MELEK               

 

  • Melek; Tanımı ve Mâhiyeti
  • Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur'an'daki Tasvirler
  • Meleklerin Özellikleri
  • Meleklerin Görevleri
  • Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri
  • Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
  • Gayba ve Meleklere İman
  • Melek İnancının Etkileri
  • Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar

 

 

"Hatırla ki; Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar, 'Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara 'Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim' dedi." [1]

                               

Melek; Tanımı ve Mâhiyeti

Melek kelimesi, “elûk”, “elûke” veya “mülk” kelimesinden türemiş Arapça bir kelimedir. Türediği bu kelimeler, risâlet, yani elçilik, (postacılık, aracılık) ve kudret, kuvvet anlamlarına gelir. Dolayısıyla “melek” de, elçi, güçlü, kuvvetli idare eden anlamındadır. Bundan dolayı Allah, bu kelimeyi; kulları, peygamberleri ve diğer yaratıkları ile kendi arasında elçilik-habercilik görevini yapan ve evrendeki olayların meydana gelmesi için verilen görevleri yerine getiren güçlü-kuvvetli yaratıklarına isim olarak vermiştir. Çoğulu “melâike”dir. Istılahta melekler, Allah tarafından yaratılmış, çeşitli şekillerde peygamberlere görünebilen, zor işlere gücü yeten, yemeyen içmeyen, erkeklik ve dişilikleri olmayan, Allah’a devamlı ibâdet ve itaatten ayrılmayan lâtif varlıklar olup İslâm’da iman esaslarından birini oluşturmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak 88 yerde melek kavramı geçmektedir. “Melek” kelimesi yanında Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu âyette, meleklerden aynen peygamberler gibi, “rasûl” ve bunun çoğulu olan “rusul” diye de söz edilmektedir. Bu kelimeler, elçi ve elçiler mânâsındadır. Aynı zamanda bu kelimeler, meleklerin esas vazifelerinin, elçilik olduğunu da gösteriyor. Bu elçilik, bazen Allah ile peygamberler arasında, bazen de Allah ile diğer varlıklar arasında oluyor. Onlar, vahiy getiriyor, kâinattaki hadiseleri, Allah Teâlâ’dan aldıkları emirler çerçevesinde yürütüyor ve böylece aracılık-elçilik görevini çok değişik şekillerde yerine getiriyorlar. [2]  

Allah, bir âyet-i kerimede iman edilmesi gerekli olan esasları özlü bir şekilde bildirerek şöyle buyurur: “Peygamber de, mü’minler de kendilerine Rablerinden indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.”[3] İman edilmesi gereken şeylerin âyetteki sıralanışı içinde meleklerin yeri, onlara imanın önemini göstermektedir. Bu sıranın, Allah isminden sonra, kitaplar ve peygamberler’den önce oluşu, meleklerin Allah ile peygamberler arasında elçilik-habercilik yaptıklarına, Allah’ın kitaplarını getirmede aracı olduklarına, yani vahiy getirme görevlerine işaret eder mâhiyettedir. Melekler, Allah'ın insanlara bir lutfu ve keremi sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın İlâhî vahyini, görülmeyen gayb âleminden insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren Allah'ın İlâhî elçileridir. 

                                                                                  

İman konusunda, Rasûlullah'tan Hz. Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s.), vahiy meleği Cibril (a.s.) ile konuşmuş, kendisine Cebrâil "İman nedir?" diye sorduğunda Rasulullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrıyla şerriyle kadere inanmaktır." [4] Kur’an’da meleklerin varlığını kabul etmeyenler açık bir şekilde kâfir ve sapık olarak nitelendirilmiştir: “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, hiç şüphesiz ki uzak bir dalâletle sapıp gitmiştir.” [5]

                                                          

Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semâvî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığı"na kesin olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen, diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder. Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İâhî kitapları, peygamberleri, ruhları ve kıyâmeti inkâr etmiş olur.

İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte öncelikli bir öneme sahiptir.

                                              

Melekler, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, meleklerin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle ispat edemez. Fakat akl-ı selim, gözle görülmeyen bu gibi latif varlıkların varlığının imkânsız olmadığını, aksine onların da, vücudu câiz olan şeylerden olduğunu kabul eder. Çünkü meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin mâhiyet ve hakikatini tesbit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. İlmimizi, gücümüzü, ahlâkımızı, namusumuzu gözle görüp gösteremediğimiz halde kabul ediyoruz. Rüzgârı, elektriği inkâr eden yok. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, gözlem ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz.

Nitekim özellikle Sokrat ve Eflatun gibi birçok eski filozof, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmıştır. Bu günkü müsbet bilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi birtakım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebep olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen câiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz ama peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrâil’in (a.s.) elçiliği ile Allah Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp öğrenmişler ve insanlığı hidâyete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de, Peygamberimiz'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'an'ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği meleklere iman ederler.

Kur'an'da geçen pek çok âyette meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i Müntehâ'da, cennet ve cehennemde sayısız melekler vardır. Bütün melekleri çok çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları işlerin mâhiyetine göre tanzim edip bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve âmirleridir. Başta Cebrâil olmak üzere, Mikâil, Azrâil ve İsrâfil meleklerin en büyükleri ve peygamberleridir.   

 

Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur'an'daki Tasvirler

Meleklerin hangi şeyden yaratıldığına dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir bilgi yoktur. Fakat bir hadis-i şerifte “cinlerin ve şeytanların ateşten, Hz. Âdem’in Kur’an’da bildirildiği gibi toprak ve çamurdan, meleklerin ise nurdan yaratıldığı”[6] bildirilmektedir. Kur’an’dan, meleklerin insanlardan önce yaratıldıkları,[7] güçlü ve kuvvetli oldukları,[8] Allah’ın hitabına muhatap olup O’nunla konuştukları,[9] Hz. İbrahim, Lût, Zekeriyyâ ve Meryem ile konuştukları[10] ve âhirette cehennemliklerle konuşacakları,[11] arşın etrafında tavaf ettikleri,[12] iri gövdeli ve sert tabiatlılarının bulunduğu[13] kanatlarının ve ellerinin mevcut olduğu[14] anlaşılmaktadır. Kur’an ve hadislerde yer alan bu ve benzeri ifadeler yan yana konulduğu zaman meleklerin farklı ve özel varlıklar oldukları anlaşılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim'de meleklerin "kanatlı" oldukları belirtilir. "Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamd olsun. O, yaratmada dilediğine artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kaadirdir."[15] Bu âyetten anlıyoruz ki, meleklerin, nurânî mâhiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Ancak; gayb (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesâfetten soyutlanmış, mâhiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlıklar olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allah Teâlâ'nın irâde ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kur’ân-ı Kerim'de bu konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nurânî mâhiyeti ile bağdaşan, vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden mânevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır.  

 

Kur'an'da kanat anlamına gelen "cenah" kelimesi, kuşların kanatları gibi somut ve maddî varlık anlamına alınabileceği gibi, mânevî varlıkların görevlerini en serî şekilde yapabilmelerini sağlayan kudretin sembolü olarak da anlaşılabilir. Kuşlar için kanat, nesneler için taraf anlamına gelen "cenah" kelimesi, insan için kullanıldığında “el” ve “yardım” gibi anlamlara gelir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamberimiz'e "Mü'minlere kanat ger."[16] emri, onları "himaye et" anlamındadır. Din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zü'l-cenâhayn/iki kanat sahibi" dendiği gibi, anaların çocukları için şefkat ve merhamet kanatlarından bahsedilir. "Çocukların ana babaları üzerlerine kanat germeleri"[17] istenir. Hıristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da budur. 

