ilkesizlikle desteklediklerini açıkça ilan ettikleri gibi,
  • bununla da kalmayıp sadece tevhide ve Kur’an’a çağırmaları gereken davetin muhataplarını da
  • Yakın çevrelerindeki Müslümanları da tâğûtî sistemin şirkle hükmeden hükümetini desteklemeye dair çağrılarını, kamuya açık yazı, konuşma ve gazete ilanlarıyla gerçekleştirmektedirler.
  • Üstelik bu batıl amelde yaklaşık 15 yıldır ısrar etmektedirler.
  • Üstelik yaptıkları batıl ameli, meşrulaştırmak için şirkle hükmeden laik, demokratik, ulusalcı, Kemalist ve kapitalist olmakla kalmayıp Müslüman kesimleri ikna etmek için İslam’ı da araçsallaştırıp kullanan ve toplumu Allah ile aldatıp sekülerleştiren lideri Müslüman ve hükümeti de meşru ilan etmektedirler.
  • Bu yolda Allah’ın ayetlerini bile te’vil ve ictihad adı altında tahrife kadar gidebilmektedirler.
  • Böylece, toplumu ifsad eden hükümetle birlikte büyük yozlaşmanın müsebbibi olmaktan kaçınmamaktadırlar.

Buna rağmen, bu büyük sapma ve savrulmaya karşı yapmaya çalıştığımız ilmî eleştiri ve uyarılarımıza, “emr-i bi’l-ma’ruf” görevimizi yerine getirmemize karşı çıkılıyor olması, karşı çıkanları bu büyük yanlışa ortak olmak durumuna düşürmez mi? Böylece bu kişiler de “bu önemli İslamî bir sorumluluğu kendileri yapmadıkları gibi, yapana da engel olmaya çalıştıkları” için, doğrudan bu büyük ilkesizlik ve savrulmayı yaşayanlar gibi toplumdaki sapma ve yozlaşmadan sorumlu hâle gelerek büyük bir vebalin altına girdiklerini neden düşünmezler? Nasıl oluyor da bu büyük vebali omuzlamaktan korkmuyorlar? Nasıl oluyor da ahiret ve hesabı unuturcasına bu kadar cesur olabiliyorlar?

Üstelik Haksöz-Özgürder örneğinde olduğu gibi bizim eleştirdiklerimiz de, hem de İslamî ilkelere aykırılık teşkil etmeyen konularda, mesela iktidarı destekleme, İslamcılık konusu, Gezi Parkı olayları ve Suriye’de yaşananlar hakkında kendilerinden farklı düşünenleri, (Atasoy Müftüoğlu, Ali Bulaç, Akif Emre, Mustafa İslamoğlu, İhsan Eliaçık gibi)  isim vererek açıktan ağır eleştirilere tabi tutabilmişlerdir. Ayrıca ilmî bir boyuttan yoksun bu eleştirilerde, “arsız, utanmaz, ahlaksız, vicdansız vb.” aşağılayıcı bir üslup da dikkat çekmektedir.

Haksözhaber, ilmî niteliği olmayıp tamamen duygusal olan bu eleştirilere karşı çıkanlara ise, şu cevabı vermiştir: “…hakkın hatırı için dile getirilen eleştiriler kimi ve neden rahatsız eder?… açıktan görsel, yazlı, sosyal medyanın bütün imkanlarını kullanarak düşüncelerini dile getirecek, birtakım eylemler içerisine girecek ve böylelikle ifsadı yaygınlaştıracak; fakat aynı yolla hakkın/hakikatin çiğnediğini dile getirmek ölü eti yemek olacak… …Kur’an’ın hangi ayetinin açık ifsad karşısında susmayı ya da ifsad edeni her haliyle kabullenmeyi tavsiye ettiğini biz bilmiyoruz!” [12] İşte bu açıklamaya aynen katılarak ve aynı gerekçelerle biz de onların ifsada yol açan yazı ve açıklamalarını açıktan eleştirmekteyiz. Ama onlardan farkımız, biz sadece ilmî eleştirilerle yetinip şahsiyetlerini aşağılayıcı üslûptan sakınmaktayız. Rabbim hepimize uyarı ve emr-i bi’l-mâ’ruf konusundaki bu büyük sorumluluğumuzun gereğini hakkıyla yerine getirip rızasını kazanmayı nasip etsin?

 

Her Şeye Rağmen Umutsuzluk Yok, Mücadeleye Devam

Bazı kardeşlerimizden, İslami kesimdeki savrulma, kan kaybı ve toplumdaki büyük, derin ve yaygın yozlaşma sebebiyle umutsuzluk ve yılgınlık sinyalleri alıyorum. Asla umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmemeliyiz. Biliyoruz ki hepimiz imtihandayız. Her türlü şartta bıkmadan ve yorulmadan kulluk sorumluluğumuz üzerine yoğunlaşmalı ve Rabbimizi razı edecek salih ameller biriktirme hedefine kilitlenmeliyiz. Yaşanan kötüye gidiş karşısında sorumluluklarımızı bir daha tefekkür edip yeni hamleler için harekete geçmeliyiz.

Evet, toplumdaki, hatta İslami camia olarak tanımlanabilecek kesimdeki büyük yozlaşma karşısında umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmeden zaaf ve yetersizliklerimizi gözden geçirerek yeni bir hamle yapmalıyız. Bu yeni hamleye hazırlık kabilinden çabalara yoğunlaşmalıyız. Bu bağlamda yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı gözden geçirmeliyiz. Eksiklerimizi ve yanlışlarımızı tespit edip tamamlamak ya da düzeltmek için elimizden geleni yapmak üzere vakit kaybetmeden harekete geçmeliyiz.

Rabbimize karşı kulluk görevimizi yerine getirmek konusunda imkanlarımız ve gücümüz kadar sorumlu olduğumuzu biliyoruz. İmkânlarımız dâhilinde elimizden geleni yapmaya çalışırsak ve istikameti korumakta ısrarlı, ilkeli bir duruşla samimî bir fedakârlık içinde olursak inşaAllah Rabbimiz yardım edip çabalarımızı bereketlendirecektir. Önemli olan bizim üzerimize düşeni gereğince ve yeterince yapmak üzere fedakâr olmaya çalışmamızdır.

Bilinmelidir ki, şirk sistemi içinde laik siyaset zemininde istikameti bozup ilkelerden taviz vererek bâtıla eklemlenen ve bağımsız İslami kimliği koruyamayan bir siyasi zeminde, ele geçen bütün imkânlarla dahi İslam’a hizmet yerine, İslam’a, İslami mücadeleye ve ahiretimize büyük zararlar vermekten başka hiçbir şey yapılamayacağı son derece açıktır. Böyle hak-bâtıl sentezi bir mücadele zemininde Allah’ın rızası da asla kazanılamaz.

Bu bâtıl alandaki sonucun böylesine yanlış ve zararlı olması, vahyin ölçüleri ve Nebevi örneklik gereği böyle olduğu gibi, on yıllardır süren pratikte yol açtığı büyük yozlaşma ve çürüme ile de zararlı ve yanlış olduğu açık biçimde ortaya cıkmış bulunmaktadır.

16 yıldır, kendilerinin zannıyla ürettikleri kimi maslahatlar/imkânlar/menfaatler uğruna ilkeli bağımsız İslami duruşu sürdürmek yerine pragmatik hesaplar yaparak tevhidî istikamet ve Nebevi yönteme aykırı biçimde bâtıl sistem içi laik kapitalist ulusalcı politikaya destek verenler, özellikle de birinci anayasa referandumundan sonra önce AKP-Gülen koalisyonunu destekleme ve 15 Temmuza giden sürecin zemininin oluşumuna katkı sunma konumuna sürüklenmişlerdi.

15 Temmuz ve ikinci anayasa referandumunu müteakiben bu sefer de siyaset alanında AKP-MHP koalisyonunu, bürokratik iktidarda ise AKP-MHP-ULUSALCI KEMALİST koalisyonunu destekler duruma düştüler. Erdoğan’ın “kandırıldım”  dediği ama geniş kitlelerin büyük ve acı bedeller ödemesine yol açan ilk vesayet döneminden sonra yeni bir “kandırılma” sürecine MHP ve ulusalcı kemalistlerle girilmiş ve Gülenistlerden arındırılmaya çalışılan devlet bu sefer de bunlara teslim edilmiş, bir vesayet yerine diğeri, bir darbeci yerine diğer darbeci ikame edilmiş bulunmaktadır.

Ancak Müslümanların desteğiyle ortaya çıkan bu süreçlerde İslami kimliğe, İslami mücadeleye büyük zararlar verip özelde Müslümanların genelde ise toplumun yaygın biçimde sekülerleşmesi ve yozlaşması hususunda çok büyük bir vebalin altına girilmiştir.

Bizler, bütün bu olumsuzluklara rağmen, tevhidî istikamet ve ilkelerden taviz vermeden ve gücümüz yettiğince toplumu vahiyle buluşturacak tebliğ ve davet çabalarımızı, en yakınımızdan başlayarak arttırıp yaygınlaştırma hedefine kilitlenmeliyiz. Özellikle gençlere yönelik boyutunda daha çok çalışmamız gereken eğitim faaliyetlerimizi daha ciddi, daha nitelikli ve daha sürekli kılmalıyız. “Yaşayan Kur’an’lar” olmaya çalışarak vahye şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeli ve bu nitelikteki ahlaklı örnek mü’minlerin sayısını arttırıp bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı oluşturmalıyız.

Davetimizin muhataplarına güven veren, İslam’ı sevdiren ve ahlakıyla örnek olan kadroları çoğaltmalıyız. Bu amaçla, konferans, panel, radyo konuşmaları, makale, kitap, basın açıklamaları ve sosyal medya imkânlarını kullanarak yaptığımız davete icabet edenleri vahiy eksenli ciddi bir eğitimden geçirerek ahlaklı ilkeli mü’minlerin sayısını arttırıp örgütleyerek fert ve cemaat planında topluma örneklik ve rehberlik oluşturmaya yoğunlaşmalıyız.

