N İ F A K - M Ü N Â F I K

 

 

  • Nifak ve Münâfık; Anlam ve Mâhiyeti
  • Nifakın Kısımları

     a- İtikadî (inançla ilgili) nifak

     b- Amelî (davranışlarla ilgili) nifak

  • Nifakın Riya ile Alâkası
  • Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
  • Münâfıkların Alâmetleri

      a- Kur'an-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri

      b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri

  • Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları
  • Küfür ve Nifak Psikolojisi
  • Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
  • Münâfıkların Cezası
  • Günümüzde Münâfıklık
  • Moden ve Çağdaş Münâfıklık
  • Münâfıkların Kalpleri Hastadır
  • Kalbin Bozulma Safhaları
  • Kalp Hastalığı
  • Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
  • Gizli İnkâr (Nifak)
  • Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge
  • Münâfıkların Tutarsızlığı
  • Kur’anın Sefih Dedikleri
  • Münâfıkların Karakteri
  • Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
  • Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır
  • Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
  • Sağırlar, Dilsizler, Körler!
  • Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
  • Münâfıklık Küfre Götürür
  • Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir

"İnsanlardan bazıları vardır ki, 'Allah'a ve âhiret gününe iman ettik' derler. Hâlbuki onlar mü’min değildir." [1]

“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” [2]

 

Nifak Nedir, Münâfık Kimdir?

Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak; münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır. Münâfık, nifak kelimesinin ism-i failidir; yani nifak yapan, nifak sahibi demektir.  İstılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden İslâm'a girip zahiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî münâfıklık içindir; bu kimse,  hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak, Allah'a karşı işlenmiş bir günah olur.

Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zahirî lafız ve kımıldanışlarla İslâm'ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi yer altı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık, girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” [3]

 

 

Nifakın Kısımları

İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır.

 

 

İtikadî (İnançla İlgili) Nifak

Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır.

 

 

Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak 

İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emanete hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.

 

Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları isanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir. Ama bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya çalışmalıyız.

 

Nifakın Riyâ ile Alâkası

Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır. Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır. Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda mürâîliktir.

Diğer taraftan, kişinin inanç ve ibâdet yönünden her an aynı heyecan ve canlılığı göstermesi mümkün değildir. İçinde bulunulan maddî ve manevî şartlara göre insanın manevî hayatı birtakım iniş ve çıkışlara sahne olabilir. Bu bakımdan bir mü’minin, iman ve amel yönünden her an aynı zevki duyamaması, onun münâfıklığını veya riyakârlığını ortaya koymaz. Çünkü muayyen bir çizgi üzerinde daima aynı seyri devam ettirebilmek insan ruhu için son derece güçtür. Kalbimize, sık sık değişik durumlar aldığı için değişken anlamında “kalb” adı verilmiştir. Bu konuda ashabdan Hanzala’dan (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif, oldukça enteresandır. Hanzala (r.a.) şöyle anlatıyor:

  • Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasulullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah rasülüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
  • Ya Ebâ Bekr! Hanzala münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
  • Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
  • Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
  • Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzala (r.a.) devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
  • Ya Hanzala! Eğer siz evlerinizde  de  benim  yanımda  iken  yaşamış  olduğunuz hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Ya Hanzala! Bu vecd hali, devamlı değildir; ancak zaman zaman olur.” [4]            

 

Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması

Kur’ân-ı Kerim, insanları mü'min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplar. Bakara sûresinin ilk beş âyeti mü'minlerden ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet[5] kâfirlerden, ondan sonraki 13 âyet de[6] münâfıklardan ve onların özelliklerinden bahsetmektedir. 

Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.

Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin vasıflar vardır. Bunlar:

  • Münâfık, casus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
  • Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
  • Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül etmez, hakkına razı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
  • Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere karşı inanmış gözükmek de bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.

e- Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli olmaları tavsiye edilmektedir. [7] 

Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü onlar, bize benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır, fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür.  Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine, müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar idrâkten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya) bir yardımcı da bulamayacaksın.” [8]

Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur. Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir. Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü mel’aneti yapan münâfıklar; bizim dâvâmızın baş düşmanlarıdır. Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.

                                  

 

Münâfıkların Alâmetleri

 

a- Kur'ân-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri

 

  • Müslümanları aldatmaya çalışırlar: "Allah'ı da, mü'minleri de güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine farkına varmazlar." [9]
  • Kalplerinde hastalık vardır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır." [10]  
  • Fesatçıdırlar: "Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman 'biz ancak ıslah edicileriz' derler. Gözünü aç, onlar muhakkak ki fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler."[11] Münâfıklar, fesatçıdır; fakat bunu bilmeyebilir, kendilerinin fesatçı olduklarını kabul etmezler. Fesat; günah işlemek ve günahı topluma yaymaya çalışmaktır. Bu, sözlü ve amelî küfürdür. Yeryüzünde Allah'a isyan eden ve isyanı emreden kişi, fesat çıkaran kimsedir. Zira yeryüzünün ıslahı Allah'a itaat ile; fesadı da Allah'a isyan iledir.
  • Müslümanları Küçümserler: "Onlara 'insanların (müslümanların) inandığı gibi inanın' denilince, 'biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?' derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler."[12] Günümüzde müslümanlara, gerici, mürteci, irticacı, yobaz, çağ dışı' gibi damgalandırmalar yapanların kimler olduğu rahatlıkla değerlendirilebilir.
  • Müslümanları alaya alırlar: "Onlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler." [13]
  • Kâfirleri dost edinirler: "Onlar, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti (güç ve şerefi) onların yanında mı arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." [14]
  • İman ile küfür arasında bocalarlar: "Onlar, iman ile küfür arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara (bağlanıyorlar), ne bunlara." [15]
  • Dini, yalnız bir tarafından tutup, bir yönüyle kulluk ederler: "İnsanlardan kimi, Allah'a (dinin yalnız bir tarafından tutup) yalnız bir yönden kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur, yapışır. Eğer bir musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüzçevirir). O, dünyasını da âhiretini de hüsrana uğratmış, kaybetmiştir. Bu, apaçık zararın ta kendisidir." [16] Günümüzde İslâm'ı yaşarken menfaati bozulanlar veya başına bir bela gelenler, bu yüzden İslâmî yaşantıyı terk edip eyyamcı oluyor veya başka yollara sapıyorlarsa, bu âyetteki tehditten korksunlar!
  • Allah'ın indirdiği ile değil; tâğutun hükmü ile hükmedilmek isterler: "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğuta küfretmeleri (inanmamaları) kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükmüyle hükm edilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan, onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasül'e gelin (onlara başvuralım, onlarla hükm edelim) denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün."[17] Değişik izmlere, İslâm dışı düzenlere bağlanıp onları hakem yapanlar, onların hükmünü, uygulamalarını tercih edenlerin bu âyetlere göre hükmü çok nettir.
  • Yalan yere yemin ederler: "Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler de (bununla insanları) Allah yolundan çevirdiler. İşte onların hakkı, horlatıcı bir azaptır." [18]
  • Cihaddan kaçarlar: "Allah'ın peygamberine muhalefet için (savaştan) geri kalan (münâfık)lar, oturmalarıyla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve 'bu sıcakta harbe çıkmayın' De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır'  iyice bilmiş olsalardı." [19]
  • Mü'minlere kin beslerler: "Onlar sizinle buluştukları zaman 'inandık' derler; Sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." [20]
  • Mü'minlerin iyiliğe uğramalarına üzülüp başlarına bir bela geldiğinde sevinirler: "Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür; başınıza bir musibet gelse, buna sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez." [21]
  • Kötü propaganda yaparlar: "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber'e ve aralarında yetkili kişilere götürselerdi, içlerinde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi." [22]
  • Korkaktırlar: "Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur."[23]; "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar." [24]
  • Ellerine fırsat geçince müslümanlara suikast tertip eder ve gizli planlar kurarlar: "Andolsun ki onlar, daha önce de fitne (ve fesat) çıkarmak istemişler, senin hakkında birtakım işler (dolaplar) çevirmişlerdi. Nihâyet hak (nusret) geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri yerini buldu (Allah'ın dini galebe çaldı)." [25]
  • Mü'minlere iftira atarlar: "O uydurma haberi (iftirayı) ortaya atanlar, içinizden (belli) bir gruptur... Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunup da: 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?" ...Onlar yalancıların ta kendisidirler." [26]
  • Namaz konusunda üşengeç ve tembeldirler. Gösteriş yaparlar: "Namaza kalktıkları zaman üşene üşene gelirler, istemeye istemeye infak ederler."[27]; "Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da çok az hatıra getirip anarlar." [28]
  • Kâfirler hesabına casusluk yaparlar: "Onlar durmadan yalana kulak verirler ve senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk eden kimselerdir. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler." [29]
  • Allah'tan kork denilince, tersini yaparlar: "Ona 'Allah'tan kork' dendiği zaman izzet(-i nefsi, cahilane kibri), kendisini (daha çok) günah işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, gerçekten ne kötü yataktır." [30]
  • Kur'an'ı yanlış yorumlarlar: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar." [31]
  • Peygamber'in hükmüne razı olmazlar: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki; onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [32]
  • Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar: "Onlar, kendilerinin küfrettikleri gibi sizin de küfredip inkâr ederek onlarla beraber olmanızı arzu ederler." [33]
  • Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Kur'an'ın bir kısmını kabul etmezler: "Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de onlar, azabın en çetinine iletileceklerdir. Alla, yaptıklarınızın hiçbirinden gafil değildir." [34]
  • Dış görünüşleri aldatıcıdır: "Onları gördüğün zaman, kalıpları (kıyafetleri) hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler (giydirilmiş odunlar) gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah gebertsin onları. Nasıl da bu hale geliyorlar?" [35]
  • Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler: "Münâfık erkekler de, münâfık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar. Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar, Allah'ı unuttular (O'na tâati bıraktılar). Allah da onları unuttu (onlara lütfunu terk etti). Şüphesiz ki münâfıklar, fâsıkların ta kendileridir." [36]
  • Zekât vermek istemezler, dönektirler: "Onlar, istemeye istemeye infak edip harcarlar."[37]; "Onlardan kimi de, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız' diye Allah'a and içti. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Onlar öyle dönektirler." [38]

Kur’an’ın “Doğrusu münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”[39] diye hüküm verdiği münâfıkların kimliklerini, yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak şu şekilde özetleyebiliriz:

İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı; kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır.

İbâdetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibâdet yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.

 

Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar, müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış görünüşlerini süslü gösterirler.

Ahlâk ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik, ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık, yalan, cimrilik, menfaatçilik, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine uyma.

           

Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri:  Korku,  gerek mü’min,  gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakmış, müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen bir psikoloji.

Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için, kendisinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri.

Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren, fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle adam kandırmaya çalışan bir tip.       

 

 

b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri

             

Hadis-i Şeriflerdeki münâfık alâmetleri, genellikle amel münafığına aittir. Bu davranışlar, çirkin ve günah olmakla birlikte küfür değildir: Bu hususa dikkat edilerek, bu vasıfları taşıyanlara hemen (itikat açısından) münâfık veya kâfir damgası vurulmamalıdır. Bu nifak alâmetleri, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve uyarılar cinsindendir. Zira, amelî nifak çoğalınca, ileride müslümanın itikadî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir. 

     

  • "Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet eder." [40]
  • "Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." [41]
  • "Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır." [42]

 

  • "Münâfıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır hiçbir namaz yoktur. Hâlbuki bu iki namazın cemaatinde olan sevabı bilselerdi, emekleye emekleye (sürtüne sürtüne) de olsa, onlara gelip hazır olurlardı." [43]
  • "Münafığa, seyyid (efendi, sayın) demeyin. Çünkü o sizin efendiniz olursa aziz ve celil olan Rabbinizi gazaplandırmış olursunuz." [44]
  • "Ümmetimdeki münâfıkların çoğunu okuyanlar teşkil eder." [45]
  • "Ümmetim hakkında en çok korktuğum, güzel konuşmasını bilen ve kalbi cahil olan her münâfıktır." [46]
  • "Hayâ ve tutukluk imanın iki şubesidir. Bezâ (açık saçık konuşmak), beyan (lüzumundan fazla konuşmak) münâfıklığın iki şubesidir." [47]
  • "Mü'min yiğittir, zekidir, dikkatlidir, itaatlidir, acele etmeyendir, âlimdir, takvâ sahibidir. Münâfık ise, insanları arkalarından çekiştiren ve yüzlerine karşı dil uzatan bir cehennem odunudur. Şüpheli şeylerde durmaz, harama riâyet etmez, tıpkı gece odun toplayan kimse gibi, nereden kazandığına, nereye harcadığına ehemmiyet vermez." [48]

 

  • "Mü'min rüzgârdan etkilenen ekin gibidir; devamlı belâ içinde olur. Münâfık ise, kesilinceye kadar etkilenmeyen çınar ağacına benzer." [49]

 

  • "Kim insanlara, Allah korkusundan daha fazla korku gösterirse, o münâfıktır." [50]

 

  • "Kim Allah'ı çok hatırlar ve zikrederse nifaktan uzak olur." [51]
  • "Münâfık, iki koyun sürüsü arasında görülen ve bir bu sürüye, bir öbür sürüye koşan; hiç birinden olmadığı için birinde duramayan koyuna benzer."

 

  • "Bir kimse, gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek ölürse, bir nevi nifak üzere ölür." [52]

 

  • "İnsanların en şerlisi, şunlara bir yüzle, diğerlerine başka bir yüzle gelen ikiyüzlüler, münâfıklardır." [53]
  • "Mü'min, günahını üzerine düşüverecek bir dağ gibi görür ve günahtan böylece korkar. Münâfık ise, günahını burnunun üzerine konmuş uçan bir sinek gibi görür." [54]

 

  • "Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu Allah'a şirk koşmaktır. Dikkat edin, ben, onlar güneşe, aya, puta taparlar demiyorum. Ancak onlar, Allah'tan başkası için amel işlerler." [55]

 

 

Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faâliyet Yerleri Açmaları

“Bir de (müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Rasülü ile harb edeni(n galip gelmesini iştiyakla) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp, onu) mescid (câmi) edinenler vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar şüphesiz yalancıdırlar. O mescidin içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. İlk gününde temeli takvâ üzerine kurulan mescid, senin, içinde namaz kılmana daha lâyıktır.” [56]

 

Bu âyet-i kerime, münâfıkların, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında yaptıkları bir tuzak ve komplodan bahsetmektedir. Bunlar, Kuba mescidine, oranın cemaati olan mü’minlere karşı Mescid-i Dırar denilen bir mescid inşa etmişlerdi. Bunu, Allah ve Rasülü’nü inkâr, Allah ve Rasülü’ne karşı savaşanları bu mescid vesilesiyle gözetlemek, kontrol altında tutmak için yapmışlardı. Maksatları bu olduğu halde, mescidi güzel bir niyetle mü’minlere takdim ediyor görünümündeydiler. Bu mescidi, hayır olsun diye, hasta ve fakirlerin namaz kılmaları için inşa ettiklerine dair yemin etmişlerdi. Hâlbuki Allah, onların bu yeminlerinde yalancı olduklarına şehadet etmektedir. Allah, Peygamberine bu mescidin durumunu haber vererek onu yıkmayı ve içinde namaz kılmamasını emretti.

Görünürde Peygamberimiz zamanında kalmış olan bu olay ve binası yıkılmış, çöplük yapılmış olan bu zararlı mescid, münâfıkların ve İslâm düşmanlarının kirli emelleri ve entrikaları için çeşitli şekillerde ve nice yerlerde günümüzde de yaşamaktadır. Dıştan İslâmî görüntü verilmeye çalışılan, içten İslâm’ı yıkmak, tahrif etmek, dejenere edip tâğutî düzenlere hizmet ettirmek için bu tip mescid veya teşkilatlar her dönemde münâfıklar tarafından devrin şartlarına ve ortamlarına uygun şekilde ortaya konulmaktadır.

Çeşitli kurum ve kuruluş şekilleri, çeşitli kitaplar, çeşitli konferanslar, çalışma, ve araştırmalar yapılmaktadır. İsimleri farklı ve çeşitleri çok olan bu dırar mescidlerinin açığa çıkarılması, aldatıcı tabelalarının tanınması ve bunların gerçek yüzlerinin tesbiti gerekir. Peygamberimiz zamanındaki bu Dırar Mescidinin keşfedilip ortaya çıkarılması ve tavır alınmasında bizim için büyük ibretler vardır. Her zaman ve her yerde böyle Dırar Mescidlerinin, münâfık yuvalarının bulunacağı için, Kur’an, münâfıkların bu çirkin tavırlarını açıklamakta bu derece kesin ve sert davranıyor. Yüzlerindeki maskeyi yırtarak Dırar Mescidinin iç yüzünü bu derece kesin ve sarih olarak açıklayan âyet-i kerimede bizim için bitmez tükenmez örnekler vardır. [57]                     

 

 

Küfür ve Nifak Psikolojisi

İnsanların davranışlarını incelerken, onların psikolojik yapılarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü gerek olumlu, gerek olumsuz bütün hareketler, bir psikolojik temele dayanır. İnsanlar, basit içgüdülerle değil; belli birtakım fikir ve inanç ölçüleri doğrultusunda hareket ederler. Doğal insiyak ve refleksler hariç, insanın hiçbir hareketi bu çerçeve dışında değildir. İnsanların davranışlarının birbirinden farklı olması, dayandıkları dünya görüşlerinin farklılığından ileri gelmektedir.

Âhiretin varlığına inanmayarak hayat yolculuğunu, ölümle biten ebedî bir son olarak kabul edenlerle; hayatı bir imtihan sahası, ölümü ise bu sınavın neticelenip değerlendirileceği ebedî hayata geçiş olarak görenlerin davranışları elbette aynı olmayacaktır.

Kâfir; bizzat kendi eliyle inşâ ettiği karanlık inkâr zindanı içinde ve her türlü metafizik ürperti ile ilgisini kesmiş durumda yaşayan zavallı bir mahkûmdur. Ruh ve aklın, sırlar ve gayb âlemine açılan bütün pencerelerini tıkadığı için, sahip olduğu ve olabileceği her şey bu dünyadan ve onun yanıp sönen fâni lezzetlerinden ibarettir. Bu fâni lezzetlere ulaşabildiği oranda dünya onun cenneti, erişemediği veya kaybettiği nisbette de cehennemidir. “Dediler ki, hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.”[58] Dünya hayatı onlar için biricik gayedir. Bütün çabaları bu gayeye biraz daha fazla ulaşabilmektir.  Maddeden daha değerli bir şey tanımadıkları için en ufak dünyevî bir menfaat uğruna sarf etmeyecekleri şey yoktur. Hak, hukuk, günah, sevap, cennet, cehennem gibi kavramlardan habersiz veya onlara ilgisiz yaşadıkları için fazilet ve fedakârlık gibi insanı yücelten yüce değerlerden mahrumdurlar.

Hayvanlar gibi başıboş ve sorumsuz yaşarlar. “Kâfir olanlara gelince, onlar (dünyada sadece) zevk ve sefa ederler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[59]; “Bırak onları; yesinler, eğlensinler, onları emel oyalıya dursun. Sonra bilecekler onlar.”[60] Bütün işleri tuvalet ile yemek ve yatak odası arasında mekik dokumaktır. Onlar için her şey boştur. Mide ve şehvetin dışında, uğrunda mücadele edecekleri hiçbir davaları yoktur. Kemik başında dalaşanlar gibi onlar da sadece çıkar ve rantlarının kavgasını yaparlar. Kendilerini topyekün maddenin esaretine verdikleri için ruhî ve fikrî bir özgürlüğe sahip değillerdir. Maddenin ve hevâlarının âzat kabul etmez köleleridir. Ulvî değerler, yüce duygular onları hiç ilgilendirmez.  Hele din, iman gibi konuları hiç duymak istemezler. “Onların kalpleri vardır; bunlarla idrâk etmezler. Gözleri vardır; bunlarla (hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir.”[61]; “Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıverecek olurlar.” [62]

Münâfıklar, kâfirlerin aksine, belirli bir yolun ve istikrarlı bir hayatın sahibi olamadıkları için, mevsimlere göre değişik yerlerde konaklayan göçebeler misali oradan oraya göçer dururlar. Sadece menfaatlerinin sevki ile hareket ettikleri için, samimi olarak bir tarafa bağlanamazlar. “Onlar (küfür ile iman arasında) bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne mü’minlere, ne de kâfirlere bağlıdırlar.”[63] İnanç ve hareketlerinde zikzak çizdikleri için şahsiyet bütünlüğünden mahrumdurlar. Hiç sevmediği bir rolün, mecburen aktörlüğünü yapan kimse gibidirler. İslâm’ı ve müslümanları sevmezler. Hele içinde yaşadıkları toplumda İslâm şeriatının hükümlerine tâbi olmayı hiç istemezler. Müslüman rolünü tam beceremeseler de zorla becermeye çalışırlar. “İstemeye istemeye zekât verirler.”[64]; “Tembel tembel namaza kalkarlar.”[65] Fakat yerine göre sözün en yaldızlısını konuşurlar; böylece müslümanlara karşı itimat telkin etmeye çalışırlar. Perde gerilerinde ise onlar aleyhinde şeytanî planlar ve haince komplolar hazırlarlar. İhanetleri ve iç yüzleri meydana çıkacak diye de daima şüphe ve korku içinde yaşarlar.