Kur'an ve hadis metinlerinde yer alan bazı ifadelerde meleklerden tabiat kanunlarının kast edildiğini söyleyenler yanında, onları maddenin mikrodalga boyutundan salt enerji boyutuna kadar uzanan kuantsal bir yapı olarak niteleyenler de bulunmaktadır. Bu yorumlar, çağın teknik terimlerini kullanarak melekleri tanımlama çabaları ve bilinmeyen şeyleri merak edip gaybın sınırlarını zorlama gayretleridir. Hâlbuki kaynaklardaki melek kavramına dikkatli ve doğru bir çerçeve içinde bakıldığında onların vahiy getirme, suçluları cezalandırma, eylemleri yazma, insanlara yardım etme, canları alma, cehennemi koruma, cenneti yönetme gibi görevleri bulunduğuna ilişkin ifadeler bir araya getirilince, mâhiyetlerinin böyle çağdaş bilimsel yaklaşımlar doğrultusunda olmadığı, gerçek yapılarının hiçbir zaman şimdiye kadar bilinemediği ve bundan sonra da keşfedilemeyeceği ortaya çıkar.

 

           

                                                   

Meleklerin Görülüp Görülmemesi

Meleklerin mâhiyetiyle ilgili farklı görüşler, beraberinde onların görülüp görülemeyeceği tartışmasını getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de meleklerin önce Hz. İbrahim'e gelip onu bir erkek evlat ile müjdeledikleri, ardından Lût’a (a.s.) giderek adamları ile şehri terketmesini söyledikleri,[18] Cebrâil'in Hz. Meryem'e insan şeklinde görünerek ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlaması için Allah'ın elçisi olduğunu söylediği[19] ve Hz. Peygamber'in onu apaçık ufukta ve sidretü'l-müntehânın yanında gördüğü haber verilmektedir. [20]  

Bununla birlikte Kur'an, Peygamber'e itiraz ederek bir melek görmek istediklerini yahut peygamber/elçi olarak melek gönderilmesinin gerektiğini söyleyenlere cevap olarak meleklerin görünür varlıklar olmadığını, eğer dünyada insanlar değil de melekler yaşasaydı ancak o zaman elçi olarak gönderilebileceğini, meleklerin fermân-ı İlâhî ile indirildiği zaman onlara mühlet verilmeyeceğini ve meleklerin görüleceği gün günahkârlara hiçbir sevinç haberinin olmayacağını vurgular.[21] İnsanlara, görmedikleri askerler gönderildiğini,[22] aynı türden varlıklar olan cin ve şeytanların da insan gözüyle görülmediğini beyan eder. [23]

Ancak, yukarıda ismi geçen zatların meleklerle yaptıkları görüşmelerin keyfiyeti bilinmemektedir. Bu olaylar, tartışmayı meleklerin görülüp görülmemesinden çıkarıp, peygamber olmayan kişilerin onları görüp göremeyeceği noktasına getirmiştir. Zira peygamber, meleği görmekle kalmaz, sesini de işitir. Bu sebeple melek onun için elle tutulur, gözle görülür bir realitedir. Melek, gayr-i maddî bir varlık olduğu için peygamber onu bazen insan şeklinde, bazen de başka şekillerde görür. Cebrâil, ekseriya insan şeklinde görülmüştür. Fakat Peygamber'in onu kendi şekliyle gördüğü de olmuştur.[24] Ancak bunun nasıl gerçekleştiği belirtilmemiştir. Belki de bu mânevî gözle ve tasviri imkânsız bir şekilde olmuştur. Bir defasında da Peygamber, Cebrâil'i altı yüz kanadı ile birlikte görmüştür.[25] Bu da meleğin muazzam kudretine bir işarettir. Bir başka seferinde ise melek, bulutun içinde görülmüştür. [26]

Bu rivâyetlere temas eden bazı âlimler, Cebrâil'i Hz. Peygamber dışındaki insanların göremedikleri yorumunu yapmaktadırlar. Bizce, melekler mâhiyet itibariyle bizim görme duyumuzun sınırları dışında bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Zaten bu özellikleri dolayısıyladır ki onlara iman, bir âmentü esası olmuştur. Duyularımızın gayb âlemine ait varlıkları müşâhedesi bir kenara, madde âlemine ait birçok varlığı görme eşiği dışında olması dolayısıyla müşâhede edemediğini bildiğimize göre, "görememe" gibi bir savunma ile onları inkâra kalkışmak tutarlı ve ilmî değildir. Aksi takdirde görülemeyen şeylerin hepsini inkâr etmek gerekir ki bu müşâhede ettiğimiz fizik âlemin kat kat fazlasını inkâr demektir.

Gaybî konularda akîdenin kaynağı Kur'an ve mütevâtir sünnet olup melek inancı da Kur'an'ın kesin bildirimleri ile sâbit bir konudur. Temel itibariyle melekler, insanoğlunun beşerî idrâk vasıtalarıyla tanınamayacak yapıda varlıklardır. Bu nedenle onların yaratılış biçimleri, cevherleri, görünme şekilleri gibi konulara dalmamak gerekir. Böyle teferruatlardan sorumlu olmadığımız gibi sâdık haber dışında geliştirilecek bütün yorumların herhangi bir yararı ve dinî değeri de yoktur. [27]

 

Meleklerin Özellikleri

 

Meleklerin kendilerine has yapı ve özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Nurdan yaratılmış olup erkeklik-dişilik, yeme-içme, yorulma, usanma gibi maddî özelliklerden arınmış varlıklardır. [28]

2. İtaatkâr varlıklar olup Allah'ın kendilerine verdiği görevleri yaparlar, O'nun emrinin dışına çıkmazlar. [29]

3. Son derece güçlü, kuvvetli ve süratle hareket edebilen varlıklardır. [30]

4. Allah'ın emir ve izni ile çeşitli şekillere girebilmektedirler. [31]

5. Normal şartlarda gözle görülmezler. Peygamberler onları aslî sûretleri ve büründükleri biçimleri ile görebilirler. [32]

6. Gaybı, bilgisi sadece Allah'a ait bulunan konuları bilemezler. Onlar, Allah'ın tâlim ettiği hususları, öğrettiği kadarıyla bilebilirler. Kur’ân-ı Kerim mutlak gayb bilgisinin Allah'a has olduğunu beyan etmekte ve O, bu bilgileri meleklerle bile paylaşmamaktadır. Nitekim Hz. Âdem'in yaratılışını dile getiren âyetlerde melekler "Bizim, Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur." demek sûretiyle acziyetlerini itiraf etmişlerdir. [33]

"Onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar, Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve O'nun emrettiklerini (hemen) yaparlar." [34]

"Onlar, Allah'ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emr olundukları şeyleri (aynen) yaparlar." [35]

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler O'na ibâdet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) O'nu tesbih (ve takdis) ederler." [36]

"Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrâil'i) ona gönderdik. (O,) ona düzgün bir insan şeklinde göründü." [37]   

  

Meleklerin Görevleri

Melekler, Allah tarafından verilen görevleri eksiksiz yerine getiren itaatkâr varlıklardır. İnsanlarla ilgili görev alanlar ise, onların ruhî ve mânevî hayatı ile ilgilenmektedirler. Bazıları ortak, bazıları da müstakil olmakla beraber, Allah tarafından meleklere verilen görevler şöyle sıralanabilir:

1. Allah'ı hamd ile tesbih etmek, O'na secdede bulunmak,[38]  Allah'ı gece gündüz övmek[39]  ve takdis etmek,[40] emr olundukları diğer şeyleri yapmak. [41]

2. Peygamberlere vahiy getirmek. Allah Teâlâ insanlar gibi meleklerden de elçiler seçtiğini,[42] Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy indirildiği gibi Hz. Muhammed'e de vahiy gönderildiğini[43] ve Cebrâil'in, Kur'an'ı Peygamber'in kalbine indirdiğini[44] haber vermektedir.

