HIRİSTİYANLIK VE YAHÛDİLİK
- Hıristiyanlık
- Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık
- Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları
- Hıristiyan Âmentüsü
- Hıristiyanlıkta İbâdet
- Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
- İsa
- Hıristiyanlara Göre Hz.İsa
- Aslî Günah ve Keffâret İnancı
- Kitab-ı Mukaddes’e Göre Barış ve Savaş Anlayışı
- Hıristiyanlıkla İlgili Temel Kavramlar ve Anlamları
- Yahûdilik
- Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
- İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyet ve Hadisler
- İsrâiloğullarının Tarihi
- Firavun ve İsrâiloğulları
- Firavun'dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
- İsa ve Benî İsrâil
- Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
- İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
- Onlar ve Biz
- Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
- İmanda Pazarlık
- Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
- Ehl-i Kitab
- Ehl-i Kitap; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap Kavramı
- Ehl-i Kitabın İslâm’a Aykırı İnançları
- Ehl-i Kitab’ın Küfür ve Şirki
- Ehl-i Kitabın İslâm’a Ters Tutum ve Davranışları
- Ehl-i Kitabın Müslümanlara Karşı Davranış ve Tavırları
- Kur’ân-ı Kerim’in Ehl-i Kitaptan Övdükleri
- Müslümanların Ehl-i Kitaba Karşı Davranışları Nasıl Olmalıdır?
- İslâm’a Girmeden Ehl-i Kitap Kurtulabilir mi?
- Ehl-i Kitaba Tanınan Müsâmaha ve Ayrıcalıklar
- Günümüzdeki Batılı İnsanlar Ehl-i Kitap mıdır?
“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi, onlar üzülmeyeceklerdir.” [1]
Hıristiyanlık
Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti
Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinin, daha sonra tahrif edilmiş, bozulmuş şekline hıristiyanlık diyoruz. Hıristiyanlık, vahy ve kutsal kitaba dayanan, esas itibariyle İslâm dininin o günkü şekli olan ilâhî kaynaklı bir dindir. Hıristiyan kelimesi Kur’an’da geçmez. Bu anlamda “nasrânî”[2] kelimesinin çoğulu olan “nasârâ” kelimesi kullanılır. Nasrânî, hıristiyan; nasârâ hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye” kelimesi kullanılır. Nasrânî ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır:
1- Kelime, Nâsıra veya Nasran adlı köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi 52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Bu dinin mensupları, batı dillerinde “christian” , Türkçede “hristiyan” (hıristiyan) şeklinde adlandırılır. Bugünkü İncillerde bu kelime, Grekçe “Christos yanlısı” anlamında “christianos” şeklinde geçer. Christos, İbrânicede “kutsal yağ sürülmüş, yağlanmış” anlamına gelen “Maşiah” (Mesîh) kelimesi, “gelecek olan Yahve’nin kutsanmışı”nı veya “kralı”nı ifade ederken, bunun Grekçe’deki karşılığı “Christos” İncillerde Hz. İsa’ya isim-lakap olarak verilmiştir. Grekçe “Christos” ve Latince “ianos” ekinden oluşan “christianos (Latince, “christianus”) kelimesi, daha sonra halk dilinde “chrestianus” şeklini almıştır. Türkçe söylenişi ile hıristiyan kelimesi, buradan kaynaklanmaktadır.
Hıristiyanlık, başlangıçta hak dinin tüm vasıflarını içeren, çok sade bir tevhid dini idi. Yani İslâm’ın o günkü şekliydi. Bu hakikat Kur’an’da nice âyette vurgulanır. “İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında vay o zulmedenlerin haline!”[3] Âyette vurgulandığı gibi, Hz. İsa, bir peygamber olarak gönderilmesindeki amacı, açık bir şekilde ifade etmesine rağmen, onun bu dünyadan ayrılmasından kısa bir zaman sonra bu tevhid dini olan İslâm’ın o günkü şekli, köklü tahriflere/değişikliklere uğratılmış ve hıristiyanlık ortaya çıkmıştır. Bu temel bozulmanın en büyüğü, tevhidin teslisle yer değiştirmesidir.
“İsa, onlardaki küfrü/inkârcılığı sezince, ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler, ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik. Bil ki biz müslümanlarız’ cevabını verdiler.”[4] Âyette havârîlerin dilinden kendileri hakkında “müslimûn = müslümanlar” denilmesi, tüm semâvî/hak dinlerin, aslında Allah katında tek hak din olan İslâm[5] olduğunu, bağlılarına da “müslüman” dendiğini, bu “müslüman” isminin bize Allah tarafından verildiğini[6] biliyoruz. Âyette geçen “havârî” kelimesi, Arapçaya Habeşçeden geçmiş olup aslı “havâryâ”dır; “yardımcı” anlamına gelmektedir. Nitekim, meali verilen son âyette Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olmayı taahhüd edenlere bu adın verildiğini görmekteyiz. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ilk inanan insanlar olan “sahâbe”nin benzerleridir.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı peygamber konumundan çıkararak, onu ilâhlıkta Yüce Allah’a şirk/ortak koşmuşlardır. Hıristiyanların dindeki bu çirkin tahrifatı, Kur’ân-ı Kerim’de sert bir şekilde kınanır.[7] Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın getirdiği tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün hıristiyanlığı, Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır. Aslında bu dinde, peygamber, melek, âhiret ve kader inancı gibi İslâm’la ortak inanç esasları ve müşterek kavramlar bulunmakla beraber, bu inanç konularının ve kavramların açıklanışı İslâm’ın bozulmamış tevhid inancından tamamıyla farklıdır.
Hâlbuki Hz. İsa, yepyeni bir din getirmemiştir; tam tersine o, kendinden önce gönderilen Hz. Mûsâ’nın getirdiği şeriatı ıslah etmek için gönderilmiş bir peygamberdir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”[8] Bu âyetle kesin olarak belirtildiği gibi, Hz. İsa, diğer peygamberlerin tebliğ ettiği dinin dışında farklı bir din getirmemişti. Bu hakikati, tahrif edilmesine rağmen bugünkü İncillerde bile görmek mümkündür: “Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeye geldim.” [9]
Hz. İsa, 30 yaşında peygamber olmuş ve peygamberlik müddeti yaklaşık olarak üç yıl sürmüştür. Dolayısıyla üç sene gibi çok kısa sayılabilecek bir süreçte, onun görevi, bazı şeylere ve özellikle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelemeye hasredilmiştir. Muharref İnciller bile Hz. İsa’nın kendi yapacağı işlerin bitmediğini onun ağzından şöyle ifade eder: “Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat O hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek; ve gelecek şeyleri size bildirecektir.”[10]İncil tahrif edilmiş olmakla birlikte, vahy ürünü bazı ibarelerin bulunabileceğini kabul ediyoruz.
Hıristiyanlar, kendi kitaplarında geçen ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini müjdeleyen ifadeleri bu İncil ifadesinde olduğu gibi, “Hakikat Ruhu” şeklinde değiştirmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in (s.a.s.) isminin karşılığı olan “Paraklit” ismini de Türkçe İncillerde “Tesellici” olarak tercüme edip değiştirmişlerdir.[11] Allah’ın kelâmı olduğu konusunda en küçük bir şüphe olmayan, bir kelimesi dahi tahrif olmamış ve olmayacak korunmuş kitap Kur’ân-ı Kerim’de bu konu şöyle belirtilir: “Hani Meryem oğlu İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” [12]
Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık
“Nasrânî” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde[13] geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “nasârâ” kelimesi, 14 yerde kullanılır. Hıristiyanların çoğunluğunu teşkil ettiği “ehl-i kitab” 32 yerde, yine aynı anlamda, “ûtü’l-kitab” (kendilerine Kitap verilenler) 21 yerde geçer. “İncîl” 12; “İsâ” 25 yerde, Hz. İsa’nın lakabı olan “Mesîh” de 11yerde kullanılır. Hz. İsa’nın annesi “Meryem” 34 yerde geçer.
“Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.” [14]
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” [15]
“Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?” [16]
“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” [17]
“Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?” [18]
“Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” [19]
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.” [20]
“Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” [21]
“De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine) uymayın.” [22]
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, şâhidsin.” [23]
“Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” [24]
“Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır.” [25]
“İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında vay o zulmedenlerin haline!” [26]
“Hani Meryem oğlu İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” [27]
“De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”(Samed: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olan demektir.)” [28]
“Allah katında hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” [29]
Ve bir hadis-i Şerif: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” [30]
Kur’ân’a Göre Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları
Hıristiyanlar, Dinlerinde Aşırı Giderler: Kur’ân-ı Kerim, ehl-i Kitabın ve özellikle hıristiyanların dinde aşırılıklarla hak dini bozduklarını ifade ederek, bundan vazgeçmelerini emreder: “Ey Kitap ehli, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin.”[31]; “De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine) uymayın.” [32]
Hıristiyanlar ‘Allah İsa’dır’ Dediler: Kur’an’da, hıristiyanların dindeki aşırılıklarının bir sonucu olarak, Allah’a inanç konusunda tevhidden ayrılarak şirke düşmeleri vurgulanır ve gereken cevaplar verilir: “Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?”[33] Doğumlu ve ölümlü olanların ilâh olamayacakları, bu âyette hatırlatılmaktadır. “Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” [34]; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır.” [35]
‘İsa Allah’ın Oğludur’ Dediler: “Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”[36] Beydavî’nin de belirttiği gibi, hıristiyanlar bunu, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesini imkânsız gördükleri için veya Hz. İsa’nın anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmesini, ölüleri diriltmesini insan olarak imkân dışı gördükleri için söylediler. Hâlbuki her peygamber, Allah’ın yaratması ve izniyle mûcizeler göstermiştir. Hz. İsa’nın durumu da, peygamberliğini isbat eden mûcizeden başka bir şey değildir.
Hz. İsa’nın, kendinden sonra Allah’a şirk koşulması konusunda, hiçbir suçu yoktur. O, tevhid dinini insanlara tebliğ etmiş, kendisinin de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğundan başka bir iddiada bulunmamıştır. Kur’an, Hz. İsa’yı ve onun tebliğ ettiği dini temize çıkarır ve onun adına yalan ve iftira atıp dinde çirkin aşırılıklara gidenlerin maskesini düşürür: “Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?”[37] Âyet-i kerimeden net olarak anlaşılmaktadır ki Hz. İsâ, insanları İslâm’a davet etmiş, onları müslüman olmaya çağırmış; teslise, yani şirk ve küfre kesinlikle müsaade etmemiştir.
Hıristiyanlar Teslisi (Üçlü İlâh Anlayışını) Kabul Etmekle Kâfir Oldular: Bilindiği gibi, muharref hıristiyanlık inancında Baba, Oğul, Rûhu’l-Kudüs’ten oluşan teslis inancı başlıca akide esasıdır. Şimdiki tüm hıristiyanlara göre, teslisi kabul etmeyenler hıristiyan sayılmazlar. Hâlbuki teslis, açık bir küfürdür; buna inanan kimse kâfir ve müşrik olur: “Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” [38]
Hıristiyanlar, bir türlü Allah’ın birliği (tevhid) inancına gelememiş, Allah ile peygamberin birbirinden farkını anlayamamışlardır. Hz. Mûsâ ve Hz. İsa, ehl-i kitaba tevhid inancını (İslâm’ı) getirdiği halde, sonradan sapan bu toplumlar Hâtemü’l-enbiyâ’nın sağlam ve aydınlatıcı açıklamalarına rağmen, çoğu tevhidi kabul etmemişlerdir. Hıristiyanlar: ‘baba, oğul ve rûhu’l-kudüs’ten ibaret olmak üzere Allah üçtür yahut ‘Allah üç unsurdan meydana gelmiştir, bunların üçü de birbirinin aynıdır, her biri tam ilâhtır ve üçü birden bir tek tanrıdır’ diyerek saçmalamışlardır. Yukarıdaki âyetler, onları, gerçek Allah inancı üzerinde aydınlatmak üzere gelmiştir. Âyette Hz. İsa için “Allah’tan bir ruh” ve “Allah’ın kelimesi” denilmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyetlerinde ikinci vasıf açıklanmış, bundan maksadın Allah’ın “kün=ol” demesinden ibaret bulunduğu, Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde yaratıldığı beyan edilmiştir. Meryem sûresinin 17. âyetinden itibaren de birinci vasıf açıklanmış, “Rûh”un, Cebrâil olduğuna işaret edilmiştir.
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.”[39] Yüce Allah, bu âyetlerde teslise inananların kâfir olduklarını açıkça beyan etmiştir. Kâfirler ve müşrikler de cennete kesinlikle giremezler. Teslisi kabul etmeyenleri hıristiyan saymayan bugünkü hıristiyanların cennete gideceğini ileri süren bazı profesörler ve onların tilmizleri büyük bir yanılgının içindedirler; Allah’ın cenneti haram kıldığı müşrik ve kâfirlere cenneti ikram etmek, kimsenin cür’et edebileceği bir şey olmamalıdır.
Hz. İsa’yı ve Annesi Meryem’i İlâh Edindiler: Hıristiyan mezhepleri ve grupları arasında, Hz. Meryem’i tanrı olarak kabul edenler de vardır. Hz. İsa’yı tanrı kabul edenler, Hz. Meryem’i de tanrının annesi kabul etmekle onu da tanrı derecesine yükseltmiş oldular. “Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, şâhidsin.”[40] Âyetten açıkça anlaşılıyor ki, Hz. İsa, kendisini ve annesini ilâh olarak kesinlikle iddia etmemiş, insanları tek Allah’a kulluk yapmaya çağırmıştır. Dolayısıyla, hıristiyanların böyle büyük bir cinâyet olan şirk ve küfür itikatları, Hz. İsa’dan sonra ortaya çıkmıştır.
Hz. İsa ve annesinin tanrı olamayacakları, akıl ve mantık açısından da sebepleriyle birlikte Kur’an’da belirtilir: “Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”[41] Yahudiler Hz. İsa’nın, namuslu ve bâkire bir hanımdan doğduğuna inanmayıp, onun anasına iftira eder, gayr-ı meşrû bir ilişkiden doğduğunu ileri sürerler. Kur’ân-ı Kerim, daha önce Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde nasıl yaratıldığını anlatıp burada da anasının doğru, dürüst ve namuslu olduğunu zikretmek suretiyle bu iftirayı reddetmektedir. Bunun yanında, konumuzla ilgili olarak, hıristiyanların ona ve anasına tanrılık vasfı vermelerini de elle tutulur, gözle görülür bir delil ile reddedip çürütmektedir. Zira her ikisi de yemek yerlerdi, tanrı olsalardı yemeye, içmeye ihtiyaç duyarlar mıydı? İhtiyaç sahipleri ilah olamazlar.
Din Adamlarını Tanrı Edindiler: “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” [42]
Hıristiyan din adamları, bir şeyi helâl ve haram kılar, hıristiyanların günahlarını günah çıkararak affederler, insanları cennete koyacaklarını söylerler. Bu ve benzeri durumlar, din adamlarının kendilerini tanrı yerine koymaları, bunları kabul edenlerin de onları tanrı kabul etmeleridir: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini/hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka hiçbir şey emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” [43]
Hıristiyan Âmentüsü
- Ben, yeri ve göğü yaratan, her şeye kaadir Baba Tanrı’ya,
- Ve Efendimiz olan, O’nun biricik oğlu İsa’ya;
- Rûhu’l-Kudüs’ten gebe kalınana;
- Ve bâkire Meryem’den doğana;
- O’nun Pontus Pilatus’tan zulüm gördüğüne,
- Çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne,
- Cehennemlere indiğine,
- Üçüncü gün, tekrar canlandığına,
- Göklere çıkıp, kaadir olan Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna,
- Oradan gelip ölüleri dirileri hesaba çekeceğine;
- Rûhu’l-Kudüs’e,
- Mukaddes katolik kilisesine;
- Azizlerin cemaatine;
- Günahların affedileceğine,
- Vücudun tekrar canlanacağına;
- Ebedî hayata, inanırım.
İslâm Âmentüsü: “Ben Allah'a ve meleklerine ve kitaplarına ve peygamberlerine ve âhiret gününe iman ettim.” Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerine dayanan[44] İslâm âmentüsünün Hz. Peygamber tarafından öğretildiğine (başta Buhârî olmak üzere hemen her hadis kitabında Cibril veya Ömer hadisi diye rivâyet edilen meşhur hadise)[45] işaret etmekte fayda vardır.
Hıristiyan âmentüsü, Hz. İsa tarafından değil; çok daha sonra gelen din adamları tarafından meydana getirilmiştir. Hıristiyan âmentüsünde açıklanması gereken maddeleri teker teker ele almakta fayda vardır:
1. Tanrı için kullanılan “baba” tâbiri, çok alçaltıcıdır; zira insan toplumunda, kötü hâtıralar bırakan aile babaları vardır; aynı zamanda baba terimi, cinsel ilişkileri hatırlatır; ölümü ve kendisinden sonra bir vârisi düşündürür.
2. Mecâzî ve temsilî manada bile olsa, hem Eski Ahid ve hem Yeni Ahid’de İsa’dan başka insanlar için “Tanrı’nın oğlu” tâbiri kullanılmıştır. Bu ise “biricik oğul” tâbiri ile tezat halindedir. Luka’ya göre,[46] Âdem (a.s.) Tanrı’nın oğludur. “Seigneur” kelimesinden, İsa’nın Tanrı oğlu olduğu, yani ulûhiyete iştirak ettiği anlaşılıyor ki, bu da Allah’ın birliğine zıt düşmektedir.
3. “Rûhu’l-Kudüs”ün fonksiyonu (O’nun Tanrı için bir âlet olduğu görünümü veriyor. Âmil ile âlet aynı şey olamaz. Bu ruhu ulûhiyete ortak koşmak, ilâhî birliğe ters düşer. Kur’ân-ı Kerim, “ruh” kelimesinin emir manasına geldiğini beyan eder.[47] Allah, kendi emriyle, İsa’yı babasız yarattı. Bu durum, fevkalâdedir ve ilâhî bir mûcizedir. Diğer taraftan Hz. Âdem’in yaratılışında bir anne de söz konusu değildir. O’nun, ulûhiyete ortak olmaksızın, fevkalâde yaratılışı daha da üstün bir mûcize idi.
4. Şâyet Tanrı, bir bâkireden bir çocuk dünyaya getirtirse; bu, çocuğa değil; bizzat Tanrı’ya tapma gereğini ortaya koyar.
5. ve 6. Doğum, işkence, ölüm ve defnedilmek, insanla ilgili özelliklerdir; Tanrı’nın özellikleri değildir. Şâyet Hz. İsa’nın, aynı anda ilâhî ve insanî olmak üzere iki hüviyetiyle öldüğü söylenirse, bu da yine anlaşmazlıklara sebep olur. [48]
7. Cehennemler günahkârların yeridir. Acaba o, oraya niçin gitti ve bize oradaki acaip olaylar hakkında niçin bilgi verdi? Bir cezadan kurtarmak için mi? Allah, suçluları affetmesi için, bir mâsumu cezalandırmaz. Günahkârları çıkarmak için, Hz. İsa niçin üç gün cehennemde kaldı? Hapishanenin kapısını açmak yeterli idi. Kaldı ki, İsa’nın oradan ayrılışından sonra cehenneme girecek günahkârların durumu ne olacaktı?
8. Herhangi bir şeyi yapmaya muktedir olmadan cehennemlere ölü olarak inişi, hiçbir işe yaramayacaktı.
9. Bu maddeye göre İsa, Tanrı’nın sağına oturduğu için O, Tanrı’dan farklıdır; zira birisinin, kendi kendisinin sağına oturması mümkün değildir. Şâyet İsa, yeryüzünde insan olup[49] gökte de insan kalırsa, o halde ne zaman tanrı oluyor?
10. Şüphesiz ölüler, tekrar dirildikten sonra muhâkeme edilirler; fakat yaşayanları hesaba çekmek, acelecilik olmuyor mu? Zira onların hayatı henüz bitmediğinden, çok sayıda iyi veya kötü hareketlerde bulunma imkânına sahiptirler.
11. Bu madde, biraz 3. maddenin tekrarıdır.
12. Tarih, kilisenin temel noktalarda bile görüş değiştirdiğini göstermiştir; bu nedenle kilise, kesin ve mükemmel değildir.
13. Azizler, günahkârları kurtaramaz. Allah, istediğini cezalandırma veya affetmede kesinlikle hürdür. Şâyet ‘communion’da, ulûhiyete ortaklık düşüncesiyle, biraz şarap içmek ve biraz ekmek yemek ameliyesine ihtiyaç duyuluyorsa, bu ilâhî birliğin hiçbir şekilde müsâmaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
14. Günahların affı, tevbe ve ilâhî rahmet neticesinde olur; bir mâsumun cezalandırılması ile değil; velev ki ‘Tanrı’nın oğlu’ olsun.
“Tanrı’nın oğlu” tâbirinin kitabî manasından (mecaz olarak kullanılışından) söz etmiştik. Bunu açıklayalım: Tek Tanrı’ya inananlar diye yahudilerden bahseden Beşinci Sifir[50] onları şöyle tavsif eder: “Siz Tanrı’nız Ebedî’nin çocuklarısınız.” Hıristiyanlığa gelince, bizzat İsa, birkaç kez Tanrı’ya inananların Tanrı’nın oğlu olduğunu bugünkü İncillerde söyler, bunu açıklar, hatta tarif eder. Şöyle ki: “Barışı elde edenlere ne mutlu! Zira onlar Tanrı’nın çocukları diye çağrılacaklar.”[51] Bu arada çok ilginç olan şu hususu hatırlatalım: İncil’in bu cümlesinde yer alan “pacificateur” yani, “uzlaştırıcı” veya “barışı elde edenler” tâbirleri, “müslüman” teriminin karşılığını ifade etmektedir. Bilindiği gibi müslüman kelimesinin bir anlamı, “barış içinde ve selâmette olan”dır. Meşhur bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” [52]
Yine Luka şöyle demektedir: “Fakat düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın ve bir şey ümid etmeden ödünç verin. Ve sizin mükâfatınız büyük olacak ve siz Çok Ulu’nun oğulları olacaksınız, çünkü O, nankör ve kötüler için de iyidir.” [53]Şâyet “Tanrı’nın oğlu” tâbirinin manası bu ise, bundan çıkan her türlü karışıklık ve tutarsızlıklara mâni olmak için, her şeyi açıkça söylemek lâzımdır.
Çok mânidardır ki, bu hıristiyan âmentüsü metninin dışında -ki, bu metnin İncil veya Hz. İsa’nın sözü olmadığını biliyoruz- Hz. İsa, Yeni Ahid (İnciller)’in hiçbir yerinde “ben Tanrı’yım” demiyor; bilakis tam zıddını söylüyor: “İşte benim seçtiğim kulum...”[54] Tanrı’nın kendisi için bu sözünü söyleyerek, bunu kendisine tatbik eden Hz. İsa, Tanrı’nın kulu ve kölesi olmaktan gurur duymaktadır. Yine Matta, 24/36 ve Markos, 13/32’ye göre, “dünyanın sonu ne zaman gelecek?” sorusuna, İsa şöyle cevap verir: “Fakat o gün ve saat hakkında, ne göklerin melekleri, ne de Oğul; yalnız Baba’dan başka kimse bir şey bilmez.” Aynı şekilde Yuhanna, 5/19’da şöyle demektedir: “Doğrusu ve doğrusu size derim: Baba’nın yapmakta olduğunu gördüğü şeyden başka Oğul kendiliğinden bir şey yapamaz.” Görüldüğü gibi bugünkü İncillerde bile İsa, Tanrı olmadığını açıkça söylemektedir.
Hıristiyanlıkta İbâdet
İncillere göre İsa Mesih dedi: “Bu şeytan, ibâdet ve oruçtan başka bir şeyle çıkmaz.”[55] Fakat her şeyden evvel şunu söyleyelim ki, hıristiyanlıkta hac’dan hiç söz edilmiyor; sâniyen ibâdet ve orucun zorunluluğuna dair en ufak bir açıklama yoktur. Vergilere gelince, bu konuda şu çarpıklık ve ilgisizlik vardır: “Sezar’ın hakkını Sezar’a; Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ödeyin.”[56] Bu ifade, laikliğe yol açmış ve böylece kilise ve devletin bu şekilde birbirinden ayrılışında, iktidarın dinsizleşmesi ve hatta dine karşı müsâmahasız bir tavır takınması gibi büyük bir tehlike doğmuştur.
Hıristiyanlarda ibâdet, Tanrı’nın şânı için meydana getirilmiş ilâhilerden müteşekkildir. Katoliklerde ise “communion” denilen ve ekmek, şarap gibi maddî vasıtalarla ulûhiyete ortaklık vardır. Hıristiyanların “dominikal” duası:
- “Ey göklerde olan Baba’mız,
- İsmin mukaddes olsun,
- Melekûtun gelsin,
- Gökte olduğu gibi yerde de Senin irâden olsun.
- Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver,
- Ve bize, borçlu olanlara bağışladığımız gibi, sen de bizim borçlarımızı bize bağışla.
- Ve bizi iğvâya götürme, fakat bizi şerirden kurtar.
- Çünkü melekût ve kudret ve izzet, ebedlere kadar Senindir.” [57]
Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) aksine; Hz. İsa’nın kendi risâletiyle ilgili yazılı bir metin bırakmamış olması üzücüdür. Bu sebeple tercüme mahiyetinde olan eldeki mevcut İnciller ile asıl İncil arasında mukayese yapma imkânı yoktur. Ayrıca Matta’nın yazmış olduğu Hz. İsa’nın Aramice olan hayat hikâyesinin aslına da sahip olmadığımızdan, Yunanca olan tercümesinin dahi asıl metne sâdık kalıp kalmadığını bilme imkânına da sahip değiliz. Şu halde, hıristiyanların dominikal duâlarındaki hatalar, İsa Mesih’değil; Yunanlı mütercime veya İncil’i tahrif edenlere aittir.
1. Yukarıda temas edildiği için “baba” kelimesi üzerinde tekrar durmaya gerek yoktur.
2. Allah’ın adı zaten mukaddestir; bu manadaki bir dilek gereksiz ve eksik kalır.
3 ve 4. Hal-i hazırda Tanrı’nın irâdesi ve hükmü olmadığını söylemek, kabul edilmez bir şeydir; bütün kâinat, ancak Allah’ın ebedî irâdesi ile hareket eder ve ayakta durur.
5. Allah’tan istenen günlük ekmek, Allah’ın sınırsız zenginliği ve cömertliği yanında çok az bir şeydir. Kur’ân-ı Kerim bize şöyle duâ etmemizi tavsiye eder: “Rabbimiz, bize dünyada da âhirette de hasene (güzellik ve iyilik) ver ve bizi cehennem azabından koru.” [58]
6. Bu maddede de yakışıksız bir yer değişikliği olmuş. Sanki hakaret edercesine, yaptığımız bir iyiliği Tanrı’ya hatırlatıyor ve sanki O’nu bizi affetmeye mecbur ediyoruz.
Kur’an duâları ise, Allah'a hamdle ve en uygun tâbirlerle başlar. Büyük bir teslimiyetle, Allah’ın rahmetine niyazda bulunulur. Hem dünya hem de esas olarak âhiret ihtiyacı için yapılan açık ve anlaşılır duâlar edilir. Müslümanların temel ibâdetleri olan namazda devamlı okudukları Fâtiha sûresi:
1-“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
2- Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
3- O, Rahmân ve Rahîmdir.
4- Din (ceza) gününün sahibidir.
5- (Allah’ım!) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.
6- Bizi doğru yola ulaştır.
7- Kendilerini nimete ulaştırdığın kimselerin yoluna; gazaba uğramış ve sapmışların yoluna değil!” [59]
Hıristiyanlarda oruç, hiçbir surette mecburi olmayıp, çok nâdir olarak oruç tutan papazlara da, hafif bir kahvaltı, tam bir öğle yemeği ve hafif bir akşam yemeği izni verilmiştir. Karem (careme) adı verilen oruç tutma süresince Pazar günleri hâriç, 40 gün boyunca, yani 34 gün, oruç tutmak isteyenler bu tatbikatı yürütürler. [60]
Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
Pavlus, milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’den sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür.
Pavlus Bir Ferisîdir: Bu, herhangi bir başka din mensubunun, meselâ müslümanların bir iddiası ve ithamı değil; bütün hıristiyanların kabul ettiği bir gerçektir. Çünkü Pavlus’un Ferisî olduğu Kitab-ı Mukaddes’te, hem de kaç yerde, hem de Pavlus tarafından belirtilir. Bir iki tanesine göz atalım: Pavlus; “Ben Ferisi oğlu Ferisîyim.”[61] “Eğer şehâdet etmek isterlerse, öteden beri beni bilirler ki, dinimizin en sıkı fırkasına göre Ferisî olarak yaşadım.” [62]
Vay Ferisîler! Peki, kimdir bu Ferisîler? Kitab-ı Mukaddes, hem de Hz. İsa’ya atfederek Ferisîler hakkında bakın neler diyor? “O zaman şâkirtler gelip ona dediler: Biliyor musun ki Ferisîler bu sözü işitince gücendiler? Fakat İsa cevap verip dedi: Semâvî Babamın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir. Onları bırakın; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör körü yederse, her ikisi de çukura düşer.”[63]; “Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisîler ile Sadukîler hamurundan kaçının.”[64]; “Lâkin vay başınıza yazıcılar ve Ferisîler, iki yüzlüler!” (Matta, 23. bap’ta baştan sona Ferisîlerin Hz. İsa diliyle kötülükleri anlatılmaktadır; özellikle 13-15; 23-36. cümleler) Yine bu konuyla ilgili olarak Luka, 11/39-44, 12/1-2; Matta, 3/7-10, 5/20, 7/15-23’e bakılabilir. Bu son bölümde Hz. İsa, yalancı peygamberleri bir örnekle açıklar ve “benim ismimle peygamberlik yapanı ben tanımayacağım!” der. Pavlus, tüm hıristiyanlara göre, Hz. İsa’nın ismiyle, onun gönderdiği ve kendisine vahiyler verdiği peygamberi olarak kabul edilir.
“Ferisî oğlu Ferisî” olan Pavlus’a rağmen bugünkü İncillerde bile muhâfaza edilen ifadelere göre Hz. İsa, nice sert eleştirilerle uyardığı Türkçe Kitab-ı Mukaddesteki ifadeyle “ikiyüzlü”, yani “münâfık” ve dine kötülük bulaştıran “müfsid” diye damgaladığı Ferisîlerin tehlikesi konusunda şu değerlendirmeyi yapar: “Vay başınıza yazıcılar ve Ferisîler, ikiyüzlüler! Zira bir mühtedî yapmak için denizi ve karayı dolaşırsınız ve olunca siz onu kendinizden iki kat cehennem oğlu edersiniz!”[65] Nasıl, tam Pavlus’u ve ona inanan mühtedî hıristiyanları bekleyen âkıbeti anlatmış olmuyor mu Hz. İsa; hem de elimizdeki İncillerde.
Peki, “Pavlus’un kimliği ile hıristiyanlığın ne ilgisi var?” diye, herhalde hıristiyanlığı kısmen de olsa bilen veya en zayıf bir hıristiyan olan birisi soramaz. Çünkü hıristiyanlık, hem itikad ve hem de şeriat olarak, yani hükümler, haram ve helâller konusunda, yorum ve dogmalar konusunda baştan sona Pavlus öğretilerinden ibarettir. Pavlus’u yıktığınızda hıristiyanlığı ayakta tutacak hiçbir şey kalmaz. Kitab-ı Mukaddes’teki tam 15 kitap, Pavlus’a aittir; onun mektupları ve konuşmalarından oluşan bu kitapların tümünün yazarı odur. Kitab-ı Mukaddes’teki Hz. İsa’nın kesin emir ve yasaklarını bile resmen değiştiren, ona ters hükümler koyan, hükümlerini geçersiz ilân eden kimsedir Pavlus. Bir örnek verelim:
“Sanmayın ki ben, şeriati yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vâki oluncaya kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir. Ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim ki salâhınız yazıcılar ve ferisîlerinkinden ziyade olmazsa göklerin melekûtuna hiç girmeyeceksiniz.”[66] Hz. İsa, Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olarak tüm hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Tevrat’ta belirtili Mûsâ şeriatının korunması ve ona uyulması konusunda böyle kesin ifadelerle uyulup itaat edilmesini emrettiği şeriatı bakın Ferisî Pavlus ne hale getirdi?
“Çünkü Ruhu’l-Kudüse ve bize iyi göründü ki, icap eden şu şeylerden fazla üzerinize yük koymayalım: Putlara kurban edilen şeylerden, kandan ve boğulmuş olanlardan ve zinadan çekinin. Bunlardan sakınırsanız, iyi edersiniz. Selâmette olun.”[67] Pavlus’a ait bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Pavlus, 4 yasağın dışında Kitab-ı Mukaddes’te belirtilmiş tüm yasakları ve eski şeriatın tüm hükümlerini kaldırmıştır. Tabii, bundan daha büyük cinâyeti, İsa’yı tanrılaştırmak ve tevhidi teslisle değiştirmekle işlemiş, hıristiyanlar da kilisenin ve papazların etkisiyle Hz. İsa’ya ve Kitab-ı Mukaddes’teki hükümlere itaati değil; ona uymayı tercih etmişlerdir. Bu Pavlus dogmalarının hiçbiri yahudilikte, Hz. Mûsâ şeriatında yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Pavlus Tarafından Hıristiyanlığa Geçen Hususlar
Aslî günah inancı: Bu inanca göre, insanlar doğuştan günahkâr olarak dünyaya gelirler. Çünkü babaları Âdem suç işlemiş, onun günahı, tüm insanlara tevârüs edip geçmiştir. Eski ahidde de 4 İncil’de de aslî günah inancı bulunmadığı halde, Pavlus tarafından bu bâtıl anlayış, hıristiyan itikadına geçirilmiştir.
İsa’nın, beşer/insan ve peygamber değil; tanrı olduğu,
Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, insan bedenine girip insan yapısında olması,
İnsanların günahlarını kurtarmak için Tanrı’nın oğlunu göndermesi, insan şeklinde bedenlenen oğul tanrının insanlığı kurtarmak için kendini çarmıhta asılarak fedâ etmesi,
Teslis inancı,
İsa’nın ölüler arasından dirilerek kalkması ve insanları idare etmek için göğe çekilip babasının (Baba Tanrının) sağına oturması,
Günahların papazlar önünde itiraf edilerek onlar tarafından günah çıkarılıp, günahkârın bu şekilde affı,
Kitab-ı Mukaddes’te ve şeriatte ısrarla yasaklanan domuz etinin helâl kabul edilmesi,
Hz. Mûsâ şeriatında önemli şekilde emredilen Hz. İsa’nın da devam ettirdiği “sünnet olma”nın gereksiz olduğu anlayışı,
Suyun, abdest ve guslün gereksizliği; hatta kötü olduğu,
Haftalık ibâdet gününün Cumartesi yerine güneş gününe (Pazar) gününe değiştirilmesi,
Dinî törenlerde ve âyinlerde Mitra dininden etkilenerek çokça mum vb. yakılarak mâbedin fazlaca aydınlatılması, bütün bunlar Pavlus tarafından hıristiyanlığa geçirilmiştir.
Kilise tâlimleri ve hıristiyan kaynaklarının hemen hepsi Pavlus’a, onun görüşlerine veya onun yakınlarına dayanmaktadır. Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın getirdiği tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün hıristiyanlığı, Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır.
Hz. İsa
Ülü’l azm, yani kendilerine kitap verilmiş büyük peygamberlerden biri olan Hz. İsa, batılı tarihçilere göre, yanlış olarak kendi doğum yılı kabul edilen “milât”tan dört veya beş sene kadar önce dünyaya gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise milâttan 3 yıl sonra doğduğu kabul edilir. Kudüs yakınlarındaki Nâsıra’da dünyaya gelmiştir. Kur’an’a göre Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’dir. İmran’ın kızı Hz. Meryem, Beytü’l Makdis’te (Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ) zikir ve ibâdetle hayatını geçiriyordu. Allah, ona Cebrail’i bir beşer suretiyle gönderdi. Cebrâil, ona bir oğlan çocuk bağışlaması için Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu söyledi. Hz. Meryem’in, kendisine bir insan eli değmediği ve iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini hayretle sorduğunda melek, bunun Allah için kolay olduğunu ve insanlara bir delil, bir mûcize olsun diye Allah’ın böyle hükmettiğini bildirdi. Çocuk doğunca kavmindeki bazı insanlar onu ayıplayacak oldu. Hz. Meryem, bebeğe işaret etti. Çocuk İsa kundakta şöyle dedi: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı...” [68]
Hz. İsa’nın, babasız olarak mûcizevî bir şekilde doğuşu, Allah’ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Âdem (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında fark yoktu: “Gerçekten İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra da ona ‘ol’ dedi; o da hemen (insan) oluverdi.” [69]
Hz. İsa, otuz yaşında, Romalıların elinde bulunan Yahudiye’de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde peygamberlik görevi aldığında bunu İsrâiloğullarına bildirdi. Önce Celile (Galile)’de, sonra Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Kendisine İncil verildi.[70] İnsanları, tek ilâh olan Allah’a ibâdet ve kulluğa çağırmış, O’ndan başka tanrı olmadığını ilân ve tebliğ etmiştir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”[71] Havârilerine ve tüm insanlığa Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir. [72]
Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus’a şikâyet ettiler. Havârilerden sayılan Yahuda Hz. İsa’ya ihanet etti ve hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur’an ise şöyle der: “Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.”[73] Allah, Nûh’u tûfandan, İbrâhim’i Nemrut’tan ve ateşten, Mûsâ’yı Firavun’dan ve boğulmaktan, Muhammed Mustafa’yı müşriklerin tuzaklarından koruyup kurtardığı gibi İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa’ya benzeterek onu öldürtmüştür.
Onu kendi katına kaldırmıştır. Ancak bunun şekli ve zamanı üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle manevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir.[74] Bu değerlendirmeye göre, cisim ve rûhuyla göğe yükseltilen Hz. İsa, Kıyâmet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir. [75]
Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve rûhunu semadaki yerine kaldırmıştır. Kıyametten önce gelecek olan da onun rûhudur. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım...”[76]; “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”[77]; “İsa şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.”[78] Hz. İsa’yı ve annesini tanrılaştırıp teslis akidesini oluşturan hıristiyanlarla Hz. İsa, Kıyâmet gününde yüzleştirilecek ve böylece hıristiyanların uydurdukları yalan ve iftiralar tümüyle ortaya çıkacaktır. [79]
Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bütün dinlerden, sadece İslâmiyet, hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa’nın babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğunu kabul etmiştir. Yalnız müslümanlar, Hz. İsa’nın peygamber, hem de vahy ürünü olan, içinde hikmet ve nur olan İncil’i getiren büyük peygamber olduğunu kabul ederler. Hıristiyanların, kendilerine müslümanlardan çok yakın kabul ettikleri yahudiler, bütün bu konularda inançsızdırlar ve de Hz. İsa’yı kendilerinn öldürdüklerini ileri sürerek bununla iftihar bile ederler. Yahûdiler, Hz. İsa’nın peygamberliğine de, İncil’in vahy ürünü kutsal bir kitap olduğuna da inanmazlar.
Hz. İsa, ancak üç yıl tebliğini sürdürme fırsatı bulmuş, 33 yaşında, gençlik döneminde tevhidi hâkim kılmaya çalıştığı toplumunun arasından ayrılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dini, Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra tanınmayacak kadar şirk ve küfür unsurları katılarak hak din vasfını kaybetmiştir. Dinin bu tebdil ve tahrifinde en büyük pay ve en büyük vebal, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İsa’nın yoluna ihanet eden Pavlus’un ve ona körü körüne uyan papazlarındır.
Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur. Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de. “Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur, dediler.”[80] Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a hamd ediyorlardı.”[81] “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan hıristiyanlık anlaşılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl olunuyorsa o da öyle oluyor.
Aslında İncillere göre de İsa bir kuldur; Allah’ın kulu: “İşte, benim seçtiğim kulum; Canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim; Rûhumu onun üzerine koyacağım, Ve milletlere hükmü ilân edecektir.”[82]. “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.”[83] Bu ifadeye göre, İsa Allah’a kendisine niçin yardım etmediğini sorarken “Allah’ım, Allah’ım!” demektedir. Hiç kendisi tanrı olan biri böyle söyler mi?
İsa, devamlı olarak, hatta bütün gece boyunca Allah’a ibâdet ederdi: “Ve İsa, şâkirtleri kayığa binmeğe ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı yakaya geçmeğe zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, duâ etmek için dağa ayrıca çıktı; akşam olunca, orada yalnız başına idi.”[84]; “Onları uğurladıktan sonra, duâ etmek için dağa gitti.”[85]; “Ve vâki oldu ki, o günlerde İsa dua etmek için dağa çıktı; bütün geceyi Allah’a duâ ile geçirdi.” [86]
“Ve vâki oldu ki, İsa yalnız başına duâ ederken, şâkirtleri yanında idi; onlara sorup dedi: Halkın dediğine göre ben kimim? Onlar da cevap verip dediler: Vaftizci Yahya’dır; başkaları: İlya’dır; ve başkaları da; Eski peygamberlerden biri kıyam etti, diyorlar. Onlara dedi: Ya siz ben kimim dersiniz? Petrus cevap verip dedi: Allah’ın Mesihisin. İsa da bunu kimseye söylemesinler diye onlara tenbih ederek emretti.” [87]
“O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek, şakirtlerine dedi: Ben şuraya gidip dua edinceye kadar siz burada oturun.”[88] Duâ bir ibâdettir. Zaten özel yere çıkıp duâ etmesi, namaz kıldığını gösterir. Kur’an’a göre bütün peygamberler gibi Hz. İsa da tabii ki namaz kılıyordu.[89] İbâdet etmek, kulluk alâmetidir; ilâhlık özelliği değildir. Ama gel bunu hıristiyanlara anlat!
Hıristiyanlıkta Aslî Günah ve Bunun Keffâreti İçin Oğul’un Çarmıha Gerilmesi Anlayışı
Aslî günah inanç ve anlayışının, Hz. İsa’nın tebliği ettiği tevhid akidesinde olmadığı kesindir. Buna rağmen, Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayıştır aslî günah inancı.[90]
İlk günah da denen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Kur’an’a göre, “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz.”[91] Kaldı ki, Hz. Âdem, bütün insanlara taksim edildiği halde tükenmeyecek büyük bir suç işlemiş değildir. Hz. Âdem, beşer olarak küçük bir hata yaptı ve sonunda da affedildi ve peygamber seçildi. “Âdem, Rabbinin buyruğuna karşı geldi de şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.”[92] İslâm, Hz. Âdem’in bu fiiline terim manasıyla ma’sıyet/günah demez, bu konudaki Kur’an tâbiri olan “zelle”[93] diye değerlendirir ve insan türünün imtihanla yücelmesi, düşmanını tanıması ve yeryüzünün halifesi olması gibi nice hikmetlere dayanan ilâhî irâde olarak değerlendirir. Hz. Âdem’e de, Hz. Havvâ’ya da suçlu gözüyle bakılıp, onlara kızılmaz.
Günahın şahsîliği Kur’an’da olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’te Eski Ahid’de de vardır. Hezekiel peygamber: “Suç işleyen can, ölecek olan odur; babanın fesadını oğul taşımaz ve oğlun fesadını baba taşımaz; sâlihin salâhı kendi üzerinde olur, kötünün kötülüğü de kendi üzerinde olur. Ve kötü adam, işlemiş olduğu suçların hepsinden döner ve bütün kanunlarını tutar ve hak olanı, doğru olanı yaparsa, elbette yaşayacak, ölmeyecektir. Yapmış olduğu günahlardan hiçbiri ona karşı anılmayacaktır. İşlediği salâhda yaşayacaktır.” [94]
Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadeyi, İsa’nın insanın aslî günahına fidye olarak çarmıha gerilmesi anlayışıyla birlikte bir değerlendirin: “Kötü adam, sâlihin fidyesidir. Hâin adam da doğruların.”[95] Hz. Âdem ve tüm insanlık sâlih ve doğru olmamış sayılmalı veya sâlih ve doğrularsa Hz. İsa kötü ve hâin olmalı. Yine, fidye olan, tüm insanlık için faziletli bir fedâkârlık için ölen kimse, asılırken ‘Allah’ım, niçin beni bıraktın?’ der mi? “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.” [96]
Bu anlayışa göre, İsa’dan önce ölen insanlar, hıristiyanların da nübüvvetlerini kabul ettikleri peygamberler, hep günahkâr olarak öldüler ve cehennemi hak ettiler. İsa’nın keffaretinden, fidyesinden önce ve vaftiz yapılmadan öldüler, hepsi affedilmeyen ve affedilmeyecek günahla öbür dünyaya gittiler. Farzedelim ki insanlık, güzel fıtratla değil de doğuştan günah yükü ile hayata geliyor. Onların sonsuz merhametli ve dilediği her şeyi yapan Rabbi, kendilerini direkt olarak affedemez mi? Tanrı, insanı kurtarmak için, insan kılığına girmekten başka çare bulamadı mı?