Mayın tarlasında yürüyen kimsenin tereddüt ve telaşını hissederler. Her şeye kulak kabartırlar. “Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler.”[66] Onların şüphe, korku ve tereddütlerle dolu olan bu çalkantılı kaos hayatı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Onların hali (korkulu bir sahrada) ateş yakan kimsenin hali gibidir ki; o (ateş), etrafındakileri aydınlattığı sırada Allah ışıklarını söndürüp, kendilerini karanlıklar içinde bırakıvermiştir.”[67] Bakara sûresinin 17-20. âyetlerinde münâfıkların hâlet-i rûhiyeleriyle ilgili tablodan anlıyoruz ki; Münâfıklar; kalpleri dirilten, insanî duyguları yücelten Kur’an âyetleri, müslümanların nezih davranışları ve feyizli sohbetleriyle daima karşı karşıya bulundukları halde, yine de iç âlemlerindeki inkâr, şüphe, vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.

İçyüzlerini açığa çıkaran, cehennemin şiddetli azabıyla kendilerini tehdit eden Kur’an âyetlerini işittikleri zaman, şiddetli gök gürültüsü karşısında dehşete düşen kimse gibi âdeta çarpılırlar, suçluluk psikolojisi içinde erirler. Buna mukabil, inkâr karanlıklarından sıyrılıp iman aydınlığına çıkışın yollarını gösteren âyetler, çeşitli deliller, mü’minlerle ilgili ilahî müjdeler ve cennet vaadleri karşısında az da olsa kalplerinde bir ürperti, bir ferahlık meydana gelir, fakat bir türlü inanamazlar. Nedense inkâr karanlığını yırtamazlar. Küfür ve nifak pisliği benliklerine o derece sinmiştir ki; alışa geldikleri bu hayatın dışına çıkmak, onlar için bir nevi ölümdür. Şehvetlerin, kirli emellerin, âdi menfaatlerin bataklığından kurtulmak onlar için sanki intihardır. İşte bu sefil hayatın dışına çıkmamak için; kendilerini hakka, hidâyete çağıran seslere karşı kulaklarını tıkarlar. Rahmanî ışıklara karşı gözlerini kaparlar; ilahî davetin nurundan gözleri kamaşır, âdeta kör olurlar.

Ama İslâm’ın kendilerine sağlamış olduğu izdivaç, miras, ganimet veya bulundukları yerde makam, mevki, koltuk kapmak gibi dünyevî menfaatler karşısında ise keyiflerine diyecek yoktur. Onları elde edebilmek için koşarlar, çırpınırlar. Göstermelik imanlarının zırhına bürünerek herkesten fazla pay elde etmeye bakarlar. Ne vakit de cihad, zekât, namaz, oruç vs. gibi tekliflerle karşılaşırlarsa, işte o zaman dizlerinin bağı çözülüverir, yerlerinde kalakalırlar. Bahane üstüne bahane uydururlar, müslümanları kandırmanın bin bir yolunu ararlar. Yalanlar, yeminler, kendilerini temize çıkarma gayretleri birbirini takip eder. İşte sahte imanları sayesinde elde etmiş oldukları dünyevî menfaatlerin karşılığını, daha ölmeden önce korku ve zillet içinde böylece ödemiş olurlar.

Karanlıkların, gök gürültülerinin,  şimşeklerin o ürpertici atmosferinde yaşamak ne kadar fecidir. Her an ölmek... Her an dirilmek... Ne imanın engin ve ebedî saadeti, ne de mutlak küfrün ölü veya felçli bir uzvun duygusuzluğu içindeki donmuş ve taşlaşmış hayatı... İkisi arasında daima bocalayıp durmak... Kendine mahsus bir barınaktan mahrum olup, onun bunun yanında sığıntı hayatı; iğreti, sahte, taklitten ibaret bir yaşayış... Zillet ve meskenet içinde her an suçüstü yakalanmanın, maskesinin düşüp foyasının meydana çıkacağı endişesinin, kovulmanın, her an açıkta kalmanın ıstırabını duymak... İşte münâfık hayatı!.. [68]

 

Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları

Münâfıklar, her ne kadar mü'min sıfatını taşımıyorlarsa da, insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen de küfür yönüne yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini sakladıkları için müslümanmış gibi muâmele görürler. Bu durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza verilir.

                                                               

Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman muâmelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar ortaya çıkabilir. "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!"[69]; "Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!"[70]; "Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter." [71]

 

 

Münâfıkların Cezası

 

“Şüphesiz ki münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”[72]; "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!" [73] Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların cezâlarıyla ilgili yeterli derecede bilgi verilir.

 

 

Günümüzde Münâfıklık

Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi ölçüye göre tespit edeceğiz?

İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor. Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve zorbalığı ile câhillerin ifsâd ettiği dünyamızda buna dur diyecek bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur'an'da ve sünnette tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm'ın hâkim olmadığı yerlerde de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu'nun bazı bölgelerinde oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler bile oruç tutuyor görünürler. İslâm'a saygılı ve dinî duyguları güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip dinleyen, konuşmalarında Allah'ın adını sıkça anan politikacılar, seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu yapıyorlarsa, Allah'ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa... münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine'lerde aramamak gerekiyor.

Münâfıklığın karakteristik özelliği, ikiyüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında İslâm dışı hayat sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların, cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar, müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler.

Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münâfıklığa sevk eden şey dünyevî menfaatler ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama dünyayı Allah'tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. "İnsanlardan bazıları Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerin söylerler; oysa onlar mü'min değillerdir. Onlar, Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar." [74]            

İslâm ile küfür arasındaki mücadele kıyâmete kadar devam edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saâdetten günümüze kadar devam ede gelmiştir. Kur'an ve hadisler, her dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini uzun uzun üzerinde durarak mü'minlere haber veriyor. Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü'minler uyarılarak, onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.

       

Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek câiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz, kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece Allah'a, Rasülü'ne ve mü'minlere ait olduğu halde; münâfıkların kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o zümreye dâhil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.

Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla, hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları, maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar. Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.

"Mü'min, bir delikten iki defa ısırılmaz." Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur'an'a sarılmalıyız.                 

 

 

Moden ve Çağdaş Münâfıklık

Günümüzde gerek sıcak, gerek soğuk savaş şeklinde nice coğrafyalarda tüm şiddetiyle sürmekte olan hak-bâtıl mücâdelesi, aslında ilk insandan başlayıp son insana, yani kıyâmete kadar sürecek olan İlâhî bir kanun, Rabbânî bir cilvedir.

Allah (c.c.) nâmına yeryüzünü ıslah edecek halife olarak yaratılan insan, çok kısa bir zaman sonra bâtıl savaşçısı Şeytanın hileli savaşıyla karşılaşmış ve halife olmanın, hak cephesinde Allah'ın askeri olarak savaşta yer almanın eğitim ve imtihanından geçmiştir. İnsanlık (ve İslâmlık) tarihi, peygamberlerin veya vârislerinin komutanlığındaki "hak"la, tâğutların komutanlığındaki "bâtıl" savaşının görüntüleri, teferruâtı farklı; cephe ve asılları aynı olan bu mücâdele olaylarından başka bir şey değildir.

Bir müslüman için, bu savaşta tarafsız kalma, savaşın zorluklarından kaçarak sulhu isteme, barışçı ve insancıl(!) olma tercihi sözkonusu değildir. O, şeytanın askerleriyle, tüm hayatı boyunca savaş içinde olacaktır. Tâ ki, fitne yeryüzünden tümüyle kalksın ve din tümüyle Allah'ın olsun. [75]

Mü'min bu savaşta mutlaka safını seçmek zorundadır. Çünkü hakkın safında yer almayan, bu tavrıyla bâtılın safını seçmiş kabul edilecektir. "İman edenler, Allah yolunda savaşır, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostları ile (kâfirlerle) savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır." [76]

Sıcak savaşın (canla cihadın) terk edildiği, bununla birlikte "ben de müslümanım" diyen insanların resmî nüfusa göre çoğunlukta olduğu topraklarda bu savaş, günümüzde "hakiki İslâm" ile "sahte, yani ılımlı İslâm" arasındaki savaşa dönüştü. Evet, T.C. ve benzeri memleketlerde Kur'an ve Sünnet çizgisindeki muvahhid müslümanların karşısında, yine kendisini müslüman; savunduğu ve koruduğu şeyleri de İslâm diye takdim eden zihniyet vardır. İslâm'ın ve müslümanların karşısına erkekçe çıkılmıyor. Müslümanın eğer birazcık ferâseti, azıcık basîreti varsa, hemen sahteliğini teşhis edebileceği şekilde İslâm maskesi takarak bâtıl, hak adı ve görünümüyle hakkın karşısına olanca zulüm ve istibdâdıyla çıkıyor. Bu maske yırtılmadan, altındaki iğrenç yüz teşhir edilmeden, halkın kıyâma katılmasına, hakiki İslâm safında yer almasına imkân ve ihtimal yoktur. Kıyâmın önündeki en önemli engel, bu sahte müslümanlar ve bu sahte İslâmlardır.

Nâsır'lar, Kaddâfi'ler, Ziyaülhak'lar, devleti ele geçirinceye kadar hep bu maskeyi takmışlar, durumlarını kuvvetlendirinceye kadar tâvizsiz İslâm inkılâpçısı geçinmişler, oyunlarını sürdürebilmek için zaman zaman kullanmak üzere bu maskeyi yanlarında hazır bulundurmayı ihmal etmemişlerdi. Çağın en büyük tâğutu bile, ülke topraklarında önce kurtarıcı ve İslâm savaşçısı rolünü oynamış, hutbeler okumuş, meclisi duâlarla açmış, sarıklı hocaları lâzım olduğu yerde kullanmak üzere yanından eksik etmemiş, halkı yanına çektikten, yerini sağlama aldıktan sonra maskesini çıkarmış, fakat yine de dobra dobra ve halkın anlayacağı dille İslâm'a karşı küfür safında yer alarak savaş açtığını hiçbir zaman söylememiş, fakat "din nâmına" diyerek nice keferelikler yapmıştır. Afganistan'ın Rus keferesi tarafından işgâlinden sonra bile aynı oyun oynana gelmiştir. Neciburrahman adlı Necibüşşeytan ve ondan önceki Rus kuklaları devamlı câmi inşâ ettirmişler, Diyânet teşkilatlarına büyük çapta bütçeler ayırmış, müftü, vâiz ve imamlara çokça yardımlar etmiş, mücâhidlerin vatan hâini olduğunu, ülü'l-emrin kendisi olduğunu vb. anlatmak şartıyla, hatta T.C.'den daha avantajlı bir şekilde onlara hizmet(!) imkânları vermiş, kendisi de sık sık "Allah", "din", "saygılıyız" gibi kelimeleri ağzına yerleştirmekten geri durmamıştır.

Bu oyun, T.C. topraklarında daha zengin mizansenlerle oynanmaktadır. Cihadı reddedip çağdışı kabul eden, İslâm nizamına irtica adıyla acımasız savaş açan, İslâmî tesettüre en hayâsız bir şekilde saldıran zâlim yöneticiler, tâğutlar, bu İslâm düşmanlığını, yine Kur'an'dan âyetler okuyarak yapma gereği duyuyorlardı. Asr-ı saâdet ruhuna ve o günkü örnek müslümanların bir araya gelerek cemaat ve devlet oluşturdukları, cihad bilinciyle tüm dünyayı unutacak hale geldikleri câmii ve cemaat ruhu, İslâmî devlet ve cihad ruhu, başka yerde değil; öncelikle câmii denilen devlet dairesi haline getirilen yerlerde öldürülüyor.

Bugün din, din adına tahrip ediliyor. Din adına, ehl-i sünnet adına İslâm'ın devlet ve şeriat anlayışına en büyük düşmanlıklar yapılıyor. Radyo ve T.V. deki din programlarıyla hakiki İslâm'a en büyük iftiralar atılıyor. Din, önce câmilerde sonra dinin öğretildiği okullarda, din dersinde ve dinle ilgili programlarda kâfirlerin ve düzenlerinin hizmetine sunuluyor.

Din dersleriyle putlar ve putçu düzenler gençlere sevdiriliyor. Kur'an Kurslarında ve İmam-Hatip Liselerinde, İlâhiyat Fakültelerinde bu uzlaşmacı, tâvizci, Amerikancı İslâm'ın askerleri yetiştiriliyor. İslâmî cihad ve kıyâma, tâğutlarla mücâdeleye, câhil halktan önce Diyanet karşı çıkıyor.

Küfre ve küfrün tüm kurumlarına, din ve dinî kurumlarla yardım ediliyor. Öyle ki, futbolda dünyada daha ileri sıralar almak isteyen milli takıma yardım amacıyla spordan sorumlu devlet bakanı, Diyanet İşleri Başkanıyla görüşmeler yapıyor. Yarın cami kürsüleri ve minberlerinden "nasıl gol atılır, rakip oyuncu ofsayda nasıl düşürülür, millî ve dinî heyecanla nasıl başarılı olunur, bu konular anlatılabilir; yıllardır ağaç nasıl dikilir, veremle savaş nasıl yapılır konuları, trafik dersleri anlatıldığı gibi.

Allah'la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri haline geliyor. Câmi, siyasete âlet edilmemeli diyen kefere, câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor ve kullanıyor.

Devlet okuma-yazma seferberliği mi açtı, imam ve vâizler bu konuyu anlatacaktır, keferelerin bayramı mı var, haydi hatib efendi, vâiz bey! Yine aynı yerler, devlet siyaset ve politikasına âlet edilip demokrasinin hizmetinde kullanılarak seçim sandıkları câmilerin içlerine kadar giriyor, hasta haldeki kadının o mekâna girmesi câiz görülmediği halde, seçim ve cezâ gerekçesiyle girmek zorunda bırakılıyor, câmilerde de kurulan sandıklara oy atılarak yapılan bu demokratik seçimler de siyasete güya câmileri âlet etmiyor.

Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle devlete ve kanunlara saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah'ın evi olması, sadece Allah'a çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (72/Cinn, 18), devlet dairesi; Peygamber'in vârisi ve Allah'ın memuru olması gerekenler de kâfir bir devletin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah'ın değil, kefere kanunlarının hâkimiyeti altına giriyor.

Hanefî fıkhına göre devlet namazı olan Cuma namazı, kâfir sistemlerin ve tâğutların râzı olduğu ve sınırlarını tespit ettikleri Amerikancı İslâm için kullanılıyor: Yine devlet namazı olarak fonksiyonunun icrâ ediyor, ama devlet İslâm olmadığı için, Cumalar bile düzenin ekmeğine katmer katmer yağ sürüyor.

Putlara karşı öncelikle savaşması gereken hoca adayları, İmam-Hatip vb. okullarda putların karşısında, bu muharref din anlayışına hizmet etmek amacıyla saygı duruşunda bulunabiliyor. Câhil cemaate "nasıl şirkten uzak kalınabilir, mürted olmaktan nasıl kurtulunur" onu ilk planda anlatması gereken müftüler, vâizler, imam ve müezzinler, laik düzene, dinsiz devlete, Atatürk inkılâplarına bağlı kalacaklarına dâir taahhüde giriyor, belge imzalamakta tereddüt etmiyorlar. Din eğitimi almak isteyen bir kız, İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakültelerinde bazı din hocalarının zorlamasıyla daha düne kadar başını açmak zorunda bırakılıyordu.

Küfre isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, Din dersleriyle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü'nün istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların derileriyle küfür kurumları biraz daha güçleniyor. Müslümanların vergi kaçırmamaları, devlete yardımcı olmaları her vesileyle din nâmına teşvik ediliyor.

Özetin özeti olarak kısa ve basit bir çerçevesini çizdiğimiz Atatürk ilkelerine ters düşmeyen, Anayasa ve yasalara uygun ve saygılı bu sahte İslâm, Amerika ve Rusya'nın da râzı olduğu İslâm'dır. Hâlbuki Kur'an, Rasûl-i Ekrem'in şahsında tüm müslümanlardan, hıristiyan ve yahûdilerin milletine (dinine) tâbi olmadıkça onların kesinlikle râzı olmayacaklarını beyan ediyor. [77]

Yine, laikliğe aykırı olup olmadığı hiç tartışılmadan, büyük tâğuttan beri müftü, vâiz ve imamlara, din öğretmenlerine maaş, makam ve imkânlar veriyorlar. Tabii, Allah'a inanmayan bir düzenin, bu maaşları Allah rızâsı için vermeyeceğine göre, niçin veriyor dersiniz?

Bütün bunların sebebi, yaşanılan, anlatılan, serbest olan, teşvik gören dinin, adına İslâm denilse de İslâm'la alâkası olmayan tahrif edilmiş sahte bir din olduğudur. Aslında, tek hak din olan İslâm'ın, o devirdeki şekli olan gerçek hıristiyanlık nasıl tahrif edilmiştir?  Müslümanların tekrar düşünmesi gereken bir husustur. Ve aynı oyun İslâm'a karşı oynanmaktadır. Müslümanlar ise çoktan bu oyuna gelmişler, onları uyaracak olanların kendi horlamaları, şeytanî bir müzik gibi ruhlara dinî(!) gıda ve heyecan vermekte, uyarıcılar icrâ ettikleri mûsikîye ninnileri de güfte ve nağme olarak katmakta, bu sanatlarının karşılığı olarak ücretlerini de efendilerinden almaktadırlar.

Önceleri örf-âdet dini haline getirilmiş, pasifize edilerek uyuşturulmuş şekliyle, bid'at ve efsânelerle, Kesikbaş hikâyeleri, Bektaşî fıkraları, uydurma kerâmet ve evliya olaylarıyla, gâfil veya hâin, câhil veya yobaz, sıfır veya yarım hocalar vâsıtasıyla yarı yarıya tahrif edilmiş ve sultanların emrine, sarayların yönlendirmesine çoktandır girmiş bir İslâm'ı devralan Kemalizm, hiç de güçlük çekmedi dini bugünkü haline getirmek için. İnkılâplarla, zorlamalarla, karşı çıkan üç-beş hocayı darağaçlarında sallandırma, diğerlerine maaş ve makamlar dağıtarak avlamayla, devletin tahakkümü ve değişik yönlendirmeleriyle, küfür rejiminin kurumlarıyla (Diyânet, okullar, medya, partiler vb.) vatancılık, milliyetçilik ilâvesiyle, atalar mirası olan din anlayışını bugünkü noktasına kolaylıkla getirdi. Ve bugün İslâm, aslî hüviyetini halk yığınlarının zihninde ve yaşayışında kaybederek şu çizgilere geldi:

Putlara ve putçulara (isteyerek veya istemeyerek) yardım eden,

Tüm kâfirlere değil; sadece komünizme, biraz da Yunan ve Bulgar'a (tabii bu arada bir de İran'a) düşman olan,

Düzeni veya düzenin bazı kurumlarını savunan,

Dini siyasetten ayrı kabul eden,

Güzel nutuk atan, fakat söylediğiyle ameli/eylemi çok farklı olan,

Rahatına düşkün, menfaat ve makama taparcasına bağlı olan,

Mü'min-kâfir ayrımı değil; Türk-yabancı ayrımı yapan,

Renkli basınla iç içe, televizyonla göz göze, kahveyle haşır-neşir yaşayan,

Grupçu, partici, ağabeyci, üstadcı olan, sahte kahraman, sahte kurtarıcı ve sahte şeyhlerin izinden gitmeyi şeref sayan,

Dâvâ için her yolu meşrû gören,

Müslümanım demek yerine; Türküm, milliyetçiyim, mukaddesatçıyım demeyi tercih eden,

Cihad denilince ürken, korkak, uyuşuk, mıymıntı ve pasif yaşayan,

Doğduğu veya doyduğu yeri putlaştıran, ümmetçi değil, ırkçı olan,

Ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal sınır ve ulusal tarihleriyle gurur duyan,

Namaz ve tesbihle, virdlerle yetinen, mukaddesâta ve farzlara hücum edilir, haramlar şiirleşip süslenirken, nâfilelerle uğraşıp kapısına ve kalbine kadar gelen tehlikeden haberdar olmayan,

Yöneticisinin müslüman olup olmadığını, düzenin İslâm olup olmadığını cehâlet veya ihânetinden ötürü tesbit edemeyen,

Bildiği hakikatleri ketmedip gizleyerek lânete uğrayan ve dilsiz şeytanlığa rızâ gösteren,

Rızık endişesiyle Allah'ın dinini ve âyetlerini satan, âyet ve hadisleri kâfirlerin istediği şekilde te'vil ve tefsir eden,

Kâfir bir devletin sanayileşip zenginleşmesini, kalkınmasını İslâmlaşmasından önce isteyen,

Bazı küçük tamir ve ıslahatlarla yetinen, düzenin her şeyiyle değişmesi gerektiğini düşünmeyen,

Üç kuruşluk dünya menfaati için kâfir rejime uşaklık yapan,

Koalisyoncu, uzlaşma ve tâvizci, biraz Allah'ı, biraz da tâğutları memnun etmeye çalışan,

Mescid-i Aksâ işgal edilince kılı kıpırdamayıp, bunu Arapların meselesi sayan,

Yaşadığı ülkede iki kişinin öldüğü bir âfete üzüldüğü kadar, Filistin'deki vahşete üzülmeyen, onlara duâlarıyla bile destek olmayan,

Amerika'nın çıkarları doğrultusunda Kore'de savaşmayı, Afganistan’da NATO askeri olarak görev yapmayı normal gördüğü halde, meselâ Filistin, ya da sözgelimi Lübnan'da siyonist yahûdilere karşı müslümanlarla beraber savaşmayı aklının ucundan geçirmeyen,

İslâm devleti, şeriat, bey'at gibi konulara ehemmiyet vermeyen, günümüzde bu gibi konularda takınılacak tavrı belirleyemeyen,                                          

Hafta sonu müslümanı, Cuma ve Bayram müslümanı haline gelen... müslüman tipi sadece yetişmedi, tümüyle kökleşti. Ve o noktaya gelindi ki, müslüman gençler, tâğutlara karşı ayaklansa, kâfirlerden önce; müslümanım diyen halk, hatta câmi cemaati, başlarında namaz kıldırma görevlisi olmak üzere kıyâm eden gençlere karşı çıkmakta tereddüt etmeyecek.

