KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- Küfür; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’an’da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
- Küfrün Anatomisi
- Kâfirin Kalbi
- Küfrün Sebepleri
- Müslüman-Kâfir İlişkisi
- Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
- Kâfir Akrabalarla İlişki
- Elfâz-ı Küfür
- Ef’âl-i Küfür
- Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
- Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
- İtidâl/Denge
- Dinde aşırılık
- Tekfircilik Hastalığı
- Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
- Tekfir Konusunda Kurallar
- Tekfire Engel olan Mâniler
- Tekfir Konusunda Yetkili Mercî
- Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
- Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
- Haksız Tekfirin Tehlikesi
- Küfürden Korunma Yolları
“Gerçekten kâfir olanları (küfürlerinde bilinçli olarak ısrar eden kimseleri) inzâr etsen de etmesen de (azap ile uyarıp korkutsan da korkutmasan da) müsâvidir. Çünkü onlar iman etmezler.” [1]
Küfür; Anlam ve Mâhiyeti
Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffâre(t) denilmiştir. Yine aynı kökten gelen “küfrân” ise, nimeti örtmek, yani nankörlük yapmak demektir. Günahları örten bedele de “keffâret” denilir. Kâfir kişi de Allah’ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.
Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: küffâr, kâfirûn, kefere) denilir. Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır. Kâfir, gerçeği örten, nimeti saklayıp inkâr eden kişi demektir. Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan Allah’ın âyetleri, tevhidî iman, peygamberlik, din, hidâyet vb. hususları saklamak veya görmezlikten gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.
Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara, karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı ortamlardır.
Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi, ikrah, yani şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terk etmeyi de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib (yalanlama) de kalble, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrah (zorlama) olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmanın en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün olur? Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izharı, “kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra ikrah olunan, zorlanan değil”[2] şer’î istisnâyı bildiren bu âyet gereğince zaruri bir zorlamaya dayanması hâriç. Fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür) ile fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile haça tapmak kesin küfür olur. Bu bakış açısından, amelin terkinin fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan, küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Hâlbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe atmak, güneşe tapınmak, putlara veya heykellere secde etmek, küfrü yayıp neşretmek, günahı ve haramı helâl; helâli de haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir ikrah, yani zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir.
Yukarıda açıklama yapıldığı üzere, ameli terk etmenin ve her günahın küfrü gerektirdiği söylenmiyor. Fakat bu mesele, istismar edilerek kötüye kullanılmıştır. Ameli terk etmek iki türlüdür: Birisi cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk etmek, biri de terk etmeyi alışkanlık edinmektir. Meselâ, bazen namaz kılmayan ile namazı terk etmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -beşer hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz’î terk, küfür olmayabilir. Fakat ameli terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen, ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah’a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’an’a ve âhirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan, birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiçbir ine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise, onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile de vâki olur; tamamının inkârı şart değildir. İman ile küfür, sade zıt değil; birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasında bir menzil (el-menzile beyne’l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir; ya mü’min. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür, iki görüş açısından düşünülür. Birisi, insanın yalnız Allah’a karşı vaziyeti; diğeri de mü’minlere karşı vaziyetidir. Birincisinde mü’min, yalnız Allah’ın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde, insanların ilmi ve onlara kendini ne şekilde tanıttığını, ne gibi muâmele yaptığını, onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm’da Allah’ın hakları, bir de kulların hakları yönü; imanın bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. “Allah’a, Peygamber’e kalbimde imanım var” deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek manasında da âdet olmuştur ki, bu, Arapça’da yoktur. Halk arasında yaygın olan bu mana, esasında dinî manadan alınmıştır. Önceleri küfrü gerektiren sövmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir. [3]
Küfür, İslâm’ın karşıtıdır. İslâmın gönderilişi sebebi, insanların fıtrat dini olan İslâm’dan uzaklaşıp, Allah’ın ‘küfr’ dediği inkâra düşmeleridir veya kendi hevalarına uyarak yanlış yola gitmeleridir.
“Küfür”, din dilinde, imanın zıddıdır yani imansızlıktır. Bir insanın iman etmesi mümkünken, iman etmesi gerekirken iman etmemesidir. Bu çeşit küfr, yalanlamayı, inkârı ve iman ilkelerini ikrar (söylemeyi) terketmek demektir. Nasıl ki iman; imanın şartlarını, inanç esaslarını zorlama olmadan kalp ile tasdik dil ile ikrar ise, küfr de tam bunun karşıtıdır. İnanç esaslarını kabul etmediğini dil ile söylemektedir veya gönlünden inanmamaktır. İman ilkelerini yalan saymak veya açıktan açığa inkâr etmektir. Başka bir deyişle, Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed’in getirip tebliği ettiği şeyleri inkâr etmek, onları kabul etmemektir.
İman kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için “küfür” kavramı üzerinde durmak gerekir. İslâm’ın iman kavramına yüklediği bütün olumlu mânâların tam karşıtı “küfür” kavramında vardır. Esasen küfr de bir iman çeşididir. Yani bazı insanlar İslâm’a inanmamayı inanç haline getirirler veya onun yerine bir başka din bulurlar; bunlara genel olarak “kâfir” denir.
Küfre düşene, küfre sapana veya İslâm’a inanmadığını açıktan açığa söyleyene dinimiz “kâfir (gerçeği örten, inkâr eden)” demektedir. Bunun çoğulu küffâr, kâfirûn veya kefere’dir. Küfür, sözle olduğu gibi fiil (eylem) ile de olabilir. Bir kimse sözüyle, “ben islâma, Kur’an’a, Hz. Muhammed’e inanmıyorum” veya “ben İslâm’ın dışında başka dinlere inanıyorum” der; böylece sözüyle küfür içinde olduğunu açıklar. Kimileri de bu sözleri söylemeseler bile hareketleriyle, meselâ putlara taparak da küfre düşebilir. İslâm inanç esaslarının bir kısmını inkâr eden, onlarla alay eden veya onları küçümseyen kimseler de küfre düşerler. İman bir bütündür, bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek olmaz. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı (küfür) ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası ancak dünya hayatında rüsvaylıktır, rezilliktir. Kıyâmet gününde de en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”[4] Bir insan “ben müslümanım” dedikten sonra, Kur’an’da olan bütün âyetleri ve Peygamberimizden geldiği kesin olan her şeyi kabul etmek zorundadır.
İslâm’ın ilkelerini kabul etmeyen, onları aklına sığdıramayan, İslâm’ın prensiplerini zamana ve çağa uygun görmeyen kimselerin bu tutumu küfürden başka bir şey değildir. Çünkü düşünerek, aklını kullanarak iman eden kimseler, İslâm’ın prensipleri noktasında eksiklik görmezler. İslâm Allah’ın dinidir. İlkeleri ve prensipleri Allah tarafından tespit edilmiştir. O prensipleri beğenmemek Allah’ın hükmünü beğenmemektir.
Müslüman olduğu halde küfür hali sayılan veya insanı küfre götürebilecek sözleri söyleyen, bunda da ısrar edenlere İslâm mürted demektedir. Mürtedin din yönünden hükmü “kâfir” sıfatıdır.
İman, Tevhid tertibiyle inanılması gereken bütün inanç esaslarına inanmak ve bu esaslara uymak; küfür de bunun karşıtı bir tutum içerisinde olmaktır. Küfür, bütün sapıklıkları kuşatan genel bir çerçevedir. Küfür; şirk koşmak, irtidat etmek, tâğutluk yaparak Allah’a karşı gelmek, İslâm dışı dinleri kabul ederek sapıklığa düşmek gibi fiilleri kapsar. Şirk ve tâğutluk gibi sapıklıklar küfr içerisinde olan kimselerin fiillerinin sonuçları ve bazı görüntüleridir. Ancak, şirkin özel bir yeri vardır. Şirk, bir nevi Allah’ı kandırmaya kalkışmanın, O’na inanıyor gibi görünüp O’nun yerine bir sürü tanrılar koymanın adıdır. Küfür ise, açıktan bir inkârdır; bile bile hakkın/gerçeğin üzerini örtmedir veya inat ederek inanmamadır.
İnsan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmesi için, yani kulluk ve ibâdet için yaratılmıştır. İnsanın fıtratı da İlâhî nimetlere şükretmeye uygundur. İnsan, Rabbini bilmeli, O’na teslim olmalı ve O’nun verdiklerine nasıl şükredilmesi gerekiyorsa öylece şükretmelidir. Ancak, insan unutkan ve haksızlığa meyilli olduğu için, hem nimetin Sahibini unutuyor, hem de haksızlığa kalkışarak başka tanrılara kulluk yapıyor. Elde ettiği mal ve servetle şımarıyor, yeryüzünde kibirleniyor, haddi aşıyor, hevâ ve hevesine uyarak yoldan çıkıyor. Mal ve dünyalıklarla eline güç geçiren kimselerin çoğu azar ve yoldan çıkarlar. Bunlar ya kendi kafalarından uydurdukları tanrılara inanırlar, ya da çıkarlarını sürdürmeye yarayan atalar dinine bağlı kalırlar. Onlara; “gelin Allah’ın Dini olan İslâm’a teslim olun” denildiği zaman kibirlenerek yüz çevirirler.
Bu gibi kimseler Allah’tan peygamberler vâsıtasıyla gelen âyetleri kabul etmezler ve kâfir olurlar. Böylece hem nimetin Sahibine karşı “küfran” gösterirler, nankör olurlar; hem de İlâhî âyetlere karşı inkârcı kesilirler. Allah’a karşı küfre yeltenen inkârcıların çoğu yeryüzünde haksız yere şımaran ve kibirlenen kimselerdir. Kimileri de kendi aklına veya keyfine uymayı en doğru yol olarak bilir ve kendi görüşünden başka kutsal bir şey kabul etmez. Bazıları da atalarının izi üzerine gider. Babasını hangi din üzerinde görmüşse körü körüne o dinin peşine gider. Doğru mu yanlış mı, hak mı bâtıl mı diye düşünmez. Kimileri de iktidar sahibi olunca, kendini müstağnî (kimseye ve Allah’a ihtiyacı yok) zanneder, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı büyüklük taslar. Allah’ın önünde secde etmeyi kibir ve gururuna yediremez. Allah’ın gönderdiği hükümleri beğenmez, kendi fikirlerini daha üstün tutar. Ya da kutsal saydıkları sahıs veya putları tanrı haline getirir. Onlarla Allah’a şirk koşarlar, o putlar adına uydurdukları inanç ve ilkeler doğrultusunda yaşarlar ve böylece küfre düşerler.
Küfür; ortaya çıkışı açısından iki çeşittir:
Birincisi, İslâm’a göre aşağılanması (tahkir edilmesi) gereken bir şeyi yüceltmek (tazim etmek), İkincisi de, yüceltilmesi (tazim edilmesi) gereken şeyi aşağılamak (tahkir etmek).
İslâm’ın aşağı gördüğü, kötü veya fena dediği, günah ve haram saydığı şeyleri yüceltmek, onları doğru saymak, o türlü düşünceleri savunmak küfürdür. Yine İslâm’ın üstün tuttuğu (aziz saydığı), doğru kabul ettiği bir şeyi beğenmemek, aşağı görmek, kabul etmemek de küfürdür.
Küfredenler aslında, evrende ve insan hayatında olan realiteyi (devam eden gerçeği) çarpıtan insanlardır. Onlar, insana ve evrene hâkim olan gücü görmezler ve inkâr ederler. Onlar, âhiret gerçeğinin üzerini kapatırlar. Onlar, çok açık ve anlaşılır olan âyetlere karşı duyarsızdırlar. Onlar, şaşmaz ölçüler olan İlâhî vahyi inkâr ederler. Daha önemlisi onlar, Allah’ın varlıklara yaptığı iyiliklere karşı nankördürler, nimetlerin Sahibinin hâkimiyetinin üzerini örtmeye, Onu yok saymaya çalışırlar.
Küfre düşenler; açıktan açığa Allah’ı inkâr ederler; âhirete inanmazlar ve o güne inananlarla alay ederler. Dünya hayatını ve onunla oyalanmayı tercih edip Allah’a ibâdet etmeyi kabul etmezler. İslâm’ı uydurma bir din, çağın gerisinde kalmış bir düşünce olarak düşünürler. Kur’an hakkında ileri geri konuşurlar. Allah’ın hükümlerini reddedip kendi görüşlerini ve büyük saydıkları kimselerin görüşlerini Allah’ın hükmüne üstün tutarlar.
Bazı insanlar da Allah’ın kitabının bir kısmına inanıp bir kısmına inanmazlar. Bunlar, Kitabın tümüne inanmıyor sayılırlar.[5] Kur’an, küfredenlerin özelliklerini çeşitli âyetlerde sıralamaktadır. Onların en önemli özelliği Allah’ın âyetlerini ve O’nun rızık verdiğini yalanlamaktır. Allah’ın insanlara nimetleri yalnızca maddî şeyler değildir. Akıl, his, idrâk, sevgi, merhamet gibi şeyler, ayrıca Allah’ın gönderdiği hidâyet, din ve peygamberler de birer nimettir. Küfre düşenler bunları da inkâr ederler.
Küfredenlerin dünyada mal ve güce sahip olmaları onların mutlu ve doğru yolda olduklarını göstermez. Bilakis onlar cehennem odunudurlar.[6]
Onlardan bazıları zanneder ki, kendilerine hemen acıklı bir azap verilmemesi onların lehinedir ve dünya yarışını kazanmışlardır. Bunlar onların boş hayalleridir. Onlar çok büyük zarara uğrayanlardır.[7]
Allah, küfredenlerin dostluğunu kabul etmiyor ve onlara düşman olduğunu açıkça beyan ediyor.[8] Bu yüzden küfredenler mü’minlere de velî (dost) olamazlar. Onlar ancak birbirlerinin velîsi/dostu olurlar.[9]
Müslümanlar onlara velî ve yardımcı olmadığı gibi, onları dâvâlarında, fikirlerinde ve mücâdelelerinde de asla desteklemezler.[10] Allah, kendi dinini alaya alay kâfirleri velî kabul eden, onlara destek olan müslümanları yüzüstü bırakır.[11]
Kur’an’da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
“Küfür” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 525 yerde geçmektedir. İnkâr edip küfreden anlamındaki “kâfir” kelimesi ve çoğulu da Kur’an’da 158 defa zikredilmiştir. Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.[12] Kur’an’a göre, küfrün en sık belirişi insanın nimetleri inkârı, yani nankörlüğüdür. Allah, insanların yaratıcısı, onları rızıklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan... bir İlâh ve Rab’dir ki, en küçük bir iyilikte bulunana teşekkür edildiği gibi, nimetleri karşısında Allah’a da şükretmek gerekir. “Beni zikredin, ben de sizi anayım; bana şükür edin; küfr (nankörlük) etmeyin.”[13]
Allah’a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O’ndan olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan, unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda sahip olduğu nimetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemeğe kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni; aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme; diğeri ise darlık ve sıkıntı içinde bulunmadır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, kâfirler daha çok zenginler içinden çıkar. Çünkü onlar, zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler. “İnsanlar (küfür üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahman’ı küfür/inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret ise Rabbi’nin katında müttakîler içindir.”[14]
“Karun, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımaranları sevmez...’ ‘Bu, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi.”[15]
İnsan, bazen darlık ve sıkıntı ânında da küfürde bulunur: “İnsana Kendimiz’den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok küfredici (olur).”[16]
İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah’a karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfrün temelinde, aynı şirkte olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır ve küfür Allah’ı hakkıyla tanımamak, O’nun verdiği nimetlerin O’ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir. Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve ‘şükredeyim diye Allah beni güzel yarattı’ demez; ‘ne kadar güzelim!’ der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah’tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp ‘şunu şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim’ der; fakat ‘Allah, bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekkür olarak O’nun yolunda kullanayım’ diye düşünmez.
Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir; Hz. Süleyman gibi “Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü, diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkkak Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.”[17] demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi ‘bu bana bilgimden dolayı verildi’ der, hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve tam bir tağut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de ekleyince, artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O’nu evrende hüküm sahibi görmemeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah’ın âfakta ve enfüsteki âyetlerinden bazılarını örtmeğe girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını, âhireti, melekleri veya kaderi, peygamberlerin Allah’tan getirdiği esaslardan birini veya bir kaçını kabul etmemeğe yönelir. Bazıları, “peygamber Allah’tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklarlardan bazılarını yerine getirmez, getirmeye getirmeye bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker ve artık yanında “yok” hükmüne geçer.
Allah’ı, âyetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah’ı ve O’nun hükmünü yok saymaya çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri yok sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi bir takım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilahlaştıran veya Allah’ın âyetlerinin birini, bir kaçını veya tamamını tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin kalpleri mühürlenmiştir ve bunlar için uyarı, korkutma hiçbir etki yapacak değildir: “Gerçek şu ki, kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır.”[18]; “Andolsun, elçilerimiz onlara açık deliller getirmişlerdir. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü inanmaya yanaşmadılar. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”[19]; “Kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, fakat onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar, hatta daha da sapık/yoldan çıkmış...”[20]; “Allah katında bütün hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[21]
Bu anlatılanlar, küfrân-ı nimet yani nimetlere küfürdür. Bu küfrün çeşitlerinden biridir. Türkçede nankörlük denen nimetlere küfür, küfrün temelini oluşturduğu gibi, nimet kelimesinin kapsamı içine mal, mülk, göz, kulak gibi maddî ve yetenek, beceri, düşünce, akıl gibi manevî varlıklardan daha çok; risâlet, din, hidâyet vb. girer. Şu halde, Allah’a ve O’ndan gelen herhangi bir şeye yönelen örtme, gizleme, tanımama işi, küfür kavramının kapsamı içindedir.[22]
Nimetlere nankörlük (küfran-ı nimet), nimetin eksilmesine ve azaba sebep olur. Küfrânın zıddı olan şükrân (şükretmek) ise, nimetlerde artışa yol açar. “Eğer şükrederseniz, (nimetlerimi) arttırırım; eğer küfrâna giderseniz, muhakkak ki azâbım çok şiddetlidir.”[23]
Küfrâna karşı böyle sert bir tavır takınılması sebepsiz değildir. Kur’an, küfrün her türünde nankörlükle yalanlamanın beraber bulunduğuna dikkat çeker.[24] İmandaki tasdik ve itiraf, burada yerini inkâr ve yalanlamaya bırakmaktadır. İnsana şah damarından daha yakın olan Allah’ı[25] görmezlikten gelmeye kalkmak, insan onuruna yakışmamaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, küfre sapanları sözü değil; bağırıp çağırmayı duyan sağır, dilsiz ve körlere benzetmektedir.[26] Şuur ve iman nimetini teperek hayvanlaşan bir varlığın, hayvan olarak yaratılan bir canlıya denk olmak gibi bir şansı ve liyakati de olamaz. Böyle birisi, hayvandan daha aşağılara iner ve hayvanların en kötüsü, en zararlısı olur. “Şu bir gerçek ki, Allah katında hayvanların en şerlisi, küfre sapıp da imana gelmeyenlerdir.”[27]
Durum böyle olduğuna göre, küfür ehlinin sahip bulunduğu dünya imkân ve nimetlerine bakarak onların kemal ve mutluluğuna hükmetmek yanlıştır. “Küfre sapanların beldeler boyu işten işe geçip, (refah içinde) diyar diyar dolaşmaları seni sakın aldatmasın! Bütün bunlar azıcık menfaatlenmedir. Onların son varış yerleri cehennemdir. Ve ne kötü varış yeridir o!”[28]; “Küfre sapanlar asla sanmasınlar ki, bizim onlara mühlet vermemiz nefislerinin lehinedir.”[29]; “Küfredenler sakın sanmasınlar ki, yarışı kazandılar. Onlar kimseyi âciz bırakamazlar.”[30]; “Rablerini inkâr edenlerin durumu; amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.”[31]
Ne yazık ki, işin esasını göremeyen küfür mensupları, bir kuruntu, bir kasılma, yani istikbar ve istiğna içindedirler.[32] Küfür ehlinin sayısız nimete nankörlük içinde bulunmalarından dolayı, Allah onları dostluğa kabul etmez; ancak mü’minler, Allah’ın dostları olarak anılır. Allah da kendisini onların dostu olarak belirtir.[33] Allah, kâfirleri sevmez. Onların gönüllerine dostluk ve muhabbet duygusu yerine korku yerleştirilmiştir.[34]
Durum böyle olduğu içindir ki, mü’minler de küfre sapanları dost edinmemelidirler. Kâfirler ancak birbirlerine dost olur, mü’minlere dost olamazlar.[35] Mü’minler, onları veli, dost edinemedikleri gibi, onlara arka çıkma, destek verme yönüne de asla gidemezler.[36] Hele onlara boyun eğmek, bir mü’minin onuruyla asla yan yana gelemez. Onlarla mücadele etmek gerekir. Ve bu mücadelede onlara şiddetli davranmak da esastır. “Kâfirlere boyun eğme, itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad yap, büyük bir savaş ver.”[37]; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.”[38]; “Muhammed Allah’ın rasulü, elçisidir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, çetin; kendi aralarında merhametlidirler.”[39]
Mü’min, dinini alaya alıp eğlence yerine koyan ve Allah’ın nimetlerini inkâr ve nankörlük yolunda kullanan,[40] nimetlerden yararlanıp yemede hayvanları andıran[41] bir topluluğu ne sevip onlarla dostluk kurabilir, ne de onlara güvenebilir.[42] Onlara güvenenler, yüzüstü bırakılırlar.[43] Zaten güven, imanla ilgilidir; inkârla değil. İman’ın bir anlamı emin olmak, güvenmek (Allah’a) ve güvenilir olmaktır (insanlara). Mü’min, küfrün alay konusu ettiği iman kardeşlerine onur ve güç; kâfirlere ise zillet ve eziklik getirici, aziz ve üstün olmalıdır.[44]
Küfre sapanlar zâlimdirler[45] ve zâlimler, düşmanlığa müstahak biricik hedeftirler. Tâğut uğruna savaşan[46] ve mallarını Allah yolundan insanları alıkoymak için harcayan,[47] Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen[48] ve mü’minlere gelen hakikatlere sırt çevirenlere gönülden sevgi ve güven (meveddet) beslemek, destek vermek akıl işi değildir.[49] Bunlar, iflâh etmeyecek bir güruhtur.[50]
Küfür, üretilen değerleri, sergilenen amelleri işe yaramaz hale getirir. “İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.”[51] “Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar(kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler, dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.”[52] Ceza suç cinsinden verilir. Onlar, Allah’ın âyetlerini ve nimetlerini görmezden geldikleri için, onların yaptıkları gerçekten iyi şeyler varsa onlar da görmezden gelinip yok sayılıyor. Allah’ın nimetlerine nankörlük yapanların, kendi küçük iyiliklerinin takdirle karşılanmasını beklemeleri ikinci bir nankörlük olduğu gibi, aynı zamanda zulümdür de.[53]
İslâm âlimleri, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfrü beşe ayırmışlardır:
1- Küfr-i inkârî: Allah’ı, Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabullenmemek ve dille de inkâr etmek.
2- Küfr-i cühud: Kalben Allah’ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek.
3- Küfr-i inâdî: Kalben hakikatı bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm’ı kabullenmemek.
4- Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak.
5- Küfr-i Cehlî: İnsanın iman ettiği halde, cehalet sebebiyle zarurat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesi. Günümüzde en yaygın küfür çeşidi budur.
Yukarıdaki tasniften yola çıkarak kâfirlerin de kendi aralarında şu kısımlara ayrıldığını söyleyebiliriz:
a- Allah hakkında bilgisi olmayan, bildirildiğinde de kabul etmeyen kâfirler. Firavun bunlardandır. Mûsâ (a.s.) ona İslâm’ı tebliğ ettiğinde, Firavun “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilah bilmiyorum.”[54] demişti. Yani, kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim diyor.
b- Allah’a ve Rasülü’ne inanır, inandığını Ebû Talip gibi ikrar da eder, ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm’ı kabul edemez.
c- Diliyle inandığını söyler, ama kalbinden iman etmez; münâfıklar gibi.
Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü’min görünene “münâfık”; Müslümanlıktan sonra dinden dönene “mürted” denir. İki veya daha çok ilah olduğunu söyleyen, Allah’a başkasını ortak koşan kimseye “müşrik”; Yahudilik veya hıristiyanlık dinine bağlı olanlara “kitabî” veya “ehl-i kitap” adı verilir.
İman esaslarından birini inkâr etmek küfürdür. İslâm’da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek, bütünü inkâr etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir âyet ya da bir hükmünü, bir emir ve yasağını bile inkâr etmek küfürdür. Kur’an’a bir şey ilave etmek, Kur’an’ın kendisi, bir sûresi veya bir âyeti ile ya da dinden olan bir hükümle alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da kişiyi iman dairesinden çıkarıp küfre düşürür. Kur’an’da veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilaf bulunmayan İslâmî emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Allah’ın haram kıldıklarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek, onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu durum da küfürdür. Kısaca, Allah’ın emir ve yasaklarını, bütün İslâmî hükümleri kabul ederek İslâm’ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını reddetmek veya İslâm’ın, çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürerek bir hümünü bile olsa reddetmek küfürdür; bunu yapan kimse kâfir olur.