Çarmıha gerilip birkaç insan tarafından öldürülen biri, hiç tanrı mı olur? İnsanların günahlarını affetmek için başka çare mi bulamadı? Hıristiyanların en büyük âyinlerinden biri, Communion âyinidir. Bu âyin, ekmek ve şarapla yapılır. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Kitab-ı Mukaddes’e göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Günahı affetmek için, onları daha beter günahkâr haline getirmek, Tanrı katili yapmak hangi akla sığar? İnsanlar, ellerini mâbudlarının kanına bulayarak mı affa nâil olacaklar? Hz. Âdem’e atfedilen Allah’ın bir emrini yerine getirmemek mi, yoksa Tanrı’yı/İsa’yı öldürmek mi daha büyüktür? Hangisi insanı daha suçlu yapar? Bir tek kişinin (insan veya Tanrı) ıstırap çekmesi ile bütün insanların kurtuluşunu temin etme tuhaf olmaz mı?
Bilindiği gibi, Hz. İsa, âhir zaman denilen, insanlık tarihinin sona yaklaştığı zamanlarda dünyaya gelmiştir. Yüce Allah, bunu insanları kurtarmak için yapsaydı, başlangıçta yapması gerekmez miydi? İnsanlığın büyük çoğunluğunu aftan mahrum etmesi, az bir kısmını (İsa’dan sonra gelenleri) bağışlamasının izahı başka nasıl yapılabilir? Yaratılıştan gelen mevhum ve uydurma bir günah. Sonra, her şeye kaadir ğafûr olarak inanılan Allah’ın onu affetmesinin binlerce yolu varken, bunları bırakarak ana karnına girip en âciz bir şekilde çocukluğunu geçirmesi, sonra perişanlık ve tazyik görmesi, sonunda da onları katil yaparak affetmesi...
Bunların masalda, efsane ve mitolojide yeri olabilir, ama dinde, hakikatte ve akılda yeri olmaz. Sonra olaya ahlâkî yönden bakalım: Günahtan kurtulduğuna inanan hıristiyana ne kalıyor? Kötü arzularına karşı nasıl mücadele ve mücahede edebilecektir? Çalışanla çalışmayanın, ibâdet yapıp günahtan sakınanla bunları önemsemeyenin arasında fark kalmaz, hepsi İsa’nın çarmıha gerilmesiyle, komünyonla, vaftizle bağışlanıp eşit hale getirilmiyor mu?
Hz. İsa, hiçbir şekilde kendisinin insanların günahlarına keffâret için, onların aslî günahlarına karşılık öldürüleceğini söylemedi. Bugünkü İncillerde de Hz. İsa’ya atfen böyle bir söz geçmez. Dinin temeli olacak esasları, en yakınlarına, Petrus gibi halifelerine söylemedi. Hâlbuki o, emaneti tebliğ etmiş, görevini yapmıştı. Bu olay bile, bu inançların sonradan uydurulduğunu isbat etmeye kâfidir.
Bu anlayış, ucuzculuktur, başkası seni kurtarsın, sen bir şey yapmadan bedavadan kurtul. İnsanlığa işlemediği günahı yüklemek kadar bedavadan affolma anlayışı da saçmadır. Aynen kiliselerde günah çıkarma ve cennet satın alma gibi. Hıristiyanların büyük çapta etkilendiği Yunan mitoloji kahramanı Promete’nin insana ateş/ışık getirmek için ezalara katlanarak fedai olması gibi efsaneler Hz. İsa’ya monte edildi. Kahramanların sadece ismi değişerek putperestlik, hıristiyanlık maskesi taktı. Ve bu fedâkârlığın bedeli de en az Promete’ninki kadar trajik: “Mesih, bizim uğrumuza lânet olmuş olarak, bizi şeriatın lânetinden kurtardı, çünkü yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”[97] Bir peygambere bu kadar büyük iftiraya pes doğrusu; hem tanrı, hem de lânetli!
Hâlâ affedilmeyen günah kaldıysa veya bir hıristiyan çeşitli haramlara dalıyorsa ne gam? Papazlar ne güne duruyor? Absolüsyon imdada yetişecektir. Absolüsyon: Günah bağışlama demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır. Katolik mezhebinde, eski ve imtiyazlı olan günah çıkarma kurumu, ibtidâî şeklinden uzaklaşsa da hâlâ varlığını sürdürmektedir. İslâm’da ise, bilindiği gibi, doğrudan doğruya, aracısız ve formalitesiz olarak Allah’tan istenen aftan başka tevbe ve af dileme, günah çıkarma şekli yoktur.
Kitab-ı Mukaddes’e Göre Barış ve Savaş Anlayışı
Başta müsteşrikler/oryantalistler olmak üzere hemen hemen tüm hıristiyan batılıların ve batı mukallitlerinin İslâm’a saldırmak için ileri sürdükleri iddia ve ithamlardan biri, İslâm’ın kılıç zoruyla yayılan, kutsal savaş taraftarı, savaşçı bir din olduğudur. O yüzden de müslümanlara barbar demekten çekinmeyen, İslâm hâkim olduğunda gayri müslimleri kıtır kıtır keseceklerini vehmeden veya insanlara böyle gösteren tipler çıkagelmiştir. İslâm’ın kelime anlamının bile selâmet ve barış demek olduğunu, savaşın sebep ve şeklini, cihadın kendi haçlı savaşı kültürlerinin benzeri kutsal savaş anlamında olmadığı, İslâm’ın öldürme ve hücuma dayalı bir savaş anlayışını ne derece değiştirdiğini... anlatmak, konu/kavram dışına çıkmak olacak ve sözü uzatacaktır. Biz batının temel kültürlerinden biri/birincisi olan Kitab-ı Mukaddes’teki savaş ve barış anlayışına kısa bir değinme yapacağız.
Hz. İsa, İncillerde insan sevgisinden, fedâkârlık ve aftan, her peygamber gibi elbette çokça bahsetmiştir. Ama İslâm’ın savaş anlayışına yanlış ithamlarla saldırırken, İncillerdeki Hz. İsa’ya veya vahye atfedilen savaş, öldürme ve hatta katliâm teşviklerini niye görmek istemiyor ve her iki dindeki ve Kitap’taki hükümleri mukayese etme gereği duymuyorlar diye sorma hakkımız vardır diye düşünüyoruz. Bu konu da göstermektedir ki, bazılarının derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmektir: Yani, hakkı arayıp bâtıla tavır almak değil; hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermektir. Luka İncili, Hz. İsa’dan şu sözü nakleder: “Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin ve önümde öldürün!”[98] Hz. İsa’ya isnat edilen bu ifade, onun kan dökme pahasına olsa bile, kral olmak istediğini gösteriyor.
İncillerde tanıtılan İsa, maddî imkânlara sahip bulunsa veya Hz. Dâvud veya Hz. Süleyman’ın oğlu ve vârisi olsaydı ne yapardı, bilmiyoruz. Aynı anlamdaki ifadeyi Pavlus da belirtiyor: “Çünkü bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar, onun saltanat sürmesi lâzımdır.”[99] İsa’nın diğer bir sözü, daha dikkat çekicidir: “Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın; ben selâmet değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının, kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. Adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır.” [100]
Kur’ân-ı Kerim’de şu hükmü görüyoruz: “Dinde zorlama yoktur.”[101]; “De ki: ‘Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”[102] Peygamber, dini tebliğle mükelleftir; birini dini kabule zorlamaya değil. Savaşa gelince, Kur’an şöyle emrediyor: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”[103] Savaşla Hz. Muhammed (s.a.s.) hiçbir zaman devlet kurma, kral olma veya bir başka dünyevî çıkar sağlama gayesi gütmemiştir. İslâm’da savaş sadece Allah için yapılır, bu da hakkı/dini müdâfa halidir. Bu âyeti takip eden âyet ve dinsizleri öldürmeye cevaz veren âyetler, sadece kendilerine karşı harp ilân edilmiş ve savaş açılmış düşmanlara, yani savaşçılara karşıdır ki, savaşa katılmayanlar bunun dışında tutulmuştur. Haksız yere bir cana kıyanın bütün insanları öldürmüş gibi olacağını Kur’an belirtir. [104]
İslâm, kesinlikle ve hiçbir şekilde katliâma ve mecbur olunmadığı (müdâfa özelliği olmayan) hallerde öldürmeye cevaz vermez. Bir de Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadelere bakalım: “Ancak Tanrı’nın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; fakat onları, Hittîleri ve Amorîleri, ve Kenanlıları ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebusîleri Tanrın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.”[105]; “Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek’in İsrail’e yaptığını, Mısır’dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amalek’i vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”[106] Görüldüğü gibi, katliâm için gösterilen tek sebep, intikam duygusunu tatmindir. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir.
Hıristiyanlıkla İlgili Temel Kavramlar ve Anlamları
Absolüsyon: Günah bağışlama demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır.
Aforoz: Kilisenin cemaatten ve hıristiyanlıktan kovma cezası. Lânetleme anlamını da kapsayan aforoz, hem yahudilikte ve hem de hıristiyanlıkta uygulanan dinsel bir cezalandırmadır. Aforoz uygulamalarının çeşitleri hayli çoktur. Kilise, yaşayan insanlara uyguladığı bu cezalandırmayı, kendilerine göre ölümden sonra gerçekleşecek olan ilâhî af ve bağış kurumuyla çelişkisini düşünmeksizin Tanrı adına uygular.
Ahd-i Atik: Ahd sözleşme; Ahd-i Atîk, eski sözleşme demektir. Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan, hem yahudilerce ve hem de Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen kitaplara bu ad verilir. Toplam 39 kitaptan meydana gelir. Üç bölümdür. Birinci bölüm, beş kitaptır. Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye adlı bu beş kitap Tevrat adını alır, Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölüme Musa’nın beş kitabı da denir. İkinci bölüm, peygamberler adını taşır ve Hz. Musa’dan sonra gelen yahudi peygamberlerinin kitaplarını kapsar. Üçüncü bölüm, Ketubim adıyla anılır ve Dâvud’un mezmurları/şiirleri, Süleyman’ın meselleri/özdeyişleri, Eyyub’un öyküsü gibi metinlerden meydana gelmiştir.
Ahd-i Cedid: Hıristiyanların kutsal kitaplarına denilir. Yahudilerce sapıklık sayılan ve hıristiyanlarca benimsenen bu inanca göre yahudiler eski ahidle Tanrı’ya verdikleri sözü tutmamışlar ve vatanlarından sürülmekle cezalandırılmışlardır. Sonra Tanrı onlara acımış ve Ahd-i Cedîd’le yeni bir anlaşma önermiştir. Bu yeni sözleşmeye uyarlarsa arz-ı mev’ut (Filistin) onlara tekrar verilecektir. Yeni sözleşme anlamındaki Ahd-i Cedîd, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleriyle, Rasüllerin İşleri adlarını taşıyan ve değişik yerlere yazılan mektuplardan meydana gelmiştir. Toplam 27 kitaptır.
Anglikan: İngiliz kilisesine mensup olan Hıristiyan demektir. İngiliz protestanlığına Anglikanlık denilir. Katoliklikle protestanlık arasında İngilizlere özgü bir orta mezhep sayılmasına rağmen, Kalvinciliğin İngiliz koşullarına uydurulmuş bir biçimidir. Kral VII. Henry’nin Papa ile arasının açılmasından doğmuştur. Papa, yeniden evlenmek isteyen kralın boşanmasına izin vermediği için İngiltere’ye has bir papalık oluşturulmuştur. Anglikanların papası Vatikan’a bağlı değildir.
Apokryphos İnciller: Varlığı kabul edilen gizli ve kilise tarafından sahte kabul edilen İncillere apokrif İncil denilir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinin dışındaki tüm İnciller apokrif sayılır. Hıristiyanlar, özellikle III. y.y.da gizli bazı İncillerin varlığına inanırlar. Meselâ, 1886 yılında eski bir Mısır mezarında bu gizli İncillerden biri sayılan Petrus İncili’nin bir parçası bulunmuştur. Apokrif İncil sayılan en önemli İncil Barnaba(s) İncilidir.
Ariusçuluk-Arianizm: Teslisi kabul etmeyip tevhide inanan eski hıristiyan gruplardan biri. Muvahhid papaz Arius’un izinden giden tevhide inanan hıristiyanlık. IV. Yüzyıl ve sonrası hıristiyanlığında büyük tartışmalara yol açan ve katolik kilisesince sapıklık sayılan İskenderiye’li papaz Arius’un, Hz. İsa’dan beri, papalığın ve sonraları devletin tüm baskılarına rağmen devam edegelen tevhidî çizgideki hıristiyanlık Ariusçuluk veya Arianizm diye isimlendirilir. Bu inanca göre, Hz. İsa, kesinlikle bir tanrı değil; peygamberdir. İzmit’li Eusebios da bu çizginin şiddetli savunucusudur.
Aslî günah: Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayış. İlk günah da denilen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Ateş Gecesi Yortusu: Zerdüştlük (Mazdeizm), Aztek, Eski Mısır, İran, Yunan ve Roma’da ve eski Yunan mitolojisinde ateşin kutsal sayılması söz konusudur. Ateşe tapan toplulukların kalıntı ve etkisiyle hıristiyanlığa geçmiş olan, ermiş Yahya için her yıl kutlanan yortu. Bu hıristiyan yortusunda, büyük meydanlarda ateşler yakılır ve üstünden atlanarak ilâhiler okunur. Bilindiği gibi yortu, hıristiyan bayramı demektir.
Ayasofya: Yapılışı ve kullanılışı birçok hurâfelere sebep olan İstanbul’da Sultan Ahmet meydanındaki meşhur bina. Şimdi müze olarak kullanılan, Fâtih zamanından Atatürk zamanına kadar câmi olarak hizmet veren ve yapılışından İstanbul’un fethine kadar kilise olan yapı. İlk olarak Doğu Roma imparatoru Constantinus II tarafından 360 yılında yapılan, 415 yılında yenilenen, iki kez halk ayaklanmasında yıkılınca, 537’de bu güne ulaşan yapı inşa edildi. 921 yıl kilise, 482 yıl da câmi olarak kullanılan bu yapı, Atatürk’ün isteği ile 1935’te müzeye çevrildi. Hıristiyanlara göre, yapımında ruhî güçlerin ve meleklerin rolü olduğuna inanılır. Örneğin, kilisenin plânı imparatora bir melek tarafından verilmiş, diğer bir rivâyette kutsal ekmeği kapıp kaçıran bir arının peteğinde plân görülmüş ve bu bir ilâhî işaret sayılarak kilise yaptırılmış. Ortadaki büyük kapısıyla kıble yönündeki kapısının Nuh’un gemisinin tahtalarından yapıldığına hıristiyanlarca inanılır. Kilisenin içinde, hastalıkları iyi eden ya da gelecekten haber veren birçok yerlerin bulunduğuna inanılır. Meselâ, altın topun altında dua edenin bütün istekleri yerine gelirmiş, kuyusundan su içen kalp hastalıklarından kurtulurmuş, dolaplarından birinin kapağındaki delikten para atılınca içeriden ses gelirse parayı atan her türlü mutluluğa kavuşurmuş. Ayasofya’yla ilgili bunlara benzer daha pek çok hıristiyan inancı vardır.
Âyin: Dinî merâsim, ibâdet. Âyin, Farsça bir kelime olup, aslında âdet, gelenek, usûl ve kanun demektir. Dilimizde hıristiyanların dinî tören ve ibâdetlerine denilir. Âyini-i rûhânî: Hıristiyanlarda dinî tören demektir.
Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz, önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafındanresmen aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda kalmışlardır.
Barnaba: Asıl adı Yusuf olan Barnaba, Hz. İsa’nın havârilerinden yani öğrencilerindendir. Bütün hayatını hıristiyanlığı yayma uğrunda geçirmiştir. Kilise tarafından apokrif/sahte sayılan İnciller içinde en önemli olanlardan biri Barnaba(s) İncilidir. Tarkçe’ye de çevrilen bu İncil, Hz. İsa’nın tanrılığını reddeder, çarmıha gerildiğini kabul etmez, Hz. İsa’nın bir peygamber olduğunu açıkça zikreder. Bu İncil’in teslisi reddedip ısrarla tevhidi vurgulaması, hıristiyanlarca yasak İncil sayılmasının temel sebebidir. Barnaba, Markos’un hocası, Pavlus’un önderi bir kişi olduğu halde, kilise, ona nisbet edilen İncil’i reddetmektedir.
Bible: (Baybıl okunur) Yunanca kitaplar anlamındaki biblia kelimesinden gelir. Tevrat, İnciller ve diğer kutsal kitaplardan meydana gelen Kitab-ı Mukaddese denilir.
Cizvitlik: Tutucu ve sofu hıristiyan tarikatı. 16. y.y.da Fransa’da kurulmuştur. İsa Derneği adıyla da anılır. Hz. İsa’nın saf düşüncesine dönüş anlayışı içinde yoksulluk, bekâret ve itaat ilkelerinden yola çıkmıştır. Özellikle dinden saptıklarını iddia ettikleriyle savaşları ve siyasal etkileriyle öne çıkar. Avrupanın hemen bütün soylularının, kralların ve prenslerin din ve törelerinin öğretmenleri cizvitlerdi. Cizvitler, aşırı disiplin ve bir üste körü körüne itaat ve bağlılıklarıyla meşhurdur. Fransa’da 1789’dan sonra yeniden ve gizlice örgütlenmeye çalışmışlardır. İtikat konusunda farklı bir teslis anlayışı savunurlar. Hıristiyanlığın çoğu mezheplerindeki teslis anlayışı; baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelen üçlü tanrı anlayışıdır. Cizvit teslisinde ise; İsa, Meryem ve İsa’nın babası(!) Yusuf’tan oluşan üçlü tanrı inancı vardır.
Communion âyini: (Komünyo vermek-almak) Hz. İsa’nın eti ve kanı. Ekmek ve şarapla yapılan âyin. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Her katoliğin yedi yaşına kadar communio alması zorunludur. Uygulama olarak, yapılan bir âyinde ‘hestia’ adı verilen bir parça mayasız ekmek, kutsal kabul edilen şaraba batırılarak verilir; buna communio vermek; bu törene de communio âyini denilir. Komünyo alan, tanrının bağışını kazanmış sayılır. Hz. İsa, kendisinin öleceğini haber verdiğine inanılan, son akşam yemeğine, Latince akşam yemeği anlamına gelen ‘cena’ denilir. Gerçekte bu yemek, bir yahudi geleneğiydi ve her yıl Mısır’dan ayrıldıklarında yenen son yemeğin hâtırasını anmak için kutlanıyordu. Hz. İsa’nın da bu geleneğe uyarak, son gece, havârileriyle birlikte bu kutlama yemeğini yediğine ve bu yemekte, kendisinin öleceğini haber vererek ‘eukharistia’ adı verilen dinî âyin emrettiğine inanılır. İncillerdeki ifadeye göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Hıristiyanlar, her yıl, ‘kutsal perşembe’ adını verdikleri ‘cena’yı kutlarlar.
Ehl-i kitap: İslâm’a göre Kitap ehli, inandıkları peygamberlerin Allah’tan Kitap getirdiğini kabul edenler. Hıristiyan ve yahûdilerin ehl-i kitap(tan) olduklarında ihtilâf yoktur.
Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına gelir. Teslis de denilen bu Üç Esas, Tanrıyı hem üç, hem bir sayan üçleme anlayışıdır. Tahrif edilmiş Pavlus hıristiyanlığının temel ilkesi olan bu inanç, tanrı kavramını baba, oğul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı olarak kabul ederler. Bu anlayışa Fransızca trinite, Arapça teslis adı verilir. Üçleme anlamına gelen bu deyim, hıristiyanlığın temel inancı olan baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir. Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in nice ifadesine göre tek olan Allah’la birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta kutsal ruh ve oğul diye anılan Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri sürülür.
Emmanuel: Hıristiyanların kabullerine göre Hz. İsa’nın adlarından biri. Peygamber İşaya, Eski Ahid’de “Tanrı bizimledir” anlamına gelen bu kelimeyi, geleceğin Mesih’i için kullanmış. Matta İncilinde bunun İsa olduğu yazılıdır.
Engizisyon: Eskiden hıristiyan dünyasında farklı inanç taşıyanları cezalandırmak maksadıyla kurulan mahkeme. Ateşte yananın suçlu olduğu inancına dayanan yargılama tarzına engizisyon denilir. Ortaçağda din konusunda sapık kabul edilenlerin cezalandırılması amacı ve bahanesiyle, kurulu düzeni korumak için kurulan bu yargılama yöntemi, aklın kabul edemeyeceği inancın gereği olarak ortaya çıkmıştır. Bu inanca göre, suçsuz olan, ateşte yanmayacaktır. Bir sanığın suçlu olup olmadığını anlamak için böyle bir uygulama yöntemi kullanılmıştır. Özellikle İspanyol engizisyonunun gerçekleştirdiği bu akıl ve insanlık dışı yöntemler, 18. y.y.a kadar olanca vahşetiyle sürmüştür.
Evlilik: Romalıların Diana adını verdikleri Yunan tanrıçası Artemis, evlilik düşmanıydı. Peşinde gezdirdiği perilerden biri evlenecek olursa, yasalara karşı geldiğinden ötürü onu şiddetle cezalandırırdı. Katolik hıristiyanlarda görülen din adamlarının evlenmemeleri gerektiği inancı, Artemis tapımından kalma bir gelenek sayılmaktadır. Hıristiyan Alman düşünürü Schopenhauer, bir kadınla bir erkeğin birleşmesinin çok iğrenç bir şey olduğunu, İsa’nın böylesine iğrenç bir ilişkinin ürünü olmamak için babasız doğmuş bulunduğunu ileri sürer.
Gregoryen: Papa Gregorius VII’nin kilise reformuna uyanlar. 11. y.y.da gerçekleştirilmeye çalışılan bu reform, teokratik bir düzen kurma amacına dayanır. Bu düzen, imparatorların papalarca tahtlarından indirilebilmesini, dinde ticaretin ve özellikle kutsal eşya alım satımının yasaklanmasını, din adamlarının evlenmemelerini, kiliseyi her türlü laik bağlardan kurtarmayı, imparator ve soyluların kilise işlerine karışmamalarını öneriyordu.
Günah çıkarma: Günah çıkarmaya “absolüsyon” denilir. Absolüsyan, günah çıkarma ve affetme demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır.
Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana gelen t harfi görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir. Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce çoktanrıcı bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç, hıristiyanlıkta ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu. Daha sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı. Boyunlarda kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret, aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler. Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür. Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir, göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.
Haçlı seferleri: Haçlı, haçı olan demektir. Bu anlamdan çıkarılarak müslümanlara karşı savaşa katılan hıristiyanlara “ehl-i salîb”, yani “haçlı” denilmiştir. Haçlılar: Haçlı seferlerine katılanlar anlamında kullanılır. Haçlı seferleri: Haçlıların (hıristiyanların) mukaddes kabul ettikleri yerleri (Kudüs ve civarını) müslümanlardan almak için yaptıkları savaşlara denilir. Toplam sekiz askerî-dinî sefer düzenlenmiştir. Hıristiyanlarca kutsal savaş kabul edilen bu seferler, papaların teşvik edip cenneti garanti etmesi ve doğunun zenginliklerinden pay alma tutkusunun birleşmesi ile ortaya çıktı. Giysilerinin üstüne, yeminlerinin bir simgesi olarak kumaştan bir haç dikip “haçı alanlar”, Kudüs’e hac yolculuğu yapmaya söz vermiş sayılıyorlardı. İlk haçlı seferi 1097’de, sekizinci haçlı seferi de 1270 yılında yine başarısızlıkla sonuçlanmış ve haçlı seferlerinin silâhlı kısmı sona ermiştir. Günümüzde, haçlı seferleri daha çok siyasi, iktisadi alanda ve en çok da kültürel yollarla yapılmakta, önemi Kudüs’den daha az olmayan müslüman beyin ve kalplere saldırılmaktadır. Televizyon, kitap, gazete vb. araçlarla evlerin işgal edilmesi için yapılan günümüzün haçlı seferleri, çoluk çocuk demeden hedeflere saldırıp ele geçirmektedir. Çağdaş Selâhaddin Eyyûbîler çıkıncaya kadar da bu seferlerin sonunun gelmeyeceği gözükmektedir.
Haham: Yahûdi din adamı. İbrânice bilgin, bilge anlamındadır. Bu yahûdi din adamlarının başlarına da hahambaşı denir.
Haramlar: Hıristiyanlıkta haram/yasak olan şeyler, Pavlus’un tenzilâtlarıyla 4 tanedir. Bunlar, putlara kurban edilen şeyler, boğulmuş hayvan, kan ve zinadan ibarettir. [107]
Havârî: Havâri kelimesi Kur’an’da geçer. İncillerde, bunun yerine daha çok şâkirt (öğrenci) kelimesi kullanılır. Havârî, yardımcı demektir. Arapçaya Habeşçeden geçmiş olup aslı “havâryâ”dır; “yardımcı” anlamına gelmektedir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dine ve onun peygamberliğine iman eden, müslümanlardan olan[108] ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiği fikirleri yaymayı üstüne alan on iki kişiden her birine havâri denir. Âl-i İmrân sûresi, 52. âyetinde Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olmayı taahhüd edenlere bu adın verildiğini görmekteyiz. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ilk inanan insanlar olan “sahâbe”nin benzerleridir.
Havâriler, toplam 12 kişidirler. Bunlardan biri ihânet ederek kâfirlere Hz. İsa’yı ihbar etmiştir. İsimleri şunlardır: Simun (Petrus), Andreas, Yâkub (Zebedi’nin oğlu -büyük-), Yuhanna (Boanerces), Filipus, Bartolomaeus, Matta, Tomas, Yâkup (Alfeus’un oğlu -küçük-), Gayyur Simun, Yahuda (Taddeus), Yahuda İskaryot.[109] Bunlardan Petrus, havârilerin en büyükleri ve lideri, Yahuda İskaryot da Hz. İsa’ya ihanet eden ve onu ihbar edip yakalatmaya çalışan kişidir. Hıristiyan rivâyetlerine göre otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı yakalattıran İskaryot, sonradan vicdan acısı çektiği ve kendisini astığı söylenir. İslâm âlimlerine göre, Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda, Hz. İsa görünümüne dönüşmüş ve Hz. İsa yerine o çarmıha gerilmiş, Hz. İsa da göğe yükseltilmiştir.
İkon: Kiliselerde bulunan dinî tasvir, yani resim ve heykeller. Özellikle ortodoks kiliselerinde bulunur. Hıristiyanlar, ikon(a)lara tapmadıklarını, sadece onlara saygı duyduklarını söylerler.
İncil(ler): Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’den bahseder. Bu İncil, bir tek İncil’dir. Bugünkü İnciller de, Hz. İsa’ya vahyedilen/vaz’edilen İncil’den birçok yerde bahseder. Buna rağmen elde mevcut hiçbir İncil için, hıristiyanlar tarafından bile “bu İsa’nın İncilidir” denilemez ve ona atfedilmez; “Matta’ya Göre İncil, Markos’a göre İncil...” denilir. Kilise tarafından birbirinden hayli farklı ve birbiriyle nice çelişkileri olan dört farklı İncil yasal İncil sayılmıştır. Arapça “Enâcil-i erbaa” denen bu dört İncil, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir. Asıl yazıldıkları nüshaları elde bulunmayan bu dört İncil’in tümü, Hz. İsa’dan çok sonra yazılmıştır. En eski nüsha olarak yazıldıkları İbrânice ve Latinceden Yunancaya ve çok zaman sonraki tercümeleri vardır. Bu dört İncil, kendisi de o zamanlar hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest imparator Konstantin tarafından 325 yılında topladığı İznik konsilinde yüzlerce İncil yazması arasından 2048 kişilik üyenin sadece 318’inin kararı ve imparatorun tercih ve yönlendirmesiyle seçilmiş, özellikle tevhid içerikli İnciller başta olmak üzere diğer tüm İnciller sahte kabul edilerek yakılmış ve yaktırılmıştır.
Kardinal: Yüksek rütbeli katolik râhibi.
Karnaval: Kötü ruhları kaçırmak için korkunç maskeler takma töreni. Hıristiyanların büyük perhizinden önce yapıldığı için, İtalyanca et kaldırmak anlamına gelen carnelevare kelimesinden türetilmiştir. Kaynağı hıristiyanlıktan çok öncedir. Güneş ışınlarının bir süre gökte hapsedildikten sonra yeniden özgür bırakıldıkları inancıyla ilgilidir. Karnavalda kullanılan hayvan maskeleri, aynı zamanda, hayvanlara tapanlardan hıristiyanlığa geçmiş bir putperest geleneğidir.
Katedral: Bir şehrin büyük kilisesi, piskoposluk kilisesi.
Katolik: Roma kilisesi, katolik mezhebinden olan hıristiyan demektir. Katoliklik, Roma kilisesine bağlı hıristiyan mezhebine denilir.
Keşiş: Dünyayla ilişkisini kesip manastırda yaşayan hıristiyan din adamı. Keşişler evlenmezler, dünyadan el etek çekip bir inziva hayatı sürdürdüklerinden ötürü münzevîdirler. İlk keşişler, Mısır’da azizliğe/ermişliğe ulaşmak için çöle çekilir, bir çeşit çileci hayatı sürerlerdi. Manastırlar, bu bireysel çile çekmeyi bir disipline sokmak amacıyla kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çilecilik, Hz. Âdem’in suçundan ötürü soyaçekim yoluyla aşağılanmış insanın kendini cezalandırmasını dile getirir.
Kilise: Yunanca topluluk anlamına gelen ekklesia deyiminden türetilmiştir. Hıristiyan mâbedi/ibâdethanesine, hıristiyanların ibâdet ettiği binaya kilise denilir. Ayrıca, hıristiyan mezhebi için kullanılır: Katolik kilisesi, ortodoks kilisesi şeklinde. Kilise, ilkin hıristiyan toplulukları anlamında kullanılmıştı. İlk hıristiyanların bugünkü anlamda kilise binaları yoktu. İlk dönem hıristiyanlığında kilise yapısı olmadığı gibi, din adamları statüsü ve ruhban sınıfı da yoktu. İkinci y.y.’dan sonra kiliseler görülmeye başlamıştır. İlk kiliselerin din adamları, kilisenin bakımı ve temizliğiyle görevli kilise hizmetçileriydi. Sonradan büyük statü kazanan din adamlarına, piskopos denilmeye başlandı ve bunlar kilisenin başına geçtiler. Birçok kilisenin piskoposları birleşince evrensel kilise kurulmuş oldu ve bunun başına geçen piskopos papa adını aldı. Katolik kavramı da evrensel kilise anlamındadır.
Kitab-ı Mukaddes: Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’den meydana gelen kitapların bütününe denir. Kitab-ı Mukaddes, tahrif edilmiş şekilleriyle Tevrat, Zebur ve İnciller yanında, bazı peygamberlere atfedilen kitaplar, Pavlus’un 15 ayrı mektup ve kitabından oluşmuş kitaplar kolleksiyonudur.
Konsil: Hıristiyan ruhanîler ve râhipler meclisi. Özellikle katolik kilisesi dogmaları ve kilise disiplinini düzenleyen kurallar 2. y.y.’dan itibaren toplanmaya başlanan bu konsillerce tespit edilmiştir. 1869 yılına kadar değişik aralıklarla toplanan konsillerin sayısı yirmidir. Hıristiyanların temel inançları bu konsillerde kararlaştırılmıştır. 325 yılında toplanan İznik konsili, Pavlus’un görüşünün temeli olan İsa’nın tanrılığını kabul etti. Bu görüşe muhâlif olan İncilleri ve başka kitapları nerede olursa olsun toplatıp yakmayı kararlaştırdı. Bu kararın alınmasında henüz hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest kral Konstantin’in büyük etkisi oldu; bu kararla hıristiyanlığı putperestliğe yaklaştırmış oldu. Yine, bu konsilde alınan kararların aksini savunanları konsil, lânetlemekte ve aforoz etmektedir. 2048 Din adamının katıldığı bu konsilde bu kararı alan din adamlarının sayısı sadece 318 idi. 1720 farklı görüşün iddiaları geçersiz kabul edildi. Daha sonra İnciller de konsil tarafından değerlendirildi; Önemli bir kısmı teslisi değil de tevhidi savunan yüzlerce İncil’in içinden 4 İncil (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri) resmen kabul edilen İnciller oldu. Bunun dışındaki kitaplar için, nerede olursa olsun toplattırılıp yatırıldı.
Kral salonu: Yahova şahitlerinin kilise yerine oluşturdukları toplantı ve ibâdet salonu.
Kutsal Perşembe: Hıristiyanlar, 13 Nisan Perşembe gününü kutsal Perşembe olarak nitelerler. Çünkü Hz. İsa, son akşam yemeğini o gün yemiştir. Ayrıca, her yıl nisan ayının 14. günü akşamı toplanıp topluca yemek yemek, eski bir İbrânî geleneğidir.
Kutsal kabir: Kudüs’te bulunan Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan mezar. Hıristiyanlarca, Yusuf tarafından gömülen ve sonradan ermiş Helena tarafından bulunan bu mezar kutsaldır. Kur’an’a göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği ve öldürülmediği[110] için bu mezar kesinlikle Hz. İsa’ya ait olamaz.
Kutsal Cumartesi: Katolik hıristiyanlar, paskalya arefesinde kutsal haftanın son günü olan Cumartesiyi kutsal Cumartesi sayarlar.
Luka: Hıristiyanlarca kabul edilen 4 İncil’den biri ve bu İncil’i yazan kişi. Hıristiyan kaynaklarına göre de havâri olmayan Luka’nın asıl mesleği hekimlikti. Yunan asıllı veya Pavlus’a yardımcı olan yahudi asıllı Antakya’lı bir doktor olduğu rivâyetleri vardır. Aynı zamanda Yeni Ahid’deki kitaplardan biri olan Rasüllerin İşleri kitabının yazarı olarak da bilinmektedir. Luka İncili’nin aslı, büyük bir ihtimalle İbrânice veya bazılarına göre Latincedir. Eldeki en eski nüsha ise Yunanca tercümesidir. Bazı hıristiyanlar aslının da Yunanca yazıldığını söylemektedir. Luka’nın bu İncili Yunanlılar için yazdığı anlaşılmaktadır. Luka İncilinde tarih yanlışlıkları ve maddî hatalar oldukça fazladır.
Manastır: Râhip veya râhibelerin, dünyadan el etek çekip ruhban hayatı içinde birlikte yaşadıkları, ekseriya yerleşme merkezlerinden uzak bina.
Markos: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan kaynaklarına göre de Markos havâri değildir. Yeni Ahid’de ikinci sırada yer alan bu İncil’in yazarının asıl adı Yuhanna’dır; Markos onun lakabıdır.
Matta: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan kaynaklara göre Filistin’li bir yahudi ailenin oğlu olan Matta’nın ikinci adı Levi’dir. Kendisi gümrük memuru olarak görev yaparken Hz. İsa ile tanışarak ona tâbi olmuştur. Yani hıristiyan kaynaklarına göre Havâri sayılır. Fakat bazı araştırmacılar, halen elde mevcut olan Matta İncilinin yazarının Havâri Matta olmadığını, bu İncili aslında ismi meçhul Filistinli bir yahudinin yazdığını ileri sürmekte ve deliller ileri sürmektedirler. Gerçekten bu İncil, yahudi hukukuna çok saygılıdır. Ayrıca, bu İncilin yazarı, İncilini yazarken Havâri olmayan Markos’tan geniş çapta istifade etmiştir. Havâri birinin havâri olmayandan büyük çapta istifade etmesi pek gerçekçi değildir. Matta İncili’nin İbrânice asıl nüshası ortadan kaybolmuş, elde en eski nüsha olarak Yunanca tercümesi vardır, ancak bunu kimin tercüme ettiği belli değildir. Bu tercümenin doğruluğunu anlayabilmek için asıl nüsha ile karşılaştırılması gerekir ama ne ortada asıl nüsha vardır, ne de tercümeyi yapanın ismi.
Mesih: Üzerine kutsal sayılan yağ sürülmüş demek olan Mesih, Hz. İsa’nın lakabıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa için, onun ismi yerine de kullanılmıştır.
Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir. Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir. Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin yaptığı işe de misyonerlik denilir.
Nasârâ: Nasrânî kelimesinin çoğuludur. Nasrânî, hıristiyan; nasârâ da, hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye” kelimesi kullanılır.
Nasrânî: Nasrâni ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır: 1- Kelime, Nâsıra veya Nasran adlı köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi 52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın, Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna inanılıyordu.
Ortodoks: Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri. Öteki iki mezhep katoliklik ve protestanlıktır. 1054 yılında Roma’dan ayrılan ve onu tanımayan Bizans’la ona bağlı olan doğu kiliseleri ortodoksturlar. Bu anlayış, 9. y.y.’dan sonra Slavlar arasında yayılmıştır. Ruslar, Bulgarlar, Sırplar bu mezheptendirler. Ortodoksluk inancına göre yeryüzünde bulunan her kilise bağımsızdır. Ortodoks baş patriği sadece bu bağımsız kiliseler birliğinin başkanıdır. Bu mezhebin kuramsal inançlarının başında baba’nın yaratılmadığı, oğul’un yaratıldığı ve baba-oğul-ruhu’l-kudüs üçlemesindeki öz birliği gelir. İsa’nın ilâhî/tanrısal ve insanî nitelikleri birbirinden ayrılamaz. Ruhu’l Kudüs’ün, sadece Babadan doğduğuna inanan Katoliklerin tersine; hem baba ve hem oğuldan doğduğunu kabul eden mezheptir. Kiliselere ikonalar, yani kutsal resim ve heykeller konulmasını savunurlar ve kiliselerini bunlarla doldururlar.
Papa: Katolik kilisesinin en büyük ruhanî reisi, Roma piskoposu. Papalık: Papa yönetimi, papanın başında bulunduğu devlet, İtalya topraklarında bulunmasına rağmen, ayrı devlet kabul edilen dünyanın en küçük devleti Vatikan, papa tarafından yönetilen teokratik bir papalıktır.
Papaz: Hıristiyan ruhanî reisi, din adamı, râhip, keşiş.
Paskalya: Hıristiyanların Hz. İsa’nın dirildiğine inandıkları gün yaptıkları bayram. Her yıl Mart ayının 14. gününü izleyen Pazar günü, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın dirildiği gündür. Bugün, İsa’nın yeniden yaşama geçtiğine inanılır ve büyük bayram yapılır. İlkbahara doğru kutlanan bu bayram, her yıl sonbaharda ölüp ilkbaharda dirilen Sümerlerin Temmuz, Eski Anadolunun Attis ve Agdistis, Yunanlıların Adonis inançlarından gelmedir. Bu bayram da hıristiyanlığın putperestlere verdiği tâvizlerden biridir. Yahûdi geleneğiyle de irtibat kurulabilir. Şöyle ki, Yahûdiler de her yıl, aynı adla, dinsel gök ayının -ki bu, dinî takvimlerinin birinci ayıdır- 14. gününde Mısır’dan çıkışlarını kutlamak için bayram yaparlar. Hıristiyanlar, paskalyayı baş bayram saymışlar ve bir çeşit bayramlar takviminin temeli olarak tespit etmişlerdir. Katolik takviminde bayram günleri her yıl aynı güne düşmediğinden bütün katolik bayramları paskalyaya göre hesaplanır. Paskalya çöreği: Paskalya günü yapılan bir cins tatlı çörek. Paskalya yumurtası: Paskalya günü hıristiyanların kırmızıya boyadıkları haşlanmış yumurta.
Patrik: Ortodoks kiliselerinin başkanlarına patrik denir. Bazı doğu kiliselerinde ve ortodokslarda en büyük ruhanî reis demektir. Patriğin kaldığı yere, makamına patrikhane denir.
Pavlus (Paulus, Paul, Saint Paul -Sen Pol-): Milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür. Tevhid yerine teslisi, Hz. İsa’nın peygamber değil; tanrının oğlu ve tanrı olduğunu hıristiyanlara kabul ettirmiştir. İlk günah, aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Bu Pavlos dogmalarının hiçbiri yahudilikte de, Hz. Musa şeriatında da yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Paulcanien’ler: Paul de Samosate taraftarları, şimdi bağlıları kalmayan muvahhid hıristiyan gruplarından biri.
Petrus: Hz. İsa’nın baş havârisidir. Matta İncilinde yazıldığına göre Hz. İsa, ona, Petrus’ un kelime anlamı olan ‘taş’ anlamında: “Sen Petrus’sun, ben kilisemi senin üstüne kuracağım”[111] demiştir. Bununla beraber Hz. İsa’nın tutuklanması sırasında peygamberini terkettiği ve onu inkâr ettiği de bilinir. Ne var ki daha sonra hıristiyanlığı yaymaya çalışmış, dine ilk katılan çoktanrıcılar onun tarafından vaftiz edilmiştir. Pavlus’la karşılaşmış ve onunla anlaşamamıştır. Bu anlaşmazlık, Pavlus’un Galatyalılara Mektubunda açıklanır.
Piskopos: Yunanca bir kelime olup, kelime anlamı gözeten demektir. Başpapaz, bir piskoposluk bölgesinde başpiskopostan sonra gelen papaz, metropolit anlamında kullanılır. Dinsel bir bölge olan piskoposluğu yöneten en üst rütbedeki papaza piskopos denir. Katolik kilisesinin başkanı olan papa, bir piskoposlar piskoposudur.
Protestanlık: Katoliklikten ayrılma reformcu hıristiyan mezheplerine verilen ad. Protestan: Reformist hıristiyan mezhebinden olan, reform taraftarı. 16. y.y. da Roma kilisesini protesto eden Alman papaz Martin Luther’in reformuyla oluşan bir mezheptir. Protestan kiliseleri bağımsız ve ulusaldır; katolik kiliseleri gibi bir papa otoritesine bağlı ve uluslararası nitelikli değildir. Protestanlara göre ilâhî bağış karşılıksızdır ve o yüzden günah çıkarmak mecburi değildir. En üst hakem ve yetkili olarak Kitab-ı Mukaddes kabul edilmeli ve bir hıristiyan, sorularının karşılığını papadan değil; ondan öğrenmelidir. Papazlar evlenebilirler. Cehennem diye bir yer yoktur; sadece Tanrı’nın bağışını elde eden hıristiyanlar için ölüm ötesinde mutlu bir hayat vardır. Bununla birlikte çeşitli protestan kiliseleri arasında görüş ayrılıkları da hayli fazladır. Almanya ve İskandinav ülkelerinde Luther’ci, Fransa ve İsviçre’de Calvin’ci, İngiltere’de Anglikan, İskoçya’da Presbiteryen kiliseler protestandır.
Râhip: Hıristiyan din adamı. Kadın din adamlarına da râhibe denir. Papaz deyimiyle eş anlamda kullanılan bu deyim, genel olarak İslâm dışındaki diğer din adamları için de kullanılmıştır. Ama daha çok manastırda oturan hıristiyan din adamlarına râhip, oralarda yaşayan keşiş kadınlara da râhibe denilir.
Ruhbanlık: Râhiplik, papazlık, keşişlik. Râhiplerin hayat tarzı, manastır yaşayışı. Ruhbanlıkla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”[112] Ruhbanlık, hıristiyanların ihdas ettiği bir yaşayış ve anlayış tarzıdır. Rivâyetlere göre Hz. İsa’dan sonra muvahhid hıristiyanlar, yani mü’minler inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü’minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine dâvet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlar. İşte bu suretle fitneden kaçarak, dinlerinde ihlâs ve samimiyet gösteren bu insanlar dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul olmuşlardır. Ama birçoğu bu râhib hayatına riâyet etmeyerek, Hz. İsa’nın tevhid dinini bırakıp teslis akidesini ortaya attılar veya hükümdarlarının dinine girdiler. Hz. İsa’nın tevhid yolundan ayrılan bu hıristiyanlar, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) de kabul etmediler, sapıklıklarına devam ettiler.
Reformasyon: Hıristiyanlıkta her çeşit yenileşmeler ve özellikle protestan hareketi. Geniş anlamda her çeşit dinî yenileştirmeleri içine alan reform, özellikle 16. y.y. da gerçekleşen protestan reformu, bu deyimle dile getirilir.
Rûhu’l-Kudüs: Hz. İsa’ya üflenen ilâhî ruh. Hıristiyanların inancına göre ruhu’l kudüs (kutsal ruh) insan yüzlü bir devdir, bütün nesnelerin başlangıcından beri sular üstünde kımıldayan, tûfandan sonra toprağı kurutan odur. Baba-oğul-rûhu’lkudüs, İsa’nın vücudunda toplanmış üç ilâhî kişidir. Tümü ilksiz ve sonsuzdur ve birbirlerine üstünlükleri yoktur. Bu, onların iddiasına göre tevhidde teslis, ya da teslisde tevhiddir (üçlükte teklik veya teklikte üçlük).
Sinoptik İnciller: Matta, Markos ve Luka İncilleri, birbirlerine çok benzediğinden ve aynı terimlerle yazıldıklarından sinoptikler denilir. Yuhanna İncili ise, hem konuları ve hem üslûbu/anlatım biçimi yönüyle diğerlerinden ayrılır. Örneğin, sinoptik İncillerde Hz. İsa’nın, dini bir yıl süreyle tebliğ ettiği anlatılırken; Yuhanna İncilinde bu süre üç yıldır. İlk üç İncilde gösterilen dâvet ve tebliğ yerleri ile Yuhanna’da gösterilen yerler de birbirinden çok farklıdır. Bununla beraber sinoptik İncillerin arasında da çok önemli oranda ve büyük sayıda farklılıklar ve çelişkiler vardır.