Kötü gidiş, savrulmalar ve tevhidî davete icabetten uzak duran kitleler asla umudumuzu kırmamalıdır. Nuh (as) 950 yıl tebliğ ve öğüt vermek için çırpındı, Kur’an’ın ifadesiyle “gece anlattı gündüz anlattı, gizli anlattı açık anlattı” ama sonuçta davetine icabet eden mü’minlerle bir gemi bile dolduramadı. Ama o görevini yaparak ve Allah’ı razı ederek Rabbine döndü. Birçok Rasûl de, aynı sebeple kitlesel bir ümmet oluşturamadan, devlet ve iktidar da olamadan, ama Allah’ı razı ederek Rabbine döndü. Çünkü bu imtihan dünyasıdır ve “insanların çok zalim ve cahil olması” (Ahzap, 33/72), “nefsindeki takva eğilimini belirleyici kılmak yerine fücuru tercih etmesi” (Şems Suresi) sebebiyle çoğunluğu davete icabet etmeyebilecek ve çoğunluk Allah’ın verdiği yeteneklerini, vahyi anlamak, öğüt almak ve yaşamak için kullanmayarak kendi iradeleriyle cehennemi tercih edebilecektir. (Â’raf, 7/179).

Yeter ki bizler üzerimize düşeni yapmak konusunda samimi ve fedakâr olalım ve insanlığı kurtaracak vahyin mesajını samimiyetle, merhametle ve fedakârca topluma ulaştırma sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirelim. Ancak maalesef bu konuda birçok zaaf ve sorunlarımız var. Allah bunları aşmak ve telafi etmek hususunda yardımcımız olsun ve sorumluluklarımızı kuşanarak adanmış mü’minler olmayı hepimize nasip etsin inşaAllah. Bir daha altını çizelim ki; bizim işimiz, Kur’an’ı hakkıyla okuyarak vahyin mesajını hayatımıza hâkim kılmaya, vahyin ahlakını kuşanarak hâl ve kâl ile tebliğ, eğitim yapma ve adil şahidler olma sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktır.

Furkan, 25/43- “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? 44- Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı)dırlar”.

Gaşiye, 88/21- Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. 22- Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. 23- Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa, 24- Allah, onu en büyük azab ile azablandırır. 25- Hiç şüphesiz onların dönüşleri bizedir. 26- Sonra onları hesaba çekmek de elbette bize aittir.”

Zariyat 51/55- “Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü’minlere yarar sağlar. 56- Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.”

Bu ayetler Rasûllerin ve onların takipçileri olan mü’minlerin sorumluluklarını açıkça ifade etmektedir. Biz bu sorumluluklarımızı yerine getirmek için seferber olmalı fert ve cemaat planında ortaya koyacağımız gayretlerimizle fedakârlıklarda yarışmalı, ancak sonucun takdiri etmenin Allah’a ait olduğunu unutmamalıyız. Allah (c) toplumun lâyık olduğu istikamette sonucu takdir ettiğinde ise, sonuç ne olursa olsun sabredip istikamet üzere çabalarımızda umudumuzu yitirmeden direnmeliyiz. Kulluk eksenli imtihan dünyasındaki sorumluluğumuz budur. Rabbimiz, bu sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirerek rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin inşaAllah.

Dipnotlar:

[1] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[2] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[3] Lukman, 31/13.

[4] Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l Kur’an Tefsiri.

[5] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[6] Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri.

[7] Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti (Medine), sh. 408-415.

[8] İbn Sa’d, Tabakât, 3: 336; Taberî, Tarih, 4: 204.

[9] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, 1: 55.

[10] İbn-i Kesîr, Nisâ, 20-21. âyetin tefsîri.

[11] TDV İslam Ansiklopedisi, Reddiye Maddesi.

[12] https://www.haksozhaber.net/ifsadi-yayginlastirmak-in-elestirmek-out-38514h.htm

Toplum olarak bir deprem daha yaşadık. Evet özellikle yaşadığımız coğrafya bir deprem bölgesi olduğu için bundan sonrada depremleri yaşamaya devam edeceğiz. Deprem Rabbimizin bir ayeti, yer yüzüne koymuş olduğu muazzam ve muhteşem bir yasasıdır. Yer kürenin yaşamı/ömrü için ihtiyaçtır, mecburiyettir. Yaratan Rabbimiz bunun ölçüsünü bu şekilde koymuş. Biz insanlarda buna şahit oluyoruz. Hiçbir bilim adamı da buna itiraz etmiyor ve olumsuz bir olay olarak göremiyor. Televizyonlarda, sosyal medyada deprem bilimciler hep depremi ne olduğunu niçin ve nasıl olduğunu anlatıyorlar. Ama sözüm ona bu bilim adamları Allah’ın bu muhteşem yasasını ayetini sürekli anlatmalarına ve bu deprem ayetine şahit olmalarına rağmen bir türlü Allah’ı dillerinin ucuna bile getirmiyorlar. Sanki bu deprem Allah’tan bağımsız, Allah ile hiçbir alakası yokmuş gibi hareket ediyorlar. Maalesef bu bilim adamları, hakikatlerin içinde olmalarına rağmen haktan uzak büyük bir sapkınlık ve cehalet içinde hareket ediyorlar. Müslümanım diyen yığınlarda bunları pür dikkat dinliyorlar. Doğal olarak bu bilim adamları Allah’ı ve kıyameti, dolayısıyla ahireti hesaba katmadıkları için yetkilileri ve halkı hep maddi tedbirler yönüyle ikaz edip uyarıyorlar. Çünkü bu bilim adamları arkalarını Allah’a, ahirete, yüzlerini de dünyaya dönmüş, dünya merkezli düşünen insanlardır. Dolayısıyla bunlardan başka bir şey beklemek de abes olur.

Sözüm ona bir de cemaat liderleri, sözde hoca olarak bilinen kanaat önderleri var. Bunlarda ise tam tersi, deprem olduğu zaman sanki bir helak gelmiş, bir ceza gelmiş gibi anlatmaya başlıyorlar. Hemen bu depremlerin sebebinin toplumda işlenen günahlar olduğunu kürsülerden yüksek sesle anlatmaya başlıyorlar. Böylelikle de sanki toplumu korkutarak imana, takvaya, yöneltebileceklerini ve insanların düzeleceklerini ümit ederek yapıyorlar. Amma bu yöntem doğru bir yöntem değildir. Şimdiye kadar nice depremler oldu ve bu hocalar kürsülerden “başımıza taş yağsa bile, bu kadar günah içinde bu depremler az” diyerek haykırdılar amma toplumda değişen bir şey olmadı. Bugün geçmişten buyana edindiğimiz tecrübe, yine de bir şeylerin değişmeyeceğini gösteriyor. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Eğer bir toplum arınmaya niyetli değilse kalbi, gönlü, gözü hakikate mesafeli ve önyargılı ise değil 7.8 şiddetin de 9.9 şiddetinde de deprem olsa değişen bir şey olmaz. Aslında bunun Kerim Kitabımızda örnekleri anlatılıyor. Demek ki bizim Müslüman mahallenin ağzı laf yapanları depremi sanki Allah’ın günahkarlara bir cezasıymış gibi anlatması hiçte doğru değil. Eğer böyle olsaydı geçmişten bu yana Anadolu bölgesinde çok daha büyük günahları işleyen, zulümleri yapan toplumlarda depremin olmaması –haşa- Allah onlara torpil mi geçiyor? Birçok Avrupa ülkesi içki, kumar ve fuhşun merkezleri gibidir, o zaman orada neden yıllardır deprem olmuyor? Bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir. Dolayısıyla da bizim dindar mahalle de maalesef depremi ve deprem olayını doğru anlamıyor ve anlatmıyor.

Eğer bizler depremden manevi anlamda dersler alacaksak ve anlatacaksak bunu doğru bir tanımlamayla ve anlatımla dile getirip insanları uyarmalıyız. Rabbim her insanın kendi yaradılışında hem de yerlerin, göklerin ve bu ikisi arasındakilerin yaradılışın da insanlar için Allah’ın gücünün kudretinin tek Rab ve İlah oluşunun delilleri olduğunu zaten kitabında bize bildiriyor. Dolayısıyla depremde bizler için Allah’ın diğer kevnî ayetleri olan güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bulutlar, rüzgarlar ve benzerleri gibi ibretler dolu mesajları vardır. Hiçbir akıl sahibi depremdeki manevi mesajları, ibretleri elbette ki görmezden gelemez ve gelmemelidir de.

Deprem ve yanlış kader anlayışı!

Dediğimiz gibi deprem Allah’ın tabiata koyduğu bir yasasıdır. Akıl sahibi insan Allah’ın arzında Allah’ın bu yasasına uymakla uygun hareket etmekle görevli ve sorumludur. İnsan yeryüzünün imarı ve inşası ile sorumlu kılınmış bir varlık iken amma maalesef yeryüzünün düzenini bozan bir varlık görüntüsü ve çabası içinde hareket ediyor. Bugün yaşadığımız şehirlerde her taraf maalesef ki bilinçsiz bir şehirleşme ve yapılarla beton yığınları haline gelmiştir. Adeta inşaatları çoğaltma, kuleleri ve rezidansları yükseltme yarışı içindeyiz. Etrafımızda yeşil alanlar neredeyse pek kalmadı. Emin olunuz ki hayvanlar dile gelseler bu durumdan şikâyetçi olduklarını insanların yüzüne haykırırlardı. Bunun yanında çarpık şehirleşmeyle birlikte sağlıksız ve dayanıksız binalar inşa edildi. Toplumu idare edenler kendi siyasi ikballeri uğruna bunlara göz yumuyorlar ve fırsat veriyorlar. Adeta inşaat sektörü bir rant, köşeyi dönme sektörü haline gelmiştir. Nitekim ülkeyi yöneten yönetici açık bir ifadeyle İstanbul’a ihanet ettiklerini kendi ağzıyla dile getirip itiraf etme cesaretini gösterdi. Son 17 Ağustos 1999 depreminden bu güne rezidansları, kuleleri, alış veriş merkezlerini, stadyumları, çoğaltmak için gösterilen gayret ve çaba, depreme karşı dayanıklı uygun yapılara ve şehirleşmeye gösterilseydi inanın ki 6 Şubatta yaşadığımız deprem afete, felakete dönüşmeyecekti. Çünkü inancımız ve dinimiz, alınan tedbirlerin boşuna olmadığını bize haber vermektedir.