İslâm’ın itikadî, iktisadî, ictimaî, hukukî ve ahlâkî kanunlarıyla hükümran olmadığı toplumumuzda, mü’minler, günah olmasına rağmen amelî yönden bazı tavizler verse bile iman bakımından taviz veremezler. Aksi takdirde kâfir olur, âhiretin ebedî azabına müstahak olmuş olurlar.[55] Allah’a, O’nun seçtiği hayat önderi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an kanunlarına imanı korumak, her türlü küfre ve nifaka karşı nefretle direnç göstermek her mü’minin baş görevi ve ebedî azaptan korunmanın biricik vesilesidir.
Allah’a inandığı halde, O’na tam anlamda güvenememek, şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve yasakları çevresinde olduğuna itimat edememek küfre götürür.[56] Bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara ulaştığına, Rabbimizin sebepler yaratarak insanları nimetlendirebileceğine, dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da küfre götürür.[57]
Yapılan amelleri Allah’a kulluk için, O’nun emri olduğu için değil de; çeşitli gayeler için yapmak imansızlığa ileten bir davranış şeklidir.[58] Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve ölümü, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Mü’min; ahlâk, ilim, sanat, vatan, bayrak ve halk için değil; yalnız ve yalnız Allah için, O’nun emri ve yasağı olduğu için konuşur ve susar; yapar ve sakınır. Mü’min, bu sayılan değerleri ancak Allah’a kulluk için ve O’nun izin verdiği şekilde yüceltir ve uğrunda mücadele verir.
Yaratmak ve kanun yapmak hakkı yalnız Allah’a ait iken; Allah’tan gayrı güçlerin, fert ve kurumların, kesin emirler vermek, yasaklar koymak, helâl kılmak, haram kılmak hakkı olduğunu kabul etmek de küfre götürür. Çünkü İslâm’da egemenlik/hâkimiyet yalnız Allah’a aittir. Halkın, parlamentoların, Allah’ın emir ve yasakları ile çelişen ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların İslâm açısından meşru olabileceğine inanmak, böyle düşünmek kesinlikle küfürdür.[59]
Hakkında kesin İlâhî hükümler olmayan konularda, -bilim, uzmanlık, istişare ve referandum verilerine itaat gibi- Allah’ın itaat edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine ve gayr-ı İslâmî kurumlara itaat da küfre götürür. Mü’min, İslâm nizamına teslim olmayan kendi nefsine, ilahî kanunlar açısından değerlendirme yapmayan bilim ve politika adamlarına ve İslâm dışı temeller üzerine kurulmuş kurumlara itaat edemez. Allah’a isyan hususunda insanlara ve kurdukları kurumlara itaat yoktur.[60]
Din hürriyetimizi kısıtlayan toplumumuzda, aramızda vasiyet, miras, alım-satım, nikâh, boşanma gibi işlerimizi, Allah’ın indirdiği ölçülere göre değil de; bu ölçülere zıt prensiplere göre -gönül rızâsıyla- düzenlemek, “devir değişti” gibi hezeyanlarla Allah’ın kanunlarının geçerli olamayacağına inanmak da küfre götürür.[61]
İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat ve ahlâk dallarına ait bir tek hükmünü dahi küçümsemek, modası geçtiğine inanmak; yani artık kısas fikri geçerliliğini kaybetti; faiz yasağına yer yok; kadınların örtünmelerine gerek yok; karşılıklı rızâ oldukça, ya da devletin korumasına aldığı ve uygulanması için gösterdiği yerde zinada sakınca yok; beş vakit namaz biraz fazlacadır gibi ve benzeri fikirlerin bir tekini dahi benimsemek küfürdür. Zira İslâm bir bütündür. Onun bütün hükümleri yücedir ve tartışma üstüdür.[62]
Amel bakımından kusurlu olsalar da, mü’min iş, sanat ve ilim adamları dururken onlara ilgisiz kalıp; kâfir ve münâfıklara muhabbet beslemek ve onlarla Allah’ın müsaade etmediği konularda yardımlaşmak da İslâm’a ve mü’minlere ihânet olduğu için küfürdür.[63]
Mal ve mevki gibi dünya nimetlerini düşüncelerimizin ve çalışmalarımızın tek gayesi edinmek, âhiret hayatını hedef alarak yaşamamak, öz ifadeyle dünyayı âhirete tercih etmek de yalnız inkârcıların vasfı olduğundan, neticesi İslâm’dan kopmak olan bir tutumdur.[64]
İslâm’la tezat teşkil eden bu tür zihniyet, iş ve davranışlardan kafamızı, kalbimizi ve diğer organlarımızı arındırmazsak, imanımızı kaybetmemiz kaçınılmaz olur. Mü’min, amelden küçük tavizler vermekle, yani Allah’ın emir ve yasaklarının tümüne göre hayatını düzenlememekle imanını zaafa uğratır, ama mümkün ki imanını yitirmez. Fakat yukarıda sunulan örneklerde olduğu gibi, İslâm’ın iman nizamı ile ilgili konularda önem vermemezlik sebebiyle tâviz verirse imanını yitirir. Dünyası manasını kaybeder. Bâtıl fikir ve yaşantıların kölesi olur, tüm yaptığı hayırları neticesiz kalır, ahiret hayatı mahvolur. “Gerçek mü’minler, Allah’a ve rasulü Hz. Muhammed’e iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, (inancının hâkimiyeti uğrunda) mallarıyla ve canlarıyla mücadele vermiş olanlardır. İşte gerçek doğrular onlardır.”[65]
Küfrün Anatomisi
Zaman içerisinde peygamberlerin yolundan sapanlar, Allah’ın büyüklüğünü inkâr ederek kendilerinin büyüyebileceklerine inanmışlar. Kendi akıllarını kendilerine put yapmışlar. İçlerinde soyut bir şekilde olan putlarını dışarıda somutlaştırarak tapınma ihtiyacını gidermişler. Ateşe, Zeus’a, Minerva’ya, ineğe, Ahuramazda’ya, Apollon’a tapınanlar, aslında kendilerine tapınmakta ve kendi çıkarlarını güvence altına almaktalar. Hz. İbrahim, bu kendi çıkarları için put yapan putperestlere: “Aranızda muhabbet vesilesi olsun için Allah’ı bırakarak putları tanrı edindiniz”[66] diyerek onların putperestlik hâlet-i rûhiyelerini çizmiştir. Aslında putperestler, putların konuşmadığını, fayda ve zarar veremeyeceğini, başına konan bir sineği kovamayacağını biliyorlardı. Günümüzdeki putperestler de ataları gibi putu maske olarak kullanıp kendi menfaatlerine tapınmaktadırlar.
“Ben ateistim, hiçbir tanrıya inanmam” diyen insanın kendine tapındığını haber verir Rabbimiz.[67] Kendine tapınan bu insan, birgün kendinin de öleceğini, kendisini bu dünyaya getiren gücün mutlaka bir gün onu götüreceğini görünce, kendinden daha güçlü birine inanma ihtiyacını hissetti. Nuh’un (a.s.) oğlu gibi koca dağlara sığınmaya,[68] tabiata iman etmeye başladı.[69]
Karıncanın incecik belindeki çelik kuvvet, bülbülün minnacık göğsünde şakıyan ve hiç tekrarı olmayan musiki, aynı toprakta biten mor menekşe, kırmızı lale, beyaz gül, şeker kamışı, acı biber, bir damla kanda milyonlarca canlıya verilen rızık, kendi iç dünyasında meydana gelen değişimler, bütün bunları evirip çeviren birinin ilmini ve kudretini gösteriyor. Son dönemlerde batıda yapılan araştırmalar, insanları Rabbine biraz daha yaklaştırdı. Deniz altında yaşayan binlerce canlının doğumu, yaşamı ve ölümünde tesadüfe yer olmadığı, aynı topraktan meydana gelen şeker pancarıyla, bir kazandaki yiyeceği acı yapacak acı biberin şekerli çıkmadığı görülünce bütün bu elementleri birleştiren fotosentezi oluşturan ve keşfedilen bu kanunları koyan biri arandı ve neticede Allah inancına dönüldü. Bütün bunları bilen ve görenler, bunları yaratan üstün güce inanmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü kendileri dahi o kanuna uygun olarak doğup büyüyüp ölüyorlar.
Fakat tabiattaki âyetlerin yaratıcısının Allah olduğuna inananlar, Kur’an âyetlerine inanmak istemediler. Çünkü Kur’an âyetlerine inanmak, çıkarlarını zedeliyordu. Mekke müşrikleri de Allah’ın tabiattaki tek egemen güç olduğunu kabullenmelerine rağmen, İslâm’ı kabullenmiyorlardı. İslâm, monarşik bir idare olan Mekke yönetimine son veriyor, insanın insana hâkimiyetini ortadan kaldırıyordu. İslâm; kumara, faize, rüşvete, karaborsaya, aldatmaya dayalı haksız kazancı yasaklıyordu. Kadının şehvet metaı gibi alınıp satılmasını engelliyordu. Aklı perdeleyen, ailelerin sönmesine sebep olan uyuşturucuları yasaklıyordu. Bütün bunlardan çıkar sağlayanlar inkâr ettiler.
Allah’a inandıkları halde, bu tip insanların müslüman olmalarını engelleyen kara perde, gönül cevherlerini kapatan kara pas, benlik pisliğinin kalplerine attığı pastır. “Hayır, onların kazandıkları kalplerini paslandırdı.”[70] Allah’ın varlığına inandılar, ancak O’nun adâleti, kendilerinin zulme dayalı çıkarlarını engellediği için atalarının koyduğu cahiliyye dönemi kanunlarının yürürlükte olmasını istediler.
Rabbimiz: “Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”[71] âyetiyle, Allah’tan daha güzel hüküm koyacak birinin olmadığını ilan ederken, bir kısım insanlar Allah’ın dışında tağutlar huzurunda yargılanmak istedikleri, ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve O’nun Rasûlüne gelin’ dendiğinde O’ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular. Tapındıkları putlara kendilerini Allah’a yaklaştırması için tapındıklarını söyleyen müşrikler, diktikleri putlarla gönül ufuklarını kapatmışlar.[72]
“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.”[73]
Kâfirler
Kâfir Kelimesinin Anlam Sahası
Sözlükte, bir şeyin üzerini örten demektir. “Küfr” kelimesinden türemiştir. Nitekim, insanları tamamen örttüğü için geceye, tohumun üzerini örttüğü için çiftçiye bu anlamda “kâfir” denilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre “kâfir”; küfr/inkâr eden, İslâm’ı kabul etmeyen, İslâm’ı ve Kur’an’ı inkâr eden demektir. Kâfir, bir anlamda, Allah’tan gelen Hakk’ı kabul etmeyip, üzerini örten kimsedir.
Kur’an, “küfr” kelimesini ve türevlerini sık sık kullanmaktadır. Çünkü küfr imanın, kâfir ise mü’minin karşıtıdır. “Kâfir”, inkârcıdır ve nankördür. Hem Allah’tan gelen haberleri kabul etmez, hem de Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmeyip nankörlük yapar. Kâfir, Allah’ın âyetlerine karşı inatçıdır. Peygamberler onları Hakk’a dâvet ettikleri halde onlar, inkârlarına devam etmişlerdir. Bir çoğu Hakk’ın ne olduğunu bildikleri halde, çeşitli sebeplerden dolayı Hakkın üzerini örtmektedirler.
Kur’an’ın Kâfir Dedikleri
Kur’an, bütün inkârcılara “kâfir” demektedir. Bu isim onların ortak ismidir. Böyle bir ismi yaptıkları fiiller, tuttukları yol veya kabul ettikleri inanç sebebiyle almışlardır. Kur’an’da bu şekilde anılan bütün grupların özelliği, Allah’tan gelen Hakk’a uymamaları, Peygamberleri dinlememeleri, Hz. Muhammed’ten sonra Kur’an’ı inkâr etmeleridir.
Kur’an, bazen müşriklere (Allah’a ortak koşanlara)[74], bazen “ehl-i kitap” da dediği hıristiyan ve yahûdilere,[75] bazen âhireti inkâr edenlere,[76] bazen Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlere,[77] bazen de Allah’ı ve Peygamberi inkâr edenlere “kâfir” demektedir.[78]
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, küfr etmeyin (nankörlükte bulunmayın).”[79] Allah’a şükretmek, eldeki nimetlerin hepsinin Allah’tan geldiğini kabul etmek, bunu diliyle itiraf ettiği gibi tavır ve davranışlarla, Allah’ın sözünü dinlemekle yerine getirmek demektir. Ancak insan kimi zaman gaflet eder, şeytana aldanır, hevasına uyar ve ni’metlerin asıl sahibini unutur. Elindeki mal, refah, bolluk, çocuk, zenginlik gibi rızıkları veren Yaratıcının adının üzerini örtmeye çalışır. Elindeki her şeyin kendi çabasının sonucu olduğunu zanneder. Kişi o zaman zenginlik ve güçlü olma (istiğnâ) duygusuna kendini kaptırır, âlemlerin Rabbine karşı “kâfir” olur.
Allah’a karşı “kâfir” olanlar, genellikle kibirlenenler ve şımaranlardır. Bunlar aşırı bir bencillikle kendi hevalarına uyarlar ve Allah’ı ve O’na ait ilâhlığı tanımazlar.
Kâfir olan kimseler aynı zamanda “câhil” olan kimselerdir. Çünkü onlar ne kendilerini tam olarak tanıyabiliyorlar, ne de Allah’ın yüceliğini. Nitekim aklını kullanan kimseler yerlerde ve göklerde yaratılan her şeyin birer ‘âyet’ olduğunu ve bunların da Allah’ın yüce kudretine delil olduğunu anlar. Bunları ve niçin yaratıldıklarını düşünmeyenler, Yaratıcıyı inkâr etmeye devam ederler.
Birtakım insanlar da, âlemlerin Rabbini kendi anlayışlarına göre düşünürler. Peygamberlerin ve Kur’an’ın anlattığı Allah inancı yerine, kendi akıllarından uydurdukları ilâhlara Allah diye inanırlar. Bunlar da inkârcı kimselerdir.
Peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî vahyi inkâr edenler de elbette ‘kâfir’ olurlar. Çünkü Kur’an’ın anlattığı peygamberlerin hapsi de Tevhid dinini tebliğ etmişlerdir. Kur’an’da yer alan bütün hükümleri ve konuları kabul etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed’ten bizlere ulaşan kesin haberlere inanmak imanın gereğidir. Bunlardan bir kaçını veya hepsini reddeden elbette müslümanlıktan çıkar, kâfirler grubuna girer. İslâm’ın iman konuları bir bütündür. Kelime-i Tevhid söyleyen herkes bunlara tümüyle iman eder. İman ilkelerinden birini veya bir kaçını kabul etmemek, insanı kâfirliğe götürür.
Kâfirler mü’minlere, velî olamazlar. Onlar birbirlerinin velisidir.[80] Onlar âireti, Allah’a kavuşup hesap vermeyi, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi, Peygamberlerin dâvetine uymayı, mü’minlerin ibâdet ettiği Allah’a ibâdet etmeyi, Hakkın hakim olmasını kabul etmezler.
Allah kâfirleri kesinlikle sevmez,[81] Allah, kâfirlere düşmandır.[82] Onlar için cehennem hazırlamıştır.[83] Bu âyetler gibi Kur’an’da kâfirler ve onların özellikleri hakkında çok sayıda âyet vardır.
Kur’an, bütün insanları güzel bir dil ile İslâm’a inanmaya, Rab olarak yalnızca Allah’a bağlanmaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya dâvet ediyor. Kim bu çağrıya olumlu cevap verirse kurtulur. Kur’an’ın bu dâveti kıyâmete kadar devam edecektir.[84]
Kâfirlerin Özellikleri
Küfredenlerin bazı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Onların kalpleri hakka karşı kapalıdır; çünkü onu duymak, onu kabul etmek istemiyorlar.[85]
2- Onlar hak ile sürekli bir mücadele içerisindedirler, hakkın duyulmaması, insanların hakka yanaşmaması için, Allah hakkında İslâm hakkında sürekli mücadele eder, karşı korlar.[86]
3- Onlar müslümanlara ve İslâma karşı hoşgörülü değillerdir, saldıracakmış gibi davranırlar. Ellerinden gelse müslümanları kendi dinlerine döndürmeye çalışırlar.[87]
4- Onlar şeytanın en iyi dostları ve askerleridirler.[88]
5- Kendi hevâlarına (aşırı isteklerine) tanrı gibi önem verirler, hevalarının peşinden giderler.[89]
6- Gözleri hakka karşı kör olduğu için, yaptıkları kötü işleri iyi zannederler.[90]
7- Onlar İslâmla, onun ilkeleriyle ve müslümanlarla alay eder dururlar, müslümanları ve dinlerini eğlence yerine korlar.[91]
8- Onlar, İslâma ve onun ilkelerine karşı kibirli davranış gösterirler, Allah’a karşı büyüklenirler.[92]
9- Onlar dünyaya, dünya malına, paraya, makamlara aşırı bir şekilde bağlıdırlar.[93]
10- Küfredenler aslında kendilerine ve başkalarına çok zarar verdikleri ve İslâm karşısında direnip, günahlara, kötülüklere, fesatlara, isyanlara sebep oldukları için zâlimdirler. Şüphesiz ki Allah’ın âyetlerini yalan sayandan zâlimi olamaz.[94]
11- Onlar, Hakkı duymadıkları için ölü gibidirler.[95]
12- Ölümden ötesine bakmazlar.[96]
13- Onlar bâtıl olan şeylere iman ederler.[97]
14- Onlar eninde sonunda pişman olacaklar, yaptıkları hatayı anlayacaklar, tuttukları yolun yanlışlığının farkına varacaklar ama iş işten geçecek.[98]
Kâfirin Kalbi
Kâfirin nankörlük fiilini işlerken, kalbinin nasıl bir durumda bulunduğu Kur’an’da açıklanır: “Hiç olmazsa azabımız kendilerine gelince yalvarmaları gerekmez miydi? Fakat kalpleri katılaşmış ve şeytan yaptıklarını onlara cazip göstermişti.”[99]; “Eğer, Kur’an’la dağlar yürütülse de, yer parçalansa da, ölüler onunla konuşsa da (kâfirler yine ona inanmazlardı).”[100]; “Bizimle olan antlaşmalarını bozdukları için, onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık.”[101]; “Biz, onlara göz, kalp ve kulak verdik, işitmeleri ve kalpleri onlara fayda vermedi. Çünkü her zaman Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler. Şimdi de dört bir yandan bir zamanlar alay ettikleri şey kendilerini kuşattı.”[102]; “Kur’an’ı düşünmeyecekler mi, yoksa kalpleri üstünde kilitler mi var?”[103]; “Yaptıkları şey, kalplerini pasa boğdu.”[104]
Kâfirlerin uğrayacağı cezalar hakkında Kur’an’ın yer yer ayrıntılara girerek izah ettiği çok sayıda âyet vardır.[105]
Küfrün Sebepleri
a- Büyüklenme (istikbar): Küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir. “Küfredenler, cehenneme sunuldukları gün, onlara ‘Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve onlardan gönlünüzce faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca büyüklük taslamış olmanız, hem de fasıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız’ denir.”[106] Cehennemdeki kâfir kuluna Allah şöyle seslenir: “Sana, âyetlerim gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun.”[107] “Mûsâ şöyle dedi: ‘Ben, hesap gününe inanmayan her kibirlenen (mütekebbir)den Rabbime sığınırım.”[108] İblis’in Âdem için Allah’a secde etmemesinin sebebi de kibir idi. “Meleklerin hepsi onun için secde etmişti; yalnız İblis hâriç. O, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştu.”[109]
b- Haddi aşmak (taşkınlık): Küfrün sebeplerinden biri de Kur’an’da “beğâ” fiili ile anılan Türkçesi “başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak” olan durumdur. “Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz) verseydi, mutlaka yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama O bir ölçü dâhilinde dilediğini indiriyor.”[110] “Karun, Mûsâ ümmetindendi. Ama o, toplumda kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki, onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Milleti ona, ‘böbürlenme, Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah’ın sana verdiği ile dünyadan nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve dünyada fesat çıkarmaya niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç sevmez.”[111]
c- Haset: Küfrün sebeplerinden birisi de haset, yani çekememezliktir. Bilhassa Yahudi ve Hıristiyanlar, bekledikleri son peygamberin kendi içlerinden değil, Arap kavminden çıkmış olmasını hazmedemediler ve inkâr ettiler. Oysa peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı.[112] “Kitap ehlinden olanların çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki haset yüzünden, imanınızdan sonra sizi tekrar küfre çevirebilmeyi arzularlar.”[113]
d- Düşmanlık: Haset, düşmanlığı doğurur. Bu sebeple küfürde inat baş gösterir. “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil ve Mikâil’e düşman olursa, Allah da şüphesiz kâfirlerin düşmanıdır.”[114]
e- Utüv ve tuğyan (çılgınlık, azgınlık): İnsanlar bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman çılgınlık ve azgınlık sebebiyle Allah’a ve O’nun vahyine karşı burun kıvırıp, meydan okuyarak küfrün alçaklığına saplanıyorlar. “Oysa biz, bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları) içinde bırakırız da bocalayıp dururlar.”[115]
f- İstiğnâ (kendisini yeterli görmek zannı): İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında ilahî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah’ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır. “Hayır, doğrusu insan, istiğna ederek (kendi kendine yeterli olduğunu zannederek) tuğyan/azgınlık etmektedir. Oysa dönüş Rabbinedir.”[116]
g- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah’a iman ihtiyacı duymaz, O’nu tanımaz. “İşte Allah, her büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur.”[117]
Müslüman-Kâfir İlişkisi
Küfür ehliyle mücâdele esastır. “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.”[118]
Küfür ehliyle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”[119] deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?”[120]
Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.[121] İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.[122] Allah’ın bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.”[123] Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.”[124] Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”[125] Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa, başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[126] İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah’a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.” [127]
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir? Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.”[128] Kâfirlerle, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. [129]
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.”[130]
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”[131] Peygamberimiz de (s.a.s.) zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.[132] Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir.
Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[133] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu, tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz.
İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.”[134] İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Sözgelimi ilköğretimde çocuklara küfrü dayatan “andımız” denilen ifadeleri bir mü’min söyleyemez, bir mü’min öğretmen söyletemez: “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür.
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Kâfir Akrabalarla İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,[135]velîsidir.[136]Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [137]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [138]; “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [139]
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.”[140]
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”[141] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...”[142]
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir.[143]
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[144] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[145] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”[146] Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının onlardan!”[147]
Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar
Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.
İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de küfrü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.[148] Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Yahûdilik, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.[149]
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek.[150]
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın. [151]
Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [152]
Elfâz-ı Küfür
Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı verilir.
Bir mü’mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar, istihlâl ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istihlâl, bir haramı helâl kabul etmek veya bir helâlı haram saymak; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah’ın varlığı veya birliğini inkâr etmek, bu konuda şüphe içinde olmak, bunu sözle ifade etmek insanı küfre sokar. Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile O’nun âyetleriyle, O’nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.”[153] Allah’ın sıfatlarından birini dahi olsa inkâr etmek küfürdür. Allah’ı yarattıklarından herhangi bir kimseye veya şeye benzeten; bir canlı veya cansız varlığı Allah’a, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarına benzeten; Allah’ın doğmuş veya nesil bırakmış olduğuna inanmak veya Allah’ı herhangi bir eksiklik ya da kusurla itham edip bunu dille söylemek kişiyi İslâm’dan çıkarır.
“Allah bile bana bunu emretse bu işi yapmam.” diyen kimse; Allah’ın affedeceği konusunda ümidini tümüyle kesen kişi kâfir olur. Yine, aşırı umutla Allah tarafından hiçbir hesaba çekilmeyeceğine veya cezaya uğramayacağına inanan kimse kâfir olur. Yine kendisinden veya Allah’a yakın olduğunu sandığı bir kişiden ibâdetlerin düştüğünü, ibâdet yapma gereği kalmadığını kabul eden veya şatahat cinsinden küfür sözleri söyleyen kimse, meselâ “Ene’l-Hak; ben Hakk’ım, Cenâb-ı Hakk’ım” diyen kimse kâfir olur.
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O’na ezâ veren dinden çıkar. “Şüphe yok ki, Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır.”[154]; “Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve ‘O her söyleneni dinleyen bir kulaktır’ diyorlar. De ki, ‘O sizin için bir hayır kulağıdır; Allah’a da inanır, mü’minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah’ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır.”[155]
Hz. Peygamber’e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur’ân-ı Kerim’e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur’an’la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil’in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil’e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü’min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid’at ve sapıklıktır.[156] Bir kimsenin, kendisine ya da bir başkasına vahiy indiğini iddia etmesi ya da değişik ifadelerle peygamber olduğu iddiası küfürdür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olduğunu kabul etmemek, yeni bir peygamberin geleceğini bekliyor olmak insanı kâfir yapar. Herhangi bir şahsı (meselâ Hz. Ali’yi, şeyh ya da evliya kabul edilen birini veya Atatürk’ü) Hz. Muhammed’den (s.a.s.) üstün görmek ya da onunla eş değerde tutmak küfürdür.