Süryâni: Suriye ve Türkiye’nin güney doğusunda yaşayan Sâmi ırktan bir hıristiyan topluluğu.
Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni, ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir. Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif denilir.
Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme, insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan şeklinde dünyaya gelmiştir.
Tekfir (Keffâret, Fidye –Redemption): Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir. Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun birleşimi olduğuna inanma haline denir. Üç tanrılık gücün tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) - oğlu (İsa) - rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu[113] vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını[114] emreder.
Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir. Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.
Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış olur ve cehennemi hak eder.
Yahuda: Hz. İsa’yı yakalatan havâri. İsa’nın on iki havârisinden biridir. İskaryot da denilir. Otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı ihbar ederek yakalattırmıştır. Sonradan vicdan azabı çektiği ve kendini astığı da rivâyet edilir.
Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir. Elohim lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.
Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve’nin (Tanrı’nın) şâhitleri anlamında olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan, merkezî, otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine verdikleri addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına yapılan âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler ve bu anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya üzerinde gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler kurmuşlar, bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar, her çeşit araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak faâliyetlerini sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam etmektedirler. Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan vermeye ve kan nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye çalışırlar.
Yuhanna: Yeni Ahidi oluşturan dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarının adıdır. Mesleği balıkçılık olan Yuhanna, havârilerden biridir. Ancak, bazı hıristiyan araştırıcılar, İncil yazarı Yuhanna’nın, havâri Yuhanna’dan farklı kişi olduğunu, eldeki Yuhanna İncilindeki ifadelerden delillendirerek belirtirler. Gerçekten Yuhanna İncili, Yunan felsefesini çok iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır. Yuhanna İncili, diğer üç İncilden çok farklı kaleme alınmıştır. Diğer üç İncile, ortak konuları ve benzer üslûpları sebebi ile sinoptik İnciller denilir. Esas gayesi bakımından da diğer İncillerden hayli farklı olan Yuhanna İncili’nin asıl amacı teolojiktir. Onda Hz. İsa, Nâsıralı bir peygamber olarak karşımıza çıkmaz; insan şekline girmiş bir ilâh olarak takdim edilir.
Yusuf: Hıristiyanlara göre, Hz. Meryem’in nişanlısı ve bazı mezheplere göre kocasıdır. İsa’nın babası sayılır ve Kitab-ı Mukaddeslerin soy kütüğüne göre, isa’nın atalarından biri ve ilkidir. Hem “Bâkire Meryem” anlayışı, hem de Meryem’in nişanlısı, hatta kocası ve Hz. İsa’ nın babası kabul edilmesi, tüm hıristiyanlar için olduğu gibi, elimizdeki İncillerin de büyük çelişkilerinden biridir. Hıristiyanlara göre ilk aziz (ermiş, evliya) sayılır. Peygamber Dâvud’un soyundan olduğuna inanılır. Marangoz olduğundan ötürü marangozların, dülgerlerin duayeni/piri ve koruyucusu kabul edilir.
Not: Allah’a “Tanrı” denilmesinin doğru olmadığı anlayışıyla daha önceki konularda görüldüğü gibi “Allah” lafzı yerine “Tanrı” kelimesi kullanılmamıştır. Bununla beraber, başkalarının yanlış ilâh anlayışı ile tevhide ters düşen özellikler atfettikleri tanrılarına “Allah” demek de büyük yanlış olur. Hıristiyanlıkla ilgili bu bölümdeki ifadelerde fark edileceği gibi, bizim Allah inancı ve anlayışımızla kesinlikle bağdaşmayan hıristiyanların farklı bir tanrı anlayışını anlatırken, Allah lafzı yerine Tanrı kelimesini kullanmanın daha doğru olduğu anlayışıyla bu kelimeyi kullandım. Allah, İhlâs sûresinde özetlendiği ve Kur’an’ın nice âyetlerinde belirtildiği gibi tekdir, birdir; doğmamış ve doğurmamış, evlat edinmemiştir. Sözgelimi, Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, yani Tanrı’nın İsa bedenine girip insan şeklinde belirmesi ifadesini, hâşâ “Allah” lafzıyla kullanmanın çirkin bir yanlış olacağını düşündüğümden, İslâm’ın dışındaki tapınılan varlıklara veya Kur’an’daki Allah vasıflarına ters mâbudlara Tanrı denilmesinin tenzih için zarûret olduğunu düşünüyor ve bunu tavsiye ediyorum. “Tanrı”, Arapçadaki “ilâh” karşılığıdır. Kendisine inanılıp tapınılan sahte/uydurma mâbudlara ilâh/tanrı denir; ama müslümanlara göre Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Hıristiyanların tanımladığı ve vasıflandırdığı Tanrı ve Tanrıların, “Allah” diye isimlendirilmesi doğru olmaz.
Hıristiyanlık ve Hıristiyanlarla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Nasârâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 14 Yerde:) 2/Bakara, 62, 111, 113, 113, 120, 135, 140; 5/Mâide, 14, 18, 51, 69, 82; 9/Tevbe, 30; 22/Hacc, 17.
B- Nasrânî Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 67.
C- Hıristiyanların İmandan Yüz Çevirmeleri
- Hıristiyanlar, Allah'a Çocuk İsnat Ettiler: 2/Bakara, 116; 3/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 16/Nahl, 71; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 16-17; 42/Zuhruf, 65.
- Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Tanrılığını İddia Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 61-64, 79-80; 5/Mâide, 17, 75, 116-117; 9/Tevbe, 31; 19/Meryem, 37-39; 43/Zuhruf, 65.
- Hıristiyanlıkta Teslis/Üçleme İnancı: 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73-74, 116-117.
- Hıristiyanlar, Rahiplerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
- Hıristiyanların Şirki: 43/Zuhruf, 65-66.
- Hıristiyanlar, Kendilerinin Allah’ın Oğulları Olduklarını Söylerler: 5/Mâide, 18.
- Hıristiyanlar, İncil’i Tahrif Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
- Hıristiyanların Peygamberimiz’i Yalanlamaları: 2/Bakara, 139-140, 146; 6/En’âm, 20.
- Hıristiyanların ve Yahudilerin İnkârlarına Karşı Mü’minlerin Cevabı: 2/Bakara, 135-140.
- Hıristiyanların Ruhbanlığa Sapmaları: 57/Hadîd, 27.
- Hıristiyanların İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69, 82-85.
- Hıristiyanların Bazı Özellikleri ve İhânetleri
- Hıristiyanların Dostlukları ve Düşmanlıkları: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
- Hıristiyanlar, Cennet Bizimdir Derler: 2/Bakara, 111-112.
- Hıristiyanlar, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136.
- Hıristiyanlar, Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 5/Mâide, 14.
- Hıristiyanlar, Bâtıl Yollarla İnsanların Mallarını Yerler: 9/Tevbe, 34.
- Hıristiyanlar Birbirlerine Düşmandırlar: 5/Mâide, 14.
- Hıristiyan – Yahudi İlişkisi
- Hıristiyanlarla Yahudiler Birbirlerine Düşmandır: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/Şûrâ, 14.
- Yahûdiler Hz. İsa’yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156, 157, 159.
- Yahûdiler Hz. Meryem’e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156, 157; 19/Meryem, 27-34.
- Hıristiyanların Cezası: 22/Hacc, 17.
- Ehl-i Kitab
- Ehl-i Kitabdan Mü’min Olanlar Vardır: 2/Bakara, 121; 3/Âl-i İmrân, 110, 113-115, 199; 13/Ra’d, 36; 28/Kasas, 52-55.
- Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanlar: 2/Bakara, 121; 5/Mâide, 68; 98/Beyyine, 1-6.
- Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109-120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44
45; 5/Mâide, 57-59.
- Ehl-i Kitab, Kur’an’ı vePeygamberimiz’i Bile Bile İnkâr Ederler: 2/Bakara, 101, 146; 3/Âl-i İmrân, 19, 70, 71, 81, 98-99, 187; 4/Nisâ, 44; 5/Mâide, 19; 6/En’âm, 20, 114; 7/A’râf, 157; 13/Ra’d, 30, 43; 26/Şuarâ, 196; 33/Ahzâb, 7; 48/Feth, 29; 98/Beyyine, 4.
- Ehl-i Kitab Kendilerine Uyan Mü’minleri Kâfir Yaparlar: 3/Âl-i İmrân, 100-101; 4/Nisâ, 44-45.
- Ehl-i Kitab Antlaşmalarını Bozar: 9/Tevbe, 1-3.
- Ehl-i Kitab ile Savaş: 9/Tevbe, 29; 29/Ankebut, 46; 42/Şûrâ, 16.
- Ehl-i Kitabın Kestiklerinin ve Yemeklerinin Yenmesi: 5/Mâide, 5.
- Ehl-i Kitab Kadınların Nikâhlanması: 5/Mâide, 5.
- Enl-i Kitabı İslâm’a Dâvet ve Dâvet Metodu: 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 15-16, 19, 65-66, 68, 77; 29/Ankebut, 46; 57/Hadîd, 28-29; 98/Beyyine, 1-5.
H- İncil
- İncil Hz. İsa’ya Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
- İncil, Kur’an’dan Önce İnsanlara Hidâyet ve Nurdur: 3/Âl-i İmrân, 3-4; 5/Mâide, 46.
- İncil, Tevrat’ı Tasdik Eder: 5/Mâide, 46.
- İncil Şeriatı: 5/Mâide, 47; 9/Tevbe, 111.
- İncil Hıristiyanların Tahribine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
- Tevrat, Hz. İsa’ya da Öğretilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48, 50; 5/Mâide, 110.
İ- Hz. İsa
- İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
- İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
- İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
- İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
- İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
- Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
- İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
- İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
- İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
- İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
- İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.
- İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.
- İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
- İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
- Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
- İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.
- İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
- Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 314; c. 2, s. 358-376
- Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 279-300
- Tefhîmu’l Kur’an, Mevdudi, c. 1, s. 251-265
- Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 94-100
- Hülâsatü’l Beyan, Mehmet Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 2, s. 585-627
- Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 272- 286
- Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 54-55; c. 6, s. 269-354
- Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 4, s. 1237-1287
- İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 328-372
- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 3-5
- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Ali Ünal), Risale Y. c. 2, s. 156-158
- Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
- Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
- İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kit. Y. s. 377-402
- Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, Bir Y. s. 364- 400
- Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y.
- Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.
- Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T.D.V. Y.
- Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, D.V. Y.
- Kur’an-ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
- Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.
- Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.
- Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
- Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
- Tevrat, İnciller ve Kur'an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
- Tevrat, İncil ve Kur'an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız, Hareket Y./Dergâh Y.
- Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
- Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
- Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
- Çağdaş Dinler, Reşid Abdullah el Ferhan, Uluslar arası İslâma Çağrı C. Y.
- Yaşayan Dünya Dinleri, A. Abdullah Masdusi, Kalem Y.
- Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
- Dinler ve İnsanlar, Osman Cilacı, Tekin Y.
- Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
- Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
- İncîl ve Salîb, Abdül Ehad Dâvud, İnkılâb Y.
- İslâmiyet ve Hristiyanlık (Bir Mukayese), Türkçesi: İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
- İslâm Avrupa’da, Montgomary Watt, M. Ü. İlâhiyat Fak. Y.
- Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Mongomary Watt, İz Y.
- Deccal, Hristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.
- Hristiyanlığa Reddiye, Ebû Osman Câhız, Tekin Y.
- Hristiyanlığa Reddiye, Abdullah Tercüman (Anselmo Turmeda), Bedir Y.
- Hristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsilleri, Mehmet Aydın, Selçuk Ün. Y.
- Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
- Hıristiyan İken Niçin Müslüman Oldum, Safiyye Plath, Şahsi Y.
- Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
- Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
- Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altın Kalem Y.
- Gerçekler ve Hristiyanlık, Tâhâ F. Ünal, Işık Y.
- Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
- 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirzâ, Sönmez Neşriyat
- İzhâru’l Hak Fî İhtiyâri’l Ehak, Rahmetullah el-Hindî, Sönmez Neşriyat
- Kutsal Kitaba İlâhî Çağrı (İzhâru’l Hak), Rahmetullah el-Hindî, Trc. Abdülhâdi Sıddık, Faran Y.
- Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
- İncil, Türkçe Çeviri, Müjde Y.
- Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.
- Hıristiyan Dininin Esasları, Hıristiyan Aileler İçin Din Kitabı, P. Luigi İannitto, Antuan Kilisesi Y.
- Anadolu’daki Amerika: Misyoner Okulları, Uygur Kocabaşoğlu, Arba Y.
- Hilâl ve Haç Kavgası, Halil Halid, Bedir Y.
- Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
- Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
- Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
- Müslümanların Hristiyanlaştırılması, Muhammed Umara, Denge Y.
- Hristiyanlık Propagandası ve Misyoner Faaliyetleri, Osman Cilacı, D. İ.B. Y.
- Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, İ. Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Yehova Şahitleri, Hikmet Tanyu, D. İ. B. Y.
- Yehova'nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
- Yehova Şahitlerinin İçyüzü, Hüseyin Atay, Ali Arslan Aydın, D.İ.B. Y.
- Batının Oluşumu, Christopher Dawson, Dergâh Y.
- Mûsâ ve Tektanrıcılık, Sigmund Freud, Dergâh Y.
- Çağımızda Dine Dönüş, Henry C. Link, Dergâh Y.
- Batı ile Hesaplaşma, Ebul Hasen en Nedevî, Çığır Y.
- Din ve Allah İnancı, Abdullah Draz, Bir Y.
- Doğu ve Batı Arasında İslâm, Ali İzzet Begoviç, Nehir Y.
- İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
- İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
- Peygamberimiz’e Neden İnanmadılar? Ahmed Lütfi Kazancı, Nil A.Ş. Y.
- Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
- İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
- İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
- Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
- İslâm’ı Nasıl Yok Edelim? Hampher, Nehir Y.
- Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman, Marifet Y.
- Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
- Neden Hristiyan Değilim? Bertrand Russell, Toplumsal Dönüşüm Y.
- Asrımızda Hıristiyan ve Müslüman Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat
- Anglikan Kilisesine Cevap, Abdülaziz Çavuş, D.İ.B. Y.
- Cevap Veremedi, Harputlu İshak Efendi, Hakikat Y.
- Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
- İsevîlikten Hıristiyanlığa, Tacettin Şimşek, Ekin Y.
YAHÛDİLER
- Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
- İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyet ve Hadisler
- İsrâiloğullarının Tarihi
- Firavun ve İsrâiloğulları
- Firavun'dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
- İsa ve Benî İsrâil
- Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
- İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
- Onlar ve Biz
- Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
- İmanda Pazarlık
- Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
“Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece Benden korkun!” [115]
Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
İsrâil, Hz. Yakub'un lakabıdır. Hz. Yakub'un on iki oğlunun soyundan gelenlere benî İsrâil/İsrâil oğulları denilir. “Benî İsrâil” ifadesi, Kur'an-ı Kerim'de 41 yerde geçer. Kur'an'da Benî İsrâil'in yahudileşme sürecini anlatan ayetlerin sayısı ise 712'dir. Benî İsrâil'den bahseden bu 712 ayet, Kur'an'ın tamamı göz önüne alındığında 10'da biri aşan bir oran tutmaktadır. İsrâil kelimesi, iki âyette[116] şahıs ismi olarak Hz. Yakub için kullanılır. Benî İsrâil de Kur'an'da Yakub oğulları anlamında yahudiler için kullanılmaktadır.
“Benî İsrâil/İsrâiloğulları”, “İbrânî” ve “Yahûdi” kelimeleri, çoğu zaman, birbirlerinin yerine kullanılmakta ve hepsi de aynı çağrışımı yapmaktadırlar. İsrâil ismi, “gece yolculuk yapmak” ve “Allah'ın kulu” anlamına gelmektedir. Günümüzdeki Tevrât'tan yola çıkarak İsrâil kelimesine verilen bir başka anlam ise, savaşan Tanrı veyahut Tanrıya karşı kuvvetli demektir. Muharref Tevrat'ta, Hz. Yakub'un Tanrı ile güreşip onu yendiği(!) için bu adı aldığı anlatılmaktadır.[117] Kendilerine Allah tarafından gönderilen hak din İslâm'ı değiştirip yahudileşenlerin, mukaddes kitaplarına ve Allah'a en ağır iftiralar atmasına bir örnek de 'İsrâil' kelimesine verdikleri bu anlam olsa gerektir. “İsrâil” kelimesine yakıştırdıkları bu anlamla, kendi soylarını yüceltmek için “tanrı”larını bile küçülttükleri, onu sıradan bir insan gibi gördükleri ve bir peygamberine (onu yenmeye) gücünün yetmediği âciz bir varlık gibi algıladıkları olanca çirkinliğiyle sırıtmaktadır. Kudüs'ü işgal edip o kutsal topraklarda devamlı müslüman kanı akıtan zâlim siyonist rejimine ve o topraklara da, bilindiği gibi İsrâil adı uygun görülmüştür.
“İbrânî” adı, İsrâil'in mürâdifi/eş anlamlısıdır. Kelime anlamı olarak, “öte tarafın adam-ları” anlamını ifade eder. Bu isim, İsrâil oğullarına Fırat veya Ürdün nehrinin öbür tarafından geldikleri için verilmiştir. Bu ismi yahudilere Kenan ülkesinin yerlileri vermiştir. Yani Kenanlılar bu ismi göçmen olanlar için kullanmışlardır. Bugün kendilerine yahudi dediğimiz kavmin ilk adı İbrânî idi. İsrâiloğullarına İbrânî adının verilmesi, onların göçebe bir kavim olduklarını ve üzerinde bulundukları toprakların gerçek sahipleri olmadıklarını da ispatlar.
“Yahûdi”: (Hâde-yehûdü; tehevvede:) Bu kelime, tevbe etti, hakka döndü anlamına gelmektedir. Yahûdi kelimesi, Peygamberimiz'in risâIetinden önce de Arabistan'da biliniyor ve kullanılıyordu. Yahûdiler (yehûd) ifadesi Kur'an'da 41 yerde geçer. Bu kelimenin İsrâiloğullarına isim verilmesi konusunda şu görüş ileri sürülmüştür: Hz. Mûsâ'nın Tur dağına gitmesinden sonra onlar buzağıya tapmışlar, ancak Hz. Mûsâ onların yanına dönünce kendilerine çok kızmış, onlar da bu çirkin işten dolayı pişman olmuş ve tevbe etmişlerdir. İsrâiloğullarının tevbe edişleri Kur'an'da şöyle geçmektedir: “İnnâ hüdnâ ileyk / Biz Sana yöneldik (tevbe ettik)”[118] İşte İsrâiloğullarının bu şekilde tevbe etmeleri dolayısıyla kendilerine yahudi denilmiştir. Bir başka görüşe göre, onlar Peygamberimiz'in İslâm'a dâvetinde O'nu inkâr ettikleri için bu isimle (“dönek” anlamında) anılmışlardır. İsrâiloğullarına yahudi denilmesinin bir başka sebebi şudur: Hz. Yakub'un dördüncü oğlunun adı Yuda veya Yahuda idi. Dolayısıyla Yahuda'nın adına izafeten, dedelerinin isminden ötürü İsrâiloğullarına yahudi denilmiştir. Bu ırk, her ne kadar Hz. İbrâhim'e dayanıyorsa da, teşkilatçısı ve en büyük peygamberi İsrâiloğullarının kurtarıcısı Hz. Mûsâ'dır. “Hz. Mûsâ'ya inanan, bağlanan” anlamına (O'na ne kadar bağlı oldukları tartışılacak konu olmakla birlikte) İsrâiloğullarına Mûsevî de denilir.
İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyetler
“Onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahudiler ve hıristiyanlar asla senden râzı olacak değillerdir. De ki: 'Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur.' Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” [119]
“Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” [120]
“(Yahudiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) Yahûdileşin ya da hıristiyanlaşın ki doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” [121]
“Kendilerine tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne berbattır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz.” [122]
“Yahudiler, 'Allah'ın eli bağlıdır/sıkıdır' dediler. Kendi elleri bağlandı ve söylediklerin-den dolayı lânetlendiler. Bilâkis Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına kıyâmete kadar sürecek düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” [123]
“Andolsun ki İsrâiloğullarından ahid/sağlam söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” [124]
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi/sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” [125]
“İnsanlar içerisinde, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın.” [126]
“Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülü-yorlar!” [127]
“(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar da) râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilâha ibâdet/kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” [128]
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasülü' nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” [129]
Benî İsrâille İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
“İsrâiloğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda (onları devamlı gündemde tutmanızda) bir sakınca yoktur.” [130]
“Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir kertenkele/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.' 'Ey Allah'ın Rasûlü, yahûdilerin ve hıristiyanların yolunu mu?' diye sorduk. 'Başka kim olacak?' dedi.” [131]
“Ümmetim, önceki ümmetlerin yolunu adım adım, karış karış izlemeden kıyamet kopmaz. 'Ey Allah Rasûlü, Farslar ve Rumlar gibi mi?' denildi. 'Başka kim olacak?” buyurdu. [132]
“Ümmetimin başına İsrâiloğullarının başına gelenin aynısı gelecek. Tıpkı bir ayakkabı kalıbıyla ayakkabının birbirine uyduğu gibi. Hatta, eğer onlardan biri annesine açıktan varsa, ümmetimden de aynısını yapan çıkacak. Ve İsrâiloğulları 72 gruba bölünmüştü; ümmetim de 73 gruba ayrılacak.” [133]
“Benî İsrâil'in ilk terk ettiği şey şuydu: Bir kimse diğeriyle bir araya gelir, biri diğerine derdi ki: 'Ey falan, Allah'tan kork ve böyle yapmayı bırak, kuşkusuz bu sana helâl değil.' Ertesi gün karşılaştıklarında onu yine aynı şeyi yaparken görür. Bu durum o adamla yemesine içmesine, onunla oturup kalkmasına engel olmaz. Adamın günahta ısrar etmesine rağmen dostluğunu sürdürürdü. Allah da onların bazısıyla bazısının kalbini mühürledi: “De ki: 'ey ehl-i kitab, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, doğru yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın.”[134] âyetini okudu. Sonra ekledi: “Hayır, vallahi ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz, hakka aykırı davrananı hakka çevirirsiniz ve haktan ayrılmasına engel olursunuz; ya da Allah sizin kalplerinizi yahudilerin kalplerine benzetir, sonra onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder.” [135]
Kur'an-ı Kerim'de İsrâiloğullarıyla ilgili çok sayıda âyet-i kerime vardır. 712 âyet, direkt olarak bu konuyla ilgilidir. Kur'an-ı Kerim, İsrailoğullarının Firavun baskısı altındaki yaşayışları, ondan kurtulmaları ve daha sonra Hz. Mûsâ ile geçen ve daha çok olumsuzluklarla dolu olan yaşayışları üzerinde durur.
İsrâiloğullarının Tarihi
İsrâil, Hz. Yâkub'un lâkabıdır. Bilindiği gibi Hz. Yâkub, Hz. İbrâhim'in Hz. İshak'tan olma torunudur. İsrâiloğulları, Hz. Yakub'un 12 oğlunun neslinden gelenlerin tümüne verilen ortak addır. Hz. Yakub'un büyük atası Hz. İbrahim, Sümer'deki Ur şehrinden gelmiş ve milattan yaklaşık 2200, Hz. Mûsâ'dan da 1000 yıl önce Filistin'e yerleşmiştir. İsrâiloğullarından Mısır'a ilk yerleşen Hz. Yusuf'tur. Kardeşlerinin kıskançlık ve ihaneti sebebiyle Hz. Yusuf'un esaretle başlayıp Mısır hükümetinde yetkili olana kadar varan serüveni sonucunda, Filistin'de çıkan bir kıtlık nedeniyle 70 kişilik bir kafileyle Mısır'a gelip yerleştiler.
İsrâiloğulları, ataları Hz. İbrahim'den beri tevhid akidesine inanan müslüman bir neslin torunuydular. Tümü de peygamber çocuğu olan 12 kardeşten üreyen bu topluluğu Hz. Yusuf Mısır'a yerleştirdiğinde tek Allah'a iman ediyorlar, ataları Hz. İbrahim, İshak ve Yakub'un inancını sürdürüyorlardı. Kur'an'a göre, ölüm döşeğindeki babalarına, tevhidden ayrılmayacakla-rına dair söz vermişlerdi.
Yakup (İsrâil) peygamberin oğullarından Hz. Yusuf'un Mısır'da söz sahibi olup, babası ve kardeşlerini Mısır'a yerleştirmesinden sonra İsrailoğulları Mısır'da hâkim duruma gelmişlerdi. Ancak zamanla adâleti ihlâl etmeleri, Firavunların yeniden işbaşına geçmeleriyle sonuçlanmış ve İsrailoğulları Mısır'da efendi durumundan köle durumuna düşmüşlerdi.
Allah, İsrailoğullarına tarih boyunca birçok peygamber göndererek onları yalnız Allah'a kulluk etmeye, ataları İbrahim'in “Hanif” yoluna döndürmeye çalışmıştır. Fakat İsrailoğullarının, peygamberleriyle araları genellikle kötü gitmiş, peygamberlerini yalanlamaktan, yalnız bırakmaktan ve hatta öldürmekten geri durmamışlardır. Kur'an'ın anlatımıyla “onlara ne zaman bir peygamber, hoşlarına gitmeyen bir şey getirse büyüklük taslamışlar, kimini yalanlamışlar, kimini de öldürmüşlerdir.” [136]
İsrâiloğulları, son peygamber Hz. Muhammed'in Rasûl olarak gönderildiği günlerde de aynı minval üzere yaşamaya devam ediyorlardı. Onlardan pek azı hariç adları devamlı fesad, isyan ve azgınlıkla beraber anılmıştır.
Firavun ve İsrâiloğulları
Mısır'da hâkim sınıf kıptîler olmasına rağmen, İsrâiloğulları ülkenin ticaret ve zenaatinde önemli rol oynuyorlardı. Bu durum, Firavun'u etnik temizlik yapmaya itti. O kadar ki, kabilenin tüm erkek çocuklarını daha doğar doğmaz boğazlayarak, bilinçli bir etnik temizlik politikası uyguladı. Ağır işlere koşulmaları sebebiyle ihtiyarlar arasında ölüm çoğaldı. Kıpti reisleri Firavun'a çıktılar ve şöyle dediler: İsrailoğullarının yaşlıları arasında ölüm arttı. Sen ise küçüklerini öldürüyorsun; sonra işler başımıza kalacak, hizmet için bizden başkası kalmayacak. Bunun üzerine Firavun bütün İsrailoğulları yok olmasın diye çocukların bir sene öldürülüp, bir sene bırakılmasını emretti.
Allah Teâlâ, Firavun'un İsrâiloğullarına karşı zulmü ve çocuklarını öldürüşüne şöyle işaret etmektedir: “Sana Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını, iman edecek bir zümrenin faydalanması için gerçek olarak okuyacağız. Firavun Mısır'da baş kaldırmış, halkını fırkalara bölüp kendisine bağlamıştı. Onlardan bir zümreyi ezmek istiyor, bunların oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, fesatçılardandı. Biz ise istiyorduk ki; yeryüzünde o ezilmekte olan mustaz'aflara lutfedelim, onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini Firavun mülkünün mirasçıları yapalım.” [137]
Bu ortamda Allah bir çocuğu bu soykırımdan kurtardı[138] ve Firavun'un eliyle onu büyüterek kendisine peygamberlik verdi. Allah, mustaz'af durumda olan bu kavme luftetmek, onları önderler yapmak, Firavun mülküne mirasçı kılmak üzere içlerinden biri olan Hz. Mûsâ'yı, yoldan çıkmış, azgın, zâlim Firavun ve adamlarına elçi olarak gönderdi.[139] Allah, Hz. Mûsâ'ya kardeşi Harun'u da yardımcı olarak verdi ve Mısır'a, Firavun'a ve köleleştirilmiş halkına tebliğini sunmak üzere gönderdi.[140] Firavun'un bütün azgınlığına rağmen yumuşak sözlerle hitabına başlayan Hz. Mûsâ, Firavun'dan İsrâiloğullarını serbest bırakmasını istedi.[141] Hz. Mûsâ onlara apaçık âyetlerle geldiği halde Firavun yalanladı ve ilk atalarından böyle bir şey işitmediğini, Mûsâ'nın kendilerinin örnek dinlerini değiştirmek için gelmiş bir sihirbaz olduğunu ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalıştığını söyledi.[142] Yine Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'un davetine karşılık Firavun, onları nankörlükle suçladı, tehdit ve alaylarından sonra onları ülkesinin en iyi sihirbazlarıyla yarıştırdı. [143]
Hz. Mûsâ, bir taraftan Firavun ve ileri gelen adamlarıyla mücadele ederken, diğer taraftan da İsrâiloğullarını eğitmeye, onları Firavun ile olan mücadeleleri için hazırlamaya çalışıyor, yalnız Allah'a dayanmalarını istiyordu.[144] Hz. Mûsâ'nın sabır tavsiyelerine karşı İsrâiloğulları yeterli mücadeleyi vermeden hemen kurtarılmaları gerektiğini düşünüyorlar, “inandık” diyerek Mûsâ peygamberin yanında olduklarını söylemelerinin kurtuluşları için yeterli olduğunu sanıyorlardı. “Sen bize gelmeden önce de işkence ediliyordu, sen geldikten sonra da.” diyorlardı. [145]
Firavun'un zulmünden korkan İsrâiloğullarından ancak küçük bir grup Hz. Mûsâ'ya inandı.[146] Zaten Firavun da onları pek adam yerine koymuyordu.[147] Ama yine de onlar kendilerini doğru yola iletmeyen, kendilerini küçümseyen Firavun'un emrine uymuşlardı. Firavun'un gözünde onlar bir hiçti, kendisi Mısır'ın tek hâkimi,[148] yeryüzünde büyük bir yere sahip,[149] insanları korkutacak, sindirecek gücü olan,[150] bundan dolayı da tuğyan etmekten geri durmayan biriydi.[151] Tüm bu özellikleriyle Firavun, onları doğru yola götüremezdi ve de götürmedi, sapıklığa itti.[152] Fakat Firavun bunu yaparken, dünyadaki tüm sapık azgınların yaptığı gibi doğruluk(!) adına yapıyordu. Bir konuşmasında şöyle diyordu: “Ben size ancak doğru gördüğüm yolu gösteriyorum ve sizi ancak doğru yola götürüyorum.” [153]
Onun yaptığı zorbalık, zulüm, azgınlık ve tuğyan, halkının yüce menfaatleri için gerekliydi, kendisi son derece iyi niyetli(!) olduğu halde, Hz. Mûsâ ve yanındakiler bunu anlamıyordu. O, Hz. Mûsâ'nın dâvetine anlam veremiyor ve “Ey Mûsâ, sanıyorum ki sen büyülenmişsin” diyordu. Firavun'un bu sözüne Hz. Mûsâ'nın karşılığı gayet açık ve çıldırtıcıydı: “Ey Firavun, ben de seni mahvolmuş olarak görüyorum.”[154] Firavun, Hz. Mûsâ'nın kendisine karşı bu rahat konuşması karşısında bir gün sinir krizi içinde “bırakın beni, şu Mûsâ'yı öldüreyim de o gitsin Rabbini çağırsın da kurtulsun”[155] diye bağırmıştı. Ama onu öldürmek hesaplarına gelmediği için öldürmediler. Allah'ın hesabı ise herkesin hesabını kuşatacak kadar güçlü ve kapsamlıydı. Onların hesapları ise çok zayıf ve basitti. [156]
Hz. Mûsâ, yıllarca süren çalışmalarıyla İsrâiloğulları içinde sabreden (direnen) bir topluluk oluşturmaya muvaffak oldu.[157] Ve beklenen an geldi. Allah'ın “kullarımı geceleyin yürüt, Firavun'un yetişmesinden korkma!”[158] emriyle Hz. Mûsâ kavmini Mısır'dan çıkarttı. İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ ile çıkışlarını ve Kızıldeniz'i geçişlerini Kur'an şöyle anlatıyor: “Mûsâ'ya: 'Kullarımı yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz, diye vahyettik. Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi. Onlara şöyle dedi: 'Şüphesiz ki, bunlar (İsrâiloğulları) önemsiz bir topluluktur. Böyle iken onlar bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise uyanık bir toplumuz.' Bu suretle Firavun ve kavmini bostanlardan, akarsulardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. İşte çıkarışımız böyle oldu. Ve İsrâiloğullarını onlara mirasçı kıldık. Derken Firavun ve taraftarları güneş doğarken onların arkalarına düştüler. Ne zaman ki iki ordu birbirine girdi, Mûsâ'nın ashâbı dedi ki; 'muhakkak erişilip yakalandık.' Mûsâ 'hayır' dedi. 'Şüphesiz ki Rabbim benimle beraberdir. O, beni selâmet yoluna iletecektir.' Bunun üzerine Mûsâ'ya; 'Asanı denize vur' diye vahyettik. Vurunca derhal deniz yarıldı. Her parçası kocaman dağ gibi oldu. Ötekileri de (Firavun ve ordusunu) buraya yanaştırdık. Mûsâ ile beraberinde olan kimseleri toptan kurtardık. Sonra diğerlerini suda boğduk. Bunda elbette bir ibret vardır. Fakat onların çoğu iman etmiş değildi.” [159]
Daha dün havasından yanına varılamayan, yeryüzünün büyük tâğutu, kendisini halkının tek ilâhı gören, yeryüzünde büyüklük taslayan, hiç ölmeyeceğini sanan Firavun, şimdi boğuluyor ve daha önce hiç değer vermediği Mûsâ ve Harun'un Rabbine iman ettiğini, O'ndan başka ilâh olmadığını ve artık O'na teslim olduğunu söylüyordu. [160]
Allah onu ve askerlerini ateşe çağıran önderler olarak yakaladı, denizde boğdu ve kıyamete kadar da adlarının lânetle anılmasını sağladı. Kıyamet günüyse onlar çirkinleştirilmiş ve kovulmuş kimselerden olacaklardır. [161]
Firavun'dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
Allah, İsrâiloğullarını ihsânına mazhar ettiği, diğer toplumlara karşı üstün kıldığı halde onlar, Allah'ı bırakıp, başka putlar istiyorlardı. “İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Denizi geçince, orada kendilerine ait birtakım putlara tapan bir kavme (buzağıya tapan Amalika kavmine) rastladılar. Bunun üzerine: 'Ey Mûsâ, onların nasıl tanrıları (putları) varsa, sen de bizim için öyle bir tanrı yap!' dediler. Mûsâ: 'Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz' dedi. Şüphe yok ki, bunların içinde bulundukları (din) helâke mahkûmdur, yıkılmıştır. İbadet diye yapmakta oldukları da bâtıldır, boş şeydir. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size ilâh olarak, Allah'tan başka bir tanrı mı arayacakmışım?” [162]
İsrâiloğulları Kızıl Deniz'i geçtikten sonra susadılar, kavurucu sıcaktan rahatsız oldular. Bu durumlarını Hz. Mûsâ'ya arzettiler. “Biz İsrâiloğullarını oymaklar halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ'ya 'asanı taşa vur!' diye vahyetti. Derhal ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki) 'Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin.' Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil; kendilerine zulmediyorlardı.” [163]
Mısırlılarla beraber yaşamaları sebebiyle İsrâiloğullarının kalplerinde putperestlik iyice kök salmıştı. Bunun en belirgin görüntülerinden biri, altın buzağıya tapmalarıdır. İsrâiloğulları Firavun'dan kurtulup Sina'ya geçtikten sonra Hz. Mûsâ, kavmini Hz. Hârun'a bırakarak Tur dağına gitti. Çünkü daha önce Allah Teâlâ ile kırk gece için sözleşmişti.[164] Bu buluşmada Allah ona Kitab'ı ve Furkan'ı verdi.[165] Ancak İsrâiloğulları onun gelmesine kadar sabredemediler ve Hz. Harun'un tüm uyarılarına rağmen Sâmirî'nin önderliğinde bir buzağı heykeli yaparak ona tapmaya başladılar. “Allah, Mûsâ'ya; 'Biz senden sonra kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.' buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vâdinizden döndünüz? Dediler ki: 'Biz sana olan vâdimizden, kendi kudret ve irâdemizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır'lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı. (Sâmirî'nin telkini ile zînetleri eritmek ve buzağı yapmak için ateşe attılar.)
Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun üzerine: 'İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ'nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu. O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine ne bir zarar ve ne de bir fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi? Hakikaten Harun, onlara daha önce: 'Ey kavmim! demişti, siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah'tır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin.' Onlar: 'Biz dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!' (Mûsâ, döndüğünde:) 'Ey Harun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsi mi oldun?' Harun: 'Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı yolma! Ben, senin; 'İsrâiloğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!' demenden korktum.' Mûsâ: Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî? dedi. O da: 'Ben onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevherlerin içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi' dedi. Mûsâ: 'Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen; 'bana dokunmayın!' diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız! Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” [166]
Hz. Mûsâ, içinde Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve rahmet olan levhaları aldı ve kavmine tebliğ etti. Onları temizlemeye, Allah'a sâlih kullar olarak her türlü geçici, gerçek gücü olmayan, Allah tarafından yaratılmış şeylere kulluktan kurtarmaya çalıştı. Allah onları çeşitli rızıklarla besledi ve onlara tertemiz sular vererek ikramda bulundu. Onları buluttan gölgelerle gölgelendirdi.[167] Fakat onlar bunu az bularak Hz. Mûsâ'dan kendilerine daha başka sebze ve meyvelerden vermesi için Allah'a dua etmesini istediler. Allah da onlara istediklerinin yerine gelmesi için yakınlarındaki bir şehre karşı hareket etmeye çağırınca onlar hemen yan çizdiler. Ve sonuçta zillet ve meskenet (yoksulluk) damgasını hak ettiler, Allah'ın gazabına uğradılar.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarını Firavun'dan kurtarmıştı, ama onları başıboşluklarından, vurdumduymazlıklarından ve Allah'ın emirlerine karşı hareketsizliklerinden kurtaramıyordu. Hz. Mûsâ onları ne zaman bir emrin yerine getirilmesi için çağırsa yüz çeviriyorlar, o işi yerine getirmemek için ellerinden gelen her çareye başvuruyorlardı. Hz. Mûsâ bir keresinde bir buzağı kesmeleri konusundaki Allah'ın emrini onlara bildirmişti. Onlar, hemen kesmemek için onun nasıl bir buzağı olduğunu, rengini, yaşını vb. sormaya başlamışlar, en sonunda soracak bir şey bulamayınca kesmişlerdi, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.[168] Onlar peygamberle-rinin kendilerine olan emirlerine karşı küstahça “işittik/anladık, isyan ediyoruz” diyerek meydan okuyorlardı.[169] Bir defasında da Hz. Mûsâ onlara Allah'ın kendilerine olan nimetlerini hatırlatıp Allah için kendilerine va'd edilen toprakları ele geçirmeğe davet edince onlar her zaman olduğu gibi yine yan çizmişler ve “sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturuyoruz” demişlerdi. [170]
İşte İsrâiloğulları kendilerine her türlü zulmü yapan, onları köleleştiren Firavun'dan kurtaran Hz. Mûsâ'ya karşı istikrarlı bir şekilde lâkayt ve küstahça davranışlarını sürdürüyorlar, pek azı hariç itaate yaklaşmıyorlardı. Hz. Mûsâ'nın sağlığında böyle olan bu kavim, ondan sonra da aynı huylarını sürdürmüştür. Onların bu halini Kur'an-ı Kerim, çeşitli ifadelerle anlatmaktadır. Meselâ şu âyetler, onların genel karakterinin anlaşılması için yeterli bilgiyi verir:
“İçlerinden pek azı hariç, onlar hâindir. [171]
“Onlar, sözlerinden dönerler, kelimeleri tahrif ederler/yerlerinden değiştirirler ve uyarıl-dıkları şeyden pay (öğüt) almayı unuturlar.” [172]
“Onlar fâsık bir topluluktur.” [173]
“Onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasaklanan şeylerden vazgeçmezler.” [174]
“Onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ederler, peygamberleri kendilerine hoşlanmadıkları bir şey getirince büyüklük taslayarak reddederler, peygamberlerini yalanlar veya öldürürler.” [175]
“Yaptıkları kötülüklerden dönmezler, ısrarla devam ederler.” [176]
İsrâioğulları genel olarak bu olumsuz özelliklerine rağmen içlerinden sabredip takvaya sarılanlar çıkabiliyor ve Allah da onlardan yol gösterici imamlar/önderler çıkararak onları kurtarıyordu.[177] Yine Hz. Mûsâ'dan sonra İsrâiloğullarına lider olarak seçilen Tâlût'a takva ile sabrederek uyanlar çıkmış ve Allah o çok küçük topluluğu düşmanlarına karşı galip getirmişti.[178] Çünkü Allah sabredenlerle/direnenlerle beraberdir. Sabreden topluluk az da olsa, Allah'ın izniyle çok topluluğa galip gelecektir. [179]
Hz. İsa ve Benî İsrâil
Hz. İsa, tüm kötü vasıfları içine iyice sindirmiş, İncil'in tâbiriyle “İsrâil evinin kaybolmuş koyunları”na[180] tebliğe başlayınca onlar ona karşı tuzaklar kurmaya, iftira ve yalanlama kampanyasına başlamışlardı. Onun sihirbaz olduğunu iddia ediyorlardı.[181] Oysa Hz. İsa onlara örnek alacakları bir lider olarak gönderilmiş, çeşitli mucizelerle desteklenmiş, kendilerine daha önce haram kılınan bazı şeyleri Allah'ın izniyle helâl kılarak onların yükünü hafifletmek için gelmiş olmasına rağmen İsrâiloğulları ona tuzak kurmaktan geri durmamışlardı.[182] Çünkü onların örneğe, lidere ihtiyaçları yoktu ve kendi kendilerine yeteceklerine inanmaktaydılar ve diledikleri gibi yaşayacaklardı. Sonuçta bu çabalarıyla Hz. İsa'yı öldürdüklerine inanarak ondan kurtulmuş olmanın övüncüyle yollarına devam etmişlerdi.[183] Ve onların bu konudaki tavırları Kur'an'da şöyle anlatılır:
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi/sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” [184]
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
Hicretten önce Hz. Muhammed (s.a.s.), İsrâiloğullarıyla çok fazla bir ilişkiye girmemiştir. Mekke'de daha çok yabancı unsur olarak hıristiyanlar bulunmakta iken, yahudilerin asıl yoğun olarak bulundukları yerler, Medine ve Hayber'di. Kur'an-ı Kerim'deki bazı ifadelerden Mekke'lilerin İsrâiloğullarıyla ilişkileri olduğunu anlamaktayız. Meselâ, Mekke'li müşriklerin inkârına karşılık Şuarâ suresindeki bir âyet, İsrâiloğulları âlimlerinin Kur'an'ın doğruluğuna şahitliklerini delil olarak gösterir.[185] Yine benzer bir ifade de Ahkaf suresinde yer alır. [186]
Bu âyetlerin dışında genel olarak “eh-i kitap” ifadesiyle yahudi ve hıristiyanları birlikte ifade eden birçok Mekkî âyet vardır. Bu âyetleri incelediğimizde Mekke'deki ehl-i kitab'ın Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e karşı olumlu bir tavır içinde olduklarını söyleyebiliriz. [187]
Hicretten itibaren İsrâiloğullarının bu olumlu tavrı, yerini yavaş yavaş yalanlamaya, ilgisizliğe, bazen de asılsız iddialarla iftiralara varan bir seyir takip etmiştir. Hatta onlarla mücadelenin, Hicret'ten önce Medine'de müslümanlar belli bir taban oluşturmaya başladığı günlerde başladığını söyleyebiliriz. Mekkî dönemin son suresi sayılabilecek Ankebut suresindeki şu âyet, bunu çağrıştırmaktadır: “İçlerinden zulmedenler hariç Kitap ehliyle en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir ve biz O'na teslim olanlardanız.” [188]
Bu mücadele, özellikle Hicretin ilk yılında sıcak bir çatışmaya dönüşmedi. Ancak müslümanların gittikçe güçlenmesi Medine'de İslâm'dan önce önemli bir güç olan yahudileri rahatsız etmeye başladı ve onlar da bu rahatsızlıklarını çeşitli şekillerde ifadeye başladılar. İlk sıcak çatışma Medine'deki üç yahudi kabilesinden biri olan Benî Kaynuka ile yaşandı. Hicrî birinci yılın sonlarına doğru önce kendilerini İslâm'a davet eden Hz. Peygamber'i tehdit eden Benî Kaynuka yahudileri, arkasından da kendilerine ait bir kuyumcu dükkânında bir müslüman kadına saldırıda bulundular ve kadına yardım etmeye gelen bir müslümanı da şehid ettiler. Ve bu olaylardan sonra müslümanlar, Benî Kaynuka yahudileri ile savaştılar ve sonuçta Medine'den topluca sürüldüler. Diğer bir yahudi kabilesi olan Benî Nâdir ise Bedir savaşında müslümanların galibiyetinden son derece rahatsız oldular. Onlardan biri olan şair Kâ'b bin Eşref'in Mekke'li müşrikleri müslümanlar aleyhine kışkırttı ve müslümanlar tarafından cezalandırıldı. Medine sözleşmesindeki yükümlülüklerini yerine getirmeye yanaşmamaları ve kendileriyle görüşmek üzere mahallelerine gelen Peygamberimiz'e suikast girişimleri müslümanlarla Benî Nâdir yahudilerini savaş noktasına getirdi. Sonuçta müslüman olanlar Medine'de kaldı, diğerleri sürüldü.