Bütün bu sebeplerden dolayı “deprem Allah’ın ayetidir, afet değildir” diyoruz. Afet bizim kendi tedbirsizliğimiz gafletimiz ve aç gözlülüğümüzün sonucudur. Betondan, demirden çalarsak daha çok kar yapacağım diye kalitesiz, dayanıksız binalar yaparsak Allah’ın ayetini afete dönüştürürüz. Japonlar, Müslümanın yapması gerekeni yaparak güvenli binalar yapıp 9 şiddetinde depremde bile evinden kaçmayı bırakalım, depremi seyrederken, bizler ise bina enkazları altındaki canları seyredip gözyaşı döküyoruz. Aslında kendi ellerimizle yaptıklarımızın sonucunu yaşamış oluyoruz. Maalesef sonrada yanlış bir kader anlayışıyla da bu afeti Allah’a ve kadere fatura ediyoruz. Geçmişte de insanlara zulmedenler “bu sizin kaderiniz” diyerek kendilerini masum gösterme yoluna gidiyorlardı. Dolayısıyla günümüzde de aynı anlayış “kader planı” olarak devam ediyor. Nitekim 6 Şubat depreminde bu sözü yine yetkililerin ağzından duyduk. Garip olan bir durumda şu ki afetten sonra bu binaları ve cennetten köşkleri yapan müteahhitlerin kaçarken tutuklanmalarıdır. Oysa yetkililer bu müttehitleri kaçarken değil binaları ve cennetten köşkleri yaparken takip etmeleri ve bu yıkıma fırsat vermemeleri gerekirdi.

O zaman adil bir yargılama! Bu enkazlarda payı olan herkesin hesap vermesidir. Adalette bu şekilde yerini bulmalı ve bundan sonrası için de ibret olmalıdır. Diğer garip olan bir durumda normal hayatta birbirini kandıran, dolandıran, birbirinin hakkına ve hukukuna riayet etmeyen bu toplumun böyle deprem sonucunda muazzam bir yardımlaşma ve dayanışma içinde olmasıdır. Keşke bizler bu afet olayında gösterdiğimiz sevgi, merhamet, dayanıma, paylaşma ve benzeri güzellikleri normal hayatta da yapabilsek. O zaman yaşadığımız hayat daha anlamlı ve güzel olacak. Hep beraber toplum olarak güvenli, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayacağız. Bu yönüyle deprem, topluma adeta sevgiyi, merhameti, birbiri için üzülmeyi ve ağlamayı, vermeyi, fedakarlığı ve sevmeyi öğretti. Bu deprem kış mevsiminde meydana geldi. 99 depremi ise yaz mevsiminde gerçekleşmişti. O zaman da şimdi olduğu gibi gece gelmişti. Lakin şimdi gece meydana geldiği gibi devamı gündüzde geldi. Yanı “her mevsim, her gece veya gündüz, her saat ve her dakikada gelebilirim, hazır olun” diyor bizlere.

Deprem tabiri caiz ise kıyametin işareti ve hatırlatmasıdır. Rabbinden gayrı sığınılacak, güvenilecek hiçbir güç ve kuvvetin olmadığının ispatıdır. İha’larıyla, Siha’larıyla şehir hastaneleriyle hava limanlarıyla, yollarıyla övünen bir ülkeyi bir dakikada çaresiz ve şaşkın bir hale getirdi. Dünya ölçeğinde ne kadar güçlü olursanız olun asla buna güvenmeyin çünkü gerçek güç ve kuvvet sahibi Allah’tır ve sizler O’na muhtaç olduğunuzu bir an bile unutmayın. Eğer unutarak yaşıyorsanız deprem size bunu hiç beklemediğiniz bir anda hatırlatıveriyor. Depremden korkmayın, yaptığınız çarık-çürük binalardan korkun. Toplum olarak siyasetten, hukuktan, aileden, ekonomiden, eğitimden tutun da her alanda manevi depremi yaşıyoruz. Maddi depremi ve önlemlerini konuştuğumuz gibi manevi depremi de konuşmalı, bunların da mutlaka önlemini ve tedbirini almalıyız. Maddi deprem ancak dünya hayatımızı mahveder. Manevi deprem ise asıl ve kalıcı olan Ahiret hayatımızı da mahfeler. Akıllı insan hem dünyasını hem Ahiretini imar etmeye çalışan insandır. Ahireti ise asıl hedefe koyarak bu gayret ve çabayı göstermelidir. Çünkü bizi, asıl deprem o gün bekliyor. “Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın karnındaki çocuğu düşürecektir. Ve insanları sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi göreceksin; çünkü Allah'ın azabı (kıyametin dehşeti) çok çetindir!” (Hac, 1-2)

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah Suhbânehû ve Teâlâ’ya, salât ve selam da Hz. Muhammed’e (s.a.v.), o’nun ailesine, ashabına ve tüm mü’minlerin üzerine olsun.

Evleri başlarına yıkılmış, hayatları darmadağın olmuş, eşlerini, çocuklarını kaybetmiş insanların vebali onlara bu mağduriyetleri yaşatan kimler ise ve nerede hangi tür ihmalkarlıkta bulunmuşlarsa onların üzerine olsun.

Kimisi ince nakışlı çeyizlerini, kimisi doğacak çocuğunun hayallerini, kimisi yarının endişe ve kaygılarını bıraktı enkazın altında. Gerçekleşen takdirin içerisinde birilerinin ihmali vardı elbette, fakat ilâhî hüküm mutlaktır. İmtihanı rahmete dönüştürmek için doğru okumak gerekir. Zira insan başına gelen imtihanlarla değil, onlara karşı duruşuyla Allah katında ya kıymet kazanır ya da kıymetlini yitirenlerden olur.  Nice insanlar vardır; hayatta yaşadıkları musibetler onların dönüm noktaları olmuştur. Allah Subhânehû ve Teâlâ aynı imtihan üzerinden; kimisini şehadet mertebesine ulaştırırken,  kimisinin ise ilâhî rahmetle günahlarına başlarına gelen musibeti kefaret kıldı.  Mü’minlerin imanını arttırırken,  azgınların kalbindeki küfrünü açığa çıkarır. Mü’min şu çok iyi bilir ki hiçbir şeyin mâliki kendisi değildir, kendisine verilen emanetin her an elinden alınabileceği ihtimalinin bulunduğunu ve Rabbine karşı her daim hüsn-i zan etmesi gerektiğini.

Acılar, imtihanlar, hüzünler, hasretler ve pişmanlıklar dünya üzerindeki yolculuğumuzun bir parçasıdır. Bu gerçeklerden kaçamayız ve yok sayamayız. Allah Subhânehû ve Teâlâ imanlarımızdaki sadakati ölçmek için biz kullarını sınayacağını önceden haber vermektedir: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”[1] Yarattığı kullarının hasletlerini, zaaflarını, gücünün sınırını en iyi bilen şefkat ve merhametin kaynağı yüce Rabbimiz kullarının hangi imtihana güç yetirebileceğini de en iyi bilendir ve kulunun güç yetiremeyeceği imtihanları da kendisine yüklemeyeceğini de yüce Kitabında bizlere vaad etmiştir.  Rabbimizin bizim için takdir ettiği imtihanları yok edecek bir kudrete sahip değiliz ancak duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam tarzımızı onun razı olacağı minval üzere yönetebilecek iradeye sahibiz. Bela ve imtihanlar kişilerin sınanmaları ve kalplerindeki durumun ortaya çıktığı süreçlerdir. Acıların, imtihanların rehberliğinde aklımızı ve imanımızı harekete geçirerek, istiğfarla günahlarımızdan, hatalarımızdan arınma fırsatına sahibiz henüz. Müjdelenen zümrenin içerisine dahil olabilmek için azami gayret sarfetmeli ve imtihanları kazanıma dönüştürme çabası içerisinde olmalıyız. Bir yolculuğumuz var dünya üzerinde ve yolun sonunu göremiyoruz. Vakit geçiyor ve bize tanınan mühlet her geçen gün azalıyor. Hepimiz bir aynanın karşısına geçerek kendimize bakmalıyız. Bu durumu ben yaşasaydım Rabbime karşı nasıl bir duruş sergilerdim? Enkaz altında ben veya sevdiklerim olsaydı ne kadar teslimiyet gösterirdim?

Şu an yıkılan bizim çatımız değil, kanayan bizim yaramız değil. Uzaktan üzülmekle acıyı yaşamak apayrı bir şeydir. Düşünürken bile yüreğimiz daralır, nefes alamayacak gibi oluruz. Oysaki kabul etsek de etmesek de bir gün ölüm gerçeği bize de sevdiklerimize de isabet edecek. Bela, yalnızca kötü durumlarla zuhur etmez, zafiyetimiz her neredeyse Rabbimiz bizi oradan yoklayabilir. Bazen vererek imtihan ettiği gibi bazen de alarak, bazen açlıkla bazen de toklukla imtihan edebilir.