“Filan kimse peygamber bile olsa ona inanmam” demek;
“Eğer Hz. Muhammed’den sonra bir peygamber gelecek olsaydı, filan zât peygamber olurdu” demek;
“Eğer Âdem suç işlemeseydi cennette yaşayacaktık. Bütün bu belâlar onun yüzünden başımıza geldi” demek de insanı kâfir yapar.
Kur’an’ı, Kur’an’dan bir âyeti veya hükmü yalanlamak, çarpıtmak, alay konusu yapmak, saygısızlık yapmak kişiyi küfre sokar. Kur’an hükümlerinden birini olsun yürürlükten kaldıran veya uygulanmasını engelleyen yönetici kâfir olur. Kur’an ahkâmı içinde yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa, bu hükmün yerine konmuş olan yasayı uygulayan, uygulanmasını kolaylaştıran ve bu durumun farkına varıp rızâ gösteren kimselerin İslâm dini ile hiçbir ilişkileri kalmaz.[157]
Bir müslümanın kitabına sövmek,
Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu ileri sürmek,
Kur’an’ı çağdışı, çöl kitabı, bedevî kanunu olarak nitelemek,
Kur’an’ın öngördüğü ceza ve miras âyetlerini acımasız ve adâletsiz bulmak ve bunu söz veya tavırlarıyla ifade etmek,
Yine Kur’an’ın nassıyla kesin şekilde yasaklanmasına rağmen (fâizle işlem yapmayı, alkollü içki kullanmayı, zina etmeyi ve benzer) yasakları yasallaştıran “mürted” ülkelerin kanunlarına gönülden saygı beslemek ve bu yasaları Kur’an’a tercih etmek insanı kâfir yapar.
Allah’ın haram kıldığı bir şeye başlarken besmele çekmek,
Haram bir fiil işledikten sonra, dünyevî kazançtan dolayı Allah’a şükretmek veya haram bir şey yedikten sonra “El-hamdü lillâh” demek,
Kur’an okuyan kimse ile -okuduğu sırada- alay etmek,
Kur’an’a uymayı öğütleyen veya Kur’an hükümlerine dâvette bulunan kimseye eziyet etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla niteleyerek hakarette bulunmak,
Kur’an’da fal açmak, onu büyü, üfürük gibi çirkin işlerde araç olarak kullanmak,
Kur’an’ın ölü ruhuna okunmak üzere indiğine inanmak,
Tevrat, Zebûr, İncil ve suhuflara hakaret etmek, onların hiç tahrif edilmediğini (değiştirilmediğini) veya içlerinde vahiyden hiçbir eser bulunmadığını ileri sürmek insanı İslâm dairesinden çıkarır, kâfir yapar.
Helâlı haram, haramı helâl sayan, sihirle/büyüyle uğraşan, fala inanan, kâfirle dost geçinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini Allah’ın irâde ve kudretine bağlamayan, fânî tanrılaştıran, “kahrolsun şeriat!” diye slogan atam; Pozitivizmi, Darvinizmi, Sosyalizmi (Laikliği, Kemalizmi, Demokrasiyi ve her türlü beşerî ideoloji ve düzenleri) İslâm’dan üstün tutan, sütkardeşle evliliği meşrû gören insan, -kim olursa olsun- hem mantıksız, hem ahlâksız, hem de imansızdır! Çünkü imansızlık gerçek anlamıyla ahlâksızlık ve mantıksızlık demektir; Allah’ın yasalarına kafa tutmak demektir.[158]
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara bir azap vardır.”[159] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştü. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştı. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermişti. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi sevme ifadeleri “müslümanım” diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık” gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrâil’e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına yemin edilebiliyor. İnsanın ağzından çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, küfür, şirk, irtidat gibi Akaid konularının kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları
(Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan Çirkin Sözler)
a- Allah’la İlgili
“Allah’lık” (saf bir insan için)
“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında),
“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında),
“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında),
“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında),
“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz anlamında),
“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında),
“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında),
“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında),
“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında),
“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme anlamında),
“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda),
“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında),
“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad etme anlamında),
“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü anlamında),
“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında),
“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında),
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında),
“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında),
“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah’ın fiiline ortak kabulü anlamında),
“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında),
“Allah bilir ki, şu iş şöyledir”; “Allah şâhit şunu şöyle yaptım” dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında),
“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur, meclisindir” (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah’ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında),
“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının Allah’tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah’ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında),
“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında),
“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu” (Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında),
“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında),
“Allah emretse bile şu işi yapmam” veya “Allah istemese bile bu işi yaparım.” (Allah’ın emri veya yasağı önemsizdir, beni bağlamaz; beni kararımdan Allah’ın hükmü bile caydıramaz, anlamında)
“Allah onu özene bezene yaratmış” ya da tersine bir inanış ve ifade ile Allah’ın bazı kimselere torpil geçtiğini, bazı kimselere de (hâşâ) zulmettiğini ifade etmek.
(O konuda âyet ve hadis olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur” demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında),
(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken “Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında),
Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme,
Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme,
Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme,
Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.”; “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm”; “Bir Allah’a, bir de sana taptım”; “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter”; “Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk” vb. sözleri ikrâh olmadan söylemek,
Allah’tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek,
Allah’ın helâllerini helâl; haramlarını haram kabul etmemek,
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına adak adamak,
Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- duâ etmek,
Tâğutların resim ve heykelleri önünde kıyâma durarak tapınırcasına saygı göstermek,
Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir”; “Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek,
Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler tanımak,
Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı kurtardı”; “frene basmasaydı ölmüştüm”; “şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor”; “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”,
İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili
“Din ayrı, dünya ayrı” (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında),
‘’Din ayrı, siyaset ayrı” (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında),
“Dinde zorlama yoktur” (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında),
“Zevklere ve renklere karışılmaz” (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdâhale etme hakkı yoktur, ben hangi şeyden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında),
“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.”; “Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım” demek (Allah’ı, Allah’ın hükümlerini önemsememek ve O’na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında),
“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında),
“Din şöyle diyor, doğru ama...”; “haklısın, fakat...” (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zarûri olduğu anlamında),
“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında),
“İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz.” (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah’ın vaadlerini inkâr anlamında),
“Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın” (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında),
“Dinî günler” (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında),
“Hayat yalnız bu dünyadadır” (âhireti inkâr anlamında),
“Sen benim kalbime bak, kalbim temiz” (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında),
“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında),
“Demokrasilerde çare tükenmez” (Beşerî bir düzen olan demokrasinin (halkın kendi kendisini yönetmesinin) her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında),
“Aşırı dinciler”; “dinciler”; “fundamantalistler”; “dinci teröristler” gibi çirkin ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm’ı kötülemek anlamında);
İslâm’a irticâ, gericilik, fundamantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak,
İslâm’a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek,
İslâm’ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm’a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak.
c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili
“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında),
“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında),
Bir insana “Meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” veya bir kıza “Melek” ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Meleklerin insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında),
“Azrâil onun canını yanlış yere aldı”; “Azrâil’le savaşıyor” gibi sözler, Azrâil’e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında),
“Kader utansın” gibi kadere isyan anlamında sözler,
“Felek”le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında),
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...
Ef’âl-i Küfür
Ef’âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır.
Küfre alâmet sayılan, ef’âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah’a şirk/eş koşmak demektir. “Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: ‘Allah’ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?’ Onlar şöyle cevap verecekler: ‘O putlar bizi bırakıp kayboldular.’ Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir.”[160]; “Onlar Allah’ın yolundan saptırmak için Allah’a eşler uydurdular. De ki: ‘Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir.”[161] Allah’tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef’âl-i küfür olduğu kesindir.
b- Mushaf’ı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushaf’ı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur’an’dan bir bölüm, Yüce Allah’ın veya Peygamberin adı yazılı bir kâğıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr sözkonusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabıyı, bayan elbisesini vb. şeyleri kutsal değerleri eğlence yapacak ve aşağılayacak tarzda giymek de aynıdır.
c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah’a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm’dan çıkarır. Fakat bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.
d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde ve benzeri davranış yapmak: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış ise küfürdür. Tâğutların heykeli veya tâğutların kutsalları karşısında saygı durmak da itikad açısından çok tehlikelidir.
e- Duâ ederek ölülerden bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah’a yapılması gereken ibâdet ve duâyı[162] Allah’tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah’tan başkasına kesilen kurban, Allah’tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.
f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.
g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.
h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahûdilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.
Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm’ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; İskilip’li Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir).
i- Sihir/büyü: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii’ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır.[163]
Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
Tekfîr, bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek anlamına gelen dinî bir kavramdır.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Hatta aynı mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir. Bu konudaki tartışma, Hâricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz. Ali’nin hilâfeti döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muâviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali’yi, Allah’ın hükmünü bırakarak beşerin hakemliğine başvurmakla itham etmiş ve Hz. Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi. Hâricî olarak adlandırılan bu grubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilâhare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
Hâricîlerin bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Hâricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Hâricîler, büyük günah işleyen ve tevbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilâf vardır. Bazılarına göre, bu kimse mü’min değildir, ama muvahhiddir. Küfre girmiştir, ama onun küfrü, küfrân-ı nimet kabilinden bir küfürdür. Tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır.
Hâricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz. Âdem’e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu âyeti delil olarak zikrederler; “Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere); ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.”[164] Onlara göre şeytan Allah’a itaatkâr ve O’nu bilen biriydi. Hz. Âdem’e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemişti. Bu nedenle kâfir olarak lânetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur.[165] Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah’a başkaldırma ve O’na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış, küfre girmiştir.
b) Mu’tezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez, ama bu kimse mü’min de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mü’min, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur’an’da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda olan kişi kâfir de değildir.[166] Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler:
“Mü’min olan hiç fâsık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar.”[167]
“Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar.”[168]
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir.”[169]
Mu’tezile bu ve benzeri âyetlere dayanarak büyük günah işleyenin mü’min olmaktan çıktığı ve fâsık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir. Hadislerden getirdikleri deliller ise; “Emanete riâyet etmeyen kimsenin imanı yoktur” hadisiyle, benzeri hadislerdir. [170]
Mu’tezile’nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mü’mindir ve kurtuluşa ermiştir. Sırf kötülük işliyorsa, o zaman tâati yok demektir ve kâfirdir. Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani tâati fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir. İyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur.[171]
c) Mürcie
Hâricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie’dir. Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Rasûlünü bilmektir. Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır.[172] Sevap işlemenin bir kâfire faydası olmadığı gibi, büyük günah işlemenin de mü’mine bir zararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır. Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler. İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah’ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mü’min değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, tâatleri de (Allah’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı da) imanın dalları olarak değerlendirmişlerdir. İman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemez, ama birkaç dalı eksik olan ağaç ise ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır sadece. Selef, “iman eksilir ve artar” derken dallar mesâbesinde olan tâatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece tâatleri de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz’üdür. Ancak bu cüz’den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. İmam Eş’arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde olduklarını belirtir.[173]
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir. Kâmil iman, Allah’ın emirlerine riâyet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır.
Günah işleyen kimsenin küfre girmeyeceği âyetlerle de sâbittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, adam öldürmek hâdiselerinde üzerinize kısas farz kılındı.”[174] Âyetin devamında da şöyle buyrulmaktadır: “Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer.” Görüldüğü gibi âyet katili, öldürülenin velîsinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz.”[175] Bu âyette de Allah, birbirleriyle savaşan iki grubu da mü’min olarak nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için duâ edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (s.a.s)’in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmetin kesintisiz icmâı vardır. Hâlbuki bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir.[176]
Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından delil olarak ileri sürülen âyetlerde kastedilenlerin, mü’min oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir.
Tekfiri Gerektiren Hususlar
Allah’ın varlığını inkâr etmek, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O’na ortak koşmak, Kur’an’da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Mu’tezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, bazı sıfatları te’vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah’a, sıfatlarının zıddını isnâd etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O’nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik kurumu konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur’an’da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine ulûhiyet isnâd etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyânın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.
Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur’an’da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur’an’dan olmayan bir şeyi Kur’an’a ilâve etmek. (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.)
Allah’ın indirdiğinden başkasını Kur’an’a üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i Sünnet’in mûtemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen “Şerhu’l-Akaidi’t-Tahâviyye” isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun, ister idare edilen halktan herhangi biri olsun, her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah’ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah’ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde âhirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirleri uygulamıyorsa küfre girmez.[177]
İslâm inancında, bir kimseyi tekfir etmek son derece tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse; küfür, ithâm edene döner.”[178] Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat dışında kalan sapık mezheplerden Hâricîler’in tekfîr edilip edilemeyeceği münâkaşasında bâzıları, bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü gözönüne alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: “Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur” demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı İyaz eş-Şifâ’da aynen şunları söyler: “Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb’ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz.”
Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sâdece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivâyettir. Muhtelif vecihlerle gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: “Onlar, benim yolum üzerinde olanlar; ashâbım, Allah’ın dini üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.”[179]
Özetle, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki titizliği Gazâlî’nin şu sözleriyle hülâsa edelim: “İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithamdan (tekfîrden) kaçınmak gerek... Zira, tevhîd’i (Allah’ın bir olduğunu) ikrâr eden Mûsâllî kimselerin kanını helâl saymak hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır.”[180]
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
İtidâl/Denge
İtidal, konu ne olursa olsun, herhangi bir şeyde ifrat veya tefrite düşmemek, vasat derecede olmaktır. İfrat ve tefrit denilen her iki aşırı ucun tanımlanmasında yarar vardır.
İfrat: Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık, haddini aşma ve tâkatin üstünde üzerine iş alma demektir. İstenenden fazla yoğunlaşmayı da içerir. Kraldan fazla kralcı olma deyiminde anlatılmak istenen budur. Tefrit ise; Ortalamanın, yani vasatın çok altında olmak, geride kalmak, normalden aşağıda bulunmaktır.
Bu iki terimin iyi tanımlanması, itidali anlamamıza yardımcı olacaktır. İtidal, bir dengedir. İfrat ve tefrit, bu dengeyi bozan birbirine tamamen zıt iki ucu temsil eder. Buna en çarpıcı örnek, dini daraltanlara Peygamberimizin buyurduğu şu sözdür: “Aşırı gidenler helâk olmuştur” [181] Rasûlullah (s.a.s.) bu hükmü üç kere tekrar eder. Yine O, dinde aşırılığın helâk sebebi olduğunu vurgular: “Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” [182]
Dinde Aşırılık
Kur’an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber’in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah’a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed’in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur’an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk’a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir: “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”[183]
Kur’an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır.[184]; “Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!”[185] Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah’ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah’a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi; Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”[186] buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz. Ali (veya Ebû’d-Derdâ), Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular. Ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de sünnet ölçülerine göre doğru bulunmamıştır. [187]
Yüce Rasûl, burada, din adına dini daraltanları uyarmak istemiştir; bu, aslında bir ifrat halidir. Dini olduğundan fazla genişletenler de tefrit halindedir. İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hıristiyanlar ifrât yoluyla, Yahûdiler de tefrit yoluyla sırât-ı müstakîm olan dengeden uzaklaşmışlardır. O yüzden bu sapmalar, Hıristiyanlaşma ve Yahûdileşmeye giden yolu açar.
Ashâb-ı kiramdan bazılarının “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi aşırı taahhütlerde bulunmaları üzerine şu âyet nâzil olmuştu: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”[188] Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir. [189]
“Kitab, mîzan/ölçü, demir (güç, yaptırım) ve takvâyı yoğurup adâleti (itidali) yerine getirmek[190] ve toplumu, yönetimi İlâhî istikamet doğrultusunda değiştirmek için insanların kendi nefislerini değiştirmeleri gerekmektedir.[191] Kargaşa ile nizamı, fesat ile salâhı, anarşi ile huzuru, terör ile cihadı, korkaklık ile sabrı, acelecilik ile tedrîcîliği, lüzumsuz bilgi ile ilmi, şekilcilik ile takvâyı, yıkıcılık ile yapıcılığı, propaganda ile tebliği, çığırtkanlık ile dâveti, delilik ile cesaret ve kahramanlığı, tedbir ile uyuşukluk ve korkaklığı, eylem ile amel-i sâlihi, geçici heyecan ile muhâkeme ve istikrarı, taklit ile tahkîki, işgal ile fethi, haksız tekfîr ve haksız teslîm ile adâlet ve sorumluluk bilincini kuşanarak hüküm vermeyi, yani her türlü aşırılıkla dengeyi birbirinden ayırmayı, birbirine karıştırmamayı hem teoride kabullenmeli ve hem de pratikte ortaya koyabilmeliyiz.
Sırât-ı müstakîm üzere bir İlâhî yürüyüş programındaki ifrat ve tefritin ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. En temel konu olan tevhid akîdesini anlamaktan tutun da, İslâmî dâvet sürecinin içerdiği bütün konulara varıncaya kadar, tarih boyunca bu iki uç, kendini hissettirmiştir. Örneğin, ifrat ehli öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, muvahhid bir mü’min olmak, bu tanımlamaya göre (istisnalar dışında, hemen hemen) mümkün değildir. Tefrit ehli de, öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, küfürde ileri gitmiş aşağılık insanlar bile sanki tevhid ehli gibi görünür. Dâvet çalışmalarında da aynı probleme şahit olmaktayız: İfratçı dini tekeline alır, tüm muhâtaplarına en katı, en sert tanımlamaları getirir; tefritçi ise, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar ortamı ve ortalığı süt-liman görür. Burada, “denge”nin önemi ortaya çıkmaktadır. Her iki aşırılıktan korunmanın yolu, “delile dayalı bakış açısı”nın egemen kılınmasıdır. Deliller, bütün açıklığıyla ortaya konmalı, duygusallığa yer verilmeden ilmî bir etüd içinde konular irdelenmelidir.
İfrat ve tefrit, Kur’an ve Sünneti anlama yönteminde de tarih boyunca kendini hissettirmiştir. Kur’an’ı merkeze almayan ve O’ndan doğrudan yararlanılamayacağını öngören geleneksel yaklaşım ile Kur’an’ı anlamanın göreceliğini veya tarihselciliği öngören modern yaklaşım, birbirine zıt iki ucu temsil ederler. Kur’an’ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslâm tarihi içinde “üretilmiş” kaynaklara bağlayan taklitçi ve gelenekçi anlayışlar ile; Kur’an’ın tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyet, yani tarihselcilik, her ikisi de itidalden sapmadır. Bu uçlar, her ne kadar birbiriyle zıt olsalar da, ortaya çıkan sonuç bakımından aynı noktada birleşmektedir: Kur’an’ın hayatın içinden bir şekilde çekilip alınması.
Aynı şekilde bu iki uca kaymalar, Sünneti algılamada da kendini göstermektedir. Yalan-yanlış her türlü rivâyeti ilmî elemeye tâbi tutmadan, Hz. Peygamber’e mal eden aşırı gelenekçi ve taklitçi sünnet anlayışı ifrâtı temsil ederken; Hz. Peygamber’i bir postacı konumuna indirgeyen ve onun örnekliğinin ve önderliğinin kuşatıcılığını göremeyen modernist anlayış, tefriti temsil eder. Her iki uç da, yine aynı noktada, sonuç itibarıyla buluşmaktadır: Yüce Peygamber’in örnekliğinin hayatın içinden çekilip alınması. Dikkat edilirse ifrat ve tefritin pratiği, sonuç itibarıyla, ortak bir noktada buluşmaktadır.
İfrat ve tefrit çizgisindeki savrulmalar, bu konuların dışında pek çok alanlarda da kendini göstermektedir. İslâm bilginlerini “yanılmazlık” mertebesine yükseltenler ifrâtı, onların ictihadlarını tahkir ya da tezyif edenler tefriti temsil ederler. Orta yol ise, onların görüş, ictihad ya da kanaatlerini sâlih gayretlerinden dolayı takdir etmek, duâ etmek, onlardan yararlanmak, ancak bu kanaat ya da ictihadları her dönemde ve her toplumda geçerli nass mertebesine yükseltmemektir. Toplumu değerlendirmede de vasatı temsil eden anlayışa ulaşmak için çaba göstermek gerekir. İçinde yaşadığımız ülke ne dâru’l-harptir, ne de dâru’l-İslâm. Toplumu değerlendirmede ölçülü olmak, dengeyi yakalamak, İslâmî anlayış ve tevhidî yürüyüşün selâmeti açısından çok önemlidir.
Sâbiteler bağlamında her bireyin hassas olması esas olmakla birlikte; muvahhid Müslümanlar arasında bireysel hassâsiyetlerin varlığı anlayışla karşılanmalıdır. Sıklıkla karşılaştığımız hassâsiyetler: Kesilen hayvanların etleri, tâğûtî vasfa sahip olanlar hâricindeki devlet memurluğu, askerlik, çocukların okula gönderilmesi, vergi, emekli maaşı alma vb. konulardır. Buradaki mûtedil çözüm; hassâsiyetlerin, bir bireysel özellik olarak kabul edilmesi, ancak bunun çevremizdeki müslümanlara dayatılmaması, hassâsiyet sahibi mü’minlerin örnekliklerini dayatmadan sürdürmeleri, güçle ve ideal anlamda çözümünün ancak İslâm devletiyle ilintili bu tür fedâkârlıkları herkesten beklememeleridir. Hassâsiyetini tevhidî ilkelerin olmazsa olmaz bir gereği gibi görmemek, ancak bunları koruyarak örnek olmak, hassâsiyet sahibi mü’minlerin görevi iken; bu hassâsiyetlere katılmayan mü’minlerin görevi de kardeşlerini rencide etmemeleri, onları hoş karşılamalarıdır. Bu tür farklılıkların varlığı, bir zenginlik olarak kabul edilmelidir. Burada da her iki aşırı uca kaymadan, dengeli ve ölçülü hareket etmek esastır. Ancak, unutulmamalıdır ki, sâbiteler bağlamındaki hassâsiyetler, bu konunun dışındadır. Örneğin, tâğutları ve tâğûtî vasfa sahip kurumları birtakım maslahatlarla desteklemek, bireysel hassâsiyet değil, bir sapma olarak değerlendirilmelidir.
Toplumu dönüştürme çabalarında da her iki aşırı uç, yine boy göstermektedir. Toplumu şiddet yoluyla aceleci adımlarla dönüştürmek isteyen şiddet yanlıları ifrâtı temsil ederken; örnek Kur’an neslini oluşturmak yerine bireyci, mevziî kültürel ve eğitsel çalışmalarla yetinen ya da sadece bunları savunanlar tefriti temsil etmektedir. Yaşadığımız coğrafyada cami ve mescidleri topyekün mescid-i dırar ilan edenler ifrâtı, onları şimdiki konum ve kullanım şekliyle İslâm toplumunun emrinde ideal birer kurum olarak görenler de tefriti temsil etmektedir. Resmî otoritenin kurumlarında çalışan herkesi tekfir eden tekfirci anlayış ile ayrım yapmadan hepsini olumlu sayan, tâğûtî kurumları güçlendiren kişi ve zihniyetleri tasvip eden gevşek anlayış, yine iki aşırı ucu temsil ederler. Mezhep bağnazlığı içinde olup mezheplere “dokunulmazlık” zırhı giydirenler ifrâtı, mezhep olgusunu yok sayan ya da görmezden gelenler ve mezhepsizliği, yani disiplinsizliği savunanlar ise tefriti temsil ederler. Muharref din kültürünün toplumumuzda hâkim olduğu bir gerçektir. Ancak bu kültürü temsil edenlere de ölçülü davranmak ve uygun bir dil geliştirmek gerekir. Bunu temsil eden grup ya da cemaatleri bir düşman gibi algılamak da, onları ümmetin onurlu birer temsilcisi gibi görmek de yanlıştır.