Üçüncü yahudi kabilesi Benî Kureyza ise müslümanların en hassas günlerini yaşadıkları Hendek savaşında sözleşmelerini bozarak Mekke'li müşriklerle işbirliğine girdiler. Ve Hendek savaşından hemen sonra da kuşatılarak teslim olmaya zorlandılar. Ve Tevrat'ın hükümlerine göre yargılanarak öldürüldüler. Böylece Hicret'in beşinci yılından itibaren Medine, yahudilerden tamamen temizlenmiş oldu. Hicrî 7. yılda Hayber'in fethiyle Arabistan yarımadası yahudilerden tümüyle temizlendi.
Müslümanların Medine'ye hicreti ve orayı merkez edinmelerinden sonra müslümanlar ile İsrâiloğulları, aynı bölgede yaşamaya başladılar. Yahudilerin İslâm'a karşı tavırlarına paralel olarak Kur'an'ın onlar hakkındaki anlatımları da sertleşmiştir. Mekkî surelerde daha çok onların Firavun ile olan ilişkileri ve ondan kurtulduktan sonra Hz. Mûsâ ile birlikte geçirdikleri günler anlatılır. Bu anlatımlar içinde de onların acelecilikleri, Hz. Mûsâ'ya karşı olan olumsuz tavırları ve buzağıya tapmaları gibi olumsuzlukları A'râf, Tâhâ, Şuarâ ve Kasas gibi Mekkî surelerde dile getirilmekle birlikte o gün yaşamakta olan İsrâiloğullarıyla bağlantılar kurularak yapılan anlatımlar, Medine'de inzal olan Bakara, Âl-i İmran, Nisâ ve Mâide gibi surelerde de yer almıştır.
Peygamberimiz, Hicretten sonra onların müslüman olmaları için sürekli çalışmış, mahallelerine giderek onlara tebliğde bulunmuştur. İçlerinden bir kısmı müslüman olmakla birlikte, çoğu İslâm'a girmeye yanaşmamıştır. Özellikle Medine döneminin ilk suresi kabul edilen Bakara suresinde İsrâiloğullarının geçmişteki olumsuz tavırlarına devam ettikleri vurgulanmıştır. Bu anlatımlarda onlar, atalarının karakterinden ayrılarak İslâm'a samimiyetle bağlanmaya çağrılmışlardır. Daha önceden bir peygamberin gelmesini bekleyip durdukları hatırlatılarak, gönderilen peygambere uymaları istenmiştir.[189] Ancak onlardan çoğu “atalarının yolu”na uymakta ısrar etmişlerdir. [190]
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
- Allah'a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, [191]
- Maymunlaşmak, [192]
- Kör ve sağır kesilmek, [193]
- Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, [194]
- Yalnız Allah'a güvenip sadece O'ndan korkmamak, [195]
- Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak, [196]
- Güzel nimetlere nankörlük, [197]
- Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, [198]
- Fesat/bozgunculuk, [199]
- Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek, [200]
- Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, [201]
- “Gözümüzle görmeden inanmayız” demek, [202]
- İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, [203]
- Kitab'ı değiştirmek, [204]
- Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak, [205]
- Hakka bâtılı karıştırmak, [206]
- Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, [207]
- Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, [208]
- Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, [209]
- Ahireti dünyayla değiştirmek, [210]
- İsyankârlık ve aşırı gitmek, [211]
- “İşitittik ve isyan ettik” diyecek kadar küstahlaşmak, [212]
- Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, [213]
- Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, [214]
- Firavun'un işbirlikçisi kapitalist Karun'a özenmek, [215]
- Rüşvet alıp vermek, [216]
- Fâiz yemek, [217]
- Başkalarının malını haksız yere yemek, [218]
- Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, [219]
- Cimrilik (Kendi malında), [220]
- Müsrif olmak/savurganlık, [221]
- Nankörlük, [222]
- Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, [223]
- Zâlimlik, [224]
- Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, [225]
- Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, [226]
- Kalbin mühürlenmesi, [227]
- Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, [228]
- Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak, [229]
- İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak, [230]
- Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, [231]
- Şeytana tâbi olmak, [232]
- Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, [233]
- Mü'minleri de saptırmaya çalışmak, [234]
- Mü'minlere inanmamak, [235]
- Kendi yanlış dinlerine davet etmek, [236]
- Mü'minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek, [237]
- Allah'ın nurunu söndürmek istemek, [238]
- Mü'minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak, [239]
- Hâinlik yapmak, [240]
- Antlaşmalara uymamak, [241]
- Bir insanın (Hz. İsa'nın) tanrılığını iddia etmek, [242]
- Kur'an'ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek, [243]
- Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık” demek, [244]
- Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah'tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, [245]
- Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak, [246]
- Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak, [247]
- Rasül'e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. “Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin” demek, [248]
- Göre göre, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, [249]
- Bilginlerini tanrı edinmek, [250]
- Tekrar tekrar dinden dönmek, [251]
- Allah'ın rahmetinden kovulmak, [252]
- Lânetlenmek ve Allah'ın gazabına uğramak, [253]
- Dostlukları olmaz. [254]
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım” diyenlerce aynen uygulanan şu yahudi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, [255]
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma, [256]
Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri, [257]
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri, [258]
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, [259]
Sözlerinde durmamaları, [260]
Sihirle uğraşma, [261]
Ahlâkî dejenerasyon, [262]
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma, [263]
Bilginlerini tanrı edinmek, [264]
Dini tahrif, [265]
İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmediçe inanmayacağız” demek, [266]
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, [267]
Gerçeği bile bile inat, [268]
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek. [269]
Onlar ve Biz
Bugün İslâm toplumu dediğimiz toplum, İsrâiloğullarının olumsuzluklarla dolu tarihinin ve geleneklerinin mirasçısı görünümünü arzetmektedir. Meselâ, Kur'an-ı Kerim onlara yönettiği “Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” ([270]) sorusunun muhatabı olan sayılamayacak kadar insanımız vardır. Yine Tevrat, kendilerine yükletildiği halde onun emirlerini yerine getirmeyenlerin durumunu kitap yüklü merkeplere benzeten Kur'an'ı[271] okurken, ister istemez Kur'an'a inandığını söyleyen ve onu kabul ettiğini, hatta öğrendiğini sandığı halde ümmîler gibi hareket eden nice insanımızın varlığını görerek Allah Teâlâ'nın çevremizdeki insanlardan binlercesine Kur'an'ı yüklenen merkepler olarak baktığını düşünmeden edemiyoruz. İsrâiloğulları ile bizim aramızdaki en büyük fark, bize vahiy olarak gelen Allah'ın kitabına olan samimi bağlılığımız ve ona uymamak için bahaneler aramayışımız olacaktır. Bunu yapmayınca Kur'an'ın onlar için anlattığı tüm olumsuzlukları kendimiz için düşünmemiz gerekecektir. Çünkü isrâiloğullarını Kur'an'ın kötülemesinin sebebi, onların Kitab'a ve Rasüllerine karşı olan lâkayt tavırlarıdır, keyfî hareketleri ve her şeyi dünyalık ucuz menfaatlerine göre hesaplayan bir mantığın temsilcisi olmalarıdır. [272]
Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
Yahudiler, başlangıçta müslüman idiler. Daha sonra dejenere olarak yahudileştiler. Yahudileşmek, sadece Benî İsrâil için ve tarihte kalmış bir problem değil; tüm insanlık için ve bütün zamanlarda bir büyük problem ve risktir. Yahudileşmek, Hz. Muhammed ümmetinin kıyametidir.
Yahudilik, etnik ve teolojik yönleri olan çift cinsiyetli bir kavramdır. Tabiatı icabı, hem “İsrâiloğulları kavmine mensup olma” anlamına etnik kimliği ifade eder; hem de İsrâiloğullarının dini olan “Mûseviliğe/yahudiliğe mensup olma” anlamına dinî kimliği ifade eder.
Yahudileşme ise, etnik ve dinî menşe itibariyle yahudiliğe mensup olmadığı halde onlar gibi olma, onlara benzeme, onların tavır ve davranışlarını gösterme mânâsına gelir. Yahudileşme temâyülü ise, sosyolojik olmaktan daha çok bireysel bir eğilimdir ve tek tek her insanda örtük bir biçimde bulunabilir. Bu temâyül, her bünyede bulunup da, vücut, direncini kaybedince ortaya çıkan bulaşıcı bir virüs gibi, ortamını bulduğunda bir tavır ve davranış biçimine dönüşür ve bulaşıcılığı sayesinde toplumsal bir felâket halini alır. Yahudileşmiş bir toplumu ya da sistemi ortaya çıkaran, tek tek fertlerdeki yahudileşme temayülü olsa gerektir.
İsrâiloğulları konusu, eğer bu ümmeti doğrudan ilgilendirmiyorsa, Kur'an'ın bu konuya yüzlerce âyet ayırmasının anlamı ne olabilirdi? Kur'an'da hiçbir kavim ve din mensubundan İsrâiloğullarından söz edildiği kadar geniş söz edilmez. Kısaca Kur'an'da İsrâiloğullarının yahudileşme sürecini anlatan âyetlerin bir sayım-dökümünü yaptığımızda, bu konu ile doğrudan ilgili olan âyetlerin sayısının 712 adet olduğunu görürüz. Yahudileşme süreciyle dolaylı ilişkisi olan diğer âyetleri de sayacak olursak, bu rakam en az ikiye katlanacaktır. Kaldı ki, olayla doğrudan ilgili âyetlerin toplamı olan 712 rakamı bile Kur'an'ın tamamı göz önüne alındığında 10'da biri aşan bir oran tutmaktadır. Bunca âyeti, sadece tarihte yaşamış bir kavmin hikâyesi olarak görmek, Mekke müşriklerinin Kur'an'a yaklaşımı olan “eskilerin masalları” mantığını benimsemekten başka bir manaya gelmez. İsrâiloğullarına Kur'an'da bu kadar fazla yer verilmesinin sebebi, bu ümmeti gelecekte bekleyen “yahudileşme tehlikesi”ne dikkat çekmek, Muhammed ümmetini yahudileşme tehlikesinden korumaktır.
Her mü'minin her gün onlarca kez “gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna iletme!”[273] duâsını tekrarlamak zorunda olması, Kur'an'ın bunca yer vererek uyardığı tehlikenin büyüklüğünün başka bir işaretidir. Fâtiha'nın sonundaki bu âyeti her okuyuş, “Allah'ım, bizi yahudileştirme! Allah'ım, bizi hıristiyanlaştırma!” anlamına gelmektedir. Bu duanın namazın her rek'atında tekrarı, yahudileşme tehlikesinin büyüklüğüne işarettir. Bunun anlamı, bir bilincin sürekli diri tutulmasıdır. Yahudileşmeye karşı kendisine iman edenleri sürekli uyanık halde tutan Kur'an, tarihin tekerrür etmemesi için İsrâiloğullarının yahudileşme serüvenini bir ibret vesikası olarak gündemde tutmaktadır.
Kur'an'da bunca yer tutan İsrâiloğullarının yahudileşme sürecinin müslümanlar tarafından amacına uygun bir biçimde anlaşılıp ibret alınmasının önündeki en büyük engel “lânetli kavim” anlayışıdır. Allah'ın, meleklerin ve insanların lânetlediği herhangi bir kavim, ya da belli bir kavme mensup olan kişiler değil; bir tavır, eğilim, eylem ve onlara kaynak olan “mantık”tır. İsrâiloğulları, Allah kendilerini âlemler içerisinden seçip vahyi üstlenme nimetini verdiği halde bu lânetli tavra/mantığa saplanıp yahudileştiler. Ümmet, ya da ümmetin içerisinden herhangi bir grup aynı tavıra/mantığa saplanırsa o zaman o da “lânetli mantığa” yakalanmış, yahudileşme temâyülüne girmiş demektir. Allah bu sürece giren toplulukların elinden hilâfet emanetini, aynen yahudileşen İsrâiloğullarından aldığı gibi alacaktır. “Ey iman edenler, kim Allah'ın yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları sever, onlar da O'nu.” [274]
İmanda Pazarlık
“Bir zamanlar da şunu söylediniz: 'Ey Mûsâ, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.' Bunun üzerine, bön bön bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.”[275] İmanda pazarlık etmek, bir yahudileşme alâmetidir. İsrâiloğulları, Allah'ın birçok mucizesini gördüler. Mısır'a gelen on belâ, sihirbazların sihirlerinin boşa çıkıp onların iman etmesi, denizin yarılması, kayalık araziden suların fışkırması ve hepsinden öte Hz. Mûsâ'nın Mısır kralının soykırımından kurtularak onun kucağında yetişmesi bunlardan bazıları. Allah'ın varlığına bunlardan büyük delil mi olurdu? Fakat onlar, “Allah'ı hakkıyla takdir edememişlerdi.” İsrâiloğulları, Allah'a itimatsızlıkları yüzünden peygamberleri ile imanda pazarlık yapıyorlardı: “Sen Allah'ı bize göster, biz de inanalım.”
Allah, bu ümmetin de İsrâiloğullarının peygamberleriyle pazarlık yapmak için onlardan kimi taleplerde bulunmasına benzer isteklerine set çekiyordu: “Yoksa siz de daha önce Mûsâ'ya sorulup/istekte bulunulduğu gibi, peygamberinize sormak/istekte bulunmak mı istiyorsunuz?”[276] Pazarlıklı iman “yahudi imanı”dır. Pazarlıksız iman İbrahim'in imanı, yani “İbrahimî iman”dır. İbrahimî imanda Allah'a itimat, güven, emniyet ve teslimiyet vardır. İbrahimî imanda şike, danışıklı dövüş, tereddüt, bahane, mazeret, taviz yoktur. İbrahimî iman sahibi bilir ki, imanda taviz, yahudileşme alâmetidir. İmanından taviz veren felâh bulmaz. İbrahimî imanda, ateşe atlanması gerekiyorsa göz kırpmadan atlanır. Putları kırmak, bunu göze almayı gerektirir. Tarih boyunca put kırıcı tüm İbrahimî iman sahipleri, putçular nezdinde put kırmanın bedelinin çok ağır olduğunu bilirler.
“Ey iman edenler, iman edin...” [277]
Yani, ey pazarlıklı iman edenler, yüzdelikli iman edenler, yarım yamalak iman edenler! Pazarlıksız, yüzde yüz, adam gibi iman edin.
Ey, biraz müslüman, biraz lâik olmak için Allah'la pazarlık edenler!
Ey, göklerin hâkimiyetini Allah'a, yeryüzünün hâkimiyetini tâğutlara verenler!
Ey, Allah'ıma da inanırım, falcıma ve burcuma da diyenler!
Ey, Allah rızası için yaptığını söyleyip, karşılığının tümünü kullardan bekleyenler!
Ey, Allah yolunda çektiği eziyet ve belâların faturasını Allah'a çıkarıp Rabb'ına şantaj yapanlar!
Ey, ölünceye kadar isyan içinde yaşayıp sonunda vereceği “sus payı” (iskat) ile kurtulacağını sananlar!
Ey, mücadelesinde başarıya ulaşamayınca işi tam yahudiler gibi ticarete bozup Allah'a kahredemediği için dâvâsına kahredenler!
Bu tavırlarınız hep birer yahudileşme alâmetidir. Yahudileşmeyin; imanda pazarlık olmaz. İman etmek, gök oluğunun altına başı tutmaktır. O oluktan ne akarsa kabul etmektir. İman etmek, Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmaktır, tıpkı Hz. İbrahim gibi: “Rabbi, kendisine 'teslim ol!' dediğinde, dedi: 'teslim oldum âlemlerin Rabbine!” [278]
Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı Kur'an tasdik eder. Tevrat'ı bir nur ve öğüt,[279] hidâyet kaynağı,[280] bir hidâyet ve rahmet[281] olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur'an, Tevrat'ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp 'bu Allah katındandır' diye yalan söylemektedirler.[282] Allah'ın kelâmını değiştirmektedirler.[283] Kelimeleri konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar.[284] Vahyi gizlemektedirler.[285] Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler. [286]
İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat'ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz.” [287]
Tevrat'ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat'ta Allah'a oğul isnâd edilir.[288] Allah'ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir.[289] Allah'a yorgunluk isnâd edilir.[290] Allah'ın, Hz. Yakub'la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. [291]
İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat'ta: Hz. Âdem, Allah'ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah'a hem Âdem'e iftira edilir: “İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu.”[292] Hz. Nuh'a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile kaldığı söylenir.[293] Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken'an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır.[294] Hz. İbrahim de Tevrat'taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra'yı kendi elleriyle Firavun'a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. [295]
Hz. Yakub, Allah'a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir.[296] Hz. Harun, Tevrat'a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir.[297] Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya'ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir.[298] Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir.[299] Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir. [300]
İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmele-rini Kur'an şiddetle yerer. Tevrat'ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur'an'da da yer alır. Ne ki, Kur'an, kendisinde adı geçen hiçbir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak hiçbir rivâyete yer vermez. Üstelik, tevrat'ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla itham edilen Hz. Hârun'dur. Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini aktarır.[301] Tevrat'ta iftira edilip de Kur'an'ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş Tevrat' ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri olarak lanse edilir.[302] Kur'an ise, yahudilerin bu iftirasını “Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular” diye reddederek Hz. Süleyman'ı “Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu” ifadesiyle aklar. [303]
Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur'an'da, Tevrat'ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır. Burada esas olan, asıl Tevrat'ta doğrusunun anlatıldığından kuşku duymadığımız peygamber kıssalarının niçin tahrif edildiği ve yahudileşen İsrâiloğullarının hayatlarına vâkıf oldukları kendi peygamberlerine böylesine iğrenç isnat ve iftiraları hangi sebeple yaptıklarıdır. Bu sebeplerden biri siyâsî idi: İsrâiloğulları âlimleri, uzun süren sürgün ve işgal yılları sırasında her türlü tecavüz ve ahlâksızlığın revaç bulduğu yahudi toplumunu kendilerine bağlayabilmek için böyle yalanlar uyduruyorlardı. Güya böylelikle zulme ve tecavüze uğramış toplumu teskin ederek millî bir görev icrâ ediyorlar ve toplumu moralize ediyorlardı. İkinci sebep ekonomik idi: İsrâiloğulları âlimleri aslî görevleri olan dini tebliğ etme vazifesini bırakıp işi yatırımcılığa, hatta halktan topladıkları parayla tefeciliğe dökmüşlerdi. Bu kötü alışkanlıklarından millî felâketler sırasında dahi vazgeçmiyorlardı. Bunun için halkın bozulan ahlâkını dine uydurmak yerine; dini tahrif ederek halka uyduruyorlardı. Sonuçta, ahlâksızlık yapan insanlara “bakın bunu yapan sadece siz değilsiniz, falan büyük, filân ulu kişi de böyle yapmış” yollu teselli metotları geliştiriyorlardı.
Bu tür bir tahrif yönteminin farklı bir biçimde günümüz İslâm toplumları arasında da revaçta olduğunu müşâhede ediyoruz. İlkesizliğin pençesinde olan kimi sorumsuz âlimler, ucuz bir popülizmi bayraklaştırıp halka ve yöneticilere şirin görünmek için dinin değişmez değerlerini zorluyorlar. En azından iyiliği yayma ve kötülüğe engel olma noktasında görevlerini tavsatıyorlar. Halkı dine uydurmak yerine; dini halka uyduruyorlar. Câhil yığınların önünde onlara klavuzluk edecekleri yerde yığınların ardına takılıp sürüden biri haline geliyorlar.
Belki peygamberlerine yahudileşen İsrâiloğulları gibi doğrudan iftira etmiyorlar, lâkin ne hayatlarıyla, ne davranışlarıyla ve ne de duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek” olabiliyorlar. Aksine “örneği” unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen “öldürmüş” oluyorlar. Tabii bu da peygamber-lere yapılabilecek dolaylı bir hakaret anlamına geliyor. Birgün birileri çıkıp peygamberlerine ve onun yakınlarına en olmadık iftiraları yapıştırıp, ağıza alınmayacak küfür ve ithamlarda bulununca, aynen İsrâiloğulları toplumu gibi “neme lazımcılıkla” sineye çekiyorlar.
Tevrat'ın tahriften korunamamasının temel sebebi, Allah'ın onu korumayı Benî İsrâil âlimlerine vermiş olmasıdır: “Rabbânîler ve ahbâr da Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildikleri için, onu koruyup kolluyorlardı. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun da âyetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.”[304] Ne ki, Allah'ın Tevrat'ı koruma işini kendilerine emanet ettiği İsrâil oğulları âlimleri Allah'tan korkmayıp emanete ihanet ettiler. Görevlerini yerine getirmediler. Allah'ın hükmü ile hükmetmediler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri ve o hükümlerin içinde yer aldığı vahiy unutuldu.
Mûsâ ümmetinin Tevrat'a yaptığının benzerini Muhmmed ümmeti de Kur'an'a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur'an olması gerekenler Allah'tan değil de, yöneticilerden korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya, muskalar yazılmaya, anma günlerinde “müsekkin” olarak kullanılmaya başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahudileşme temayülüne kapılsa da, Kur'an'ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat'ın korunmasını daha önce verdiğimiz âyette görüldüğü üzere İsrâiloğulları âlimlerine tevdi etmişken, Kur'an'ın korunmasını bu ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: “Elbette Biz, Biz indirdik Zikr'i (Kur'an'ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz.” [305]
Kur'an, Tevrat'ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla: Tahrif, “geri dönmek, yolu değiştirmek, yoldan çıkmak, bozmak, eğilmek, ayağı kaymak” anlamlarına gelir. Kur'an'da hepsi de yahudileşenler için kullanılır: “Allah'ın kelâmını kökünden bozup değiştiriyorlar.”[306]; “Kelimeleri konuldukları mânâdan çıkarıyorlar.” [307]
Tahrifin bu çeşidini yahudiler sık sık yapıyorlardı. Kur'an'dan öğrendiğimize göre, Rasûlullah'a gelip “bizi dinle” diyorlar, hemen arkasından da “dinlemez olasıca” gibi hakaret ifadesini ekliyebiliyorlardı.[308] “Bizi gözet, kolla” mânâsına gelen “râınâ” ifadesini, dillerini ayın harfinde kırarak çobanımız anlamında “raînâ”ya çeviriyorlardı.[309] “Hıtta” yani, “Ya Rabbi bizi affet” demeleri gerekirken, “buğday” anlamına gelen “hınta” dedikleri de bu örnekler arasındadır.[310] Peygamberimiz döneminde Medine yahudileri de bu tahrifi gündelik hayatlarında bile yapıyorlardı. Hz. Âişe'nin şahid olduğu bir olaydan öğreniyoruz ki, onlar Rasülullah'a verdikleri selâmda dahi tahrifat yaparak “es-selâmu aleyküm” yerine “es-sâmu aleyküm” (kahrol) kelimesini geveliyorlardı. [311]
Bazı müslüman âlimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek yaptıkları tahrife ilginç bir örnek verelim: “De ki, ben de yalnızca sizin gibi bir insanım.”[312] âyetindeki “innemâ” daki “mâ”ya olumsuz anlam vererek, âyeti “De ki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim” gibi tam tersi bir manaya tahrif etmişlerdir.[313] İlginç olan da şudur ki, Kur'an'ın anlamında bu açık tahrifi yapanlar, Hz. Peygamber'i yüceltme adına bu cinayeti işliyorlardı.
b- Tebdil yoluyla: Değiştirerek tahrif etmek mânâsına gelen tebdil, Kur'an'da iki yerde geçer: “Onu kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler.”[314]; “Kelâmı, kendilerine söylenmeyen bir lâfla değiştirdiler.” [315]
Bu tip tahrif Kur'an'da görülmez. Ancak aynı tipte tahrif, aynı gerekçelerle hadis külliyatında çok görülür. Açıklama ve şerhlerin sonradan hadisin metnine dâhil edildiğinin sayısız örnekleri vardır. Bu türden rivâyetlere hadis ilminde “müdrec” denir. Bazılarınca tek lafzî mütevâtir olarak anılan “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadisine belki de öncekilerin tefsir olarak düştüğü “müteammiden (kasıtlı olarak)” notunun, sonradan metne eklenmesi bunun en çarpıcı örneğidir.
c- Gizleme yoluyla: İsrâiloğulları Hz. Mûsâ'ya indirilen kitabın çoğunu gizliyorlardı.[316] Kitaptaki delilleri ve hidayeti gizliyorlardı.[317] Kitap ehlinin gizlediği ilâhî bilgilerden birçok şeyi Kur'an açıklıyordu.[318] Bile bile gerçeği gizliyorlardı. [319]
d- Unutma yoluyla: Kendilerine gönderilen vahiyle hükmetmeyip onu unutulmaya terkediyorlardı. “Uyarıldıkları şeyden bir payı unuttular.” [320]
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir müddet sonra Kitab'ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da Kitab'ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, “tahlit”i (karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur'an buna dikkat çeker: “Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” [321]
Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah'ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivâyetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm'a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivâyetlerle doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur'an'dan şüphe uyandıracak rivâyetlerle, tefsir ve te'vil adı altında nice tahrifat içinde Kur'an'a yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de tezahür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab'ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahudileşme temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel'am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
“Yoksa, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”[322] Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur'an'ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan “tedrîcilik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin, Hz. Peygamber'den Kur'an'da metni bulunan hiçbir âyet için “bu âyet mensuhtur” biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur.
Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahudi ve hıristiyan kaynaklarından ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel'amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir. [323]
Yahudileşme temâyülü, yahudilerden daha tehlikelidir. Çünkü bu ümmet, yahudileşmekten korunabilirse, yahudilerle baş edebilir. Birkaç milyon nüfusla 250 milyonluk Amerika'yı, dolayısıyla dünyayı yöneten yahudilerden daha korkunç olanı, bu ümmetin yahudileşmesidir. Bu ümmet, öncelikle yahudilerle değil; yahudileşmeyle mücadele etmelidir. Bugün, kendi nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü” sonucunda ümmet olarak geldiğimiz vahim nokta ortada. Ümmetin kıyameti, yahudileşme sonucunda koptu. Ümmet coğrafyasının çeşitli bölgelerinden gelen feryatlar, bunun acı habercisi. Her kıyamete bir yeniden diriliş gerek. Eğer nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü”nü frenler, onu “müslümanlaşma temâyülü”ne dönüştürebilirsek, o zaman çölde âvâre kasnakçasına dönüp duran İsrâiloğulları gibi sıkıştığımız şu zaman çölünden “çıkış”a kadir olup, “arz-ı mev'ûd”a değil ama Kur'an'da va'dedilen “nasr-ı mev'ûd”a ulaşabiliriz. [324]
Yahudilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)” bir kimsedir. Kendisiyle münâfık (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[325] Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Ey iman edenler, iman edin!”[326] Gâvurlaşmaya, yahudileşmeye, maymunlaşmaya giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip edenlere ne mutlu!
İsrâiloğullarıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Benî İsrâîl Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 41 Yerde): 2/Bakara, 40, 47, 83, 122, 211, 246; 3/Âl-i İmrân, 49, 93; 5/Mâide, 12, 32, 70, 72, 78, 110; 7/A’râf, 105, 134, 137, 138; 10/Yûnus, 90, 90, 93; 17/İsrâ, 2, 4, 101, 104; 20/Tâhâ, 47, 80, 94; 26/Şuarâ, 17, 22, 59, 197; 27/Neml, 76; 32/Secde, 23; 40/Mü’minş 53; 43/Zuhruf, 59; 44/Duhân, 30; 45/Câsiye, 16; 46/Ahkaf, 10, 61/Saff, 6, 14.
B- Yahûdi Anlamında “Yehûd” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 113, 113, 120; 3/Âl-i İmrân, 67; 5/Mâide, 18, 51, 64, 82; 9/Tevbe, 30.
C- Benî İsrâil Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C1- İsrâiloğullarının Nankörlükleri ve İhânetleri
a- İsrâiloğullarına Verilen Nimetler: 7/A'râf, 160-161, 163, 171; 10 /Yûnus, 93; 17/İsrâ, 6; 20/Tâhâ, 80-81; 44/Duhân, 32-33; 45/Câsiye, 16.
b- İsrâiloğullarına Verilen Nimetlerin Hatırlatılması: 2/Bakara, 40, 48-60, 122, 211.
c- İsrâiloğullarının Nankörlükleri: 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 160-162.
d- İsrâiloğulları Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 83, 93, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A'raf, 164, 169.
e- İsrâiloğulları İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmazlar: 5/Mâide, 79.
f- İsrâiloğulları, Mü'minler Aleyhine Müşriklerle Dostluk Kurarlar: 5/Mâide, 80-81.
g- İsrâiloğulları Tevrat'ı Tahrif Ettiler (Bozdular): 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
h- İsrâiloğullarının Birçoğu Hâindir: 5/Mâide, 13, 32.
i- İsrâiloğullarının İçinden Birçok Önderler Çıkmıştır: 32/Secde, 24.
j- İsrâiloğullarının On İki Boya Ayrılmaları: 7/A'râf, 160.
k- İsrâiloğullarının Firavun'un Elinden Kurtulması: 7/A'râf, 136-138, 141; 10/Yûnus, 90; 44/Duhân, 30-31.
C2- İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri
a- İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri: 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A'râf, 148; 45/Câsiye, 16-17.
b- İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
c- İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
d- İsrâiloğulları Peygamberleri Yalanladılar ve Öldürdüler: 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4.
e- İsrâiloğulları Hz. İsa'nın Tanrılığını İddia Ettiler: 5/Mâide, 72, 75, 116-117.
f- İsrâiloğulları, Peygamberimiz'e Haset Ettikleri İçin İman Etmediler: 5/Mâide, 13; 45/Câsiye, 17.
g- İsrâiloğulları, Kesilmesi Emredilen İneği Zoraki Kestiler: 2/Bakara, 67-73.
h- İsrâiloğullarından İman Edenler: 7/A'râf, 159.
i- İsrâiloğullarının Bilginleri, Kur'an'ın Geleceğini Biliyordu: 26/Şuarâ, 196-197.
j- İsrâiloğullarının İhtilâf Ettikleri Konuları Kur'an Açıklar: 27/Neml, 76, 78.
k- İsrâiloğullarını Kur'an'a İman Etmeye Dâvet: 2/Bakara, 41-42.
l- İsrâiloğullarının Dünya Sevgileri: 7/A'râf, 169.
C3- İsrâiloğullarının Cezalandırılmaları
a- İsrâiloğulları, Hz. Dâvud ve Hz. İsa'nın Diliyle Lânetlenmişlerdir: 5/Mâide, 78.
b- İsrâiloğullarının Üzerine Horluk ve Yoksulluk Vurulmuştur: 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 167-168.
c- İsrâiloğullarının Maymuna Çevrilmeleri: 2/Bakara, 65-66; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166.
d- İsrâiloğullarının Allah'ın Rahmetinden Koğulmaları: 5/Mâide, 12-13.
e- İsrâiloğullarının Domuza Çevrilmeleri: 5/Mâide, 60.
f- İsrâiloğullarının Azaba Uğraması: 2/Bakara, 55, 58-59, 61, 65-66; 4/Nisâ, 47, 153; 5/Mâide, 12-13, 20-26; 7/A'râf, 161-166: 17/İsrâ, 4-8.
g- İsrâiloğullarına Tâlût'un Kral Olarak Gönderilmesi ve Câlût'un Hz. Davut Tarafından Öldürül-mesi: 2/Bakara, 247-251.
C4- Yahudilerin Bazı Özellikleri
a- Yahudiler Cimridir: 4/Nisâ, 47.
b- Yahudiler, Allah'ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
c- Yahudiler, Yeryüzünde Fesat Çıkarırlar: 5/Mâide, 64.
d- Yahudilerin Misali: 59/Haşr, 15.
e- Yahudiler "Cennet Bizimdir" Derler: 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49.
f- Yahudiler Hayata Düşkündürler: 2/Bakara, 102-103.
g- Yahudiler, Sihir Yoluna Saptılar: 2/Bakara, 102-103.
h- Yahudiler, Hıristiyanlara Düşmandırlar: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/ Şûrâ, 14.
i- Yahudiler, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136; 3/Âl-i İmran, 72-73.
j- Cumartesi/Sebt Günü: 2/Bakara, 65; 4/Nisâ, 47; 7/A'râf, 163; 16/Nahl, 124; 55/Rahmân, 29.
k- Yahudiler, Mü'minlere Karşı Çok Zayıftır: Haşr, 14-15.
l- Yahudiler Faiz Yer: 4/Nisâ, 161.
m- Yahudiler, Allah'ı Fakir; Kendilerini Zengin Kabul Ederler: 3/Âl-i İmran, 181.
C5- Yahudilerin İmandan Yüz Çevirmeleri:
a- Yahudiler, Allah'ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 3/Âl-i İmran, 112; 6/En'am, 91.
b- Yahudiler, Kendilerinin Allah'ın Oğulları, Dostları Olduklarını Söylerler: 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cum'a, 6-8.
c- Yahudiler, Tekrar Tekrar Dinlerinden Dönerler: 4/Nisâ, 137.
d- Yahudiler, Peygamberlerden İnanmayacakları Şeyler İsterler: 4/Nisâ, 153.
e- Yahudiler, Allah'ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
f- Yahudi Münafıklar: 2/Bakara, 76-78.
g- Yahudilerin Peygamberimizi Yalanlamaları: 2/Bakara, 88, 90, 101, 139-140, 146; 4/Nisâ, 54-55; 6/En'am, 20; 7/A'râf, 175-177.
h- Yahudilerin Az Bir Kısmı İman Eder: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 55, 155.
i- Yahudilerin İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 4/Nisâ, 162; 5/Mâide, 69; 7/A'râf, 159.
j- Yahudiler, Cebrâil'e Düşmandırlar: 2/Bakara, 97.
k- Yahudiler, Allah'a Çocuk İsnadında bulundular: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 19/Meryem, 88-92.
l- Yahudi ve Hıristiyanların İnkârlarına Karşı Mü'minlerin Cevabı: 2/Bakara, 135-140; 3/Âl-i İmran, 73.
m- Yahudiler, Hakikata Yüz Çevirmeyi İş Edinmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 23-24.
n- Yahudiler Tevrat'a Bile Uymazlar: 3/Âl-i İmran, 23-24, 93-94; 5/Mâide, 41-43; 62/Cum'a, 5.
o- Yahudiler, Yahudi Bilginlerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
p- Yahudiler, Kur'an'ı Hasetlerinden ve Mevki Hırslarından Dolayı İnkâr Ettiler: 2/Bakara, 89-91, 101, 4/Nisâ, 54.
C6- Yahudilerin Nankörlükleri ve İhanetleri
a- Yahudiler, Mü'minlere Eziyetten Başka Zarar Veremezler: 3/Âl-i İmran, 112.
b- Yahudiler, İsyan Etmiş ve Aşırı Gitmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 112.
c- Yahudiler, Mü'minlere İnanmazlar: 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43.
d- Yahudiler, Tevrat'ı Tahrif Ettiler: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
e- Yahudilerin Peygamberimiz'e Selâm Verme Şekli: 58/Mücadele, 8.
f- Yahudiler, Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 84-86, 93, 100; 4/Nisâ, 154-155.
g- Yahudiler, Peygamberleri Öldürdüler veya Yalanladılar: 2/Bakara, 87; 3/Âl-i İmran, 21-22, 54-55, 112, 181, 183; 4/Nisâ, 155, 157; 5/Mâide, 10.
h- Yahudilerin Dostlukları Yoktur: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
i- Yahudiler, Yahudi Olmayanın Düşmanıdırlar: 3/Âl-i İmran, 72-73; 4/Nisâ, 160,
j- Yahudiler, Antlaşmalarına Uymazlar: 8/Enfâl, 56-57.
k- Yahudiler, Allah'ın Nurunu Söndürmek İsterler: 9/Tevbe, 32-33.
l- Yahudiler, Hz. İsa'yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
m- Yahudiler, Hz. Meryem'e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34.
C7- Yahudilerin Cezalandırılmaları
a- Yahudilerin Peygamberimiz Tarafından Sürülmeleri: 59/Haşr, 1-6.
b- Yahudiler, "Allah'ın Azabı Bize Dokunmayacak" Derler: 2/Bakara, 80-82; 3/Âl-i İmran, 24-25.
c- Yahudiler, Allah'ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156-157.
d- Yahudilerin Zulümlerinden Dolayı Kendilerine Haram Edilen Şeyler: 6/En'am, 146-147; 16/Nahl, 118.
e- Yahudilerin Cezası: 3/Âl-i İmran, 12, 25, 181-182; 4/Nisâ, 55, 161; 5/Mâide, 41; 22/Hacc, 17; 59/Haşr, 15.
f- Yahudilerin üstüne Zillet Damgası Vurulmuştur: 3/Âl-i İmran, 112.
g- Yahudiler, Lânetlenmişlerdir: 4/Nisâ, 47, 52, 155.
h- Yahudiler, Tutuşturdukları Savaşta Mağlup Olurlar: 5/Mâide, 64.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 133-141
- Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 69-70
- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 256-283
- Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 127-128
- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 318-321
- Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 108-110
- Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, 442-465
- El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 212-213
- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 9-18
- Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 116-117
- Bakara Suresi Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. s. 197-200
- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 208-210
- İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 10, s. 516-518
- Tefsirde İsrâiliyat, Abdullah Aydemir, D. İ. B. Y.
- Yahudi Dâvâsı ve Filistin, Said Şamil, Kitabevi Y.
- Yahudi, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
- Yahudiliğin Gerçek Yüzü, Fuad Abdurrahman er-Rıfai, Hak Y.
- Yahudi Hâkimiyeti, Seyyid Abdurrahman eRıfai, çev. Tarık Akarsu, Ferşat Y.
- Yahudi ile Savaşımız, Seyyid Kutub, Arslan Y.
- Yahudileşme Temayülleri, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
- Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Vill Durant, İnkılab Y.
- Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri, Roger Lambel, Ank.
- Yahudiliği Anlamak, Samuel bin Yahya, İnsan Y.
- Yahudiliğin Çöküşü, Otto Heller, İnter Y.
- Yahudilik ve Masonluk, Harun Yahya, Sezgin Neşriyat
- Yahudilerin Kanlı Böreği, Necip el-Kıylânî, çev. Ali Nar, Aksa Yayım Paz.
- Yahudinin Tahta Kılıcı, Mustafa Akgün, Şahsi Y.
- Yahudilik'de Talmud'un Mevkii ve Prensipleri, Zaferü'l İslâm Han, çev. Mehmet Aydın, İhya Y.
- Peygamber Döneminde Yahudi Meselesi, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Peygamber'in Yahudilerle Münasebetleri, İsmail Hakkı Atçeken, Marifet Y.
- Tarih Aynasında Yahudiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
- Tarih Boyunca Yahûdiler ve Türkler I-II, Hikmet Tanyu, Vadi Y.
- Kur'an-ı Kerim'de Yahudiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet Vakfı Y.
- Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, Diy. V. Y.
- Kur'an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
- Kur'an Açısından Yahudi, Afif Abdülfettah Tabbara, terc. M. Aydın
- İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Yaşar Kutluay, Ankara
- Emeviler Döneminde Yahudiler, Nuh Arslantaş, Gökkubbe Y.
- Beynelmilel Yahudi, Henry Ford, Kamer Neşriyat
- İbrânîler, Şemsettin Günaltay, İst.
- Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
- Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
- Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
- Tevrat, İnciller ve Kur'an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
- Tevrat, İncil ve Kur'an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız
- Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
- Kudüs Müftüsü, Philip Mattar, Akademi Y.
- Filistin'de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
- İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
- İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
- İsrail'in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
- İsrail'in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
- İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
- İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
- İsrail'in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
- İsrail'in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
- Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
- Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
- Çağdaş Dinler, R. Abdullah el Ferhan, çev. F. Demirci, H. Kemal, Ulus. İslâm’a Çağrı C. Y.
- Yehova'nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
- Masonluk ve Kapitalizm, Heyet, Araştırma Y.
- Şeytanın Dini Masonluk, Heyet, Araştırma Y.
- Tarih Boyunca Masonluk, Jose Maria Ceardenal Rogriguez, Kayıhan Y.
- Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Y.
- Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
- Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
- Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İzzet Derveze, Yöneliş Y. c. 3, s. 85-140, c. 2, s. 287-297
- Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
- Din Anlayışımızdaki Temel Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
- İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, s. 327-376
- Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y. s. 217-307
- Kur'an'da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y. s. 184-194
- Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 129-154
- Kur'an'da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 120-128
- Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 156-162
- Fâtiha Tefsiri, Âzad, Bir Y. s. 241-306
- Fâtiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 60-69
- Sorularla Fâtiha Suresi, Sabit Durmuş, Ali İçipak, Ölçü/Yenda Y. s. 178-207
- Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 225-231
- Fâtiha'nın Kırk Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y.
- İsrailoğulları, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35
Hıristiyan ve Yahudilerin Ortak Adı:
EHL-İ KİTAP
- Ehl-i Kitap; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap Kavramı
- Ehl-i Kitabın İslâm’a Aykırı İnançları
- Ehl-i Kitab’ın Küfür ve Şirki
- Ehl-i Kitabın İslâm’a Ters Tutum ve Davranışları
- Ehl-i Kitabın Müslümanlara Karşı Davranış ve Tavırları
- Kur’ân-ı Kerim’in Ehl-i Kitaptan Övdükleri
- Müslümanların Ehl-i Kitaba Karşı Davranışları Nasıl Olmalıdır?
- İslâm’a Girmeden Ehl-i Kitap Kurtulabilir mi?
- Ehl-i Kitaba Tanınan Müsâmaha ve Ayrıcalıklar
- Günümüzdeki Batılı İnsanlar Ehl-i Kitap mıdır?
“Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir rasûl/elçi gelince ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allah’ın kitabını bilmiyormuş gibi sırtlarının arkasına atarcasına terk ettiler.” [327]
Ehl-i Kitap; Anlam ve Mâhiyeti
“Ehl-i kitab”, kitap ehli, kitaplı anlamına gelir; Vahiy yoluyla indirilen kutsal bir kitaba iman edenler için kullanılan bir tâbirdir. “Kitab ehli”, “kendilerine kitap verilenler” anlamındaki bu terim, müslümanlar dışındaki ilâhî kitap sahibi din mensupları için kullanılır. Kur’an, bu terimle, müşriklerden (putperest ve ateistlerden) ayırt etmek için Tevrat, Zebur ve İncil’e inanan yahûdi ve hıristiyanları kasteder. Kur’ân-ı Kerim, birçok yerde yahûdilerden ve hıristiyanlardan, ehl-i kitap diye bahseder; hadislerde de bu tâbir çokça kullanılmıştır. İslâmî literatürde “ehl-i kitap” yerine “kitâbî” kelimesinin kullanıldığı da görülmektedir.
Bu kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil) tahrif edilmiş olmakla beraber, içlerinde vahye dayanan hakikat ve hikmetler de bulunma ihtimalinden dolayı İslâm, onlara inanan yahûdi ve hıristiyanları, müşriklere nisbetle kısmen ayrıcalıklı bir konuma oturtmuştur. İslâm, müşriklere yapılanların aksine, İslâm idaresine itaat eden yahûdi ve hıristiyanları, cizye ve haraç karşılığında, kendi ibâdetleriyle serbestçe meşgul olmalarına izin vermiştir.
Allah katından indirilmiş, hükümleriyle amel edilmesi gereken Kur’an’ın dışında iki kitap (Tevrat ve İncil) vardır. (Zebur, şiir tarzında ilâhîlerden oluşan bir kitap olduğundan, içinde ahkâmla ilgili hususlar yoktur. Dâvud (a.s.), Tevrat’ın hükümleriyle hüküm ve amel eden, yeni şeriat getirmeyen bir peygamberdir.) Kur’an’daki ehl-i kitap tâbiriyle de bu kitapların muhâtabı olan yahûdilerle hıristiyanlar kastedilmektedir. Ehl-i kitap terkibinin geçtiği âyetleri, “Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi”[328] meâlindeki âyeti göz önüne alarak tefsir eden ilk müfessirler, bununla yahûdi ve hıristiyanların kastedildiğini ifade etmişlerdir.[329] Bu âyetten hareketle Hanbelî ve Şâfiî mezhepleri sadece yahûdi ve hıristiyanları ehl-i kitap saymışlar; Hanefîler ise semâvî bir dine inanan ve Tevrat, Zebûr, İncil, suhuf gibi vahyedilmiş bir kitabı bulunan her ümmetin ehl-i kitap olduğunu söylemişlerdir.