Kur'an, tahrif edilmekten Allah tarafından korunacak, ümmetin tümü dalâlette birleşmeyecek, az sayıda da olsa, daima hakkın müdâfiîleri her devirde mevcut olacaktır. "Şüphe yok ki Kur'an'ı Biz indirdik ve muhakkak onu (tahrif ile tebdilden, değişikliğe uğramaktan) Biz koruyacağız." [78]; "(Kâfirler) istiyorlar ki, Allah'ın nûrunu (İslâm Dinini), ağızlarıyla (kötü söz ve iftirâlarıyla) söndürsünler. Allah ise n3urunu tamamlayacaktır; isterse kâfirler hoşlanmasınlar." [79]

Ama Allah bunu kullarının eliyle yapmak istiyor. Sünnetullah bunu gerektirir. Halifeliğin anlamı budur. Tüm tarih boyunca peygamberler ve mü'minlerin, Efendimiz ve ashâbının çile çekmesinin sebebi budur. "Yoksa, siz ey mü'minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' diyesiye kadar. Bilin ki Allah'ın yardımı muhakkak yakındır." [80]

Evet, Allah (c.c.) Kur'an'ı ve İslâm'ı koruyacak, ama müslümanım deyip Allah için fedâkârlık yapıp çileye katlanmayanları, müttakî olmayanları koruyacağına dâir, onların fikir ve İslâm anlayışlarını tahrifattan muhâfaza edeceğine dâir bir vaadi yoktur. Aksine, kıyâmete yakın müslümanların bu sapmalarının vuku bulacağını, âhir zaman fitnelerini, müslümanların inanç, fikir ve amellerinin müthiş bozulmaya uğrayacağını anlatan, kurtuluş için Kur'an ve Sünnete'e yapışmayı salık veren yüzlerce hadis rivâyeti vardır.

Bütün bu tahrifatçı İslâm anlayışı, Amerikancı İslâm tavrı:

a- Kaynağın karışık, bulanık olmasından: Tarihî mirasın bozuk ve muharreflerinin ayıklanmadan, eski yanlışlıkların, eski kitapların, eski fetvâların, eski tarikat anlayışlarının aynen esas kaynak kabul edilerek okunması, anlatılması, kutsanması, yaşanması. Düzenin kitapları, kalabalıkların görüşü, ataların dini (taklitçilik anlayışı), (nakil süzgecinden geçmemiş) salt kuru mantık ve yarım bilgi vb. sebeplerden,

b- Devletin, düzenin İslâm olmadığında, otoritenin İslâm'a dayanmadığından (Devlet İslâm'ı diyebileceğimiz şekilde düzenlerin yönlendirdiği İslâm anlayışından) dolayı,

c- Tüm müslümanların ihtilâf ve tartışmalarını çözümleyip hükme bağlayacak olan imamlarını (halifelerini) nice müslümanın görüp tanıyamadığı şer'î bir ototenin bağlarından kopuk (bey'atsiz) olmalarından ötürü, 

d- Mü'minlerin yeterli samimiyete sahip olmaması, eylemlerinin söylemlerini yalanlaması, nefsî arzularını dizginleyememeleri, hevâlarını ilâh haline getirenlerin ayıklanmamasından; yani özellikle öne çıkan mü'minlerin ihlâs, ihsân ve takvâ bilincine sahip olmamasından dolayı, bu sapmalar bütün azgınlığıyla ortadadır.

Hakiki İslâm'ın tüm kesimleri kuşatabilmesi için bu üç unsurun halledilmesi şarttır. Yani Kur'an ve sahih hadislerin aslî kaynaklar olarak müslümanlar için esas mürâcaat ve hüküm kaynağı olarak yeniden ihyâsı, devletin ve otoritenin İslâm'da olması, müctehid bir imamın problemleri halletmesi için bütün öncü ve dâvetçi müslümanların üzerlerine düşen görevi yapmaları, hem kendilerini kurtarmanın, hem de yaşadıklarını İslâm zanneden kalabalıkları kurtarma gayretinin vazgeçilmez bir vecîbesidir.

Kurtuluş, hakiki İslâm'ı bilmek ve ona tâbi olmakta. O safta yerimizi alarak sahte müslümanlarla, modern münâfıklarla savaşmaktadır. Yalancı peygamberle ve Mescid-i Dırara asr-ı saâdette ne yapıldı, nasıl tavır alındıysa, tavrımız bugün de aynı olmalıdır. Şu âyetlerin, konumuzla ilgisi bakımından yeniden gündemimize girmesi gerekir:

"Muhakkak münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar."  [81]

 

"Ey Peygamber (ve onun şahsında, ey mü'minler)! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı çetin ol." [82]

 

"Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme (itaat etme)." [83]

 

"Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla 'innadık' diyen kimselerden ve yahûdilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden başkasına kaydırıp değiştirirler. 'Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!' derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse Allah'a karşı sen, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.

 

Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüzçevir. Eğer onlardan yüzçevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen aralarında adâletle hükmet. Allah adâletten ayrılmayanları sever." [84]               

Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.  

Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.

Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek.

Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi aslında.

 

 

Münâfıkların Kalpleri Hastadır

 

"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da artırmıştır..." [85]

Kalbi bozuk olan münâfıklar, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e ve mü’minlere çeşitli lütuflarını gördükçe, İslâm'ın adım adım tamamlanarak yerleştiği­ni müşâhede ettikçe haset ve kinleri artmakta, bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale getirmektedir. Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organ­dır; o sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur'an dilinde kalp daha ziyade vicdan, iman ve ahlâkın merkezî mânâsında kullanılmaktadır. Münâfıklık, ikiyüz­lülük bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde mevcut bir bozukluğun acı meyvesidir, nifak devam ettikçe bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak devam eder. [86]

 

Meraz/Hastalık

Hastalık, sağlık ve sıhhatin az veya çok, geçici veya kalıcı olarak bozulması, kaybolması demektir. Arapça’da hastalık karşılığı olarak “meraz” kelimesi kullanılır. “Meraz”, bedensel hastalıklar için kullanıldığı gibi, Kur’an’da çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücur (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.   

Kalbin Meraz Hali: Meraz, insanın, sıhhat ve itidalden ayrılmış olduğu hali ifade eden bir durumdur.[87] Cismanî anlamda kullanıldığı gibi mânevî anlamda da kullanılır. Cismanî açıdan meraz (hastalık), bedene sonradan ârız olan ve dengeyi bozan bir haldir. Mânevî yönden ise meraz, kalbin, dinin gerçeklerini idrâk kabiliyetinin zaafa düşmesini'[88] belirten bir durumdur.

Günahların kalpte açtığı manevî yaralar, Kur'ân-ı Kerim'de -gerek faziletlerin elde edilmesine engel olmaları yönüyle, gerekse uhrevî hayatın kazanılmasına engel teşkil etmeleri cihetiyle hastalıklara benzetilmiştir.

Tabatabaî, Kur'ân örfündeki kalp hastalığını, Allah'a ve onun âyetlerine taalluk eden meselelerde, insan idrâkine ârız olan şek, şüphe ve kalbin dinî inanca sarılmadaki gevşekliği[89] olarak tanımlar. İbn Ebi'l-İzz ise, Kur'ân'da söz konusu edilen merazı,[90] şüphe ve şehvet marazı olmak üzere iki grupta toplar.[91]

İnsanın idrâk, hitap ve hakikat yanını ifade eden ve hükemânın da nefs-i nâtıka dediği Rabbânî bir latife olan kalp,[92] Allah'ı tanıyıp sevme ve O'na şükranda bulunmak için yaratılmıştır. Nitekim bazı dinamikleriyle kalp, bir âyette dikkatlerimize şöyle arzedilir: "...Şükür (ve şükrânınızı) izhar edesiniz diye Allah size görme, işitme ve akletme güçleri (ef'ide) vermiştir." [93]

Demek ki insanın maddî-mânevî her bir uzvu, belli bir iş için yaratılmıştır. Yaratıldığı işi yapmıyorsa hastadır. Aynen öyle, kalp de vazifesini yapmıyorsa hasta demektir.[94] Kur'ân Yüce Yaratıcı'ya teveccüh ve şükür için yaratılmış bulunan kalbin, bu görevlerini yerine getirememesine sebep olan marazı (hastalığı), Kur’an, izahını yaptığımız bu âyette ele almaktadır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da artırmıştır..." [95]

Bu âyette söz konusu edilen insanlar, niyet planında kötülüklerle içli-dışlı olanlar ve de bununla kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeye çalışanlardır. Sebeplerin artışıyla neticenin katlanması demek olan bu durum, tam bir fâsit dairedir (kısırdöngüdür). Yani bir türlü kalpten sökülüp atılamayan, hatta sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni kötü ameller doğurmuş ve netice itibariyle böyle bir fâsit daire içinde kalmışlardır. [96]

“Allah, onların kalplerindeki hastalığı artırmıştır” şeklindeki ifadeye gelince bu, olayın Allah'a bakan yönüyle ilgili olup kulun niyet ve tavırlarına bağlı olarak kalpteki marazın yaratılma açısından O'na ait olduğunu göstermektedir.

Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük bir günaha, -hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre- değişik yollar bulunması itibariyle, başlangıçta kalpte küçük bir sapma olarak beliren marazın, nihayetinde katı bir inkârla nok­talanması imkânsız değildir. Bir diğer ifadeyle, mânen hastala­nan kalbin, bir gün fonksiyonunu icrâ edemez hale gelip bütünüyle körelmesi mümkündür. İnsan için asıl körlüğün ifadesi olan bu durum Kur'ân'da sıklıkla ifade edilir. Söz gelimi, kalbi kararmışlardan, münâfıklardan şöyle söz edilir: "Görürsün sana bakıyorlar (yenzurûne), ama görmüyorlar (lâ yubsirûne)." [97]

Marazlı kalplerin bir mânâ etrafında birleşmeleri de, mümkün değildir. Çünkü vahdetin en emin yolu olan tevhidi kabullenme­yerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların birlik ve beraberliği ancak dışta, yani bedenî ve maddî planda olabilir: "Sen onları toplu, bir sanırsın; oysaki onların kalpleri parça parçadır." [98]

Özetle ifade edecek olursak, mânevî yönden başlangıçta her kalp sıhhatlidir. Ancak dikkat edilmediği durumda kalbin de hasta­lanması mukadderdir. Zira onun da -kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete kadar- hastalanmasına sebep olabilecek pek çok düşmanı vardır. Bu itibarla ona mânevî karanti­na şartları hazırlamak, sahibi için son derece önem arz eden bir husus olmaktadır. [99]

"Münâfıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas, hastalık ârızîdir, ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve irâdenin âfeti olan bir hastalık var. Bu hastalık, inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın "onda şüphe yoktur."[100] buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe eder. Allah'ın hâlis mü’min kullarından ve onların doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır?" demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu fark etmez. Böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışmanın kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münâfıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.

Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını arttırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkân vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, özetle her kötülük ve çirkinlik yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücâhedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, özetle her türlü güzellik ve hayırlar var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkân kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık, Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah'a ve mü’minlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.

Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde yapamamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil, ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtratıyla/yaratılışıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ileride şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergâhında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi, kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübe ile bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vâki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkûm olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irâde zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta sâbit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali vardır. Yani hiç gizlenmek istemeyen bir "benlik" dâvâsı, bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.

Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyla kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azap da vardır. Bu azap, özellikle yalan söylemeleri veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azap git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -âdeta- kaşındırır. Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının âhiretteki azâbı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibâlarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar-döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan ara sıra imrenmek için görünür ve kapanır.

 

"Mü’minlerle onların (münâfıkların) arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azaptır."[101] âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyrulduğu gibi, diğer bir âyette de "Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler."[102] buyrulmuştur ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar İlâhî kanunlardır. İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır. [103]

İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen mânevî kalp türlü türlüdür. Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan kalp"tir. Nefis ta­rafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç âleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bü­tün güçlerin hastalanması mukadder olur. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.

Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?

1. Hastalık derecesinde insana korku getirir: “Kalplerinde hastalık bulunanların; 'başımıza bir felâketin gelmesinden korku­yoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” [104]

Hasta gönle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmama­ları gereken davranışları sergilerler. İnkârcıların düşmanlıklarından korktuk­ları için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı ikiyüzlü bir tavır içinde olurlar.

2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar: “O zaman münâfıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı. Hâlbuki kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir.”[105] Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar yanlış değerlendirme yapmak, münâfıklık alâmetidir.

 

3. Haktan uzaktırlar:

“Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zâlimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler.”[106] Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvâsını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık, insanla haki­kat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki, ona uzanma imkânları kalmaz.

 

4. Cinsel sapıklıkları vardır. Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne çıkmak­tadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadı­nı sadece bir seks âleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur. Yü­ce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine işaret etmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir edâ ile konuşma­yın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar. Doğru/güzel söz söyleyin.”[107] Yüce Allah bu âyette, kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korun­manın zorunluluğuna dikkat çekmektedir.

Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip et­memektedir. Âyeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.

 

5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar. Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını ön­ler. Meselelerin sadece zâhirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar dünyadaki olayların sadece zâhiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir: “Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” [108]

Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister: “Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir' desinler.” [109]

Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkânsızdır. Hasta olan kalp, ıstırap için­de olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve ken­disine sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz. Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerin­de yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küf­rü de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkâr ile kalp hastalığı arasında derin­den bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur: “Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını (ricslerini) kat kat artırır ve onlar artık kâ­fir olarak ölürler.” [110]

Demek ki kalp hastalığı, inkârı, tükenmeyen bir süreç haline getirmekte­dir. Kur'an, kalp hastalığı ve inkâr gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la karşılaşınca, öylesine aşırı bir tepki göstermektedir ki, inkârını kat kat artıra­rak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor per­deler oluşmaktadır.

Yukarıda meali verilen Tevbe sûresi 125. âyetteki “rics” kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar mânâlarına gelir. Fahruddîn Râzî rics kavramına bâtıl inançlar yahut kötü huylar mânâsını ver­mektedir. Birinci mânâya göre, söz konusu kişiler, Kur'an'a karşı inkârlarına inkâr eklemişlerdir. İkinci mânâya göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir. [111]

Rics kavramının lügat mânâsı ile Râzî'nin verdiği anlamları birleştirdiği­mizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp cerahatlenmiş bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden âni bir refleksle uzakla­şır. Hasta gönle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla -Râzî'nin dediği gibi- huy halinden mizaç ha­lini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah şöyle anlatmaktadır: “Böyle iken onlara ne oluyor ki, âde­ta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?” [112]

Yüce Allah'ın “Onlara ne oluyor ki?” sorusunun cevabı, kalplerindeki has­talığın verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten uzaklaştırır. Hz. Nuh'un dâvet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır: “Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kav­mimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmala­rını arttırdı.” [113]

Âyetteki “kaçmalarını arttırdı” ifadesi, gönül hastalığına tedavi için doku­nan dâvetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir dâvetin, öğ­retilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kay­dıran şey, kalp hastalığıdır. Âyette şöyle buyurulmaktadır: “Kendileri­ne bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat on­lara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı.” [114]

 

"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce, Bakara, 10. âyeti­nin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını artırmıştır" eylemi gerçek­leşmektedir. Allah durup dururken, kulunun mânevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen âyetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği tepki­lerini kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır. Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini al­datan bu insanların kalplerindeki mânevî hastalığı Yüce Allah daha da arttır­maktadır. Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.

 

Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azâba uğrayacaklardır: “Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır.”[115] Elîm azâbın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Âyetin bu kısmın­da, yalan söylemenin karşılığının elîm azap olduğu söylenmektedir. Kul kendi azâbını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle tutuşturmaktadır: “Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yaza­cağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.' Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”[116] Bu ve benzeri âyetler, kulun azâbını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir. [117]

 

 

Kalbin Bozulma Safhaları

 

Kur'ân'da geçen üç kelime vardır ki, bunlar hemen hemen günahın kalpteki oluşumuna hasrolunmuştur: Zeyğ, rayn ve kasvet. Kalbin mâruz kaldığı zeyğ ve rayn, kasvet'e kadar, inkâra uzanan yolda iki alt safhayı teşkil etmekte; kasvet ise, kalbin bütün hayır ve gerçekler için kapalı, her türlü kötülük ve günah için ise açık ve hazır olduğu durumu resmetmektedir.[118] Şimdi bu kavramları sırasıyla ele alıp kısaca değerlendirmeğe çalışacağız.

a- Zeyğ: İstikametten sapmak, meyletmek anlamına gelen bu kelime[119] Kur'ân'da sekiz yerde geçmektedir. Üç yerde bakışlar (ebsâr) için[120] bir yerde de İlâhî emirden sapma anlamında[121] kulla­nılmıştır. Diğer dört yerde ise tamamen kalbin haktan, doğru olandan aksi istikamete meyletmesi mânâsına kullanılmıştır. [122]

Dinin emir ve kayıtlarından kalbin sapmasını ifade eden zeyğden, tevbe yoluyla kurtulup, yeniden aslî çizgiye dönmek mümkündür. Nitekim Tevbe sûresinin bir âyetinde, başlangıçta kritik bir anda Tebük seferine çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde gerçekleştirdikleri bir mücâhedeyle zaaflarını aşan bazı müslümanlar için şu ifadelere yer verilir: "Allah, Peygamberini savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü afetti(ği gibi), o güçlük saatinde ona uyan muhâcirleri ve ensârı da affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri zeyğe (kaymağa) yüz tutmuşken, yine de onların tevbesini kabul buyurdu." [123]

Haktan sapma basit bir muhâlefetle başlar; günah adına atılan bir adımla genişler. Söz gelimi, bir kere yalan söyleme, inkâra doğru atılmış bir adım ve aynı zamanda imandan da o miktar soğuma demektir. Keza, bir kere zinâya yaklaşma, küfre doğru bir adım ve imana da o ölçüde yabancılaşma demektir. Kur'ân-ı Kerim'in tam bu noktada -Cenâb-ı Hakk'ın vermiş olduğu hidâyetten sonra- iman eden insanların kalplerinin zeyğe düş­memesi için şu duâyı öğütlemesi gayet dikkat çekicidir: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ -zeyğ etme-)." [124]

Bu sapmaların kalpte etkilerinin yaratılması ise, Allah'ın bir kanunudur.[125] Bu bağlamda bir âyet-i keri­mede şöyle buyurulur: "...Onlar (haktan) sapınca (felemmâ zâğû) Allah da onların kalplerini (hidâyetten) uzaklaştırdı/saptırdı..." [126]

Pek çok âyette vurgulandığı üzere, kalpte meydana gelen müsbet veya menfi her türlü oluşum Allah'ın yaratmasıyla ger­çekleşir. Nitekim bu âyette, izâğe (saptırma/eğriltme işi) açık bir şekilde Allah'a isnad edilir. Ancak bu âyetin baş tarafında 'fele­mmâ zâğû' şeklinde yer alan cümle ile, buna sebep olanların, insanların bizzat kendilerinin olduğu hatırlatılır ve böylece bunun, 'cezanın cürme terettübü' (cezanın amel cinsinden olduğu) nevinden bir durum olduğu vur­gulanır.