3. Peygamberleri salât ve selâm ile yüceltmek, mü'minlere âhirette şefaat etmek ve bütün insanlara dünyada hayır duâda bulunmak. "Allah ve melekleri Peygamber'e salevat getirirler. Ey iman edenler! Siz de O'na salât ve selâm getirin."[45] Şefaat, kıyâmet gününde günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmak olup Kur'an'da, "Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilemedikçe onların şefaatleri hiçbir fayda vermez."[46] buyurulmakta, hadiste de meleklerin şefaatlerinden söz edilmektedir.[47] Bunun yanında meleklerin bu dünyada da insanlar için duâ ettikleri ifade edilmektedir: "Melekler yerde bulunanlar için mağfiret dilerler. 'Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kapsamıştır. Artık tevbe edip Senin yolundan gidenleri bağışla. Ey Rabbimiz! Onların babalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden salâh halde bulunanlara vaad ettiğin cennete sok. Onları kötülüklerden koru' derler." [48]

Onların duâlarının sonucu olarak sâlih kulların her çeşit karanlıktan aydınlığa çıkarıldığı bildirilmektedir: "Sizi zulumâttan nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için lutuf ve inâyette bulunan O'dur. Melekler de sizin için salât getirir, rahmet ve merhamet dilerler."[49] Ayrıca melekler, şeytanların aksine insanları iyi işlere sevkederler. Her insanın biri melek, biri de şeytan olmak üzere iki arkadaşı bulunmakta olup, Kur'an, birincisine "şâhid", ikincisine "sâik" (sevkeden) demektedir.[50] Hadiste ise insana refakat eden bir melek ve bir de şeytanın olduğu ve her ikisinin de insana telkinde bulunduğu[51] beyan edilmektedir. Ayrıca hem Kur'an'da[52] hem de hadislerde insanı takip eden bir refakatçinin ("karîn"in) bulunduğundan söz edilmektedir. 

4. Peygamberlere ve mü'minlere destek olup mânevî güç vermek, onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli etmek, kâfirleri ise sıkıntıya sokmak.[53] Kur'an'da Hz. İsa'nın Rûhulkudüs ile desteklendiği,[54] meleklerin Allah'a inanıp doğru yolda istikametle yürüyenlerin üzerine inerek onlara moral ve mânevî güç verecekleri,[55] Allah'ın, kendisine ve âhiret gününe inananları katından bir ruh ile desteklediği,[56] melekler göndererek düşmanlarına karşı mü'minleri takviye ettiği,[57] iman edenlere destek olmalarını, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını emrettiği[58] haber verilmektedir.

5. İnsanı koruyup, ona bir anlamda hizmet ederler. Kur'an'da önünde ve arkasında insanı koruyan takipçilerin bulunduğu bildirilmektedir. [59]

6. İnsanların fiillerini kaydederler. Kur'an'da, üzerinde bir koruyucu ve denetleyici bulunmayan hiçbir kimsenin bulunmadığı,[60] insanların üzerinde muhâfızlık eden değerli kâtiplerin mevcut olduğu ve onların yapmakta olduklarını bilip yazdıkları[61] haber verilmektedir. İki melek, kişinin yaptıklarını yazmaktadır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.[62] "Sizden söz gizleyen ile onu açığa vuran, geceleyin gizlenen ile gündüzün yürüyen eşittir. Onun önünde ve arkasında Allah'ın izniyle kendisini koruyan takipçileri vardır." [63]

7. Kâinatın idaresi ve İlâhî kanunların icrâsıyla görevlidirler. Kur'an'da çeşitli fonksiyonlarıyla âlemi idare edenlere yemin edilmesi,[64] insanların canını alan "ölüm meleği"nden söz edilmesi,[65] meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını pençelerini onlara uzatarak,[66] yüzlerine ve arkalarına vurarak ve "tadın yakıcı cehennem azabını" diyerek[67] alacaklarının bildirilmesi; hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı için bir doğum meleğinin mevcut olduğundan söz edilmesi,[68] Cenâb-ı Hakk'ın insanı yaratacağı zaman bu irâdesini meleklere açması ve yarattığında ona secde etmelerini istemesi[69]  onların dünya ile irtibatlarının bulunduğunu ve İlâhî irâdenin yerine getirilmesinde vasıta olarak kullanıldıklarını gösterir. Aksi takdirde kendilerine insanın yaratılacağı isteğinin açıklanmasının bir anlamı olmaz. Ayrıca arşı taşıyan ve arşın etrafında dolaşan meleklerin[70] fonksiyonları da düşünüldüğünde meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde çok etkili oldukları görülür. Çünkü arş, kâinatın İlâhî varlık tarafından idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır.

8. Melekler, İlâhî cezaları icrâ eden elemanlardır. Mü'minlere destek oldukları gibi; kâfirler hakkında takdir edilen cezaları da icrâ etmektedirler. Kur'an, kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini isteyen kâfirlere[71] şöyle cevap vermektedir: "Gökyüzünün beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek mülk, çok merhametli olan Allah'ındır. O gün kâfirler için de pek çetin bir gündür."[72] Bu âyet, meleklerin inmesi ile söz konusu olan şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu gösterir. Başka bir yerde ise, "Meleklerin, kâfir olanların canlarını aldıkları zaman, yüzlerine, arkalarına vurup 'cayır cayır yakıcı ateş azabını tadın' dediklerini",[73] onların yüzlerine, arkalarına vurarak canlarını alacakları,[74], "meleklerin ancak hak ile indirileceği ve o zaman onlara mühlet verilmeyeceği"[75] bildirilmektedir. [76]

      

Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri

 

Meleklerin sayısını ancak Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerim'de cehennem işleri ile görevli melekler bulunduğu belirtildikten sonra onların sayısının on dokuz diye belirlenmesinin sadece bir imtihan vesilesi olduğu beyan edilmekte ve "Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemez"[77] buyurulmaktadır. Bu ifadelerden meleklerin sayısının çok fazla olduğunu anlamakla beraber herhangi bir rakam vermenin mümkün olmadığını ve onların sayısını ancak Allah Teâlâ'nın bildiğini anlamaktayız.

Meleklerin çeşitlerine gelince, Kur'an, göklerin ve yerin ordularının Allah'a ait olduğunu,[78] mü'minleri görünmeyen ordularla desteklediğini[79] beyan etmekte; göklerde ulular meclisi anlamına gelen "mele-i a'lâ"nın bulunduğunu,[80] cin ve şeytanların burada olup bitenleri ve meleklerin kendi aralarındaki konuşmaları dinlemelerine mâni olmak üzere göklerin muhâfaza altına alındığını[81] kaydetmektedir. Bununla beraber naslarda çeşitli görevlerle vazifeli meleklerin bulunduğu beyan edilmiş, bunların bir kısmı özel adlarla isimlendirilirken (Cebrâil, Mikâil gibi), bir kısmı da görevleri ile zikredilmiştir (Ölüm meleği, arşı taşıyanlar gibi). Şimdi bunları sıralayarak kısaca görev ve özelliklerinden söz edelim:

Cebrâil: Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’ân-ı Kerim'de üç yerde Cibrîl şeklinde geçmektedir.[82] Ayrıca Cibrîl kast edilmek üzere er-Rûh,[83] Rasûlün kerîm,[84] Rasûlü rabbik,[85] er-Rûhu'l-emîn[86] ve Rûhu’l-kuds[87] isimleri de zikredilmektedir. Hadiste ise Cebrâil, bunlara ilâveten "en-Nâmus" diye isimlendirilmektedir. [88]

 

Mîkâil: Kur’ân-ı Kerim'de sadece bir âyette Mîkâil ismi geçmekte olup şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl'e ve Mîkâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." [89]

 

Azrâil: Ölüm meleğinin özel adı olduğu rivâyet edilir. Kur’ân-ı Kerim'de Azrâil ismi geçmez. Bunun yerine ölüm meleği anlamında melekü'l-mevt,[90] eceli gelen ve vadesi yetenlerin ruhunu kabzeden meleklerden söz edilir. [91]

 

İsrâfil: Kur'an'da İsrâfil adı da geçmemektedir. Birçok yerde, sûra üfleneceği haber verilmektedir.[92] Kıyâmetin kopması ve yeniden diriliş ve mahşerde toplanılması için sûra iki defa üfleyecek olan melek olduğu hadis rivâyetlerinden anlaşılmaktadır.  Hadis-i şeriflerde onun adı dört büyük melek içinde zikredilmiştir.[93] Bu dört melek, meleklerin "rasulleri"dir.