İslâm’ın yayılmasına paralel olarak ehl-i kitabın sadece yahûdi ve hıristiyanları ifade eden bir tâbir olduğu kanaati de değişmiştir. Bunun temel sebeplerinden biri, Kur’ân-ı Kerim’de yahûdilik ve hıristiyanlığın dışında Sâbiîlik, Mecûsîlik gibi ilâhî olmayan başka dinlerden de söz edilmesi ve bu dinlerin kendilerince bir kitaba sahip bulunması; diğeri de müslümanlar açısından siyasî, iktisadî ve sosyal şartların bunu gerekli kılmasıdır.
Kur’an’da, tahrife uğramamış yegâne hak din olan İslâm’ın dışında; haniflik, yahûdilik, hıristiyanlık, sâbiîlik ve mecûsîlikten bahsedilmektedir. Hanîf kelimesi, İslâm’ın eş anlamlısı şeklinde ve Hz. İbrâhim’le ilgili olarak zikredilmektedir. Sâbiîlik ve Mecûsîlik ise sadece ismen geçmekte, inanç esaslarından ve peygamberlerinden söz edilmemekte, kutsal bir kitaba sahip olup olmadıkları açıklanmamaktadır. Öte yandan İslâmiyet’in ortaya çıktığı dönemde dünya üzerinde birçok din bulunmasına rağmen Kur’ân-ı Kerim bunların çoğundan bahsetmemiştir. Zira ilâhî vahyin ilk muhâtabı olan Araplar arasında bu dinlerin mensupları mevcut değildi ve onların söz konusu dinler hakkında bilgileri yoktu. Ayrıca bu dinler İslâm’a rakip olacak seviyede bulunmayıp Kur’an’da yer alan inanç gruplarından bazılarına dâhil edilebilecek bir nitelik de taşıyordu.
Kur’ân-ı Kerim’de ismen zikredilen dinlerden Sâbiîlik hakkında âyet ve hadislerde bilgi yoktur. Gerçek Sâbiîlik, ilk dönem İslâm kaynaklarında yahûdiliğin veya hıristiyanlığın bir mezhebi olarak görülüp ehl-i kitap kapsamında mütâlaa edilmiştir. Ebû Hanîfe ve Ahmed bin Hanbel bu görüştedir. Ayrıca Harranlı putperestler Halîfe Me’mûn kendileriyle görüştükten sonra Sâbiî adını almışlar ve ehl-i kitap kabul edilmişlerdir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed gibi bazı fakîhlerin ehl-i kitap saymadıkları Sâbiîler ise Sâbiî adını taşıyan, ancak yıldızlara tapan putperestlerdir.
Mecûsîlerden Kur’an’da sadece bir yerde bahsedilmekte,[330] fakat bunlar hakkında da bilgi verilmemektedir. Eski müslüman araştırmacıların çoğunluğuna göre Mecûsîler ehl-i kitap değildir. Hz. Peygamber’in “Mecûsîlere ehl-i kitap muâmelesi yapın”[331] dediği rivâyet edilir. Ancak Rasûl-i Ekrem, Mecûsîlerin kestiklerinin yenilmesini ve kadınlarıyla evlenmesini yasaklamıştır. Mecûsîlerin ehl-i kitaptan olduğunu söyleyen Hz. Ali de şirkleri sebebiyle kestiklerinin yenilmesinin ve kadınlarıyla evlenilmesinin müslümanlara yasaklandığını belirtir.[332] İmam Şâfiî, Hz. Ali’nin sözüne dayanarak onları ehl-i kitap saymıştır. [333]
Kur’an’da ehl-i kitap olarak sadece yahûdi ve hıristiyanların muhâtap alınması, bu iki din mensubunun birtakım eksiklik ve yanlışlıklarının yanından Allah, peygamber, âhiret ve kitap inançlarının bulunması, yani İlâhî kaynağa dayanmaları ve Kur’an’ın o dönemde muhâtabı olan insanlarca söz konusu dinlerin bilinmesi sebebiyledir. Nitekim bu din mensupları Hicaz bölgesinde önemli bir etkinliğe sahip olarak müslümanlarla iç içe yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim muhtelif âyetlerinde İslâm dışı din mensupları arasında ehl-i kitaba önemli bir yer vermekte, onların bazı farklılıklarını belirtmekte, özellikle hıristiyanlarla diyalog kurulmasını önermekte, ancak temel iman esasları, ayrıca müslümanlarla olan ilişkilerindeki eksiklik ve yanlışlıkları vurgulamaktadır. [334]
Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap Kavramı
“Ehlu’l-kitab” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de 31 yerde geçer. Yaklaşık olarak aynı anlama gelen “ûtu’l-kitab” ise, 20 yerde zikredilir. Bunların dışında ehl-i kitabın üyeleri olan inanç sahiplerinden bahseden âyetleri de kattığımızda; yahûdiler anlamına gelen “yahûd” kelimesi 41 yerde, yine yahûdilerin ırk olarak menşei olan İsrâiloğulları anlamındaki “benî İsrâil” 41 âyette geçer. Hıristiyanlar anlamındaki “nasârâ” kelimesi de 14 yerde kullanılır.
Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i kitap terkibinin geçtiği âyetlerde, onların arasında övgüye lâyık kişiler bulunduğu gibi,[335] kâfirlerin de bulunduğu,[336] bu sonuncuların Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri,[337] Hakk’ı bâtıla karıştırdıkları,[338] kendilerine verilen kutsal kitabı tahrif ettikleri,[339] peygamberlerini öldürdükleri,[340] müslümanları küfre döndürmek istedikleri,[341] Tevrat ve İncil’deki hükümleri hakkıyla uygulamadıkları[342] belirtilmektedir. Kur’an, ehl-i kitabı Allah'a kulluğa, O’na ortak koşmamaya çağırmakta,[343] müslümanlara da onlarla mücâdelelerinde îtidâli tavsiye etmektedir. [344]
Allah Kur’an’ı ehl-i kitap hakkında “şâhit ve gözetici” olarak indirmiş,[345] peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde, “bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi”[346] denilmemesi için son peygamberi göndermiş, bunu da, “Ey kitap ehli! Kitaptan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatan ve çoğundan da vazgeçen peygamberimiz gelmiştir; doğrusu size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir”[347] şeklinde açıklamıştır. Buradan, İslâm’ın amacının ehl-i kitabın yanıldığı, gizlediği, ihtilâfa düştüğü veya inkâr ettiği konularda doğruları bildirmek ve bunlara inanmaya dâvet etmek olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’an’da, “Şüphesiz bu Kur’an, İsrâiloğullarına ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu anlatmaktadır”[348] denilir. Kur’an’ın bu açıklamaları, daha çok, dinin ana konuları olan ulûhiyet, nübüvvet, âhiret ve ilâhî kitaplar hakkındadır.
İslâm dini, karşılıklı menfaat ve hoşgörüye dayalı müslüman-ehl-i kitap ilişkisine izin verirken; yahûdi ve hıristiyanların müslümanlara karşı dost görünebileceklerine dikkat çekmekte,[349] bu hususta gizli emellerinin olabileceğini haber vererek onların dost edinilmemesini öğütlemektedir.[350] Nitekim Hz. Peygamber, Medine’de ehl-i kitapla anlaşma yaparak bir güvenlik ortamı sağlamışsa da onlarla ilişkilerinde daima ihtiyatlı davranmıştır. Müslümanları ehl-i kitap karşısında sık sık uyaran Kur’an, onlara tâbi olunmasını yasaklar.[351] Bu arada gayri müslimleri, müslümanlara karşı tutumları bakımından kendi aralarında bir sıralamaya tâbi tutarak yahûdi ve müşriklerin müslümanlara düşmanlık bakımından daha şiddetli olduklarını ifade eder. [352]
Kur’an, ehl-i kitabın temel yanlışlarını düzeltir ve onları Allah’ın birliği (tevhid) inancına dayalı ortak bir ilkede müslümanlarla birleşmeye çağırır.[353] Kur’an, ehl-i kitabın kendi peygamberlerinin getirdiği kitaplara tam inandıkları takdirde Kur’an’a da inanmaları gerektiğini bildirir.[354] Bu durum, bütün peygamberlere vahyedilen kitapların aynı kaynaktan geldiğini gösterir. “De ki: ‘Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size gönderilen Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir temeliniz olmaz.”[355] meâlindeki âyet, Kur’an’ın öncekileri, önceki kitapların da Kur’an’ı tasdik ettiğini göstermektedir. [356]
“Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir rasûl/elçi gelince ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allah’ın kitabını bilmiyormuş gibi sırtlarının arkasına atarcasına terk ettiler.” [357]
“Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” [358]
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.” [359]
“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.” [360]
“Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” [361]
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız” deyin.” [362]
“Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar.” [363]
“Ey ehl-i kitap! (gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?” [364]
“Ey ehl-i kitap! Neden hakkı bâtıla (doğruyu eğriye) karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?” [365]
“Ehl-i kitaptan bir grup, ‘mü’minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkâr edin, belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler’ dedi.” [366]
“Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın’ dediler. (Rasûlüm! Onlara) Doğru yolun ancak Allah’ın yolu olduğunu söyle. Onlar, kendi aralarında ‘bir kimseye, size verilenin benzeri yahut Rabbinizin huzurunda sizin aleyhinize deliller getirecekleri şeyler verilmiş olsa da inanmayın’ dediler. De ki: ‘Lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah’ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.” [367]
“Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iâde etmez. Çünkü bunlar, ‘ümmîlerin malını almakta bizim için vebal yoktur’ derler. Allah'a karşı da bile bile yalan söylerler.” [368]
“Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Hâlbuki okudukları, Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde ‘Bu Allah katındandır’ derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.” [369]
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” [370]
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz? De ki: ‘Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarına tamamıyla şâhittir.” [371]
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” [372]
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır. Onlar size, incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” [373]
“Kendilerine kitaptan nasip verilenlere (ehl-i kitaba) baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar!” [374]
“Kendilerine kitaptan nasip/pay verilenleri görmedin mi; cibt ve tâğuta, putlara ve bâtıl (tanrılar)a iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. Bunlar, Allah’ın lânetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı da bulamazsın.” [375]
“Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve ‘kalplerimiz kılıflanmıştır’ demeleri sebebiyle... (onları lânetledik, türlü belâlar verdik, onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesnâ artık iman etmezler. Bir de küfürlerinden/inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından ve ‘Allah elçisi, Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden...” [376]
“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (O) Allah’ın rasûlüdür. Meryem’e ulaştırdığı (‘kün/ol’) kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan (O’nun tarafından gönderilmiş yahut te’yid edilmiş veya Cebrâil tarafından üfürülmüş) bir ruhtur. Buna göre Allah'a ve peygamberlerine iman edin. ‘(Tanrı) üçtür’ demeyin; sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” [377]
“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü’min hanımlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli hanımlar da namuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla (nikâhlamanız) size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” [378]
“Ey ehl-i kitab! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir Kitab geldi.” [379]
“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” [380]
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’minler iseniz.” [381]
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size gönderilen Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir temeliniz olmaz.’ Rabbinizden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme.” [382]
“De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.” [383]
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslâm’ı kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” [384]
“Ey iman edenler! (Bilin ki,) hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!” [385]
“İçlerinden zulmedenleri hâriç, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olduk, müslüman olduk.” [386]
“İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen gerçek için kalplerinin huşûyla/saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu fâsıktır/yoldan çıkmış kimselerdir.” [387]
“Ehl-i kitaptan küfredip inkâr edenleri, ilk sürgünleri yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın azâbı, onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem de mü’minlerin elleriyle harâp ediyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret alın. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada başka şekilde cezâlandıracaktı. Âhirette de onlar için ateş azâbı vardır. Bu, onların Allah'a ve Peygamber’ine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah'a karşı gelirse, bilsin ki, Allah’ın cezalandırması çetindir.” [388]
“Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden kâfir olanlar, küfürden ayrılacak değillerdi. İşte o apaçık delil, Allah tarafından gönderilen, içinde doğru yazılmış hükümler bulunan tertemiz sahifeleri okuyan Rasûl’dür. Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil (Peygamber) kendilerine geldikten sonra tefrikaya düştüler. Dini yalnız kendine has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri için ancak onlara müslüman olmaları emrolundu. İşte sağlam din budur. Ehl-i kitap ve müşriklerden İslâm’ı kabul etmeyen kâfirler, ebedî olarak cehennem ateşine girerler. İşte onlar, halkın en şerlileridir. İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır.” [389]
Ehl-i Kitabın İslâm’a Aykırı İnançları
Ehl-i Kitabın iki temel ayağını oluşturan yahûdiler ve hıristiyanların İslâm’a ters inanç ve iddialarını Kur’an, ayrı ayrı gündeme getirir. Bunlardan yahûdilerle ilgili olanlarını maddeler halinde sayarsak, şöyle bir liste oluşur:
a- Buzağıyı, altını, putperestlerin taptıkları cinsten heykelleri put edindiler. [390]
b- ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’ dediler. [391]
c- Cibt ve tâğuta da inandılar, ‘müşrikler daha doğru yoldadır’ dediler. [392]
d- ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgileriyiz’ demişlerdir. [393]
e- ‘Hz İsa’yı öldürdük’ derler. [394]
f- Peygamberleri yalanladılar. [395]
g- Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bile bile inkâr ederler. [396]
h- Kur’an’ı ve Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ettiler. [397]
i- Cebrâil ve Mîkâil’e düşmanlık ederler. [398]
k- ‘İşittik, isyan ettik’ dediler: [399] ‘Allah’ın eli bağlı’ (O cimri) dediler. [400]
Hıristiyanların inançla ilgili İslâm’a aykırı görüşleri:
a- Dinlerinde aşırı giderler. [401]
- Hıristiyanlar ‘Allah İsa’dır’ dediler. [402]
- ‘İsa Allah’ın oğludur’ dediler. [403]
- Teslisi kabul etmekle kâfir oldular. [404]
- İsa’yı ve annesi Meryem’i tanrı edindiler. [405]
- Din adamlarını tanrı edindiler. [406]
Ehl-i Kitabın İslâm’a Aykırı Ortak Yanları
Hıristiyan ve yahûdilerin ortak bâtıl inançları:
1- Yahûdiler ‘İbrâhim (a.s.) yahûdi’, hıristiyanlar da ‘hıristiyandır’ derler. “Ey kitap ehli! İbrâhim hakkında ne çekişip duruyorsunuz? Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. (Buna da) aklınız ermiyor mu? Haydi (diyelim) siz biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden çekişip duruyorsunuz? Hâlbuki (her şeyi) Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrâhim ne yahûdi, ne de hıristiyandı. Fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi. Doğrusu insanların İbrâhim’e en yakın olanı (zamanında) ona tâbi olanlarla, şu peygamber ve (şu) mü’minlerdir. Allah, o iman edenlerin yârı (yardımcısı)dır.” [407]
2- Allah'a karşı yalan uydurup iftira ederler. Yahûdiler Peygamber Efendimiz’e dediler ki: “Sen İbrâhim’in tevhid dininden olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o, senin gibi deve eti yemez, deve sütü içmezdi, bunları haram sayardı.” Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu: “Tevrat indirilmeden evvel -Yâkub’un kendisine haram kıldığı şeylerden başka- yiyeceğin her türlüsü İsrâiloğulları için helâl idi. De ki: ‘Eğer doğru iseniz, Tevrat’ı getirip okuyun. Artık kim bundan sonra Allah'a yalan uydurup iftira ederse, işte onlar zâlimlerdir.” [408]
3- Allah yolundan bile bile saptırmak isterler. “Bakmaz mısın şu kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlara? Kendileri sapıklığı satın alıyorlar da istiyorlar ki siz de yolu sapıtasınız.”[409]; “Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” [410]
4- Ehl-i kitap, ‘ancak yahûdi ve hıristiyan olanlar cennete girecek’ derler. “(Yahûdiler ve hıristiyanlar:) ‘Yahûdi ve hıristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek’ dediler. Bu onların kuruntusudur. (Habibim, onlara) söyle: ‘(Eğer bu iddianızda) doğru iseniz, delilinizi getirin!”[411] yani isbat edin. Getirecekleri bir delilleri ve isbatları yoktur. Ehl-i kitabın kendi muharref kitaplarında bile, cennete sadece kendilerinin gireceklerine dair mutlak imtiyaz ifade eden bir delilleri bulunmadığı gibi; bugün Allah'a, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve O’nun getirdiklerine iman etmeden onların cennete gireceklerini iddia edenlerin de çarpık yorumlarından başka getirebilecekleri bir delilleri yoktur. “(Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) ‘Yahûdi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki: ‘Hayır! Biz dosdoğru İbrâhim dinine (uyarız). O (Allah'a) şirk/ortak koşanlardan değildi.”[412] Demek ki ehl-i kitap doğru yolda değildirler. Şirke bulaşarak Hz. İbrâhim’in doğru yolundan eğrilmişlerdir. Cennete girebilmek için ise gerçekten doğru yolda olmak lâzımdır. Öyleyse doğru yolda nasıl bulunulur? Bunun cevabı, hem ehl-i kitap ve hem tüm insanlık için işte şu âyet-i kerimededir: “Eğer sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse, (size karşı) muhâlefet içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.”[413] Müslümanlar gibi iman ise, Allah'a, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve O’nun Allah’tan getirdiklerinin tümüne gerektiği şekilde inanmaktır. Allah’ın verdiği cennetin anahtarı, işte bu iman ve buna dayanan sâlih ameldir. [414]
5- Ehl-i kitap, kendilerine beyyineler geldikten sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. “Allah katında hak din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü, ihtilâfa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk görendir. Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: ‘Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim.’ Ehl-i kitaba ve ümmîlere de de ki: ‘Siz de Allah'a teslim oldunuz, İslâm’ı kabul ettiniz mi? Eğer teslim olurlarsa hidâyeti/doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen, yalnızca tebliğdir/duyurmaktır. Allah, kullarını çok iyi görür.”[415]; “Kendilerine kitap verilenler, ancak o açık delil (Peygamber) kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. Ehl-i kitap ve müşriklerden İslâm’ı kabul etmeyen kâfirler ebedî olarak orada kalmak üzere cehenneme gireceklerdir. Onlar halkın en şerlileridir.” [416]
6- Aslında Ehl-i kitap da müşriktir. Hıristıyanlar; Hz. İsa’ya, yahûdiler; Hz. Uzeyr’e Allah’ın oğlu demektedirler. Bu ise açık bir şirktir. “Yahûdiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”[417]; “Şüphesiz ‘Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır...”[418]; “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur.”[419] “Ehl-i Kitapdan ve müşriklerden İslâm’ı kabul etmeyen kâfirler, ebedî olarak cehennem ateşine girerler. İşte onlar, halkın en şerlileridir.” [420]
Ehl-i Kitab’ın Küfür ve Şirki
Müşrik, Tevhid dinini tanımayıp, İslâm’ı kabul etmeyen bütün gayri müslimlere denilir. Çünkü bütün gayr-i müslimler, bilinçli veya bilinçsiz mutlaka şirk içindedirler. Hıristıyanlar, Hz. İsa’ya; yahûdiler, Hz. Uzeyr’e Allah’ın oğlu demektedirler.[421] Onlar böyle inanmakla beraber bir Allah fikrini de kabul ederler. Onlar, dışarıdan bakınca tek Allah inancını benimsedikleri zannedilse bile müşriktirler. İslâm’ın iman esaslarını kabul etmedikleri için mutlak anlamda müşrik kabul edilirler. Kur’ân-ı Kerim, kitap ehline bazen açıkça ‘kâfir’ (inkârcı) de demektedir. “Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size bir iyilik inmesini isterler.”[422]; “Şüphesiz ‘Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır...”[423]; “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur.”[424]; “Ehl-i Kitapdan ve müşriklerden İslâm’ı kabul etmeyen kâfirler, ebedî olarak cehennem ateşine girerler. İşte onlar, halkın en şerlileridir.” [425]
Müşrik, kâfir ve ehl-i kitap arasında esasta bir fark yoktur; hakikî müslümanların dışında bütün din mensupları kâfirdir, müşriktir; ebedî cehennemliktir. Kitap ehli ile diğer gayr-i müslimler ve müşrik denilen gruplar arasındaki fark, teferruatla ilgilidir ve daha çok müslümanların bu kâfir gruplarla ilişkileri açısından fıkhî konularla, muâmelâtla ilgilidir. Allah katında geçerli din, ancak İslâm’dır.[426] Allah’ın râzı olduğu tek din İslâm dinidir.[427] Kim İslâm’dan başka bir din arar seçerse, böyle bir din, kendisinden asla kabul edilmeyecektir.[428] “De ki: ‘Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size gönderilen Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir temeliniz olmaz.’ Rabbinizden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme.” [429]
Uzeyir Allah’ın oğludur diyen yahûdiler, buzağıya tapan İsrâiloğulları ve Hz. İsa’ya Allah’ın oğludur diyen ve teslisi kabul eden hıristiyanlar da şirke düşmektedirler. “Yahûdi ve hıristiyanlar, müslümanlara şöyle dediler: ‘Bizim dinimize girip yahûdi ve hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız.’ Sen de ki: ‘Hayır, biz hak yol üzere bulunan İbrâhim’in dinindeyiz. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”[430] Bu âyet-i kerimenin son kısmındaki “O hiçbir zaman müşriklerden olmadı” cümlesi, ehl-i kitabın şirke bulaştıklarının ve müşriklere benzediklerinin târiz yollu bir ifadesidir.[431] Şirk şâibesi hıristiyanlarda daha çoktur. Kur’an, Hz. İsa’yı Allah kabul eden hıristiyanları kâfir ilân ettiği[432] gibi, ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenlerin de kâfir olduğunu[433] açıklar. Hz. Meryem’i de tanrı edinen hıristiyanların bu şirkini de Kur’an haber verir.[434] Bâkire Meryem’in hâmile kalmasıyla -hâşâ- Allah’ın doğduğunu kabul etmek, Allah'a en büyük saygısızlık ve en âdî putperestliktir. Tapılacak zatı önce ölümlü kılmak, sonra da Allah olarak ilân etmek, hatta Allah’ın eti ve kanı diye komünyon âyinindeki ekmek ve şaraba tapınmak galiz bir küfürden, çirkin bir şirkten başka bir şey değildir.
Bazıları İznik konsiline teslisi baskıyla kabul ettirenin Bizans imparatoru Konstantin olduğu görüşündedir. Mûsâ (a.s.) şeriatının Allah’ın mutlak bir oluşu ile ilgili “Benimle birlikte başka ilâhlar edinmeyeceksin” şeklindeki ilk emri ve cumartesinin kudsiyyeti hıristiyanlıktan Konstantin’in emriyle kaldırılmıştır.[435] Sonra ehl-i kitaptan hıristiyanların papazları onlara bir şeyi helâl kılıp haram edebilmektedirler. İşte bu, onlara Allah’ın yetkisinde olan teşrî’, yani şeriat koyma selâhiyeti vermektir ki, bu da küfürdür. “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi şirk/eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız” deyin.”[436]; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, hahamlarını, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler/tanrılar edindiler. Hâlbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekten başkasıyla emr olunmamışlardır. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların şirk/eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.”[437] Bir önceki âyette “O’na hiçbir şeyi şirk/eş tutmayalım”[438] demekle, Cenâb-ı Allah’ın hâlen hıristiyanların Allah'a şirk koştuklarını târiz yoluyla ifade etmiş bulunmaktadır.
Tevbe 31. âyetinde ise hemen bütün müfessirler şu hâdiseyi naklederler: Adiy bin Hâtim şöyle anlatır: “Boynumda altın bir haç olduğu halde Rasûlullah’a geldim -ki o zaman Adiy hıristiyandı-. Rasûlullah Berâe (Tevbe) sûresini okuyordu. “Ya Adiy şu boynundaki putu at” buyurdu. Ben de attım. Âyetteki “Onlar hahamlarını ve papazlarını Allah’tan başka rabler edindiler” ifadesine geldi. Ben: ‘Yâ Rasûlallah! Onlar, papazlarına ibâdet etmiyorlar ki’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Onlar Allah’ın helâl kıldığını haram eder, hıristiyanlar da haram kabul etmez mi? Allah’ın haram kıldığına helâl derler, hıristiyanlar da onu helâl saymaz mı?” Ben de ‘evet’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.) “İşte bu, onlara tapmaktır/ibâdet etmektir” buyurdu. [439]
Hıristiyanlar, papazlarına günahkârın günahını affetme yetkisi tanımışlardır. Cennet ve cehennemin anahtarları papazların ellerinde olup onları dilediklerine satabileceklerini ve buna hiç kimsenin itiraza hakkı olmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardır. Konsillerde papazların aldıkları kararlar aynen bir nass gibi dinden kabul edilmektedir. Hem de konsilde çıkan bu yeni karar, isterse eski kararlarla ve hatta dinin temel umdeleriyle çelişmiş olsun, kabul görmektedir. Bu, râhipleri rab/tanrı yerine koymak değil de nedir? Bu, onların “dâllîn” olduklarından başka neyi gösterir?
Bu yetkililer, şarabı, domuz etini helâl kılmışlar, Hz. İsa sünnetli olduğu halde, Kitab-ı Mukaddes’te sünnet emredildiği halde bunlar sonradan sünnet olmayı kaldırmışlardır. Cumartesinin hürmetini kaldırıp pazara vermişlerdir. Hâlbuki İsa (a.s.) bu günkü İncillerde birçok yerde anlatıldığı şekilde, cumartesilerin sıkı bir takipçisi olup mâbedlerde halkın tedâvi işleriyle özellikle cumartesi günleri ilgileniyordu. Hıristiyanlar, teslisten vazgeçmedikleri müddetçe müşrik vasfından da uzaklaşamazlar. Onlar “Baba, Yaratıcı’nın mecâzî bir başka ismi ve hak olan tek Allah anlamındadır; Oğul, Allah’ın sadece bir kulu ve peygamberi/elçisi; Kutsal Ruh da kudreti sonsuz olan Allah’ın meleklerinden biridir” diye iman etmedikçe çok tanrılı olmaktan kurtulamazlar.
Bütün bunlara rağmen yahûdi ve hıristiyanlara “ehl-i kitap” olarak Kur’an’ın ve İslâm hukukunun özel bir statü tanıması, onların hakkaniyetlerinden ileri gelmez. Müslümanların ehl-i kitap hanımlarla evlenebilmeleri, onların kestiklerinin yenilebilmesi ve İslâm idâresinde onlara zimmî bir statü tanınması gibi ayrıcalıklar, aynı zamanda müslümanlara hayatı kolaylaştırmada bir genişlik ve kolaylık sağlamak hikmetine mebnî olsa gerektir; yoksa onlar hak yolda oldukları için değil. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine kitaptan nasip/pay verilenleri görmedin mi; cibt ve tâğuta, putlara ve bâtıl (tanrılar)a iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. Bunlar, Allah’ın lânetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı da bulamazsın.” [440]
Ehl-i Kitabın İslâm’a Ters Tutum ve Davranışları
1- Ehl-i kitap, dinlerinde aşırı giderler. Ehl-i kitap, dinlerinde Allah’ın koyduğu ölçüleri genellikle koruyamamışlar, aşırılığa kaçmışlardır. “Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin...”[441] Teslisi kabul etmeleri, Hz. İsa, Rûhu’l-Kudüs ve Hz. Meryem’e ülûhiyet vermeleri hep bu aşırılıklarındandır. “De ki: ‘Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın.”[442] Ehl-i kitabın aşırılıkları, yahûdilikte neredeyse âhireti yok sayan bir dünyevîleşme ve altına tapma şeklinde ortaya çıkarken, hıristiyanlıkta, dünyadan el etek çekme, fıtrattan olan evlilik gibi helâlları kendilerine haram sayan ruhbanlık şeklinde beliriyordu; her ikisi de aşırılık ve taşkınlıktı. “...Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar; ama buna da gereği gibi uymadılar...” [443]
2- Ehl-i kitabın ölçüsüz istekleri vardır. Ehl-i kitap, daha peygamberleri döneminden başlamak üzere, çok çirkin ve ölçüsüz isteklerde bulunan tiplerdir. Kendilerine put isteyecek,[444] “Allah’ı açıktan görmedikçe inanmayız”[445] diyecek kadar aşırı isteklerde bulunurlar. Gerek yahûdiler ve gerekse hıristiyanlar insan fıtratına uygun mûtedil bir ilâhî ölçüyü benimseyip orta bir yol tutturamamışlardır. İşte onlarda bulunmayan ifrat ve tefritten uzak, dengeli, adâletli, mûtedil ve orta yol, hükmü kıyâmete kadar sürecek olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ve O’nun vasat ümmeti gerçekleştirmiştir. [446]
3- Ehl-i kitap kâfirleri bir hayır indirilmesini istemez. Kıskançlıklarından dolayı, Allah’ın kendi ırklarından olmayanlara kitap indirmesini, peygamber seçmesini istemezler. “Kitap ehlinden olan kâfirler de, müşrikler/puta tapanlar da Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine tahsis eder, Allah büyük lütuf sahibidir.” [447]
4- Ehl-i kitap, yeni gelecek Peygamber’i tasdik edeceklerine dair Allah'a verdikleri sözü tutmamışlar ve gizlemişlerdir. “Ey ehl-i kitap! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi.”[448]; “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Rasûl’e ...”[449] az sayıda uyanların yanında, onun kendi kitaplarındaki vasıflarını gizleyip inkâr edenler çoğunluktadır. Onlar, Hz. Peygamber’in Tevrat’ta ve İncil’de geçen isim ve sıfatlarını gizlemişler veya değiştirmişlerdir; hakka bâtılı karıştırmışlardır. [450]
5- Ehl-i kitap, kendi kitaplarını tatbik etmemiş, tahrif etmişlerdir. Ehl-i kitap, işlerine geldiği zaman kitaplarına uymuşlar, basit çıkarlarına ters düşünce kitaplarını kendilerine uydurmuş, onu tahrif etmişler, ya da bir kenara atıp tatbik etmemişlerdir.[451] “Eğer onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, muhakkak ki hem üstlerinden hem ayaklarının altlarından (nimetler) yiyeceklerdi...”[452] Bu âyetten, ehl-i kitabın önceleri hem kendilerine indirilen Tevrat ve İncil’i tatbikle görevli olduklarını, hem de Kur’an indirildikten itibaren kendilerine indirilen Kur’an’ı tatbik etmekle görevli olduklarını anlıyoruz. Bu âyette “kendilerine indirilen” ifadesiyle ehl-i kitaba da indirildiği ve Kur’an’la mükellef oldukları anlaşılmaktadır.[453] Yani ehl-i kitabın müslüman olmaları istenmektedir. Kitap ehli, İslâm devrinde aralarında Allah’ın kitabıyla hüküm verilmesine râzı olmamışlardır.[454] Yani iman edip müslüman olurlarsa aralarında Kur’an’la; iman etmezlerse İslâm idaresinde bir zimmî olarak kendi kitaplarıyla aralarında hüküm verilecektir. Kitap ehli, aynı zamanda Kitapta olmayan şeye “kitaptandır” demişlerdir.[455] Onlar âyet uydururlar, Allah'a yalan isnad ederler.[456] Kitabın kelimelerini yerlerinden değiştirir[457] ve kitaplarını tahrif ederler. [458]
6- Haramı helâl; helâlı haram yapmışlardır. “Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslâm’ı, kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[459] Bu âyette ehl-i kitabın Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığı şeyleri haram tanımadıkları, kendi dinleriyle kalıp hak din olan İslâm’ı din kabul etmedikleri vurgulanmaktadır. “...Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki ziyana uğradılar; onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir.”[460]; “Tevrat indirilmeden önce İsrâil’in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında, bütün yiyecekler helâldı. De ki: ‘Doğru iseniz, Tevrat’ı getirip okuyun.’ Artık bundan sonra da kim Allah'a yalan uydurup iftira ederse, işte onlar zâlimlerdir.” [461]
7- Ehl-i kitap, İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar. İslâm geldikten sonra, kitap sahibi yahûdilerin ve hıristiyanların artık dinleri, kitapları ve kıbleleri nesh edilmiştir. Artık Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve O’nun getirdiği Kitaba ve dine iman etmeleri ve müslümanların kıblelerine tâbi olmaları kendilerinden kesinlikle istenmektedir. Allah onların öyle kalmalarına râzı değildir; Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra onların dünyada hiçbir şey olmamış gibi eski çizgilerinde kalmalarını kâfirlik olarak nitelemiştir. “İnsanlardan birtakım beyinsizler: ‘Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.”[462]; “...Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe’yi) Biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık.”[463]; “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni hoşlanacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki ehl-i kitap, onun gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. And olsun ki (habibim!) sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (delili, mûcizeyi) getirsen, yine onlar (inatlarından) sana uyup kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen zâlimlerden olursun.” [464]
8- Hahamlar ve râhiplerden çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve halkı Allah’ın yolundan çevirirler. “Ey iman edenler, şu muhakkak ki, (yahûdi) bilginlerin ve (hıristiyan) râhiplerin birçoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler, (onları) Allah’ın yolundan men ederler.”[465] Bu âyette hahamların ve ruhbanların Allah yolunun mürşidleri ve öncüleri olacak yerde, bugünkü tâbirle tam anlamıyla din istismarı yaparak, onların birçoğu, rüşvet almak, mal biriktirip yığmak ve onları Allah yolunda infak edip harcamamak, Tevrat ve İncil hükümlerini hasis menfaatleri karşılığında değiştirmek ve özellikle Rasûlullah’ın peygamberliğine ait kısımlarda değişiklik yapmak sûretiyle bâtıl sebeplerle halkın malını yiyorlardı. İşte böylesine dejenere olmuş din adamı sınıfı, gerçekten Allah yoluna engel olmaktan başka bir şey yapamazlar. Bununla aynı zamanda Allah Teâlâ, mü’minleri ve onların din âlimlerini bu duruma düşmemeleri için sert bir şekilde uyarmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi okuyunca ortaçağdaki Roma kilisesinin nasıl servet biriktirip nice emlâke mâlik bir devlete sahip olduğunu hatırlamamak elde değil.
9- Hahamlar ve râhipler, insanları münkerden men etmemişler, ehl-i kitap zulüm ve günahta yardımlaşmışlardır. “Onlardan (ehl-i kitaptan) birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür! Rabbânîler (zâhidler) ve hahamları, onları günah söz söylemekten, haram yemekten men etselerdi ya! İşledikleri (fiiller) ne kötüdür!”[466]; “...Düşmanlık yapmakta yardımlaşıp birleşiyorsunuz. Onları (yurtlarından) çıkarmak size yasaklanmış iken (çıkarıyorsunuz, sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyor (kurtarıyor)sunuz. Yoksa siz Kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.” [467]
10- Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapmazlardı. “Onlar işledikleri fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Gerçekten yapmakta oldukları ne kötü idi!” [468]
11- Fâizle uğraşırlar, haram ve haksız yere insanların mallarını yerler, yalan dinlerler. “Yahûdilerin yapmış oldukları zulümden, çok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helâl kılınmış şeyleri haram ettik. (Çünkü) onlar (Tevrat’ta) men edildikleri halde fâiz alıyor, halkın mallarını haksız yere yiyorlardı. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.”[469] Bugün haksız kazanç, servet ve fâizcilik denilince akla ilk gelen, yahûdiler ve kendilerini hıristiyan gören batılı kapitalistlerdir.
12- Yeryüzünde devamlı savaş ve fesat çıkarmaya çalışırlar. “...Biz onların arasına kıyâmet gününe kadar (sürecek) düşmanlık ve kin bıraktık. Onlar ne zaman harp için bir ateş tutuştururlarsa, Allah onu söndürür. Yeryüzünde hep fesatçılığa koşarlar onlar. Allah ise fesatçı olanları sevmez.”[470] Âyette de belirtildiği gibi yahûdiler tarih boyunca yeryüzünde bozgunculuğun, savaşların, komitacılığın ve ihtilâllerin gizli tahrikçisi olmuşlardır. Son iki dünya savaşında ulusları nasıl birbirleriyle boğuşturduklarını ve aradan nasıl bir İsrâil devletinin çıktığını düşünmek gerekir. Şükürler olsun ki, Allah Teâlâ’nın ehl-i kitap arasına saldığı kin ve düşmanlık sâyesinde birbirlerine giren dünyaya egemen bu güçlerin arasında mazlum uluslara da bir hayat hakkı doğabilmektedir. “...Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulur, fesâda uğrardı. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.” [471]
Hıristiyanların da fitne, fesat ve savaş konusunda yahûdilerden pek geride kalır yanları yoktur. Zaten onlar (fesat ve savaş konusunda da) birbirlerinin yardımcısıdır.[472] İsrâil’in orta doğuda müslümanların kalbine hançer gibi saplanmasında, mazlum insanlara yaptıkları zulümlerinde, başta Amerika olmak üzere hıristiyan Batı toplumunun destekçi olduğunu bilmeyen yoktur. Allah Teâlâ, hıristiyan mezhepleri arasına da kin ve adâvet salmış ve bunu hıristiyanlarla yahûdiler arasına da yaymıştır. Hz. Peygamber’le savaşa teşebbüslerinin her defasında Allah, onların görüşlerini dağıtmak, kararlarını çözmek ve kalplerine korku düşürmek sûretiyle, yakmak istedikleri savaş ateşini söndürmüştür. Âyette geçen “ateş yakmak” harp yapmak istemekten kinâyedir. Çünkü Araplar savaşı ateş yakarak ilân ederlerdi. “Biz hıristiyanız’ diyenlerden de söz almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden Biz de kıyâmet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah, onlara neler yaptıklarını haber verecektir.” [473]
Ehl-i Kitabın Müslümanlara Karşı Davranış ve Tavırları
1- ‘Ümmîlere karşı sorumluluğumuz yoktur’ derler. Ehl-i kitap, daha önce kendilerine kitap verilmemiş olan ilk devir Arap müslümanlarına “ümmîlere karşı sorumluluğumuz yoktur” diyerek emânetlerini yerine getirmez, müslümanlara borçlarını ödemek istemezlerdi. “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iâde etmez. Çünkü bunlar, ‘ümmîlerin malını almakta bizim için vebal yoktur’ derler. Allah'a karşı da bile bile yalan söylerler.”[474] Yani onlar, bu zihniyetleriyle Arapların malını kendilerine mubah görüyorlardı.
2- Ehl-i kitap, İslâm dini ile alay eder, müslümanlara ezâ verirler. “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’minler iseniz. (Ezanla) birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu eğlence ve oyun yerine koyarlar. Çünkü onlar düşünmez bir topluluktur.”[475] Müslümanlarla, onların ezanlarıyla, namazlarıyla alay etmek kâfirliktir. Yine böyle kitaplı kâfirler, müslümanlarla elleriyle baş edemeyince dilleriyle ezâ vermeye çalışırlar. “Size eziyetten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez.”[476] “And olsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.” [477]
3- Müslümanlara hâinlik ederler. Ehl-i kitap kâfirleri, müslümanlara bir iyilik ulaşmasını istemezler. “Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür. Şayet size bir fenalık gelirse ona sevinirler. Eğer göğüs gerer, sakınırsanız onların hilekârlıkları size hiçbir şekilde zarar veremez. Şüphe yok ki Allah, ne yaparsa hepsini (ilmiyle) çepeçevre kuşatıcıdır.”[478] “...İçlerinden birazı müstesnâ, daima onlarda hâinlik görürsün.”[479] İhânet, bunların âdetleridir. Selefleri, peygamberlerine verdikleri sözü bozup onları öldürmekle hıyânet ettikleri gibi, halefleri de, Peygamberimiz’e hıyânet eder dururlar. Verdikleri sözde durmazlar, müslümanların düşmanlarına yardım eder, Peygamber’i öldürmeye ve zehirlemeye teşebbüs ederler. [480]
Kur’ân-ı Kerim’in Ehl-i Kitaptan Övdükleri
Kur’ân-ı Kerim’de, yukarıda örneklerini gördüğümüz şekilde, ehl-i kitabın daha çok menfî yönleri üzerinde durulur. Ancak, onlardan az da olsa bir zümrenin Kur’ân-ı Kerim’de takdir edilip övüldüklerine de şâhit oluruz. Acaba bunlar kimlerdir? Bu hususa şu âyet-i kerimeler ışık tutmaktadır: “Ehl-i kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secde ederek Allah’ın âyetlerini okurlar. Onlar Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. İşte bunlar sâlih insanlardandır. Yaptıkları hiçbir iyilik inkâr edilmeyecektir. Şüphesiz Allah (günahlardan) korunan müttakîleri bilmektedir.”[481] Bu âyetler, ehl-i kitaptan müslüman olan Abdullah bin Selâm, Sa’lebe bin Şu’be ve kardeşi Useyd bin Şu’be, Useyd bin Ubeyd ve benzerleri hakkında inmiştir. Dolayısıyla âyetler, bu kimselerin hem sâlih kimselerden olduklarını belirtmekte, hem de yahûdi âlimlerinin aleyhteki şâhitliklerini reddetmektedir.[482] Âyetlerin sevkinin kitap ehlinin mü’minleri hakkında olduğu açıktır.[483] Nitekim; “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinden iman edenler var; fakat onların pek çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.”[484] buyurulmaktadır.
Bu âyetlerde, ehl-i kitabın, eski hallerinde kalmayıp Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve onun getirdiği dine inanmalarıyla ancak doğru yolu bulacakları açıkça ifade edilmiş oluyor ve onların müslüman olanları övülüyor. Yani sizin gibi iman edip emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapsalardı, işte bu kendileri için hayırlı olurdu, deniliyor. “Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a ve hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.”[485] Taberî, bu âyetin Câbir’den, Necâşi vefat edince, Peygaamber’in (s.a.s.) “Çıkın ve kardeşinizin namazını kılın” dediğini ve dört tekbirle cenaze namazını kıldırdığını, münâfıkların da: “Şuna bakın, kendisini hiç görmemiş bir yabancı hıristiyana namaz kılıyor” dediklerini nakletmekle beraber, âyetin, içinde geçen vasıftaki her ehl-i kitap mensubu için uygun geleceğini belirtir. [486]
Bu âyet-i kerimenin aynı zamanda genel olarak tüm ehl-i kitaptan imana gelenlere ve hatta gelecek olanlara şâmil olduğu ve Mücâhid’in de bu görüşte olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Âl-i İmrân sûresi, 114. âyetindeki ”iman ederler” ibâresi, açıkça gelecek zaman anlamı da ifade eder. Bu da gösteriyor ki, bunlar cidden müslüman olacaklardır. Nitekim bu zamana kadar da olagelmiş ve yine olacaklardır.[487] “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iâde etmez. Çünkü bunlar, ‘ümmîlerin malını almakta bizim için vebal yoktur’ derler. Allah'a karşı da bile bile yalan söylerler.”[488] Yahûdi âlimlerinden olup Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman eden Abdullah bin Selâm, Kureyş kabilesinden birisinin kendisine emanet bıraktığı 1200 okka altını teslim etmişti. Yine yahûdilerden Fenhas bin Azûra da diğer bir Kureyşlinin emanet bıraktığı bir dinar parayı inkâr etmişti. Bir dinar, çok küçük bir paradır. Bu emanete ihanetinin sebebini ise, “adam sen de! Ümmîlerin (okuyup yazması olmayan Arapların) hakkı mı olurmuş? Vesikası, müeyyidesi bulunmayan ve hele dini ayrı olan kimselerin haklarını yemek helâldır” inancında olmaları gösterilmiştir.[489] Görüldüğü gibi bu kanaat hakka, hakkaniyete aykırıdır. Nitekim müteâkip âyette Allah şöyle buyurmaktadır: “Hayır! Kim sözünü yerine getirir ve (günahtan) korunursa, şüphesiz Allah da müttakîleri sever.” [490]
Bu âyet-i kerimelerde açıkça görüldüğü gibi, ehl-i kitaptan Cenâb-ı Hakk’ın övdüğü kimseler, onlardan sadece müslüman olanlar ve müslümanlıklarını samimiyetle yaşayanlardır. Onlara ehl-i kitap denilmesi, müslüman olmadan önceki halleri itibarıyladır. İşte kitap ehlinden samimiyetle müslüman olanlara da Yüce Allah, elbette ecir ve mükâfatlarını verecektir. Nitekim geçen âyetlerde de bu husus belirtilmişti. Şu âyetlere de bakâlim: “Eğer kitap ehli iman edip (Allah’ın azabından) korunsalardı, onların kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık.”[491] Ayrıca ehl-i kitaptan müslüman olanlar, hem kendi peygamberlerine, kitaplarına ve dinlerine, hem de Muhammed’e (s.a.s.), Kur’an’a ve İslâm dinine inandıkları için, onların ecirleri iki misli verilecektir. “Bundan (Kur’an’dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz, buna inanırlar. Onlar Kur’an okunduğu zaman: ‘Ona iman ettik. Çünkü O Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik’ derler. İşte onlara sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki kere verilecektir...” [492]
Müslümanların Ehl-i Kitaba Karşı Davranışları Nasıl Olmalıdır?