Netice olarak diyebiliriz ki zeyğ, başlangıçta Yaratıcı tara­fından istikamete programlanmış kalbin, iman ve sâlih amelle işlettirilmeyip hevânın etki alanına terk edilmesiyle, duyarlılığını kısmen veya tamamen kaybettiği halin ifadesidir. Başka bir ifadeyle, zeyğ, boşluk kabul etmeyen kalbin, istikametten ayrıl­ması neticesinde, yerini kaçınılmaz olarak bir eğriliğe/bozukluğa bıraktığı durumun adıdır. Gerçeğin iz'an ve kabulüne güçlük teşkil eden bu durumu, Kur'ân'da günahların kalpte meydana getirdiği ifsâdın bir ilk parametresi olarak değerlendirebiliriz. [127]

b- Rayn: Lügatte, pas, is ve kir[128] gibi anlamlara gelen rayn, Kur'ân'da, günahların kalbi istilâ etmesi anlamında kullanılır. Bu kelimenin geçtiği bir âyette şöyle denir: "Doğrusu, (işleyip) kazandıkları, kalplerinde rayn/pas olmuştur/tutmuştur." [129]

Üst üste işlenen ve nihâyetinde kalbin körelmesine yol açan bir maraz olarak da tarif edilen[130] rayn, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) beyânında ise, şu ifadelerle ele alınır: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse (ondan sıyrılırsa) kalbi yine parlar/saydamlaşır. Yok, (tevbe ve istiğfar etmeyip) günaha devam ederse bu leke çoğalır. Nihayet arta arta öyle bir raddeye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi istilâ eder; işte Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği rayn budur.” [131]

Amellerin, kalbi nasıl etkilediğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyan söz konusu bu ayet ve hadisler göstermektedir ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplamakta ve kalpte silinmesi güçleşen ikinci bir tabiata sebep olmaktadır. Bununla birlikte 'rayn, tab' kadar bir olumsuzluk ifade etmez.' [132]

Söz konusu bu kalpler, işledikleri günahlar içinde öylesine örtülmüş kalmıştır ki, fıtratlarında hakka müteveccih olan kabiliyetleri kapanır hale gelmiştir. Zira işlenen her bir günah, emsali günahlara birer çağrı ve davetiye mesabesinde olması hasebiyle fasit bir dairenin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Hemen belirtmiş olalım ki, burada da 'müsebbebi (sebebe bağlı olarak meydana gelen böyle bir neticeyi) Allah yaratmıştır. Ancak müsebbebin yaratılmasına sebep olan yine insanın kendi­sidir.' [133]

Bu bağlamda, rayn ile yakın bir anlamda Kur'an'da zik­redilen diğer bir ifade de rics kelimesidir. Lügat anlamı itibariyle, 'ters, pislik' manasına gelen rics, kendisi pis ve kirli olan şeyler için kullanıldığı gibi, kalbi bir ters tabakası gibi örten pislikleri ifade için de kullanılır. [134]

İnsanın gerçek benliği kalpte olduğundan kalbini ricsin kapladığı insanlar da, bütünüyle rics olma noktasına gelmiş­lerdir; bu bakımdan ehl-i nifak ve küfrün amelleri de rics sa­yılmıştır. Kur'ân'da, kalplerinde maraz bulunanların rics üstüne ricse maruz kalacakları ve bunun küfr içinde bir ölümü netice vereceği bildirilmiştir: "Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, 'bu sure hanginizin imanını artırdı?' der. Fakat mü’minlere gelince, her inen sure, onların imanını artırmıştır, ve onlar birbiriyle müjdeleşip durmaktadırlar. Kalplerinde hastalık olanlara gelince; (bu sureler) onların ricslerine rics katmıştır. Ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir." [135]

Günahlarla kararmış bir kalpte, -tâbir yerindeyse- güneşin ışınlarından daha parlak ve daha müessir vahyin manevî şuaları kolayca yer bulamaz; göz bakar, kulak dinler ama, ne baktığından ne de dinlediğinden bir şey anlar.

Kısaca ifade edecek olursak, gerek düşünce gerekse amel bazında üst üste işlenen günahlar kalbin, 'hakkı anlama ve kabul etme kabiliyetinin' sönmeye yüz tutmasını netice verir ki, bu durum, Kur'ân dilinde 'rayn/pas' esprisi içinde somut bir ifadeyle anlatılmıştır. [136]

c- Kasvet: Lügatte, katılık, sertlik ve kuruluk anlamlarına gelen kasvet,[137] kalp ile birlikte kullanıldığında kalbin kararması ve katılaşmasını ifade eder.[138] 'Böyle bir kalp, bütün fıtrî ünitelerini kaybetmiş demektir.' [139]

Kur'ân'da inkâra saplanmışların/şartlanmışların kalpleri bu katılığa benzetilmiştir.[140] Öyle ki, kalpleri taştan daha da katı hale gelen[141] bu insanlar için, dağlar yerinden oynasa, yer yarılsa [142] gökten onlara melekler inse yahut ölüler kendileriyle konuşsa [143] yine de onların kalbine hiç bir hayır işlemez.[144] Bütün bu ifadeler İlâhî sadânın çağrısına inatla direnen kâfir/inkârcı yüreklerin halini anlatmak için kullanılır. [145]

Âyet-i kerimelerde, inkârcıların, inanma kabiliyetlerini yitirmiş kalplerinin kasveti, taşın katılığına/sertliğine benzetilmiştir. Kur'ân'daki bu teşbihleri değerlendiren Ebû Mansur el-Maturidî, 'kalbin, katılık hususunda başka bir şeye/madene değil de taşa benzetilmesinin hikmetiyle’ alâkalı olarak şu ifadeyi kullanmıştır: “Ateş, demir ve madenleri eritebildiği halde, taşı eritememektedir." [146]

Kur'an, bitmez zannedilen hayat içinde, nefsin uzayıp giden tutkularını ve Allah'a verilmiş olan ahdin/sözün dikkate alınmayıp bile bile çiğnenmesini, kalp kasvetini besleyen sebepler arasında zikreder: "Mü’minlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi/yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Sakın onlar ehl-i kitab gibi olmasınlar. (Zira) onların kalpleri, uzayıp giden zaman içinde (kapıldıkları nefsanî arzuların ağında) katılaşmış ve çoğu fâsık (fısk-ı fücur sahibi) olmuşlardı. Ahitlerini/sözlerini bozduklarından ötürü, onları rahme­timizden mahrum bıraktık, kalplerini de kaskatı hale getirdik." [147]

Geçmişte yaşamış insanların şahsında, Kur'ân'ın, kalp kasvetini sık sık gündeme getirmesi, hal-i hazırdakileri ve gelecektekileri bu tehlikeli akıbetten sakındırmak içindir.

Kasvetin beşer tarihinde en tipik temsilcileri olarak karşımıza, İsrailoğulları çıkmaktadır. Tevhidden sonra şirke kayan bu tiplerin halini, Kur'ân, bir başka ayetinde şöyle aktarır: "Bunun arkasından yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşın öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır, öylesi vardır ki, ondan ırmaklar akar, öylesi de vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşer." [148]

Bu âyet, yahûdilerin kalplerinin, hakkı kabul etmeme ve yapılan öğütlerden etkilenmeme hususundaki sertlik ve katılık­larının, taşları bile imrendirecek bir dereceye vardığını anlatmaktadır.[149] Aynı insanların daha sonra, Hz. Peygamberi birçok sıfatı ile tanımış olmalarına rağmen iman etmemeleri de, ancak böyle bir katılıkla izah edebilir...                         [150]

Kalp kasveti, ilahî hidayet ve rahmetten nasibini almamış her bir insan için söz konusu olabilecek bir durumdur, bunun özel bir dönemi ve coğrafyası yoktur.

Dün, arena ve hipodromlarda ellerindeki esirleri aç arslanlara parçalatanların sahip oldukları kalplerle, bugün, eskisini aratmayan usullerle çaresizlere eziyet edenlerin kalpleri aynı kasveti taşımaktadır.

Kasvetin, bütün günah ve kötülüklerin kaynağı olması ve bu durumun kulu Rabbinden uzaklaştırması[151] sebebiyledir ki, Kur'an, kasvetli kalpleri ayıplayıcı bir üslûpla kınamıştır: "Allah'ın zikrine (mesajına ) karşı kalbi kasvet kesilmişlere yazıklar olsun." [152]

Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur'an'da 'kasvet' ifadesiyle dile getirilen bu kerte/aşama, "Allah onların kalplerini mühürlemiştir"[153] âyetindeki haberin tahakkuk ettiği bir durumdur. Artık ne imana yol kalmıştır ne de küfürden kurtuluş çaresi. Böyle bir neticeye kul yönelmiş, Allah da yaratmıştır. [154]

 

 

Kalp Hastalığı

Kur'an, kalbin görevini lâyıkıyla yapmasını engelleyen hastalıktan bahsetmektedir. Kalp nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir. Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu bulmasını engeller. Günah kirleri kalpte arttıkça daha şiddetli hastalıklara yakalanır; bunların en tehlikeli olanları nifak ve küfür hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi; başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalp kararması arttıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalp gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye düşen kalp Allah'ın zikri karşısında du­yarsız hale gelir, olay ve hâdiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz. Geçici dünya zevkleri pe­şinde koşar, günah bataklığının dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür kalbe sahip olan insan­lar, sadece baş gözüyle görür ve sadece baş kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan ibaret olduğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler. Artık bu insanların rehberi akıl değil, hevâ ve nefsî arzulardır.

Kalp kirliliği derece derecedir. Kimi kalp kirliliği hafif­tir. İnsanın günlük hayatında yaptığı rutin ibâdetlerle te­mizlenir. Bunlar kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler gibi hafif kirlerdir." [155]

Yüce Allah, sahâbenin Hz. Peygamber'e karşı olan iliş­kilerini belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımla­rından bir şey isteyecekleri zaman bir perde arkasından sor­malarını, bunun her iki tarafın kalbi için de daha temiz ol­duğunu bildirmektedir: "Ey iman edenler, (rasgele) Peygamber'in evlerine girme­yin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin, çağrıldığınız za­man girin; yemeği yiyince dağılın, (birbirinizle veya ev halkı ile) söze dalmayın. Çünkü bu (hareketiniz) Peygamber’i incitiyor, fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten utanmaz. Onlardan (yani Peygamber’in hanımlarından) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir."[156] Bu âyette Hz. Peygamber'in hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin kalp kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan ka­çınmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesafeli durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle kadınların birbirlerine karşı bir meyli vardır.

İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bu meyil ve ilişkinin karşılıklı rızâya dayanan meşrû evlilikler yoluyla yerine getirilmesini iste­miştir. İslâm'da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir helâl sahası vardır. Kur'an'da Hz. Peygamber'in hanımlarına da hitap edile­rek, yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir edâ ile ko­nuşmamaları gerektiği, çünkü yumuşak bir edâ ile konuş­maları halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir: "Ey peygamber kadınları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!' [157]

Âyetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı er­kekle konuşmasında herhangi bir sakınca bulunmamakta­dır.[158] Ancak böyle bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin ilgisini çekmeyecek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda bir yumuşaklık, konuşma­sında kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin duygularını tahrik edecek, hasta kalpleri ümitlendirecek ve nefsî arzuları heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.

Kalp kirliliğinin en kötüsü nifak ve küfür kirliliğidir; çünkü bu, insanın cehennem azâbına çarptırılmasını gerekti­rir ve bu kişilerin affedilmesi de söz konusu olmaz: "Ey Rasûl, ağızlarıyla ‘inandık’ dedikleri halde kalpleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üz­mesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gel­memiş olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar: ‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalplerini temizlemek isteme­miştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap vardır." [159]

Âyette anlatılanların kalpleri, en kötü addedilen bir pis­likle kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi irâdeleriyle küfrü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da kalplerini temizleyip onları bağışla­maz. Aksine kalp kirliliklerine kirlilik ekler, çünkü onlar irâdelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” [160]

Bu âyet, “nifak”tan, bir kalp hastalığı olarak bah­setmektedir. Çünkü kalp aynı zamanda dönekliğin, değiş­kenliğin, inkârın ve gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalp, hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalp, görevini lâyıkıyla yerine getir­mediğinden cehennem azâbını hak eder. Çünkü şüphe pen­çeleri iman derisine takıldığında onu param parça eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azâba girer. Kuşku ve desi­selerin, kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir engel teşkil eder.[161] Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar: "Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler, iyi bilin ki, onlar fesatçılardır/bozgunculardır; fakat anlamazlar."                                  [162]

Diğer bir âyette, Kur’an'ın bir sûresi indiğinde kalplerinde hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak ölecekleri bildirilir: “Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu), onla­rın pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler.” [163]

İsfehânî’nin belirttiğine göre, kalp inançların tarlası ko­numundadır. Kalpteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Al­lah'ın Kelâm'ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği gibi, Kur'an'ın da aynı şekilde kalplerde kök salan inançlar üzerinde etkisi farklı olur.[164] Şu âyet buna işaret eder: "Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabbinizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz." [165]

Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsüdür. Kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir ola­rak ölmelerine de neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî muhâkemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır: "Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanların üzerine kor.” [166]

Yüce Allah küfür ve nifâkı rics/pislik olarak nitelendir­diği gibi, münâfıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik işleye işleye bizzat kendileri de pislik olurlar: "Siz yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçe­siniz diye Allah'a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir." [167]

Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar; Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder, Allah'ın peygamberinden şüphe eder, mü'minlerden ve onla­rın iyi niyetli fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Onun naza­rında bilginin ve marifetin kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve ba­şarı sayar. Mü'minle mü'min, kâfirle kâfir görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır. [168]

Münâfıkların âhiret inancı olmadığı için ölmekten kor­karlar, bunun için savaşa gitmek istemezler: "Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler." [169]

Münâfıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce Allah'ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar örülür ve artık rahmet kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü'minlere derler ki: ‘Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza dönün de nur arayın!’ denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azap." [170]

Kalplerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de, gelecekten kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm'ın zayıfla­masından, müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâ­firlerin güçlenip hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda kâfirlerden kendilerine bir zarar gel­memesi için onlarla diyalog kurarlar. Bununla sözde, bir darlık zamanında müslümanlara fayda sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamber’in başarısından ve İslâm dini­nin getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.[171] İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalplilere bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O'nun Peygamber ve müslümanları fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların da içlerinde gizledikleri bu korku ve endişelere pişman olacaklarını bildirmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların arasına koşuş­tuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." [172]

Hasta kalpliler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar. Bir avuç mü’minin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından çok üstün olan düşmana karşı savaşma­larına bir anlam veremeyip onların güçlü imanlarından aldık­ları cesaret ve gücü anlamakta zorluk çekerler: "Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için); ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı. Oysa, kim Al­lah'a dayanırsa şüphesiz Allah, daima gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir." [173]

Münâfıklar ve kalp hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar: "Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler: ‘Allah ve Rasûlü bize sadece boş vaadlerde bulundu’ diyordu." [174]

Münâfıklar, zâhiren müslüman fakat içten kâfir olduk­ları için bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalplerindeki hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler: "Andolsun, münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunan­lar, şehirde kötü haberler yayanlar (mürcifler), (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni onların üstüne süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler." [175]

Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sı­kıntılarla sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş, gerçek mü'minle kalbinde hastalık olan münâfığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır. Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalpliler tıpkı ölmek üzere olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar: "İman edenler: "(Cihad hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. O da onlara daha uygundur." [176]

İmanın kalplerinde kök saldığı müslümanlar, vahye olan özlemlerinden ve Allah yolunda cihad etmeye can atma­larından dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı. Mü'minler, bir an önce savaş izninin verilme­sini istemekteydiler.[177] Müslümanların arasında olan hasta kalpliler ise böyle bir dertleri olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama onlar tehlikenin olma­dığı durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı. Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü'minlerle münâfıklar bir­birinden ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden önce mü'minlerle münâfıkların görünüşte aralarında herhangi bir fark görülmemekteydi. Mü'minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanla­rından bir eser kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka bir âyette münâfıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir: "Kendilerine: ‘Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin!’ denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır, takvâ sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez." [178]

Kalp hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedir­ginliktir. Bu hastalığa müptelâ olanlar, kendilerini ölçü al­dıklarından dolayı, başkasına revâ gördükleri şeylerin baş­kaları tarafından kendilerine de yapılacağından endişe du­yarlar. İçlerine kök salan bu endişeyi Allah ve elçisi hak­kında bile duyarlar: "Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir­ler. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelir­ler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağın­dan mı korkuyorlar? Hayır, onlar zâlimlerdir." [179]

Son âyette Allah ve Rasûlünün verdiği kararlardan yüz çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir: “Kalplerinde bir hastalık mı var?” derken soru sormak­tan ziyâde kalplerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescil edilmektedir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması, beklenen bir husustur. İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa düşmesi mümkün değildir. Kalp hastalan­dığında, onun iman gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi beklenemez.

İkinci soruda Allah ve Rasûlünün kendilerine haksızlık etmesinden kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde edilmektedir.

Âyette belirtilen üçüncü soruda ise bu psikoza yakalananların içine gir­dikleri tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin yara­tıcısı ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah'ın haksızlık yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah'ı gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı yersiz bir yargı olsa gerektir.

Âyetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zâlim ol­dukları vurgulanmaktadır. Çünkü kalplerine iman yerleşmeyenlerin ve kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini onlardan göstermeleri, böylece birtakım avantajlar elde etmeleri, insanın kendi onurunu hiçe saydı­ğından ve kişiliğini zedelediğinden dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü'min olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman topluluğuna da hak­sızlık yapılmaktadır.[180]

Hasta kalpliler Şeytan fitnesine yataklık ederler: "(Allah, böyle yapar ki) şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; elbette onlar (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler."[181] Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalpliler için bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü hastalık kalplerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat kalmadığından sağlıklı düşünemezler.[182]

 

Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti

Kur'ân'da, kalbin olumsuz tavırlarını gösteren değişik ta­birlere yer verilir. Bu cümleden olarak, kalbin dağınıklığı,[183] kalbin zeyği/kayması,[184] kalplerin kör olması,[185] kalplerin eğlence­si,[186] kalplerin gafleti,[187] kalplerin kilitlenmesi,[188] kalplerin paslan­ması[189] ve nihayet kalbin kasveti/katılığı[190] gibi ifadeler Kur'ân'da mânâsı kalbe yüklenen sıfatlar olarak arz edilir.

Bazen de, kalbin sarfı[191], kalbin taklibi[192], iğfâl edilmesi[193], kal­bin kaydırılması[194], kalbin üzerine perde çekilmesi[195], kalplerin mühürlenmesi[196] gibi ifadeler Kur'ân'da doğrudan Allah'a isnad edilerek anlatılır. İlk bakışta bu ikinci ifadelerden insanların irâde ve ihtiyar­larını devre dışı bırakma gibi bir anlam zihne gelebilir. Ancak mesele Kur'ân'ın bütünlüğü ve onun yerleştirmek istediği 'tevhid' gerçeği içinde ele alındığı zaman bunun böyle olmadığı görülür.

Allah'ın insanların kalplerini başlangıçta mühürlü veya kilitli yaratıp iman etmelerini engellemesi düşünülemez. Zira, O kendisini kullarına zerre miktar zulmetmeyen[197] bir Rab olarak tanıtmaktadır.

 

 

Gizli İnkâr (Nifak)

 

“Nifak” ve “Münâfık” kavramlarının İslâm itikad literatüründeki mânâsını anlayabilmek için filolojik içeriğine de bakmak yerinde olur. Bu kavram, dehliz, in, tünel, menfez an­lamına gelen en-nefeku'dan gelir.[198] Tıpkı kalbinde nifak has­talığı bulunan münâfık da, bir tür yeraltı faaliyeti içerisindedir. Açıktan İslâm'a girer, gizlice İslâm'dan çıkar, kalbinde küfrünü gizler, dışarıya inancı varmış imajını yansıtır.

İslâm itikad literatüründe en genel ifadeyle nifak, kalben ve gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulun­maktır.[199] Bazı sebepler, yüzünden İslâm'a girip dışarıdan müslüman görünmeye çalışan münâfık, içten içe inançsızlığını ve inkârını gizleyen kimsedir.

Münâfık, kişilik açısından kendine özgü öyle net ve derin şahsiyet çizgilerine sahiptir ki, bunlar onu başkalarından ayırır. Kur'ân-ı Kerim'in detaylıca üzerinde durduğu, münafığın şahsiyet yapısını oluşturan pek çok karakter özelliği vardır. İkiyüz­lülük (riyakârlık), psikolojik bakımdan kalplerinin hasta oluşu, inanç noktasında kararsızlık (tezebzüb), korkaklık, büyüklenme, döneklik, aldatıcı dış görünüş, alaycılık, yalancılık, kötülük ve bozgunculuğa eğilim gibi karakter çizgilerinin bir araya gel­mesinden münâfık portresi teşekkül eder.[200]

Kalplerinde Hastalık Vardır: Kur'ân-ı Kerim iki tür hastalıktan söz eder. Biyolojik hastalıklar[201] ve ahlâkî, psikolojik hastalıklar...[202] Münâfıkların kalplerindeki hastalık ikinci türden psikolojik has­talıktır. Hatta kalbi hastalıklı olmak münâfıklığın ayrılmaz bir niteliği olmuştur.[203] “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da has­talıklarını gittikçe arttırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı bir azap vardır.” [204]

Âyette geçen “maraz” kavramına birbirine yakın keder, küfür, kalp elemi gibi mânâlar yüklenmiştir. Keder anlamında “maraz”: Münâfıklar her geçen gün Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sebatkârlığının artması ve şânının yayılması karşısında keder­lendiler, kalpleri hastalandı. Küfür anlamında maraz; şer'î tek­lifler arttıkça onların küfürleri ve hastalıkları da artmıştı. Bu tür hastalıktan maksat, niyette meydana gelen gevşemedir. Onların kalpleri başlangıçta savaşma ve düşmanlıklarını ortaya koy­mada kararlı iken, daha sonra bu azimleri kırıldı, korkaklık ve çekingenliklerinden dolayı münâfıklık yapmaya başladılar. Kalp elemi mânâsında maraz: İnsanın, istemediği şeylerle karşılaş­tığında haset ve nifak eğilimi göstermesidir. [205]

Bu açıdan bakıldığında nifak, insanın içini kemiren psikolojik bir hastalıktır. İnsan bir şeye ya iman eder ya da et­mez. Her iki durum normal ve sağlıklı kabul edilebilir. İnsan iman veya inkârdan hangisini tercih etmişse bu tercihine göre yaşayıp gider. Nifak hastalığı kişinin düşünce ve tutumlarının toplum ile çelişmesi durumunun doğurduğu korku ve endişeden veya kişinin özel beklenti ve isteklerinden kaynaklanabilir. Ya da kişi, inancı doğrultusunda hareket ettiği takdirde maddî çıkarlarının tehlikeye girebileceği endişesine kapılabilir. Bu tutumun sebebi aşırı bir şüphecilik de olabilir. Birtakım en­dişeler taşıdığından sağlıklı bir tercih yapma imkânı bulamamış olabilir. Bu ve benzeri tesirlerin etki alanında kalan münâfık[206] hayatını başka bir varlık olarak sürdürmek durumundadır. [207]

Kur'ân-ı Kerim'de Meraz/Hastalık Kavramı

Kur’ân-ı Kerim’de “meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevleri 24 yerde geçer.[208] “Şifâ” kelimesi ve türevleri ise, 8 yerde kullanılır.[209]

Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük)[210], hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme[211] gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.