 

Mukarrabûn Melekleri: Bunlara "illiyyûn" ve "kerûbiyyûn" melekleri de denilmektedir. Nisâ sûresinin 172. âyetinde Mesih ve Allah'a yakın meleklerin (el-melâiketü'l-mukarrabûn) Allah'ın kulu olmaktan çekinmedikleri bildirilmektedir. Enbiyâ sûresinde ise göklerde ve yerde bulunanların O'nun hizmetinde oldukları beyan edildikten sonra; O'nun huzurunda bulunanların O'na ibâdet hususunda kibirlenmedikleri, ibâdetten usanmadıkları, gece gündüz O'nu tesbih ettikleri bildirilmektedir.[94] Kur'an'da arşı taşıdıkları ve onun çevresinde bulundukları[95] ifade edilen, Allah'ı hamd ve tesbih eden melekler de bunlar içinde sayılmaktadır.

 

Hafaza ve Kirâmen Kâtibîn Melekleri: İnsanların iyi ve kötü fiillerini kaydeden, onları koruyan meleklerdir. Kur'an'da "hafeza",[96] "muakkıbât",[97] "rusulünâ... yektubûn",[98] "el-mütelekkıyân",[99] "rakıybun atîd",[100] "hâfizıyn",[101] "kirâmen kâtibîn"[102] kelimeleri ile ifade edilmektedirler. 

 

Cennet ve Cehennemde Görevli Melekler: Kur'an'da meleklerin cennetlikleri "İşte bu, size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür"[103] diye karşılayacakları, müttakîler bölük bölük cennete sevk edilip kapılar kendilerine açıldığında, "Onun bekçileri (hazenetuhâ): Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!"[104] diyecekleri, meleklerin adn cennetlerine babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber gireceklerin yanına her kapıdan vararak, "Sabrınıza karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir!"[105] diyecekleri haber verilmektedir.

İnkâr edenleri ise bölük bölük cehenneme sürülecekleri, kapıların açılacağı ve cehennem bekçilerinin onlara, "Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?"[106] diyecekleri, cehennemin başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın buyruklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan meleklerin bulunacağı[107] ifade edilmektedir.

 

Hazene-i Cennet ve Cehennem de denilen bu melekler cennet ve cehennemin bekçileri durumundadır. Cennet meleklerinin başındaki meleğin adı “Rıdvan”dır. Cehennem meleklerine  “Zebânî” denir. Başındakine ise “Mâlik” adı verilir.

 

Hârût - Mârût: Bunlar hakkında farklı görüşler olmakla beraber, "Babil'de insanlara bilgi öğretmek sûretiyle onları imtihan etmek üzere gönderilen iki melek" oldukları, en yaygın görüştür. Kur’ân-ı Kerim, bu olayla ilgili daha başka bilgi vermemektedir. Mûteber hadis kitaplarından Buhari'de Kitabu't-Tıbb'ın sihre tahsis edilen 47. babının başlığında Bakara sûresinin 102. âyeti zikredilmekte, bu münâsebetle âyet içinde Hârût ve Mârût adı geçmektedir. Bunun dışında söz konusu isimlerle ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ahmed bin Hanbel'de ise, insanlar gibi birtakım arzu ve istekleri bulunan varlıklar olarak tasvir edildiği görülmektedir.[108] Fakat bu rivâyeti, müfessirler bozuk ve merdûd kabul edip reddederler.[109] Kur'an, bu iki melekle ilgili olarak yahûdiler arasında meşhur olan hikâyeleri onaylamaz.

          

Münker - Nekir: Kabirde sorgu-sual işi ile görevli olan meleklerdir. Kur'an'da adları geçmemektedir. Hadislerde ise ölü defnedildiği zaman ona, birine Münker, diğerine Nekir denilen siyah tenli mavi gözlü iki meleğin geldiği, ölüyü kabrinde oturtup sorular sorduğu, verdiği cevaplara göre kabrini genişlettiği veya daralttığı rivâyet edilmektedir. [110]

 

İmam Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde naklettiği uzunca bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.), ensardan bir adamın kabri başında, iki veya üç defa "Kabir azabından Allah'a sığının!" dedikten sonra, bir mü'min için ölüm ve sonrasını şöyle anlatır: "Mü'min kulun dünyadan kopup, âhirete gitme zamanı geldiği zaman, gökten ona, yüzleri sanki güneş gibi beyaz melekler iner. Beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen ve cennet kokularından birtakım kokular bulunmaktadır. Mü'minin göz mesafesine otururlar. Sonra ölüm meleği yaklaşır ve başucuna oturup 'Ey güzel ve hoş can, haydi Allah'tan bir bağış ve hoşnutluğa çık gel!' der. O can, ağızdaki suyun aktığı gibi akıp kolayca çıkar. Azrâil de onu alır ve elinde bir an bile bekletmeden, o kefene ve kokuların içine sarar. Bu esnada o candan, yani ruhtan, yeryüzünde bulunan misk kokularının en güzeli gibi bir koku çıkar. Ölüm melekleri onu alıp, birlikte yükselirler. Uğradıkları her melek topluluğu, 'Bu güzel ruh kimdir?' diye sordukça, onlar, hayatta iken insanların ona verdiği en güzel ismi ile, 'bu, falan oğlu falandır' diye cevap verirler. Böylece birinci göğe ulaşırlar ve kapının açılmasını isterler. Onun için göğün kapısı açılır. Her gökte, o göğün en kıymetli melekleri, bu ruhu bir sonraki göğe kadar teşyî ve ona refakat ederler. Neticede yedinci göğe gelinir.

 

Allah Teâlâ, 'Bu kulumun kitabını, "illiyyîn"e yazın ve onu yeryüzüne geri götürün! Çünkü ben onları, yerden-topraktan yarattım, oraya geri çeviriyorum, tekrar oradan çıkaracağım' buyurur. Bunun üzerine onun ruhu kabirdeki bedenine iade edilir, yani yeniden diriltilir ve ona iki melek gelip yanına oturur. 'Rabbin kim?' diye sorarlar. O, 'Rabbim Allah!' der. 'Dinin nedir?' diye sorarlar, o, 'Dinim İslâm!' der. 'Size peygamber olarak gönderilen kim?' diye sorarlar, o, ‘Rasûlullah!' der. 'Bilgin nedir?' derler, o, 'Allah'ın kitabını okudum, ona inandım ve onun doğru olduğunu kabul ettim' der. Bunun üzerine gökten bir ses, 'Kulum doğru söyledi. Binâenaleyh onun için cennetten bir döşek serin, ona cennetten bir elbise giydirin ve ona cennetten bir kapı açın!' der.

 

Böylece cennetin esintisi ve güzel kokusu ona gelir, kabri göz alabildiğine genişletilir. Derken yanına güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokulu bir adam gelir ve der ki: 'Seni sevindirecek şeylerle müjdelen, yani müjdeler olsun, sevineceğin şeylere ulaşacaksın. İşte bu, vaad olunduğun gündür.' Ona, 'Sen kimsin? Yüzün, uğur getiren bir yüz' diye sorar. O, 'Ben senin sâlih amelinim' der. Kul o anda, 'Ey Rabbim! Kıyâmeti hemen kopar, kıyâmeti hemen kopar ki aileme ve malıma, yani benim için cennette hazırladığın evlere ve yüce makamlara kavuşayım' der.