 “Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, aşağılık derecede olanlarıda biz, bazen nimetlerle, bazen da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.”[2]

Musibetler ve nimetler karşısındaki duruşumuzun nasıl olması gerektiğini Efendimizin dilinden ve örnekliği üzerinden okuyalım:

 “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”[3]

Peygamber Efendimize oğlu İbrahim’in vefat haberi kendisine verilince gözyaşlarına hâkim olamadı. Mübarek gözleri yaşla dolunca şöyle buyurdu:

"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!"[4]

Bir evlâda doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak şöyle buyurdu:

"Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn."[5]

Birçoğumuzun dikkatini çekmiştir bu acıları, travmaları yaşayan insanların dilindeki teslimiyeti. İsyansız kavgasız ve Rabbiyle barışık tutumlarını. İlâhî hükme rıza gösterip teslim olmak ne de izzetli bir duruştur. Elbette mahzun gönüllerin, yaralı yüreklerin tedavisi kolay olmayacak. Bugün belki iyileşmez bu yaralar ama bir gün mutlaka iyileşir elbet. Bizler acıyan bu yaralara ne kadar merhem oluyoruz ona odaklanmalıyız. Bizler bu imtihanın neresindeyiz, ona bakalım. Bu imtihanlar bizlerin imanına neler kattı onu dert edinelim. Ekran başında oturup gözyaşı dökmekle, –ki onu da ne kadar yapanımız var- evlerimizde fazlalık görüp çıkardığımız birkaç eşya göndermekle sorumluluğumuzun sona erdiğini düşünüyorsak yanılgı içindeyizdir demektir.  

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[6] Mü’minler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar.

İnananlar, birbirlerinin sevinç ve kederine ortak olmak zorundadırlar.

İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir Müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.[7]

Yaşadığımız bu süreç bizler için de imtihan olduğunu unutmayalım.  Bu acıları yaşayan insanlarla iç içe olacağız ve onlar çok yakınımızda olacaklar. Bizlerin her zamankinden daha müşfik, daha kucaklayıcı ve umut verici olmamız gerekiyor. Yaralı insanlara sürekli; “iyi ol, ayağa kalk, güçlü dur” gibi sözler söylemek onların yaralarına iyileştirmeyecek. Hakkı ve sabrı hatırlatırken sözlerimizi özenle seçmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Yaşananlar basit değil ve bu acıları yaşayanlar da bizler değiliz henüz. Çoğu insan, canını daha da yanacağını bildiği için yaşadıklarını anlatmak istemez, çünkü bilir, kendisiyle benzer imtihanı yaşamamış kimseler tarafından anlaşılamayacığını. Bundan dolayı da anlatmak, paylaşmak yerine duygularını uyuşturmayı bir nevi uyutmayı tercih eder. Buda kişiyi daha sancılı bir duygu dünyasının içine sürükler ve zarar verir.  İnsanların geçmişte yaşadıklarını tekrar yaşıyormuş gibi hissettirecek, enerjisini sömürecek,  geleceğe olan umutlarını solduracak gibi tutumlardan ve söylemlerden uzak durmalı, merakımızı gidermek için sorular yöneltmekten imtina etmeliyiz. Bu sorular bizler için basit sorular olabilir fakat onlar için cevapları çok ağır olduğunu unutmamalıyız.

Yaşadığımız deprem afetinde, herkesin üzerine düşen birtakım görevler olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yine bu afetin herkes için bir imtihan olduğunu da aklımızdan çıkarmamızı gerekiyor. Bu imtihanda kimimiz canıyla, kimimiz malıyla, kimimiz korkularıyla, kimimiz de mağdur olan insanların yaşadığı acılara ortak olmak ve onları kendi acılarıyla baş başa bırakmamakla imtihan oluyoruz. Rabbimizden temennimiz odur ki yaşanan bu afet herkesler için öncelikle uyanışın, Allah ile koparılan bağın yeniden kurulmasının, varsa yanlışlarımızın farkına vararak onlardan arınmanın, bugüne kadar yapageldiğimiz yanlışlarımıza veda etmemizin vesilesi olur. Hayatlarını kaybedenlerin dünyanın sıkıntılarından kurtulmalarının ve varsa günahlarının kefareti olur. Yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri sabır karşısında elde edecekleri mükafatların sebebi olur.

 

[1] Bakara, 2/155.

[2] Araf, 7/168.

[3] Müslim, Zühd, 64. 

[4] Tabakât, 1/138-139; Müslim, 4:1808.

[5] Belâzurî, Ensab, 1/452.

[6] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66.  

[7] Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

Kırıldı uyuyan fay'lar!

İnsan uyanmadı bir türlü!

7.7 ve 7.6 şiddeti ile uyandırdı insanı… insanlığı..!

Sıcacık evimiz soğudu şimdi!

Şimdi molozların altında feryadım çıkmıyor!

Evim dediğim evlerden kaçmak istiyorum!

Soğuk beton duvarlar şimdi üstümde!

Acılar nasıl tarif edilir bilmem ki!

Kırıldı fay'lar, kırıldı şimdi!..

Bir değil ki; bir çok şehirler göçtü şimdi!

Güzelim şehirler şimdi viran oldu!

Şehri inşâ edenler, cebine mi baktı, yoksa vicdanına mı?

Mide doydu da; göz doymadı!

Müteahhit, mühendis, ruhsat verenler bu vicdanla nasıl yaşayacak!

İnsan başını sokacak ev aradı; başını soktu da bir daha çıkaramadı!

"Söyle suçlu deprem mi; yoksa doymak bilmeyen gözlerimiz mi?.."

Kırıldı uyuyan fay'lar, kırıldı şimdi!

Enkazdan yükseliyor sesler; "duyan var mı diye"!

"Sesimi duyan var mı!" Diyen güzel insanlar vardı!

Meğer ölüme yakın yaşayan insanlarmış!

Hele çocuklar; kabir gibi enkazlazlarda sizlere kim baktı?

Kimi açlık hissetmiyor, kimi soğuk hissetmiyor!

"Unutma ey insanlık; canlı mücizeler yaşamaktayız!

Gıda almazsa yaşamayacak bebekler gülerek çıkıyor!

Allah'ın askerleri melekler kuşatmıştır her yanı; ibret al ve samimi iman et!

Kırıldı fay'lar kırıldı şimdi!

İnsan, insan olduğunu hatırladı; seferberlik her yerde!

Merhameti kuşanan yiğitler; infak için yarışta!

Dünya ayağa kalktı, yardım için; zalimler ıslah olur mu!

Kurtarma ekipleri kaynaştı; enkazdan bir canı kurtarmak için!

Ülkelerine dönenlerde insanlık izleri kalarak gitti.

Barışla bir arada yaşamak varken; birbirlerini katletmek neden?

Emperyalist devletlerin ekabirlerinin kalpleri yumuşar mı?

İnsanlık nasıl güzelce insanlığını sergiliyor; ibret alın ey zalimler!

Kırıldı uyuyan fay'lar, uyuyan insanı kırdı!..

Bu yazımızda depreme birçok yönden bakmaya, farklı pencerelerden irdelemeye gayret edeceğiz. Önce deprem diyelim. Allah’ın yarattığı her varlıkta, her düzende işleyen kanunları vardır. Biz bu kanunlara sünnetullah diyoruz. İslami bakış açısıyla baktığımızda bunun adı Allah’ın işleyen kanunları. Depremde bunlardan bir tanesi bu dünya yaratıldıktan bu yana hep depremler olmuş. Buna bilimsel kafayla baktığımızda, fay hatları enerji birikimi ve boşaltması diyor bilim insanları. Bir de halk tabiriyle bir tanımı var: Doğanın kanunları… Biz konuyu İslamî bakış açısıyla inceleyeceğiz. Bu bir pazıl. Pazılı oluşturmaya ve eksik parçaları görmeye gayret edeceğiz. Allah yarattığı tüm varlıklara bir işleyiş düzeni koymuş. Güneşin doğması batması, gezegenler, dünya, atmosfer ve dünyada tabiat, hayvanlar hepsi bir kanuna tabi tutulmuş. Bu düzen müdahale edilip bozulmadıkça kusursuz işliyor. Eğer bir yerde problem varsa oraya mutlaka müdahale edilmiştir. Depremde yeryüzünde Allah’ın işleyen düzeninde bir kural, bu işleyen kurala uygun hareket ederse insan bundan zarar görmeyecek. Bu gerçeği bilerek binasını, yapısını inşa ederse insanımız deprem felakete dönüşmez aslında. Allah’ın kanunları işliyor. Örneğin yağmurlar yağar sele döner, buna halkımız bereket, rahmet yağıyor, der. Rahmeti yine biz insanlar felakete dönüştürüyoruz. Dere ve su yataklarına evler, binalar yapıyoruz. Suyun yollarını keyfimiz için tıkıyoruz sonra felaket diye bağırıyoruz.

Konuyu yani depremi yönetim açısından incelediğimizde neler çıkıyor karşımıza? Önce suçlumu arayacağız yoksa kadere havale edip kenara mı çekileceğiz? Önce yöneticiler tarafından inceleyelim. Yönetim açısından bakıldığında yönetim zaafları, yapılan yanlışlar hepsini irdeleyelim. Devlet aygıtı kapitalist bir sistem üzerine kurunca, devletin vatandaşa bakışı müşteri oluyor. Devlet üreten, vatandaş üretilen malın pazarlanması için müşteri oluyor. Bu düzende vatandaş hakkı pek önemli değil. Önemli olan üretenin kâr etmesi. Bu sistemde, yönetimler veya yöneticiler, kanunları kendi menfaatlerini ön planda tutacak şekilde yaparlar. Vatandaşın hakkını savunacak pek kimse olmaz. Yargı vs. hepsi paradan yana çalışıyor. Deprem özelinde değerlendirirsek yönetimler ister hükümet olsun ister yerelde belediyeler olsun hepsi kendi çıkarını ön planda tutarak işler. Yerel yönetimler sürekli kendi lehlerine olacak şekilde imar planları çıkarır. Bu planlar hep yerel yönetimler açısından kazançlı olur. Nasıl mı dersiniz.