   

Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye şifâ verendir.[212] Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir.[213] Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.[214] O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir. [215]

Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,[216] onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.[217] Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca ziyanını arttırır.[218] İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür. [219]

Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık (nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.[220] Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için sözkonusudur. Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere ve takvâ sahibi mü’minlere de verilmiştir. Bu hastalıkların imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur. 

Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi için de bir sebeptir.[221] Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir diyebiliriz.

 

Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) kalpler,[222] eğri kalpler,[223] gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,[224] taş gibi katı kalpler,[225] kılıflı kalpler,[226] hasta  kalpler,[227] mühürlü  kalpler,[228] bağlı kalpler,[229] kapalı kalpler,[230] kör kalpler[231] ve kilitli kalpler. [232]

Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsî hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.

Kalp hastalıklarının ilâcı ise; Kur’ân-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet üzere olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak. 

Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.[233] Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir.[234] Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:

Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.[235] Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs,[236] rics (pislik, iğrençlik, sefihlik) ve şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker.[237] Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onu insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.”[238] Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.[239] Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahûdilerdir.

İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.[240] Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük budur.[241] Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir.[242] Kur’an, bu konuda  “akıl işleten, akıl faâliyeti yürüten kalpler”  deyimini kullanır. Yine Kur’an,[243] inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.

Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi,[244] hatmedilmesi/mühürlenmesi[245] ve kalbe kilit vurulması,[246] kalbe perde çekilmesi[247] deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağına dikkat çekilir.

Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.[248] Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.

Kalp hastalığı ve giderek kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilâh edinme,[249] Allah’ın nimetlerine nankörlük,[250] azgınlık, zulüm,[251] bilgisizlik[252] gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebilir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler.[253] Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken bir yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür.[254] Yine, küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.    

           

Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır. [255] Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selîm bir kalple gelmiş olmasıdır.[256] Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat yapılan “selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.

Kalbin imtihanını[257] başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.[258] Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir.[259] Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir.[260] Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itmînân ile, yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur'an'a göre kalplerin itmînânı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez.[261]  

Kalp hastalığının ve bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihânetidir. [262] 

                                              

Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin ölümcül hasta ve kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki, bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?"[263] Âyette geçe tedebbür, okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın mânâsı üzerinde düşünmemek veya "biz Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna ve mühürlendiğine işarettir. Nitekim, bu âyetin öncesinde[264] lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir. "Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir. 

"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdi."[265] Âyet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur'an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.

 

Kalplerin hastalanmasından ve katılaşmasından sonra fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nûruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır.[266] Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır. 

Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. [267]

İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir eylem kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine hastalanıp kararır ki, Kur'an tâbiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.

Takvâ sâyesinde Kur'an'ın hidâyetiyle, Allah'ın nûruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir;  sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de imandan, sevgiden, ibâdetten zevk almaz olur ve küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. "Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." [268]

Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge

Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!”[269] Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.

Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek, ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde önüne geçer.

Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”[270]; “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?”[271]; “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.”[272]; “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” [273]

Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında “zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”[274] Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.

Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten zevk almağa başladığında bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. [275]      

 

 

Münâfıkların Tutarsızlığı

 “Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit 'biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).”

“(Bu münâfıklar) mü'minlerle karşılaştıkları vakit '(biz de) iman ettik'  derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü'minlerle) alay ediyoruz' derler.”

“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında) onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”

“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” [276]

“Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit 'biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” [277]

Münâfıklar, mü’min olmayı; fakirlere, düşkünlere, zayıflara mahsus kabul ediyorlar ve şan, şöhret, makam sahibi kimselerin iman etmelerini düşüklük addediyorlardı. Mü’minlere beyinsiz diyenlerin, asıl kendileri beyinsizdir, fakat bunu bilmezler ki! Beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki? Doğru yoldan sapanlar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki?

Özellikle tartışmalarını sağlayan bir kültüre sahip oldukları zaman bu iddiayı daha rahat bir şekilde ileri sürerler. Tartışmaya girerler, olayları çözümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye çalışmak için bilimsel terminolojiye dayanarak ahkâm keserler. Böylece sözleri bilimsellik(!) kazanmış olur. Yine bu tip insanlar, sosyal nitelikli problemleri normal şartları içinde değil; kendi anlayışları çerçevesinde ele alır ve bunların düşünce ile, inançla hiçbir ilgisi olmadığını ileri sürerler. Bu problemleri, insanları Allah'a bağlayan ve iman etmeye sevk eden dinî ve evrensel gerçeklerle izah etmeye kalktığımız zaman, onlar, "bu yaklaşım, bilimsel değildir" deyip işin içinden çıkmakta, kolaylıkla reddetmektedirler. Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte, onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte ve bu yaklaşımların bilim ve felsefenin uzmanları tarafından ileri sürülen düşünceler olmadığını söylemektedirler.

     

"Biliniz ki, asıl sefihler/beyinsizler ancak kendileridir." Çünkü beyinsiz; zayıf iradeli, cahil, yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir. İşte onların, cehalet ve düşünce zayıflığını somutlaştıran, içlerindeki küfre bağlılıklarıyla imanın sağlam ilkeleri arasında kesin bir tercih yapamamaları, onların beyinsiz olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü onların bu eylemleri, kendilerini hem dünyada hem de âhirette felâkete götüreceği halde onlar bunu kestirememektedir. Özellikle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içlerindeki küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endişenin kalplerinde sürekli bir rahatsızlığa sebep olması ve nifak eylemleriyle bunu gizlemeye çalışmaları da beyinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar, düşüncelerinde ve hareketlerinde gerçekten beyinsizlik yapmaktadırlar. Ama bunu bilmiyorlar. Çünkü onlar, ilmin, marifetin geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak istemiyorlar. İlmin değerinin, gerçeği yansıtmasında olduğunu idrâk edemiyorlar. İşin sonunda bu bilimsel verilerin sağlıklı fıtrat ve vicdanın sağduyusu ile bağdaşması gerektiğini düşünemiyorlar.

 

 

Sefihlik

            ‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’ sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.

        

Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi kimselere ‘sefih’ denilmektedir.

            Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.

        

 

Kur’anın Sefih Dedikleri

        

Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münâfıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münâfıklar, İslâm'ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.

Münâfıklara "siz de diğer mü’minler gibi iman edin" denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’ derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…Ìyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”[278] Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden, dolayısıyla İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden yüz çevirirler. [279]

           

Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen, Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.[280] Allah’ın rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun sefihlerdir.[281] Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler. Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. [282]

            Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir. [283]

            Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münâfık, müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm'ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.

            Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar, mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir. Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler.  Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle, ifsatlarıyla mücâdeleye devam ederler. [284]

Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir.” [285]

 

“(Bu münâfıklar) mü'minlerle karşılaştıkları vakit '(biz de) iman ettik'  derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü'minlerle) alay ediyoruz' derler.” [286]

 

Onların şeytanları, çoğunlukla yahûdilerdir. Siyonistleri kendilerine destek ve sığınak yaparlar. Yahûdiler ve yahûdileşenler de, İslâm saflarını parçalamak ve dağıtmak yolunda münâfıkları istedikleri gibi kullanırlar. Kur'an, çizdiği bu portre ile toplum içinde sürekli olarak münâfık tipine karşı uyanık hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu duruma göre, biz insanlara karşı ilme dayanmadan zanlarla hüküm vermeyecek, fakat onları tam güven ve gönül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz. Bu konuda, özellikle lider adayı ve önderlik ilişkilerinde daha titiz olacağız. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları bu ilkeye göre değerlendirmek gerekir. İlişkilerde ve önderlik makamında sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önemli bir konumu bulunan, ciddi bir görevi bulunan şahısların arkasındaki güçleri de göz önünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorundayız. Liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı ancak pratik olarak denemeden geçirdiğimiz, içe yönelik yapısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara vardığımız şahsiyetlere verebiliriz. Ta ki, böylece kurumlarımız sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin, başkası tarafından sömürülmesin ve ihanete uğramasın.     

 

“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında) onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” [287]

 

Onlara, bu hilelerinin mü'minler tarafından yutulduğunu ve bu çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünmelerini sağlayan Allah'tır. Azgınlıklarında debelenmeye bırakan Allah'tır. Onları ânında cezalandırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini hissettiren, plan ve hilelerinde, içleriyle dışları arasındaki uyumsuzlukla debelenip durmalarına izin veren Allah'tır. Hâlbuki onların bu tutumları gerçekten gülünçtür, eğlencelidir. Hangi tutum, toplum içinde ürkek tavşan gibi hareket eden, herhangi bir hareketinden dolayı cezalandırılmaktan korkan, tespit edilecek bir suçundan dolayı endişe eden münâfıkların tutumundan daha alaya müsait olabilir? Alay kelimesi, horlamayı ve aldırmamayı ifade eder. Burada sanki Allah, onların azgınlıklarını arttırmak suretiyle onlarla alay etmiş olmaktadır. Mü'minleri aldattıklarını zannederlerken kendileri maskara olurlar.     

 

“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” [288]

 

Münâfıklar, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar. Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar.  Kur'an'ın bu âyette ve başka bazı âyetlerde kullandığı  "satın alma"  kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Âyetlerden anlaşıldığına göre satın alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını, cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü'minler için esas olarak âhirette verilecektir, ama bu veresiye satış da mü'mini psikolojik olarak daha dünyadayken bile rahatlatmaktadır.

"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."[289] "Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur." [290]

 

Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm mücadelelerinde ya Allah'la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir. Münâfıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır.

Allah'a dâvet yolunda çaba sarfeden mü'minlerin, Kur'an'ın kullandığı bu yöntemi kavramaları ve uygulamaları gerekmektedir. Dünya hayatını kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara göre değerlendiren tüccar zihniyetli insanlarla karşılaşacaklardır. Bu durumda, onların bu arzularını âyetlerde gösterilen kârlı ticaret mantığıyla kanalize etmeleri gerekir. Dâvetçiler, sapıklığın olumsuzluklarını, hidâyetin de dünya hayatındaki fonksiyonunu ciddi bir şekilde değerlendirebilmelidir. Ondan sonra insanları âhiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına dayanan bir hayat olduğunu kavratmaya çalışmalıdır.

 

“…Bilin ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” [291]

 

 

Münâfıkların Karakteri

 

“Onların (münâfıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulümât (karanlıklar) içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.”

“Onlar sağır, dilsiz ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” [292]

 

Münâfıklar, kâfirlerin yaptığı gibi başlangıçta hidâyetten yüz çevirmiş; kulakları duymaktan, gözleri görmekten, kalpleri idrâkten mahrum kalmış kimseler değildirler. Aslında bunlar, gerçeğe ulaşmak için gayret göstermişler ve önlerinde hak apaçık tecelli ettikten sonra gözlerini kapamışlar, sonra yüz çevirmişlerdir. Bir ateş yakıyorlar, ateşin nûru kendilerine aydınlık temin ediyor ve önceden arzuladıkları bu aydınlıktan faydalanmıyorlar, faydalanmak istemiyorlar. Aydınlanmak için ateş yaktığı halde, sonra gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa, aydınlanmak için iman edip sonra kâfirlerin yanında İslâm'a göz kapayanlar da aynıdır. 

Kulaklar, diller, gözler; nur ve hidâyeti bulmak yolunda vazife görmek için yaratılmıştır. Bunlar ise, kulaklarını hakkı duymaz hale getirdikleri için sağır, dillerini hakkı söylemez hale getirdikleri için dilsiz ve gözlerini hakkı görmez hale getirdiklerinden kördürler. Hakka dönemezler, hidâyete ve nûra giden yollar kapanmıştır bunlara.

 

 

Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş va­kalardan istifade ederek anlatma usûlü çok eski zamanlardan beri bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm'ın ilk muhâtabı olan Araplarda da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm de bu usûl ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim ve öğretimde sesli ve görüntü­lü yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır. Münâfıkların durumu­nu misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışı­ğı İslâm'ın nûru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültü­sünü ve şimşeği inkârcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Biz bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı “güdüler, duyu organları, akıl” gibi beşerî bilgi kaynak­lan ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar ara­sında ilerlemeye, yol almaya çalışan insanı da “bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve mânevî meseleleriyle insanın dünya hayatı” olarak anlıyoruz. İnsanoğlu dünya­da problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara İlâhî yardım ve irşâdı da ekler, Kur'an'ın ve Sünnet'in rehberliğinden faydalanır. İnkârcılar dini, hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyu­lar ve tecrübelerle -daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alan­da hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı idrâk kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derin­liklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden âciz kaldığı problem­leri unutmak için başvurulan tedbirler (zevk u safâ âlemleri, iş, sanat, spor vb. alan­lardaki faâliyetler, içki, uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunu­yor. Allah Teâlâ'nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları, hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetleri) okuyarak Rabbini bulması, O'nun irşâdına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bu­lunan yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münâfıklar da bir yandan akılları, diğer yandan zâhiren uyum gösterdikleri müslümanların dinden gelen bilgileri sâyesinde dünya hayatlarını kısmen düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz İlâhî irşad ve nurla/ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler onları bu çık­mazdan kurtaramıyor. [293]

 

 “Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, etrafını aydınlatınca Allah onların nûrunu giderdi ve onları karanlıklar içerisinde görmez bir halde bıraktı.” [294]

Hakiki münâfıkların durumu, İslâm'a girip, İslâm’ın nûru kendilerini ve etrafı aydınlatınca, bile bile haktan yüz çevirmeleri sebebiyle Allah’ın, İslâm’ın nûrunu kendilerinden giderip şüphe ve korku içerisinde hakkı göremez bir halde bıraktığı kimselerin durumu gibidir.

Münâfıkların hakka dâvet karşısındaki davranışları, insanlığın kurtuluş ateşini, müjde ve uyarı ateşini yakan kimsenin etrafında bekleşen, kuşkucu, kararsız kimselerin haline benziyor. Şöyle ki, alevler, Kur’an âyetleri, peygamberin sünneti, Muhammed’in (s.a.s.) çevresindeki münâfıklara da aydınlık sağlarken, iki yüzlülükleri sebebiyle, Allah onlara hak ve hakikati gösterecek aydınlığı yok ederek, onları, şüphe, nifak ve inkâr karanlıklarında bırakıyor. Ne doğru, hak yolu görebiliyorlar, ne de hayrı şerden ayırt edebiliyorlar. 

Bu âyetlerin devamında bu grubun karakter yapısı daha açık ve net biçimde ortaya çıksın diye yüce Allah bize onlarla ilgili aşağıdaki örnekleri veriyor:” [295]

İlâhî ışığa gözlerini yumdukları için kör adam gibi olmuş karanlıklara gömülmüşlerdir. “Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” denmesi şunu gösteriyor. Onlar başlangıçta ilahi tebliğle aydınlanmak istemişler. Gerçekler ortaya çıkınca rahatsız olmuş, onları görmezlikten gelmişler, sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır. Doğruları, artık ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler. Vazgeçme niyetleri de yoktur. [296]

Allah (c.c.) hakiki münâfıkların durumunu bir örnekle açıklıyor: Münâfıklar kendilerini ve çevrelerini aydınlatacak bir ateş yaktılar. Yani; İslâm'a girdiler. “Ateş çevresini aydınlattığı zaman Allah onun ışığını giderdi.” Burada kastedilen ateş İslâm'dır. İslâm'ın nûru onların çevresini aydınlattığı zaman Allah (c.c.) İslâm'ın nûrunu onlardan giderdi ve karanlıklar içerisinde onları görmez bir vazi­yette bıraktı.

Onları karanlıklar (küfür, şüphe ve korku) içerisinde bıraktı. Artık onlar hakkı hiçbir zaman göremeyecekler­dir. Bunun sebebi ise hakkı kabul edip sonra bundan yüz çevirmeleridir. Çünkü onlar şüphe ve nefislerine ağır gelen şeylerden dolayı küfre girmişlerdir. Allah bu şekilde onların yaktıkları ateşin nûrunu giderince ateşten geriye sadece yakıcı sıcaklık kalır. İslâm'a girip de daha sonra sapan bu gibi kimseler İslâm'a hiç girmemiş kimselerden daha sapık ve daha aşağılık bir durumdadırlar. [297]

 

 

Münâfık Körlüğü

“Onların durumu bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer. Işık çevresini aydınlatınca, Allah göz nurlarını gidermiş ve onları karanlıklar içinde bırakmıştır. Göremez hale gelmişlerdir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar vazgeçmezler.” [298]

Münâfık, önce inanan, sonra Allah’ı görmezlikten gelmeye başlayan, yine de kendini inançlı gören veya gösteren kişidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O münâfıklar sana geldiklerinde şöyle dediler: ‘Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin’ Allah biliyor ki, sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münâfıklar kesinlikle yalan söylüyorlar. Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler. Ne kötü şey yapıp duruyorlar! Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra görmezlik ettiler, sonra kalplerinde farklı bir yapı oluştu. Artık anlamazlar.” [299]

Hiç inanmadığı halde kendini inançlı gösterenler de vardır. Allah Teâla şöyle buyurur: “İnsanlardan “Allah’a ve âhiret gününe inandık” diyenler vardır. Oysa onlar inanmış değillerdir. Allah’a ve mü’minlere tuzak kurarlar. Oysa tuzağı sırf kendilerine karşı kurarlar da farkına varmazlar.” [300]

Bakara 7. âyette, Allah’ı görmezlikten gelen kâfirlerin, gerçekleri görmeme alışkanlığı kazandığı ve bu yüzden gözlerinde perde oluştuğu bildirilmiştir. Aynı perde, münâfıklarda da oluşur.

 

“Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” buyurulması, başlangıçta İlâhî tebliğle aydınlanmaya istekli olduklarını gösterir. O tebliğ, gerçekleri ortaya çıkarınca rahatsız olur, onları görmezlikten gelerek tekrar karanlıklara dalarlar. Kendilerini sağır, dilsiz ve kör konumuna sokarlar. Doğruları; ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler. Bundan vazgeçme niyetleri de yoktur. [301]

Mevdûdi diyor ki: “Bu misâl şunu anlatmak ister: Bir kimse -Hz. Muhammed (s.a.s.)- doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran Hakikat ışığını yaymaya başladığında, yeteneklerini iyi kullanabilen kimseler bunları ayırt etmeye başladılar. Fakat kişisel çıkarlarının kör ettiği münâfıklar bu ışıkla bile doğru yolu görmeyi başaramadılar. “Allah onların nûrunu giderdi” ifadesi hakkı görememenin sorumluluğunu onlardan kaldırmaz. Bu da 7. âyette anlatılan tabiat kanununun aynısıdır. Onlar karanlıkta salınmayı seçtiklerinde, Allah da onları bu sapık yolda bırakmıştır. [302]

Seyyid Kutub diyor ki: “Bilindiği gibi münâfıklar, kâfirler gibi, daha baştan hidâyete yüz çevirmiş; kulaklarını işitmekten, gözlerini görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş değillerdir. Fakat onlar işin içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan sonra körlüğü hidâyete tercih ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar, yaktıkları ateş çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri ile yaktıkları bu ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce Allah önce isteyip sonra yararlanmaktan vazgeçtikleri “aydınlıklarını gidererek” kendilerini “hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir karanlıkta bıraktı”. Tabii ki, aydınlıktan yüz çevirmiş olmalarının cezası olarak.” [303]

 

“Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine benzer...” Bu, münâfıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir. Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt edemiyorlar. Bu yüzden aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar. Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini aydınlatınca yüce Allah, rüzgâr ve yağmur gibi bir sebebi devreye sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya devam ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar: Bir, çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.

Bu örnek, münâfıkların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar mü’min gibi görünerek, mü’minlerle iç içe yaşamaktan dolayı dinin sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi. Fakat imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca, yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları koyu bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar. [304]

 

Münâfıkların Çirkin Özellikleri

“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık onlar dönmezler.”[305] Münâfıklar bile bile haktan yüz çevirdikleri için duyan kulakları hakkı duyamayacak kadar sağır, konuşan dilleri hakkı söyleyemeyecek kadar dilsiz, gören gözleri hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır. Bu yüzden artık küfür, şirk ve nifaklarını bırakıp doğru yola, hakka dönmezler. Bu şekilde haşrolunacaklardır.  