 

Dünyadan ayrılıp, âhirete gitme zamanı geldiğinde, kâfir kula da gökten, beraberlerinde kalın ve sert kumaşlar bulunan siyah yüzlü melekler gelirler ve gözünün göreceği yere otururlar. Sonra Azrâil yaklaşıp başucuna oturur ve 'Ey pis can, haydi Allah'ın kızgınlığına ve gazabına çık gel!' der. Böylece o can, bedeninden ayrılır. Azrâil, onu, çok parçalı bir şişi ıslak yünden çekip kopardığı gibi çeker çıkarır. Onu aldığı zaman, elinde bir an bile tutmadan hemen o sert ve kalın kumaşa sarar. O zaman ondan, yeryüzünde bulunan leş kokularının en kötüsüne benzer bir koku çıkar. Melekler onunla beraber yükselirler ve uğradıkları her melek topluluğu: 'Bu pis ruh kimdir?' diye sorarlar. Onlar, hayatta iken insanların ona verdiği en çirkin ismini kullanarak derler ki: 'Bu, falan oğlu falandır.' Böylece birinci göğe gelinir ve kapının açılmasını isterler, ama ona göğün kapısı açılmaz. Allah Teâlâ, 'Onun kitabını en aşağı yer tabakasındaki "siccîn"e yazın!' der. Böylece onun ruhu aşağılara atılır. Derken cesedine döndürülür ve iki melek gelip yanına oturur ve ona, 'Rabbin kim?' diye sorarlar, o, 'Haa, haa. Bilmiyorum' der. Ona, 'dinin nedir?' diye sorarlar, o, 'haa, haa… bilmiyorum' der. 'Size peygamber olarak gönderilen kimdir?' derler, o, 'haa, haa… bilmiyorum' der.

 

Bunun üzerine gökten bir ses, 'O kulum yalan söylüyor. Dolayısıyla ona ateşten bir döşek hazırlayın ve cehennemden bir kapı açın!' der. Böylece ona cehennemin sıcaklığı ve zehirli yakıcılığı gelir; kabri de, kaburgalarını birbirine geçirecek kadar daraltılır. Derken çirkin yüzlü, kötü elbiseli ve pis kokulu bir adam gelir ve ona, 'Hoşuna gitmeyen şeyleri sana müjdelerim! İşte bu, tehdit olunduğun gündür' der. O, 'Sen kimsin? Suratından şer akıyor' diye sorar. O, 'Ben senin kötü işlerinim' der. Bunun üzerine o kul, kabrine açılan kapıdan, cehennemde kendisi için hazırlanmış gördüğü azaptan korkarak 'Ey Rabbim, kıyâmeti koparma!' der..." [111]

Bu uzun hadis-i şerif, ayrıca Ebû Dâvud'un ve İbn Mâce'nin Sünenlerinde; İbn Kesir'in Tefsirinde yer almakta, hasen bir hadis kabul edilmekte, delil kabul edilen güvenilir râviler tarafından rivâyet edildiği bildirilmektedir. Görüldüğü gibi bu hadiste, ölüm meleği ve yardımcılarının yanı sıra, kabirde insanı ilk hesaba çeken iki melekten bahsedilmektedir. Kur'an'da bu iki melekten bahsedilmese de, bu hadis dışında sahih birçok hadiste kabirdeki bu meleklerden bahsedilmiştir.

Hem Buhârî, hem de Müslim'in Sahihlerinde yer alan bir hadiste, Rasûlullah şöyle buyurur: "Kul kabrine konup da ailesi ve arkadaşları onu orada bırakıp gittikleri ve o kul, çekip gidenlerin ayak seslerini duyduğu zaman, iki melek gelip onu oturturlar ve derler ki: 'Sen şu zat, yani Muhammed (s.a.s.) hakkında ne der idin?' O kişi mü'min ise, 'Şehâdet ederim ki O, Allah'ın kulu ve peygamberidir' der. Bunun üzerine ona, 'cehennemdeki şu yerine bak! İşte onu, cennetten bir yer ile değiştiriyoruz' , yani 'Eğer sen mü'min olup da bu soruya doğru cevap veremeseydin, o cehennemdeki yere girecektin' denilir. Mü'min, bunların her ikisini de görür. Ama kabre konan kişi münâfık ve kâfir ise, ona, 'Sen şu zat hakkında ne der idin?' denildiğinde, ‘bilmiyorum, insanlar ne derlerse ben de onu derdim' cevabını verir. Bunun üzerine, 'Ne bildin, ne de uydun!' denilip, ona demirden bir topuz ile öyle bir vurulur ki, insan ve cinlerden başka bütün varlıkların duyduğu bir çığlık atar."[112] Bu konuyla ilgili bir diğer hadiste bu iki melekten birinin adının "Münker"; diğerininse "Nekir" olduğu bildirilmiştir. [113]

Anlaşılıyor ki Allah Teâlâ'nın, her işle görevlendirdiği çeşit çeşit melekleri bulunmaktadır ve Kur'an da bunların sadece bir kısmından bahsetmiştir; bir kısmını peygamberine ayrıca bildirmiş ve dolayısıyla o da hadislerinde bize bildirmiştir. Elbette bunların dışında da kim bilir daha nice melekler vardır. 

           

Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?

Bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük melek dâhil tüm meleklerden efdal; yani Allah katında dereceleri daha yüksek ve daha faziletlidir. İnsanlardan takvâ sahibi olan mü’minler de, meleklerin rasulleri hâriç tamamından daha faziletli, dereceleri daha yüksek sayılmıştır. Çünkü melekler, yaratılış bakımından günah işleyemezler. Allah'a itaat ve ibâdet etmek onlar için fıtrî ve zorunludur. Onları böyle olmaktan alıkoyacak hiçbir iç ve dış tesir yoktur. Hâlbuki insan, akıl ve nefis sahibi olup, her türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün menfî engelleri aşar, Allah'a itaatli ve takvâ sahibi bir kul olursa, elbette meleklerden daha faziletli olur.   

     

 

Gayba ve Meleklere İman

Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.[114] Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam;  melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar; Bunlara karşı gözlerini yumamazlar. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik.’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.

Mü’minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden, hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız. O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki otları her şeye tercih eder. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden daha başka varlıklar da mevcuttur; ki biz bunları görmeden sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.

İnsan aklının bilinmeyen âlemleri/evrenleri idrâk edememesi, onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (doğru habere) bırakmasıdır. Mü’min, öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lâzımdır. Fakat eskiden olduğu gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek, insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek istemektedirler. Mü’min, sadece meleklere değil, gaybî olan ne varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde iman eder. “Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” [115]

 

                                              

Melek İnancının Etkileri

İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak irâde sahibi bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan olmak”[116] şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce kullanmasını sağlayan mânevî menajerlerle (yardımcı, düzenleyici) karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır. İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu, meleklerin telkin ve teşviklerine göre hareket edip mevcut yeteneklerini bu yönde yükseltmesi gerektiğini kabul etmesi, Allah’ın görevlendirdiği meleklerin kendisini daima gözetlediğini ve yaptıklarını kaydettiklerini unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere imanı öne çıkarmak,[117] tâğutu inkâr edip Allah'a iman edenin sağlam bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle[118] şeytanın varlığını ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere kulak vermeyi öngörmüştür.

“Onu (insanı), önünden ve ardından izleyiciler vardır; Onu Allah’ın emrinden (kazalarından, belâlarından ve musîbetlerinden) korurlar.”[119] Gerçekten de insan, risklerle ve tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaktadır. Bunlara, ayrıca kötülüklerin karşılığı olarak Allah’tan her an gelebilecek intikam darbelerinin ihtimallerini de ekleyecek olursak, onun, yaşadığı yıllar boyu ne büyük bir mânevî koruma altında bulunduğunu kestirebiliriz. Bu girift olayın içyüzünü daha derinlemesine bilmek bizim için mümkün değildir.