Gelin bir irdeleyelim: Vatandaş bir arsa satın alır, imarlı vs arsası 300m2’dir. Ev yapmak ister, belediyeye başvurur. Karşısına imar planları çıkar. 300m2 arsana sadece 150m2’sine inşaat yapabilirsin diyor, belediye imar böyle. Peki, geri kalan 150m2’si ne oldu? Belediye parasını ödeyip satın mı aldı dersiniz. Yok canım! Buna resmi olarak el koydu, diğer adıyla gasp etti. Ama bu gasp falan olmaz, kanun böyle yapılmış, imar böyle diyorlar. Vatandaş istediği kadar benim tapulu malım desin kim dinler vatandaşı. Birde bütün bunlar vatandaşın iyiliği için yapılıyor, propagandası yapılır. Bunlar yetmiyor, harçlar, bağışlar, iskân paraları bir ev parası alınır, garibim vatandaştan. Vatandaşa verilen bir şey var mı diye sormayın, bu kurumlar vermek için değil almak için kurulmuş. Bütün bunları yönetim yani devlet yaparsa ne oluyor? Vatandaşta malını korumak için bin bir türlü hileye başvurmak zorunda kalıyor. Burada yönetimler aslında vatandaşı hileye yöneltiyor. Bu sürekli olunca artık bu hile hurdalar normalleşiyor. Yönetimler almak için vatandaşı kovalarken, vatandaşta daha az ödemek için hile hurda peşine düşünce yapılan yapılar da ortada. Bu hile hurdadan nasibini alıyor, gelen ilk sarsıntıda yerle bir oluyor. Oysa doğrusu yönetimler vatandaşa yap dese, tapulu malını imar planları adı altında soymasa, tersine yapını sağlam yap, bende şu kadar destek vereceğim dese bunlar olmazdı kanaatindeyim.

Gelelim devleti yönetenler bakımından deprem özelinde ki değerlendirmelere. Hükümet, yöneticiler vb. hemen hemen hepsi, bütün yurt dışı, tatil, toplantı gibi herşeylerini iptal edip deprem de zarar gören vatandaşın yanında olduğunu hissettirdi. Diğer bir tanımla en azından vatandaşa bu afet’ten dolayı saygı duydu ve bütün işlerini bir kenara koyduğunu açıkladı. Haklarını bu anlamda teslim edelim. Amma bu yönetimleri temize çıkarmaz. Örneğin kendi menfaatleri için çıkardıkları imar kanunları ve bu kanunları uygulayan yönetimler. Parası ve dayısı olan herkese özel imar planları çıkarmak bu hükümetin sorumluluğu… Bu çıkardıkları kanunlar hiç vatandaşın lehine olmaz hep devletin lehine olur. Bu yönetimler kanunla vatandaşın malını elinden alır, para babalarına peşkeş çeker, buna vatandaş itiraz bile edemez. Yönetimler kanun zoruyla bunları yapınca vatandaşta malını ve mülkünü kaybetmemek için olmadık yollara başvurur. Yani hırsızlığa teşvik edilir vatandaş, yöneticileri eliyle… Sonra dönüp şikâyet eder bu yönetimler.

Sivil toplum açısından bakıldığında durum gayet iyi görünüyor. Yardım ekipleri, insani yardımlar afet bölgesine ilk günden itibaren ulaşmaya başladı. Burada ciddi bir sorun yaşanmadığını düşünüyoruz. Bütün bunları yapan yardım kuruluşları günün sonunda çıkacak resimde yerini nasıl alacak onu izleyip göreceğiz.

Gelin birazda bu konuyu Müslümanlar açısından değerlendirelim. Müslümanlar vakıf, dernek, cemaat vb. kuruluşlarla hem afet bölgesinde hem tüm ülke genelinde ciddi yardım çalışmaları yaptılar. Şurası bir gerçek ki bu toplumun sağduyusu, bu toplumun Müslümanları olduğu bir hakikat. Haklarını teslim etmek gerekiyor. Daha dün kendilerine yapmadığı haksızlığı, hukuksuzluğu dinlemeden, koştu afet bölgesine. Kimi hayat kurtarmak, kimi yardım etmek, gıda vb. Kimi elini attı cebine, bunlar takdire şayan yönlerimiz. Biraz vakıf ve derneklerimizin reklamını yapsakta hakkını teslim edelim bu konuda bayağı duyarlı ve derli toplu dersimizi epey çalışmış görünüyoruz. Organizasyon olarak sınavı başarıyla verdik diyebilirim.

Tabi çok eksiğimiz olduğu da bir hakikat. Yukarıda yazdığımız konularda olduğu kadar bu kıyamet sahnesinden çıkmış insanımıza hakkı ve sabrı tavsiye edecek ekiplerimiz yok gibi görünüyor. Emri bi’l-mâ’ruf nehyi ani’l-münker yapanda pek görünmedi. Yiyecek-giyecek vb. konulara verdiğimiz önemi hakkı ve sabrı tavsiye ile Allah’ın dinini ulaştırma konusunda sınıfta kaldık, desek yanlış olmaz. Örneğin bir vakfımız veya birkaç vakfımız cenaze işlerinde etkin olsaydı. Bu cenazeleri olan insanımıza destek olsaydı. Bu alanda kendi üzerine düşen tebliğ ve irşat tarafını yapsaydı, güzel olurdu. Bu toplumun tebliğe, tevhide davet edilmeye de ihtiyacı var. Biz sanki boğazı düşündüğümüz kadar manevi tarafı pek düşünmedik.

Topluma ulaşma ve İslam’ı, tevhidî ulaştırma konusunda güzel örneklikler ortaya koyamadık gibi geliyor. Örneğin bu afetin olduğu ilk anda sahaya tanınmış, toplumda karşılığı olan cemaat liderlerimiz pek görünmedi. Bu konuda haluk levent kadar olamadık desek yanlış olmaz. Haluk Levent sosyal destekler veriyor, başka bir yönü yok. Bizim milyonlarca müntesibi olan cemaat liderlerimizde kendi alanlarında toplumun içinde olsaydı keşke. Keşke bu liderler bu afeti yaşayan insanların eline yüreğine dokunsaydı. Keşke Müslümanlar bu afet olduğunda yurt dışında olan toplantı ve konferanslarını iptal edip bu insanların yanına koşsaydı. Keşke Müslümanların önünde duran insanlar daha önce organize etmiş oldukları yurt dışı programlarını iptal ederek bu afeti yaşayan insanların arasında olmayı tercih etseydi ya. Bunlar tercihtir, kimseyi kınama derdinde değiliz, amacımız daha güzeli önermek. Şöyle düşünün; “falan hoca efendi yurt dışı programını iptal ederek depremzedelerin yanına ve yardımına geldi” bu takdir mi edilirdi, yoksa tenkit mi edilirdi? Bunu onların değerlendirmesine bırakıyorum. En azından kürsülerde eleştirip yeri geldiğinde tekfir ettiğimiz yöneticiler kadar olmalıyız. Onlar bütün organizasyonlarını iptal ediyorsa biz çok daha fazlasını yapmalıyız. Ki onları eleştirme hakkımız olsun, söylediklerimiz toplumda karşılık bulsun. Keşke şu cemaat liderlerini, kanaat önderlerini afet bölgesinde, enkazların başında görseydik. Ellerinde kürekler, sırtında yelekler, dillerinde Allah. Bu insanların dertleriyle dertlenip, sevinciyle sevinseydiler. İşte o zaman günün sonunda ki resim çok başka olacaktı, diye düşünüyorum.

Bir başka örnek olsun diye söyleyeyim. Bir vakfımız ya da cemaatimiz bu bölgede bir sahra sağlık ocağı ve ocakları oluştursaydı, bu bölgedeki insanlarımızı sağlık taramasından geçirseydi. Bu tesislerde ücretsiz hizmet verseydi, insanlara hakkı ve sabrı buralardan tavsiye etseydi, yardım kolisinden daha etkili olmaz mıydı? Gördüğüm kadarıyla daha çok almamız gereken yol var. Bunu görmüş olduk diye hüsnü zan besliyorum. Müslümanlar olarak güzel yönlerimiz olduğu kadar eksik olduğumuz yönlerimizde var. Bundan sonra bu eksik yönlerimizi de geliştirmek zorundayız, tabi geç kalmadan.

Genel olarak devlet aygıtı artık kendini değil vatandaşı korumak üzerine kurgulanmalı. Yerelde belediyeler hizmeti sadece çöp toplama ve yol asfaltlamadan ibaret görmekten uzaklaşmalı. Asıl hizmetin vatandaşa yardım işini kolaylaştırmak üzerine kurgulanmalı. Bu belediyeler vatandaşı müşteri görmekten uzaklaşmalı. Aksine vatandaşın işlerini kolaylaştırmak onların ihtiyaçlarına göre hizmet ve yardım eden bir düzen kurulmalı. Devlet artık bu vatandaşı sömürme işinden vaz geçmeli. Ki vatandaşta bu sömürüden kendini koruma refleksinden uzaklaşsın. Hile hurda işlerinden uzak dursun. Belediye arsa gaspından, imar planlarından, kişiye göre imar, paran kadar adam anlayışından uzaklaşmalı ki vatandaş da malının gasp edilmeyeceğini bilsin ve kendi binasını kendisi yapsın. Bunu yapan vatandaşa belediye, devlet imar, denetim, iskân vb. konularda ücretsiz destekler sağlasın ki sağlam binalar yapılsın. Her depremde yıkılan şehirler karşımıza gelmesin. Gördüğüm kadarıyla ne devlet böyle bir adım atar, ne de belediyeler yapar. Bu düzen zengin müteahhitler üretmeye garibanın arsasına, malına kanun çıkararak çökmeye devam edecek. Gözü doymayan müteahhitler daha çok kazanmak için malzeme kalitesinden kısmaya devam edecek, çünkü amaç çok kazanmak olacak.

17 Ağustos Marmara depremi bize ipuçları veriyor. O depremden sonra o depremi yönetemeyenler ilk seçimde tasfiye oldu ve yerine yeni partiler geldi. Bugün iktidar olanlar bu tasfiyenin sonucu geldiler başa. Bu felaketinde bir kaybedeni ve bir kazananı olacak, bunu yaşayarak göreceğiz. Bugünden az çok belli oluyor, kazanan ve kaybedenler. Ben Müslümanların eğer aynı durum devam ederse en büyük kaybeden olacağını düşünüyorum. Kazananlar az çok belli bunu da yaşayarak göreceğiz. Son olarak şu deyimle tamamlayayım; “Kurt soğuğu yer amma ayazı unutmaz.” diye bir deyim kullanılır. Bu felaketi yaşayanlar soğuğu yediler amma ayazı unutmayacaklar.