Münâfıklar artık hakkı duyamayacak kadar sağır, hak­kı söyleyemeyecek kadar dilsiz, hakkı göremeyecek ka­dar kör olmuşlardır. Bunların kulakları hakka karşı tıkan­mış, gözleri hakka karşı kapanmış, dilleri de hakka karşı kilitlenmiştir. Bunlar bundan böyle hakka dönemeyecek­lerdir. Bu duruma düşmelerindeki tek sebep; İslâm'ı bilip kabul ettikten sonra onu terk etmeleridir. [306]

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bunlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar. Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar. Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz nurları değil, bütün şuur nûru, idrâk nûru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ “Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim ve alâ ebsârihim ğışâveh” “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”[307] şeklindeki kâfirler hakkındaki durumdan münâfıklardaki bu mühürleme ve basım daha kuvvetlidir. Bu şekilde hikâyedeki ateş yakan, nurları gidenlerin dışında kalır. Rasûlullah'ın dâvet ve hidâyeti (doğru yolu göstermesi) karşısında münâfıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının parlattığı ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla da yapıldığından, bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi sûikastla da olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır. Bundan başka dâvet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve kötülüğe dâvet etmek mânâlarına alındığı zaman, nûrun alınması, ateşin söndürülmesi demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan, karanlıkta kalanlardan olur ki, bu ateşi yakan münâfıkların başıdır. Işık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi İlâhî bir hârikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Peygamberin dâvet ve hidâyeti karşısında münâfıkların, “ateş yakıcı” karşısında etrafındakilerin bir kısmı, Muhammedî dâvet ve onun irşâdı ebedî olduğu halde, münâfıkların anlayış nurlarını Allah almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek imanının nûrunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur'an'ın nazmı işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî dâvetin ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu anlatır: Bu dâvet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva eder. Bu dâvet, cennetin karşısında bir de cehennem ateşini gösteriyor. “Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun.” diyor. Münâfıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları dönüyor, ağızdan “âmennâ; inandık” diyorlar, hidâyet buraya kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının nûru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adâlet etmekten âciz bir ilâh istiyorlar. [308]

Mevdûdi diyor ki: “Onlar Hakk'ı duymakta sağır, Hakk'ı konuşmakta dilsiz ve Hakk'ı görmekte kördürler. [309]

Seyyid Kutub da diyor ki: “Kulaklar, diller ve gözler sesleri, ışıkları algılamak hidâyetten ve aydınlıktan yararlanmak için yaratıldığına göre, bunlar kulaklarını fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “sağır”, dillerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “dilsiz”, ve gözlerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “kör”dürler. Bu yüzden hakka dönmeleri, hidâyete yönelmeleri, başka bir deyimle hidâyete ve ışığa kavuşmaları sözkonusu değildir. Âyette verilen şu örnek de onların içinde bulundukları durumu tasvir etmekte, duygu dünyalarına egemen olan kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve kaygıyı gözlerimizin önüne sermektedir.” [310]

Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların kötü iş­lerini, kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, giz­lediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere münâfıkların durumuna dair misaller vermektedir. Çünkü münâfıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisin­de bir hastalıktır. Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak için Kur'an'ın izlediği bir yöntemdir. Bu misaller münâfıkların huzursuz, şaş­kın ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablolaştıran örneklerdir:

Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyle ki münâfıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemele­ri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisin­den yararlanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağla­dıktan sonra Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen bir rüzgâr ile söndürüverir. Böylelikle onların hiçbir şey görmeyecek hale gelmelerini sağlar; gecenin, üst üste yığılmış bulutların ve ateşin sönmesinin sebep ol­duğu karanlıkların içerisinde bırakır. Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.

Münâfıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir. Onlar işit­menin sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğü­dünü, doğru yol gösterenin irşâdını işitemezler. İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen, hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir me­seleye karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler. Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin mâruz kaldığı hallerden ibret almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidâyete yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma! [311]

 

Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez

Allah, yukarıdaki âyetlerde münâfıkların özelliklerini zikrettikten sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır. Münâfıklık onların önünü ka­rartmakta, akıl ışıklarını söndürmekte ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözle­ri kör, ışıksız ve karanlıkta kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkânsız­dır. Hidâyet, insanın kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydın­latır, nerede olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak ve amaca ulaşmak mümkün değildir. Münâfık, hedefi şaşıran ve amaca ulaşa­mayan kişidir.

Yüce Allah münâfıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir araya gelmiştir. Ateş kelimesi burada ışık mânâsında kullanılmaktadır. Yolunu kaybeden insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar anlasınlar. Diğer taraftan ateş, yolunu ormanda kaybetmiş insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı zamanda o, soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır. Ayrıca ateş, yemekleri pişirip yenecek hale getirir.

İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan aklın ışığına onlar yanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun hale getirir. İkili oynamaları, iman etmediği halde iman ettik demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs etmeleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham etmeleri, mü’minlerle alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmış olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine terk etmektedir.

Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara asla girmezler. Demek ki, münâfıkların zoru akıllarındadır. Beynindeki ışığı sönen insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve insanlığın neresinde olduğunu bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı ferdi olduğu kadar toplumsaldır da. Fertlerin akıl ışığı, birleşince toplumu aydınlatır. [312]

 

 

Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır

 

“Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.” [313]

Bu âyette, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından, bir grup insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece âyet, toplumsal ışığa ve toplumsal görmeye işaret etmektedir. Kulak, dil ve göz organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının bir­likte bir bütün oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı aktı denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak görev yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur. Allah parçaları zikre­derek, bütünü (insan beynini ve düşüncesini) kasdetmektedir.

Allah “sağır” kavramıyla münâfıkların dinlemediklerini, gerçeğe kulak verme­diklerini, uyanlara karşı aldırış etmediklerini kasdetmektedir. Onlar öylesine sapık bir yola girerek öylesine mesafe alırlar ki, yapılan uyarıları duymaz hale gelirler. Hastalanmış kalp, akıl ışığının sönmesi ile kulakları sağırlaştırır: “Kulaklanmızda ağırlık (vakr) vardır.” [314]

 

“Vakrun” kavramı, kulağı ağır işitmek, duymamak, sağır olmak anlamlarını ifade eder. Âyetteki sağırlık, mânevî sağırlıktır. Gerçeğe karşı insanların takındıkları menfî bir tavır ve tepkidir. Âyette bu itirafı, tepkiyi gösterenlerin kendileri yap­maktadır. Hz. Peygamber'in yaptığı uyarı, getirdiği nûra/ışığa ve müjdeye karşı olanların çok uzak mesafedeymiş gibi tepki göstermelerini ifade etmektedir. Allah, Hz. Nûh'un dâvetine, kavminin benzer bir tepki gösterdiğine de işaret etmektedir: “Onları ne zaman dâvet ettiysem parmaklarını kulaklarına tıkadılar.”[315] Kulakları tıkamak ve dinlememek, bir insana gösterilecek tepkilerin en ağırıdır, haktan kaçışın ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok zordur; hatta imkânsızdır denebilir.

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjde­sini ver.”[316] Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin arkasındaki neden kibirdir. Âyet, Allah'ın âyetleri okunduğunda, kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik yapısını açıklamaktadır. Âyetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki büyük nedeni vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir, dinlememeye sebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir. Bu davranış biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu olabilirler. Sanki işit­memiş veya kulaklarında sağırlık varmış gibi davranarak, kibirle âyetlerden uzaklaşmak, insanı elîm bir azâba götürmektedir.

 

“Onlar dilsizdirler.” Doğuştan dili tutuk mânâsına gelen bu kavram, cehâletten veya kasden konuş­mamayı da ifade eder. Sağırlıkla dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsiz­ler -genellikle- sağır da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak bir şey bulamaz.

Dil kavramı, gönül mânâsına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri an­latır. Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz. Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple dil, kültürün en önemli vâsıtası ve unsurudur. Allah buna şöyle işaret ediyor: “Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisi­nin üstüne bir yüktür.” [317]

Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne tâbi olarak onlara yük olur­lar. Mânen sağır ve dilsiz olanlar, mânevî hayat, peygamber ve Allah için yüktür­ler. Kibirli ve iş göremeyen insanlar tabii olarak insanlığa yük olacaklardır: “Onları nereye gönderseniz bir hayır getiremezler.” [318]

Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer kültürün te­melidir. Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler sistemi ve hayat niza­mıdır. Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük kazanır ve hayat bulurlar.

Bakara, l8. âyette geçen “bukmun/dilsiz” kavramını, 17. âyetle birleştirerek şu genellemeyi yap­mak mümkündür: Akıl ışığı sönmüş insan, karanlıktaki insana benzer. Karanlıkta kalan insan da hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde ka­lan ve hayırlı bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne ta­rafa yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün değildir: “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.”[319] Allah'ın âyetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz bir halde karanlıkların içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış, akıl ve gönül ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı bir iş üretemezler.

 

“Onlar kördürler.” Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın, gözü görse bile kalp gözü kördür. Karanlık içinde kalan insanın gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi, kalp gözü kör olan münâfığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.

Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri çevirmez, ge­ri dönmek istese bile dönemez: “Onlar geri dönemezler.”

Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar; dil­sizdirler, yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler, bir çıkış yolu bu­lamazlar. Âyetteki dönemezler ifadesini, başka bir âyetle tefsir edebiliriz: “Hidâyet çağrısına kulak vermeyen kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp ça­ğırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır, dilsiz ve kör­dürler. Bu sebeple akıllarını kullanıp düşünemezler.” [320]

Dönemezler demek, “akıllarını kullanıp düşünemezler” demektir. İnsanın girdi­ği yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış yolda olduğunu anlaması gerekir. Aklını kullanamayan, onun ışığından mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?

Münâfıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir? Bu soruya Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir: Sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır; hidâyeti satıp dalâleti satın almaları; bulunduk­ları yerde çakılı kalıp, ileri mi geri mi gideceklerini bilememeleri ve bu neden­le başlangıç noktasına dönememeleridir.[321]

Münâfıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır. Münâfıkların ahlâkını çifte standart, bilinçsizlik ve dalâleti hidâyete tercih et­mek gibi yanlış bir mânevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu ahlâktan dönme­lerinin imkânı yoktur.

“Dönemezler” ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz. Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden hareket ederler. Fakat eğitim sü­reci ilerledikçe, bazı insanların eğitilemeyeceği ortaya çıkar. “Uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler”[322] ifadesi ile 18. âyette yer alan “dönemez­ler” ifadesi bazı insanların eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Sağır, dilsiz, üs­telik kör olan, akıl ışığından da yoksun olan insanın eğitilmesinin imkânsızlığı vur­gulanmaktadır. Çünkü eğitim-öğretim göze, kulağa, beyne ve gönle hitap etmeli­dir. Bunlardan yoksun olan insanın eğitilmesi imkânsızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı aydınlığa çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamazlar. Dönemezler ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen insan, hayatım da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve de­ğişim, bir atılım ve bir beceri işidir. Münâfık, bütün bu oluşumlara kapalıdır. [323]

 

Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar

Kurtubî, bu âyetteki münâfığın durumunu şöyle izah etmektedir: Münâfığa dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içeri­sinde kalması münâfığın şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Âyet-i kerime ile anlatılmak istenen ise, münâfıklara bir misal vermektir.

Evlilik, mirasçı olmak, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının gü­ven altına alınması, mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile il­gili olan hükümlerin kendileri için de geçerli olmasını sağlayan, açığa vurduk­ları imanlarıdır. Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vâsıta­sı ile aydınlananın, sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şey­leri görenin durumuna benzerler. Bu ateş sönüp yahut ortadan kalkınca, yi­ne onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münâfıkların durumu da böyledir. Onlar iman edince İslâm'a gir­diklerini belirten sözlerine aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ha­ber verdiği gibi: “Şüphesiz münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”[324] Ve Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan do­layı şöyle diyeceklerdir: “Bize bakın da sizin nûrunuzdan aydınlanalım.” [325]

Bu benzetme şöyle de açıklanmıştır: Münâfıkların müslümanlara yönelme­si, onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları sevgiden yüz çevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konu­da başka açıklamalar da yapılmıştır.

 

 

Sağırlar, Dilsizler, Körler!

 

“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”

Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur. Dilsiz (el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kim­sedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir.

Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarından maksat, onların bütün duyularının idrâk etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrâk et­mediklerini ifadedir. Meselâ: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böy­le bir özel durumu anlatmış oluruz. Katâde der ki: Onlar hakkı işitmeyen “sağırlar” hakkı dile getirip söylemeyen “dilsizler” ve hakkı göremeyen “körler”dir.

Peygamber’in (s.a.s.) Cibril hadisinde âhir zamandaki yöneticileri şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: “Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları oldu­ğunu gördüğün vakit, işte bu da Kıyâmetin alâmetlerindendir.”[326] Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır. [327]

 

 

Bu âyetler münâfıkların tablolarını, şaşkınlık­larını, yıkılmışlıklarını ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir ediyor. Önceki âyetlerde onların iç dünyasını gözle gö­rülebilecek şekilde tasvir ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki realitelerini, ya­şadıkları olayları izah ederek ve örnekler vererek açıkla­maya çalışmaktadır. Bu yöntem Kur'an'ın çoğu zaman so­yut konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu örneklerle mesele, daha net ve canlı bir şekilde orta­ya konulmaktadır. Kur'an soyut şeyleri açıklarken mad­dî örneklerle meseleyi izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın gönlünde daha derin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına da dal salmaktadır. Somut örneklerle izah edilerek konunun daha net biçimde anlaşılması sağlanmaktadır. Çünkü somut şeyler insanın hayatı üzerinde soyut şeylerden daha fazla etkili olmakta ve onun benliğinde daha derin tesir bırakmaktadır. Onun içindir ki, tasvir ve temsil (resimleme, şemalandırma ve örneklendirme) yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir eğitim yöntemidir. Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut şeyler örnek verilmeden anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk,  gördüğü ve yaşadığı örneklerle o soyut konuyu muhâkeme ederek anlamaya çalışır. Örnek vermek sûre­tiyle insanın zihnine ve rûhuna yerleştirilmek istenen dü­şünceye nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonu­ca da dönüşebilir. Kur'ân-ı Kerim'in pratik hayatta ya­şanan, gözle görülen örneklerle onların iç dünyasını orta­ya koymaya çalışmasının sırrı şudur; Cenâb-ı Allah, hak-bâtıl konusunda insanları bu tür sapık yönelişlerden uzak­laştırmak istemiştir. Burada kullanılan yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri, olabildiğince geniş ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu karanlık, boğucu ve katı atmosferden tiksindirilmeye çalışılmakta­dır.

Cenâb-ı Allah münâfıkların durumlarını tabiattan verdiği somut örnekle tasvir etmiştir: “Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.” [328]

Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir ay­dınlık parçası yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıyla kumların üzerine dökülen ay ışığı, bir mehtap da gözükmüyor. Uzaktan coşup gelen karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan, utangaç­lığı ve mahcûbiyetiyle kucak açan yıldızlar da yoktur ki, kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınla­tabilsin. Senin önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlık­lardan başka bir şey yok... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı başardın. Ve ateşinin alevleri havaya yük­seldi. Etrafını, yolunu ve bulunduğun yeri aydınlattı. Son­ra bir rüzgâr hemen ateşini söndürdü. Ortada kopan fırtına sonu­cu, yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi. Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa kavuşan ve fakat bu aydınlığı acıma­sız bir şekilde söndürülen adamın durumundan daha kö­tü durum ne olabilir? Adam aydınlığa muhtaç olduğu hal­de bu aydınlığı elinden alınmaktadır.

İşte bu; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, darmadağınıklıktan oluşan karanlıkların içinde yaşayan münâfığın halidir. Onun durumu da; küfrü, inkârı ve reddet­meyi yaşayan diğer insanların haline tıpa tıp benzemek­tedir. Sonra Allah'ın Peygamberi'ne indirdiği nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye, ken­dilerini şaşkınlıktan, kaostan ve başıboşluk­tan kurtarmaya çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve net­lik kazandıracak bir görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır. Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan aydınlığa çıkabi­lirlerdi. Fakat onların içinde hastalığa dönüşen köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları ve hidâyete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dola­yısıyla onlar çeşitli şeytanî oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye çalışan tavırlarını sürdürmüş­lerdir. Hem kâfirlerden, hem de iman edenlerden yararlanarak planladıkları sonuçlara varabileceklerini, katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah'ın nûrunu tepkiyle karşıladıklarından dolayı Allah nûrunu geri çekmiş ve onları yeniden karanlığa terk etmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve ne yapmayı planladığını bilmeyen çılgın irâdelerinin (hevâlarının) etkisinde kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil, karanlıkta kalmak için kullanmışlar­dır. Allah da onları yüz üstü bırakmış, kendi halleriyle baş başa kalmalarını sağlamış ve onları, hiçbir şeyi göre­meyecekleri karanlıklara terk etmiştir.

İkinci âyet, onların bu sapık yönelişe neden kapıldık­larını açık bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Allah’ın kendilerine verdiği vâsıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını öğretmektedir. Onlar Al­lah'ın verdiği imkânları dondurmaya çalışmışlardır. Cenâb-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece apa­çık gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, işittikleri bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmaları­nı istemiştir. Gerçek bir mârifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah'ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı insanları, Allah'ın azametinin bilincine varmaya ve O'nun birliğine iman et­meye sevk eden evrensel âyetleri görebilmeleri için onla­ra görme imkânı vermiştir. Cenâb-ı Allah onlara tüm bu imkânları verirken onları ilme varmak için, mârifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir. Fakat onlar bu imkânlardan yararlanmamış ve bu imkânları bulunma­yanlarla aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları ha­reketli bir şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsan­lara ilimi ve mârifet bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır. İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin hakka ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. [329]

 

 

 “Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapka­ranlık bırakıver­miş.” Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından ba­kıyoruz: “İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; Biz sana bun­ları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz.”[330] deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahyedi­yoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki, şimdi bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır, böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Âmennâ. Meselâ bakın Cenâb-ı Hak yine soruyor: “Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek ol­duğunu? Ama sen nereden bileceksin bunu?”[331] diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah, yine kitabının başka bir yerinde kendisine soru sorulan bu insan için: “Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir.”[332] buyuruyor.

            Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisin­den olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz bilen Allah  soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim? diye tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz câiz değildir. Ve işte Kur’an’ın böyle bir anlatım mo­deli vardır diyoruz.

Cenâb-ı Hakk’ın anlatım modellerinden biri de; burada ol­duğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor du­rumda bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o konuyu ha­yata indirgemesi problem olacaksa, o zaman örnekleme yaparak anlatmasıdır. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz.

Burada da Rabbimiz bize münâfıkla­rın karakteristik özelliklerini anlatırken belki anlayamazsınız, diyerek bir örnekle konuya açıklık getiriyor: “Onların örneği şu misal gibi ki!” dedi ve bir tablonun önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir an­layın dedi. Yani formüle edilen bir problem vardı ortada, onu bir ke­nara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Al­lah.

 “Bunların durumu şu şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam.” Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam ateş yakıyor: “Ateş çevresini aydınlatınca da, Allah onların nûrunu gideriverdi.”

 

Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi ya­kan bir kişi olduğu halde ardından da Allah onların nûrunu gi­derdi deniyor. Allah o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Birisi ateş yakmış obanın kenarında, köyün kena­rında veya bir kampın kena­rında. O ateş çevreyi aydınlatmış, biri­leri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar. Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi ay­dınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor; ama adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da: “Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapka­ran­lık bırakıvermiş.” Ondan sonra da: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler.” Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile irti­bat­ları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az evvel gö­rüyorlardı, ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş; sağır, kör ve dilsiz hale gelmişler.

“Onların (münâfıkların) misali, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulumât (karanlıklar) içinde bırakır (artık hiç bir şeyi) görmezler.” [333]

 

 

Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir

 

“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”

“(O esnâda) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” [334]

Münâfıkların ışığı kısa sürelidir. Atasözündeki ifade ile: Yalancı münâfıkların mumu, yatsıya kadar yanar. Allah, bu zümrenin halini tasvir için bir misal daha veriyor. Bu örnek, onların içinde bulundukları korku, endişe, ıstırap ve dehşeti canlandırmaktadır:  

 

Müthiş bir tablo bu. Hareket ve ıstırapla dolu. Sapıklık ve şaşkınlık. Korku ve heyecan. Dehşet ve endişe. Ses ve ışık bu tabloda billûrlaşıyor. Bulutlardan boşanıp gökleri yırtarcasına inen yağmur. Bu yüzden meydana gelen korkunç karanlık. Gök gürültüsü ve şimşek. Şimşeğin ışığı altında yürümeye çalışmaları ve dünya tekrar zindana dönünce dikilip kalıvermeleri. Hayrette kalmışlar. Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Korku ve dehşet içinde şaşkına dönmüşler.     

Münâfığın nifak içindeki hali, karanlık bir gecede gök gürültüsü, yağmur ve yıldırımların altında yürümesine benzer. Her yer karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını görüyor, bir iki adım attıktan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor. İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık, yine hüsran.