Allah, peygamber göndermedikçe hiçbir topluma azâb etmez.[493] Her ümmete peygamber gönderilmiştir.[494] Kur’an, bu peygamberlerin bir kısmını anlattığı halde, bir kısmını anlatmamıştır.[495] Bütün peygamberlerin gönderilme amacı, insanları sadece Allah’a kulluk yapmaya ve tâğuta kulluktan kaçındırmaya çalışmaktır.[496] İsrâiloğullarında olduğu gibi, önceki peygamberlerin tebliğleri netliğini kaybettiğinde, Cenâb-ı Hak yeni bir peygamber gönderiyordu. Hz. Muhammed (s.a.s.) son peygamber olup kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyeceği için, Allah’ın râzı olduğu tek din olan İslâm’a dâveti peygamberlerin vârisleri durumunda olan ümmetin âlimleri[497] yapacaklardır. Âlimler bu dâveti, Hz. Peygamber’in kendisinden sonra kıyâmete kadar gelecek tüm insanlara bir hidâyet rehberi ve vesikası olarak bıraktığı Kur’ân-ı Kerim ile yapacaklardır. Dâvet edilenler ise, asr-ı saâdette olduğu gibi, şimdi de tüm insanlıktır. Elbette ki bu insanlar içerisinde önemli bir yer tutan ehl-i kitap da vardır.
Ehl-i Kitabın, İslâm’ın dâvet ve tebliğine muhtaç ve muhâtap oldukları açıkça ortadadır. Kur’an’ın, ehl-i kitabı bugünkü halleriyle hidâyette kabul etmeyip onları Peygamberimiz’e ve Onun getirdiği Kur’an’a ve İslâm’a dâvet ettiği görülür.
- Müslümanlar, ehl-i kitabı dost edinemezler. Allah Teâlâ, müslümanların, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesini yasaklamıştır.[498] Dost olmaları yasaklanan kâfirlerden ehl-i kitapla dostluk da özel olarak nehyedilir. “Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onlar dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.”[499] “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’minler iseniz.”[500] “Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.”[501] “Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra döndürüp sizi kâfir yaparlar.” [502]
Tarih boyunca da görülmüştür ki ehl-i kitap kâfirlerinin İslâm’a ve müslümanlara olan düşmanlıkları, tecâvüz ve saldırıları hep onların din taassuplarından kaynaklanmaktadır. Ortaçağda cereyan etmiş olan haçlı seferleri bugün de devam etmektedir. Ancak bu demek değildir ki durum icap ettirirse İslâm devleti onlarla belirli şekillerde antlaşma yapamaz. Hayır, yapabilir. Nitekim Hz. Peygamber de Mekke müşrikleriyle Hudeybiye Mûsâlâhası yapmıştır. Ehl-i kitapla yapılan şartların zorladığı böylesi resmî antlaşmalar başka, onları dost edinmek başkadır. Antlaşma hususunda da çok temkinli olmak gerekir, Hele hele onları kertenkele deliğine de girseler peşlerinden gitmek tarzında şuursuzca taklit etmek, ümmet-i Muhammed’in izzetine yakışacak davranışlar değildir. Çünkü kâfirler birbirlerinin dostlarıdır. Onlar hakkın ve haklının değil; birbirlerinin tarafını tutarlar, birbirleriyle yardımlaşırlar.
2- Ehl-i kitabı da İslâm’a dâvet etmek bir görevdir. Hak din sadece İslâm’dır; ehl-i kitap da İslâm’a dâvete muhtaçtır. Asr-ı saâdette Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in kendisi, her insanı ve her toplumu ilâhî risâlete çağırdığı gibi; kendisinden sonra da onun vârisleri olan İslâm âlimleri, bu dâvet ve tebliği kıyâmete kadar gelecek insanlara ulaştıracaktır. Bu onların temel görevidir. Bu dâvete, dinleri mensuh olan ehl-i kitap da muhâtap ve muhtaçtır. Çünkü gündüz vakti güneşin aydınlığında yıldızların ışığına ihtiyaç kalmaz. Yıldızların vereceği aydınlığı İslâm güneşi fazlasıyla vermektedir. Bu itibarla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve onun hidâyet güneşine uymadan kimse cennetin yolunu bulamaz. Hz. Muhammed (s.a.s.), bütün insanlığa, tabii ki aynı zamanda ehl-i kitaba da gönderilmiştir. “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler.” [503]
Ehl-i kitabı dâvette, sözün Bakara sûresinde ağırlıkla yahûdilere tevcih edildiğini, Âl-i İmrân sûresinde ise çoğunlukla hıristiyanlara tevcih edildiğini görüyoruz. Ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Mûtedil olanları olduğu gibi, çok katı ve zâlim olanları da vardır.[504] Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim, kitap ehlini dâvet ederken, onları önce yumuşaklıkla, bildikleri gerçekleri hatırlatarak ve kitap bilgisine sahip kimseler olarak bile bile gerçeği inkâr edip de kâfirlerin ilki olmamalarını tenbih eder. “Elinizdeki (Tevrat’ın, aslı)nı tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın...”[505] Yine Kurân-ı Kerim, İslâm’a karşı düşmanlıkta yahûdilerin ve müşriklerin daha şiddetli, hıristiyanlarınsa, mü’minlere daha yakınca olduğunu belirtir. [506]
Kur’an, dâvet ve tebliğde en mâkul üslûp ve yolları kullanır. “De ki: ‘Ey ehl-i kitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi tanrı edinmesin. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse; ‘şâhit olun, biz müslümanlarız’ deyin.”[507] Bu âyet-i kerime, kıyâmete kadar bir bayrak gibi ehl-i kitabın dâvet semâsından inmeyecektir. Bu âyet-i kerimeyi Rasûlullah (s.a.s.), Bizans İmparatoru Herakliyüs’ü İslâm’a dâvet ettiği mektubunda da yazmıştır.[508] “Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin ve inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Bile bile hakkı bâtılla karıştırıp gerçeği gizlemeyin.”[509] “Ey kitap ehli, (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey kitap ehli, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” [510]
“Ey ehl-i kitap! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir Kitab geldi.”[511] “Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyâmette:) ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı (rasûlüm Muhammed) geldi. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.”[512] Bu âyetlerde Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve Kur’ân-ı Kerim’in net bir şekilde doğrudan doğruya ehl-i kitaba da gelmiş olduğu açıkça ifade ediliyor.
Ehl-i kitabın şimdi üzerinde bulundukları dinlerinin hak din olmadığı, tahrife uğramış ve hükmü geçmiş, yani yürürlükten kaldırılmış olduğu; gerçek yolun ise, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirip Kur’an’la öğrettiği İslâm yolu olduğu şöyle belirtilir: “Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur. Seninle tartışmaya girerlerse de ki: ‘Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim.’ Ehl-i kitaba ve ümmîlere de de ki: ‘Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?’ Eğer teslim olurlarsa doğru yolu buldular demektir. Yok, yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca tebliğdir/duyurmaktır. Allah, kullarını çok iyi görür.”[513]; “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” [514]
Bu âyet-i kerimelerde gerçek dinin İslâm dini olduğu açıkça belirtildiği gibi, İslâm dâveti de Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından hem eh-i kitaba, hem de ümmîler tâbir edilen Arap müşriklere ve Arap olmayan müşriklere yöneltilmek sûretiyle İslâm dâveti en kapsamlı şekilde tüm insanlığa tebliğ edilmektedir. Bu samimi ve sıcak takdimi kabul etmeyip tartışmaya giren kitap ehliyle mücâdeleyi ise Yüce Allah şöyle bildirir: “İçlerinden zulmedenleri hâriç, kitap ehliyle en güzel tarzda mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim İlâhımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olanlarız. İşte sana (kendisinden öncekileri tasdik eden) böyle (bir) kitap indirdik. Kendilerine kitap verdiklerimiz, ona inanırlar (:Abdullah bin Selâm ve Ubey bin Kâ’b gibi ehl-i kitap müslümanları). Şunlardan (şu Araplardan) da ona iman edenler vardır. Âyetlerimizi, kâfirlerden başkası inkâr etmez.”[515]; “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz? De ki: ‘Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah, yaptıklarınıza tamamıyla şâhittir.” [516]
Müslümanlara karşı düşmanlıktan vazgeçmeyen yahûdi ve hıristiyanlara karşı ise, Kur’an’ın ifadeleri artık sertleşmektedir: “De ki: ‘Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size gönderilen Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir temeliniz olmaz.’ Rabbinizden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğu için üzülme.”[517] Bu âyet-i kerime şöyle demiş oluyor: “De ki, ‘ey ehl-i kitap, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz, yani diyânetiniz yok, din adını verdiğiniz, gittiğiniz yol hiçbir şey değildir. Tâ ki Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size de inzal olunanların hepsini -ki Kur’an ve Kur’an’ın bu âyeti de bu cümledendir- yerine getiresiniz; bunlara hakkıyla riâyet edesiniz. Öncekini sonrakinin tasdikinden geçirerek hepsinin sonucuna göre Allah’ın emir ve yasaklarını uygulayasınız. İşte o zaman bir şey üzerinde bulunmuş, bir dine sahip olmuş olursunuz. Yoksa bu gidişiniz, dinsizlikten, yolsuzluktan başka bir şey değildir.” [518]
Bu mâkul yaklaşımlara ehl-i kitabın cevabı çoğunlukla düşmanca olmuş, müslümanların yaşadığı ülkelere, hâlen de devam ettirdikleri mutaassıp haçlı zihniyetinin doğurduğu haçlı seferleri bazen hafifleyerek bazen şiddetlenerek devam edegelmiştir. “De ki: ‘Ey kitap ehli, sadece Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa sizin çoğunuz yoldan çıkmış fâsıklarsınız.”[519]; “Ey kendilerine kitap verilenler! İndirdiğimiz Kur’an’a iman edin ki o beraberinizde olan Tevrat’ı tasdik edicidir. Hem Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden veya cumartesi ashâbına yaptığımız lânet gibi, kendilerini lânetlememizden önce iman edin. Allah’ın (azap) emri olagelmiştir.”[520] Artık onların yola gelmeyenleri için söylenecek son söz, onların anladığı dilden, yani kuvvet yoluyla olacaktır. Çünkü onlar kuvvetten başka dilden anlamazlar. “Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslâm’ı kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[521] Çünkü onların dinleri varsa da hak din değil; hakperest değildirler. Hak bir dinleri yoktur, din anlayışları hak ve İslâm değildir. Hâlis muhlis hak dini olan İslâm’ı din kabul etmez, hakkın şeriatıyla ameli kabul eylemezler. [522]
İslâm’a Girmeden Ehl-i Kitap Kurtulabilir mi?
Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyet-i kerimelere dayanarak, ehl-i kitabın Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun getirdiği dine inanmadan da kurtuluşa erip cennetliklerden olacaklarını iddia edenler olmuştur. Bu iddiayı ileri sürenlere göre, Kur’an’daki bazı âyetlerden “Allah'a şirksiz, âhirete şeksiz inanıp da amel-i sâlih işleyenler”in, İslâm dinini kabul etmeseler bile, ehl-i necât olacakları ifade edilmektedir. Önce bu âyetleri görelim:
“Şüphesiz iman edenler; yahûdiler, hıristiyanlar ve sâbiîler, bunlardan kim ki Allah'a ve âhiret gününe inanır, sâlih amel işlerse elbette onlara, Rableri katında mükâfatları vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[523] “İman edenler, yahûdiler, sâbiîler ve hıristiyanlar(dan) Allah'a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.”[524]; “Mü’min olanlar, yahûdi olanlar, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrik olanlar (yok mu), şüphesiz Allah kıyâmet günü bunlar arasındaki hükmünü verecek (haklıyı haksızı ayıracaktır). Şüphesiz ki Allah her şeyi görmektedir.” [525]
İddia sahipleri, bu âyetlerde sayılan din mensuplarının başında iman edenlerin de sayıldığına ve iman esası olarak da sadece Allah'a ve âhiret gününe imanın zikredildiğine dayanarak mezkür hükümlerine ulaşıyorlar. Bugün bir kere, ehl-i kitap içerisinde Allah'a şirksiz, âhirete şeksiz iman edenlerın bulunduğunu iddia etmek çok zordur. Hıristiyanların teslis akîdesini kabul etmekle şirke düştükleri, Kur’an ifadesiyle kâfir oldukları[526] çok açıktır. Yahûdilerinse yine, ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’ demeleri[527] ve âhirete olan inançlarının kıt oluşu ve daha başka Allah'a yakışmayan iddialarda bulunmalarıyla kâfir damgasını yine Kur’an’dan yedikleri[528] bir gerçektir. Yahûdiler, bugün Uzeyr’e Allah’ın oğlu dediklerini inkâr ediyorlarsa da bir zaman bu iddiada bulundukları kesindir. Koyu bir materyalist hayat yaşarlar, âhireti hiç düşünmezler. Bunun içindir ki Allah Teâlâ onlar hakkında “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler...”[529] buyurmuştur. Yani, Allah'a şirksiz ve şânına lâyık bir imanı ve şeksiz, yani yakînî bir âhiret inancını da insanlığa öğretecek olan ancak ve ancak Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği İslâmiyet’tir. Başka hiçbir din, tahrif olmuş bugünkü şekilleriyle ulûhiyeti ve âhiret inancını Allah’ın istediği ve râzı olduğu şekilde tanıtamamıştır.
İkinci bir husus, Kur’ân-ı Kerim’de iman konusuna temas eden âyetlerin, iddia sahiplerinin öne sürdükleri yukarıdaki âyetlerden ibaret olmadığıdır. Hâlbuki bir konuda doğru bir karara varmak için o konuyla ilgili bütün âyetleri ve sahih hadisleri bir arada mütâlaa ve mülâhaza etmek gerekir. Çünkü İslâm’ın iki temel kaynağı Kitap ve Sünnettir. İmanın esasları vardır. Bunların bir kısmı bu âyetlere dâhil olmakla birlikte, öteki esaslar, konuyla ilgili diğer âyetlerden[530] çıkarılmaktadır. Yani bir konu değişik âyetlerde geçebilir. Aynı konunun bir kısmı bazı âyetlerde zikredilirken, diğer bir kısmı başka başka âyetlerde yer alabilir. Meselâ şu âyette imanın başka bazı rükünleri zikredilir: “...Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.”[531] Yoksa, bir veya iki âyeti ele alıp diğerlerini görmezden gelmek, insanı daima yanlış hüküm vermeye götürebilir. Sonra bu konular, İslâm’da çoktan halledilmiş, tespit edilmiş ve hükme bağlanmış hususlardır. Böylesi ümmetin icmâ ettiği konularda yeniden insanları şüpheye düşürmek, tartışma başlatıp ihtilâf çıkarmak, kime ve neye yarayacaktır? Kaldı ki, müfessirler dahil hiçbir âlim, mezkür âyetlerden, imanın ve kurtuluşun Allah'a ve âhiret gününe imandan ibaret olduğunu söylememişlerdir. Allah'a ve âhiret gününe imanın bu âyetlerde özellikle vurgulanması, Allah’ın bilgisinden hiçbir şeyin kaçamayacağını, insanların âhiret günündeki hesap ve sorumluluklarını hatırlatmak içindir. Nitekim bu âyetlerde iman belirtildikten sonra insanların yapacakları işlere önem vermeleri istenmektedir.
Geçen iddiaya dayanak kabul edilen bu âyetlerin tahliline gelince; yahûdiler, hıristiyanlar, sâbiîler, mecûsîler ve müşrikler gibi din mensuplarının başında iman edenlerin zikredilmesi, her şeyden önce, mü’minlerin bir hak grup; inkâr edenlerin de diğer bâtıl grupları teşkil ettiklerini ifade eder. Yani bu inkârcı din mensubu sınıflar, mü’min olan ve başta zikredilen gruba mukabil olarak zikredilmişlerdir. Nitekim Hacc sûresi 17. âyet-i kerimesinde: “... Şüphesiz Allah, kıyâmet günü bunlar arasında hükmünü verecektir; şüphesiz ki Allah her şeyi görmektedir” buyrulmakla, kimin haklı ve hak yolda olduğunun, kimin haksız ve yanlış yolda olduğunun hükmünü verecek ve bu gruplar arasını böylece ayıracaktır denilmek istenmektedir. Bu ise âyetteki müjde ve vaadin ancak mü’minlere mahsus olduğunu gösterir.[532] Bu son âyet, Bakara ve Mâide sûrelerindeki ilgili âyetlere bir nevî açıklama da getirmiş oluyor. Yine diğer din gruplarına da bir çeşit tehdit anlamı taşımaktadır. [533]
Ayrıca “iman edenlerden, yahûdilerden, hıristiyanlardan, sâbiîlerden, her kim iman ederse” ifadesindeki “iman edenler”den, görünüşte iman edip İslâm toplumunda müslüman muâmelesi gören münâfıkların kastedildiği açıklaması getirilmiştir. Diğer gruplardan insanların olduğu gibi, bunlar da ihlâsla, samimiyetle ve kalpten Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve amel-i sâlih işlerlerse, onlara da bir korku olmayacağı ve üzülmeyecekleri bildirilmektedir. Böylece zâhirde mü’min görünen manâfıklara bu halleriyle hitap edilmiş, onlara gerçek iman fırsatı verilmiş ve bu maksatla iman dâveti yapılmış, onların da inkârlarını atıp gerçek mü’min olmaları telkin edilmiş olmaktadır. [534]
Bütün bunlardan şu netice çıkmaktadır: İnsanlardan kim olursa olsun samimi bir imanla, iman edilmesi gerekli tüm esaslara gerçekten iman edip bu imanını hayatı sonuna kadar koruyarak sâlih ameller işleyenler kurtuluşa ve cennete erecek, korkuya ve kedere uğramayacaklardır.
İnsanı cennete götürecek bu imanın içerisinde, Allah'a imandan hemen sonra, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman gelir. Allah'a imanın zikredildiği her yerde zımnen Hz. Peygamber’e iman da mevcuttur. Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimiz bu gerçekleri, bu ölçüleri ve bizzat Kur’an’ı bize getiren O’dur. Nitekim bir kimsenin müslümanlığını belirleyen kelime-i şehâdetin içerisinde de ikinci şâhitlik, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna şâhitlik etmektir. Aynı şekilde Hz. Muhammed’e iman, kelime-i tevhidde de yer alır. Şu halde konumuz olan âyetlerde geçen Allah'a ve âhiret gününe imanın Allah'a iman kısmında Hz. Muhammed’e iman da dâhildir. Zira kemal sıfatlarıyla Allah’a şirksiz, âhiret gününe de şeksiz (yakînî) imanı ve diğer tüm iman esaslarına da nasıl iman edileceğini getirip öğreten O’dur.
Ehl-i kitap da dâhil hangi gruptan insan olursa olsun, Hz. Muhammed’e ve O’nun getirdiği İslâm’a iman etmedikçe cenneti ve kurtuluşu kimse bulamaz. Müfessirler de ilgili âyetleri tefsir ederlerken bu gerçeği dile getirmişlerdir Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanmayan, Allah'a iman etmiş olur mu? İman parçalanma kabul etmez. Bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak; hiç inanmamaktır, imansızlıktır.[535] Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmeden önce bile Tevrat ve İncil sahipleri ehl-i kitap, istikbalin bu büyük peygamberine “ahdimi yerine getirin.”[536] buyruğuna göre, iman ile mükellef tutulmuşlar iken, O gönderildikten sonra onu inkâr ederek hakiki iman erbâbı olmak tasavvur edilebilir mi? Tarihin şehâdet sayfalarında Hz. Muhammed’in peygamberliğinden daha açık, daha bâriz bir risâlet var mıdır? [537]
Ehl-i kitap veya tüm insanlar ne şekilde âhirette kurtuluşa erip cennetlik olacaklar, korku ve kederden emin olarak Rabbinin mükâfatlarına ve nimetlerine nâil olacaklardır? Bunun yolu tüm insanlar için olduğu gibi ehl-i kitap için de aynıdır. O da şudur: Allah’a, O’nun son elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.s.), onun getirdiği Kur’an’a ve dine eksiksiz iman etmek ve hem kendileri ve hem de hemcinsleri olan diğer insanların yararına olan Allah’ın emrettiği amel-i sâlih dediğimiz iyi, doğru ve güzel amelleri işlemektir. “Artık (yahûdi ve hıristiyanlar) sizin (bu) inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.” [538]
Şu halde onlar müslümanların inandığı gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olacaklardır. Bir konuda bundan daha net, daha açık bir hüküm olabilir mi? Bunu Allah söylüyor. “Eğer ehl-i kitap inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, herhalde (geçmiş) kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere koyardık”[539] Bu âyet-i kerimede ehl-i kitaptan iman istendiğine göre, halen üzerinde bulundukları iman makbul bir iman değildir, demektir. O halde, ehl-i kitaptan istenen iman hangi imandır? Elbete ki bu iman, son peygambere ve onun getirdiği dine imandır. Çünkü Allah, peygamber, âhiret ve amel-i sâlihi en mükemmel şekilde öğreten, bu din, yani İslâm’dır.
Bunun dışında yollar aramak, çıkmaz sokaklara sapmaktır. Çünkü yahûdilerin ve hıristiyanların dinleri nesh edilmiş, yani hükümden ve yürürlükten kaldırılmıştır. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, Mûsâ hayatta olup aranızda bulunsaydı, bana tâbi olmaktan başka bir yol ona asla helâl olmazdı.” Bir başka hadis-i şerifte: “Mûsâ ve İsa hayatta olsaydılar, bana tâbi olmaktan başka çareleri yoktu.”[540] buyurur. Yine şöyle buyurur: “Beni (gönderildiğimi) işitmeden önce İsa’nın dini üzere ölen kimse bir hayır (doğru yol) üzeredir. (Benim peygamber olarak gönderildiğimi) işitip de bana iman etmeden ölen kimse ise helâk olur.”[541] Hz. Peygamber’den önce Hz. İsa’nın dini üzere yaşayıp Hz. Peygamber’e yetişmeden ölen kimse hayırdadır; fakat Rasûlullah’a yetiştiği halde Ona inanmadan eski dini üzere ölen kimse helâk olur, yani cehennemlik olur demektir. Hakikat bu kadar açık iken nassları zorlayarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanmadan bugünkü halleriyle ehl-i kitaba cennetten yer ayırmaya çalışanları, cennette kendileri için yer bırakmayacaklarından korkulur. [542]
Ehl-i Kitaba Tanınan Müsâmaha ve Ayrıcalıklar
İslâmiyet, kendilerine kitap verilenlerin kadınları ile evlenmeye ve kestiklerinin yenilmesine ruhsat vermekle müslümanların, kendilerine düşmanlık yapmayan, İslâm’a ve müslümanlara saldırmayan kitâbîlerle ileri derecede ilişkiler kurmasına ortam hazırlamıştır. Kitap ehli olanlar İslâm toplumunda tam bir din hürriyeti içinde yaşama imkânına sahiptir. Bu durumda İslâm devletinin vatandaşı olarak esas itibarıyla kanun önünde müslümanlarla aynı hakları paylaşırlar. Müslümanın lehine olan şey ehl-i kitabın da lehine, aleyhine olan ehl-i kitabın da aleyhinedir. Farklı hükümler daha çok kamu düzeniyle ilgili hususlardır ve istisnâîdir.[543]
Medine’deki ilk İslâm anayasasının 25. maddesinde, “Benî Avf yahûdileri mü’minlerle birlikte bir toplumdur. Yahûdilerin dinleri kendilerine, müslümanların dinleri de kendilerinedir” denilir. Aynı metnin 26-33. maddelerinde ehl-i kitaba mensup vatandaşların müslümanlarla aynı haklara sahip oldukları, 16. maddede ise onlara haksızlık yapılamayacağı belirtilir.[544] Kitap ehliyle ilk zimmet akdi Necran hıristiyanlarıyla yapılmış ve bu akidde müslümanın sahip olduğu bütün haklar onlara da tanınmıştır. İnsanlara temel hak ve hürriyetlerin yanı sıra din hürriyeti de tanıyan İslâm’da, “Dinde zorlama yoktur”[545]; “Kur’an, Rabbinizden gelen bir haktır; dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”[546] gibi hükümlerle insanların zorla müslüman yapılamayacağı belirtilir. Hz. Peygamber, Hayber’in fethinde ele geçen Tevrat nüshalarını yahûdilere iâde etmiş, Hz. Ömer de Kudüs anlaşmasıyla ehl-i kitabın canlarını ve mallarını güvence altına almış, kilise ve hac konularında onlara serbestlik tanımıştır. Bu hassâsiyet, Peygamber Efendimiz’in, “Bir zimmîye (İslâm devletine itaat eden ehl-i kitap bir vatandaşa) zulmedenin... kıyâmet gününde hasmı benim!”[547] hadisinde de çok belirgindir. İslâm tarihi boyunca müslüman-kitap ehli ilişkilerinde İslâm’ın bu hoşgörülü tutumunun etkileri varlığını sürdürmüştür.
İlk halifeler döneminde ehl-i kitabın, Arap yarımadasından sürülüp çıkarılması, Hz. Peygamber’in, “Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmayacaktır”[548] anlamındaki bir hadisine dayandırılırsa da, bunun yanında ehl-i kitabın, antlaşma şartlarına uymamaları ve huzursuzluk çıkarmalarının da bu uygulamaya esas teşkil ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.”[549] Bu âyetin anlamı geneldir. Âyette geçen “temiz ve iyi şeyler”, İslâm’ın yasaklamadığı, genellikle insanların iğrenç telâkkî etmedikleri yiyecek ve içeceklerdir. Bâtıl da olsa, aslı semâvî olan bir dinleri bulunduğu için, ehl-i kitabın, kendi dinî inançlarına göre yenmesi helâl olacak şekilde öldürdükleri hayvanlardan ve diğer yiyeceklerinden -domuz, içki, ölü hayvan gibi İslâm’ın yasakladıkları hâriç olmak üzere- müslümanların da yemeleri câizdir. Yahûdi ve hıristiyanlar dışında kalanlar, müşrik hükmünde olup kestikleri yenmez. Yahûdi ve hıristiyanların kesim şekli, kendi dinlerinin kabul ettiği bir şekilde oluyorsa, bu şekilde kesilen hayvanların etleri yenir. Dinlerinin kabul etmediği bir kesme ve öldürme şekliyle öldürülen hayvanların veya Allah’ın isminin dışında başka ilâhlaştırılan birinin adına kesilen hayvanın eti yenilmez.
İslâm, müslüman bir erkeğin kâfir veya müşrik bir kadınla evlenmesine izin vermez. “İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik bir kadından kesinlikle daha iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin. İman etmiş bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha iyidir. Onlar ateşe çağırır. Allah ise izni ve inâyeti ile cennete ve mağfirete çağırır, âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki düşünüp anlarsınız.”[550] Fakat kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. “Mü’min hanımlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli hanımlar da namuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla (nikâhlamanız) size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” [551]
Bu, kitap ehline İslâm’ın bir müsâmahasıdır. Ama şu unutulmamalıdır ki, ehl-i kitap bir hanımla evlenmek, bir ruhsattır, azîmet değildir. Yani, asıl olan, müslüman bir erkeğin böyle bir kadınla evlenmesi değil; evlenebilir olmasıdır. Fakat müslüman bir kadın, yahûdi ve hıristiyan da olsa gayri müslim bir erkekle evlenemez, bu haramdır. Müslüman bir erkek için, mü’min bir hanım, şüphesiz kitap ehli bir kadından daha iyidir. Bazı âlimler, ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmenin mekruh olduğu görüşündedirler. Onların yiyeceklerini yerken veya kadınlarıyla evlenirken kişinin imanını tehlikeye düşürmekten ve irtidat tehlikesine düşmekten son derece sakınılması gerekmektedir. Doğacak neslin inanç, terbiye ve yetiştirilmesinde tehlike görülürse kitâbî kadınlarla evlenilmemelidir.
Ehl-i kitap dışında bulunan Mecûsîler hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “(Kadınlarını nikâhlamamak ve kestiklerini yememek şartıyla) mecûsîlere ehl-i kitap muâmelesi yapın”[552] Ancak, vahyin indiği dönemlerdeki ehl-i kitapla kastedilen yahûdi ve hıristiyanlarla, onu izleyen asırlardan günümüze kadar gelen yahûdi ve hıristiyanların aynı inançları paylaşıp paylaşmadığı bir tartışma konusudur. Hıristiyan ve yahûdilerin, tahrif edilmiş de olsa, Tevrat ve İncil’e bakışları ve teslimiyetleri, eskiye oranla çağımızda oldukça değişmiştir. Her şeyden önce, özellikle hıristiyanlık ve İncil, sekülarizmin baskısı altında kalarak seküler (laik) bir yoruma tâbi tutulmuştur. Bu durumda çağımızdaki yahûdilik ve hıristiyanlığın, yani ehl-i kitabın, Kur’an’ın indiği zamanlardaki tahrif edilmiş İncil’le aynı sayılamayacağı ortadadır. [553]
Ancak, İslâm’ın gösterdiği bu müsâmaha konusunda çok temkinli ve duyarlı davranmamız, müsâmaha ile tâvizi birbirine karıştırmamamız gerekmektedir. Özellikle itikadî konularda onları velî/dost kabul etmek, onlara özenmek, onları taklit etmek, onları hoşnut etmeye çalışmak gibi tavırlar, yukarıda geçen müsâmaha ile ilgisi olmayan ciddi problemlerdir.
İslâm’ın ılımlı yaklaşımlarına ve tarih boyunca müslümanların kendi ülkelerinde yaşayan azınlıklara, özellikle hıristiyan ve yahûdilere verdiği haklara baktığımızda görürüz ki, İslâm, başkalarına müsâmaha ile davranmış, din ve ibâdet özgürlüğü tanımıştır. Bu, batılılar tarafından haçlı seferlerinin modernize edilip kültür emperyalizmi şeklinde devam ettiği günümüzde, müslümanların ve İslâm’ın “fundamentalist/kökten dinci, gerici, bağnaz...” gibi saldırıldığı zihniyet ile mukayese yapıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Sadece Hz. Mûsâ’ya ve Tevrat’a inanıp da Hz. Mûsâ’dan sonra başka hiçbir peygambere ve kitaba inanmayan, bununla da kalmayarak Hz. İsa ve Hz. Mûsâ’ya hakaretler edenlerin karakter ve tavırlarını unutmamak lâzımdır. Yine sadece Hz. İsa’ya inanıp da ondan sonra gelen peygamberi “deccal” olarak tanımlayan, Kur’an’ı ilâhî bir kitap değil; Muhammed’in uydurduğu bir kitap olarak kabul eden hıristiyanların yapılarını beraber değerlendirmek gerekir. Onların tarihten beri bu çirkin tavırlarına rağmen, Kur’an kendilerini gözardı etmemiş ve her fırsatta onları kendi mesajından faydalanmağa dâvet etmiştir.
Ehl-i kitabın kestiklerinin yenilebilmesi ve kitap ehli hanımların müslümanlar tarafından nikâh edilebilmesi gibi hususları, İslâm’da sadece onlara tanınan bir imtiyaz gibi görmemeli; bunun, aynı zamanda ehl-i kitap toplulukları içerisinde yaşayan müslümanlara dinlerini yaşama hususunda kendilerine bir kolaylık sağlama maksadına mâtuf olabileceğini de göz önünde tutmalıdır.
Dikkat edilirse İslâm, ehl-i kitaptan sadece kız almaya müsaade etmiştir; onlarla müslüman kızların evlenmesine izin verilmemiştir. Bu da ehl-i kitaptan olan kadınların müslüman erkeğin emrine girdikten sonra İslâm’ı seçebileceği ihtimalinden kaynaklanmış olabilir.
Günümüzdeki Batılı İnsanlar Ehl-i Kitap mıdır?
Çağımızda insanlar arasında münâsebetleri, muharref İnci’i esas alarak düzenleyen hıristiyan bir devlet yoktur. Halkının büyük bir çoğunluğu İncil’e inanan devletlerin tümü, laiklik ilkesini esas almıştır. Nitekim Abdülvâhid Yahya (Rene Guenon) şu tesbitte bulunuyor: “Modern batının hıristiyan olduğu söylenir, ama bu yanlıştır. Modern tavır, temelde din düşmanı olduğu için; hıristiyanlığa da düşmandır.” [554] İslâm fıkhında, kâfirlerin tâbi olduğu hükümlerden farklı olarak, müslümanların ehl-i kitap olan bir bayanı nikâhlamaları mümkün olduğu gibi, onların kestiklerini yemeleri de mümkündür. Dolayısıyla “ehl-i kitap” ıstılahı oldukça önemlidir. Eğer ehl-i kitap bir devlet olsaydı, fertlerinin durumlarını tek tek tahkik etmek mecburiyeti ortaya çıkmazdı; zann-ı gâliple hükmetmek mümkün olurdu. Hâlbuki bugün durum tamamen tersinedir. Batıda gerek işçi, gerek öğrenci olarak bulunan mü’minler; ilişki kurdukları insanların akaidlerini öğrenmek zorundadırlar. Çünkü zann-ı gâlip, onlara hüküm ön plandadır. Eğer fert olarak “biz hıristiyanız ve İncil’e göre amel ederiz” diye şehâdette bulunurlarsa, hüküm farklılaşır.
Modern batıda hâkim olan kültür, hıristiyanlık değil; hellenizmdir. Mûteber fıkıh kitaplarındaki “ehl-i kitap” tâbiri, genellikle “katolikler”i içine alır. Muharref İncil’de tesettür emrolunduğu gibi, domuz eti, şarap ve fâiz haram ilân edilmiştir. Şarap içen, fâiz alıp veren ve tesettüre riâyet etmeyen kimselerin “ehl-i kitap” olması şüphelidir. Eğer bunları mubah sayıyorsa o kimse ehl-i kitap değildir. Bu arada İncil’de ilk insanın Hz. Âdem (a.s.) olduğu sâbittir.[555] İnsanların maymundan geldiğini iddia eden kimse de ehl-i kitap olamaz. Batıda insanların büyük bir çoğunluğu, kendilerinin hümanist, ateist olduğunu söylerler. Allah’a inanmayan kimse, İncil’i inkâr ediyor demektir. Bu sebeple ehl-i kitap olma şansını kaybeder. [556]
Yahûdi ve hıristiyan dünyasının müslümanlık karşısındaki tutum ve davranışları, faâliyetleri, mücâdele ve çabaları hiçbir zaman sona ermemiş, tarihin bütün dönemlerinde devam etmiştir; hem de çok daha yaygınlaşmış, kurumlaşmış, politikleşmiştir. Ortaçağda kendini gösteren ve İslâm âlemini harap eden haçlı zihniyeti ile, sonraki asırlarda iyice kendini gösterip ürününü veren siyonizm ideali ve siyonist faâliyetler bunun sadece dışa vuran yönüdür. Modern dünyanın bugünkü ekonomik ve siyasal zulüm sistemleri hep o zihniyetin eseridir. Bu ruh halini ve insan tipini anlamak ve anlatmak için hiçbir örnek olmasa, sadece İsrail örneği ve Filistinli müslümanlara zulüm, bir ibret dersi olarak dünyaya yeter. Yalnızca batı dünyasının özellikle son yıllardaki tutumuna bakmak bile o dehşet verici gerçeği anlamak için kâfidir. Artık “kitap ehli” olma vasıf ve haysiyetini bile kaybetmiştir günümüzdeki yahûdi ve hıristiyan âlemi. Hakikati gizleyip Hak dine düşmanlık beslemeyi tarih boyunca hiç bırakmayan bu zihniyetin düşmanlığı, yeni dönemlerde daha sinsi ve daha tehlikeli bir mâhiyet kazandı.
Ehl-i kitap bilginlerinin şimdiki temsilcileri, doğu bilimcisi denilen oryantalistlerdir. Müsteşrık, yani şarkıyatçı da denen ve İslâm’a nefretle bakan, fakat onun eşsiz gücü karşısında ezilen bu batılı bilginler, nesilden nesile sürüp gelen bir çaba ile, bu dini inceden inceye etüd etmekte ve bu dinin kuvvet kaynaklarını bozabilmenin yollarını ciddiyetle araştırmaktadırlar. Bunlar, müslümanları bölgesel, mezhebî ve ırkî ihtilâflar çıkarmak suretiyle birbirine düşürmeyi başarabilmişlerdir. Müslümanları kendi dinlerini gerçek anlamda öğrenmekten alıkoymuşlar, müslümanları ölü nazarî araştırmalarla meşgul edip gereksiz tartışmalarla uğraştırabilmenin çaresini bulmuşlardır.
Bugün kitap ehli, dün Medine’de kâfirleri/müşrikleri müslümanlar aleyhine kışkırtan ve onlarla işbirliği yapan gürûhun daha çoğalmış ve teşkilâtlanmış bir devamıdır. İki yüz sene boyunca peş peşe haçlı seferleri düzenleyenler onlardır. Endülüs’te korkunç katliamlar tertipleyenler de yine onlardır. Filistinli müslümanları yurtlarından kovup yerlerine yahûdileri yerleştiren yine bu batı dünyasıdır. Birleşmiş Milletler isimli küfür ittifakının direktif ve fetvâları ile toplu cinayetlerini işleyenler yine bunlardır.
Netice olarak yahûdilik ve hıristiyanlık, kurulu bir ibâdet şekilleri ve şimdiki görünümleriyle, daha sonraki bir çağda ortaya çıkmış, değişik iki beşerî dindir ve Hz. Mûsâ ile Hz. İsa’nın insanlara tebliğ etmek istediği dinler değildir. Mevcut düzenleri, âyinleri ve sözde ibâdet şekilleriyle yürürlükte olan bu iki din, peygamberlerinden çok sonra din adamları ve râhipler tarafından icat edilmiş kurumlardır. Bugünkü hıristiyanlık, muharref de olsa, ilâhî bir kitaba bağlı bir din olmaktan çıkmış, tam bir şirk düzeni haline getirilmiş ve hayata müdâhale etmeyen, haftalık âyinler ve faşinksel özelliklere bürünmüş bayramlardan, haç sembolünden ibaret kalmıştır.
Eski isimleri kitap ehli olan batılı ulusların, itikadî küfürlerinden başka, ideolojik ve siyasal anlamda küfürleri de vardır ki, bu alandaki sapkınlıkları yeryüzünü daha çok fesada vermekte daha yıkıcı bir etki alanı bulmaktadır. Şimdi artık yahûdi ve hıristiyan dünya; kapitalizm, materyalizm ve siyonizm şeklinde kendini gösteren kopkoyu dinsizlik düzenleriyle dayanışma ve özdeşleşme halindedir. Dünyanın neresinde olursa olsun, kapitalizm, materyalizm, sosyalizm ve siyonizm sistemlerinin mûcidi ve yaşatıcısı bunlardır. Şimdi, Allah’ın indirdiği Kitap’la zerre miktarı bağlantısı olmayan bu toplumlara nasıl kitap ehli demek mümkün olabilir?
Batıdaki laik rejimlerin kiliseye maddî ve mânevî sınırsız desteğine rağmen, batılılar artık haftada bir kiliseye bile uğramaz olmuşlar, kiliseler bir bir kapatılır, yeni yerleşim yerlerine, yeni semtlere kilise hemen hiç yapılmaz olmuştur. İnsanlara dinleri sorulunca, çok az insan, kendisini katolik veya protestan olarak ifade etmekte, çoğu ben “Tanrı’ya inanmıyorum”, “ateistim” veya “hümanistim” diye cevap vermekteler. Artık Yüce Allah’ın Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’ya gönderdiği kitaplarla bu batı toplumlarının düşünce, inanç ve hayat olarak bir bağlantıları yoktur. Kur’an, ta başından beri yahûdi milletini “yeryüzünün en şerlileri” olarak nitelemiştir.[557] Hıristiyanlara gelince, onlar da İsa’dan (a.s.) hemen sonra şirk ve hurâfelerle örülü muharref bir bâtıl dinin akıl ve gerçek dışı inançlarını giderek daha bağnazca sürdürmektedirler. İnanç ve yaşayışlarının bırakın Hak din ile; kendi sözde dinleri ile dahi bir ilgisi yoktur.
Bütün bunlara rağmen, müslümanlardan câhil bırakılan çoğunluğun, yıllarca komünizme karşı kapitalist batı ülkelerine ve özellikle Amerika’ya “sağcılık” adına sempati beslemesi akılları durduracak bir garâbettir. Bundan daha fecîsi, bazı son devir ilâhiyatçı profesörlerinde ve tefsircilerinde şimdiki yahûdi ve hıristiyanların hak bir yol üzere bulunduklarını, bazı şartlara riâyet etmekle cennete gidebilecekleri, müslüman olma zarûretlerinin olmadığını ispat eğilimi ve çabası görülmektedir, bu insanların tevhid anlayışlarını da ortaya çıkaran bir acâyip durumdur.
Ehl-i kitap kavramını anlamayarak ve bu toplumun tarih içindeki durumunu iyi değerlendiremeyerek hükümler çıkaran ve sonuçta da Rusya’ya karşı ABD’yi savunma derekesine düşen, “düşmanımın düşmanı, benim dostumdur” diye şeriatla da akıl ve mantıkla da tutarsız bir ölçü bulan, bir de “ehven-i şer” mefhumunu istismar edip kötüye kullanan, dahası bunları da dindarlık sayan câhiller grubuna ne demeli?! İslâm’dan sonra hiçbir dinin ve sistemin gerçeklik ve “hak” olma iddiasında bulunamayacağı hükmü bir yana, bu kafayı taşıyanlar şu kadarcık hakikati görseler yine yeter, o hakikat de şudur: Evvelâ şerrin ehveni olmaz. Küfrün azı da çoğu da birdir. Ortada hak ve mutlak "hayır" varken şerre itibar ve iltifat edilmez. Sonra bu kavram, sadece fıkhın muâmelât alanında sözkonusu olan bir kavramdır. Yani muâmelâta konu olan bir hususta, iki zararlıdan birini kabul etmek ve ona katlanmak zorunda kalınırsa, bu durumda daha az zararlı olan yolu tercih etmek demektir ehven-i şerri tercih.
İkinci olarak, ABD ve benzeri ülkeler, “İncil” ile yönetilen ehl-i kitap bir devlet değildir. İnsanların hayatını şekillendiren ve toplum düzenini belirleyen esaslar ve kurumlar “beşerî”dir, dinî değildir. Bireysel ve toplumsal hayat şekli olarak ve inanç noktasından sosyalist-komünist insanla, kapitalist-liberalist insanın yaşayışı arasında, bâtıl olma açısından hiçbir fark yoktur. Hepsi de nefsânî, hayvanî ve biyolojik bir hayatı yaşamaktadırlar.
İslâm’ın devlet olduğu ilk yıllarda, varlığını ve hâkimiyetini sürdürmek için ehl-i kitapla en güzel “mücâdele” yöntem olarak emrediliyordu. Ne zaman ki onlar müşriklerle işbirliği yaptılar, müslümanlarla antlaşmalarına ihânet ettiler, düşmanlıklarını açıkça izhar ettiler; İslâm’ın onlara karşı tavrı da sertleşti. Daha sonraki âyetlerde, kitap ehlinde Allah’a ve âhirete inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak din’i din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek cizye verecekleri zamana kadar onlarla savaşmak emri verildi.[558] İslâm’ın ilk dönemlerinde müşrik kâfirlere nazaran kitap ehline daha farklı bakılması, akaid noktasından değil; ancak ahkâm bakımından, müslümanların işlerini kolaylaştırma ve onlara İslâm’ı daha rahat tebliğ edebilme için bazı dünyevî muâmele ve siyaset noktasından ayrım yapılmıştır.
Kur’an’da ehl-i kitapla ilgili âyetlerden sadece birkaç tanesini alarak yahûdi ve hıristiyan toplumlara bir pay çıkarmak, onları hâlâ ehl-i kitap sayıp diğer kâfirlerden üstün olduğunu söylemek ne kadar doğru olabilir? Dünya çapında İslâm’a ve müslümanlara yönelik fesadın, tahribin, her çeşit kötü niyetli etkinliğin, açık ve gizli savaşın, stratejik ve taktik merkezciliğini, odağını onlar temsil ve teşkil etmektedirler. Uzaydaki gözlerini ve kulaklarını dikmişler, bütün güçleriyle müslümanları izliyorlar. Nerede tevhidî bir uyanış, bir kıpırdanma görseler, yaygarayı basıyor, raporlar hazırlıyor, müslümanların başında kendi temsilcileri olan ikinci derecedeki bekçilerinin dikkatlerini çekiyorlar.
Tarihten gelen haçlı zihniyetinin körüklediği düşmanlık duygusu, hâlen sahip bulundukları “süperlik” konumlarını, “globalleşme” ve “yenidünya düzeni” anlayış ve dayatmalarını, emperyalist egemenliklerini sürdürme isteğiyle İslâm’ı ve müslümanları kontrol altında tutuyorlar. Hem kendileri, hem de işbaşına getirttikleri müslümanların başındaki emir kulları, birinci tehlike ve tehdit olarak tanımladıkları İslâm’la her cepheden savaşı sürdürüyorlar.
Kitap ehli hakkındaki değerlendirme konusunda günümüze temel olacak diğer bir delil, Kur’an’da kitap ehlinin de aynen diğer kâfirler gibi birçok defa İslâm’a dâvet edilmiş olmalarıdır. Bu da onların dalâlette olduğunu gösterir. Yüce Allah, Rasûlüne: “Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere (kitapsızlara) de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” buyurur. Kur’an, bu şekilde sorduktan sonra hükmünü şöyle verir: “Eğer İslâm’a girerlerse hidâyeti bulmuş olurlar.”[559] Bu demektir ki, İslâm’a girmedikçe kesin olarak küfür içindedirler. Hatta bu âyetteki “Siz de İslâm (yahut, teslim) oldunuz mu?” cümlesinden maksat, “siz de mü’minlerin yaptığı gibi Bana tâbi oldunuz mu?” demektir.[560] Bu da, Peygamber’e teslimiyet olmadıkça hidâyet ehli olunamayacağını göstermektedir.