 

Ancak bu kadarıyla bile Rabbimizin bizi ne çetin bir sınavdan geçirdiğini, bizzat hayatımıza karşı yaratmış bulunduğu tehlikelerin bile gelip bizi bulmasına melekleri engel yaparak bu sınavda bize nasıl süre tanıdığını bu âyetlerden ibretle öğreniyoruz. Doğrusu bu bize bir İlâhî lutuf ve bir müjde olsa gerektir. Dolayısıyla insanın, bu hârika nöbetçilerini her zaman hatırlayarak özellikle kuytu köşelerde, zifiri karanlıklarda ve tehlikelerle burun buruna olduğu anlarda onların kendisini korumaya devam etmeleri için Allah'a dilekte bulunması, Allah’ın izniyle belâların bertaraf olmasına bir vesile oluşturabilir. Bu, aynı zamanda insanın, Rabbiyle olan irtibatının güçlülüğünü ve sürekliliğini kanıtlamış olur. Kur’an’da “Kesinlikle üzerinizde koruyucular vardır. Onlar değerli yazıcılardır. Yaptığınız her şeyi bilirler.”[120] diye kendilerinden söz edilen melekler vardır ki, bunlar söylediğimiz her sözü yazarlar. Dolayısıyla insanoğlunun havada kaybolup giden tek kelimesi bile yoktur.

Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı, açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu görünmeyen cepheyi melekler ordusu oluşturmaktadır. Mü’min olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de bu gerçeğe inanmaktır. Dolayısıyla meleklere inanmamak, Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve âhiret gününe inanmamakla eş değerdedir.

Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.   

           

                             

Melekler Hakkında Düzeltilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar

Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı. İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı, tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir. Mü’min, meleklerin dişi veya erkek olmadığına inandığı gibi, o meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiçbir yetkiye sahip bulunmadığına da inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım istemek, yani onlara duâ etmek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın yaratılışında Allah, onları Âdem’in (a.s.) önünde secde ettirdi. Ve Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahlûktan yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?

 

Meleklerin erkeklik ya da dişilik gibi bir özellikleri sözkonusu değildir. Buna rağmen câhiliyye döneminde meleklerin dişi olduğu ileri sürülüyor, hatta onlara -hâşâ- Allah’ın kızları deniliyordu. Allah, bu yakışıksız isnadları şu âyetlerle reddetmiştir: “Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi sayıyorlar. Yoksa nasıl yaratıldıklarını mı gördüler?! Bu (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve onlar sorgulanacaklardır.”[121]; “Şimdi de sor onlara: ‘Rabbine kızlar da onlara oğlanlar mı?!”[122] Günümüzde de batılılardan esinlenerek melekleri bayan gibi düşünen, kızlarına “Melek” ismi veren, güzel bir bayanın meleğe benzediğine dair şiirler yazıp söyleyen, şarkılar mırıldanan insanlara rastlayabilmekteyiz. Bunlar, İslâm itikadı açısından çok vahim manzaralardır.

Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında âdeta korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir, hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı, bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit ödünç olarak verdiği bir emanetidir. Emanet, bir gün gelir, asıl sahibine iade edilir. Her nefis, ölümü tadacak, her emanet sahibini bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır. Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle, Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine olsun.

Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle mâkul olsa bile; günümüzün baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte olduğunu vurgulamak gerekmektedir.  

 

Melek Konusuyla İlgili Ayet-i Kerimeler  

  • Melek, Tesniyesi Melekeyn ve Çoğulu Melâike Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 88 Yerde): 2/Bakara, 30, 31, 34, 98, 102, 161, 177, 210, 248, 285; 3/Âl-i İmrân, 18, 39, 42, 45, 80, 87, 124, 125; 4/Nisâ, 97, 136, 166, 172; 6/En’âm, 8, 8, 9, 50, 93, 111, 158; 7/A’râf, 11, 20; 8/Enfâl, 9, 12, 50; 11/Hûd, 12, 31; 12/Yûsuf, 31; 13/Ra’d, 13, 23; 15/Hıcr, 7, 8, 28, 30; 16/Nahl, 2, 28, 32, 33, 49; 17/İsrâ, 40, 61, 92, 95, 95; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 21/Enbiyâ, 103; 22/Hacc, 75; 23/Mü’minûn, 24; 25/Furkan, 7, 21, 22, 25; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 43, 56; 34/Sebe’, 40; 35/Fâtır, 1; 37/Sâffât, 150; 38/Sâd, 71, 73; 39/Zümer, 75; 41/Fussılet, 14, 30; 42/Şûrâ, 5; 43/Zuhruf, 19, 53, 60; 47/Muhammed, 27; 53/Necm, 26, 27; 66/Tahrîm, 4, 6; 69/Haakka, 17; 70/Meâric, 4; 74/Müddessir, 31; 78/Nebe’, 38; 89/Fecr, 22; 97/Kadr, 4.
  • Meleklere İman Etmekle İlgili Âyetler
  • Meleklere İman Etmek: Bakara, 97-98, 177, 285.
  • Meleklere Düşmanlık Edenler: Bakara, 97-98.
  • Melekleri İnkâr: Nisa, 136.
  • Meleklerin Mâhiyeti
  • Melekler ve Yaratılışları: Bakara, 30, 32; 34, 255; Al-i İmran, 39; En’am, 93; Ra’d, 11; Enbiya, 22, 26; Hacc, 75; Furkan, 25, 59; Fâtır, 1; Zümer, 76; Mü’min, 15; Zuhruf, 16-17; Hadîd, 4; Kalem, 1; Meâric, 3-4; Müddessir, 31; Mürselât, 1-6; Tekvir, 20-21. 23.
  • Melekler, Allah’ın Kuludurlar: Enbiya, 23.
  • Meleklerin Erkeklik ve Dişilikleri Yoktur: Zuhruf, 19; Necm, 27-28.
  • Meleklerin Kanatları: Fâtır, 1.
  • Mele-i A’lâ: Saffat, 8-9, Sâd, 69, Nebe’, 38.
  • Meleklerin Makamları: Saffat, 164; Mü’min, 7.
  • Meleklerin Yaptıkları İşler
  • Melekler, Savaşta Mü’minlere Yardım Eder: Al-i İmran, 123-126; Enfal, 9-13, 50; Tevbe, 25-26; Ahzab, 9; Feth, 4, 7.
  • Melekler, İnsanların Amellerini Yazarlar: En’am, 61; Kaf, 17-18; İnfitar, 10-11.
  • Melekler, Allah’ı Zikrederler: A’raf, 206; Nahl, 49-50; Enbiya, 19-20; Saffat, 165-166; Mü’min, 7; Fussılet, 38; Şûrâ, 5.
  • Melekler, Allah'a İtaat Ederler: Enbiya, 27-28.
  • Melekler, Peygamber’e Salevat Getirirler: Ahzab, 56.
  • İnsanı Gözetleyen Melekler Vardır: Târık, 1-4.
  • Melekler, İş Bölümü İle Görev Yaparlar: Zâriyat, 4.
  • Meleklerin Mü’minler İçin Duaları: Mü’min, 7-9; Şûrâ, 5.
  • Meleklerin Şefaati: Enbiya, 28; Sebe’, 23; Necm, 26.
  • Büyük Melekler
  • Cebrail İle İlgili Ayetler: Bakara, 87, 253; Nisa, 171; Maide, 110; Nahl, 2, 102; İsra, 85; Meryem, 17, 19; Enbiya, 91; Şuarâ, 193; Mü’min, 15; Şûrâ, 193; Mü’min, 15; Şûrâ, 52; Necm, 5-6.
  • Kur’an’ı Cebrail İndirmiştir: Bakara, 97; Nahl, 102; Şuarâ, 193-194; Tekvir, 15-24.
  • Kur’an’ı Peygamber’e Cebrail Öğretmiştir: Necm, 5.
  • Cebrail’in Peygamber’e Görünerek Vahiy Getirmesi: Necm, 6-15.
  • Cebrail’e Ruhu’l-Emin Denilmesi: Şuarâ, 193; Nebe’, 38.
  • Cebrail’in Görünüşü Güzeldir: Necm, 6.
  • Cebrail, Allah Yanında Şereflidir: Tekvir, 19-21.
  • Cebrail’e Düşmanlık Edenler: Bakara, 97.
  • Azrail, Eceli Gelenlerin Ruhlarını Alır: En’am, 61; Nâziât, 1-4.
  • Mikâil, Tabiat Olaylarını İdare Eder: Nâziât, 5.
  • (İsrâfil) Sûrun Üfürülmesi: En’am, 73; Kehf, 99; Tâhâ, 102; Mü’minun, 101; Neml, 87; Yasin, 49-51; Zümer, 68; Kaf, 20, 41-43; Hakka, 13-15; Müddessir, 8; Nebe’, 18.