Bu tablodaki şiddetli yağmurlardan karanlıklara, gök gürültülerinden yıldırımlara, dehşet içinde kalanların titrek adımlarından mıhlanıp kalmalarına kadar her hareket, münâfıkların acı ve mustarip hayatını canlandırmaktadır. Onların mü'minlerle buluşmaları, sonra şeytanlarına dönmeleri. Bir an için söyledikleri sözler ve bundan derhal dönüş yapmaları, bir taraftan hidâyet ve nûru arzularken, diğer taraftan kendilerini dalâlet ve karanlığın kucağına atışları. Bu, bir zümrenin hâlet-i rûhiyesini ve karakterini aksettiren canlı bir tablodur.    

Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen bazı politikacı ve liderler, sonra imansızlara hizmet edenler, bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Câmi ile puthane arasında kalmış bu şaşkınlar, kâfirler tarafından değilse bile, mü'minler tarafından hesaba çekilecektir. [335] 

Bu âyetler, münâfıkların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur'ân-ı Kerim, onlara İlâhî irşadlarda bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir. Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutu­lan topluluğa benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani apaçık âyetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar. Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer; yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözle­ri kör etmeye yetecek şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.

Özetle; nifak kısa bir süre için bazen münâfık kimsenin yolunu aydınlatabi­lir. Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir. Bu ise münâfıklığın sü­rekliliğine son verir, devamını önler. Münâfık herhangi bir amacını gerçekleş­tirmek ve basit maddî bir kazanç elde etmek amacıyla münâfıklığına umut bağlayabilir. Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider. Münâfıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar. Çünkü bir âyetin nüzûlü ile gösterdikleri zahirî sevinç, mü’minlerle birlikte cihad etmeleri is­tendiği zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu zâhiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemle­rinde ise nankörlük edip müslümanlara sırt çevirmek münâfıkların misali ve tavrıdır. [336] 

İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen milletvekili bakan olan­lar sonra da imansızlara hizmet edenler bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Ya kâfirler tarafından veya mü’minler tarafından hesaba çekilecektir. Çünkü münâfık camiyle kilise arasında kalmış şaşkın insandır. [337]

Yahut o münâfıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki, semânın her tarafından “bardaktan dökülür gibi” boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyormu sıkıyor; göz, gönül kararıyormu kararıyor. Şu halde karanlıklar katmerleşmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp şakıdıkça, parladıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor, yürekleri ağza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yo k eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten, demiri mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle (es-Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne?

Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, âhiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasının dışına çıkmak mümkün mü? Allah'ın izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet, ama bunlardan daha önce Allah'tan korkmak ve O'nun azâbından sakınmak gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim? Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın, yıldırımlar da Allah'ın bir belâsı, azâbının bir örneğidir. Bunlardan korkup sakınmak isteyenlerin daha önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına uyarak felâketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir Allah korkusu, insana bütün korkuları attırıp yok ettirir. Allah'ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır. Fakat Allah'tan, O’nun azâbından kurtulmanın imkânı yoktur. O da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister. Ona bununla yaklaşılır; azaplarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit ve müjde, şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu gürültü ile beraber gelir zannederler. Hâlbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibarıyla gök gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o yıldırımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, “ra’d” yani “gök gürültüsü” ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve geldiği zaman, “Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz kurtuldunuz.” der.

Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem' için olan “vav” ile bağlamış, (şimşek, sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor, ilim ve fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken İlâhî vahyin hakikatini anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyla delil getirerek görülmeyen esiri (cevheri) bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu,[338] bunu işitenlerin hamd ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir İlâhî belâdır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak; önceden, maddî ve mânevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın yardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah'ın kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan Kur'an hep hak âyetlerdir. Bu dâvetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!

İşte Cenâb-ı Hak münâfıkların durumunu bir de böyle “sayyib = yağmur” meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik aranılmayarak hepsinde münâfıkların hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin vaadi ve vaîdi (korkutması) şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve münâfıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a münâfıkların bakışını ve fırsat buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivâyetlerde bahis konusu edildiğini görüyoruz.[339]

Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, felâketten kurtuldukları konusunda kendilerini bir müddet daha avuturlar. Fakat gerçekte onlar kendilerini kurtaramazlar; çünkü Allah, kudretiyle onları her taraflarından kuşatmıştır.

Bu misaller, İslâm'a kalpten inanmayan, fakat çıkarları nedeniyle “müslüman” görünen kimseleri anlatır. Bu ikinci misal, şüphe, iman zayıflığı ve tereddüt içinde olan münâfıkları anlatmaktadır. Bunlar tamamen kâfir değillerse de, İslâm'ı, ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak derecede uyguluyorlardı. Bu misalde yağmur, tüm insanlığa rahmet olarak gelen İslâm'ı temsil eder; karanlık, gök gürültüsü ve şimşek ise öne çıkan engelleri, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu güçlü savunma nedeniyle yaşanan tehlike ve güçleri temsil eder. Durum biraz yatıştığında onlar İslâm'a doğru yönelirler, fakat zorluk bulutları ortaya çıktığında veya kendi çıkarlarına, bâtıl inançlarına, önyargılarına ters düşen emirler verildiğinde öylece şaşkınlık içinde kalakalırlar.

Eğer dilerse Allah, bir önceki misaldeki münâfıklara yaptığı gibi bu kimselerin de Hakk'ı görmelerini tamamen engelleyebilir. Fakat bunu yapmaz; çünkü Allah, görmek ve duymak istedikleri sürece onların Hakk'ı görüp duymalarına fırsat vermeyi dilemiştir. Allah'ın onlara Hakk'ı görüp duymalarına yetecek kadar güç vermesinin nedeni işte budur. [340]

 

 

Münâfıklık Küfre Götürür

 

“Yahut, onların durumu, gökten sağanak halinde boşa­lan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulu­nan yağmura tutulmuş insana benzer. O münâfıklar yıldı­rımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulakları­na tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”

Allah, münâfıkların durumunu, manevî yapılarını anlatırken tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür benzetmeler, ortaya konulmak istenen gerçekle­ri daha iyi anlamamız için yapılmaktadır. İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştır­malar yaparak insan idrâkini harekete geçiriyor. İç âleminin dengesi bozul­muş insanın yaşadığı mânevî fırtınalar ile tabiat âlemindeki fırtınalar birbiri­ne oldukça benzemektedir. Onun için din eğitimcileri mânevî konuları, dış âlemden örnekler vererek anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi vasıtasıyla, mânevî oluşumların isbatına gidilmelidir.

Dış âlemin kanunları ile insanın iç âleminin kanunlarının çakıştığı nokta­da hakikat meydana çıkar: “İnsanlara dış ve iç âlemlerindeki kanunlarımı öğreteceğim (göstereceğim) ki, Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olma­sı yetmez mi?” [341]

Allah, bu âyetlerde dış âlemdeki tabiat olaylarının kanunlarını anlat­makta ve bununla da münâfıkların iç âlemlerindeki oluşumları izah etmektedir. 20. âyette geçen gök kavramını, psikolojik, ya da metafizik mânâda ruhlar ve akıllar âlemi[342] şeklinde anlayabiliriz, O zaman âyette yer alan “sayyib” kelimesi Fahruddîn Râzî'nin anladığı gibi iman ve Kur'an[343] mânâsına gelir. Bu durumda gök 'akıl' olunca, âyetteki karanlık ve gök gürültüsü de, münâfıkların tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münâfıklar), aklın öğretile­rinden tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis âlemine rahmet olarak inen bu hakikatleri kabul etmek, nefislerine çok ağır gelecektir. İşte bu ağır­lık nedeniyle münâfıklar, aklın bu gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulak­larını tıkayacaklardır. Eğer gök, İlâhî âlemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur'an'ın kendisi olur. Kur'an bir rahmet olduğuna göre, âyetteki yağmur Kur'an'ın rahmet olmasına işaret etmektedir. Bu durumda âyeti, “Kur'an'ın öğretileri münâfıklara ağır geldiği için, onu karanlık ve gürültü olarak değerlendireceklerdir” şeklinde anlayabiliriz.

 

Âfetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna getirir ve onda bir ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya âyetteki tabiri ile ona karşı “kulaklarını tıkamak”tır. Bu ise gerçeğin kabullenilmemesini ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Al­lah, münâfıkların Kur'an'ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir ben­zetme ile ortaya koymaktadır.

Kur'an gerçekleri karşısında münâfıklar, kulaklarını tıkayarak kendi ka­ranlık dünyalarında Kur'an'ın sesini ölüm olarak algılamaktadır. Çünkü on­lar cehâletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı. Kur'an öğretilerinin meydana getirdiği o fırtına, cehâletin tüm putlarını yıkmaktadır. Bu da münâfığın ve münâfıklığın yok olması demektir. [344]

 

 

Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir

“Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” [345]

Kur'an'ın getirdiği aklın ışığı, münâfıkların iç âlemi için yıldırımları an­dırmaktadır, münâfıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve aydınlatma süresi oranında, Kur'an'ın ve aklın ışığından istifade ederler. Nefis tarafından karar­tılmış kalpte, sadece anlık aydınlanmalar meydana gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle karşı karşıya kalan münâfık, “iman ettim” diyor, fakat az sonra karanlığa gömüldüğü için, bunu bir serap kabul ederek, bu anlık ima­nının bir aldanma olduğu sonucuna varıyor. Böylece karanlık dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar. Bu nedenle Allah, münâfığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın ışığın­dan yeterince istifade edememesine bağlamaktadır.

 

Münâfıklar, Kur'an'ın ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini kör edecek­miş gibi davranırlar. Akim ve Kur'an'ın nûru, onların gözlerine ağır gelir ve o nûra tahammül edemezler. Yüce Allah “Dileseydim onların işitme ve görme duyularını giderirdim” buyuruyor. Gidemediğine göre, onların yine de Kur'an'ın ve aklın ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler yaşayabilirler.

 

Karanlık çökünce dikilip kalırlar ifadesi, aklın ve Kur'an'ın getirdiği faydaları anlayıp onlardan istifade edemeyince, dinin kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve Kur'an'ın öğretilerinin onlara getirdiği faydanın farkı­na varamamaları ve onlardan istifade edememeleri, münâfıkların gönlünü karartmaktadır. İşte bu karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdur­makta ve içeriye girmelerini engellemektedir.

“Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” Yüce Allah, Bakara sûresinin baş kısmında yer alan münâfık ve kâfirlerin du­rumunu anlatan âyetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye kadirdir buyuruyor. Müfessirler âyetteki şey kavramı üzerine durarak içini doldurmaya çalı­şmaktadırlar. Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan açıklamaya çalışacağız.

 

Bakara, 7'den itibaren, Yüce Allah'ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye kadir olduğunu belirtmek için, âyetin sonunda Allah her şeye kadirdir buyurulmuştur. Yüce Allah, hak ettikleri takdirde insanların kalbini ve kulaklarını mühür­leme ve gözlerine perde çekme; münâfıkların manevî hastalığını artırma, Kur'an gerçekleriyle alay etmelerine karşılık münâfıklarla alay etme; münâfık­ların nûrunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve dilediği takdir­de onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne sahiptir. İşte bu eylemle­ri yapabilecek olan Allah, her şeye kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara l'den Bakara, 20 âyetine kadarki bütün konular, her şeye kadir olan Allah'ın hükmüy­le karara bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların, kâ­firler ve münâfıkların iç âlemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu güce sahip ol­mayan insanların, birbirlerini kâfir ve münâfık diye itham etmelerinin doğru ol­mayacağı da, zımnen anlamamız gereken bir gerçektir. [346]

Bu âyetlerde geçen bazı Kur’an kavramlarını özet olarak izah etmek gerekir diye düşünüyorum. Bunlar: “sayyib/şiddetli yağmur” “semâ/gök” ve “hazera’l-mevt/ölüm korkusu”

 

 

Yağmur ve Tûfân Gibi Şiddetli Olanı

 

“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşalan… yağmur gibidir.”[347]

Sayyib kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde geçer; o da bu işlediğimiz Bakara sûresi, 19. âyetidir. Bu kelime, sağanak halinde, göklerden boşalmış gibi yağan şiddetli yağmur anlamına gelmektedir. Yaratıcı'nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Kezâ, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.

Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem cahillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu ilahî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir. [348]

Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yeraltı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.

"Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?"  Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!"  Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi? 

"Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır." Bir yağmur damlasının buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nazenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? [349]

 

"O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın." [350]

"Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." [351]

"Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk." [352]

"İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" [353]

"De ki: (Sabahın birinde)  Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" [354] 

Şiddetli Yağmur

Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazab yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebûcehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifa ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsranlarını/ziyanlarını arttırdığı[355] gibi.  Sen de rahmet ol; ince ince ve latifce yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olmasını da bil, suya düşman olanlara. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere,  bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tufanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıldeniz’de boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırat-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.   

Nifak ve Münâfıklarla İlgili Âyet-i Kerimeler

  • Nifak, Münâfık ve Çoğulu Münâfıkun Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 37 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 167; 4/Nisâ, 61, 88, 138, 140, 142, 145; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 64, 67, 67, 67, 68, 68, 73, 77, 97, 101, 101; 29/Ankebût, 11; 33/Ahzâb, 1, 12, 24, 48, 60, 73; 57/Hadîd, 13; 73; 48/Fetih, 6, 6; 57/Hadîd, 13; 59/Haşr, 11; 63/Münâfıkun, 1, 1, 7, 8, 9.
  • Münâfıkların İmandan Yüz Çevirmeleri
  • Münâfıklar, İnanmadıkları Halde İnandık Derler: Bakara, 8, 14; Nisa, 60, 81; Maide, 61; Tevbe, 56, 62; Nur, 47; Münâfıkun, 1-3.
  • Münâfıklar, İman Etmezler: Bakara, 8, 13, 18; Nisa, 65, 82; Enfal, 20-24; Tevbe, 127.
  • Münâfıklar, Kibirleri Yüzünden İmandan Kaçınırlar: Bakara, 206; Münâfıkun, 5-6.
  • Münâfıklar, Allah'ın ve Rasülü'nün Hükmüne Razı Olmazlar: Nisa, 60-62, 64, 66; Nur, 48-50.
  • Münâfıklar, Şeytanın Adamlarıdır: Mücadele, 19-20; Haşr, 16-17.
  • Münâfıklar, İnkarcıdırlar: Tevbe, 54, 124; Muhammed, 25-26.
  • Münâfıklar, Kur'an Ayetleriyle Alay Ederler: Tevbe, 124-125, 127.
  • Münâfıklar, Peygamberlerle Alay Ederler: Muhammed, 16.
  • Münâfıkların Kalpleri Mühürlü, Kulakları Sağır, Gözleri Kördür: Muhammed,16, 23-24; Münâfıkun,3.
  • Münâfıklar, Peygamberimiz'e Suikast Düzenlediler: Tevbe, 74; Münâfıkun, 8.
  • Münâfıklar, Peygamberimiz'i Saflıkla Suçladılar: Tevbe, 61-63.
  • Münâfıklar, Peygamberlere İftira Ederler: Al-i İmran, 161.
  • Münâfıklar, Doğruluğa Karşılık Sapıklığı Satın Almışlardır: Bakara, 16.
  • Münâfıklar, Peygamber'in Yanında Fısıldaşarak Konuşurlar: Mücadele, 8.
  • Münâfıklar, Kalplerinde Olana Allah'ı Şahit Tutarlar: Bakara, 204.
  • Münâfıklar, Fasıktırlar: Tevbe, 67, 84; Münâfıkun, 6.
  • Münâfıklar, Fitne Çıkarmak İçin Mescid-i Dırar'ı İnşa Ettiler: Tevbe, 107-110.
  • Münâfıkların Bazı Özellikleri
  • Münâfıklar, Allah'ı ve Mü'minleri Aldattıklarını Zannederler: Bakara, 9; Nisa, 142; Hud, 5.
  • Münâfıkların Kalplerinde Manevi Hastalık Vardır: Bakara, 10; Nisa, 143; Maide, 52; Muhammed, 29,
  • Münâfıklar, Yalan Konuşurlar: Bakara, 10; Maide, 41; Tevbe, 74; Nur, 19.
  • Münâfıklar, Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.
  • Münâfıklar, Kalıplarıyla Adama Benzerler: Münâfıkun, 4.
  • Münâfıkların Misali: Bakara, 17, 19-20, 264, 266; Haşr, 16; Münâfıkun, 4.
  • Münâfıkların Sözleri Hoşa Gider: Bakara, 204; Münâfıkun, 4.
  • Münâfıklar, Kalplerinde Olmayanı Dilleriyle Söylerler: Fetih, 11.
  • Münâfıklar, Fedakarlıklardan Kaçarlar: Nisa, 66-68; Tevbe, 42; AnkEbût, 10-11.
  • Münâfıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar ve Namazlarından Gafildirler:Nisa, 142; Tevbe, 54; Maun,4-6
  • Münâfıklar, İbadetlerinde Gösteriş Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.
  • Münâfıklar, Küfür ile İman Arasında Kararsızdırlar: Nisa, 143; Muhammed, 25-26.
  • Münâfıklar, Zekât Vermezler: Maun, 7.
  • Münâfıklar, Günah İşlemekte, Düşmanlık Yapmakta, Haram Yemekte Yarış İçindedirler: Maide, 62-63
  • Münâfıklar, Verdiklerini İstemeyerek Verirler: Tevbe, 54.
  • Münâfıklar, Korkaktırlar: Tevbe, 56-57; Haşr, 13.
  • Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih, 15; Hucurat, 14, 16-17.
  • Münâfıkların Kalpleri Birbirine Benzer: Tevbe, 67, 69.
  • Münâfıklar, Kötülüğü Emreder, İyilikten Alıkoymaya Çalışırlar: Tevbe, 67; Münâfıkun, 7.
  • Münâfıklar, Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.
  • Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.

ü-    Münâfıklar, Akrabalık Bağlarını Keserler: Muhammed, 22.

  • Münâfıkların Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.

y-    Münâfıklar, Nankördürler: Tevbe, 74.

  • Münâfıklar, Kâfirlere Karşı Bile Vefasızdırlar: Haşr, 11-12.

 

  • Münâfıkların Cezası
  • Münâfıkların Ölümü: Muhammed, 27.
  • Münâfıklara Allah'ın Mühleti (Süre Tanıması): Bakara, 15.
  • Münâfıkların Öldürülmesi: Nisa, 89, 91; Ahzab, 60-62.
  • Kıyamet Günü Münâfıkların Durumu: Nisa, 138, 145; Maide, 41; Tevbe, 55, 68, 74, 101, 126; Muhammed, 27-28; Fetih, 6; Hadid, 13-15; Mücadele, 15-17; Haşr, 16-17.
  • Münâfıkların Tevbesi: Nisa, 146; Tevbe, 74; Ahzab, 24.
  • Münâfıkların Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: Maide, 53; Tevbe, 53, 69, 107-110, Muhammed, 28-29,
  • Münâfıklar, Kur'an Ayetleriyle Açığa Çıkarılmalarından Korkarlar: Tevbe, 64, 127.
  • Münâfıklar, Allah'ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: Muhammed, 2-3; Fetih, 6, 12.
  • Münâfıklara Allah Hidayet Etmez: Münâfıkun, 6.
  • Kıyamet Gününde Münâfıklarla Mü'minlerin Konuşmaları: Hadid, 13-14.
  • Münâfıklara Malları ve Evlatları Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En'am, 70; A'raf,48; Ra'd, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
  • Münâfık-Mü'min İlişkisi
  • Münâfıklar, Mü'minlere Karşı Çok Zayıftırlar: Haşr, 14; Münâfıkun, 4.
  • Münâfıkların Dostlukları Yoktur: Bakara, 204; Nisa, 89, 139, 140; Maide, 41, 52, Tevbe, 50-51; Mücadele, 14; Münâfıkun, 4, 8.
  • Mü'minlerin Münâfıklara Karşı Davranışları: Tahrim, 9.
  • Savaşta Münâfıklar: Al-i İmran, 154, 156, 166-168; Nisa, 72-73, 77-78, 91, 141; Enfal, 49; Tevbe, 42- 53, 65-66, 81-83, 86-87, 90, 93-95; Nur, 53; Ahzab, 9-20, 24; Muhammed, 20-21; Fetih, 11-12, 15-16.
  • Münâfıkların Bilinmesi: Al-i İmran, 179; Nisa, 63; Maide, 52-53; Tevbe, 101; Muhammed, 30.
  • Münâfıkların Sözlerine İnanılıp Özürleri Kabul Edilmez: Nisa, 63; Tevbe, 94; Fetih, 15.
  • Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek: Nisa, 63; Tevbe, 73.
  • Münâfıklara Tesirli Söz Söylemek: Nisa, 63; Tevbe, 73, 126.
  • Münâfıklardan Yüz Çevirmek: Nisa, 81, 88; Tevbe, 95-96; Münâfıkun, 4.
  • Münâfıklar, Mü'minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 89; Nur, 19.
  • Münâfıklarla Mü'minler Hakkında Hükmü Allah Verecektir: Nisa, 141; Tevbe, 94.
  • Münâfıklarla Mü'minlerin Misali: A'raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.
  • Münâfıkların Malları ve Evlatları Mü'minleri İmrendirmesin: Tevbe, 55, 69, 85.
  • Münâfıklar İçin Mağfiret Dilenmez: Tevbe, 8-, 84, 113; Münâfıkun, 6.
  • Münâfıkların Cenaze Namazları Kılınmaz: Tevbe, 84.
  • Münâfıklara İtaat Etmekten Sakınmak: Ahzab, 1-3, 48.
  • Münâfıklar, Mü'minlerle Alay Ederler: Tevbe, 79; Bakara, 14.
  • Münâfıklar, Mü'minleri Bırakıp Kâfirleri Dost Edinirler: Nisa, 139; Maide, 52; Mücadele, 14.
  • Münâfıkların Dostluğu: Bakara, 105; Maide, 82; En'am, 106; Tevbe, 7-8, 10, 12; İsra, 73-75; Kasas, 87; Mümtehine, 1-2, 6-9.
  • Münâfıklar Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.
  • Münâfıkların Kabri: Tevbe, 84.
  • Münâfıkların Kinini Allah Ortaya Çıkarır: Muhammed, 29.
  • Münâfıklar, İbadeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.
  • Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih,15; Hucurat, 14, 16-17.
  • Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.
  • Münâfıkları, Yerli Yersiz Haberler Yayarlar: Nisa, 83.