Hz. Peygamber’in tanıdığı genç bir yahûdi hastalanmıştı. Onu ziyaret eden Hz. Peygamber, kendisini İslâm’a dâvet etti. Yahûdi genç bu dâveti kabul ederek şehâdet getirdi ve müslüman oldu. Bu olaya sevinen Hz. Peygamber, evden çıkarken şöyle buyurmuştur: “Onu cehennemden kurtaran Allah’a hamd olsun!”[561] Bu olayda görüldüğü gibi Hz. Peygamber, bu gencin yahûdilikten ayrılıp İslâm’ı seçmesini istiyor ve bu arada kendi peygamberliğine de imana dâvet ediyordu. Eğer o yahûdi gence yahûdilik kâfi gelseydi Hz. Peygamber, onu İslâm’a dâvet etmezdi. Yine eğer o yahûdi genci, bağlı bulunduğu yahûdilik cehennemden kurtaracak özelliklere sahip olsaydı, Rasûlullah onun şehâdet getirmesinden sonra cehennemden kurtulduğunu ifade etmezdi. Hz. Peygamber, ehl-i kitaba Kur’an’ı tebliğ ettiği zaman onların sadece kelime-i şehâdet getirmekle yetinmeyeceklerini, yani Allah’a ve Peygamberine iman eden ehl-i kitabın kendi dinlerinde kalmayacaklarını da yaptığı icraatıyla dile getirmiştir. Peygamberimiz, Muaz bin Cebel’i Yemen’e vâli olarak gönderdiği zaman ona şöyle demiştir: “Sen ehl-i kitap olan bir kavme gönderiliyorsun. Aziz ve celil olan Allah’a ibâdet etmek onları çağıracağın ilk şey olsun. Onlar Allah’a iman ettikleri zaman kendilerine, Allah’ın gündüzleri ve geceleri içinde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu yaptıkları zaman onlara zekât vermelerini emret.”[562] Hz. Peygamber’in bu emirlerinde açıkça görüldüğü gibi, ehl-i kitap Allah’a ve rasullerin tümüne inandıktan sonra en son peygamber’e ve İslâm’ın diğer emirlerine de inanmak ve İslâm’ın emirlerini yerine getirmek zorundadırlar. Kendi dinlerinde kalmaları artık sözkonusu değildir. Hz. Peygamber’in onlara tebliğ ettiği İslâm dâveti Allah’ın birliği ile başlayıp neticede ibâdetlere kadar uzanıyordu.
Batının soğuk savaş yöntemlerinin tüm çeşitlerine sahne olan günümüz İslâm dünyası, tek dişi kalmış canavar batının, geliştirdiği teknoloji ile vampir dişlerini takarak sahneye çıkmasına da şâhit oldu. 1991 yılındaki Körfez savaşı, bütün dehşeti ve vahşetiyle batının sıcak harbini de gösterdi ve görünmez plandaki korkunç hegemonyasını görünür plana çıkardı. Somali, Bosna, Çeçenistan’daki zulümlere sebep olmak, en azından seyirci kalıp “tavşana kaç, tazıya tut” demek, onların ipliklerini pazara çıkarmıştır, görmek isteyenlere... Toprak ve ülke işgallerinden daha tehlikelisi, insanın işgali; kalplerin ve beyinlerin yıkanması ve estirilen terör havasıyla müslümanların sindirilip korkutulması, batıya ve bâtıla uşaklık yaptırılmasıdır.
Avrupası ve Amerikasıyla bugün artık “batı” denilen âlemi meydana getiren ve de “batı” ruhu taşıyan bu dünyaya “ehl-i kitap” demek, gerçekle ve hakkaniyet ölçüsüyle ne kadar bağdaşabilir? Gerçek o ki, bugün artık Allah’ın indirdiği Kitab’ın ehli olan bir dünya, bir ülke mevcut değildir. Bütün mezhep ve cemaatleriyle bugünkü hıristiyanlık ve yahûdilik âleminin, kâfirlerin/müşriklerin yolu, mü’minlerin yolundan daha hayırlıdır” diyen atalarından, sapıklık itibarıyla bir farkı yoktur. Hatta düşmanlıkta ve faâliyette daha da ileridirler. Çünkü tarih boyunca sürdürülen İslâm düşmanlığı, şimdilerde bütün batılı devletlerin önemli politikası haline gelmiştir.
Kâfirin kitaplısı ve kitapsızı arasında pek bir fark yoktur. Zaten günümüzdeki batıda “kitap” eksenli bir din iddia edenler, parmakla gösterilecek kadar az sayıdadır. Bilmek gerekir ki, artık bunlar kitap ehli değil; kitap nankörleridir. Onlar ki, dünya küfrünü temsil ve icrâ etmektedirler. Her türlü putpereste, dinsize, ateiste, komüniste taş çıkartacak şekilde dünya küfrünü temsil etmekte ve başta müslümanlar olmak üzere diğer insanları, kendi dünya düzenine mahkûm etmek için bin bir tuzak tezgâhlamaktadır. Dillerinden düşürmedikleri “insan hakları” ilkesiyle kast ettikleri, yalnızca kendi haklarıdır. En temel hakları çiğnenen, en fecî zulümlere hedef olanlar, şayet müslümanlarsa, bunların kılı bile kıpırdamaz. [563]
Bu günkü Batılıları ehl-i kitap saymama anlayışı, bunca objektif verilere dayandığı gibi, hulefâ-i râşidîn’in din anlayışına da, onların “ehl-i kitap” kavramını, kendisini hıristiyan veya yahûdiliğe nispet eden her insana vermeyişlerindeki hassâsiyet ve tâvizsiz hak taraftarlığına da dayanmaktadır. Hz. Ali, dinî yaşantılarına bakarak bazı hıristiyanları “ehl-i kitap”tan saymamıştır.[564] Yine Hz. Ömer de Arap hıristiyanları için şöyle demiştir: “Onlar kitap ehlinden değildir; kestikleri de yenmez. Kendileri ya müslüman olurlar, ya da kafalarını vururum!” [565]
Ehl-i Kitabın Faâliyetleri
Kitap ehlininin, başlangıçtan günümüze kadar kendi hurafeleriyle başbaşa kalıp sessizce yaşayıp gittikleri söylenemez. Aksine onlar, Hak Din'in gelmesinden itibaren şer ve ifsat yolunda durmadan çalışmışlardır. Onların bu olanda yaptıklarını birkaç maddede toplamak mümkündür.
İbn Abbas ve Mücahid'in beyanına göre Yahudi ve Nasârâ'dan bir gurup Allah'ı ve Resulü'nü kabul etip İslâm'a girdikten sonra mü'minlerle mücadele ediyor, onları cahiliye devrine döndürmek için tartışıyorlardı. Ve mü'minlere şöyle diyorlardı: bizim kitabımız sizin kitabınızdan hayırlı, Peygamberimiz de sizin Peygamberinizden öncedir. Biz de sizden hayırlıyız, Allah yolunda da sizden önceyiz. [566]
Kur'ân onların bu saçma iddialarından, “Allah ve O'nun Din'i hakkında tartışanların delilleri Rableri yanında bâtıldır (geçersizdir)” şeklinde bahseder. Bu yöndeki çabalarını da şöyle haber verir: “Ehl-i kitaptan çoğu, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.” [567]
Yine o Ehli kitap ki, kâfirlerin yolunun mü'minlerin yolundan daha doğru olduğunu söylüyorlardı. [568] Mü'minleri saptırmak yolunda bir de şöyle bir plan kurdular: Birbirlerine dediler ki, "Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin inanın, akşam da inkâr edin; böylece belki imanlarından dönerler.” [569]
Bu plan, Yahudi bilginlerinin ve liderlerinin, İslâm hareketinin gücünü zayıflatmak için kurdukları tuzaklardın biriydi, onlar, sadece gizli düzenlerle bazı müslümanları kandırmak için İslâm'a ilgi duyar görünüyorlardı. Bu amaçla Medine'ye, müslüman olduklarını ilan eden adamlar gönderiyorlardı. Ama bu adamlar daha sonra nıüslümanlar arasında ve onların Peygamberlerinde şu şu kötülükleri gördükleri için İslâm'dan çıktıklarını açıklıyorlardı.[570] Bu konuda şöyle bir olay nakledilir: Hayber Yahudilerinden on iki kişilik bir haham topluluğu müslümanları şaşırtmak için yukarıda sözü edilen plan gereğince, günün evvelinde İslâm'a girecekler, fakat akşama doğru: "Biz kitabımıza baktık, Muhammed'in sıfatını onda bulamadık" diyerek İslâm'dan çıkacaklar. Böylece müslümanların da içine şüphe atacaklar ve onların da dinden dönmelerine kapı açmış olacaklardı. [571]
İşte, Yüce Allah onların bu hilesini hatırlattıktan sonra, "Ey Kitap ehli, niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve bile bile gerçeği inkâr ediyorsunuz!” [572] buyurarak, yapılan işin tevhid açısından fecaetini ortaya koyuyor.
Küfürlerinin sonucu olarak, Kitap ehlinin İslâm’la ve bağlıları ile alay etmeleri de kayda değer. Kur'ân bunları, "dini oyun ve eğlence yerine koyanlar..." olarak vasfeder. O Yahudiler ki, müslümanlar ezanla insanları namaza çağırdıkları ve müslümanlar namaza kalktıkları zaman, gülüp istihza ederek: Kalktılar, kalkmaz olsunlar! Namaz kıldılar kılmaz olsunlar!., derlerdi. [573]
Yahudi ve Hıristiyan dünyasının Müslümanlık karşısındaki tutum ve davranışları, faaliyetleri, mücadele ve çabaları hiçbir zaman sona ermemiş, tarihin bütün dönemlerinde devam etmiştir; hem de çok daha yaygınlaşmış, kurumlaşmış, politikleşmiştir, zulmünü ve fesadını artırmış olarak süregelmiştir. Orta zamanlarda kendini gösteren ve İslâm âlemini harap eden haçlı zihniyeti ile, sonra asırlarda iyice kendini gösterip ürününü veren Siyonizm ideali ve siyonist faaliyetler bunun sadece dışa vuran yönüdür.
Modern dünyanın bugünkü ekonomik siyasal zulüm sistemleri hep o zihniyetin eseridir. Bu ruh halini ve insan tipini anlamak ve anlatmak için hiç bir örnek olmasa, sadece İsrail örneği ve Filistin zulmü, bir ibret dersi olarak dünyaya yeter. Yalnızca Batı dünyasının özellikle son yıllardaki tutumuna bakmak bile o dehşet verici gerçeği anlamak için kâfidir. [574]
Bilginleri
Ehl-i kitabın âlimleri bir başka âlemdir; dalalet koruyuculuğu ve yayıcılığının önemli bir kutbunu teşkil ederler.
Kitap ehli bilginleri Kur'ân'da "rabbâniyyün" ve "ahbâr" olarak geçer. Bazı yorumlara göre Rabbaniler, en üst derecede uzman bilginlerdir; Ahbar ise fakihlerdir. [575]
Yahut da ahbar, yahudi "hahamları"dır.
Zemahşeri'ye göre: rabbâniyyün ve ahbâr, Harun peygamberin evlatlarından tarîk-i enbiyayı iltizam eden zâhidler ve âlimlerdir.
İbn Abbas'a göre de: Rabbani, insanlar üzerinde ilim ile siyaset icrâ eden ve büyük ilimden evvel küçük malumat ile terbiye eyleyen ilim erbâbı yönetici kesim demektir.
Bu zikredilenlerden başka Rabbaniler lafzından maksadın: fıkıh bilginleri, âlimler, filozoflar, muallimler, terbiyeciler, ilmiyle âmil olanlar, haramı helali, emri ve nehyi bilenler... olduğu da söylenmiştir.
İslâmî çerçevede rabbani âlim ise: Rabb'e bağlı, İslâm'a tam teslim olmuş, muttaki ve etkili kimse demektir.
Ehl-i Kitap âlimleri, kendi dinleri çerçevesinde olsun, üzerlerine düşen görevi ve sorumluluğu hakkıyla yerine getirmemişler ve Kur'ân'ın ağır tenkidine uğramışlardır. Onların bu alandaki suçlarını Yüce Allah, "Rabbaniler ve diğer bilginler (hahamlar), kendi halklarını günah söz söylemekten ve haram yemekten men' etmeli değiller miydi?.. Bu yaptıkları şey ne kötüdür!" [576] buyurarak ortaya koyar. Çünkü bu âlimler için, "onların yapageldikieri o şey ne kötüdür!" deniliyor. Çünkü onlar bunu âdeta meslek edinmişler, münkerlere müdahele etmemeyi âdet haline getirmişlerdi. Halbuki mes'uliyetin en büyüğü âlimlerin üzerindedir. Ve halkın ahlakını, dinini bozan çoğunlukla bunlardır. Bazı din tahripçileri bunlardandır. Ve buradan da anlaşılıyor ki, Rabbaniyyun'un sorumluluğu ahbardan daha öncedir ve büyüktür. Ulemâ demişlerdir ki Kur'ân'da âlimleri kınayıp azarlayan âyetler içinde en şiddetlisi budur. Bu uyarıdan, bu tehditten müslüman âlimleri de ibret almalı, hakkı gizlemenin, duruma müdahele etmemenin büyük vebalini anlamalıdırlar. Bundan daha önemlisi de, müslümanlar ulemâyı bu ölçü ile değerlendirmeli, kimlerin rabbani, kimlerin şeytanî olduğunu farketmeli, onların da kimliğini tesbit etmelidirler.
Kitap ehli âlimlerinin mü'minlere bakışı da daima menfî olmuştur. Çünkü onlar cibt ve tâğuta inanıyorlar ve kâfirlere: ''Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadır" diyorlardı. [577]
Meselâ bunlardan Kâ'b b. Eşref ve avânesi bir defasında Ebu Süfyan'ın bir sorusu üzerine:
"Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha hayırlı, yolunuz da onun ve ona uyanların yolundan daha doğrudur!" demişlerdi. [578]
Ehl-i kitap, bilginleri başta olmak üzere, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kendi oğullarını bildikleri gibi biliyorlardı. Fakat onun nübüvvetini kabul etmiyorladı. Böylece, bu gerçeği bildiren Kitab'ı arkalarına attılar ve hakikati gizlediler. [579]
Kur'ân'ın, ilimde derinleşmiş (râsihün) dediği, İlâhî kitapların niteliklerini iyi bilen ve Hakk'a tâbi olan Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi bazı âlimler bir tarafa bırakılırsa, Yahudi bilginleri, hep hakikati gizleyen ve Hak Din'e düşmanlık besleyen bir yapıya sahip olmuşlardır.
Bu tutum, bu gelenek, Hıristiyanıkta da, Yahudilikte de tarih boyunca süregelmiştir.
Yeni dönemlerde ise bu düşmanlık, bu saldırı daha sinsi ve daha tehlikeli bir mahiyet kazandı.
Ondokuzuncu ve yirminci asrın bazı Batılı müellifleri, İslâm'a yönelik yıkım ve saldırılarını çoğunlukla "takdir, övgü" ve "hayranlık" paravanları arkasında yürüttüler.
Onlar, özellikle nübüvveti inkâr etme, perdeleme, işinde böyle sinsice bir diyalektik kullandılar. Yani önce Hz. Peygamber'i beşerî yönleriyle övmek ve asıl peygamberlik yönünü örtbas etmek metodunu seçtiler.
Ehl-i kitap bilginlerinin şimdiki temsilcileri, doğu bilimcisi denilen oryantalistlerdir.
İşte, İslâm'a nefretle bakan, fakat onun eşsiz gücü karşısında ezilen bu Batılı bilginler, nesilden nesile sürüp gelen bir çaba ile, bu dini inceden inceye etüd etmekte ve bu dinin kuvvet kaynaklarını bozabilmenin yollarını ciddiyetle araştırmaktadırlar.
Batı bilimci yazarlar, bir noktada müslümanları oyuna getirmiş ve o alanda başarı sağlamışladır. Allah'ın kelamını direkt olarak ortadan kaldırmanın -imkânsızlığını görerek-, müslümanları, kendi dinlerini gerçek mânâda öğrenmekten alıkoymuşlardır.
Tek cümle ile, onların başarı sağladığı alan: Müslümanların ölü ve cansız nazarî/teorik araştırmalarla uğraşmalarını sağlamak, bir de, bölgesel ve irkî ihtilaflar çıkarmak suretiyle onları birbirine düşürmek.
Tarihî ve sosyal şartlarının etkisi, müslümanların çoğu dönemlerde iyi bir yönetimden mahrum kalmalarının ve bunlara ilaveten Yahudi ve Hıristiyan âleminin çabalarının sonucu olarak: son asırlarda nazarî ve kültürel bir din ile yetinildi. Öyle bir din ki, dinamiği, sosyal-siyasal, egemenliği, bireysel ve toplumsal uygulaması bulunmayan bir din. Vicdanlarda yer etmiş bir inanç olmaktan öteye gitmeyen bir din.
İşte Batılılara böyle bir dini, halkı müslüman olan ülkelere empoze ve kabul ettirdiler. Onlar isterler ki: Bu din, nazarî planda, kitaplarda ve vicdanlarda duyarak, bu dünya sistemine inanmış otoritelerin koydukları hükümleri, görüşleri, uygulamaları takdir ve takdis etmekle yetinsin.
Geçmişi, Kitap ehli bilginlerine dayanan, son asırda müsteşrikler elinde gelişen, daha sonra da Amerikanizm'in en önemli ilkelerinden biri haline gelen bu anlayış, ne yazık ki, müslüman aydınların ve halkların kafasında da yer bulabilmiş ve hatta yerleşmiştir. [580]
Şimdiki Kitap Ehli
Avrupası ve Amerika kıtasıyla bugün artık "Batı"denilen âlemi meydana getiren ve de "Batı" ruhu taşıyan bu dünyaya Ehl-i Kitap demek, gerçekle ve hakkaniyet ölçüsüyle ne kadar bağdaşabilir, düşünmek lâzım.
Gerçek o ki bugün artık Allah'ın indirdiği Kitab'ın ehli olan bir dünya, bir ülke mevcut değildir. Bütün mezhep ve cemaatleriyle bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik âleminin, "Kâfirlerin yolu mü'minlerin yolundan daha hayırlıdır" diyen atalarından, sapıklık itibariyle bir farkı yoktur. Hatta düşmanlıkta ve faaliyette daha da ileridirler. Çünkü İslâm düşmanlığı tarih boyunca sürdürülmüş, gaye edinilmiş, şimdilerde bütün Batılı devletlerin önemli bir politikası haline gelmiştir.
Bugün kitap ehli, dün Medine'de kâfirleri müslümanlar aleyhine kışkırtan ve onlarla işbirliği yapan güruhun daha çoğalmış ve teşkilatlanmış bir devamıdır.
İki yüz sene boyunca ardarda Haçlı Seferleri düzenleyenler onlardır.
Endülüs'te korkunç katliamlar tertipleyenler de yine onlardır.
Filistinli müslümanları yurtlarından kovup yerlerine Yahudileri yerleştiren yine bu Batı dünyasıdır.
Birleşmiş Milletler isimli küfür ittifakının direktif ve fetvaları ile toplu cinayetlerini işleyenler yine bunlardır.
Netice olarak Yahudilik ve Hıristiyanlık, mevcut ibadet şekilleri ve hali hazır görünümleriyle, daha sonraki bir çağda ortaya çıkmış, değişik iki beşeri dindir ve Hz. Musa ile Hz. İsa'nın insanlara tebliğ etmek istediği din değildir.
Mevcut düzenleri, âyinleri ve sözde ibadet şekilleriyle yürürlükte olan bu iki din, peygamberlerinden çok sonra din adamları ve rahipler tarafından icat edilmiş kurumlardır.
Hıristiyanlığın oluşumu ve tam bir şirk düzeni haline getirildiği hakkında tarihin kesin şehadeti ve âlimlerin hükmü vardır. Bu realiteyi şöyle özetlemek mümkündür:
İznik Ruhban meclisinde, şirkten mürekkep ve vahdaniyetle çelişen bir "Teslis akidesi = üçleme" kabul edilmiş olduğundan, Protestanlık da dâhil olmak üzere bugünkü Hıristiyanlık, şirkin bir tekâmülünden ibaret kalmıştır. [581] Yani şirkin geliştirilen, daha karmaşık hale getirilen bir şekli olmuştur.
Bunun için özellikle Hıristiyanlığı gerçek İsevîlik'den ayırmak lâzım. Hz. İsa'nın getirdiği hak din ile mutabakatı olmayan bu yol, aslında Katolik ismi verilen mezheple başlar. Katolik, Yunanca bir kelimedir ve "umumî din" anlamındadır. Üçleme akidesiyle tevhidi ve İlâhî vahdeti üçe bölen bu mezhep, kendisini umumî din kabul eder ve Ortodoksluk ile Protestanlık yollarına hakaret nazarıyla bakar.
Hıristiyanlık'ta, "reform" adı altında yapılan dinî ve siyasî yenilenme ve arınma hareketlerinin de, onu şirkten kurtardığı düşünülemez. Bu değişiklikten sonra oluşan mezheplerin tamamına Protestanlık denir ki, bunların çıkışında ilk ana esas, İncil ve akıl adına papaları protesto etmek fikrinden ibarettir.
Genellikle protestanların da, teslis ve Mesih'in ilahlığı davasında katoliklerden farkı yoktur. Akla önem verdikleri iddiasındaki protestanların, aklîlik ile bağdaştırılması imkânsız olan "üçlü ilah" geleneğindeki ve Mesih'in ilah olduğu konusundaki taassupları, aklî düşünceden ne derece uzak olduklarını göstermeye yeterlidir,
Yahudilerin dalâletini konuşmaya bile hiç lüzum yoktur. Onların küfürlerini ortaya koyan birçok yanlış itikatları vardır.
Meselâ ilk dönemde Ehl-i Kitap, nerdeyse, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının Yahudi yahut Hristiyan olduğunu söylüyorlardı. [582] Halbuki bu sayılanlar Musa aleyhisselam'dan da, Yahudilik ve Hristiyanlıktan da daha önce yaşamışlardır.
Bu iddiada görülen, gülünç derecedeki ırk asabiyeti halen devam etmektedir.
Yine yahudiler kendilerinin risalet sahibi olmaları (yani kendi içlerinden bir Peygamber gelmiş olması) ve kitap sahibi bulunmaları sebebiyle Allah'ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Bütün dünya milletlerinin efendisi olduklarına inanıyorlardı. Bugün bu inançları daha da katılaşmış ve kökleşmiş olarak "üstün ırk" saplantısı şeklinde gönüllerinde ve tavırlarında yaşamaktadır.
Öyle canlı yaşamaktadır ki, onlara göre, maddî-manevî her türlü hak, her nevi imtiyaz yalnız ve yalnız Yahudi ırkınındır; bu ırktan olmayanlar hiç bir hakka ve imtiyaza sahip değildir. Allah'ın sevgili kulu yalnız onlardır. Ve bu hakkı kazanma, elde etme uğrunda her şey mubahtır. Bu mücadelede öldürmek, katliam yapmak, gasbetmek, yağmalamak, hile, yalan, dolandırıcılık vs. gibi her yol ve metod meşrudur, kullanılabilir.
Bundan başka Yahudiler, Ortadoğu'da geniş bir toprağın Allah tarafından kendilerine verildiğine inanırlar. Bu verilmiş toprakların merkezinin Kudüs şehri olduğunu söylerler.
Yahudi ırkının ne yapıda bir millet olduğunu göstermeye sadece şu husus yeter ki, onlar önce kendi peygamberlerine ihanet ettikten sonra, bu az geliyormuş gibi Hz. İsa'ya ve onun peşinden gidenlere karşı yüzyıllar boyu düşmanca duygular beslemişlerdir. [583]
Sosyo-Politik Küfürleri
Eski isimleri Kitap ehli olan bu Batılı toplumların, anlatmaya çalıştığımız itikadî küfürlerinden başka, ideolojik ve siyasal anlamda da küfürleri vardır ki, bu alandaki sapkınlıkları, daha büyük ve daha yıkıcı bir etki alanı bulmaktadır.
Her şeyden önemlisi olarak şimdi artık Yahudi ve Hıristiyan dünya, kapitalizm ve hatta materyalizm şeklinde kendini gösteren kopkoyu dinsizlik düzenleriyle dayanışma ve özdeşleşme halindedir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, kapitalizm, materyalizm, sosyalizm ve hatta komünizm sistemlerinin mucidi ve yaşatıcısı mutlak surette bunlardır. Bu sistemlerin hepsiyle işbirliği yapmaktadırlar.
Şimdi, Allah'ın indirdiği Kitap'la zerre miktarı bağlantısı olmayan bu toplumlara nasıl Kitap Ehli demek mümkün olabilir?..
Biraz gerilere gidecek olursak, bu ideolojik sapmanın şöyle hızlandığını görürüz: Son yüzyıllarda Avrupa devletleri, büyük Fransız İhtilâlinden sonra liberallik, laiklik ve hümanizm kavram ve ilkelerine sığınarak, nasraniyet (Hıristiyanlık) asabiyetinden sapmaya doğru yönelmiş ve o zamandan itibaren diğer milletler üzerine egemenlik kurmaya yol bulabilmişlerdir.
Geçen yüzyılda Avrupa hiç şüphesiz bilim ve sanayi alanında çok büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Fakat bu gelişmelerle, dinsizliğe ve egoistliğe doğru menfî bir gidişi gaye edindiklerinden, bilimsel ve teknolojik kalkınmalarını hak ve hakikate bağlayacakları ve Allah’a imanlarını güçlendirecekleri yerde; insanlığı “Hak'tan uzaklaştırma”ya, vicdansızlığa ve ahlâksızlığa getirdiği sonsuz özgürlük ile, insanlığın huzurdan mahrum olmasına, âhireti gündeminden çıkarıp Allah’tan kopuk bir hayat tarzını yerleştirmeye yönelmişlerdir. [584]
Artık iyice anlaşılmalı ki Yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hz. İsa'ya gönderdiği kitaplarla bu Batı milletlerinin, yani Yahudi ve Hristiyanlık dinine mensup olduğu zannedilenlerin hayat ve temel düşünce olarak bir bağlantıları yoktur.
Kur'ân tâ başından beri Yahudi milletini "yeryüzünün en şerlileri" olarak nitelemiştir. [585] Hristiyanlara gelince, onlar da İsa aleyhisselam'dan hemen sonra şirk ve hurafelerle örülü muharref bir bâtıl dinin akıl ve gerçek dışı inançlarını bağnazca sürdürmektedirler.
Yaşayışlarının ise bırakın Hak din ile, kendi sözde dinleri ile dahi bir alâkası yoktur.
Bütün bunlara rağmen, ancak "cahil" kelimesiyle nitelenebilecek adı müslüman bir çoğunluğun, komünizme ve komünist bloka karşı olarak, kapitalist batı ülkelerine ve özellikle ABD’ye sempatizan duygular beslemesi, sola karşı bu sağ'a ve kendince ehl-i kitaba dostluk beslemesi akılları durduracak bir garabettir.
Bundan başka bazı son devir aydınlarında, ilim adamlarında hatta zamanımızın bazı tefsircilerinde, şimdiki Yahudi ve Hristiyanların hak bir yol üzere bulunduklarını ispat etme eğilimi ve çabası görülmektedir ki, bu da ilim ve tevhidî düşünce namına esef verici bir durumdur.
Ehl-i Kitap kavramını anlamayarak ve bu toplumun tarih içindeki durumunu iyi değerlendirmeyerek hükümler çıkaran ve sonuçta da Rusya'ya karşı ABD'yi savunma derekesine düşen, üstelik bir de "ehven-i şer" mefhumunu kötüye kullanan, dahası bunu da dindarlık sayan cahiller ve idraksizler güruhuna acaba ne demeli?..
İslâm'dan sonra hiç bir dinin ve sistemin gerçeklik ve "hak" olma iddiasında bulunamayacağı hükmü bir yana, bu kafayı taşıyanlar şu kadarcık hakikati görseler yine yeter. O hakikat de şudur: Evvela şerrin ehveni olmaz. Küfrün azı da çoğu da bir olduğu gibi, şerrin ehveni de ehven olmayanı da birdir. Ortada hak ve mutlak "hayır" varken şerre itibar ve iltifat edilmez. Ehven-i şer kavramı, sadece "fıkh"ın muâmelât alanında söz konusu olan bir kavramdır. Yani muâmelâta konu olan herhangi bir hususta, iki zararlıdan birini kabul etmek ve ona katlanmak zorunda kalınırsa, bu durumda daha az zararlı olan yolu tercih etmek demektir.
İkinci olarak, ABD ve benzeri devletler, "İncil" ile yönetilen ehl-i kitap bir devlet değildir. İnsanların hayatını şekillendiren ve toplum düzenini belirleyen esaslar ve kurumlar "beşerî"dir, dinî değildir. Sovyet Rusya da bu noktada aynı inançsızlığı devlet sistemi ve hayat tarzı olarak benimser. Sonra bireysel ve toplumsal hayat şekli olarak ve inanç noktasından sosyalist-komünist insanla, kapitalist-liberalist insanın yaşayışı arasında, bâtıl olma açısından hiç bir fark yoktur. Hepsi de nefsanî, hayvanî ve biyolojik bir hayatı yaşıyorlar. Şu kadar var ki birisi nefsin isteklerini tatmin etmede alabildiğine bir özgürlüğe sahip, öbürünün hürriyetleri biraz kısıtlı. [586]
Onlara Bakışımız
Tevhidî İslâm inancının birçok ülkede ve toplumda yozlaştırıldığı şu dönemlerde, ehl-i kitap hakkındaki değer yargısının da sıhhatli ve akaidimize uygun bir sağlamlıkta olmaması pek tabiîdir. Kavram kargaşası ve idrak yoksunluğu, sapmalar ve saptırmalar, bu alanda da normal olarak kendini gösterir. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yanılmak ve yanıltmak çok kolay olmuştur. Tıpkı, yıllarca komünizm ve Rus düşmanlığı yapılırken, sağcılık hatırı için kapitalizm ve Amerikan dostluğu yapıldığı gibi. Bu yanlış akidenin, İslâm'ı tam olarak anlayıp iman eden belli bir kesim mü'minin dışında, sona erdiği de söylenemez. Maalesef aynı bozuk itikadı sürdüren sağcı mukaddesatçılar çokça mevcuttur.
Bunun için ilk dönemden başlayarak kâfirler ve müşriklerle ehl-i kitap arasında ne gibi fark bulunduğunun, başka bir deyişle kimliklerinin belirlenmesi ve bunlara bakış tarzımızın tespit edilmesi lazımdır.
Tarihen sabittir ki, müslümanların Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra, tevhid ile küfür arasındaki çatışma da yeni bir biçim almıştır. Her şeyden önemlisi Medine'de küçük bir şehir devleti kurulmuştu.
Bu devletin kurulmasıyla, küfrün düşmanlığı da şiddet kazanmış ve çok boyutlu, çok yönlü bir mahiyet almıştı. Bütün Arabistan halkları o İslâm toplumunu yok etmek, sindirmek için birleşmişti.
Bu bakımdan İslâm ümmeti, sadece yayılmanın ve galip gelmenin değil, aynı zamanda varlığını sürdürebilmenin politikasını gütmek zorundaydı. Mü'minler topluluğu ve İslâm devleti, elinden gelen tüm gücünü harcamak, bu tevhid sisteminin yaşayıp yayılması için gerekli olan her yola başvurmak zorunluluğu içindeydi. Muhtemel saldırılara karşı gücünü harcamak, bu tevhid sisteminin yaşayıp yayılması için gerekli olan her yola başvurmak zorunluluğu içindeydi. Muhtemel saldırılara karşı güçlü olması gerekiyordu.
İşte bütün bunlar sebebiyle Hz. Paygamber aleyhissalatü ve's-selam'ın, hicretten sonra, karşılıklı fayda amacıyla, anlaşma yaptığı ilk topluluk Yahudiler olmuştu. Hz. Peygamber, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak amacıyla elinden geleni yaptı. Onları bir dereceye kadar da olsa müşriklere tercih ediyordu. Fakat özellikle yahudi bilginleri O'nun tebliğ ettiği yeni dinden hoşlanmadıkları için müslümanlara karşı münafıklarla ve kâfirlerle işbirliği yapıyorlardı. Bunun için de anlaşmalara ihanet ediyorlardı. [587]
Bedir savaşında kâfirlerin yenilgi haberi gelince yahudi liderlerinde Kâ'b b. Eşref üzüntü içinde, "Bugün yerin altındakiler bizim için üstündekilerden daha hayırlıdır!" diye bağırmıştı. [588]
Yahudiler, o dönemde, en kritik zamanlarda kâfirlere dostluk gösteriyor hem de şöyle diyorlardı: Zamanın ve durumun aleyhimize dönmesi gibi bir felaketin başımıza gelmesinden korkuyoruz. Muhammed'in durumu da henüz garantili değil... [589]
Kitap ehli hakkındaki değer hükmünüzü sağlam temellere oturtmak için şu tarihi olayları hatırlamakta da yarar vardır: Cabir (radıyallahü anh), Ömer (radıyallahü anh)den naklederek anlatıyor: Bir defasında Ehl-i Kitab'ın kitapları arasında bulduğum bir kitabı Resulüllah'a getirmiştim. Ona:
"Ey Allah'ın Resulü, ehl-i kitab'ın eserleri arasında güzel bir kitap buldum", dedim. Resulüllah buna çok kızarak: "Benim getirdiklerimden şüphe mi ediyorsun ey Hattab oğlu Ömer! Allah'a yemin ederim ki, ben getirdiklerimi size apaçık olarak sundum. Ehl-i kitaba hiç bir şey sormayın! Eğer sorarsanız, mümkün ki doğru dediklerini yalanlamış, bâtıl dediklerini kabul etmiş olursunuz. Allah'a yemin ederim ki, eğer şimdi Mûsâ hayatta olsaydı mutlaka bana tâbi olurdu", buyurdu. [590]
Nakledildiğine göre Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)de şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitab'a hiç bir şey sormayın. Kendileri dalâlette olduğu için asla size doğru yolu göstermezler. Herhangi bir şey sorduğunuz takdirde hakkı yalanlayıp bâtılı tasdik etmiş olabilirsiniz" dedi. [591]
Kitap ehline bakış tarzımızı belirlemede şu tarihî olay da yardımcı olacaktır. Deniyor ki: Hz. Ömer'in hilafet yıllarında Basra valisi Ebu Musa el-Eş'arî, bazı önemli hususları görüşmek üzere Medine'ye gelmişti. Bir ara, kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl organize edildiği söz konusu olunca, Ebu Musa: "Hristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor..." diye söze başladı. Bunun üzerine Halife Ömer'in rengi değişiverdi ve:
"Allah cezanı versin; müslüman bir kâtip edinseydin ya! Sen Allah'ın 'Ey mü'minler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin' buyruğunu işitmedin mi?" dedi. Bunun üzerine Ebu Musa cevap verdi ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti. Ebu Musa:
"O'nun dini kendisine, kâtipliği bana!" deyince Hz. Ömer'in ikazı:
"Allah'ın aşağıladığına ikram etme. Allah'ın hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma. Allah'ın uzaklaştırdığını sen yakınlaştırma!" şeklinde oldu. [592]
Şimdi bu sözler karşısında, içinde bulunduğumuz durumun perişanlığını iyice anlamamız gerekir. İdrak etmeliyiz ki, şu toplumda mü'minle gayrimüslim, nasıl birbirine karışmış ve aradaki fark görülmez olmuştur. İşin daha da fecisi, müslüman hor görülüp, Îslâmsızlık takdir edilir olmuştur.
Yalnız burada şu inceliği de iyi anlamak gerekir: Bazılarının zannettiği gibi gayrimüslim sadece müslümanlıktan başka herhangi bir dine mensup olan değildir. Hiç bir dinden olmadığı halde veya kendince bir müslümanlık benimsemiş olarak asıl İslâm'dan uzak bulunan bir toplum türü vardır ve bugün ortalığa bunlar hâkimdir. İşte bu toplum tipi de hesaba katılmalı ve "kâfir" söz konusu olunca tâ uzak diyarlar, ecnebiler algılanmamalı. Şimdi bizde bir câhil halk var ki “dinsiz” veya “kâfir” denilince hemen Batıdan gelen turistleri hatırına getiriyor. Yerleşik dinsizleri hiç hesaba katmıyor.
Kaç defa tekrar etsek azdır: İslâm'ın zıddı, müslümanın alternatifi İslâm'dan gayrı her şeydir. [593]
Müşriklerden Farkları
Şimdi burada şu gerçeğe de işaret etmeliyiz: Kur'ân ve Allah'ın Resulü, müşriklerle kitap ehli'ne az da olsa farklı bir gözle bakmıştır.
Ancak unutmayalım ki İslâm'ın, kitapsız putperest, kavimlerle kitaplıların Allah'a inanması keyfiyetinden dolayıdır. Çünkü kitapsız kâfirlerin bir kısmı Allah'ı, âhireti ve İlâhî adaleti inkâr ettikleri için bütün ahlakî ve manevî umdeleri de reddederler.
Bu bakımdan, müslümalara kin tutmayıp gayz beslemedikçe ve din hususunda mücadele etmedikleri sürece İslâm, onlarla iyi münasebet kurmaktan mü'minleri menetmez. Zulümkâr olanları hâriç, kitap ehli ile "en güzel tarzda" mücadeleyi tavsiye eder. [594]
Yalnız burada "en güzel mücadele" tabirinden kastedilen maksadın da onlara yumuşaklık gösterilip dostluk kurulması olmadığını iyi anlayalım. En güzel mücadele İslâm'ın izzeti ve menfaati için iyi bir strateji ve yararlı bir taktik uygulaması demektir. Bundan da amaç; Hakkın etrafında toplanıp birleşmeyi sağlamaktır.
Yani iyi geçinmekten gaye, güler yüz gösterilmesi ve meşru olmayan yolları tasvip etmek değil, İslâm'ın güzelliğini göstermek için nezaketle yaklaşmaktır.
Meselâ: Onlara nezâket ve yumuşaklıkla, soğukkanlılıkla, nasihatle, vakar ile mukabele etmek gibi. [595] Tekrar edelim ki bu muamele tarzı, ahdi bozmayan, cizye verip İslâm devletine itaat edenlere karşıdır. Böyle olmayıp kâfirlikle zulmedenler, İslâm'a ait yeterli delili kabul etmeyip haksızlıkla inada, ifrata sapanlar, yahut "Allah'ın çocuğu vardır, O'nun eli bağlıdır" gibi laflar ederek küfür izhar edenler bu hükme dâhil değildir. Zira o zaman, durumlarına uygun bir yöntem ile hakkı müdafaa etmek müslümanlara vacip olur. Hatta tefsire göre bu hüküm neshedilmiştir. [596] Ayrıca bu emrin Mekke döneminde geldiğine de dikkat etmek gerekir. Çünkü Medine'de durum değişmiş, İslâm devleti kurulur kurulmaz onlarla açık bir mücadele ve savaş ortamına girilmiştir. Böyle bir durumda "güzel muamele " söz konusu olamaz.
O halde tekrar edelim: Daha sonraki âyetlerde, kitap ehlinden Allah'a ve âhirete inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak Din'i din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek cizye verecekleri zamana kadar onlarla savaşmak emri vermiştir. [597]
İslâm'ın, ilk dönemde kâfirlere nazaran kitap ehline daha farklı bir gözle baktığı bir gerçek olmakla beraber, konunun iyi anlaşılması için şu kuralı da hesaba katmak gerekir: İslâm uleması, Hıristiyan ve Yahudilerle putperestler arasında akaid noktasından değil, ancak ahkâm, bazı dünyevî muâmele ve siyaset noktasında bir ayırım yapmıştır. Bu da birkaç husustadır.
Mesela, kestikleri hayvanların ve avladıklarının yenilebilmesi, ehli kitap kadınlarıyla evlenmenin caiz olması gibi.[598] Kur'ân'ın, kâfirlere karşılık kitap ehlinden yana olduğunu gösteren bir delil daha var. O eğilim de, Bizanslılar ile müşrik Farisîler arasında çıkan savaş münasebetiyle gelen âyetlerde görülüyor. Şöyle ki: Putperest ve mecusi İranlılar ile savaş halinde bulunan Rumlar 613 yılında yenildiler. Bunun üzerine Mekke müşrikleri, kendileri gibi çok tanrıcı olan İranlıların galibiyetine sevindiler. Çünkü haliyle onların tarafını tutuyorlardı. Müslümanlar ise Kitap ehli olan Hıristiyan Doğu Romalıların galip gelmesini istiyorlardı. İşte putperestlerin bu galibiyetleri diğer müşrikleri sevindirdi ve şımarttı. Onlara göre Peygamberin iddia ettiği gibi Allah tek galip ve kadir olsaydı kitap ehlini üstün getirirdi. Böylece şımardılar ve hatta Müslümanlara: "Siz ve Hristiyanlar kitap ehlisiniz, biz değiliz. Bizim kardeşlerimiz olan Farisîler, sizin kardeşiniz olan Rumları yendi. Aynı şekilde biz de aramızda çıkacak bir savaşta size galebe çalacağız!.." dediler. [599]
İşte bundan sonra, yani müşriklerin sevinip şamata etmesi üzerine İlâhî vahiyle Peygambere şunlar bildirildi: "Elif, Lâ, Mîm Rumlar yenildi. Yakın bir yerde ve birkaç yıl içinde onlar bu yenilmelerinin ardından galip olacaklar.” [600]
Gerçekten de öyle oldu. 624 yılında iki taraf karşılaştı. Bizans (Roma) orduları üstünlük sağladı ve İran'a girdiler. Bizanslıların galip geldikleri gün müslümanlar da Bedir'de muzaffer olmuşlardı. İlâhî vaad, "O gün mü'minler de ferahlanacak..." demişti ve ferahlandılar. Hem kendi zaferleri, hem de Bizanslılarla savaşan müşrik Farslıların yenilgisiyle sevinç duydular.
Ama dikkat edelim... İlâhî bildirinin burada kitap ehli olan Rumları tutuyor görünmesi, müşrik zihniyete karşı olmak ve mü'minlere da taraf olmak içindir. Aziz ve Celil olan Allah, müşriklerin sevinip şamata etmesine razı olmamıştır. Başka bir ifadeyle, buradaki espri, şirk ehline muhalefettir. İşte bundan dolayı, şimdi bazılarının yorumladıkları gibi, bu olayı ve bu âyetleri delil getirerek Yahudi ve Hıristiyan toplumlarına bir pay çıkarmaya, ehl-i kitap sayıp onların diğer kâfirlerden üstün olduğunu söylemeye hiç imkânları kalmadığı gibi,(dünya çapında) İslâm'a ve müslümanlara yönelik fesadın, tahribin, her nevi kötü niyetli etkinliğin, açık ve gizli savaşın, stratejik ve taktik merkezciliğini, odak noktasını onlar temsil ve teşkil etmektedirler. Gözlerini ve kulaklarını dikmişler, bütün güç ve dikkatleriyle müslümanları izliyorlar. Nerede tevhidî bir uyanış, bir kıpırdama görseler, yaygarayı basıyor, raporlar veriyor, ikinci derecedeki bekçilerinin dikkatlerini çekiyorlar, Tarihten gelen Haçlı zihniyetinin körüklediği düşmanlık duygusu, bir de halen sahip bulundukları "süperlik" konumlarını emperyalist egemenliklerini sürdürme isteğiyle İslâm'ı ve müslümanları kontrol altında tutuyorlar.
Bundan başka bireysel, toplumsal ve siyasal hayat ve düşünceleriyle, müşrik ve kâfir dünyanın, cahili hayat tarzının bütün olumsuz vasıflarını da fazlasıyla taşımakta ve yaşatmaktadırlar.
Bütünüyle Batı, ideolojide liberal kapitalist, fakat yaşayışta tam bir metaryalisttir. Bu toplumların hayatları; üretim, tüketim, maddî başarı, zevk ve eğlence üzerine kurulmuştur. Üstünlüğün ölçüsü yalnız maddî güç ve "fayda"dır. Fazilet, erdem ve maneviyat gibi kavramların bu zihniyette yeri yoktur. Yaşamlarının ana sütunlarını yalnızca bu ilkeler oluşturur. [601]
Kitap Ehlini Taklid Etmek
Bütün bunlardan dolayı, kimilerinin vazgeçilmez dünya dediği bu Batı zihniyetini benimseyip onları taklid etme, müslüman toplumlar için felaketlerin en büyüğüdür.
Zaman içinde ve dünya çapında İslâm egemenliğinin ve tevhid şuurunun zayıflaması, gerilemesi ve nihayet tamamen yok olup gitmesi hep bu taklid illetinin sonucudur.
Müslüman toplumlarda İslâm'a olan güven ve sadakat azaldıkça bu taklid âfeti çoğalmıştır.