                                  

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

  1. Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lutfullah Cebeci, Şûle Y. s. 1-183
  2. Kur'an-ı Kerim'e Göre Melekler, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
  3. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 126-132
  4. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. (Al i Erbaş, M. Sait Özervarlı), c. 29, s. 37-42
  5. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c, 13, s. 155-224
  6. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 260-271
  7. Mefâtihu'l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, c. 2, s. 231-262; 342- 382
  8. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 260-265
  9. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 276-288
  10. El-Melâike, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
  11. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 125-134
  12. Melek Girmeyen Evler, Ebû Huzeyfe İbrahim, Uysal Kitabevi Y.
  13. Meleklere İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
  14. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 121-129
  15. Kur'an'da Anlamı Kapalı Ayetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 213-224
  16. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh/Yeni Ufuklar Y.
  17. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153
  18. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 197-209
  19. İslam'da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. s. 231-250
  20. İslam'ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 77-86
  21. İslam'da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dâvâ-Çağ Y. s. 135-143
  22. İslam'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 235-248
  23. İslam Akaidi, A. Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 91-113
  24. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y., s. 132-1

 

 

 

 

CİN  

 

 

  • Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
  • Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
  • Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
  • Cin Sûresi
  • Cinnet/Cünûn
  • Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
  • İfrît, Peri
  • Gûl ve Gûlyabaniler
  • Nazar Değmesi
  • Sihir/Büyü
  • Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
  • Tütsüleme inancı
  • Rukye İnancı
  • Muskalar (Temâim)

“(Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimize asla şirk/ortak koşmayacağız.” [123]

 

Cinn; Anlam ve Mâhiyeti

Cin Kelimesinin Lügat ve Terim Anlamı: “Cin” ismi, Arapça “cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır. Nitekim toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan, göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme anlamı vardır. Gizlenmek, gizli kalmak, gözle görülmeyen gizli kuvvetler anlamına gelen cin, bu esasa göre, izli yaratıklar cinsine delâlet eden bir cins isimdir.

Cinlere gizlendiklerinden dolayı cin adı verilmiştir. Çünkü “ictinas” gizlenmek anlamındadır. Cennet de ehlini ağaçlarıyla gizlediğinden bu adı almıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de cinn, cânn ve cinnet adlarıyla anılmışlardır. Erkeklerine cinnî, dişilerine ise cinniyye adı verilir. Cinlerin bir tek ferdine "cinnî" denir. "cânn" kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve ifrit cinlerin değişik türleridir.

İslâm'dan önce Arabistan'da cinler, çölün "satyre" ve "nymphe"leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bey'ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,[124] onları Allah'ın ortakları mertebesine çıkarırlar[125] ve onlardan yardım dilerlerdi.[126]

Cinin varlığı Kur'an ve sünnet ile sabittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde yüksek mertebe sahibi kimseler)'nın gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır. Melekler Allah'a itaatten asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ'nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur'an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler.[127]

Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve ger­çek­ler konu­sunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kay­nağı­mız Kur'ân-ı Kerim'dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyu­muzla asla algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyum­sar gibi oldu­ğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sayesinde insana ulaşmıştır.

Kur'ân-ı Kerim'de “Cin” kelimesi 22 kez, “Cinler” demek olan (cinin çoğulu) “Cânn” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan “Cinneh” kelimesi de 10 kez geçmektedir. Bu âyetlerde cinler hak­kında verilen bil­giler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir kısmı ilginçtir. Bu bil­gileri şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebi­le­cek özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir) ateşten yaratılmışlardır.[128] Âyette “Nâru’s-Semûm” olarak adlandırılan bu ateşin radyoaktif bir madde olabileceği akla gelmektedir. Ancak her radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vü­cudu (biyolojik özellikleri içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan be­denini oluşturan et, kan ve kemik gibi unsurların hiç biri cinsinden değil­dir. Binaenaleyh denebilir ki ilâhî bir sistemle mey­dana gelmiş olan bu dö­nü­şümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır. Bir karşılaş­tırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebili­riz. Yani cinler de büyük olasılıkla mev­cut özellikleri içinde radyoaktif madde de­ğildirler. Ancak yaratılmış ol­duk­ları temel madde “Nar'is-Semûm” dur. Çünkü cinlerle haşir neşir olan insanlar vardır ki arala­rında süren sıkı ilişkilere rağmen bu kimseler ne kav­rulmakta, ne de zehirlenmektedir­ler. Ayrıca kötülük yapmış ve suç iş­lemiş cinlerin de cehenneme girecek­leri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur'ân-ı Kerim'de ifade edilmiştir.[129] Bu da onların mevcut bedenleriyle ateş olmadıklarını kanıtlamaktadır.

2- Allah (c.c.)'ın gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan ve cin­ler­den şeytanların bulunduğu, Kur'ân-ı Kerim'de haber verilmek­tedir.[130] Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde: Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün bu nitelikler an­cak akıl ve bilinçle bir­likte söz konusu olabilir. Âyetten çıkarılan bu so­nuç ise cinlerin de aynen insan­lar gibi akıllı ve bilinçli olduklarını ka­nıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk et­sinler diye yarattım.”[131] mealin­deki âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez. Kur'ân-ı Kerim'de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin daha başka kanıt­lar da var­dır.

 

3- Cinlerden bir grubun Kur'ân dinledikleri, hatta o sırada birbirle­rine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine Kur'ân-ı Kerim'de anlatılmak­tadır.[132] Bundan anlaşılıyor ki cinlerin de mü’minleri ve kâfirleri vardır. Elbett ki buna bağlı olarak iyileri ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi'nin 11-15. âyetlerinde bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler saye­sinde cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlu­larının ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz. 

4- Kur'ân-ı Kerim'de cinlerden peygamber gönderildiğine ilişkin her­hangi bir bilgiye rastlamıyoruz. Bilakis mü’min cinlerin, insan cin­sinden gönderilen Allah Elçileri'ne bağlandıkları Kur'ân'ın verdiği ha­berler ara­sındadır. Nitekim Sebe' Sûresi'nin 12 inci âyet-i Kerimesi'nde Allah Teâlâ bu konuda bizi şöyle aydınlatmaktadır: “Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı da Süleyman'ın buyruğuna verdik ve O'na katran kaynağını akıttık. Rabb'inin izniyle cinlerden kimseler O'nun huzurunda çalışırdı. Onlardan, kim em­rimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.”

5- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler "...Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.".[133] Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sayesinde insanla­rın yapa­maya­cağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin, çok uzak mesa­felere anında ulaşır­lar. [134]

Cinlerin gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gizliyi, Allah'dan ve O'nun haberdar ettiği kimselerden başkası bilemez.[135] Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli şeyleri öğren­diklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:

Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki dü­şünce ve inançlar, Allah'dan başka ne insan, ne de cin tarafından asla biline­mez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye ge­lince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve araç kullan­makla gizli bir maddeyi, bir rezervi, ya da bir bilgiyi elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu varki cin, yapısı itiba­riyle daha seri ve daha esnek­tir. Bu sayede insanın giremediği dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir; Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elve­rişsiz arazilere ulaşabilir. Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine, diledi­ğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri şeyi yapabile­ceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla ilişki kuranlar, başta stratejik merkezler, devlet arşivleri, hazi­neler, borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve insanlı­ğın nizam ve düzenini altüst ede­cek, dünyayı oyuncak haline getirecek­lerdi. Cinler gerçekten aramızda do­laşıyor olsalar bile onların da mut­lak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar ve kurallar, ya da asla aşamayacak­ları doğal engeller vardır.