İnsanımız yanlış kader inancı nedeniyle her başına gelen felaketi kadere havale edip kenara çekiliyor. Bu biraz Yahudi inancında olan günah keçisi gibi biz, Müslümanlar da gördüğümüz yanlışları kadere havale ediyoruz. Oysa kader dediğimiz olgu bizim kendi tercihlerimizle oluşan bir olgu. Oysa Kur’an bize açık açık söyler “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder.” (Şuara 30). Bu ayette rabbimiz açık açık bize haber veriyor, başınıza gelen felaket ve kötülükler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır, buyuruyor ki depremde yapılan yapıları biz yanlış yapıyoruz ve sonuç yıkım felaket.

Nuh a.s.’ın oğlu da babasına “Babacığım! ben yüksek bir dağa sığınırım.” diyordu, Hûd suresi 43. ayetinde. Evet, bugün bizim müteahhitlerimiz de aynı propagandayı yapıyorlar. Depremde yıkılmaz dayanıklı daireler satıyorlar hem de servet paralarla. Nuh’ın (a.s.) oğlu da aynı propagandayı yapıyordu. “Korunaklı bir yere sığınırım.” diyordu. O gün için o korunaklı yer bir dağ idi. Bugün o korunaklı yer depreme dayanıklı daireler. Peki, korudu mu? Maalesef hepsi yerle bir oldu. Anlayış aynı, tezahür aynı tek değişen zaman.

Eğer insanımız Allah’ın emir ve yasaklarını gündemine alsaydı bunlar çok farklı olacaktı. Allah’ın hukukunun olduğu düzende, hiç kimsenin çıkarı için özel kanunlar olmaz. Hiç kimseye özel muamele edilmez. İster yönetici ol, ister sıradan vatandaş ol, herkesin hakkı tam olarak sahibine teslim edilir. İster peygamber olun, ister halife, Allah’ın hukuku, herkesin hakkını hak sahibine teslim eder. Bu hak bir gariban çoban bile olsa onun hakkını savunmak ve hakkını hak sahibine teslim etmek, Allah’ın hukukudur. Hz Ömer bile olsanız sizin göreviniz mazlumun hamisi olmaktır. Güçlünün karşısında mazlumun hakkının savunucusudur, Allah adına söz söyleyenler. Allah’ın hukukunda kimseye torpil veya menfaat sağlamak için hukuk uygulanmaz. Allah’ın hukukunda ne devlet dokunulmazdır, ne rejim. Tek dokunulmaz mazlumlar ve bu hukukun hükmü altında yaşayan tüm insanlıktır. Bu hukukta keyfe keder kanun çıkarılmaz. Zenginlere ve müteahhitlere vb. hiçbir kesime özel kazanç alanları açılmaz. Bunu yapan, isterse devlet başkanı olsun, ondan hesabı sorulur ve mazlumun hakkı hak sahibine teslim edilir. Peki, bu hukuku kim uygulayacak bunu insanlığa sunacak kadar kaliteli Müslümanlar var mı bu ülkede? Gelin kendi cenahımıza da biraz bakalım. Neden yukarıda yazdığımız yanlışlara itiraz eden Müslüman yok, ona bakalım.

Bizim cenahta kim neye itiraz etsin ki, herkesin keyfi yerinde. Kimi cemaat bu yanlışlardan kendine imkân devşirmiş, kimi buralardan kendini finanse ediyor. Bu yanlışları yapan müteahhitler cemaatlerimizi finanse ediyor. Hocalarımız, cemaat liderlerimiz vb. bunlar neden ses çıkarsın? Onlar ses çıkarırsa gelirleri kesilir hatta maddi imkânsızlıklardan dolayı cemaat kepek indirir. Deprem olduğunda eleştirip yerden yere vurduğunuz yöneticiler bütün işlerini iptal edip buraya yöneldi. Bunu hiçbir şey değilse bile felaketi yaşayan insanlara saygı için yapıyorlar. Kimi gezisini, kimi toplantılarını, kimi önemli devlet işlerini, bir kenara atıp yas ilan ediyor, insanların acılarına ortak olmaya çalışıyor. Müslüman cemaat liderleri nerede? Hiç duydunuz mu yurt dışında olanlardan gezilerini, konferanslarını iptal edip bu mazlum insanların yanına koşanı? Hiç duyan oldu mu cemaat ve kanaat önderleri olup da yurt dışında olanlardan, programlarını iptal edip deprem bölgelerine koşanı duyan var mı? Bırakın yurt dışını, oturdukları illerden dışarı çıkan bile yok denecek kadar azdır. Görevlendirdikleri cemaat müntesipleri onları temsilen oradalar. Peki, “Hz. Peygamber olsaydı ne yapardı” sorusunu sorun ve tanıdığınız resulün ne yapacağıyla onu temsil ettiğini söyleyenlerin yaptıklarını kıyaslayın. Daha yaşadığı toplumda farz olan kardeşlik ve Allah’ın hükmünü hâkim kılmak gibi ödevlerini bile çoktan tatile yollamışlar. Çünkü bunlar bedel istiyor, yanlışlara karşı çıkmak, farz olan bedel istiyor, amma sünnet olanlara kolay tatil gibi geliyor. Bu koca koca cemaatler yardım topluyorlar, kime, depremzedelere. Bu cemaatler sadaka vermek bile gizli olsun, diyorlar. Sağ elin verdiğini sol el görmesin, diyorlar. Kendileri yardım toplarken tırların önüne kendi cemaatlerinin brandalarını, reklamlarını asıyorlar. Asılması tümden yanlıştır demiyorum, yapılıyorsa da çok dikkatli olmak lazım. Çünkü yardım bahane reklam şahane babından gibi algılanıyor. İşin garip tarafı bu reklam yaptıkları malzeme, para her neyse kendilerine ait değil. Müslümanların sadakaları üzerinden cemaat reklamı yapmak, bunu Müslümanların takdirine bırakıyorum. Her deprem bir reklam sloganı. Gidin gezin o bölgeleri, kıyafetler bile hazır. Cemaatlerin, vakıfların reklam logoları.  Yapılmasın demiyoruz, yapılıyorsa da hayırseverlere iletmek için kullanılıyor diyelim. Çekin videoya alın kimlere gönderecekseniz gönderin bari sosyal medyada vb. yerlerde yayınlamayın. Peki, biz vakfımızın reklamını yapacağız ya Allah’ın hakkı onun bizlerden istedikleri ne olacak? Bu afeti yaşayan insanlara kim hakkı ve sabrı tavsiye edecek. Bu logoların yerine insanlara hakkı ve sabrı tavsiye eden mesajlar taşıyan ayetler, hadisler yazılsa daha doğru olmaz mı? İnsanımız öldüğü zaman mezarın başında ölüsüne hoca tutup ne demesi gerekiyorsa onu telkin ediyor (telkin duası deniyor). Peki, bu afeti yaşayan insanlara hakkı ve sabrı kim telkin edecek? Müslümanlara buralarda ihtiyaç var, buralara koşmalı. Yardım vb. işler zaten bir şekilde ulaşıyor buralara. İş o kadar ileri gitmiş ki, dağıtılan malzemenin bile üzerinde cemaat, vakıf logoları. Oysa Müslüman cemaat ve vakıfların ilk görevleri bu insanlara Allah’ın tevhid mesajını götürmek değil midir? Bu kıyameti yaşayan insanlara Allah’ın mesajını kim ulaştıracak? Devlet mi, galiba bu işi de devlete havale etmiş görünüyoruz.

Kim Allah’ın farzını ikame edecek kim bu insanlığa hakkı tebliğ edecek? Dönün birde önderimiz dediğimiz Hz. Peygamber (s.a.s) ‘e bakın. O, olsaydı bu durum karşısında ne yapardı sorusunu soralım kendimize. Peki, biz onun yaptığını mı yapıyoruz dersiniz. Ey insanlık, Allah’ın gazabından kaçış yok, istediğiniz kadar kuleler inşa edin hiçbir işe yaramıyor. Gelin Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edin. Bulunduğunuz durum için tövbe edin, rabbinize yönelin. Unutmayın bu yer küreyi yoktan var eden, bunu bir düzene bağlamış onun düzeni işliyor ve insanlığa düşen onun işleyen düzenine uygun hareket etmek. Allah kendisine kedisinin istediği gibi iman eden kullarından eylesin. O, Yaradan’ı tanıma, anlama ve onun istediği gibi hayat yaşama gayretinde olma duasıyla.

EVLİLİK Mİ MENFAAT Mİ?

Daha önce evli bekârlar diye bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda, önce ki yazımızın farklı bir versiyonu olarak evliliği değerlendireceğiz. Evlilik insanlık tarihiyle beraber var olan bir kavram. Her toplumda evlilik var ve uygulanıyor. İyi veya kötü ama her toplumda var olan bir müessese. Hz Âdem a.s. ile başlayıp sonraki nesillerin tahrif edip bozmasıyla devam eden bir serüven… Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘e kadar bozulan tahrifatı düzeltmek için uyarıcılar gelmiş ve bozulan toplumları uyarmış. İnsanlık ile beraber var olan bir kurum: Evlilik ve aile… Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya, hangi kıtaya veya topluma giderseniz gidin evlilik ve aile kurumunu göreceksiniz. İnancı ne olursa olsun mutlaka bir evlilik ve aile yapısı göreceksiniz. Biz bu yazımızda evliliğin nasıl bir sömürü aracı haline evrildiğini anlatmaya gayret edeceğiz.  İki tür evlilik vardır insanoğlunun önünde:

  1. Bu evlilik türü ya da yöntemine şu ismi versek yanlış olmaz, mantık evliliği veya menfaat evliliği. Bu da kendi içinde alt başlıklara ayrılabilir, biz genel bir analiz yapacağız. Siz isterseniz alt başlıklar altında daha detaylı bir değerlendirme yapabilirsiniz. Bu evlilik türü insanlık tarihi kadar eskilere dayanır. Burada karşı iki cinsin bir araya gelmeleri menfaatleri gereğidir. Menfaatler çakışınca doğal olarak bunları bir arada tutacak bir bağda kalmıyor, sonuç herkes kendi yoluna. Bu cahiliyenin insanlığa modern diye yutturduğu bir evlilik modeli. Göreceli olarak kadın ve erkeği eşit gördüğünü söyler ama gerçekte böyle bir pratik söz konusu değildir. Bu modeli savunanlar kendilerini çağdaş ve kültürlü görürler, kadının örtünmesine şiddetle karşı çıkar bunu gericilik olarak lanse ederler. Oysa bu modeli savunanlar evrime inanır, insanlığı çağlara ayrıştırır. Onların teorisine göre evrim geçiren insan çıplak olarak anlatılır, bir süre sonra sadece cinsel uzuvlarını örter yaprak vb. O zaman onların teorisine göre bugün çıplaklığı çağdaşlık görenler asıl gericiler olması gerekmiyor mu?