İtidalin yakalanmasında, Şeriatin maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Bu konularda, ilmî derinliği olan muttakî ve muvahhid ulemâya büyük görevler düşmektedir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ulemânın toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koymaları, vazgeçilmez bir zorunluluktur. Vasat/dengeli bir temsiliyetin gerekliliği, ümmetin fertlerinin aşırı uçlara kaymasını önlemek açısından da bir kez daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü Hareket ediyorlar, yoksa gurup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
Hâlbuki Yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”[192]; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.”[193]
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
a) Âyetler
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa veya sefere çıktığınız zaman iyi dinleyip anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…” [194]
“Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!” [195]
“Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene” [196]
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?” [197]
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [198]
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” [199]
“Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder” [200]
“…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” [201]
“De ki: ‘Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser.” [202]
“De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir.” [203]
b) Hadisler
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” [204]
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [205]
“Allah’a inanıp O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir. Allah’a inanıp da O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir.” [206]
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [207]
“Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah ona mutlaka mağfiret eder.” [208]
“Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır.” [209]
“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehâdet edin. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edenler imar eder.” [210]
“Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar.” [211]
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” [212]
“Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir.” [213]
“Üç şey vardır ki imanın aslındandır: 1- Lâ ilâhe illâllah diyene saldırmamak; İşlediği herhangi bir günah sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli sebebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak, 2- Cihad, bu Allah’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır, 3- Kadere iman. [214]
“Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde “lâ ilâhe illâllah” diyen bir kimse (bile) cehennemden çıkacaktır.” [215]
“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” [216]
Ebû Zer (r.a.) rivâyet ediyor:
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: “Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider” buyurdu. (Hayretle) sordum:
“Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?” Cevâben:
“Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!” dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek yine) sordum:
“Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?” Rasûlullah (s.a.s.) yine:
“(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da” cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,
“Evet, Ebû Zerr’in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu...” [217]
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” [218]
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, “sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi” diyor. “Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?” dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[219]
“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”[220]
“Bir kimse diğerine (din kardeşine), ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise adam doğru söylemiştir; yok eğer itham edilen kâfir değilse ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [221]
“Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırır veya öyle olmadığı halde (ona) ‘Allah’ın düşmanı’ derse o söz kendisine döner.” [222]
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” [223]
“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” [224]
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” [225]
“Kim bir mü’mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.” [226]
“Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır.” [227]
“Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir) şey getirmesin (söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum.” [228]
“Hayır, ben ashâbımı öldürmem!” [229]
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” [230]
“Heleke’l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler (Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler) helâk oldu.-” Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. [231]
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” [232]
“Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” [233]
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” [234]
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” [235]
“Din kolaylıktır.” [236]
“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.” [237]
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” [238]
“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” [239]
“Mü’minler Allah’ın azâbını ve azâbının çokluğunu/büyüklüğünü bilselerdi hiçbir i Cennet’i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiçbir i O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” [240]
“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” [241]
“Allah, insanların şekillerine (ve mallarına) değil, gönüllerine ve niyetlerine (ve amellerine) bakar.” [242]
Rasûl-i Ekrem (ashâbına): “Sizce pehlivanlık nedir” diye sordu. Onlar da “Adamların güreşte yenemedikleri kimsedir” dediler. Rasûl-i Ekrem bunun üzerine şöyle buyurdu: “Hayır, gerçek pehlivanlık, kızgınlık ânında nefsine hâkim olmaktır.” [243]
“Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse Kıyâmet günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu cennet kızlarından dilediğinde (istediğini almakta) muhayyer kılacaktır.” [244]
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” [245]
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” [246]
“Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir.” Müslim’in rivâyetinde “nemmâm cennete girmeyecektir” şeklinde gelmiştir. [247]
“Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder.” [248]
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” [249]
“Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka örter.” [250]
“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” [251]
“Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer.” [252]
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla mı (din ve akîde konularında münâkaşa ile mi) emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” ‘Bu kurtulan kısmın kimler olduğu’ sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: “Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah’ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.” [253]
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.” [254]
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye yaklaştırırsın.” [255]
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” [256]
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.”[257]
“Kim bir mü’mini, bir münafığın şerrinden korursa Allah (c.c.), ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz (iftira) atarsa söylediği sözü gerçekleşinceye kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” [258]
Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Ömer İbn Hattab’dan (r.a.) işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiçbir şey (i araştırmak) bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa o, gizli işlerinin güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.” [259]
“Mü’min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir.” [260]
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” [261]
“Koğuculuk yapan cennete giremez.” [262]
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse ben de ona cennet sözü veririm.” [263]
“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.” [264]
“Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?” “Evet (Ey Allah’ın Rasûlü, söyleyin!)” dediler. “İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır.” Tirmizî’de şu ziyade gelmiştir: “Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum).” [265]
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” [266]
“Şeytan, Kıbleye dönen (mü’minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).” [267]
“Müslüman bir kimse asıl babası dururken bir başkasının, kendisinin babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır.” [268]
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” [269]
“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar.” [270]
“İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” [271]
“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.” [272]
“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.” [273]
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [274]
“Zinâ eden, zinâ ettiği anda mü’min değildir. Hırsızlık eden, çaldığı anda mü’min değildir. Şarap içen, içtiği anda mü’min değildir.” [275]
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[276] buyurdu.
Tekfir Konusunda Kurallar
1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır. Peygamberimiz’in genel olarak ifade ettiği içinde “şunu, şunu yapan” şeklinde “iman etmiş olmaz”, “kâfir olur”, “şirk koşmuş olur” diye ifade ettiği birçok hadisi, olayın vehâmetini, günahın önemini belirtmek için söylenmiş tehdit içerikli ifadelerdir. Peygamberimiz’in bu hadislerinde genel olarak kullandığı “küfür” ifadesi, o işi yapan belirli kimsenin “kâfir” olmasına delil olmaz. İbn Teymiyye bu konuda şöyle der: Bir söz küfür olup onu söyleyen de alelıtlak (genel) tekfir edilebilir. Mesela: “Kim şunları, şunları söylerse kâfirdir, demek gibi.” Fakat o sözleri söyleyen müşahhas bir kişi olduğunda hüccet ona ikame edilinceye kadar küfrüne hükmedilmez, müşahhas (belirli, muayyen) kişiyi tekfir ettirici şey, hüccetin ikamesidir. Vaîd (Tehdidi ifade eden, kötü âkıbet, cehennemde azab ile korkutucu naslar) ifade eden nasslarda da kaide böyledir. Zira Allah Teâlâ “Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe girecekler.” (Nisa:10) buyurmuştur. Bu ve benzeri vaîd ifade eden nasslar haktır. Ancak müşahhas/belirli bir kişi aleyhine vaîdle şahitlik edilmediği gibi, ehl-i kıbleden muayyen bir şahsın aleyhine de ateşle şahitlik edilmez. Zira o şahsa vaîdin tahakkuk etmesine şartlarının bir arada bulunmaması veya başka bir engelin sabitliği mâni olabilir. Haram ona ulaşmamış olabildiği gibi, ulaşmış da o kimse haramdan tevbe etmiş olabileceği gibi, çok fazla hasenâtı olup, irtikâp ettiği haramı onunla bertaraf da edebilir. Veya Allah Teâlâ onu büyük bir imtihana tabi tutar o da sabreder ve bu sebeple günahlarına keffâret olarak affedilebilir. O kimsenin Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin şefaatine mazhar olması da mümkündür.
Sahibini tekfir ettiren sözlerin durumu da böyledir. Hakkı bilmeyi gerektiren nasslar bir kimseye ulaşmamış olabilir yahut nasslar ulaşmış da onun yanında sâbitlik derecesinde olmayabilir. Veya nassları anlamak onun için mümkün olmamıştır ya da Allah’ın mâzur göreceği başka şüpheler olmuş da olabilir. Mü’minlerden herhangi bir kişi hakkı elde etmede çaba harcar da bununla beraber hata ederse, Allah onun hatasını -nasıl olursa olsun- affeder. Hata ister nazarî/fikrî, ister amelî meselelerde olsun aynıdır. İşte bu kaide Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbının ve imamların üzerinde olduğu kaidedir. [277] Bu konu, ileride daha geniş ele alınacaktır.
Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri işleyen fâili belli olmadan “şunu yapan kâfirdir” veya “şunu söyleyen müşriktir” gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere kanun koyucunun bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz. Mesalâ “teşrî’ parlemanterlerin hakkıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz zaman (muayyen tekfir edeceğimiz zaman) durum değişir ve aslen müslüman olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve kadı nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Bu meselede, söylenen bu söz veya işlenen fiilin, büyük küfür olduğuna dair delâleti kesin olan şer’î delile bakılır. Bu delil, delâleti değişik ihtimallere açık olan türden olmamalıdır. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sabit olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir.
İbn Teymiye şöyle der: “Kitap, sünnet ve icmâ ile küfür olduğu sabit olan bir söz için “Mutlak küfürdür” denir. Şer’i deliller bunu göstermektedir. İman, Allah Teâlâ ve Rasûlü’nden öğrenilen hükümlerdendir. İnsanların zan ve hevâlarına göre karar verecekleri bir konu değildir. Hakkında tekfirin şartları sâbit olmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça, bu tür sözleri söyleyen her kişi hakkında küfür hükmü verilmez. İslâm’a yeni girmiş olması veya ilimden uzak bir yerde yetişmiş olması sebebiyle içkinin veya fâizin helâl olduğunu söyleyen kişi bu kabildendir.” [278]
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi. Müfessir Kasımî, İbn Teymiyye’den naklen şöyle dedi: Kasdımız imamların mezhebi, mutlak küfürle onun çeşitlerini birbirinden ayırmakla ilgili tafsilat üzere bina edilmiştir.
Bu meselede dört mezhep imamının sözleri birbirinin aynıdır. Onlar, “İman, amelsiz sadece sözden ibarettir.” diyen Mürcieyi tekfir etmemişlerdir. Hâricîleri, Kaderiyyeyi vb. bid’at fırkalarını tekfire mâni naslar çok açıktır.[279]
Kasımî şöyle der: İmam Şâfiî, sıfatları inkâr eden kimselerin imamlarından Hafsu’l-Ferd’le ‘Kur’an’ın mahlûk olmadığı’ meselesinde münâzara ettiğinde ona: ‘Azim olan Allah’ı inkâr ettin’ demiş, küfre nispet etmişti, fakat ona mürted hükmünü vermemişti. Eğer İmam Şâfiî onun mürtedliğine ve İslâm’dan çıktığına kanaat getirseydi onun öldürülmesine çaba harcardı. Bununla beraber, Geylân-ı Kaderî, el-Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvân ve benzeri dalâlet imamlarının öldürülmesine fetvâ vermişti. Bunlar öldürüldüğünde insanlar cenaze namazlarını kılmış, Müslümanların mezarlığına gömmüşlerdi. Bu gibi dalâlet imamlarının öldürülmeleri dini koruma babından olup zararlarına engel olmak içindi; mürted oldukları için değildi. Onlar irtidat eden kâfirler olsalardı Müslümanlar onları diğer kâfirler gibi görür ve ona göre muâmele ederlerdi.[280]
3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışının, medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[281] buyurdu.
Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bizim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek üzere ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten dolayı Allah’tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesinlikle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere ancak Yüce Allah’ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanları ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah’ın: “Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder.”[282] buyruğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dolayısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk olduğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (daha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.
Âlimlere, Allah’ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyleri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bilgiyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.
Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belirtilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda olanlar âlimlerin çoğunluğuna göre müslümandırlar, âsi değildirler, fâsık değildirler. Yüce Allah’ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah’a isyanı emreden tâğutları rab edindiğini şer’î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer’î bir belge ve delil ile onun şer’î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.
4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve âlimlerin küfür veya şirk olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz delili en kuvvetli olan görüşü, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir. İhtilâf edilen konuların dışında, sahih olduğu kesinlikle kabul edilen icmâ’ konusunda muhalefet eden kişi, bu genel hükümden müstesnâdır. Çünkü böyle bir icmâ’ onun delilini zaten apaçık çürütüyor, icmâ’a muhalefet edenin, tekfir edilmesi gereği herkesin ittifakıyla sâbittir. Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir. Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı pislikleri[283] ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da sadece tarikata bağlı olduğu bilinenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz ve namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır. Bu yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir. Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz. İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl içmezse, cehenneme gitmek istemeyen kimsenin de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden kaçınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz. Bu eylemlerden bazılarının küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle âlimler, te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça hükmü kabul etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.
5- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir. Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.”[284] Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…”[285]; “Bilmediğinin peşinden gitme.”[286] Bu hükümleri bilen ve Allah’ın hatadan koruduğu mâsûm Peygamberinin: “Zandan çokça sakının. Çünkü muhakkak zan sözlerin en yalanıdır.”[287] beyanını işitmiş kimselerin, başkasına yapabileceği en şenî, en ağır itham olan tekfirden kaçınması gerekir. Bu konuda şer’î kesin delil ile hiçbir zanna ve şüpheye yer vermeyen deliller ortaya konulmadıkça asla böyle bir işe kalkışmamalı ve şahsî görüşüne, yani zannına tâbi olarak, Yüce Allah’ın öyle bir kimse hakkında vermesini emretmiş olduğu hüküm olan İslâm hükmünün dışında herhangi bir hükmü zannına uyarak vermemelidir.
6- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile düşmelidir. “Şüphelerden dolayı hadleri kaldırın (uygulamayın).”[288]
Hanefî Fakîh ve Usûlcülerinin Bu Konuda Açıklamaları:
Hanefî kitaplarından Câmiu’l-Fusûleyn’de denilir ki: “Tahâvî, arkadaşlarımızdan şöyle rivâyet eder: “Bir kişi, imandan ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar. Böyle bir şey vuku bulmadıkça dinden çıkmaz. Sonra da böyle bir husus vuku bulsa da kesin kanaat oluşmadıkça bu kişinin mürtetliğine hükmedilmez. Şüpheli bir durum varsa mürtetliğine hükmedilmez. Çünkü sabit olan İslâm şüphe ile izale edilemez. Ki İslâm yücedir, hiçbir şey ona üstün gelemez. Bir âlime, Ehli İslâm’ı tekfir hususu sorulduğunda bu hususta soruya cevap verirken aceleci olmamalı, bu konuda iyi bir araştırma yapmalıdır.” el-Fetevâ es-Suğra adlı eserde şöyle denilmektedir: “Bir kimsenin tuttuğu yol (te’vil yolu) onu tekfir etmeyi engeller. Müftî bir yöne meyleden (te’vil eden) kişiyi tekfir etmemelidir.” el-Hulâsa ve diğer eserlerde de şöyle denilir: “Bir meselede tekfiri gerektiren birçok ihtimal varsa, ancak bir tek yön tekfiri engelliyorsa bu yöne itibar edilmeli, kişi hakkında genellikle Müslüman olduğu zannı beslenmelidir.” el-Bezzaziye’de ziyade ile denir ki: “Ancak, küfrü gerektiren hali kişi kendi irâdesi ile te’vile izin vermeyecek şekilde tasrih ederse o zaman başka.” Şöyle ki: “Şâyet bir adam Müslüman birinin dinine söverse, bu sövgü dini hafife alma olduğu için tekfir edilmesi gereken bir husustur. Ama böyle bir olayla karşılaşan bir kimse şöyle bir ihtimali gözden kaçırmamalıdır: Bu sövgü, o kişinin ahlâkî çirkinliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa o kişinin Din-i İslâm’a karşı bir garazı mı vardır? Eğer dine karşı olan bir garazdan dolayı ise o zaman bu kişi tekfir edilir. Yok, ahlâkî bozukluktan kaynaklanan bir husussa o zaman tekfir edilmez. Bazı Hanefî âlimleri bunu özellikle belirtmişlerdir.”
el-Fetevâü’l Hayriyye adlı eserde şu durumda olan kişi hakkında fetvâ sorulur: “Şâyet hâkim, birine: ‘Sen şeriata râzı mısın?’ diye sorsa ve adam da ‘hayır, kabul etmiyorum’ dese müftî de onun kâfir olduğunun fetvâsını verse -ki bu fetvâdan dolayı karısı da ondan ayrılır-, peki, bu cevabından dolayı bu kişinin küfrü sâbit olur mu, olmaz mı?” Buna şu şekilde cevap verilir: Âlim olan kişi ehl-i İslâm’ı tekfir hususunda acele etmemelidir. Daha önce bu durumda olan için tâzir ve cezalandırma uygulanır. Yoksa böyle çirkin ve uygunsuz söz söyleyen kişiyi tekfir etmemişlerdir. İhtimaldir ki kişi bu sözü şeriatten tiksindiği veya ona karşı istikbarda bulunduğu için değil de hasmına olan aşırı öfke ve kızgınlığından dolayı söylemiş olabilir.” Fetevâ Tatarhaniye’de ise: “İhtimaller gözönünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele edilmez. Çünkü tekfir cezalandırmada nihâî noktadır. Nihâî nokta da cinâyetin son haddini gerektirir ki o da öldürmedir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise böyle kesin hüküm verilmez.” Bahr’da ise bu ihtimaller sayıldıktan sonra şöyle denir: “Eğer Müslüman birinin sözü güzel bir noktaya hamledilebiliyorsa tekfirine fetvâ verilemez. Velev ki zayıf bir rivâyet de olsa bu kişinin küfrünü gerektiren hususta ihtilâf sözkonusu ise fetvâ o zayıf rivâyet dikkate alınarak ona göre verilir. Durum böyle olmasına rağmen yukarıda zikredilen tekfiri gerektiren lafızlar, te’villerine bakılmaksızın, temel alınarak çokça kişi hakkında tekfir fetvâları veriliyor. Ben nefsime bunlarla hiçbir fetvâ veremeyeceğimi gerekli kıldım.” Reddu’l Muhtar’da İbn Âbidin el-Hayr er-Remlî’den, o Bahr’ın sahibinin yaptığı açıklamanın peşinde şöyle der: “Velev ki zayıf bir rivâyet olsa dahi... Derim ki şâyet mezhep ehlinin dışında olanların yanında dahi zayıf bir rivâyet varsa, zayıf da olsa bu ihtimal değerlendirilir. Ki küfrü gerektiren hususların tayininde icmânın var olma şartı da bu görüşü desteklemektedir.” Hanefi tahkikçilerinden Kemaleddin İbn Hümam der ki: “Mezhep ehli, tekfiri çokça yapar. Fakat fakîhler böyle değildir. Onlar itidallidirler. Bunlar müctehid imamlardır. İşte bu hususta fakîhlerden başkasına itimat edilmez.”
7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.
8- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, âlim ve câhilin bildiği hususlardır. Bu iş aynı zamanda nisbî/izâfî bir duruma dönüşüp zaman, mekân ve şahıslara göre değişebilir. Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen, şeriat güneşinin her tarafa ışık saçtığı parlak döneminde olup insanlara Allah’ın dinini tebliğ eden ve onlara hüccet ikame eden, ilmiyle âmil âlimlerin çok olduğu dönemler farklıdır. Şeriat güneşinin battığı, âlimlerin -insanlara dinlerini bulandırıp gerçekleri örtbas eden- kötü kişiler olduğu, hak ehli kişilerin de az olup herkese seslerini duyuramadıkları dönemler daha farklıdır.
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir ve âlimlerin kararlaştırdığı gibi İslâm ümmetinden dışarı çıkar. Nevevî şöyle demiştir: “Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr eden kişiye mürtedlik ve küfür hükmü verilir. Meselâ: Zina, içki haksız yere adam öldürme gibi haram olduğu kesin bilinen şeyleri helâl sayan kimsenin durumu böyledir.”[289]
Hattâbî şöyle demiştir: “Ümmetin icmâ ettiği ve bilgisi yaygın olup herkes tarafından bilinen bir hükmü inkâr edenin durumu da aynıdır.[290] İbni Ebi’l-İzz de şöyle der: “Kitab’ın hükmünü reddeden kimsenin tekfir edilmesinde şüphe yoktur. Fakat Kitab’ın hükmünü kendisine ârız olan bir şüpheden dolayı tevil eden kimse hemen tekfir edilmez, tevilinden dönmesi için ona meselenin doğrusu açıklanır.[291]
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeye cehâletin mâzeret olmamasının sebebi, onların herkes tarafından biliniyor olmasındandır, Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri bilmeyen bazı şahısların herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda var olduğu farz edilse, bu gibi şahısları âlimler cehâletine binâen mâzur görürler.
Zârûrât-ı Diniyyeden birini inkâr eden, bu sözün dinden çıkardığını bilmese dahi kâfir olur. Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helâl olduğunu söylemesi gibi, işte o kâfir olur. O hâlde zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:
a- İslâm’a yeni girmiş olması,
b- Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c- Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur, tekfir edilmez. Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını hesaba katmak gerekiyor.
9- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.
İslâmî bağ, kelime-i şehadeti telaffuz etmekle gerçekleşir. Birçok âlim ve yazar bu hususta icma olduğunu nakletmişlerdir. Kelime-i şehadetten sonra namaz, zekât vb. şer’î ibâdetler taleb edilir. Kişi bu ibâdetleri terk etmesinden dolayı şeriatın belirlediği cezaya çarptırılır. Günümüzde bazı kimselerin; İslâmî bağın gerçekleşmesine bazı âlimlerin mesaj ve şuur vermek için kelime-i şehâdetin iyi anlaşılması konusunda şart olarak zikrettiği; ilim, sevgi, bağlanma, yakîn vb. şeyleri zorunlu görmesi cehâlettir, taşkınlıktır. Çünkü zorunlu görülen bu şeylerin çoğu kalbî amellerdir, bedenî ameller değildir. Kalbî amelleri tahkik etmeye, başkası için yol yoktur. Sonra dünya ile ilgili ameller zâhire göre tertip edilmiştir, sırları ise sadece Allah bilir. Bazı kimseler de İslâmî bağın gerçekleşmesi için kişinin namaz kılıp zekât vermesini de şart koşmuşlardır. Bu hükmün tersine selefin icmâ etmesi sebebiyle bu söz bid’attir. Bu sözün bid’at oluşuna delil ise; Kitab ve Sünnette sayılmayacak kadar çoktur. Meselâ: “...Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler...”[292] Eğer tevbe ederler, yani; “Tevhidi ifade eden kelime-i şehâdeti söyleyerek tevbe ederlerse...” demektir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” [293] Ashâb’dan Üsâme’nin savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürmesi üzerine; Peygamberimiz’in şiddetle kızması ve: “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye tepki göstermesi ve: kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?” deyip bu sözünü çokça tekrarlaması[294] hangi sözle İslâm’a girileceğini açık şekilde belirtir.
Rasûlullah (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib’e ölüm vaktinde: “Lâ ilâhe illâllah de, kıyâmet gününde onunla senin lehine şehâdet edeyim” dedi. Ebû Tâlib: “Kureyş’in beni ayıplaması ve hakkımda ‘Ebû Tâlib bunu korktuğu ve sabredemediği için yaptı’ demeleri olmasaydı, o kelimeyi söyler ve senin gözünü aydın ederdim” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah kime dilerse ona hidâyet verir.”[295] âyetini indirdi.[296] İslâmî bağ, Müslüman baba ve anneden dünyaya gelmekle gerçekleştiği gibi, bülûğ çağına gelmeden önce küçüklüğünden beri Müslümanların velâyeti altında yetişen kimselere de gerçekleşir. Buna delil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu mübârek hadisini zikredebiliriz: “Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar.” [297] Bu hadiste Rasûlullah (s.a.s.): “anne ve babası Müslüman yapar” dememiştir. Çünkü her doğanın, doğduğu fıtrat, İslâm’dır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez.”[298]
Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.”[299] hükmünden dolayı İslâmî bağı gerçekleşen kimsenin kanı, malı ve ırzı korunma altına alınmış olur. Böyle bir kimseyi bilmeden amelî küfrü irtikâp etmesi veya itikadî küfre düşmesi sebebiyle tekfir etmek ve İslâm milletinden çıkartmak kimseye câiz değildir. Ancak bu, şer’î hüccetin/delilin ikamesinden sonra mümkündür. Şer’i hüccetin ikamesi ise İbn Hazm’ın ifade ettiği gibi şöyledir: “Hücceti kişiye öyle ulaştıracaksın ki artık ondan sonra hiçbir dayanağı kalmasın ve ona teslim olsun. Bu mevzuda Şeyhülislâm şöyle demiştir: “Terk ettiğinde tekfir edilen hüccet, kişiye şer’î hükümleri bilen sultan ve itaat olunan emir gibi kimseler tarafından tebliğ edilip ikame edilmelidir.”
Şeyh Süleyman b. Sehman şöyle demiştir: “Hüccet ikamesini güzel yapamayan kimsenin, hüccet ikame etmemesi gerekir. Allahu a’lem bu benim için açık bir durumdur. Bildiğime göre, hüccet ikamesini güzel yapamayan, dininin hükümlerinden habersiz câhil kimseler, bu fiili yapsalar da âlimlerin ifadelerine göre onların hüccet ikamesiyle hüccet ikame edilmiş olmaz.[300] Öncelikle hüccetin Kitap ve Sünnetten olması, çok açık olup karışık olmaması, hüccet ikame edilen kişinin bütün şüphelerini iptal edici kesin deliller olması gerekir. (Muhâtaba en güzel ahlâk örneği sunarak nezakete, güzel üslûba dikkat edilmesi gerektiğini unutmamak gerekir. Muhâtabı küçümseyerek hırçın ve zorbalıkla hüccet ikame etmeye çalışanlar, insaf edip bu işten vazgeçmeli ve insanları dinden soğutmamalıdır.) Bazı meseleler âlime ihtiyaç duymaz. Meselâ: Kur’an’dan bir âyette hata eden kişiye Kur’an’ı getirip göstermek yeterlidir. Bundan sonra büyüklük taslar ve âyeti Kur’an’da gördükten sonra inkâr ederse küfre girer.
10- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.
11- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.
12- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.
Peygamberimiz, kendisine vahiyle bildirilen (kâfirlerin en tehlikelisi olan ve cehennemin en alt tabakasında azap görecek) “münâfıklar”ı ashâbına bildirmedi. Kendi zamanında yaşayan münâfıkların listesini, başka hiçbir kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak sadece Huzeyfe’ye bildirdi. Diğer ashâbının, aralarına karışarak, kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıklara Müslüman muâmelesi yapmasını sağlamış oldu. Hayatında da, kendisini Müslüman olarak tanıtan hiç kimseyi tekfir etmedi. Ashâbın da şehâdet kelimesi getiren herhangi bir Müslümanı tekfir ettiğini bilmiyoruz. İlk tekfir, bilindiği gibi, Hâricîler tarafından büyük bir bid’at olarak ortaya çıktı.
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, “sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi” diyor. “Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?” dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[301] Hz. Peygamber: “Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?” diye o kadar çok tekrar ediyor ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: “Keşke o güne kadar İslâmiyet’e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım” temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ’d’ın (r.a.): “Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem” sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki etkisini ve önemini gösterir.
13- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.
“Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir”
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz: Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yaparken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- “kâfire, kâfir” dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslâm tarihinden bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye’nin de bu mevzûları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke’deki müşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber göndermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta’nın müslümanlar aleyhine Mekke’ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve Hz. Peygamber’in huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır. Hz. Ömer, Hatib’e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb’ı savunur ve onu koruyarak: “Hayır, o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir.” der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı birbirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor. [302]
Evet, bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Diğer ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur. [303]
14- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” [304]
15- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [305]; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” [306]
16- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
17- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.
18- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim); İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir. Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Bir müslümanın küfür suçu işlediğine karar verip onu tekfir edip “kâfir” muâmelesi yapmak ve hakkında gerekli işlemleri yaparak suçluyu cezalandırmak, yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir.
19- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez. Bu konu, “Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr” başlığı ile ileriki sayfalarda işlenecek, konu hakkında geniş bilgi verilecektir.
20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” [307] Bu konu da ileriki sayfalarda daha geniş şekilde açıklanacaktır.
21- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk, büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[308] buyurdu.
Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir. “Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[309] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[310]
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa ... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [311]; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”[312]). Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır.[313]
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir.[314]
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir. [315]
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.”[316]; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.”[317]; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”[318] Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” “Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır.”[319] Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise “Allah’ın zimmetinden uzaklaşacağı”[320] hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. “Kim Allah’tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” [321] Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. “Şüphesiz riyâ şirktir.”[322]; “Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah’a şirk koşmuştur.” [323]
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır. Kur’an’da belirtilen münâfıklar ve onların özellikleri açıklanırken, itikadî münâfıklara işaret edilmiştir. Hadis-i şeriflerde gündeme getirilen münâfıklar ve özellikleri ise, amelî münâfıklardır. İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, yalan, emânete hıyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. “Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.” [324]; “Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” [325] Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir.
22- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir. İbn Kayyım şöyle der: “Bir adamda küfürle beraber iman, şirkle beraber tevhid, takvâ ile beraber fücur... olabilir. Bu, Ehl-i Sünnetin en önemli usullerinden biridir. Ehl-i Sünnete bu usûlde Hâricîler, Mu’tezile ve Kaderiye gibi Ehl-i Bid’at muhâlefet etmiştir. Günah-ı kebâir sahibi kimselerin ateşten çıkışı ve orada ebedî kalmamaları işte bu usul üzere bina edilmiştir. Kur’an, sünnet, sahâbenin icması ve fıtrat, bu usûlün doğruluğuna delâlet etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”[326] Bu âyette şirkle beraber Allah onların imanını ispat etmiştir. “Bedevî Araplar; ‘İman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat ‘Müslüman olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz Allah, yaptığınız amellerinizin karşılığını eksiksiz -tam olarak- öder ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. Allah ğafûr ve rahîmdir.”[327] Allah Teâlâ bedevîlerin imanını nefyederken (olumsuz kılarken) Müslüman olduklarını, Kendisine ve Rasûlüne itaat ettiklerini ifade etmiştir. “Mü’minler o kimselerdir ki Allah’a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra şüpheye düşmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman iddiasında) doğru olanlar bunlardır.” [328] Bedevîler iki görüşten doğru olanına göre; münâfık değillerdi. Allah’a ve Rasûlüne itaatleri sebebiyle Müslüman idiler. Bununla beraber kendilerini kâfirlerden ayırt edici bir nevi iman olsa da, kâmil mü’minler değillerdi. [329] Bu konu hakkında da ileriki sayfalarda yer yer tamamlayıcı bilgi verilecektir.
23- Kâfirde mü’min amelinden bazıları, onu mü’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mü’mini kâfir yapmaz. İbn Kayyım şöyle diyor: Bir kulda iman şubelerinden bir şubenin olması onun mü’min diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o kuldaki şube iman ise de sahibi mü’min diye isimlendirilmez. (Doğru sözlü veya sadaka veren bir kâfirin mü’min diye isimlendirilmediği gibi veya insanlığa yararları dokunan kâfirlerin mü’min olmadığı gibi.)
Küfür de öyledir, bir kulda küfür şubelerinden bir şubenin olması onun kâfir diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o şube küfür ise de sahibi kâfir diye isimlendirilmez. Bir kimsede az bir ilmin olması onun âlim diye isimlendirilmesini gerektirmiyorsa fıkhın veya tıbbın bazı meselelerini bilen kimselerinde fakîh veya tabip olarak isimlendirilmelerini gerektirmez. İman şubesinin iman, nifak şubesinin nifak, küfür şubesinin de küfür olarak isimlendirilmesine bunlar mâni değildir.
Bir kimseden küfür alâmetlerinden bir alâmet sâdır olduğunda alelıtlak (genel olarak) kâfir sıfatı verilmez. Haram olan bir şeyi irtikâp (kötü bir iş işlemek) eden kimseye “o fâsıktır” denilmemesi de yine böyledir.[330] Ancak burada, o kimse haram olan bir şeyi irtikâp ettiği halde fıska düşmedi denmek istenmiyor. Onun “fâsık” sıfatı -fıskta ısrarı sebebiyle- o fiilin sahibine galebe gelmesinden sonra gerçekleşir. Zinâkâr, hırsız, gâsıp vb. kimseler mü’min olmakla beraber kâmil mü’min diye isimlendirilmedikleri gibi, küfür alâmetlerinden herhangi bir alâmeti bulunduran kimseye de kâfir denilmez. Her ne kadar işlediği fiil küfür hasletlerinden olsa da durum böyledir. Zira masiyetlerin (isyan etme) hepsi küfür şubelerinden olduğu gibi, Allah’a itaat olan bütün ameller de iman şubelerindendir.[331]
24- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.): “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘buyurması üzerine ashâb: “Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?” diye sordular. Rasûlullah: “Riyâdır…” buyurur.[332] İnsanı müşrik yapmayan şirk için bir örnektir riyâ. Hadis-i şeriflerde geçen münâfık alâmetlerinin herhangi birisi veya birkaçı üzerinde görülen bir müslümana “münâfık” veya “kâfir” denilemez, bu vasıflardan dolayı bu kimseye bu hüküm ona verilemez.
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [333]; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”[334] Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır.[335]
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir. [336]
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir.[337]
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” [338]; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” [339]; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”[340] Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” “Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır.”[341] Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise “Allah’ın zimmetinden uzaklaşacağı”[342] hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. “Kim Allah’tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” [343] Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. “Şüphesiz riyâ şirktir.”[344]; “Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah’a şirk koşmuştur.” [345]
25- “Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.” H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, “bunu ancak kâfir olan yapar, söyler” kanaatini veriyorsa buna “küfr-i lüzûmî” denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da “küfr-i iltizâmî” denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve “birbirlerine karşı merhametlidirler”[346] ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir) yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için sözkonusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.” [347]
26- Şirke bulaşan veya akîde ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla “müşrik” diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah’ın kitabı’nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Küfre girip kâfir oldukları halde[348] Yahûdi ve Hıristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim’de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, “ehl-i kitap” ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. “Allah’a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin.”[349] diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. [350] Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” [351]
Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hıristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab’ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır:[352] “Deyin ki, “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir...” [353]
Bunun aksine, Allah Teâlâ “müşrik” ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle itiraz ediyorlardı: “Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir” dediler.” [354] Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince “hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız’ derler.” [355]
27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.
Tebliğci, gönül doktoru olmalıdır. Küfür ve şirkle ilgili virüsler bünyesine az-çok sızmış veya bu ihtimal olan hastalara nezâket ve hassâsiyetle yaklaşmalı, onu tedavi etmeye çalışmalı; tedavisi için kendisi faydalı olamayacaksa, başka branşları ilgilendiriyorsa, başka doktorlardan yardım istemeli ve bir can kurtarmaya çalışmalıdır. “Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibidir.”[356]
Adam öldürmekle suçlanan birinin “katil” olup olmadığına, varsa hafifletici duruma ve verilecek cezanın ne olduğuna karar vermek, halka düşmez; İslâm devletinin organlarının görev alanına girer. Katil hükmü vermekten çok ağır olan “kâfir” hükmü vermek için, genel hükümler kâfi gelmez; âlim ve müctehid de olmayan bazı gençlerin, birtakım sathî bilgilerle nassları kendilerine göre yorumlayarak hüküm çıkarmaları doğru ve geçerli değildir. O şahsın hangi sebepten dolayı ve neyi kastederek bir sözü söylediği veya davranışta bulunduğu ciddi şekilde araştırılır; kendi gerekçeleri ve savunmaları dinlenir. Kalbi ve niyeti okunmaya çalışılmaz. Zâhirle ve kendisini İslâm’a nisbetiyle karar verilir. Ben İslâm’ın hiçbir hükmünü reddetmiyorum deyip şehâdet kelimesini söylemesi onun Müslümanlığına hüküm vermeye yeterli gelir. Nasslarda belirtilen açık bir küfür inancını savunuyorsa kendisine delillerle doğru din tebliğ edilir, şüpheleri giderilir ve bu hastalık tedavi edilmiş olur.
28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır.
İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[357] Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. İnsanları tekfir edip kendisiyle aralarına duvar örerek onlara karşı tebliğ ve örnekliği terk etmek, ancak hastalıklı bir tip oluşmasını sonuçlandırır. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir. Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” [358]; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” [359]
Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil; onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur. [360]
29- İmanı izhar, kalpte de iman olduğunu gerektirmez. Biz bir şahsın Müslüman olduğunu -zâhirine bakarak- söylüyor veya mü’min olduğuna hükmediyorsak bu o şahsın bâtınının şirkten sâlim olup cennete gireceğine hükmettiğimiz anlamına gelmez. Bilâkis kişiye Müslüman hükmü dünya hayatındaki muâmelât için verilir. Öyle bir kişi Müslüman babasına vâris olur, Müslümanlardan biriyle evlenir ve Müslümanların mezarlığına defnedilir. Bununla beraber o kişi küfrü gizleyen kimselerden olabilir. Çünkü biz, insanların kalplerini yarmakla memur değiliz.
İbn Teymiyye şöyle der: “Dünyada câri olan hükümlere göre zâhirde mü’min olan kişinin bâtında da mü’min olması gerekmez. “...İman etmedikleri halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik…”[361] diyen münâfık kimseler de zâhirde mü’mindirler. Onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) zamanında, Müslümanlarla beraber namaz kılar, onlardan kız alır, kız verir, evlenirler, onların mirasını alır, onlara miras verirlerdi. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.s.) onlara küfrü izhar eden kâfirlerin hükmüyle hüküm vermemiştir. Evlenmelerinde de, miraslarında da, başka bir şeyde de münâfıklara kâfirlerin ahkâmını uygulamamıştır. Abdullah b. Ubeyy münâfıkların en meşhuru olduğu halde Müslümanların en hayırlılarından olan oğlu Abdullah babasına mirasçı olmuştur.
Şeyhulislâm devamla: “Onların kanları ve malları koruma altındadır. Kâfirlerin kanları ve mallarının helâl olduğu gibi, münâfıklarınki de helâl değildir. Kendilerinin mü’min olduğunu izhar etmeyip, aksine kâfir olduğunu izhar eden kimseler hakkında Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” [362]
30- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur. İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz. Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor. Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor. Değişik bir tevillerle demokrasiyi savunan, tâğutlara oy veren, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden veya metin imzalayan, vahyi reddeden okulları onaylayan, tâğutî kurumları veya tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuş. Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın yardımına muhâtap olacak bu topluluk, âlimlerin öncülüğüyle Peygamberî usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir. İslâm’a girdikten ve müslüman adını aldıktan sonra, İslâm’dan çıktığına dair nass bulunan herhangi bir kişinin, biz de aynı şekilde İslâm’dan çıktığını söyleriz. Onun İslâm’dan çıktığına dair icmâ’ bulunsun veya bulunmasın, bu konuda bizim için durum değişmez. Diğer taraftan bütün müslümanların icmâ ile İslâm’dan çıkmış olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icmâa uymak (ve muhâlefet etmemek) vâcibdir. Müslüman olduktan ve İslâm adını kazandıktan sonra İslâm’dan çıktığına dair nass bulunmayan, icmâ da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimseyi kesin olarak elde etmiş olduğu bilinen Müslüman sıfatından, zanla yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak câiz değildir.
Ama şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak gerekir. Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır. İhtiyatın diğer kısmı da şudur: Küfür ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak ve yapanlarla çok candan ilişkilere girmemek lâzımdır. Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir.
Tekfîr Ahkâmı/Tekfirin Hükümleri
Bir kişi hakikatte küfre girdiği halde kâfir olduğu kesin ispatlanamamış (ya da hiçbir kimse tarafından tekfir edilmemiş) ise onun hesabını Allah görecektir. “Sırların ortaya çıkarılacağı gün, artık onun ne gücü vardır, ne de yardımcısı.”[363] Eğer tevbe etmeksizin küfrü üzere ölürse ebedî olarak ateştedir. Çünkü Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez.
Gerçekte küfür üzere olan herkesin, dünyevî hükümler konusunda küfrünün ispatlanması mümkün olmayabilir. Bunu dört şekilde açıklayabiliriz:
1) Kişinin küfre götüren itikadını gizleyip, söz ve fiilleri ile bunu açıklamaması (zâhire göre Müslüman kabul edilmekle birlikte), itikadî küfürdür. Örneğin; öldükten sonra dirilişi yalanlaması, ama Müslümanlardan bu inancını gizlemesi gibi. Bu kişi zâhire göre verilen hükümde Müslümandır. Ancak gerçekte kâfirdir ve bu küfür münâfıkların büyük nifakı türündendir.
2) Bir kişinin küfre götüren söz ya da fiili ile küfrü açığa çıksa, ancak bunu kimse görüp işitmese yine o kişi zâhirî hükme göre Müslüman, ancak gerçekte kâfirdir ve bu kişi büyük nifakla münâfık olmuştur. Bu ve önceki gruptakiler şu âyetin hükmüne dâhil olurlar: “Çevrenizdeki bedevîlerden münâfık olanlar vardır. Sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Biz onlara iki kere azap edeceğiz, sonra onlar büyük bir azâba döndürüleceklerdir.” [364]
3) Yine bir kimse küfre düşürücü bir söz ya da fiilde bulunduğunda, bazı kimseler bunu bildikleri halde yalnızca bir kişi onun aleyhinde şâhitlikte bulunsa, tekfir edip hakkında riddet hükmü vermek için gerekli olan şâhit sayısı tamamlanmadığı için, bu küfre götürücü amel tespit edilmiş sayılmaz. Bununla birlikte hâkimin o kişiye tazir cezası vermesi (yani had cezası dışında o kişiye hapis veya dayak gibi cezalar vermesi) câizdir. Bunda şahitlik eden kişinin âdil, âlim ve sâlih bir kimse olması etkilidir. Bu kimse de yine zâhirde Müslüman, gerçekte ise kâfirdir.[365]
Peygamberimiz zamanındaki münâfıkların durumları genelde bu üçüncü şekildeki gibi idi. Onlar kendi aralarında küfürlerini açıklıyorlar, ancak birbirlerine şâhitlik etmiyorlardı. Bazen Müslümanlardan bir kişi bunu işitiyor ve aleyhinde şâhitlik ediyordu. Ancak ispat için bu, yeterli olmuyordu. Zeyd İbn Erkam’ın, Abdullah İbn-i Ubeyy’in şöyle dediğine şâhitlik etmesi gibi: “Medine’ye döndüğümüzde şerefli kimseler zelil olanları oradan çıkaracaktır.”[366] Vahiy Zeyd’i doğruladığı halde Peygamberimiz vahiy ile onları cezalandırmayıp şer’î ispat yollarını tercih etti. Çünkü münâfıkların sözlerinin çoğunluğu açık olmayıp ihtimal taşıyan sözler oluyordu.
4) Kişi, küfre düşürücü bir söz ya da fiili açıkça ortaya koysa, bu yaptığı hareketi veya sözü ikrar etse yahut buna iki kişi ya da daha fazlası şâhitlik etse veya bu yaptığı insanlar arasında yaygın olarak biliniyor olsa (istifâda ile) bu küfre götürücü ameli o kişinin işlediği şer’î olarak ispatlanmış olur. Ancak o kişi hakkında küfür hükmünü vermek için bu durum da yeterli değildir, hükme mâni olan şeylerin olup olmadığına bakılması gerekir.
Bu dört durum hakikatte kâfir olan ve (dördüncü durum hâriç) dünyevî hükümlerde küfre götürücü ameli kat’i olarak tespit edilemeyen kişi hakkındadır.
Bir kimsenin açık bir şekilde küfrüne şâhit olduğumuz halde, o kimseyi tekfir edip onun kâfir olduğuna hükmetmemize mâni/engel olabilir. Böyle bir engel varsa, yine tekfirden kaçınmak gerekir.
Tekfîre Engel Olan Mâniler
Engel/Mânî: Varlığı, hükmün varlığını ortadan kaldıran şeydir. Ancak bulunmaması hükmün bulunmasını veya bulunmamasını gerektirmez. Engeller (mâniler) şartlarda olduğu gibi üç kısma ayrılır:
a) Fâilde Bulunan Engeller: Kişiye ârız olan ve şer’an onun söz ve fiillerinden sorgulanmasına engel olan şeydir. Bu engeller “avârıdu’l-ehliyye” (ehliyetin engelleri) diye isimlendirilir. Aşağıda açıklaması yapılacaktır.
b) Fiilde Bulunan Engeller: (Yani sebepte bulunan engellerdir) Fiilin açıkça küfre delâlet etmemesi veya şer’î delilin küfre delâlet edişinin kesin olmaması gibi.
c) İspat Edilmesi Konusundaki Engeller: Meselâ şahitlerden birisinin çocuk veya âdil olmayan bir kimse olması dolayısıyla şehâdetinin kabul edilmemesi gibi.
Acaba, bazı müslümanları tekfir edip onları kâfirlikle suçlayan kardeşlerimiz bu konuları biliyorlar mı? Eğer bilmiyorlarsa gerçekten büyük bir günaha girmiş olurlar. Tekfir hükmünü, ancak ilim ehli olan, bu konuda yeterli ilimle donanmış âlim verir. İnsan, kesin bilmediği şeyi iddia etmemelidir. Zira tartışma tek taraflı olmaz. Tekfir eden taraf varsa tekfir edilen taraf da var demektir.
Ehliyetin Engelleri
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye), edâ ehliyeti ile alâkalıdır. Bu da mükellefte görülen ve onun söz ve fiillerinin şer’î açıdan muteber sayılmasına engel olan durumdur. Bu durumda kişi söz ve fiillerinden sorgulanmaz ve bu söz ve fiillerin sonucunda kulların hakları dışında, Allah Teâlâ’nın hakları ile alâkalı şeylerde herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye) iki kısma ayrılır:
1) Semâvî Engeller: Allah’ın takdiri olup, oluşmasında kulun herhangi bir etkisinin olmadığı engellerdir. Örneğin, yaşın küçük olması, delilik, psikolojik dengesizlik, uyku ve unutma gibi. Bu engellerden birisi kendisinde bulunan kimse herhangi bir suç işlerse bundan dolayı ona bir günah yoktur. Sorumluluk o kişiden kalktığı için bu fiilden sorgulanmaz ve cezalandırılmaz. Ancak insanların hakları ile ilgili şeylerde sorumludur. Örneğin, telef ettiği malların değerleri, diyetler ve bunun gibi şeyleri ödemek zorundadır. Çünkü bunlar toplumsal kurallardır. Bu semâvî engellerin karşılığında ise şartlar vardır. Örneğin yaşın küçük olması bâliğ olmanın karşıtı, delilik ve dengesizlik de akıllı olmanın karşıtıdır. Yani muayyen bir kimseyi tekfir etmenin şartları arasında akıllı ve bâliğ olma şartı vardır. Temyiz çağına ulaşmış çocuğun riddeti ile ilgili konuda ihtilâf vardır. Hanbelîlerde olduğu gibi riddetin çocuk için de geçerli olduğunu ancak bâliğ oluncaya kadar istitâbe uygulanıp cezalandırılmayacağını söyleyenler de vardır.[367]
Kişinin kendisinden kaynaklanıp, belirli bir kimsenin tekfirine engel olarak kabul edilen şeylerden bazıları şunlardır:
Dil Sürçmesine Yol Açan Hata
Kasıtlı olmadan küfür sözü söylemek. Bu, tekfirde gerekli olan kasıt şartını yani mükellefin yaptığı şeyi bilinçli olarak yapması şartını ortadan kaldırdığı için engel teşkil eder. Hatanın engel olmasının delili şu âyet-i kerimedir: “Hata olarak yaptıklarınızda ise sizin için bir sakınca (vebal) yoktur. Ancak kalplerinizle kasdederek yaptıklarınızda vardır” [368]
Dil sürçmesinin tekfire engel oluşunun bir başka delili, hadiste geçen bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın misalidir. Rasûlullah (s.a.s.) onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir. Kişinin hâlinin hangi duruma işaret ettiği de (karâinu’l-hal), hatanın engel olarak kabul edilip edilmemesinde etkilidir.
Te’vilde Hata
Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur. Ona delil getirilip hatası açıklandığında (ikametu’l-hucce) bu fiilinde ısrar ederse o zaman kâfir olur. Bunun delili ise Kudâme İbn Maz’un olayıdır. Bu olayda Kudâme, içki içmeyi helâl saymış (ki içkiyi helâl kabul etmesi küfürdür) ve buna şu âyeti delil getirmişti: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için yedikleri ve içtikleri şeylerde kendileri için bir günah yoktur.” [369] Ömer (r.a.) had uygulamak istediğinde ona bu âyeti delil gösterdi. Hz. Ömer ona hatasını açıkladı ve içki için had cezası uyguladı. Bu olay sahâbenin icmâsı ile te’vilde hata etmenin tekfire engel olduğuna delildir. Bu, anlamı genel olan şu âyetin de kapsamına girer: “Hataya düştüğünüz şeylerde sizin için bir günah yoktur.” [370] Benzer hadis-i şerif de vardır: “Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” [371]
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Aynen İblis’in Âdem’e secde etmekten kaçınırken “ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın”[372] diye iddiada bulunması gibi. Bu yalnızca görüştür. Te’vilde hata yapılması durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, te’vil engeli ortadan kalkar.
Cehâlet Engeli
Mükellefin küfür fiilini işlerken onun küfür olduğunu bilmemesi gibi. Cehâleti (eğer geçerli sayılabilecek bir cehâlet ise) tekfirine engel olur. Bunun delili ise şu âyettir: “Biz, peygamber gönderinceye kadar hiçbir topluma azap edecek değiliz” [373] Dünyada ve âhirette azap ancak tebliğ ulaştıktan sonradır. Özür veya engel olarak kabul gören cehâlet; mükellefin kendisi veya ilim kaynakları ile ilgili bazı sebeplerden dolayı, giderme imkânı bulamadığı cehâlettir. Ancak öğrenmeye ve cehâleti gidermeye imkân olduğu halde bunu yapmıyorsa mâzur görülmez ve gerçekte bilmiyor olsa dahi hükmen biliyor sayılır (yani bilen bir kişinin hükmündedir).
İkrah Engeli
Bu, mükellefin fiilini kendi irâdesi ile yapması şartının zıddıdır. İkrahın tekfire engel kabul edilmesinin delili şu âyettir: “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan (ikrah altında olan) hâriç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse...” [374] Küfre zorlamanın, kişinin tekfirinde geçerli bir engel olarak kabul edilebilmesi için, ölüm ile veya bir organının koparılması ile tehdit yahut da kişiye çok şiddetli bir işkencenin yapılıyor olması şartı vardır. Bu, çoğunluğun görüşüdür ve tercih edilen de budur. Şâfiî fakîhlere göre, daha hafif şeyler de ikrah kapsamına girer.
Aklı Gideren Sarhoşluk
Sarhoşluğun tekfire engel olup olmaması konusunda ihtilâf vardır. İbnu’l-Kayyım engel olarak saymıştır. Hanbeliler ve Şâfiilerce tercih olunan, sarhoşun riddetinin geçerli olduğu görüşünün aksine, İbnu’l-Kayyım sarhoşluğu riddete engel olarak kabul etmiştir ki bu Hanefiler’in görüşüdür. [375]
Başkasından Aktarma Yoluyla Küfür Sözü Söylemek
Örneğin; Allah’ın Kur’an’da bize bildirmiş olduğu kıssalarda geçen kâfirlerin sözlerini okumak (ki Allah Teâlâ bunların okunmasını bizlere emretmiştir), şâhidin hâkime işitmiş olduğu küfür sözünü aktarması, kâfirlerin yazmış oldukları makalelerin içerisinde bulunan fesadı açıklamak ve bunları cevaplandırmak için nakletmek gibi şeylerin hepsi câiz veya vâcip olabilir. Söyleyen kişi tekfir edilmez.[376] Burada önemli bir ayrıntı vardır: Yukarıdaki örneklerde de geçtiği gibi küfrü şer’î bir amaçla aktaran kişi için bir sakınca yoktur. Ancak bir kimse bunu beğenerek ve râzı olarak aktarırsa o kişi kâfir olur. Bu ikisini (aktardığı şeyi onaylayıp onaylamadığını) anlamakta karâinu’l-hal’in etkisi vardır. Küfrün şaka ile işlenmesi ilim ehlinin ittifakı ile tekfire engel değildir.