                                                  

Nifak ve Münâfıklarla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

Münâfık Kimdir? Kütüb-i Sitte, 3, 520

Nifak Bölümü: Kütüb-i Sitte, 16, 177-179

Nifak: 7, 111

Nifak Faaliyetlerinin Muhtevası Kütüb-i Sitte, 3, 523-524

Münâfıkların Öldürülmesi İsteğine Peygamberimiz'in Cevabı: 2, 260

Münafığın Cezası: 14, 378

Münafığın Hastalanmasının Misali: 7, 275-276

Münâfıkların Azabı, Kâfirlerin Azabından Daha Şiddetlidir: 16, 180

Münâfıkların Bedir'den Önceki Tutumu: 16, 431

Münâfıklarla Müslümanlar Arasındaki Bir Fark: 17, 384

Münâfık ve Müşriklerle İstişare: 16, 133

Bir Münafığın Müslüman Oğlu: 12, 161

Cemel Vakasını Hazırlayan Münafığın Talimatı: 7, 318

Din Adamı Kisvesindeki Münâfık Tahribatçılar: 7, 316-317

İçimizdeki Münâfıklara Dikkat: 7, 316-317

Kritik Anlarda Münâfıkların Rasülüllah'ı Terketmeleri: 3, 525-526

Hz. Peygamber'in Münâfıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset: 3, 521-528

Rasülullah'ın Münafığı İdare Etmesi, Onu Öldürmemesi: 2, 260; 12, 161

Rasülullah Zamanında Münâfıkların Bir Vasfı: 7, 311

Münâfıkun Suresi: 4, 322

 

                               

                                  

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

  1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 201-230
  2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 185-208
  3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 23-73
  4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 84-93
  5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 53
  6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 98-104
  7. El-Mizan Fi Tefsiri'l-Kur'an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 87-88
  8. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 66-83
  9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 45-58
  10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 121-148
  11. Nifak Münâfık, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
  12. Kur'an'da Nifak Olayı, Gübeddin Hikmetyar, Düşünce Y.
  13. Kur'an'da Nifak, Sadık Kılıç, Furkan Y.
  14. Kur'an'da Münâfık Karakteri, Cavit Yalçın, Vural Y.
  15. Münafığın Sırları, Harun Yahya, Vural Y.
  16. İslâm Davası ve Münâfıklar, Ali Rıza Temel, Bahar Y.
  17. Kur'an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y. s. 87-133
  18. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 356-358
  19. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
  20. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 84-95
  21. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 187-214
  22. Kur'an-ı Kerim'de İnsan Tipleri, M. Fatih Kesler, Akçağ Y.
  23. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 353-360
  24. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 271-277
  25. Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 98-100
  26. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 37-82
  27. Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y. s. 104-106
  28. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 20-28
  29. İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 159-170
  30. İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi s. 433-468
  31. Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmai, Pınar Y. s. 471-478
  32. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. 211-216
  33. Kur'an Okulu, Hanif Y. sayı 10, s.474-480
  34. İman Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. 65-68
  35. Kur'an'da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 130-141
  36. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s.142-143
  37. Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 13, 16, 70, 312
  38. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 2; s. 135-149

 

[1] 2/Bakara, 8

[2] 2/Bakara, 9

[3] 9/Tevbe, 57

[4] Tirmizî, hadis no: 2633;  Müsned, Ahmed bin Hanbel, IV/346

[5] 6. ve 7. âyetler

[6] 2/Bakara, 8-20. âyetler

[7] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 27

[8] 4/Nisâ, 145

[9] 2/Bakara, 9

[10] 2/Bakara, 10

[11] 2/Bakara, 11-12

[12] 2/Bakara, 13

[13] 2/Bakara, 14

[14] 4/Nisâ, 139

[15] 4/Nisâ, 143

[16] 22/Hacc, 11

[17] 4/Nisâ, 60-61

[18] 58/Mücâdele, 16

[19] 9/Tevbe, 81

[20] 3/Âl-i İmran, 119

[21] 3/Âl-i İmran, 120

[22] 4/Nisâ, 83

[23] 9/Tevbe, 56

[24] 63/Münâfıkun, 4

[25] 9/Tevbe, 48

[26] 24/Nur, 11-13

[27] 9/Tevbe, 54

[28] 4/Nisâ, 142

[29] 5/Mâide, 41

[30] 2/Bakara, 206

[31] 3/Âl-i İmran, 7

[32] 4/Nisâ, 65

[33] 4/Nisâ, 89

[34] 2/Bakara, 85

[35] 63/Münâfıkun, 4

[36] 9/Tevbe, 67

[37] 9/Tevbe, 54

[38] 9/Tevbe, 75-76

[39] 4/Nisâ, 45

[40] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14

[41] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32

[42] Râmuz el-Ehadis, no: 1443

[43] S. Buhâri, Tecrid, II, no: 283

[44] Buhâri, Edebü'l Müfred II, h. no: 760

[45] Râmuz el-Ehadis, no: 1104

[46] Râmuz el-Ehadis, no: 1535

[47] Tirmizî Terc. C. 3, no: 2096

[48] Râmuz el-Ehadis, no: 2860

[49] Râmuz el-Ehadis, no: 4817

[50] Râmuz el- Ehadis, no: 5957

[51] Râmuz, no: 5060

[52] Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346

[53] Seçme Hadisler, Diyanet Y., 101, 102

[54] S. Buhâri, Deavât 4

[55] İbn Mâce, 105

[56] 9/Tevbe, 107-108

[57] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 7, s. 402

[58] 45/Câsiye, 24

[59] 47/Muhammed, 12

[60] 15/Hicr, 3

[61] 7/A’râf, 179

[62] 22/Hacc, 72

[63] 4/Nisâ, 143

[64] 9/Tevbe, 54

[65] 4/Nisâ, 142

[66] 63/Münâfıkun, 4

[67] 2/Bakara, 17

[68] Ali Rıza Temel, İslâm Dâvâsı ve Münâfıklar, Bahar Y., s. 9 ve devamı

[69] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrim,

[70] 33/Ahzâb, 1

[71] 33/Ahzâb, 48

[72] 4/Nisâ, 145

[73] 9/Tevbe, 73; Tahrim, 9

[74] 2/Bakara, 8-9

[75] 8/Enfâl, 39; 2/Bakara, 193

[76] 4/Nisâ, 76

[77] 2/Bakara, 120

[78] 15/Hıcr, 9

[79] 61/Saf, 8

[80] 2/Bakara, 214

[81] 4/Nisâ, 145

[82] 9/Tevbe, 73

[83] 33/Ahzâb, 48

[84] 5/Mâide, 41-42

[85] 2/Bakara, 10

[86] Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Heyet, DİB Y., c. 1, s. 26

[87] el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 707; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 171

[88] el-Merağî, Tefsiru'l-Merağî, I, 51

[89] et-Tabatabai, Muhammed Huseyn, el-Mizan fi Tefsiri'1-Kur'ân, Müessesetü'l-Âlemî, Beyrut, 1973, V, 378; Keza Bk.   Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1, 227, 230

[90] Bk. 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32; 47/Muharnmed, 20, 29; 63/Münâfikun, 3

[91] İbn Ebi'1-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, Müessesetü'r-Risale, Beyrut, 1984, II, 360. Keza Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alîl, 8, 171

[92] el-Cürcani, et-Ta'rifât, s. 178

[93] 16/Nahl, 78

[94] el-Gazalî, İhya, III, 80

[95] 2/Bakara, 10

[96] Abdulfettah Şahin, Kur'an'dan İdrâke Yansıyanlar, Feza Y., İst. 2000, I, 37

[97] 7/A'râf, 198

[98] 59/Haşr, 14

[99] Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp ve Mühürlenmesi, Işık Y., 107-111

[100] 2/Bakara, 2

[101] 57/Hadid, 13

[102] 9/Tevbe, 125

[103] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zaman Y., Bakara, 10. âyetin tefsiri.

[104] 5/Mâide, 52

[105] 8/Enfâl, 49

[106] 22/Hacc, 53

[107] 33/Ahzâb, 32

[108] 30/Rûm, 7

[109] 74/Müddessir, 31

[110] 9/Tevbe, 125

[111] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 12, s. 236

[112] 74/Müddessir, 49-51

[113] 71/Nûh, 5-6

[114] 35/Fâtır, 42

[115] 2/Bakara, 10

[116] 3/Âl-i İmrân, 181-182

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 211-216

[118] Bk. Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Hibaş Y., Konya, 1984, s. 168

[119] el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 318

[120] Bk. 33/Ahzâb, 10; 38/Sâd, 63; 53/Necm, 17

[121] Bk. 34/Sebe', 12

[122] Bk. 3/Âl-i İmrân, 7, 8; 9/Tevbe, 117; 61/Saff, 5

[123] 9/Tevbe, 117

[124] 3/Âl-i İmrân, 8

[125] Esasında, Kur'ân'ın, insanlığa verdiği en büyük ders olan tevhid ilkesi de bunu gerektirir. Allah, gerek mülkünde, gerekse icraatında tektir, yani kalpte hidâyetin oluşması O'nun irâde ve kudretine bağlı olduğu gibi; zeyğ de, yalnızca O'nun izni ve yaratmasıyla meydana gelir. Onsuz ve O'na rağmen ne enfüste ne de âfakda bir şeyin varlık sahasına çıkma imkânı vardır.

[126] 61/Saff, 5

[127] Yener Öztürk, a.g.e., s 112-113

[128] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 303

[129] 83/Mutaffifin, 14

[130] eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, V, 450; Yine Bk. İbn Teymiyye, el-İman, s. 29

[131] Tirmizî, Tefsiru sûre (83), 1; İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 97

[132] Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 164

[133] İbn Kayyim el-Cevziyye, aynı yer

[134] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 274

[135] 9/Tevbe, 124-125

[136] Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp Ve Mühürlenmesi, Işık Y., s. 114-115

[137] İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XV, 181

[138] İbn Manzur, a.g.e., XV, 181

[139] el-Merağî, Tefsiru'l-Meraği, I, 51

[140] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 609

[141] 2/Bakara, 74

[142] 13/Ra'd, 30

[143] 6/En'âm, 111

[144] Fahruddin er-Razî, Mefahitu’l-Ğayb, III, 129

[145] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlakî Kavramlar, Pınar Y., s. 175

[146] el-Maturidî, Ebu Mansûr, Tevilatu Ehli's-Sunne, (thk. İbrahim Avadîn ve es-Seyyid Avadîn), Kahire, 1971, s. 197

[147] 5/Mâide, 13

[148] 2/Bakara, 74. Katı kalpler için 'taş gibi, demir gibi' benzetmesi, sıkça karşılaşılan bir husus olmakla beraber, Kur'ân'ın 'o kalpler taşlar gibi daha da kasvetli' dedikten sonra, bu durumu açıklayıcı mahiyette ifadeler serdetmesi gayet dikkat çekicidir:

a- Taşların öylesi var ki, içinden nehirler kaynıyor: Pek çok nehrin, kayalıklardan müteşekkil dağlardan kaynadığı bugün ilmen de bilinen bir gerçektir.

b- Öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ bir taşa vurunca, on iki musluklu bir çeşme olur ve on iki İsrailoğlu boyu, her biri ayrı bölümden suyunu alır. (Bk. 2/Bakara, 60)

c- Taşların öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlere yuvarlanıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakk'ı görme talebinde bulununca, Allah dağa tecelli eder, dağ paramparça olur (Bk. 7/A'râf, 143).

    İşte taşlar o sertliğiyle beraber, böyle tecellilere mazhar olmuşlardır. Bu insanların kalbi ise öyle kasvet bağlamış ki, o kalplerden ne marifet nehri akıyor, ne kalp gözlerinden yaşlar dökülüyor, ne de İlâhî tecelliler karşısında bir yumuşama gözüküyor. (Bk. Şadi Eren, Kur'ân'da Teşbih ve Temsiller, Işık Y., İstanbul, 2001, s. 159)

[149] Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 1, 101.

[150] Hayati Aydın, Kur'ân'da İnsan Psikolojisi, Timaş Y., İst, 1999, s. 193

[151] Kemâlüddin İbn Hümam, Kitabu'l-Müsâyere, Çağrı Y., İstanbul, 1979, s. l94

[152] 39/Zümer, 22

[153] 2/Bakara, 7

[154] Yener Öztürk, a.g.e., s. 116-118

[155] Bk. et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, XII, 131-132

[156] 33/Ahzâb, 53

[157] 33/Ahzâb, 32

[158] Bk. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Hac, Hucurât, Mümtahine), Ankara, 1999, s. 97-98

[159] 5/Mâide, 41

[160] 2/Bakara, 10. Diğer Örnekler için Bk. 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 74/Müddessir, 81

[161] İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medâricu's-Sâlikîn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379

[162] Bk. 2/Bakara, l1-12

[163] 9/Tevbe, 125

[164] el-İsfahanî, ez-Zeri'a, s. 208

[165] 7/A'râf, 58

[166] Bk. 10/Yûnus, 100

[167] 9/Tevbe, 95

[168] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 2, s. 1208

[169] 9/Tevbe, 45

[170] 57/Hadîd, 13

[171] Elmalılı, Hak Dini, III, 266

[172] 5/Mâide. 52

[173] 8/Enfâl, 49

[174] 33/Ahzâb, 12

[175] 33/Ahzâb, 60

[176] 47/Muhammed, 20

[177] el-Cevzî, Zâdu'l-Mesir, VII, 405

[178] 4/Nisâ, 77

[179] 24/Nûr, 48-50

[180] Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII,  156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III, 352; Kadı Nasırüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te’vîl, thk. Ahdulkadir Arafat, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, IV, 196; Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî li Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dâru’l-İhyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.

[181] 22/Hacc, 53

[182] Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003, s. 83-96

[183] Bk. 59/Haşr, 14

[184] Bk. 9/Tevbe, 117

[185] Bk. 22/Hacc, 46

[186] Bk. 21/Enbiyâ, 3

[187] Bk. 23/Mü'minûn, 63

[188] Bk. 47/Muhammed, 24

[189] Bk. 83/Mutaffifin, 14

[190] Bk. 2/Bakara, 283

[191] Bk. 9/Tevbe, 127

[192] Bk. 6/En'âm, 110

[193] Bk. 18/Kehf, 28

[194] Bk. 61/Saff, 5

[195] Bk. 59/Haşr, 10

[196] Bk. 6/En'âm, 46; 40/Mü'min, 35

[197] Bk. 4/Nisâ, 40

[198] El-İsfehanı, a.g.e., s.765.

[199] Toshihiko İzutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 238

[200] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul, 1997, s. 236-237

[201] 24/Nûr, 61; 48/Fetih, 7; 2/Bakara, 184

[202] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52

[203] Beyzavi, a.g.e., I/26

[204] 2/Bakara, 10

[205] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, II/71

[206] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'ân, Çev. Mehmet Yolcu, Akademi Y., İstanbul, 1990, 1/80-81

[207] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul, 1997, s. 239-240

[208] Kur’ân-ı Kerim’de meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevlerinin geçtiği âyetler (24 yerde): 2/Bakara, 10, 10, 184, 185, 196; 4/Nisâ, 43, 102; 5/Mâide, 6, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 91, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50, 61; 26/Şuarâ, 80; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 48/Fetih, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 31.

[209] Kur’ân-ı Kerim’de Şifâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (8 yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 14; 9/Tevbe, 109; 10/Yûnus, 57; 16/Nahl, 69; 17/İsrâ, 82; 26/Şuarâ, 80; 41/Fussılet, 44.

[210] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12-32

[211] 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31

[212] 26/Şuarâ, 80

[213] 17/İsrâ, 82

[214] 41/Fussılet, 44

[215] 10/Yûnus, 57

[216] 9/Tevbe, 124

[217] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125

[218] 17/İsrâ, 82

[219] 41/Fussılet, 44

[220] 2/Bakara, 10

[221] 9/Tevbe, 14

[222] 3/Âl-i İmran, 159

[223] 3/Âl-i İmran, 7

[224] 18/Kehf, 28

[225] 2/Bakara, 74

[226] 2/Bakara, 88

[227] 2/Bakara, 10;  33/Ahzâb, 32

[228] 45/Câsiye, 23

[229] 7/A'râf, 100

[230] 41/Fussılet, 5

[231] 22/Hacc, 46

[232] 47/Muhammed, 24

[233] 47/Muhammed, 22

[234] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...

[235] 2/Bakara, 10

[236] Bk. 33/Ahzâb, 32

[237] 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53

[238] 39/Zümer, 22

[239] 57/Hadîd, 16

[240] 83/Mutaffifin, 13-15

[241] 22/Hacc, 46

[242] 22/Hacc, 46

[243] 7/A’râf, 179

[244] 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56

[245] 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46

[246] 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24

[247] 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57

[248] 2/Bakara, 74

[249] 45/Câsiye, 23

[250] 7/A’râf, 101

[251] 10/Yûnus, 74

[252] 30/Rum, 56; 9/Tevbe, 87, 93

[253] 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46

[254] 31/Lokman, 13

[255] 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84

[256] 26/Şuarâ, 89

[257] 49/Hucurât, 3

[258] 57/Hadîd, 27

[259] 3/Âl-i İmrân, 159

[260] 39/Zümer, 23

[261] 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3

[262] 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı     

[263] 47/Muhammed, 24

[264] 47/Muhammed, 23. âyette

[265] 57/Hadîd, 16

[266] 3/Âl-i İmrân, 27

[267] Bk. 58/Mücadele, 22

[268] 61/Saff, 5

[269] 12/Yûsuf, 85

[270] 39/Zümer, 53

[271] 15/Hicr, 56

[272] 23/Mü’minûn, 97

[273] 10/Yûnus, 107

[274] 13/Ra’d, 28

[275] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 97-99

[276] 2/Bakara, 13-16

[277] 2/Bakara, 13

[278] 2/Bakara, 13

[279] 2/Bakara,130

[280] 2/Bakara, 142

[281] 6/En’âm, 140

[282] 7/A’râf, 66-67

[283] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282

[284] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 585-587

[285] 7/A’râf, 155

[286] 2/Bakara, 14

[287] 2/Bakara, 15

[288] 2/Bakara, 16

[289] 9/Tevbe, 111

[290] 61/Saff, 10-12

[291] 2/Bakara, 13

[292] 2/Bakara, 17-18

[293] Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, DİB. Y., I/28-29

[294] 2/Bakara, 17

[295] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60

[296] Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı Y., 36

[297] Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/53-54

[298] 2/Bakara, 17-18

[299] 63/Münâfikun, 1-3

[300] 2/Bakara, 8-9

[301] Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı Yayınları: 104-105.

[302] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 1/49

[303] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60

[304] Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabai, El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Kevser Y., 1/ 87

[305] 2/Bakara, 18

[306] Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/54

[307] 2/Bakara, 7

[308] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/219-221.

[309] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/49.

[310] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/60

[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/79

[312] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/225-226.

[313] 2/Bakara, 18

[314] 41/Fussılet, 5; 6/En'âm, 25; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 57; 41/Fussılet, 44.

[315] 71/Nûh, 7

[316] 31/Lokman, 7

[317] 16/Nahl, 76

[318] 16/Nahl, 76

[319] 6/En'âm, 39

[320] 2/Bakara, 171

[321] Fahruddîn Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 11/62

[322] 2/Bakara, 6

[323] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y., 1/226-230

[324] 4/Nisâ, 145

[325] 57/Hadîd, 13

[326] Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel hadis kaynaklarında çok yerde geçmek­le birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim, İman 7'de tesbit edebildik.

[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Y., 1/475-477

[328] 2/Bakara, 17

[329] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y., 1/92-96

[330] 11/Hûd, 49

[331] 101/Karia, 1-3

[332] 33/Ahzâb, 72

[333] 2/Bakara, 17

[334] 2/Bakara, 19-20

[335] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60

[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/80

[337] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/105-106.

[338] 13/Ra’d, 13

[339] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili

[340] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., c. 1, s. 55

[341] 41/Fussılet, 53

[342] Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/221.

[343] Razî, age, 11/64.

[344] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/230-232.

[345] 2/Bakara, 20

[346] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/232-233.

[347] 2/Bakara, 19

[348] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323

[349] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s. 279-280

[350] 2/Bakara, 22

[351] 2/Bakara, 164

[352] 23/Mü'minun, 18

[353] 56/Vâkıa, 68-70

[354] 67/Mülk, 30

[355] 17/İsrâ, 82

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.