Hâlbuki âlemlerin Rabbi, şanlı Resulü'ne:
"Sana gelen ilimden (yani İslâm'dan) sonra eğer onların arzularına uyacak olursan andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur" buyurmuştur. [602]
Buradaki hitap Peygambere, fakat emir ve ihtar bütün ümmetedir. Ve bu İlâhî buyrukta bütün ümmet için, Yahudi ve Nasara'nın yoluna uymamaları yönünde çok şiddetli tehdit ve vaîd (ceza ile korkutma) vardır. [603]
Bu ilâhî fermanda, küfrü tanıma hususunda bir incelik daha vardır ki ona da değinmek yerine olacaktır. Ayetin baş tarafında geçen "sen onların milletine uymadıkça onlar senden razı olmazlar" cümlesindeki millet, kelimesi "müfred" olarak gelmiştir. Bu da küfrün tek bir millet olduğuna işaret eden başka bir delildir. Zaten bunun için, ırkları ve kavimleri, hatta dinleri başka başka olsa da, kâfirlik ve İslâm'a düşmanlık mevzuunda hemfikir ve yekvücut olabiliyorlar.
Bu gayrimüslim dünyanın, yol ve zihniyet bakımından taklid edilmemesi yönündeki İlâhî hatırlatmalar Kur'ân'da yer yer tekrar edilir. "Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, o takdirde zâlimlerden olursun" buyurulur. [604]
Çünkü hak yol gayet açıktır ve müstakimdir. Müslüman da bunu anlamış ve buna kesin olarak iman etmiştir. Dolayısıyla müslüman bu duyarlılığa sahip olduktan sonra, Allah'tan başkasından talimat almaz. Müstakim olan İlm-i İlâhîyi bırakıp da, her an değişen, istikrarsız, saptırıcı beşerî görüşlere tâbi olmaz.
Kitap ehli hakkındaki günümüze temel olacak diğer bir delil, Kur'ân'da kitap ehlinin de aynen diğer kâfirler gibi birçok defa İslâm'a davet edilmiş olmalarıdır. Bu da onların dalâlette olduğunu gösterir. Yüce Allah, Resulü'ne: "Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere (kitapsızlara) de ki, 'Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi? " buyurur. Kur'ân, böylece bu soruyu sorar ve hükmünü şöyle verir:
“Eğer İslâm'a girerlerse hidâyeti bulmuş olurlar.”[605] Bu demektir ki İslâm'a girmedikçe kesin olarak küfür içindedirler. Hatta buradaki, "Siz de İslâm (yahut teslim) oldunuz mu?" cümlesinden maksat, yani "Siz de mü'minlerin yaptığı gibi bana tâbi oldunuz mu?" demektir. [606] Bu da, Peygamber'e teslimiyet olmadıkça hidâyet ehli olunamayacağını göstermektedir.
Şimdi bütün bunlara rağmen, Batı dünyasına ehl-i kitap gözüyle bakmak, herhalde insanın kalp gözünün kapalılığına delâlet eder.
Hele onların ve onların peşinde olanların velâyetini, öncülüğünü, liderliğini, güdücülüğünü kabul etmek, tam anlamıyla bir zillet demektir. Ve bu hal, Kur'ân'ın bu konudaki emirlerine açık bir muhalefet olduğu cihetle de, küfrü ta'ziz ve tebcil etmek noktasından hükmen küfürdür.
Ayrıca 1991 yılı başlan bize neleri ve neleri gösterdi. Şimdiye kadar Batı'nın soğuk harbini, emperyalist baskılarını konuşuyorduk. Ama artık Körfez Krizi denilen fecaat günlerinden sonra gelişen olaylar bize bütün dehşetiyle Batı'nın sıcak harbini de gösterdi ve görünmez plandaki korkunç hegemonyasını görünür plana çıkardı. [607] Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali, Afrika’da Batının kışkırtmasıyla yıllarca süren iç savaşlar…
Batı Hegemonyası
Dünyaya barış, demokrasi, özgürlük getireceklerini vaad edenler, yardım için girdikleri yerleri talan ettikleri, taş üstünde taş bırakmayıp ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginlerini ülkelerine taşıdıkları, istedikleri kadar işgal gücü olarak kaldıktan sonra, gittikleri zaman, arkalarında sadece kan ve gözyaşı gdünaslında neye kucak eçmıaş olurlar?
ABD, dünyanın bir ucundan ta öbür ucundaki yerlere karışıp müdâhale etmekte, ikinci derecede değil birinci derecede malikiyet iddiasında bulunmaktadır. Hali ve tavrı bunu gösteriyor. Bu ne garip ve ne cilveli bir durumdu ki, bir devletin diğer bir devlete yardım olarak verdiği ya da sattığı silahlar bir gün geliyor, satana ya da yardım edene karşı çevrilebiliyordu. Hepsi tertip sonucu olan bu olaylar karşısında basiretli müslümanlar, tevhîdî İslâm inancına sahip olan mü'minler, o küçük işgalden daha çok, bu büyük işgalin, bu manevî istilanın vehâmetini, fecaatini ve herkes tarafından idrak edilemeyen dehşetli zulmü düşünüyor veya düşünmelidir.
Esas zulüm, bir ülkenin başka bir ülke tarafından işgal edilmesi değil; Müslümanların yaşadığı bütün ülkelerin müstevli zalim imparatorluk tarafından kontrol altında tutulmasıdır.
Asıl abluka, asıl ambargo, kalplerin ve beyinlerin yıkanması ve estirilen terör havasıyla müslümanların sindirilmesi, korkutulması ve Allah'ın dinine haçlı zihniyetiyle ambargo konmasıydı. Ve nihayet kriz kriz diyerek, bütün barış girişimlerini sabote ederek dört ay müddetle hazırlıkları yaparak katliamı başlattılar.
Şimdi bütün bunlardan sonra Batı'yı, Batılı insanı, özellikle ABD'yi gerçek yüzüyle anlamayan gafillere söylenecek bir sözümüz kalmıyor.
Bilmek lazımdır ki artık bunlar kitap ehli değil, kitap nankörleridirler. Onlar ki, dünya küfrünü temsil ve icra etmektedirler. Her türlü kâfire, putpereste, ateşpereste, insan yiyen yamyamlara, Rusya'ya ve Moskof’a taş çıkartacak şekilde, onları unutturacak derecede dünya küfrünü temsil etmektedirler. Küfürde ve zulümde zirveye ulaşmışlardır.
Hiçbir zaman dillerinden düşürmedikleri insan hakları ilkesiyle kastettikleri, yalnızca kendi haklarıdır. 21. asırda, güya medenî sayılan bir dünyada, ortaçağ vahşet dönemlerinde bile görülmeyen bir tarzda bazı insanlara zulmedilmekte, kesilmekte, ırzlarına tasallut edilmekte olsa da, bu Batılıların hiç mi hiç kılı kıpırdamaz. Çünkü o öldürülenler müslümandır. Müslümanlar için ise insan hakları vs. gibi şeyler söz konusu değildir. [608]
Netice olarak: Öyle görünüyor ki, kuvvet şimdilik onların elindedir. Uyuyan dev, mücadele ortamında bile uyutulduğu için, birinci raundu aldılar.
Dünya saltanatları, maddî-manevî zulümleri ve saltanatları, ceberutlukları, ehl-i iman üzerindeki görünen ve görünmeyen zulümleri, şimdilik bütün denâetiyle/alçaklığıyla sürmektedir. Ama bilmek ve inanmak lâzımdır ki, inşâAllah zâlimlerin çöküşü mukadderdir ve yakındır. Zuhur eden alâmetler ve Allah'ın vaadi bunu haber vermektedir. [609]
“Yine, de ki: Hak geldi; bâtıl zâil oldu; yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”[610] “...Haksızlık yapan zâlimler, hangi inkılâpla döndürüleceklerini yakında bilecekler.” [611]
Ehl-i Kitap Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
- “Ehlu’l-Kitab” Teriminin Geçtiği Âyetler (31 âyet): 2/Bakara, 105, 109; 3/Âl-i İmrân, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 199; 4/Nisâ, 123, 153, 159, 171; 5/Mâide, 15, 19, 59, 65, 68, 77; 29/Ankebût, 46; 33/Ahzâb, 26; 57/Hadîd, 29; 59/Haşr, 2, 11; 98/Beyyine, 1, 6.
- “Ûtü’l-kitab” Teriminin Geçtiği Âyetler (20 âyet): 2/Bakara, 101, 144, 145; 3/Âl-i İmrân, 19, 20, 23, 100, 186, 187; 4/Nisâ, 44, 47, 51, 131; 5/Mâide, 5, 5, 57; 6/En’âm, 44; 9/Tevbe, 29; 57/Hadîd, 16; 74/Müddessir, 31, 31; 98/Beyyine, 4.
- Ehl-i Kitabdan Mü’min Olanlar Vardır: 2/Bakara, 121; 3/Âl-i İmrân, 110, 113-115, 199; 13/Ra’d, 36; 28/Kasas, 52-55.
- Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanlar: 2/Bakara, 121; 5/Mâide, 68; 98/Beyyine, 1-6.
- Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109-120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.
- Ehl-i Kitab, Kur’an’ı ve Peygamberimiz’i Bile Bile İnkâr Ederler: 2/Bakara, 101, 146; 3/Âl-i İmrân, 19, 70, 71, 81, 98-99, 187; 4/Nisâ, 44; 5/Mâide, 19; 6/En’âm, 20, 114; 7/A’râf, 157; 13/Ra’d, 30, 43; 26/Şuarâ, 196; 33/Ahzâb, 7; 48/Feth, 29; 98/Beyyine, 4.
- Ehl-i Kitab Kendilerine Uyan Mü’minleri Kâfir Yaparlar: 3/Âl-i İmrân, 100-101; 4/Nisâ, 44-45.
- Ehl-i Kitab Antlaşmalarını Bozar: 9/Tevbe, 1-3.
- Ehl-i Kitab ile Savaş: 9/Tevbe, 29; 29/Ankebut, 46; 42/Şûrâ, 16.
- Ehl-i Kitabın Kestiklerinin ve Yemeklerinin Yenmesi: 5/Mâide, 5.
- Ehl-i Kitab Kadınların Nikâhlanması: 5/Mâide, 5.
- Enl-i Kitabı İslâm’a Dâvet ve Dâvet Metodu: 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 15-16, 19, 65-66, 68, 77; 29/Ankebut, 46; 57/Hadîd, 28-29; 98/Beyyine, 1-5.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Önkal), Şâmil Y. c. 2, s. 66-67
- D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Remzi Kaya), T. Diyanet Vakfı Y. c. 10, s. 516-518
- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (A. Turan Arslan), Risâle Y. c. 1, s. 426-427
- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 532-540
- Kur'an-ı Kerim'de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K. K.de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T. Diy. Vakfı Y.
- Kur’an’da Ehl-i Kitab veli Ulutürk, İnsan Y.
- Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
- Rasûlullah’ın Ehl-i Kitapla Münasebetleri, Ali Osman Güner, Fecr Y.
- Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, Diy. V. Y.
- İslâm Ceza Hukukunda Gayri Müslim Teb’anın Yönetimi, Bilâl Eryılmaz, Risâle Y.
- İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, Ahmet Özel, Mârifet Y.
- Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
- Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
- Tefsirde İsrâiliyat, Abdullah Aydemir, D. İ. B. Y.
- Halk İnançları, Ali Çelik, Beyan Y.
- Yahudi Dâvâsı ve Filistin, Said Şamil, Kitabevi Y.
- Yahudi, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
- Yahudiliğin Gerçek Yüzü, Fuad Abdurrahman er-Rıfai, Hak Y.
- Yahudi Hâkimiyeti, Seyyid Abdurrahman eRıfai, çev. Tarık Akarsu, Ferşat Y.
- Yahudi ile Savaşımız, Seyyid Kutub, Arslan Y.
- Yahudileşme Temayülleri, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
- Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Vill Durant, İnkılab Y.
- Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri, Roger Lambel, Ank.
- Yahudiliği Anlamak, Samuel bin Yahya, İnsan Y.
- Yahudiliğin Çöküşü, Otto Heller, İnter Y.
- Yahudilik ve Masonluk, Harun Yahya, Sezgin Neşriyat
- Yahudilerin Kanlı Böreği, Necip el-Kıylânî, çev. Ali Nar, Aksa Yayım Paz.
- Yahudinin Tahta Kılıcı, Mustafa Akgün, Şahsi Y.
- Yahudilik'de Talmud'un Mevkii ve Prensipleri, Zaferü'l İslâm Han, çev. Mehmet Aydın, İhya Y.
- Peygamber Döneminde Yahudi Meselesi, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Peygamber'in Yahudilerle Münasebetleri, İsmail Hakkı Atçeken, Marifet Y.
- Tarih Aynasında Yahudiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
- Tarih Boyunca Türkler ve Yahudiler, Hikmet Tanyu, İst.
- Kur'an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
- Kur'an Açısından Yahudi, Afif Abdülfettah Tabbara, terc. M. Aydın
- İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Yaşar Kutluay, Ankara
- Beynelmilel Yahudi, Henry Ford, Kamer Neşriyat
- İbrânîler, Şemsettin Günaltay, İst.
- Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
- Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
- Tevrat, İnciller ve Kur'an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
- Tevrat, İncil ve Kur'an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız
- Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
- Kudüs Müftüsü, Philip Mattar, Akademi Y.
- Filistin'de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
- İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
- İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
- İsrail'in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
- İsrail'in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
- İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
- İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
- İsrail'in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
- İsrail'in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
- Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
- Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
- Çağdaş Dinler, R. Abdullah el Ferhan, çev. F. Demirci, H. Kemal, Ulus. İslâm’a Çağrı C. Y.
- Yehova'nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
- Masonluk ve Kapitalizm, Heyet, Araştırma Y.
- Şeytanın Dini Masonluk, Heyet, Araştırma Y.
- Tarih Boyunca Masonluk, Jose Maria Ceardenal Rogriguez, Kayıhan Y.
- Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Y.
- Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İzzet Derveze, Yöneliş Y. c. 3, s. 85-140, c. 2, s. 287-297
- Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 155-187
- Din Anlayışımızdaki Temel Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
- İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, s. 327-402
- Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y. s. 217-307
- Kur'an'da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y. s. 184-194
- Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 129-154
- Kur'an'da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 120-128
- Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 156-162
- Fâtiha Tefsiri, âzad, Bir Y. s. 241-306
- Fâtiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 60-69
- Sorularla Fâtiha Suresi, Sabit Durmuş, Ali İçipak, Ölçü/Yenda Y. s. 178-207
- Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 225-231
- Fâtiha'nın Kırk Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y.
- İsrailoğulları, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35
- Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
- Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, Bir Y. s. 364- 400
- Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.
- Kur’an-ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
- Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.
- Yaşayan Dünya Dinleri, A. Abdullah Masdusi, Kalem Y.
- Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
- Dinler ve İnsanlar, Osman Cilacı, Tekin Y.
- İncîl ve Salîb, Abdül Ehad Dâvud, İnkılâb Y.
- İslâmiyet ve Hristiyanlık (Bir Mukayese), Türkçesi: İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
- İslâm Avrupa’da, Montgomary Watt, M. Ü. İlâhiyat Fak. Y.
- Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Mongomary Watt, İz Y.
- Deccal, Hristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.
- Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed (a.s.), Abdulahad Dâvûd, çev. Nusret Çam, Nil A.Ş. Y.
- Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Selçuk Ü. İlâhiy. F. Y.
- Hristiyanlığa Reddiye, Ebû Osman Câhız, Tekin Y.
- Hristiyanlığa Reddiye, Abdullah Tercüman (Anselmo Turmeda), Bedir Y.
- Hristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsilleri, Mehmet Aydın, Selçuk Ün. Y.
- Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
- Hıristiyan İken Niçin Müslüman Oldum, Safiyye Plath, Şahsi Y.
- Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
- Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
- Gerçekler ve Hristiyanlık, Tâhâ F. Ünal, Işık Y.
- Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
- 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirzâ, Sönmez Neşriyat
- İzhâru’l Hak Fî İhtiyâri’l Ehak, Rahmetullah el-Hindî, Sönmez Neşriyat
- İncil, Türkçe Çeviri, Müjde Y.
- Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi /Müjde Y.
- Hıristiyan Dininin Esasları, Hıristiyan Aileler İçin Din Kitabı, P. Luigi İannitto, S. Antuan Kilisesi Y.
- Anadolu’daki Amerika: Misyoner Okulları, Uygur Kocabaşoğlu, Arba Y.
- Hilâl ve Haç Kavgası, Halil Halid, Bedir Y.
- Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
- Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
- Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
- Müslümanların Hristiyanlaştırılması, Muhammed Umara, Denge Y.
- Hristiyanlık Propagandası ve Misyoner Faaliyetleri, Osman Cilacı, D. İ.B. Y.
- Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, İ. Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Yehova Şahitleri, Hikmet Tanyu, D. İ. B. Y.
- Yehova'nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
- Yehova Şahitlerinin İçyüzü, Hüseyin Atay, Ali Arslan Aydın, D.İ.B. Y.
- Batının Oluşumu, Christopher Dawson, Dergâh Y.
- Mûsâ ve Tektanrıcılık, Sigmund Freud, Dergâh Y.
- Çağımızda Dine Dönüş, Henry C. Link, Dergâh Y.
- Batı ile Hesaplaşma, Ebul Hasen en Nedevî, Çığır Y.
- Din ve Allah İnancı, Abdullah Draz, Bir Y.
- Doğu ve Batı Arasında İslâm, Ali İzzet Begoviç, Nehir Y.
- İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
- İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
- Peygamberimiz’e Neden İnanmadılar? Ahmed Lütfi Kazancı, Nil A.Ş. Y.
- Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
- İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
- İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
- Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
- İslâm’ı Nasıl Yok Edelim? Hampher, Nehir Y.
- Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman, Marifet Y.
- Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
- Neden Hristiyan Değilim? Bertrand Russell, Toplumsal Dönüşüm Y.
- Asrımızda Hıristiyan ve Müslüman Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat
- Anglikan Kilisesine Cevap, Abdülaziz Çavuş, D.İ.B. Y.
- Cevap Veremedi, Harputlu İshak Efendi, Hakikat Y.
[1] 2/Bakara, 62
[2] 3/Âl-i İmrân, 67
[3] 43/Zuhruf, 63-65
[4] 3/Âl-i İmrân, 52
[5] 3/Âl-i İmrân, 19
[6] 22/Hac, 78
[7] 5/Mâide, 17, 72, 116; 9/Tevbe, 31
[8] 3/Âl-i İmrân, 50-51
[9] Matta, 5/17
[10] Yuhanna, 16/12-13
[11] Bu konuyla ilgili olarak ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) müjdelenmesiyle ilgili bkz. Yuhanna, 14/16, 26, 30; 15/26; 16/7-8, 12-13
[12] 61/Saf, 6
[13] 3/Âl-i İmrân, 67
[14] 3/Âl-i İmrân, 50-51
[15] 3/Âl-i İmrân, 64
[16] 3/Âl-i İmrân, 79-80
[17] 4/Nisâ, 171-172
[18] 5/Mâide, 17
[19] 5/Mâide, 72
[20] 5/Mâide, 73
[21] 5/Mâide, 75
[22] 5/Mâide, 77
[23] 5/Mâide, 116-117
[24] 9/Tevbe, 30
[25] 9/Tevbe, 31
[26] 43/Zuhruf, 63-65
[27] 61/Saf, 6
[28] 112/İhlâs, 1-4
[29] 3/Âl-i İmrân, 19
[30] Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
[31] 4/Nisâ, 171
[32] 5/Mâide, 77
[33] 5/Mâide, 17
[34] 5/Mâide, 72
[35] 9/Tevbe, 31
[36] 9/Tevbe, 30
[37] 3/Âl-i İmrân, 79-80
[38] 4/Nisâ, 171-172
[39] 5/Mâide, 73
[40] 5/Mâide, 116-117
[41] 5/Mâide, 75
[42] 3/Âl-i İmrân, 64
[43] 9/Tevbe, 31
[44] 2/Bakara, 285; 4/Nisâ, 78, 136
[45] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, 5, 7; Ebû Dâvud, Sünne 15
[46] Luka 3/38
[47] 17/İsrâ, 85
[48] bk. aşağıdaki 9. madde
[49] bk. 5. ve 6. maddeler
[50] 14/1
[51] Matta, 5/9
[52] Buhâri, İman 4; Müslim, İman 64, 65, 66; Tirmizî, Kıyâme 52; Nesâi, İman 8
[53] Luka, 6/35
[54] Matta, 12/18
[55] Matta, 17/21; Markos, 9/29
[56] Matta, 22/21; Markos, 12/17; Luka, 20/25
[57] Matta, 6/9-13; Luka, 11/2-4
[58] 2/Bakara, 201
[59] 1/Fâtiha, 1-7
[60] İhsan Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık (Bir Mukayese), Beyan Y. s. 13-23
[61] Rasüllerin İşleri, 23/6
[62] Rasüllerin İşleri, 26/5
[63] Matta, 15/12-14
[64] Matta, 16/6; 11-12
[65] Matta, 23/15
[66] Matta, 5/17-20
[67] (Rasüllerin İşleri, 15/28-29)
[68] Bk. 19/Meryem, 16-37
[69] 3/Âl-i İmrân, 59
[70] 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27
[71] 3/Âl-i İmrân, 50-51
[72] 61/Saf, 6
[73] 4/Nisâ, 157
[74] Bk. 43/Zuhruf, 61
[75] Bk. Buhâri, Büyû 102
[76] 3/Âl-i İmrân, 55
[77] 5/Mâide, 117
[78] 19/Meryem, 30-31
[79] Bk. 5/Mâide, 117
[80] Matta, 21/11
[81] Luka, 7/16
[82] Matta, 12/18
[83] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
[84] Matta, 14/22-23
[85] Markos, 6/46
[86] Luka, 6/12
[87] Luka, 9/18-21
[88] Matta, 26/36 Ve yine Bk. Luka, 11/1
[89] 19/Meryem, 31
[90] Bk. Korintoslular’a 2. Mektup, 5/21; Romalılar’a Mektup, 5/12
[91] 35/Fâtır, 18
[92] 20/Tâhâ, 121-122
[93] 2/Bakara, 36
[94] Hezekiel, 18/20-22
[95] Süleyman’ın Meselleri, 21/18
[96] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
[97] Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14
[98] Luka, 19/27
[99] Pavlus’un Korintoslulara 1. Mektubu, 15/25
[100] Matta, 10/34-36
[101] 2/Bakara, 256
[102] 109/Kâfirûn, 6
[103] 2/Bakara, 190
[104] 5/Mâide, 32
[105] Tesniye, 20/16-17
[106] 1. Samuel, 15/2-3
[107] (Bk. Rasüllerin İşleri, 15/28-29)
[108] (3/Âl-i İmrân, 52)
[109] (Matta, 10/2-4)
[110] 4/Nisâ, 157
[111] Matta, 16/18
[112] 57/Hadîd, 27
[113] 5/Mâide, 73
[114] 4/Nisâ, 171-172
[115] 2/Bakara, 40
[116] 3/Âl-i İmran, 93; 19/Meryem, 58
[117] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 32/28; 45/9-18; Hoşea 26/5-6
[118] 7/A'râf, 156
[119] 2/Bakara, 120
[120] 5/Mâide, 51
[121] 2/Bakara, 135
[122] 62/Cum'a, 5
[123] 5/Mâide, 64
[124] 5/Mâide, 70
[125] 5/Mâide, 78-80
[126] 5/Mâide, 82
[127] 9/Tevbe, 30
[128] 9/Tevbe, 31
[129] 9/Tevbe, 29
[130] Buhâri, Enbiyâ 50; Ebû Dâvud, ilim 11; Tirmizi, İlim 13; Ahmed bin Hanbel, II/159; Dârimî, Mukaddime 6
[131] Buhâri, İ'tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, III/84
[132] Buhâri, İ'tisam 14
[133] Tirmizî, İman 18
[134] 5/Mâide, 77
[135] Ebû Dâvud, Melâhim 17 (4336); Tirmizî, Tefsir 5/6 (3047
[136] 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
[137] 28/Kasas, 3-5
[138] 28/Kasas, 3-13
[139] 28/Kasas, 5-32; 20/Tâhâ, 24-43
[140] 20/Tâhâ, 29-36, 47, 48
[141] 20/Tâhâ, 44, 47; 26/Şuarâ, 17
[142] 20/Tâhâ, 63; 28/Kasas, 36; 40/Mü'min, 26
[143] 26/Şuarâ, 19; 20/Tâhâ, 44-76; 28/Kasas, 36, 39
[144] 10/Yûnus, 84-87
[145] 7/A'râf, 128-129
[146] 10/Yûnus, 83
[147] 26/Şuarâ, 54-55
[148] 43/Zuhruf, 51
[149] 28/Kasas, 4; 29/Ankebut, 39
[150] 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 54-56
[151] 20/Tâhâ, 24-43
[152] 20/Tâhâ, 79
[153] 40/Mü'min, 29
[154] 17/İsrâ, 101, 102
[155] 40/Mü'min, 26
[156] 7/A'râf, 183; 40/Mü'min, 25; 4/Nisâ, 76
[157] 10/Yûnus, 85-86
[158] 20/Tâhâ, 77
[159] 26/Şuarâ, 52-67
[160] 10/Yûnus, 90; 26/Şuarâ, 53-66; 7/A'râf, 134, 137
[161] 28/Kasas, 39-42
[162] 7/A'râf, 138-140
[163] 7/A'râf, 160
[164] 2/Bakara, 51
[165] 2/Bakara, 53
[166] 20/Tâhâ, 85-98
[167] 7/A'râf, 160
[168] 2/Bakara, 67-71
[169] 2/Bakara, 93; 4/Nisâ, 46
[170] 5/Mâide, 20-26
[171] 5/Mâide, 13
[172] 5/Mâide, 13
[173] 5/Mâide, 26
[174] 7/A'râf, 166
[175] 2/Bakara, 61, 87; 5/Mâide, 70
[176] 5/Mâide, 79
[177] 32/Secde, 24
[178] 2/Bakara, 246-251
[179] 2/Bakara, 249
[180] Matta, 10/6
[181] 5/Mâide, 110
[182] 3/Âl-i İmran, 49-54
[183] 4/Nisâ, 157
[184] 5/Mâide, 78-80
[185] 26/Şuarâ, 197
[186] Bk. 46/Ahkaf, 10
[187] Bk. 28/Kasas, 52-53; 13/Ra'd, 36; 17/İsrâ, 107; 7/A'râf, 157
[188] 29/Ankebut, 46
[189] 2/Bakara, 89
[190] 2/Bakara, 170; Adnan Adıgüzel, İsrailoğulları, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35
[191] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
[192] 2/Bakara, 65; 7/A'râf, 166
[193] 5/Mâide, 70-71
[194] 2/Bakara, 93
[195] 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
[196] 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
[197] 2/Bakara, 61
[198] 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
[199] 5/Mâide, 64, 81; 7/A'râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
[200] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
[201] 2/Bakara, 87
[202] 2/Bakara, 55
[203] 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
[204] 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
[205] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
[206] 2/Bakara, 42
[207] 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91
[208] 7/A'râf, 169
[209] 2/Bakara, 61
[210] 2/Bakara, 86
[211] 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En'am, 146
[212] 4/Nisâ, 46
[213] 5/Mâide, 40-42
[214] 5/Mâide, 64
[215] 28/Kasas, 79
[216] 5/Mâide, 42, 62
[217] 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
[218] 3/Âl-i İmran, 161
[219] 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
[220] 4/Nisâ, 53
[221] Doğa ve diğer insanlar konusunda: 5/Mâide, 32
[222] 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
[223] 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A'râf, 169
[224] 2/Bakara, 92
[225] 2/Bakara, 74
[226] 2/Bakara, 88
[227] 3/Âl-i İmran, 155
[228] 5/Mâide, 78
[229] 2/Bakara, 44
[230] 5/Mâide, 79
[231] 5/Mâide, 41
[232] 2/Bakara, 102
[233] 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
[234] 4/Nisâ, 44
[235] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
[236] 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
[237] 2/Bakara, 109
[238] 9/Tevbe, 32-33
[239] 5/Mâide, 80-81
[240] 5/Mâide, 13, 32
[241] 8/Enfâl, 56, 57
[242] 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
[243] 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En'am, 91
[244] 2/Bakara, 76
[245] 2/Bakara, 79
[246] 3/Âl-i İmran, 75
[247] 2/Bakara, 80
[248] 5/Mâide, 41
[249] Âl-i İmran, 70
[250] 9/Tevbe, 31, 34
[251] 4/Nisâ, 157
[252] 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
[253] 5/Mâide, 3, 60
[254] 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
[255] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
[256] 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
[257] 5/Mâide, 60
[258] 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166
[259] 5/Mâide, 13, 32, 41
[260] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60)
[261] 2/Bakara, 102
[262] 3/Âl-i İmran, 188
[263] 5/Mâide, 64
[264] 9/Tevbe, 31, 34
[265] 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
[266] 2/Bakara, 55
[267] 6/En'am, 159
[268] 3/Âl-i İmran, 70
[269] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
[270] 2/Bakara, 85
[271] 62/Cum'a, 5
[272] Adnan Adıgüzel, İsrailoğulları, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 35
[273] 1/Fâtiha,7
[274] 5/Mâide, 54; M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s. 24-47
[275] 2/Bakara, 55
[276] 2/Bakara, 108
[277] 4/Nisâ, 136
[278] 2/Bakara, 131; A.g.e. s. 167-175
[279] 21/Enbiyâ, 48
[280] 17/İsrâ2
[281] 28/Kasas, 43
[282] 2/Bakara, 79
[283] 2/Bakara, 59, 75
[284] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
[285] 2/Bakara, 159, 174; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91
[286] 5/Mâide, 13-14
[287] Yeremya, 23/36
[288] Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7
[289] Tesniye, 4/24
[290] Tekvin, 2/2
[291] Tekvin, 32/28
[292] Tekvin, 3/22-23
[293] Tekvin, 19/30-36
[294] Tekvin, 9/20-25
[295] Tekvin, 12/14-19
[296] Sayılar, 11/10-15
[297] Çıkış, 32/1-5; 24, 35
[298] II. Samuel, 11/2-27
[299] Krallar, 11/4
[300] Neşideler Neşidesi, 1/1-4
[301] 7/A'râf, 150; 20/Tâhâ, 90-94
[302] I. Krallar, 11/5, 9
[303] 2/Bakara, 102
[304] 5/Mâide, 44
[305] 15/Hicr, 9
[306] 2/Bakara, 75
[307] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
[308] 4/Nisâ, 46
[309] 2/Bakara, 104
[310] Buhâri, Tefsir 4; Müslim, Tefsir 54/1
[311] Buhâri, Edeb 35; Müslim, Selâm 8, 10-12
[312] 18/Kehf, 110
[313] Mevdudi, Tefhim I/239
[314] 2/Bakara, 59
[315] 7/A'râf, 162
[316] 6/En'am, 91
[317] 2/Bakara, 159, 174
[318] 5/Mâide, 15
[319] 3/Âl-i İmran, 71
[320] 5/Mâide, 13
[321] 3/Al-i İmran, 71
[322] 2/Bakara, 85
[323] A.g.e. s. 176-253
[324] A.g.e. s. 13-14
[325] 5/Mâide, 105
[326] 4/Nisâ, 136
[327] 2/Bakara, 101
[328] 6/En’âm, 156
[329] Mücâchid, 1/186; Taberî Câmiu’l-Beyân, 8/69; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/44
[330] 22/Hacc, 17
[331] Muvattâ, 1/278
[332] Ebû Yûsuf, Kitabu’l-Harac, 140-141
[333] Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, El-Üm, 4/158
[334] Remzi Kaya, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, 10/517
[335] 3/Âl-i İmrân, 75, 113-115, 119
[336] 2/Bakara, 105; 98/Beyyine, 1
[337] 3/Âl-i İmrân, 70, 98, 112; 4/Nisâ, 155; 59/Haşr, 2
[338] 3/Âl-i İmrân, 75
[339] 3/Âl-i İmrân, 78
[340] 3/Âl-i İmrân, 112; 4/Nisâ, 155
[341] 2/Bakara, 109; 3/Âl-i İmrân, 69, 72, 99, 100
[342] 5/Mâide, 68
[343] 3/Âl-i İmrân, 64
[344] 29/Ankebût, 46
[345] 5/Mâide, 48
[346] 5/Mâide, 19
[347] 5/Mâide, 15
[348] 27/Neml, 76
[349] 5/Mâide, 51
[350] 5/Mâide, 57
[351] 2/Bakara, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 57/Hadîd, 16
[352] 5/Mâide, 82
[353] 3/Âl-i İmrân, 64
[354] 28/Kasas, 52-53
[355] 5/Mâide, 68
[356] Remzi Kaya, a.g.e., 10/518
[357] 2/Bakara, 101
[358] 2/Bakara, 109
[359] 2/Bakara, 120
[360] 2/Bakara, 137
[361] 3/Âl-i İmrân, 19
[362] 3/Âl-i İmrân, 64
[363] 3/Âl-i İmrân, 69
[364] 3/Âl-i İmrân, 70
[365] 3/Âl-i İmrân, 71
[366] 3/Âl-i İmrân, 72
[367] 3/Âl-i İmrân, 73
[368] 3/Âl-i İmrân, 75
[369] 3/Âl-i İmrân, 78
[370] 3/Âl-i İmrân, 85
[371] 3/Âl-i İmrân, 98-99
[372] 3/Âl-i İmrân, 100
[373] 3/Âl-i İmrân, 110-111
[374] 4/Nisâ, 44
[375] 4/Nisâ, 51-52
[376] 4/Nisâ, 155-157
[377] 4/Nisâ, 171
[378] 5/Mâide, 5
[379] 5/Mâide, 15
[380] 5/Mâide, 51
[381] 5/Mâide, 57
[382] 5/Mâide, 68
[383] 5/Mâide, 77
[384] 9/Tevbe, 29
[385] 9/Tevbe, 34
[386] 29/Ankebût, 46
[387] 57/Hadîd, 16
[388] 59/Haşr, 2-4
[389] 98/Beyyine, 1-7
[390] 2/Bakara, 92; 7/A’râf, 138, 148, 150-153; 20/Tâhâ, 85-97
[391] 9/Tevbe, 30
[392] 2/Bakara, 109; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 80-81
[393] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 111; 3/Âl-i İmrân, 24; 2/Bakara, 94-95
[394] 4/Nisâ, 157-158
[395] 5/Mâide, 70
[396] 2/Bakara, 146; 6/En’âm, 20
[397] 2/Bakara, 89-91; 3/Âl-i İmrân, 70-73, 98-99; 4/Nisâ, 155; 6/En’âm, 91
[398] 2/Bakara, 97-98
[399] 2/Bakara, 93; 4/Nisâ, 46
[400] 5/Mâide, 64; 3/Âl-i İmrân, 181; 36/Yâsin,47
[401] 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 77
[402] 5/Mâide, 17, 72
[403] 9/Tevbe, 30; 3/Âl-i İmrân, 79-80
[404] 4/Nisâ, 171-172; 5/Mâide, 73
[405] 5/Mâide, 116, 75
[406] 9/Tevbe, 31; 3/Âl-i İmrân, 64
[407] 3/Âl-i İmrân, 65-68 ve yine bk. 2/Bakara, 140
[408] 3/Âl- İmrân, 93-94
[409] 4/Nisâ, 44
[410] 2/Bakara, 109 ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 69, 99-100; 2/Bakara, 109
[411] 2/Bakara, 111
[412] 2/Bakara, 135
[413] 2/Bakara, 137
[414] Veli Ulutürk, Kur’an’da Ehl-i Kitab, s. 29-31
[415] 3/Âl-i İmrân, 19-20
[416] 98/Beyyine, 4-6
[417] 9/Tevbe, 30
[418] 5/Mâide, 17
[419] 5/Mâide, 73
[420] 98/Beyyine, 6
[421] 9/Tevbe, 30
[422] 2/Bakara, 105
[423] 5/Mâide, 17
[424] 5/Mâide, 73
[425] 98/Beyyine, 6
[426] 3/Âl-i İmrân, 19
[427] 5/Mâide, 3
[428] 3/Âl-i İmrân, 85
[429] 5/Mâide, 68
[430] 2/Bakara, 135
[431] Bk. Celâleyn, 1/84; Zemahşerî, 1/194; Nesefî, 1/77; Âlûsî, 1/394; Elmalılı, 1/514
[432] 5/Mâide, 17
[433] 5/Mâide, 73
[434] 5/Mâide, 116
[435] AbdülAhad Dâvud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s. 85-86
[436] 3/Âl-i İmrân, 64
[437] 9/Tevbe, 31
[438] 3/Âl-i İmrân, 64
[439] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Elmalılı, 4/2511-2512; Zemahşerî, 1/371; İbn Kesir, 2/348
[440] 4/Nisâ, 51-52; Veli Ulutürk, a.g.e. s. 34-36
[441] 4/Nisâ, 171
[442] 5/Mâide, 77
[443] 57/Hadîd, 27
[444] 7/A’râf, 138
[445] 2/Bakara, 55; 4/Nisâ, 153
[446] 2/Bakara, 103; 22/Hacc, 78
[447] 2/Bakara, 105 Ve bk. 5/Mâide, 64; 6/En’am, 91; 11/Hûd, 110
[448] 5/Mâide, 15 ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 81-82; 5/Mâide, 14-15.
[449] 7/A’râf, 157
[450] 3/Âl-i İmrân, 70-71; 5/Mâide, 14; 2/Bakara, 159, 174
[451] 5/Mâide, 47, 68
[452] 5/Mâide, 66
[453] 5/Mâide, 8
[454] 3/Âl- İmrân, 23
[455] 3/Âl-i İmrân, 78
[456] 2/Bakara, 75, 79
[457] 5/Mâide, 13
[458] 4Nisâ, 46
[459] 9/Tevbe, 29
[460] 6/En’âm, 140
[461] 3/Âl-i İmrân, 93-94
[462] 2/Bakara, 142
[463] 2/Bakara, 143
[464] 2/Bakara, 144-145
[465] 9/Tevbe, 34
[466] 5/Mâide, 62-63
[467] 2/Bakara, 84-85
[468] 5/Mâide, 79
[469] 4/Nisâ, 160-161
[470] 5/Mâide, 64
[471] 2/Bakara, 251
[472] 5/Mâide, 51; 8/Enfâl, 73; 45/Câsiye, 19
[473] 5/Mâide, 14; Geniş bilgi için bk. Veli Ulutürk, s. 37-47
[474] 3/Âl-i İmrân, 75
[475] 5/Mâide, 57-58
[476] 3/Âl-i İmrân, 111
[477] 3/Âl-i İmrân, 186
[478] 3/Âl-i İmrân, 120
[479] 5/Mâide, 13
[480] Veli Ulutürk, a.g.e. s. 49-50
[481] 3/Âl-i İmrân, 113-115
[482] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 4/52-53; Beydavî, 1/177; Âlûsî, 4/35
[483] Elmalılı, 2/1160
[484] 3/Âl-i İmrân, 110
[485] 3/Âl-i İmrân, 199
[486] Taberî, 4/218-220; Âlûsî, 4/173-174
[487] Elmalılı, 2/1264-1265
[488] 3/Âl-i İmrân, 75
[489] Âlûsî, 3/202
[490] 3/Âl-i İmrân, 76
[491] 5/Mâide, 65
[492] 28/Kasas, 52-54; Veli Ulutürk, a.g.e. s. 63-65
[493] 17/İsrâ, 15
[494] 10/Yûnus, 47
[495] 40/Mü’min, 78
[496] 16/Nahl, 36
[497] Buhârî, İlim 10
[498] 4/Nisâ, 144
[499] 5/Mâide, 51
[500] 5/Mâide, 57
[501] 2/Bakara, 120
[502] 3/Âl-i İmrân, 100
[503] 34/Sebe’, 28; Ayrıca bk. 7/A’râf, 158; 25/Furkan 1.
[504] 5/Mâide, 66
[505] 2/Bakara, 41
[506] 5/Mâide, 82-85
[507] 3/Âl-i İmrân, 64
[508] Buhârî, Tefsîr Âl- İmrân 4; İbn Kesîr, 1/371
[509] 2/Bakara, 41-42
[510] 3/Âl-i İmrân, 70-71
[511] 5/Mâide, 15
[512] 5/Mâide, 19
[513] 3/Âl-i İmrân, 19-20
[514] 3/Âl-i İmrân, 85
[515] 29/Ankebût, 46-47
[516] 3/Âl-i İmrân, 98-99
[517] 5/Mâide, 68
[518] Elmalılı, Eser Y. s. 3/1739
[519] 5/Mâide, 59
[520] 4/Nisâ, 47
[521] 9/Tevbe, 29
[522] Elmalılı, Eser Y. 4/2504; Geniş bilgi için bk. Veli Ulutürk, a.g.e. s. 60-68
[523] 2/Bakara, 62
[524] 5/Mâide, 69
[525] 22/Hacc, 17
[526] 5/Mâide, 73
[527] 9/Tevbe, 30
[528] 98/Beyyine, 6
[529] 6/En’âm, 91; 39/Zümer, 67
[530] Meselâ, bk. 2/Bakara, 4-5; 285 vb.
[531] 4/Nisâ, 136
[532] Elmalılı, Eser Y. 3/1739
[533] Nesefî, Medârik 2/96; Beydavî, Celâleyn, 2/87-88
[534] Zemahşerî, Keşşâf 1/146, 661; Nesefî, 1/52, 293; Beydavî, 1/60; Elmalılı, 1/371
[535] 2/Bakara, 85; 4/Nisâ, 150-153
[536] 2/Bakara, 40
[537] Elmalılı, 1/372-373
[538] 2/Bakara, 137
[539] 5/Mâide, 65
[540] İbn Kesir, 1/378; Âlûsi, 3/210
[541] Taberî, 1/320, 323; İbn Kesîr, 1/103; Âlûsî, 1/279
[542] Veli Ulutürk, a.g.e. s. 68-74
[543] bk. Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, s. 311-319
[544] bk. M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, 1/132
[545] 2/Bakara, 256
[546] 18/Kehf, 29
[547] Ebû Dâvud, İmâre 33; Cihad 153
[548] Muvattâ, Medine 18, 19
[549] 5/Mâide, 5
[550] 2/Bakara, 221
[551] 5/Mâide, 5
[552] Muvattâ, 1/278
[553] Turan Arslan, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, 1/426
[554] Rene Guenon (Abdülvâhid Yahya), Modern Dünyanın Bunalımı, s. 137
[555] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2/21-23; Tekvin 3/17
[556] Yusuf Kerimoğlu, Fıkhî Meseleler 2/135-136
[557] 98/Beyyine, 7
[558] 9/Tevbe, 29
[559] 3/Âl-i İmrân, 20
[560] Âlûsî, 3/108
[561] Buhârî, Kitâbu’l-Cenâiz, bab 80
[562] Müslim, K. İman, bab, 7
[563] Geniş bilgi için bk. Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, s. 155-187
[564] Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, Kitâbu’l-Umm, 1/196; Rûhu’l-Meânî, 6/64
[565] İmam Şâfiî, Kitâbu’l-Umm, 1/196
[566] Zemahşerî, Keşşaf, c.2, s.338
[567] Bakara: 2/109; Şûra, 16
[568] Nisa: 2/51.
[569] Âl-i İmrân: 3/72
[570] el-Alusî, 3/199
[571] Kadı Beyzavî, 1/519
[572] Âl-i İmrân: 3/71
[573] Süleyman b. Ömer eş-Şâfiî
[574] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 164-166.
[575] Celaleyn Tefsiri, Maide, 44
[576] Maide: 5/63
[577] Nisa: 4/51
[578] Beyzavi, Haazin, age, 2/96
[579] En'am: 6/20;Âl-i Îmrân: 3/187
[580] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 167-170.
[581] Metalip ve Mezahip, Dibace, s.42
[582] Bakara: 2/140. 172
[583] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 170-173.
[584] M. Hamdi Yazır, age, 1/196
[585] Beyine: 98/7
[586] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 173-176.
[587] 8/Enfal, 56
[588] Tefhimü'l-Kur'ân, 2/163
[589] Maide: 5/52; Celaleyn Tefsiri, el, s.62, Matbaa-i Âmire, 1326
[590] İbn Abdi'1-Berr, Câmiu Beyâni'l-İlm, 2/42, Kahire, 1395
[591] Câmiu Beyâni'l-İlm, 2/40; Hayâtü's-Sahâbe, 4/1515; Muhtasar, 3/39
[592] Fahrüddîn-i Râzî, Mefâtîhü'1-Gayb, 3/611
[593] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 176-179.
[594] Ankebut: 29/46-47
[595] Beyzavî, Medarik, 5/22.
[596] age,
[597] Tevbe: 9/29.
[598] İbn Abidîn, 6/82; Mâide: 5/5.
[599] Celaleyn, 2/59; Beyzavî, Medarik, 5/31
[600] Rûm: 30/1-4
[601] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 179-183.
[602] Bakara: 2/120
[603] Muhtasar,' İbn Kesir, 1/114
[604] Bakara: 2/145
[605] Âl-i İmrân: 3/20
[606] el-Alûsî, 3/108
[607] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 183-185.
[608] 1992-93 yıllarında cereyan eden Bosna-Hersek katliamı ve faciaları bunun en açık delilidir
[609] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 185-187.
[610] 17/İsrâ, 81
[611] 26/Şuarâ, 227