2) Semâvî Olmayan Engeller
Bu hususu dört madde halinde ele alacağız.
1) Engellerin Araştırılması: Buna “istitâbe” denilir
2) Engellerin Araştırılması: Bu, imkân olduğu takdirde vâcip olur; imkân bulunamadığı takdirde ise bu vâciplik düşer.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.
4) Engel kalktığı halde kişi küfürde ısrar ederse kâfirdir.
1) Engellerin Araştırılması: İstitâbe; aslında tevbe etmesini istemek anlamındadır ve ancak kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verildikten sonra olabilir. Kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verilmesinden önce, hükmün şartlarının yerine gelip engellerin bulunup bulunmadığının araştırılmasına da istitâbe adı verilir. İstitâbe, hem hüküm meclisinde hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin bulunup bulunmaması durumunu araştırma ve hem de hüküm verildikten sonra tevbe talep etme anlamlarında kullanılır.
2) Engellerin Araştırılması: Engellerin araştırılmasının mümkün olmadığı haller şunlardır:
Güç Yetirilememe Durumu: Güç yetirilen kişi, kâdının/hâkimin, kişinin hüküm verilecek olan meclise getirilmesini sağlamasının ve gerektiğinde kendisine had cezası uygulamasının mümkün olduğu kimsedir. Güç yetirilemeyen (mümtenî) ise bunun tam tersidir. Güç yetirilen kimse hakkında engellerin araştırılması gerekmektedir. Mümtenîde ise engeller araştırılmadan hakkında hüküm verilir.
Ölüm: Eğer ölen kişinin dini konusunda vârisleri arasında bir çekişme meydana gelir; kimi Müslüman, kimisi de mürted olarak öldüğünü iddia ederse hüküm vermek için şâhitler ile yetinilir. Bir kimse mürted olur, sonra aklını kaybeder ve tevbeye çağırılmadan ölürse kâfir olarak öldüğüne hükmedilir.[377]
Sarhoş: Bir kimse mürted olur ve sarhoş iken ölürse kâfir olarak ölür. Eğer bu sarhoşluğu halinde bir kimse onu öldürürse herhangi bir ceza yoktur. Bu görüş sarhoşluğun riddete engel olmadığını söyleyenlere aittir. [378]
Tüm bu durumlarda, engeller araştırılmadan ve istitâbe uygulanmadan kişi hakkında riddet hükmü verilir. Mürted olarak ölen bir kimseye Müslüman olan vârisleri mirasçı olamaz. Bununla birlikte şâhitler, ölen veya güç yetirilemeyen (mümtenî) kişi için tekfirine engel olacak şeylerin bulunduğuna şâhitlik ederlerse, bu engellere itibar edilmesi vâciptir.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.
Tekfirin engeli; şer’î delil ile engel olduğu açıklanan şeydir. Tekfire engel olduğu şer’an sâbit olmayan şey ise; insanlar bunu engel saysalar ve bununla mâzeret bildirseler de özür olarak kabul edilmez.
Bazı kimseler şer’an mûteber sayılmayan özürlerle tekfirden men etme konusunda çok aşırıya gittiler. İnsanların özür olarak gösterdikleri her şey geçerli değildir. Allah Teâlâ şöyle der: “Eğer onlara sorarsan biz dalmış eğleniyorduk derler. De ki; Allah ile O’nun âyetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, imanınızdan sonra küfre girdiniz.”[379] Mâzeret gösterdiler ancak mâzeretleri kabul edilmedi: “Onlara döndüğünüzde size özür bildirdiler. De ki: Özür bildirmeyin, size kesin olarak inanmıyoruz.”[380] Her mâzeret engel olarak kabul edilmez. Bâtıl olan mâzeretlerden birisi de; kâfir oluşu kesinleşen bir kimsenin (örneğin Allah’tan başkasına duâda bulunmak veya dine hakaret etmek gibi) şehâdet kelimesini söylemesi veya namaz kılmasını onun tekfirine engel olarak göstermektir.
Hükümlerin engelleri (tekfirin engelleri de bunun içindedir) insanların engel zannettikleri şeyler değil, geçerli oldukları, şer’î delillerle belirlenen, yani şer’an muteber sayılan engellerdir. Engelin belirli bir kimse hakkında geçerli sayılabilmesini ise, dâvâya bakan kâdı belirler. Örneğin cehâlet ve ikrahın tekfire engel olduğu şer’î delil ile sabittir; ancak belirli bir şahıs hakkında geçerli olup olmadığına, yani kişinin câhil veya ikrah altında olup olmadığına karar verecek olan kâdıdır.
Yine bu geçersiz mâzeretlerden birisi de; kâfirler için onları saptıran önderlerini mâzeret olarak göstermektir. Bunun geçersizliğine Allah Teâlâ’nın şu âyetleri delâlet eder: “Ateşin içerisinde tartışırlarken, zayıf olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Gerçekten biz, sizlere tâbî olan kimselerdik. Şimdi siz ateşin bir parçasını bile bizden uzaklaştırabilir misiniz?’ Büyüklenenler derler ki: ‘Biz hepimiz de ateşteyiz. Artık Allah kullar arasında hüküm vermiştir.”[381]; “Sen o zâlimleri Rableri huzurunda durdurulmuş olarak suçlamayı birbirlerine yöneltirken bir görsen; mustaz’af olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız bizler mü’minler olurduk.’ Müstekbirler ise mustaz’aflara şöyle derler: ‘Size hidâyet geldikten sonra biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten mücrimlerdiniz.’ Mustaz’aflar müstekbirlere; ‘Hayır, siz gece-gündüz hîle kurup bize Allah’a karşı küfürde bulunup, Ona denkler koşmamızı emrediyordunuz’ derler. Ve azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Biz, küfredenlerin boyunlarında halkalar kıldık. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklar?”[382] Bu nass ile önde gelenlerin zayıfları saptırdığı, onlara hile kurup küfrü emrettikleri; ancak bunun, zayıfların tekfirine ve onların cezalandırılmasına engel olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Hatta bazılarının özür zannettiği bu saptırılma olayı, küfür çeşitlerinden birisi olan “taklit küfrü”dür. Bu ise, Yahûdilerin, Hıristiyanların ve diğer kâfir toplulukların, kendilerini saptıran önderlerini taklit eden avâmının küfrüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: Ey Kitap Ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan sapan bir topluma uymayın.”[383]
Geçersiz olan özürlerden birisi de, mürted olan bir kimse için, onun ilim ehli olduğunu mâzeret göstermektir. Sanki ilim ehli küfürden korunmuştur! Allah Teâlâ nebîler hakkında şöyle buyurur: “Eğer Allah’a ortak koşsalardı, işlemiş oldukları tüm ameller boşa giderdi.”[384]
Küfrün, nebîler için mümkün olmaması, onların dışındaki insanlar için mümkün olmamasını gerektirmez. Âlim olan bir kimse, belli bir ilme sahip olduğu halde küfre düşebilir: “Ameller son durumlarına göredir.” Bunun bir örneği de Allah Teâlâ’nın şu âyetidir: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.” [385]
Bunun örnekleri bu ümmette de çoktur. Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahiy kâtiplerinden olan Abdullah İbn Sad İbn ebi’s-Serh gibi, Rasûlullah (s.a.s.) hayattayken mürted olan kimseler olduğu gibi, Onun vefatından sonra da mürted olanlar olmuştur. Küfre götürücü bid’atlere çağıran kimselerin çoğu şer’î ilimlere sahip olan kimselerdir.
4. Engel Kalktığı Halde Kişi Küfürde Israr Ederse Kâfirdir: Engel ya kendiliğinden kalkar; yaşın küçük olması gibi; ya sebebin ortadan kalkmasıyla kalkar, buna ikrah ve sarhoşluğu örnek verebiliriz; ya da hüccet ikame edilmesiyle ortadan kalkar, buna da cehâlet ve te’vilde hata etmeyi örnek olarak verebiliriz. Engel kalktığında kişi hala işlediği fiilde ya da sözünde ısrar ediyorsa, o andan itibaren kâfir sayılır.
Bunlar, şer’î mâzeretlerdir ve şer’î mâzeretler ortadan kalktıktan sonra kişi hâlâ şer’an mûteber olmayan mâzeretler ortaya atacak olursa bu ondan kabul edilmez. Zira artık öne süreceği mâzeretleri ortadan kaldırılmış ve öne süreceği bir şey bulunmamaktadır. Geçersiz olan mâzeretler ileri sürmesine itibar edilmeksizin Ebû Hanife’nin yolundan gidenlerin de dediği gibi “Kişi artık içinde barındırdığı küfrünü açığa vurmuş, ancak bu küfrünü örtmek için yollar aramaktadır.” Bundan dolayıdır ki bu gibi kimseler kâfir olmuşlardır.
“Zâhire göre uygulananan dünyevî hükümlerde, küfre düşürücü bir söz söylediği ya da bir fiil işlediği şer’î yollarla sabit olan bir şahıs hakkında tekfir hükmünün şartları yerine gelip engeller ortadan kalktığında kâfir olduğu hükmü verilir. Hükmü, buna ehil olan bir kimse verir. Eğer hakkında hüküm verilen kimse İslâm devletinde güç yetirilen bir konumda ise; yetkili olan kimsenin cezayı uygulamadan önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir. Eğer bir güç arkasında veya dâru’l-harbe sığınarak korunuyor (mümtenî) ise ona istitâbe uygulamadan öldürmek ve malını almak herkes için câizdir. Bu konuda, sonuçta elde edilecek olan maslahat veya mefsedete bakılarak uygun olan tercih edilir.”
Hükmü, Buna Ehil Olan Kimse Verir
Tekfirin kuralını verirken kullandığımız “Hükmü, buna ehil olan kimse verir” ifadesindeki; “hükmü... verir” sözüyle, şartlar yerine gelip engeller ortadan kalktığında, kişi hakkında küfre götürücü ameli sebebiyle küfür ve riddet hükmünün verilmesi kastedilmiştir. “Hüküm vermeye yetkili olan kişi” sözünün anlamı ise; kâdı, müftî veya ilim ehli birisi olmasının gerektiğidir. Müctehid birisi olması uygun olur. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hâkim hüküm verdiğinde ictihad eder ve doğruyu bulursa onun için iki ecir vardır, içtihadında yanılırsa bir ecir vardır.”[386] Eğer müctehid olan birisi yoksa mukallid olabilir. Âlimlerin bildirdiği mertebelere göre, uygun olan bir mukallid âlim hüküm verir.
İslâm devletinde, Dâru’l-İslâm’da bir kimse irtidat ettiğinde, o kişi hakkındaki hükmü, hüküm verme yetkisine sahip olan kâdı verir. Kâdıların hâricinde âlimlerden herhangi birisi o kişinin durumu hakkında bir şey söylerse o, hüküm değil, fetvâ olur. Dâru’l-İslâm’da hüküm vermek, müftîye değil, kâdıya aittir. Çünkü kâdı yetkisi dolayısıyla şartların yerine gelip engellerin ortadan kalkmasını araştırma imkânına sahiptir. Kâdının hükmü, ihtilâfı ortadan kaldırır, verdiği hüküm ancak Kitap veya Sünnet’ten bir nassa yahut icmâya muhâlif olursa o zaman bozulur.[387] Bir kimse mürted olup dâru’lharp olan bir yere gitse yahut dâru’lharpte mürted olsa; bu konuda yetkili olan kâdı veya bir başkası, bu kimse hakkındaki hükmü verir; hükmü uygulamak ise herkes için câizdir (Salman Rüşdi örneğinde olduğu gibi).
“Eğer hüküm verilen kimse, dâru’l-İslâm’da güç yetirilen bir konumda ise” ifadesindeki “güç yetirilen” sözünün anlamı; mürtedin, yöneticinin yahut kâdının gücü altında bulunmasıdır. Bu, ya gerçek anlamıyla tutuklu olması, ya da hükmen, engellenemeyecek şekilde her an tutuklama ve soruşturma imkânının bulunmasıdır.
“Dâru’l-İslâm’da” sözü “güç yetirilen” sözünün bir tefsiri niteliğindedir. Çünkü kişi ancak dâru’l-İslâm’da bulunduğunda Müslümanların gücü altında bulunabilir. Dâru’l-harpte bulunan bir kimse Müslümanların gücü altında değildir. Bu demek değildir ki; dâru’l-İslâm’da bulunan herkes güç yetirilebilir durumdadır. Bazen böyle olmaya da bilir. Dâru’l-İslâm’da güç yetirememek, âsîlerin baş kaldırması, örneğin yol kesen saldırganların durumunda olduğu gibi silâhlanıp çete oluşturmaları gibi durumlarda olabilir.
“Dâru’l-İslâm” ifadesi; İslâm şeriatı uygulanan her ülke anlamında kullanılmıştır. Ayrıca mümtenî olma durumu sadece grup halinde olanlara has değildir; bilakis mümtenî bir tek kişi de olabilir, bir grup da olabilir. Aynen Abdullah İbn Sa’d İbn Ebi’s-Serh’in irtidat edip fetihten önce Mekke’ye kaçması olayında olduğu gibi. Şeriat bu ikisi arasındaki farkı genel bir kuralla bildirmiştir. Hatta eti yenilmesi helâl olan hayvanlarda bile güç yetirilen ve güç yetirilemeyen (mümtenî’) arasındaki fark belirtilmiştir. Güç yetirilen bir hayvanın (velev ki aslı vahşi olan ceylan da olsa) yenilebilmesi için şer’an uygun bir şekilde kesilmesi vâciptir. Ancak güç yetirilemeyen hayvanların, vücudunun herhangi bir yerinden yaralayarak öldürmek sûretiyle eti helâl olur. Şeriatın getirdiği kural, güç yeten durumlarda şartların daha ağırlaşması, güç yetmediğinde ise hafifletilmesidir.
Tekfirin kuralındaki “cezayı uygulamasından önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir” sözündeki bu vâciplik “güç yetirilen” kimse için geçerlidir. İstitâbe, aslında mürtedden tevbe etmesini istemek anlamındadır. Tevbeye çağırma işini yalnızca kişinin riddetine hükmeden kimse yapabilir. Ancak âlimlerin sözlerinde istitâbe; hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması anlamında da kullanılmıştır. Buna binâen istitâbe; hüküm verilen ortamda hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması ve hüküm verildikten sonra tevbeye çağırma olaylarının her ikisi için de kullanılır. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır: İlim kitaplarında; “şu sözü söyleyen veya şu fiili işleyen kimseye istitâbe yapılır” ibaresi okunduğunda, bunları işleyen kimsenin kâfir olup ondan tevbe etmesinin istenmesini ifade etmediğinin anlaşılması gerekir. Bilakis bu ibare, kişinin küfre götürücü bir amel işlediği ve onun durumunun (yani hükmünün) belirlenebilmesi için şartların ve engellerin araştırılmasının gerektiğini ifade eder. Daha sonra, bu kişi hakkında ya mâsum olduğuna hüküm verilir ya da mürted olduğuna hüküm verilip tevbe etmesi istenir.
İstitâbenin kişi hakkında hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması anlamında kullanılması sahâbenin icmâsı ile sâbittir.
Güç yetirilen kimse için bu istitâbeyi yapmak vâciptir. Mümteni’ için de mümkün olduğu taktirde bu uygulanır. Mümteni’ olan mürted hakkında hüküm verecek olan kimseye, bir engelin bulunduğu ulaşırsa buna itibar etmesi gerekir. Ancak böyle bir engelin bulunduğu ulaşmamışsa engel var mıdır, yok mudur diye araştırması ve hükmü ona bağlaması gerekmez; özellikle de hükmü verme konusunda beklemek Müslümanlara bir zarar getiriyorsa.
Hakkında riddet hükmü verilmiş olan bir kimseden tevbe etmesini istemek anlamındaki “istitâbe”ye gelince; bu, ilmî kitaplarda çok meşhur olan bir husustur ve bunun birçok delili vardır: “Küfür kelimesini söylediler ve İslâmlarından (Müslüman olduktan) sonra kâfir oldular... Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur.”[388]; “İmanlarından sonra kâfir olan bir kavme Allah nasıl hidâyet eder... Ancak, bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hâriç.” [389]
İlim ehlinin çoğuna göre bu istitâbe vâciptir. Hanefîler, Zâhirîler ve Şevkânî bunun vâcip olmadığı görüşündedirler. Tercih edilen görüş ise istitâbenin vâcip olduğudur.
Mürtedin tevbesi, şehâdet getirmesi ve işlemekle küfre girdiği ameli terk etmesi ile olur.[390] Tevbe, bâtınen ve hükmen olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bâtınen Tevbe: Pişmanlık, günahı terk edip bir daha işlememeye azmetme, dil ile istiğfarda bulunma, eğer işlediği günah, kulların hakları ile ilgili ise bu hakları yerine getirmedir. Geçerli tevbe ancak bu şekilde olur. Hükmî Tevbe: Günah işleyen kimsenin bu günahını bırakarak insanların arasında tevbesini ve pişmanlığını açıklamasıdır.
Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir. Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması vâciptir. Kadın ve erkek bu cezalandırılmada eşittirler. Dâru’l-İslâm’da yönetimde olan imam yahut onun yardımcısı olan vali, kâdı veya onun yardımcıları olan kişiler cezayı uygular, fertler kendi kendilerine cezalandırma yapamazlar ve hadleri uygulayamazlar.
Bu konuda Müslümanlar ihtilâf etmemişlerdir ve Rasûlullah (s.a.s.) döneminden itibaren İslâm devleti ortadan kalkıncaya kadar bu böyle uygulana gelmiştir.
İmamdan başkası mürtedi öldürdüğünde üzerine düşmeyen bir şey yaptığı için ta’zir cezası uygulanır, ancak mürtedin kanına karşılık bir şey gerekmez. Ancak, imam hadleri uygulama konusunda gevşeklik gösteren birisi ise, halktan birilerinin bunu yapması vâcip olur. Bununla birlikte bu durumu; “Küfrü birçok kimse tarafından bilinen, bunu işlediği sâbit olmuş ve tevbe ettiği de bilinmeyen bir kimse için geçerli olduğu” şeklinde algılamak uygun olur.
Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir. Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması vâciptir. Bu sözü şöylece açıklayabiliriz. Dâru’l-İslâmda kendisine ulaşılabilen bir kimse küfür amelini işlemesi yahut küfür sözünü söylemesinin ardından orada yaşayan ve bu hali gören herkes tarafından tekfir edilmez. Kâdıya havâle edilir; zira bu kimsenin herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını araştıracak olan ve bu araştırma ve sorgulama neticesinde ortaya çıkan verilere göre küfür ameli işleyen kimsenin öne sürebileceği mâzeretlerin şer’an geçerli bir mâzeret olup olmadığına karar verecektir. Eğer geçerli bir mâzeret ile işlemiş ise tekfir edilmez. Şer’an geçerli olan bir mâzeret ile küfür ameli işlemiş ise orada bulunan ve olaya şâhit olanların hemen onu tekfir etmesinin nekadar da yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Günümüz dünyasında halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu söylenen ve daha evvel İslâm’ın hâkimiyetine girmiş, şimdilerde ise Dininin hikümlerini terk ederek beşerî kanunlarla hükmetme ve Allah’ın kanunlarını iptal ederek Allah’ın kullarını yöneten istilâcı, şeriatten uzak “mürted”, “mümtenî” yöneticilerin yönettiği ve irtidat devletleri haline gelmiş vatanlarda ise hükmün verilmesi ve bu hükmün uygulanması kâdıya bağlı değildir.
Artık kadılık müessesi kaldırılmış “mürtedlerin” beşerî kanunları yürürlüğe konulmuştur. Yöneticilerin İslâm’ı bırakarak irtidat ettikleri ve ülkeleri küfür ile yönettikleri toplumlarda, “ben Müslümanım” diyen bir kimsenin küfür ameli işlemesi veya küfür sözünü söylemesi durumunda bu kimseye (veya kimselere) kim hüküm verecektir? Öncelikle bu gibi ülkelerde Müslümanların bir cemeat çatısı altında toplanarak içlerinden en hayırlı kabul ettikleri bir Müslümana bağlanmaları şart ve farzdır. Şu halde mürtedlerin yönetimde olduğu bu ülkelerde küfür amelinin işlenmesi halinde fâile hükmü Müslümanların cemaatinin emîrinin yahut bu cemeat içinden ilim sahibi olan bir kimsenin vermesi gerekmektedir. Yahut bulunuyor ise bir fetvâ makamı, hükmü oradan istemelidir (Ki bu noktada da cemaatin ne kadar önemli olduğu görülmektedir). Bu durumda, şeraite aykırılık bulunmadığı müddetçe emîr veya ilim sahibi olanların önüne geçilmemeli ve ihtilâf çıkarılmamalıdır.
Ne var ki bugün Müslümanların yaşamış oldukları ülkelerde uzun zamandan beri (eksiklerine ve hatalarına rağmen) uygulanan İslâm hükümlerinin şimdilerde uygulanmadığı görülmektedir. Mürted mümtenîlerin yönettiği tâğutî devletlerde Müslümanların sevip kendilerine bağlandıkları bir emîrleri ve bir cemaatleri bile yoktur. Öyleyse hükmü vermek işi kime aittir? Allah Teâlâ: “Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun”[391] buyurmaktadır. Allah (c.c.) ilmi ve ilim ehlini övmüş ve bilmeyen kimselerin ilim ehline sormasını emretmiştir. Böylece mürted mümtenî tâğutların yönetimde olduğu ve küfür üzere hükmettiği ülkelerde “kadı”, “müftü” veya emir yahut cemaatin bulunmaması sebebi ile hükmü, bu saydıklarımızın dışında, bilinen ve tekfir kurallarını bilen, bu işin ilmine vâkıf olan bir ilim sahibi tarafından verilmelidir.
Hak Edeni Tekfir Etme Gereği
Tekfir: Söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir.
Burada belirtilmesi gereken bir konu da, küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluşturanlardan el çekmeli, dilimizi tutmalıyız. Bu gibi kimseler İslâm örfüne göre ‘münâfık’tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tasdik etmez. Dış görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terk etmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar.” [392]
Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır. [393]
Tekfirciliğin Sebepleri
Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserlerin, özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [394]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.” [395]
İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.
Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse, Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır. İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız varsa doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz. Şahsî yorumlarla iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları; kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.
Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir. Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.
Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin) câhil de olsa Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından (Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i zanla yaklaşmalıyız.
“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi Alah’a aittir.” [396]; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [397]
Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman olan, Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri, onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler, ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiçbir yararı da yoktur. [398]
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” [399]
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [400]
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [401]
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[402] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbir imizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[403] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyânın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüzde içinde yaşadığımız ülkenin bir İslâm devleti olmadığına göre bu konuda daha fazla şey söylemek gereksizdir.
Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.
Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay bâtıl din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, “Popüler Türk Müslümanlığı” (câhil halkın dini), “Alevîlik” ve “resmî Türk Dini” (Atatürkçü, laikçi, Batıcı devlet dini)dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir halk dini mensubu, bir Alevi, bir mistik ne kadar doğru bilgiye sahiptir? Türkiye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgi, kültür ve âyinlerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulup uygulatmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri ve puta tapma törenlerini not ve diploma için öğrenip uygulamak mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.
Bilgisiz kalabalıklar tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu sûretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiçbir i, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.
Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.
Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.
Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir: “Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”
Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiçbir ini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.
Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:
Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır.
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; şirk davranışları içinde bulunan, bile bile küfür sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekânizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:
1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mü’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.
Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.
Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü (popülist Türk muhafazakârlar, şirk içindeki mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi Atatürkçüler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, bölücü, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”
Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir. [404]
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:
Tahsin
Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir. Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbir ini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine bakarak bu yargıya varmak durumundadır.
Te’vil
Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir.
İslâm tecessüsü yasaklamıştır.[405] Mü’min kişi, mü’min kardeşinin özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın, ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi dâvet edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm fıkhının birinci derecede konusu olur.
Tefsîk
Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerim’de münâfıklar[406] ve kâfirler[407] de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar hakkında kullanılmıştır. Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.
Tekfîr
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir.[408] Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman (Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir.
Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir.[409]
Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
Şüphesiz Kur’an ve sünnet terminolojisinde “küfür” kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık ve isyankârlıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah’ın emrine muhâlefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi birçok hadis bize ulaşmıştır:
a- “Kim Allah’tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur.” veya “şirk koşmuş olur.”
b- “Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür.”
c- “Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın”
d- “Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı reddetmeniz sizi küfre götürür.”
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöyledir: Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı delillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru’l-Mü’minin Ali bin Ebî Tâlib’den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece onları bağî/âsî sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber’in Ammar’a söylediği şu hadis sahihtir: “Seni bağî bir topluluk öldürecektir.”
Yine Hâricîler hakkındaki şu hadis de sahihtir: “Onlarla iki tâifeden hakka yakın olanı savaşacaktır.” Gerçekten de onlarla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur’ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü’min olabileceğini isbat etmiştir: “Mü’minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa...” [410] Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir: “Şüphesiz mü’minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin.” [411]
Şu hadis de bu hususu belirtiyor: “Kim (müslüman) kardeşine kâfir derse...” İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın müslüman ile kâfir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kardeşine kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden dışarı çıkmadığına delâlet etmektedir.