Gelin biz bunu kendi toplumumuzda uygulamalarıyla değerlendirelim. Bu model alındığında karşımıza çıkan görüntü şöyle oluyor. Evlilik yapacak iki karşı cinsin birbirlerine neden evlendikleri ve neden bir araya geldiklerine dair değerIendirmeleri vardır. Genelde bu değerlendirme denklik veya menfaat üzerinden kurgulanır. Kızımızın evleneceği erkekte aradığı temel vasıflardan olmazsa olmaz olanı maddi gücü yerinde olması yani varlıklı olmasıdır. İstisnalar dışında varlıklı bir kızımız fakir bir erkekle evlilik düşünmez. Bırakalım düşünmesini zaten toplum ve çevre, kültür bunun önünü kapatmış, bunu teklif etmek bile hakaret sayılır. Kendi çevremize ve topluma baktığımızda bunların sıradan olduğunu zaten göreceğiz. Bu model yaygın bizim toplumda. Müslümanı, Müslüman olmayanı her tarafta model alınan bir yöntem. Bu modelde kadın veya erkek fark etmez temel ölçüt denklik veya maddiyat yani elde edilecek mal mülk vb. konular. Bu modelde 18 yasında kızımız 40 yaşında biriyle rahatlıkla evlenir, bu hiç sorun olmaz. Bu modelde 20 yaşında delikanlımız 40-50 yaşında varlıklı bir kadınla evlenir, bu gayet normal karşılanır. Bu model çok eşliliğe kesinlikle karşıdır. Bunun söylemi bile linç sebebi sayılır. Bunu linç sebebi sayan insanımız örneğin evliyse eşi Avrupa’ya çalışmaya, para kazanmaya gidecek eşini rahatlıkla ve isteyerek boşar ki gittiği yerde evlilik yapsın ve orda vatandaşlık alsın, zengin olsun. 18-20 li yaşlarda kızımız çok evliliğe şiddetle karşıdır amma Avrupa’dan bir talip çıkınca onun oradaki yaptığı evlilik hiç sorun olmaz. Kendi ülkesinde veya toplumunda evlenip boşanan bir erkekle bekâr kızımız evlilik düşünmez çünkü kendine denk görmez. Kendisi bekâr evleneceği delikanlı da bekâr olmalı. Eğer kendisini isteyen zengin varlıklı bir bey olsa bu denklik devre dışı kalır. Çünkü istediği evlilik zaten buydu. Yani hayallerini süsleyen rahat, konfor ve zenginlik ona ulaşmak için kullanacağı tek argüman bekarlığı veya güzelliği diğer adıyla gençliği bir başka adıyla kadınlığı. Bizim toplumda bu çok yaygınlaşmaya başladı. Artık kızlarımız bu modele göre hareket ediyor. Aslında hesaplamadıkları bir şey var bu modeli kendilerine dayatan kültür veya üst akıl kendilerini yok ediyor, farkında değiller.

Bu evlilik modeli insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Okuduğumuz tarih kitapları bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Toplumları yıkmak için kadınların nasıl araç olarak kullanıldığı, savaşlarda bile karşılarındaki orduları kadınları kullanarak yıkmak istedikleri yeni bir durum değil. Hatırlarsınız bundan 15-20 yıl önce karadeniz bölgesinde meşhur bir toplumsal olay vardı. Rusya’dan gelen nataşalar deniliyordu adlarına. Toplumda nasıl bir refleks yaptığını yaşadık. Aslında bu Rusya’nın kendini ve kültürünü kadınları kullanarak nasıl tanıttığını göstermesi açısından önemli, dikkat edin dün onlara karşı çıkan kadınlarımız veya toplumumuzun bugün onlardan pek bir farkı kalmadı. Yani onlar amacına ulaştı, biz kaybettik. Örneğin onların toplum yapısında yalnız yaşayan kadın ve kızlar vardı. Bizde ise bu hiç hoş karşılanmazdı. Artık bizde de normalleşti, yani onlara benzedik. Yaşadığımız toplumda evlilik, devletin verdiği resmi evlilik cüzdanına indirgenmiş durumda. Genelde kadınlarımız karşılarında evlilik yaptıkları erkekten resmi evlilik cüzdanı istiyor. Neden mi dersiniz? Çünkü evlilik bahane resmi kalkan şahane! Yukarıda yazdığım bir örnekte 18 yaşında kızımız zengin beyle hiç düşünmez evlenir demiştik, peki bu kızımız resmi nikâh yani evlilik cüzdanı olmasa bunu yapar mı? Kanaatimce imkânsız çünkü amaç evlilik değil, karşısındakini sömürmek.

  1. Evlilik modeli, Allah’ın yarattığı kullarına önerdiği evlilik modeli. Bu da Hz. Âdem’den başlayan ve günümüze kadar gelen bir model. Bu modelin adına ben Rahmani evlilik modeli diyorum. Bu modelde menfaat, çıkar vesaire kesinlikle yoktur. Bu modelde temel kıstas, karşı iki cinsin bir araya gelmesi ve birlikte aile kurması, neslin devamını sağlaması ve soy bağının sağlanması.

Bu Rahmani modelde sen ben yoktur, evlenip aile olan iki cinsin bir olması vardır. Senin hakkın benim hakkım değil, ailenin hakkı vardır. Her iki tarafta sadece kurdukları aileyi yaşatmak için mücadele eder. Bu modelde kişilerin çıkarları, menfaatleri yerine sadece Rablerinin rızasını kazanma yarışı vardır. Bu model her iki tarafa da kendileri için yaradılışına uygun mücadele alanları seçip tayin etmiştir. İki tarafta kendi alanlarında mücadele eder ve bu mücadele kendileri için ibadet olur. Çünkü insanın yaradılış amacı belli “Ben, cinleri ve insanları ancak ve yalnızca Bana ibadet etsinler (her şeyi Benden bilip, Benden isteyip, Benden beklesinler ve her konuda hükümlerimi yerine getirsinler) diye yarattım” (Zariyat, 56)

Rahmani modele uyanlar bilirler ki hayatlarının her anı, yaptıkları her iş bir ibadet olacak. İbadet olması için de kendilerini yaratan kendilerine ne emretmiş ise onu ölçü kabul ederler. Bu model evliliklerde sınıf farkı olmaz, yoksul zengin ayrımı olmaz. Bu modelde menfaat elde etmek için evlilik varsa da tek menfaat Rablerinin rızasıdır. Rahmani modelde evlilik, 1. modele kıyasla temelden farklıdır, çünkü bu modelde evli kişiler bir menfaat elde etmez. Elde edilecek menfaat varsa da o menfaat, dediğimiz gibi Rablerinin rızasıdır. Bu modelde dava evliliği vardır, bu modelde menfaat elde etmek değil, kendinden fedakârlık vardır. Bu modelde kendi konforundan feragat vardır. Bu modeli baz alarak evlilik yapanlar, kimsenin kınamasından çekinmez, tek çekinceleri Rablerinin kınamasıdır. Çünkü onlar evlenirken konfora, rahatlığa talip olmadılar, onlar Rablerinin rızasına tabi oldular ve onlar bu dünyayı geçici gördüler, Rablerinin kendilerine hazırladığı nimet yurduna talip oldular. “İman edip salih amellerde bulunanlar… Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa, 122)

Evet, Kur’an’da bu konu da çok ayet bulmak mümkün, Hz. Peygamber’in sahih sünnetine bakıldığında da konu anlaşılmış olacak. Bütün delilleri burada yazma imkânımız yok, konuyu uzatmamak adına. Şu ince nüansı ıskalamayın, elde edeceğiniz dünya malı zenginlik vesaire hepsi Allah’ın mülkü, kimsenin kendi mülkü değil. “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Senin elindedir hayır, sensin her şeye gücün yeten. ” (Ali imran, 26)

Bizim uğrunda kendimizi heba ettiğimiz mülkün gerçek sahibi Allah’tır, biz ise onun kullarına verdiği geçici olana bakıyoruz.

Bütün bu değerlendirmeden sonra sömürü nerede, neden evliliği sömürü yaptılar diyeceksiniz, gelin biraz somutlaştıralım. Hep konuşurken insanlar birbirine, “duygu sömürüsü yapıyor” der. Duygu sömürülüyor da evlilik sömürü aracı olamaz mı diye hiç sormuyoruz. Dönüp kendimize, ailemize ve topluma bakalım, sonra değerIendirelim. Kadınlarımızın çoğu, ister dindar olsun ister ateist vb. evlilik müessesesini kendilerine bir sömürü alanı olarak çoktan parsellemiş. Sadece evliliği mi, keşke evlilikte kalsa, kadınlarımız, kızlarımız dişiliklerini karşılarındaki erkeği elde etmek, menfaat sağlamak için kullanmıyor mu dersiniz. Evlilikte kızlarımız neden varlıklı erkeleri tercih ediyor, biraz düşünün. Zenginliği için evlilik tercihi olmuştu, neden evlendikten sonra evlendiği kişi zengin olduğu halde boşanıyor? Çünkü evliliği kullanarak evlendiği varlıklı kişiden imkân devşirmek idi asıl amacı.