“Kim Allah’tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir.” veya “şirk koşmuştur”[412] hadisi ile “kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah’ın Muhammed (s.a.s.)’e gönderdiğini inkâr etmiştir” [413] şeklindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbir i yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslâm’dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah’tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümmetin, dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa’y) ya şükürdür ya da küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan.” [414]
İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı hakkında şöyle buyurur: “Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur.” [415] Başka bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: “Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnîdir ve kerimdir...” [416]
Sahih-i Buhârî’de kadınların cehenneme girmelerinin sebebi hakkındaki hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar (nankörlük ediyorlar).” Bunun üzerine sahâbe dedi ki: “Allah’ı mı inkâr ediyorlar?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Onlar dostluğa ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni’met) ediyorlar.” [417]
Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi’nin şu sözünü nakletmiştir: “Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan şer’î hususlarla ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır.” Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: “Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî’nin “İman kitabı”nın “Kocaya nankörlük” ve “Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama” bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kâfir sayan Hâricîlerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî’nin “Kitabu’l-İman” bölümündeki “küfr dûne küfr” (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki Ebû Said (r.a.)’ın rivâyet ettiği “onlar iyiliği inkâr ediyorlar...”[418] şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır.”[419]
Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih’inde “Kitabu’l-İman” bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok “bab”lar koymuştur. İşte bu “bab”lardan biri de “Bâbu Küfrâni’l-Aşîri” ve “Küfrun Dûne Küfrin” bahsidir. “Küfrun dûne küfr” (“Küfür işlediği halde kâfir olmama”) ibâresi, Allah Teâlâ’nın “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir” [420] kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef âlimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez. [421]
Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: “Kitap ve Sünnetin delâletiyle Ehl-i Sünnet ve’1-Cemaat’in görüşü şu şekilde kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimseyi bir günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle kişiyi İslâm’ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli... Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilme gibi Allah’ın inanılmasını emrettiği şeyleri terk etmek, kişiyi küfre sokar. Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit olan haramların helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre girer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasaklananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığına inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gibi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyiliği hem de kötülüğü olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kâfir olmaz. Hükümlere inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzûsunda karara bağlanmıştır. Allah’ın kitabındaki şu âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; “...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir...” [422]
Günahlara gelince, Kur’an’da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin sopalanması cezası vardır. Kur’an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla birlikte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fakat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken katili de Kur’an “kardeş” olarak nitelendirmektedir. [423] Cenâb-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi.
Buhârî ve Müslim’de Ebû Zer hadisi yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona Cebrail’den naklen şöyle buyurdu: “Lâ ilâhe illâllah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de... Hem de Ebû Zerr’in burnu yerde sürtülse de...” [424] Yine bir hadis-i şerif şöyledir: “Kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar.”
Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi, Hâricîlerden bir grup bid’atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde cehennemden çıkacağına, delâlet etmektedir. Mûtezile şefaat konusunda ihtilâf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkaran imanın emredilen hasene (iyilik) olduğuna ve hiçbir günahın ona engel olmayacağına delâlet etmektedir.”
Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: “Bundan dolayı selef ulemâsı, ‘itikad kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı İslâm’dan çıkarmayız’ diyor.” Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne “şirk” mânâsını veya benzerini vermekteler.
Fakat Kur’an ve Sünneti inceleyenler böyle olmadığını görürler. Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zulüm de küfür demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “...Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir.”[425] Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur’an’da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor; “Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlimlerden oldum.”[426]
Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna gelince gençler buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sana apaçık âyetler indirmişiz. Onları sadece fâsıklar inkâr ederler.” Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir aynı zamanda fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyuruyor: “...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir...” [427] Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü gerektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?
Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen “küfür” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davranmak ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür, sahibini dinden çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de fâsıktır. Fakat her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.
“El-Kevâşiful-Celiyye an Meâniyi’l-Vâsıtıyye” adlı kitapta şöyle denilmektedir: “Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı sapmış kişiye fâsık denildi. Şeriat bakımından fâsık, büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamına gelir. Fâsıklık iki kısımdır. Biri itikadî, diğeri amelîdir. Zina, adam öldürmek ve livata gibi... İslâm milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet ve’1-Cemaat “büyük günah” işleyenin kâfir olmadığını ve İslâm dininden çıkmadığı görüşü üzerinde ittifak etmişlerdir. İslâm’dan ve imandan çıkmayacağı, küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak sağlamışlardır.”
İbn Teymiyye, müslümanların fâsıklarından bahsederken şöyle diyor: “Ehl-i sünnet ve’1-Cemaat, müslümanların fâsıklarının, imanın kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber olduğuna, imanın tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fâsık müslümanların cehennemde ebedî kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişinin cehennemden çıkacağı kanaatindedirler.” [428]
Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî’de câhiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfirde aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlendirildiğini ortaya koymuştur. Câhiliye hakkında şöyle der: “Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: ‘Gerçekten câhiliyet Allah’ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yöneticilerden kim, beşerî kanunu Allah’ın düzeninden üstün tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir olur. Çünkü o, Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmediyor ve Allah’ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması, câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Allah’ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder.” [429]
Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir yerinde şunları anlatıyor: “Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp küfür girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar” diyorlar. Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma gerçeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, dediğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhilî toplumdan İslâmî topluma geçen bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini diliyle söyleyip hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir. Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliyle İslâm’a göre hareket etmiyor. O toplumun amelleri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî toplum demektir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sâbit olmadıkça küfre girmişlerdir.
Kahire’nin “Medinetü’l Mühendisîn” semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyorum. Gençlere dedim ki: “Sizler Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği Allah’ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kâfir Aristo’nun mantığına mı?” Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: “Allah’a sığınırız, bu ne biçim söz?” dediler. O vakit ben de: “Öyleyse bana cevap veriniz... Yanımıza bir Yahudi, bir Hıristiyan veya bir müşrik genç girse ve: Aklım İslâm’a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?”
Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söylemesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer gençler: Şehâdet getirmekle İslâm’a girdi:” dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslâm’a ait hiçbir hükmü yerine getirmedi... dedim.
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye bakarız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah (s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası kabul değil. Şehâdet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden bir şey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küfrüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslâm’dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslümandır, aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkâr etse, adamın sözü geçerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, “Kur’an’ın eksik olduğunu” söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişkisi bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter...”
Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölümünde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye’den görüşler aktarıyor. Buna göre Firavun’un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn Teymiyye’den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hâkimlik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedilmektedir. Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye’nin Mecmu’ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.
Tekfirde aşırı gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir etmektedirler. İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamaktadırlar. Bu da Hâricîlerde bulunan bir özelliktir. [430]
Korunması ve Sakınılması Gerekenler; Tevhid ve Küfür
1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.
2- Tevhîd kelimesi kulun kendine ve çevresine ikrârıdır (yani kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbine olan imanının, teslimiyetinin ve Rabbiyle olan ilişkisinin bildirgesidir.
3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatı gerektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehâdet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söyleyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisinden ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).
4- Şer’î hükümlerin delâlet ettiği mânâ ve ihtivâ ettiği mânâları muhâfaza etmek gerekir.
5- Zarûri olarak bilinmiş olan şeylerden korunmak. Örneğin; müslüman birisinin müslümanlığında durmak ve kâfir birisinin de küfründe durmak gibi.
6- Zâtın beraati ve zâhirin kabul edilmesinde kesinlikle belli olan usûlleri yok etmekten kaçınmak.
7- Söylenilen söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.
8- Allah’ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olmasına sebep olmaktadır.
9- Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yükümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, dâvâda güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tâbi olunsun diye hakkı açıklamak ve bâtıldan uzaklaşmak için de bâtılı açıklamak gerekir.” [431]
Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken “İtikadî küfür, amelî küfür” gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir gerçektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kâfir yapmayabilir.[432]
Haksız Tekfirin Tehlikesi
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
1. Kestiği yenmez, onunla samimiyet kurulmaz, sır verilmez, velî/dost, yardımcı ve yönetici kabul edilmez. Nikâhlı karısının onunla beraber kalması helâl olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sâbittir.
2. Onun çocuklarının, onun idâresinde kalmaları câiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslâm toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslâm toplumu üzerinde borç olan velâyet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidâyete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslâm mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona vâris olmadığı gibi, başkası da ona vâris olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah’ın (c.c.) lânetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah’ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir.[433]
Küfürden Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”[434] Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şekilde herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.[435] Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.[436]
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak, şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
1. Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
2. Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
3. Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
4. Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
5. Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
6. Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
7. Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
8. İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
9. Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister;[437] her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”,[438] “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.[439] Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.” [440]
Küfürle İlgili Âyet-i Kerimeler
A Küfür Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (-Küfür ve Kâfir-Toplam 525 Yerde) Küfür Kelimesinin İsim ve Fiil Halde Kullanılışlarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 367 Yerde): 2/Bakara, 6, 26, 28, 39, 61, 85, 88, 89, 89, 90, 91, 93, 99, 102, 102, 102, 105, 108, 121, 126, 152, 161, 171, 212, 217, 253, 256, 257, 258, 271; 3/Âl-i İmrân, 4, 10, 12, 19, 21, 52, 55, 55, 56, 70, 72, 80, 86, 90, 90, 91, 97, 98, 101, 106, 106, 112, 115, 116, 127, 149, 151, 156, 167, 176, 177, 178, 193, 195, 196; 4/Nisâ, 31, 42, 46, 51, 56, 60, 76, 84, 89, 89, 101, 102, 131, 136, 137, 137, 137, 140, 150, 150, 155, 155, 156, 167, 168, 170; 5/Mâide, 3, 5, 10, 12, 12, 17, 36, 41, 61, 64, 65, 68, 72, 73, 73, 78, 80, 86, 103, 110, 115; 6/En’âm, 1, 7, 25, 30, 70, 89; 7/A’râf, 66, 90; 8/Enfâl, 12, 15, 29, 30, 35, 36, 38, 50, 52, 55, 59, 65, 73; 9/Tevbe, 3, 12, 17, 23, 26, 30, 37, 37, 40, 40, 54, 66, 74, 74, 80, 84, 90, 97, 107; 10/Yûnus, 4, 4, 70; 11/Hûd, 7, 17, 27, 60, 68; 13/Ra’d, 5, 7, 27, 30, 31, 32, 33, 43; 14/İbrâhim, 7, 8, 9, 13, 18, 22, 28; 15/Hıcr, 2; 16/Nahl, 39, 55, 72, 84, 88, 106, 106, 112; 17/İsrâ, 69, 98; 18/Kehf, 29, 37, 56, 80, 102, 105, 106; 19/Meryem, 37, 73, 77, 82; 21/Enbiyâ, 30, 36, 39, 97; 22/Hacc, 19, 25, 55, 57, 72, 72; 23/Mü’minûn, 24, 33; 24/Nûr, 39, 55, 57; 25/Furkan, 4, 32; 27/Neml, 40, 40, 97; 28/Kasas, 48; 29/Ankebût, 7, 12, 23, 25, 52, 66, 67; 30/Rûm, 16, 34, 44, 44, 51, 58; 31/Lokman, 12, 23, 23; 32/Secde, 28; 33/Ahzâb,25; 34/Sebe’, 3, 7, 17, 31, 33, 33, 43, 53; 35/Fâtır, 7, 14, 26, 36, 39, 39, 39, 39; 36/Yâsin, 47, 64; 37/Sâffât, 170; 38/Sâd, 2, 27, 27; 39/Zümer, 7, 7, 8, 35, 63, 71; 40/Mü’min, 4, 6, 10, 10, 12, 22, 42, 84; 41/Fussılet, 9, 26, 27, 29, 41, 50, 52; 43/Zuhruf, 33; 45/Câsiye, 11, 31; 46/Ahkaf, 3, 7, 10, 11, 20, 34, 34; 47/Muhammed, 1, 2, 3, 4, 8, 12, 32, 34; 48/Fetih, 5, 22, 25, 25, 26; 49/Hucurât, 7; 51/Zâriyât, 60; 52/Tûr, 42; 54/Kamer, 14; 57/Hadîd, 15, 19; 59/Haşr, 2, 11, 16, 16; 60/Mümtehıne, 1, 2, 4, 5; 61/Saff, 14; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 5, 6, 7, 9, 10; 65/Talâk, 5; 66/Tahrîm, 7, 8, 10; 67/Mülk, 6, 27; 68/Kalem, 51; 70/Meâric, 36; 73/Müzzemmil, 17; 74/Müddessir, 31; 80/Abese, 17; 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 88/Ğâşiye, 23; 90/Beled, 19; 98/Beyine, 1, 6.
B Kâfir Kelimesi ve Çoğullarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 158Yerde): 2/Bakara, 19, 24, 34, 41, 89, 90, 98, 104, 109, 161, 191, 217, 250, 254, 264, 276, 286; 3/Âl-i İmrân, 13, 28, 32, 91, 100, 131, 141, 147; 4/Nisâ, 18, 37, 101, 102, 139, 140, 141, 141, 144, 151, 151, 161; 5/Mâide, 44, 45, 54, 57, 67, 68, 89, 89, 95, 102; 6/En’âm, 89, 122, 130; 7/A’râf, 37, 45, 50, 76, 93, 101; 8/Enfâl, 7, 14, 18; 9/Tevbe, 2, 26, 32, 37, 49, 55, 68, 73, 85, 120, 123, 125; 10/Yûnus, 2, 86; 11/Hûd, 9, 19, 42; 12/Yûsuf, 37, 87; 13/Ra’d, 14, 35, 42; 14/İbrâhim, 2, 34; 16/Nahl, 27, 83, 107; 17/İsrâ, 8, 27, 67, 89, 99; 18/Kehf, 100, 102; 19/Meryem, 83; 21/Enbiyâ, 36, 94; 22/Hacc, 38, 44, 66; 23/Mü’minûn, 117; 25/Furkan, 26, 50, 52, 55; 26/Şuarâ, 19; 27/neml, 43; 28/Kasas, 48, 82, 86; 29/Ankebût, 47, 54, 68; 30/Rûm, 8, 13, 45; 31/Lokman, 32; 32/Secde, 10; 33/Ahzâb, 1, 8, 48, 64; 34/Sebe’, 17, 34; 35/Fâtır, 36, 39, 39; 36/Yâsin, 70; 38/Sâd, 4, 74; 39/Zümer, 3, 32, 59, 71; 40/Mü’min, 14, 25, 50, 7485; 41/Fussılet, 7, 14; 42/Şûrâ, 26, 48; 43/Zuhruf, 15, 24, 30; 46/Ahkaf, 6; 47/Muhammed, 10, 11, 34; 48/Fetih, 13, 29, 29; 50/Kaf, 2, 24; 54/Kamer, 8, 43; 57/Hadîd, 20; 58/Mücâdele, 4, 5; 60/Mümtehıne, 10, 10, 11, 13; 61/Saf, 8; 64/Teğâbün, 2; 66/Tahrîm, 9; 67/Mülk, 20, 28; 69/Haakka, 50; 70/Meâric, 2; 71/Nûh, 26, 27; 74/Müddessir, 10, 31; 76/İnsan, 3, 4, 5, 24; 78/Nebe’, 40; 80/Abese, 42; 83/Mutaffifîn, 34, 36; 86/Târık, 17; 109/Kâfirûn, 1.
Küfür Hakkında Âyet-i Kerimeler
Küfrün Misali: İbrahim, 26
Allah Küfre Razı Olmaz: Zümer, 7
Küfürden Sakınmak: A’lâ, 14, 18-19
Mü’mini Küfürle İtham Etmek (Tekfir): Nisa, 94
Küfre Düşenler: Leyl, 8-10
Küfredenin Küfrü Kendi Aleyhinedir: Rum, 44; Fatır, 39; Zümer, 7.
Küfre Önderlik Edenin Cezası İki Kattır: Nahl, 24-25, 88.
D Kâfirler Hakkında Âyet-i Kerimeler
D1 Kâfirlerin İmandan Yüz Çevirmeleri
Kâfirler İman Etmezler: Bakara, 6-7, 171; En’am, 7-9; A’raf, 185, 203; Enfal, 55; Yunus, 33, 96-97; 101-102; Hıcr, 14-15; Kehf, 55-57; Şuara, 198-201; Rum, 52-53, 58-59; Lokman, 25; Fatır, 22; Fussılet, 44; Hakka, 33; Mürselat, 50.
Kâfirlerin Dostları Şeytandır: Bakara, 257; Nisa, 38, 76; En’am, 71; A’raf, 27, 201-202; Enfal, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuara, 221-223; Fussılet, 25.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Peygamberliğini İnkar Eden Kâfirler: Nisa, 42; En’am, 33; A’raf, 184; Yunus, 2; Ra’d, 43; İsra, 94; Saffat, 35-38; Feth, 13.
Kâfirler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mucizeler İsterler: En’am, 37, 57-58; Yunus, 48-53; Hud, 32-33; İbrahim, 9-10; Hıcr, 14-15; Kehf, 55; Taha, 133-135.
Kâfirler, Allah’ın Ayetlerini İnkar Ederler: Enfal, 31-33; Hıcr, 90-91; Hacc, 72; Furkan, 4-6; Şuara, 5; Rum, 58-59; Lokman, 32; Sebe’, 38; Mü’min, 56, 63, 69-70; Fussılet, 44, 52; Casiye, 8; Nebe’, 28; Mutaffifin, 13.
Kâfirler, Allah’ın Nurunu Söndürmek İsterler: Tevbe, 32-33; Yunus, 82; Hacc, 15; Saf, 8-9.
Kâfirler, Kur’an’ı İnkar Ederler: Bakara, 170, 181, 231; Al-i İmran, 19, 72; Riza. 51. 140; Maide, 44; En’am, 5, 7, 25, 33, 57, 66; A’raf, 68; Enfal, 31; Tevbe, 65; Yunus, 15, 17, 37-39; 94; Ra’d, 1, 31; Hıcr, 24-25; Nahl, 24, 103-105; İsra, 41, 47-48, 89; Kehf, 56-57, 101, 106; Meryem, 73, 77; Taha, 100-101, 126; Enbiya, 2, 24, 32, 50; Hacc, 51, 55, 57, 72; Mü’minun, 63, 105; Furkan, 4-5, 30, 32, 50; Şuara, 5-6, 198-201; AnkEbût, 23, 47, 49, 68; Rum, 10; Secde, 22; Sebe’, 5, 43; Saffat, 12, 14; Zümer, 57; Mü’min, 4, 81; Fussılet, 26, 40-41; Zuhruf, 36; Casiye, 9, 35; Mürselat, 50; Tekvir, 25; İnşikak, 20-23; Beled, 19.
Kâfirlerin Düşünüp İbret Alarak Allah’ın Varlığını Anlamalarını İsteyen Ayetler: Bakara, 164, 242, 252; En’am, 65, 105, 109, 126; A’raf, 32, 35, 58, 146-147; Yunus, 5-6, 15, 20, 67; Yusuf, 105; Ra’d, 2, 4; Nahl, 11-12, 67, 69, 79; İsra, 1, 41, 59; Kehf, 105; Meryem, 77; Mü’minun, 30; Nur, 18, 46, 58-59; Şuara, 8, 67, 121, 139, 158, 174, 190; Neml, 52, 82, 86, 93; Kasas, 71, 73; AnkEbût, 15; Rum, 20, 27, 37, 46, 58; Lokman, 31-32; Secde, 15, 26; Ahzab, 34, Sebe’, 9, 19; Zümer, 53, 64; Mü’min, 13, 81, Fussılet, 37, 39; Şura, 15, 29, 32; Casiye, 3-9, 11, 13; Zariat, 20-21; Necm, 55, 58, 60; Hadid, 17.
Kâfirler Ahireti İnkar Ederler: A’raf, 45; Hud, 7; Ra’d, 5; İsra, 98; Furkan, 11-12, 21; Neml, 4-5, 66-67; Rum, 7; Secde, 10-11; Yasin, 48-49; Fussılet, 54; Casiye, 32; Vakıa, 47-50; Müddessir, 43-46; Nebe’, 1-5, 27; Mutaffifin, 10-14; İnşikak, 14-15.
Kâfirler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkar Ederler: En’am, 2, 29-31; Yunus, 7-8; Hud, 7; Ra’d, 5; Nahl, 38; İsra, 49-52; Merym, 66-67; Mü’minun, 81-83; Neml, 67-72; AnkEbût, 23; Secde, 10-11; Sebe’, 3; Yasin, 78-79; Saffat, 16-18; Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7; Kıyame, 3-6; İnsan, 27-28; Naziat, 10-14; Abese, 17-22.
Allah’ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler Kâfirdir: Maide, 44.
D2 Kâfirlerin Bazı Özellikleri
Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
Kâfirlerin Kalpleri Birbirine Benzer: Bakara, 118; Al-i İmran, 11; Hud, 110; Zariyat, 52-53.
Kâfirlerin Misali: Bakara, 171; Al-i İmran, 117; En’am, 122; A’raf, 179; Enfal, 55; İbrahim, 18; Yasin, 70; Muhammed, 12; Müddessir, 49-51; Beyyine, 6.
Kâfirler, Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
Kâfirler, Birbirlerinin Yardımcılarıdır: Enfal, 73; Ahzab, 26; Casiye, 19.
Kâfirler Nankördürler: En’am, 63-64; Yunus, 12, 21-23; Nahl, 53-55, 83; Enbiya, 46; AnkEbût, 65-67; Rum, 33-35; Lokman, 32; Saffat, 11; Zümer, 8; Zuhruf, 9, 15, 87; Abese, 17-23; Adiyat, 1-11; Kureyş, 1-4.
Kâfirler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1, 3.
Kur’an Ayetleri, Kâfirlerin Küfrünü Artırır: Tevbe, 124-125; İsra, 41, 46, 60, 82; Hacc, 72; Şuara, 5-6, 198-201; Yasin, 45-46; Casiye, 9.
Kâfirler Dünyalıkla Övünürler: Kehf, 32-44; Sebe’, 34-36; Tekasür, 1-7.
Kâfirler, Dünya Hayatını Ahiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; kehf, 32-36; Rum, 7; Kıyame, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
Kâfirler, Zanla Hareket Ederler: Yunus, 36.
Kâfirler, Yaratıkların En Kötüleridir: Beyyine, 6.
Kâfirler, Bâtılın Mücadelesini Yaparlar: Kehf, 56-57.
Kâfirlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60; Rum, 7.
D3 Kâfirlerin Cezâsı
Kâfirlerin Cezası: Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’raf, 38, 40-41, 50-51; Yunus, 4, 7-8; Hud, 111; Ra’d, 5; İbrahim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; AnkEbût, 68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.
Kâfirler, Allah’ın Nimetinden Dünyada Faydalanırlar: Bakara, 126; A’raf, 32; Hıcr, 3; İsra, 20; Taha, 131; Enbiya, 44; Mürselat, 46.
Kâfirlerin Yaptıkları İyi İşler Boşa Gider: Bakara, 217; Al-i İmran, 117; Maide, 5; A’raf, 147; ibrahim, 18; Kehf,103-106; Nur, 39-40; Furkan, 23, 77; Zümer, 47; Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.
Allah ve Melekler Kâfirlere Lanet Eder: Bakara, 161-162
Kâfirlerin Malları ve Evlatları Kendilerine Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En’am, 70; A’raf, 48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
Kâfirler, Allah’a Zarar Veremezler, Zararları Kendilerinedir: Al-i İmran, 176-177; Muhammed, 32.
Allah Kâfirlere Mühlet (Süre) Verir: Al- İmran, 178; En’am, 44; A’raf, 182-183, 186; Yunus, 11; Hud, 8; Ra’d, 32; Hıcr, 2; Meryem, 75; 83-84; Enbiya, 39-40; Hacc, 44; Lokman, 24; Şura, 21; Mürselat 46; Tarık, 17.
Kâfir Olarak Öleceklerin Tevbesi: Nisa, 18, 168-169.
Kıyamet Günü Kâfirlerin Durumu: A’raf, 38-39, 48; Yunus, 45-46, 54; İbrahim, 21-22, 28-29, 49-50; Hıcr, 2, 922-93; Nahl, 27, 84-85; İsra, 72; Kehf, 102-104, 124-127; Furkan, 11-14, 22, 27-29; Neml, 83-85; Rum, 12, 14-16, 55-57; Secde, 12; Ahzab, 66-68; Fatır, 36-37; Yasin, 48-53; Zümer, 47-48, 71-72; Mü’min, 10-12, 71-72; Fussılet, 19-24; Şura, 22, 44-46; Duhan, 47-50; Casiye, 27, 31-35; Ahkaf, 20, 34; Tur, 11-16; Kamer, 6-8; Rahman, 39, 41, 43-44; Vakıa, 41-46, 51-56; Teğabün, 9; Tahrim, 7; Mülk, 6-11; Müddessir, 8-10; İnsan, 4; Mürselat, 19, 24, 29-37, 45, 47-49; Nebe’, 21-30; Naziat, 34-39; İnfitar, 14-16; Mutaffifin, 15-17; inşikak, 10-14; Tarık, 10; A’la, 11-12.
Allah, Kâfirlere Hidayet Vermez: Bakara, 264; Zümer, 3; Münâfıkun, 6.
Kâfirler, Azabı Gördükleri Zaman Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: Fatır, 37; Mü’min, 10-11; Fussılet, 24; Şura, 44; Fecr, 24.
Kâfirlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 33-34; Muhammed, 34; Vakıa, 83-87, 92-94; Naziat, 1, 4.