Aslında evlilik bir yaşam biçimi, bir hayat modeli. İnsanımız bunu yaşam biçimi olmaktan çıkarınca birilerinin menfaat alanına dönüştü.  Evli insanımız sanki bekâr imiş gibi yaşamaya başlamış ya evliliği kavrayamamış veya yaşadığı durumu evlilik olarak düşünür olmuş. Evlilik kopya olmaz iki insanın evliliği kendi orijinal aile yapısıdır. Her aile kendi içinde orijinal bir öze sahiptir, hiçbiri diğerine benzemez, benzememeli de.  İnsanımız kendi orijinalini beğenmeyince kopyalamaya başlıyor, kendini başkalarıyla kıyaslıyor. Oysa doğru olan kendini kıyaslaması değil o kıyasladığı insanlar da farkında değil beğenmediği kendisini kıyaslıyordur. Kendi beğenmediği orijinalini çevresi imrenerek izliyordur farkında değil. Eğer bugün ailenin sorunlarından yakınıyorsak, unutmayalım bunun müsebbibi biz, kendimiziz. Çünkü kendi orijinal aile yapımızı başkalarıyla kıyaslayarak müdahaleye açık hale getiriyoruz. Bu bizim ailemiz olmaktan çıkıyor müdahale eden herkesin ailesi haline geliyor. Kendi içerisinde orijinal özler barındıran ailelerden çevreye açık ailelere evrilme başlamış. Yani siz kendi yapınızı kıyaslamaya başladığınızda aslında kendi orijinal yapınızı bozuyorsunuz ve herkesin müdahalesine açık hale getiriyorsunuz. Sonra da dönüp şikâyet ediyorsunuz.

Unutmayalım Rahmani yapıda aile dokunulmaz ve mahremdir, hiçbir aile bir diğerine benzemez, kopyası olmaz. Evlenen insanımız bu mahrem olması gereken aileyi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsa, dikkat edin kıyasladığı hep kendinden üstte gördüğü aileler olur, hiç kendini daha zor durumdaki ailelerle kıyaslayıp şükretmez, hep şikâyet eder. İnsan maalesef böyle bir varlık, Kur’an’ın tabiriyle nankör varlık.  Günümüzde hiç Ebu Zer’i kendine örnek alıp kendini Ebu Zer’le kıyaslamaz. Günümüzde hiçbir kızımız Ümmü Zer’i kendine örnek ve model alıp kendini ona kıyaslamaz. Fakat bunların edebiyatını muazzam bir şekilde yapar. Günümüzde hiç kimse Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın r.a. kurduğu aile yapısını örnek alıp kendi ailesini onlarla kıyaslamaz. Fakat konuşurken onları öyle bir anlatır ki, dinleyenler gerçekten mest olur. Oysa yapılması gereken, güzel anlatmak değil model alıp yaşamaktı, yaşayarak model olmaktı. Tarihimiz ve kaynaklarımız bize bu Rahmani evlilik modelini o kadar çok örneklerle aktarmış ki, biz hiç dönüp bakmıyoruz buralara. Unutmayalım, güzel anlatanlar değil güzel yaşayıp örnek olanlar salih amel işlemiş olacaklar ve kurtuluşa ulaşanlar da onlar olacak.

Toplumumuzda maalesef artık kimse kimseye güvenmiyor, baba oğluna oğul babaya, kadın kocasına koca hanımına güvenmiyor, herkeste bir güvensizlik almış başını gidiyor. Güvenin olmadığı yerde kaos olur işte bugün ailelerimizi sarmalayan kargaşa tam da buradan kaynaklanıyor. Güven ortadan kalkınca menfaatler öne çıkıyor. Yarını kurtarma, kendini güvence altına alma refleksi başlayınca herkes eteğindekini dökmeye başlıyor, kim diğerinden ne koparırsa kârdır hesabı.

Toplumda şikâyet etmediğimiz hiçbir alan kalmadı, aile, ticaret vb. sayın sayabildiğinizce. Her taraf üçkâğıtçı dolu. Daha acısı, artık Müslümanlara, hocalara bile kimse güvenmiyor. Neden mi dersiniz, yaptıklarımızdan olmasın? Örnek olması gereken Müslümanlar kendi cemaatlerinde bile ne ayak oyunları yapıyor. Yapılan bu üçkâğıt oyunları bir süre sonra normalleşiyor, herkes aynı şeyleri normal görüp yapmaya başlıyor. (Kendine mürit arayan hocalara dost tavsiyesi, bu toplumdan artık mürit de çıkmaz, varsa da menfaati olduğu için mürittir. Hanımına eş olamayan, kocasına hanım olamayan, ailesine sahip olamayandan mürit hiç olmaz.) Kur’an’ın tabiriyle başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bütün bu menfaatçi ve çıkarcı insanları yetiştirenler neticede bu düzen ve bu toplumdur.

Bu yazdıklarımızı ve daha nice burada yazmadığımız konuları düşünün, sonra neden evlilikler sömürü ve menfaat alanına dönüşmüş bir muhasebe yapın. Kafamızı kuma gömmenin kimseye faydası yok, artık öz eleştiri yapmak ve yanlışları masaya yatırıp bir an önce öze dönmek zorundayız. Bunları yapamaz isek büyük bir helak kapıya dayanmış durumda. Bunun bir de Allah’ın huzurunda hesabı olacak ki orada bu menfaatperestlik hiç işe yaramayacak.

İNSANLIĞIN DÜNYA SERÜVENİ -1-

İnsanlığın serüveni; bebeklik, gençlik ve ihtiyarlık. Herkesin serüveni farklı; kiminin bebekken, kiminin gençken, kiminin de ihtiyarken dünya serüveni son buluyor.

Hangi anneden doğacağımız ve dünyaya gelip gelmeyeceğimiz insanın iradesinde değildir. Allah'ın iradesi ile oluşan bir durumdur.

Bebekken ölenin tohumu çatlamaz ve bu tohumun cennette yeşereceği umulur. Çocukken ölenin ise tohumu çatlamış, filiz vermiş ama meyve vermemiş, bu meyveleri de cennette vereceği umulur.

Asıl buluğa erenin sorumluluğu başlıyor. Meyvesini güzel mi verecek yoksa verimsiz mi olacak. Bu kendi iradesine bağlıdır. Salih amel meyvesi mi verecek yoksa bozuk haram meyvesi mi verecek, kendi iradesiyle belirleyecek.

Çocuk yeni dökülmüş betona benzer. Sen, çocuğa ne verdinse onu alır. İyi veya kötü, taze betonda iz bırakır; düzeltmek ise anne-babaya aittir.

Kişi iyi bahçıvan olacak, bitkiyi güzel yetiştirecek, Zekeriyya (as) gibi. Adayan ise Hanne olacak ve Meryem (as) gibi iffetli bir şahsiyet yetiştirecek. Maalesef böyle bilinçli çocuk yetiştirme bizden çok uzak kaldı ve kaliteli insan yetiştiremez olduk.

Küçükken ne verirsen çocukta kalıcı o olur.

İnsanın kendi iradesiyle dünya serüveni başlıyor. Yönetici kendisi, yönetilen yine kendisi, rolü alan kendisi, rolü oynayan da kendisidir. Bu yol kendisine göre uzun, aslında kısa, bu serüvenini nasıl bitireceği yine insanın kendi elindedir. Elbetteki sebeplerde faktördür, çoğunluğu kendisi belirler.

Bu serüvenin sonucuna göre ahiret hayatı da şekillenecek. Serüvenin içindeki oyuncu kendisi macerayı da kendisi belirleyecek. Ya ķüfrün önderi alkışlanan, ya da küfrün altında figüran, ya belirleyen, ya da belirlenen olacak.

İman yolunda önderlik, sorumluluk ağır, ya da iman yolunda neferlik, ölüm gelinceye kadar sorumluluk bilinci…

Bu serüven devam etmekte ve ölüm ise kovalamaca ile peşimizde. Güzel yaşayanın ölümü her daim güzel olmuştur.

Kendisini Kur’an ile terbiye etmiş, siyer ile Rasulün ahlâkıyla ahlaklanmış ve yolu da sırat-ı müstakim yolu olmuş, mü'min şahsiyet her zaman belirleyen olmuştur. Dünya serüvenini bilinçli şekilde yaşar, yön verir, yönetir, idare eder çünkü donanımlıdır.

Mü'min hangi beldede olursa olsun, hangi şartta olursa olsun isyan etmez. Verilen nimetlere şükreder ecrini alır. Musibetlere sabreder yine ecrini alır. Bulunduğu yere uymaz, kendinde olan güzelliklerin rengini verir. Yolun hakkını verir, yolda kalmışa el uzatır, ihtiyacını giderir ve dünya serüvenini de dolu dolu geçirir, yapılması gerekeni yapar.

Kafir ise küfrün karanlık serüveninde bocalar durur. Anlık hayatı önceler, çılgınlar gibi eğlenir, yer içer, oyalanıp durur. Dünyaya bir daha mı geleceğim der ve vurdumduymaz bir hayat yaşar. Dünyaya bir daha gelmeyecek doğru ama! Ahirette dirilecek ve cehennem son durağı olacak. Orada ne yaşayacak, nede ölebilecek.

Kimisi ise dünya serüveninde sürekli adrenalini yaşar, sanki ölüme meydan okur. Sürekli macera peşinde spor adına ömrünü geçirir, genelde ömrü de bu yol üzere son bulur.

Kimiside artisttir, sürekli rol yapar. Hayatı da rol yapmak ile geçer. Kimisi modeldir, sürekli güzel görünmesi gerekir; çünkü süslü basın sürekli peşinde. Kimisi makamı vardır hakkını veremez, farkındadır veya değildir. Çevresine zulmeder. Kimisi patrondur, iş sahibidir, hak yolunda cimridir; batıl yolda ise israfçıdır.

İnsanlığın dünya serüveni ölüm ile son bulur ve ahiret macerası başlar, cennet veya cehennem ile son bulur.

Rabbimiz dünya serüvenimizi razı olduğu gibi tamamlamayı bizlere nasip etsin.