Küfre Önderlik Edenlerin Cezası: Nahl, 24-25, 88.
Kâfirler, Azabı Gördüklerinde Yok Olmak İsteyeceklerdir: Furkan, 13-14; Zuhruf, 77-78; Nebe’, 40; İnşikak, 10-11.
Kâfirlerin Amellerinin Misali: Nur, 30-40.
Kâfirler, Kurtuluşa Eremezler: Kasas, 82.
E- Kâfir-Mü’min İlişkisi
Kâfirlere Karşı Allah’ınYardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü’min, 56; Mümtehine, 5.
Kâfirler, Mü’minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En’am, 10; A’raf, 49; Yunus, 48; Meryem, 73-75.
Kâfirlerin Dostlukları Yoktur: Bakara, 105, 217; Al-i İmran, 28, 118-120, 149-150; Nisa, 44-45, 101, 140, 144; Maide, 57; En’am, 68; Tevbe, 23; Ra’d, 37; Kasas, 86; Mücadele, 22; Mümtehine, 13.
Kâfirler, Mü’minlere Zarar Veremezler: Al-i İmran, 120; Nisa, 141; Maide, 11, 105; Enfal, 30, 59, 62-63; İsra, 45; Casiye, 19.
Kâfirlere İtaat Etmekten Sakınmak: Al-i İmran, 149; Kehf, 28; Furkan, 52; Kasas, 86; Ahzab, 1-3, 48; Şura, 15; İnsan, 24; Alak, 19.
Kâfirlerin Hayatı, Mü’minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88; Taha, 131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü’min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf, 20; Kalem, 14.
Kâfirler, Mü’minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 27, 44-45, 167; A’raf, 45; İbrahim, 3; Hıcr, 90-91, AnkEbût, 12-13.
Kâfirlerden Korkulmaz: Maide, 3; Enfal, 30; Tevbe, 13-14.
Kâfirlerden Yüz Çevirmek: En’am, 106, 150; Yunus, 41; Hıcr, 94; Kasas, 87; Secde, 30; Saffat, 173-174, 178-180; Zuhruf, 83, 89; Casiye, 18; Zariyat, 54; Necm, 29; Kamer, 6; Kalem, 8; Müzzemmil, 10.
Kâfirlere Karşı Mü’minlerin Davranışları: Tahrim, 9.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Dinden çıkarmayan bir kısım günahlar hakkında “küfür” kelimesi kullanmak caizdir: Kütüb-i Sitte, 15/ 185
Küfür kelimesinin ayet ve hadislerde geldiği manalar: 15/148
Küfrün, tekfir edene dönmesi meselesi: 15/ 149
Mü’mine kâfir diyen,kendisi kâfir olur mu? 15/ 145-147
Peygamber huzurunda iki kişinin küfürleşmesi: 12/ 296
Kötü söz sarfeden tekfir edilebilir mi? 15/ 143
Küfre düşme korkusu: 4/ 233
Küfrün bazı şark cihetinde olması: 13/ 212
Küfür kaç çeşittir: 15/ 147
Küfrün imanı yok etmesi: 8/ 254
Davet ulaştığı halde küfürde ısrar eden müşrikleri pusu yoluyla öldürmek caizdir: 12/ 118
Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler: Kütüb-i Sitte, 5/ 34-35
Kâfir diyeti: 17/ 330
Kâfirin kanı antlaşmadan sonra haramdır: 5/ 169-170
Kâfirin küfründen tevbe ederek dönmesi kabul edilir: 7/ 346
Kâfirin cehennemdeki durumu: 14/ 462-464
Kâfirken nezirde bulunan, müslüman olduğu takdirde nezri yerine getirir mi?
Kâfirler cehennemde ebedi kalacaklar: 14/ 418
Kâfirlerin cehennem yiyeceği: 4/ 239
Kâfirlerin mütevatir haberi makbuldür: 14/ 250
Kâfirlerle alış-veriş: 7/ 304
Kâfirler necis midir? 10/ 554
Kâfir olarak ölen baba ve akraba için istiğfarda bulunulmaması: 3/ 550-552
Kâfir zimmeti: 12/ 136
Kâfire karşı imanı gizlemek: 12/ 510
Buhari, Cihad 102, İman 17;
Müslim; İman 8;
Ebû Davud, Cihad 104;
Tirmizi, Tefsir 78;
Nesai, Zekat 3;
İbn Mace, Fiten 1;
Darimi, Siyer 10
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 190-198
Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 180-184
Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 475-495
Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 83-84
Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 50
Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 90-97
El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 81-84
Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 53-61
Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 43-45
Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 81-119
İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 282-284 ve 424
Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 11-104
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
İman; Hak Y. s. 249-265 (Küfre rızâ)
Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, c. 2, s. 28-35
İman-Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 55-65
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 107
Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 339-354
Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
Kur’an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
Kur’an Okulu Cüz Cüz Kur’an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
İslâm’ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan El-Hudaybi, İnkılab Y. s. 93-97
Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
Kur’an’da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
Konularına Göre Ayetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Kur’an ve Hadis’e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
İman ve Küfür Muvazeneleri, Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir/Sözler/Envar Neşriyat
İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
Küfür Sözler (Elfaz-ı Küfür), Hüseyin Aşık, Demir Kitabevi
Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
Mürtede Ait Hükümler, Numan Es-Samerrai, Sönmez Y.
Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
Vela, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidayet Y.
“İslâm’ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin”, Celalü’l-Alem, Nizam Y.
Cahiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
Alim ve Tağut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Numan Abdürrezzak Samarrai, Vahdet Y.
Tekfirde Aşırılık, Yusuf El-Kardavi, Şura Y.
Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
Çağdaş Hâricilik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
Dinsizliğin İlkel Mantığı, Harun Yahya, Vural Y.
Dinsizliğin Kâbusu, Harun Yahya, Vural Y.
“Dinsizliğin Dini” İle Mücadele, Harun Yahya, Vural Y.
Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar
Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y.
Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak Samarraî, Vahdet Y.
Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
Cehalet Özürdür Bid’atçı Tekfircilere Reddiye, Ahmed Ferid, Guraba Y.
Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım el-Makdisî
Hâricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y.
Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Ferid Aydın, Basılmamış Çalışma
Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî, Sönmez Y., s. 124-127
İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y.
Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi, Ravza Y., c. 1, s. 159-198
Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129
Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y.
Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122, 144, 146
Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88
İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 41-48
İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y., s. 286-305
Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk Beşer, Nûn Y., I/21-26
Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y.
Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y.
İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y., s. 190-195
Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y.
Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y. /Demir Y.
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 457-459; 640-641
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şamil Y., c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369-372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed Özalp, c. 2, s. 232-233
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y., s. 214
Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan, Beyrut 1407/1986, s. 415-416
en-Nizâmu’s-Siyâsî fi’l-İslâm, Abdülkerim Osman, s. 66-67
Kur’an’ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 10, s. 170-172
Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340
İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y., s. 98
1. Kur’an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353
1. Kur’an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y., s. 11-104, 213-216
Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et-Teşrîu’l-Cinâî el-İslâmî), Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710
İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 339-354
Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129
İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi Y., s. 49-60, 271-280,339-350
Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265 (Küfre rızâ)
Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s. 28-35
Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
Kur’an’da Dini ve Ahlâki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
Kur’an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
Kur’an Okulu Cüz Cüz Kur’an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
İslâm’ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Kur’an ve Hadis’e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
Velâ, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
“İslâm’ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin”, Celalü’l-Alem, Nizam Y.
Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusuf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
İslâm’da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986
Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
Kur’an ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
Nasıl Davet Edelim? Muhammed Kutub, Beka Y.
Dâru’l Harp mi Dâru’l Harap mı, Ahmed Kalkan, Beka Y.
www.cehaletmâzeretdegil.com
Hata! Köprü başvurusu geçerli değil.
www.tagutured.com
[1] 2/Bakara, 6
[2] 16/Nahl, 37
[3] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., c. 1, s. 191-192
[4] 2/Bakara, 85
[5] 2/Bakara, 84-85
[6] 3/Âl-i İmrân, 196
[7] 3/Âl-i İmrân, 178; 8/Enfâl, 59
[8] 3/Âl-i İmrân, 151; 2/Bakara, 96
[9] 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmrân, 28; 4/Nisâ, 139
[10] 28/Kasas, 86
[11] 3/Âl-i İmrân, 149
[12] 16/Nahl, 106
[13] 2/Bakara, 152
[14] 43/Zuhruf, 33-35
[15] 28/Kasas, 76, 78, 81; ve yine Bk. 18/Kehf, 32-37
[16] 26/Şuarâ, 48
[17] 27/Neml, 40
[18] 2/Bakara, 6-7
[19] 7/A’râf, 101
[20] 7/A’râf, 179
[21] 8/Enfâl, 22
[22] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 339-340
[23] 14/İbrahim, 7
[24] Bk. 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 57/Hadîd, 19; 64/Teğâbün, 10
[25] 50/Kaf, 16
[26] 2/Bakara, 171
[27] 8/Enfâl, 55
[28] 3/Âl-i İmran, 196-197
[29] 3/Âl-i İmran, 178
[30] 8/Enfâl, 59; 24/Nur, 57
[31] 14/İbrahim, 18
[32] Bk. 38/Sâd, 2; 67/Mülk, 20
[33] 47/Muhammed, 11
[34] Bk. 3/Âl-i İmran, 151; 30/Rûm, 44; 2/Bakara, 276; 3/Âl-i İmran, 32
[35] Bk. 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisâ, 139, 144
[36] 28/Kasas, 86
[37] 25/Furkan, 52
[38] 9/Tevbe, 73
[39] 48/Fetih, 29
[40] 14/İbrahim, 28
[41] 47/Muhammed, 12
[42] 5/Mâide, 57
[43] 3/Âl-i İmran, 149
[44] 5/Mâide, 54
[45] 2/Bakara, 254
[46] 4/Nisâ, 76
[47] 8/Enfâl, 36
[48] 5/Mâide, 44
[49] 60/Mümtahine, 1
[50] 23/Mü’minûn, 117; 28/Kasas, 82
[51] 47/Muhammed, 1
[52] 2/Bakara, 217
[53] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 333
[54] 28/Kasas, 38
[55] 2/Bakara, 217
[56] 10/Yûnus, 54; 14/İbrahim, 31
[57] 16/Nahl, 53; 65/Talak, 3
[58] 6/En’âm, 162; İbn Mâce, hadis no: 4205
[59] 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 33/Ahzâb, 67
[60] 33/Ahzâb, 48; 68/Kalem, 9
[61] 5/Mâide, 50; 4/Nisâ, 60
[62] 5/Mâide, 44-45; 4/Nisâ, 14; 58/Mücadele, 20
[63] 4/Nisâ, 44; 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücadele, 22
[64] 11/Hûd, 15-16
[65] 49/Hucurât, 15; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., c. 2, s. 30-32
[66] 29/Ankebut, 25
[67] 25/Furkan, 43
[68] 11/Hûd, 43
[69] 45/Câsiye, 14
[70] 83/Mutaffifin, 14
[71] 5/Mâide, 50
[72] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 92 -96
[73] 25/Furkan, 55
[74] 25/Furkan, 55
[75] 5/Mâide, 17, 52, 73; 9/Tevbe, 307
[76] 6/En’âm, 150
[77] 12/Yusuf, 87
[78] 4/Nisâ, 150-151
[79] 2/Bakara, 152
[80] 5/Mâide, 51
[81] 3/Âl-i İmran, 32
[82] 2/Bakara, 198; 4/Nisâ, 102
[83] 2/Bakara, 104; 4/Nisâ, 37; 17/İsrâ, 8 vd.
[84] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 326-327
[85] 17/İsrâ, 46
[86] 31/Lokman, 20; 22/Hacc, 3
[87] 2/Bakara, 217
[88] 7/A’râf, 146; 16/Nahl, 63
[89] 30/Rûm, 29; 25/Furkan, 43
[90] 18/Kehf, 100-101; 23/Mü’minûn, 63
[91] 7/A’râf, 51; 2/Bakara, 22; 25/Furkan, 41
[92] 39/Zümer, 59-60; 71/Nuh, 7; 41/Fussilet, 15
[93] 45/Câsiye, 114
[94] 6/En’âm, 21; 7/A’râf, 37
[95] 39/Zümer, 45
[96] 13/Ra’d, 5; 23/Mü’minûn, 35-37
[97] 29/Ankebût, 67
[98] 25/Furkan, 27-28; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 369- 372
[99] 6/En'âm, 43
[100] 13/Ra'd, 30-31
[101] 5/Mâide, 14
[102] 46/Ahkaf, 26
[103] 47/Muhammed, 24
[104] 83/Mutaffifin, 14
[105] Meselâ, bk. Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’raf, 38, 40-41, 50-51; Yunus, 4, 7-8; Hud, 111; Ra’d, 5; İbrahim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; Ankebut, 68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.
[106] 46/Ahkaf, 20
[107] 39/Zümer, 59
[108] 40/Mü'min, 27
[109] 38/Sâd, 72-74
[110] 42/Şûrâ, 27
[111] 28/Kasas, 76-77
[112] Bk. 2/Bakara, 146
[113] 2/Bakara, 109
[114] 2/Bakara, 98
[115] 10/Yûnus, 11
[116] 96/Alak, 6-8
[117] 40/Mü'min, 35
[118] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[119] 109/Kâfirun, 1, 6
[120] 21/Enbiyâ, 67
[121] 49/Hucurât, 13
[122] 4/Nisâ, 1
[123] 4/Nisâ, 128
[124] 2/Bakara, 208
[125] 22/Hacc, 39
[126] 2/Bakara, 193
[127] 8/Enfâl, 25
[128] 10/Yûnus, 99-100
[129] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
[130] 60/Mümtehine, 8-9
[131] 5/Mâide, 2
[132] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
[133] 4/Nisâ, 76
[134] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349,
hadis no: 4780
[135] 49/Hucurâct, 10
[136] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
[137] 9/Tevbe, 23
[138] 9/Tevbe, 24
[139] 58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
[140] 11/Hûd, 45-46
[141] 4/Nisâ, 36
[142] 31/Lokman, 14-15
[143] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
[144] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-
[145] 4/Nisâ, 1
[146] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
[147] 64/Teğâbün, 14
[148] Bk. 2/Bakara, 256
[149] Bk. 47/Muhammed, 9
[150] Bk. 9/Tevbe, 65-66
[151] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459
[152] 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk
[153] 9/Tevbe, 65
[154] 33/Ahzab, 57
[155] 9/Tevbe, 61
[156] Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
[157] 5/Mâide, 44; F. Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 114
[158] F. Aydın, a.g.e., s. 119-120
[159] 16/Nahl, 106
[160] 7/A'râf, 37
[161] 14/İbrahim, 30
[162] 1/Fâtiha, 5
[163] A. Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Y., s. 160-165
[164] 2/Bakara, 34
[165] Şehristânî, Nihayetu'l-İkdam fî İlmi'l-Kelâm, Bağdat t.y 471.
[166] Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, Kahire, 1965, 712.
[167] 32/Secde, 18
[168] 2/Bakara, 81
[169] 4/Nisâ, 93
[170] Bk. Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, çev: S. Uludağ, Dergâh Y., İstanbul 1980, s. 265
[171] Kadî Abdulcebbar, a.g.e., 624
[172] Eş'arî, Makalâtu'l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, s. 132.
[173] Risâletu Ehli's-Sağr, Mısır-1987, 93; Ayrıca Bk. 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 124; 48/Fetih, 4
[174] 2/Bakara, 178
[175] 49/Hucurât, 9
[176] Taftazânî, a.g.e., 264
[177] İbn Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't- Tahâviyye, Beyrut 1988, 323-324; M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 167-168
[178] Buhârî, Edeb 73, 44; Müslim, İman 111
[179] Tirmizî, İman 18, hds. no: 2779; İbn Mâce, Fiten 17, hds. no: 3992
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/261-266.
[181] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386
[182] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
[183] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
[184] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
[185] 18/Kehf, 28
[186] Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3
[187] Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3
[188] 5/Mâide, 87
[189] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263
[190] Bk. 57/Hadîd, 25
[191] Bk. 13/Ra’d, 11
[192] 8/Enfâl 46
[193] 3/Âl-i İmran 103
[194] 4/Nisâ, 94
[195] 68/Kalem, 10-12
[196] 104/Hümeze, 1
[197] 49/Hucurât, 12
[198] 49/Hucurât, 6
[199] 8/Enfâl, 46
[200] 4/Nisâ, 48
[201] 12/Yusuf, 87
[202] 15/Hıcr, 50
[203] 39/Zümer, 54. Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah'a teslim olmakla ve Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
[204] Buhârî, İlim, 49
[205] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
[206] Müslim, İman, 152
[207] Müslim, İman 35, hadis no 21
[208] İbn Mâce, Edeb 54, hadis no 3796
[209] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28; Tirmizî, İman 2, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no: 2641
[210] 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsir sûre 2, hadis no: 3092
[211] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
[212] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
[213] Ebû Dâvud, Fiten 6, hadis no 4270
[214] Ebû Dâvud, Cihad 35, hadis no: 2532
[215] Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83
[216] Buhârî, Diyât 1
[217] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 269
[218] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[219] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[220] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144
[221] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16; Ebû Dâvud, hadis no 4662; Muvatta, 2/984
[222] Müslim, 61/112
[223] Buhârî, Edeb 44
[224] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
[225] Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48
[226] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883
[227] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
[228] Tirmizî, Menâkıb hadis no 3893; Ebû Dâvud, Edeb 33, hadis no 5860
[229] Fethu'l-Bârî, 12/293
[230] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
[231] Müslim, İlim 7
[232] Buhârî, İman 69
[233] Buhârî, İman 29
[234] Ahmed bin Hanbel, III/479
[235] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Cihad 5, Eşribe 70-71
[236] Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
[237] et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135
[238] Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
[239] Müslim, Tevbe, 9, hadis no 2748; Tirmizî, De'avât 105, hadis no 3533
[240] Müslim, Tevbe 23
[241] Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16
[242] Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, 2/285, 539
[243] Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, hadis no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4779
[244] Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, hadis no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4777; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no: 4186. Bu hadis, hasen-ğariptir.
[245] Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no: 4189
[246] Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 hadis no: 2581
[247] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, hadis no 105; Ebû Dâvud, Edeb 38, hadis no 4771; Tirmizî, Birr 79, hadis no 2027
[248] Ebû Dâvûd, Edeb 40, hadis no 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda İbn Mâce, Hûdûd 5, hadis no 2548; Tirmizî, Birr ve's-Sıla 84, hadis no 2101
[249] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no 4891
[250] Müslim, Birr 72, hadis no 2590
[251] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23
[252] Ebû Dâvud, Akdiye 31 hadis no: 3635; Tirmizî, Birr 27, hadis no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, hadis no: 2342
[253] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)
[254] İbn Mâce, hadis no: 3991-3993. Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.
[255] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no4888
[256] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4884
[257] Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no 2621; Bu hadis, hasen ğaribtir.
[258] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883
[259] Buhârî, Şehâdet 6
[260] Tirmizî, Birr 48, hadis no 1978; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
[261] Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
[262] Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, İman 168, 169, 170; Ebû Dâvud, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79
[263] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 61
[264] Tirmizî, Birr 20
[265] Ebû Dâvud, Edeb: 58, hadis no: 4919; Tirmizî, Kıyamet: 57, hadis no: 2511
[266] Tirmizî, Birr 18
[267] Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
[268] Buhârî, Ferâiz 29, Meğâzî 56; Müslim, İman 114, hadis no 63; Ebû Dâvud, Edeb 119, hadis no 5113
[269] Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, 50
[270] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 10; İbn Mâce, Fiten 12
[271] Tirmizî, Zühd 61
[272] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
[273] Müslim, Mukaddime 5
[274] İbn Mâce, hadis no 4205
[275] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11; Ahmed bin Hanbel, II/317
[276] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hadis no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hadis no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hadis no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hadis no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hadis no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[277] İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, c. 3, s. 345
[278] Mecmûu’l-Fetavâ, 35/101
[279] Kasımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1313
[280] Kasımi, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1314
[281] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[282] 4/Nisâ, 48, 116
[283] Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
[284] 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
[285] 49/Hucurât, 12
[286] İsrâ:17/ 36
[287] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
[288] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
[289] Müslim, Nevevi Şerhi 1/100
[290] A.g e., 1/100
[291] İbni Ebi’l-İzz, Şerhut-Tahâviye, sb 223
[292] 9/Tevbe, 11
[293] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[294] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[295] 28/Kasas, 56
[296] Müslim, 25/42
[297] Buhâri, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435
[298] 30/Rûm, 30
[299] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23
[300] Minhâcu Ehl-i Hak ve’l-İttibâ
[301] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[302] İbn Teymiyye, Külliyat, c. 3, Tevhid Yay, s. 238-239
[303] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Y., 35-37
[304] 4/Nisâ, 94
[305] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[306] Buhârî, Edeb 44
[307] Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17, hadis no 907; İman 132, hadis no 79
[308] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[309] 12/Yûsuf, 106
[310] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
[311] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[312] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
[313] Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
[314] İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
[315] Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
[316] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
[317] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
[318] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
[319] Müslim, İman 134
[320] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
[321] Müslim, Eymân 4
[322] İbn Mâce, Fiten 16
[323] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
[324] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
[325] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
[326] 12/Yusuf, 106
[327] 49/Hucurât, 14
[328] 49/Hucurât, 15
[329] İbn Kayyım, Kitabu’s-Salât, s. 25
[330] “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb 44)
[331] İbn Kayyım, es-Salât, s. 19
[332] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
[333] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[334] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
[335] Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
[336] İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
[337] Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
[338] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
[339] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
[340] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
[341] Müslim, İman 134
[342] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
[343] Müslim, Eymân 4
[344] İbn Mâce, Fiten 16
[345] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
[346] 48/Fetih, 29
[347] Hayreddin Karaman, www.hayrettinkaraman.net
[348] 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73
[349] 2/Bakara, 221
[350] 5/Mâide, 5
[351] 5/Mâide, 5
[352] 3/Âl-i İmran, 64
[353] 29/Ankebut, 46
[354] 38/Sâd, 5
[355] 2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129
[356] 5/Mâide, 32
[357] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[358] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54
[359] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
[360] Bk. 5/Mâide, 32
[361] 2/Bakara, 8
[362] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[363] 86/Târık, 9-10
[364] 9/Tevbe, 101
[365] Bk. İbn Ferhun, Tebsıratu’l-Hukkâm, c. 2, s. 281
[366] Buhârî
[367] el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 91-92
[368] 33/Ahzâb, 5
[369] 5/Mâide, 93
[370] 33/Ahzâb, 35
[371] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
[372] 7/A’râf, 12; 38/Sâd, 76
[373] 17/İsrâ, 15
[374] 16/Nahl, 106
[375] Bk. İbnu’l-Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 3, s. 5; el-Behvetî, Keşşafu’l-Kına’, c. 6, s. 176; İbn Kudâme, el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 109
[376] Bk. İbn Hazm, el-Fasl, c. 3, s. 250
[377] Bk. eş-Şafii, el-Umm
[378] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebir, 10/109 ve el-Umm, 6/158
[379] 9/Tevbe, 65-66
[380] 9/Tevbe, 94
[381] 40/Mü’min, 47-48
[382] 34/Sebe’, 31-33
[383] 5/Mâide, 77
[384] 6 En’âm/88, Bkz:39 ez-Zümer/65
[385] 7 A’raf/175
[386] Buhârî ve Müslim
[387] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebîr, c. 11, s. 403-405; İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 4, s. 224
[388] 9/Tevbe, 74
[389] 3/Âl-i İmrân, 86-89
[390] Bk. önceki kaynaklar
[391] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
[392] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
[393] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719
[394] 49/Hucurât, 6
[395] 49/Hucurât, 9-10
[396] Müslim, İman 37, hadis no 23
[397] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
[398] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
[399] Buhârî, Edeb 44
[400] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[401] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[402] 60/Mümtehine, 5
[403] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[404] Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış Çalışma
[405] Bk. 49/Hucurât, 12
[406] Bk. 63/Münâfıkun, 6
[407] Bk. 9/Tevbe, 84
[408] Ali bin Ebi’l-Izz ed-Dımaşkî, el-Akîdetu’t Tahâviye Şerhi, 2/434
[409] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 335-336
[410] 49/Hucurât, 9
[411] 49/Hucurât, 10
[412] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[413] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/408
[414] İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu's-Sâlikin, c. 1, s. 355
[415] 76/İnsân, 3
[416] 27/Neml, 40
[417] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı) ve “Bâbu Küfrun Dûne Küfr” (Küfür Olmaksızın Küfür Bâbı)
[418] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı)
[419] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, c. 13, s. 75
[420] 5/Mâide, 44
[421] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 85-90.
[422] 9/Tevbe, 11
[423] Bk. 2/Bakara, 178
[424] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 2/266-270
[425] 2/Bakara, 254
[426] 21/Enbiyâ, 87
[427] 49/Hucurât, 11
[428] Abdurrezzak Samarraî, Tekfir Olayı, Vahdet Yay. s. 74-81.
[429] A.g.e., s. 158-159.
[430] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 246-257.
[431] Muhammed Salih Ebu Ali, Mefâhim
[432] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi s. 189
[433] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 31-32
[434] 3/Âl-i İmrân, 102
[435] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116
[436] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
[437] Tirmizî, Deavât 30
[438] Nesâî, İstiâze 16, 29
[439] Nesâî, İstiâze, 16, 29
[440] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354