 

6- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.[136] Ancak nasıl yaşadık­la­rını ve nasıl çoğaldıklarını bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını ileri sürenlere inanmak güçtür. Fakat insanlarla sıkı ilişki içinde olduk­ları bir gerçektir. Özellikle Allah'ın emir ve yasaklarına uymayan insan­ların he­men hepsi de şeytanların etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin, ahlâksız, suçlu ve günahkârlarıdır. Bunu Kur'ân-ı Kerim de doğrulamak­tadır. Ezcümle En’âm Sûresi'nin 128'inci âyet-i kerimesi'nde: Allah Teâlâ'nın, bütün cinleri ve insanları bir araya toplayacağı kıyamet gü­nünde cinlere, birçok insanları elde ettiklerini açık­layacağı ifade edilmek­tedir. Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran insanların da “Ey Rabbimiz! -gerçekten- karşı­lıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz.” diye itirafta bulunacakları, o sırada Allah Teâlâ'nın da: “(öyle ise) Durağınız ateştir!” diyeceği anlatılmaktadır.

Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından sıy­rılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin, te­ca­vüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları ihtimali var­dır.[137]

 

Cinlerin Varlıkları ve Bunun Delilleri: Cinlerin varlıkları Kitap ve Sünnetle sâbittir.

1) Kitaptan Delili: Cin sûresine ek olarak, Kur’ân-ıKerim’in birçok yerinde onlardan bahsetmiştir. Onlardan birkaçı:

"Ben cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım."[138]

"Hani cinlerden bir grubu Kur’ân-ıdinlemeleri için sana yöneltmiştik."[139]

2) Sünnetten Delili: Sünnet-i Nebeviye’de de cinlerin varlıklarını isbat eden ve onlardan haber veren birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan bir kaçı:

"Rasûlullah (s.a.s.) ashâbından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına gitmeğe kastederek yola çıktılar. O tarihte şeytanlara gökten haber almak yasaklanmış; üzerlerine göktaşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara: "Size ne oldu?" demişler. Şeytanlar: "Semadan haber almaktan men edildik. Üzerimize göktaşları gönderildi." diye cevap vermişler. Kavimleri: "Bu mutlaka yeni meydana gelmiş birşeyden olacak. Siz hemen yeryüzünün doğusunu batısını dolaşın da bakın semadan haber almamıza mâni olan bu şey nedir?" demişler. Tıhame taraflarını tutan takım Ukaz panayırına gitmekte olan peygamber (s.a.s.) Nahle denilen yerde ashâbına sabah namazını kıldırırken onun yanına uğramışlar. Cinler Kur’an’ı işitince onu dinlemişler ve (birbirlerine) semadan haber almanızı engelleyen işte budur." demişler. Sonra kavimlerine dönerek: "Ey kavmimiz! Biz doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi şirk koşmayacağız." demişler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Peygamberimize (s.a.s.): "De ki: Bana cinlerden bir takımının (okuduğu) Kur’an’la dinledikleri vahiy olundu." âyetini inzâl etti. [140]

 

Cinlerin Mükellef Oluşu: Cinler de dünya ve âhiret ahkâmı itibariyle insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir. Cinlerin peygamberleri de insanlardandır.

 

"Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." [141]

 

"Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, âyetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?" [142]

 

"Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah'ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O'na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi'ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz." [143]

"Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını Kur'an dinlesinler diye sana sevketmiştik. Onlar (Peygamber'in huzurunda) Kur'an dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): "Susunuz (dinleyiniz)" dediler. Kur'an okunması bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey kavmimiz, dediler: Biz bir kitap dinledik. Mûsâ'dan sonra indirilmiş. O, kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor. Ey kavmimiz, Allah'ın dâvetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azaptan korusun ve her kim Allah'ın dâvetçisi (Peygamberi)ne icabet eylemezse arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler." [144]

 

“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"[145]

Bu âyetler her iki varlığın yaratılış gayesinin Allah’a ibâdette bulunmak olduğunu ve âhirette sorumlu tutulacaklarını bildirir. Bu âyette bulunan peygamberlerden anlaşılacağı üzere, hiç olmazsa insanlara gönderilen peygamberler vasıtasıyla, Allah’ın emirleri onlara da tebliğ edilmiştir. Peygamber efendimizin de bu tebliği onlara yaptığı âyet ve hadislerden açıkça anlaşılmaktadır. Bu sebeple peygamberimize Rasûlü’s-sekaleyn yani insan ve cinlerin peygamberi denilir.

Peygamberimizi Kur’an okurken dinleyen bir kısım cinlerin, kavimlerine vardıklarında şu sözleri söyledikleri haber verilir: "Biz hakiki hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize bundan sonra hiç bir şeyi asla ortak tutmayacağız."[146] Bir başka âyet-i kerimede, peygamber efendimizi dinleyen cinlerin bir kısmının salih müslümanlar olduğu, bir kısmının böyle olmadığını söyledikleri beyan edilir. "Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman olanlar, işte onlar doğru yolu arayıp bulanlardır. Zulmedenlere gelince onlar da cehenneme odun oldular."[147]

İmam müslim’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerif’in meali şöyledir: İbn Mesud diyor ki: "Bir gece Rasûlullah ile beraberdik, derken aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık, bulamadık. Bu yüzden bütün geceyi endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabaha erdik. Bir de baktık ki o Hira’dan geliyor. Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik, aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Şöyle buyurdu: "Bana cinden dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim, onlara Kur’an okudum." [148]

Cinlerin mü’min olanları mü’minlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemdedir.

 

Cinler Gaybı Bilebilirler mi? Cinler gaybı bilemezler. Çünkü gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden bazı seçkin kullarına bunun bilgisini verebilir: “...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”[149] “...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” [150]

Bazı sihirbaz ve büyücüler, cinlerin kâfir olanlarını kullanarak kendilerine has bir yolla sihir ve büyü yaparlar. Sihir ve büyü yapmak İslâm’a göre haramdır, büyük günahlardandır.

 

Rasûlullah Cinleri Gördü mü? Hadis râvileri Rasûlullah’ın (s.a.s.), cin'i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler. Müslim'de, Abdullah İbn Mes'ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Peygamber Efendimiz cinni'lerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad etmiştir. Buhârî ve Müslim'in, İbn Abbas'tan rivâyetlerine göre ise, Hz. Peygamber ashâbıyla "Ukaz" panayırına giderken "Nahle"de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur'an dinlemiş ve müslüman olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber Efendimize Cin sûresinin ilk âyetlerinde haber vermiştir. [151]

Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlar: İbn Abbas'ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş; onların Kur'an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hak daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn Mes'ud'un rivâyet ettiği olay farklıdır. Nitekim İbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir: "Bir gece Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. "Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti." şöyle buyurdu: "Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur'an okudum." [152]

 

Cinlerin Yaratılışları, Özellikleri ve Mâhiyetleri: Cinler insanlar gibi mükellef ve akıllı yaratıklardır. Fakat insan yapısından farklıdırlar. Duyu organlarıyla anlaşılmazlar. Tabiatları üzere ve gerçek şekilleriyle görünmezler.

Cinler insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur’ân-ı Kerîm'de çok zehirli, dumansız alevli bir ateşten yaratıldıkları haber verilir: "Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık." [153]

Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır. “İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kişilere (ricâle) sığınırlar…”[154] âyeti bunu ifade eder. Cinler de insanlar gibi evlenirler, çoğalırlar, zürriyetleri de olur, yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Cinler de mükellef olup insanlar gibi Allah'ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar:

Cinlerin yaratılışları türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye elverişlidir. Nitekim Kur'an'da ifade olunduğuna göre,[155] Hz. Süleyman Belkıs'ın tahtını Yemen'den getirmek isteyince, bir cin, daha sen makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim herhalde buna yetecek gücüm var demiştir. Süleyman (a.s.) Kudüs'te, getirilecek taht Yemen'deydi. Onu bir saniyede getirmek büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Aslında görünmeyen cinnin Hz. Süleyman’la karşılıklı konuşması ise onun gözle görülebilecek bir sûrete girdiğini ifade eder. Süleyman peygamber, cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır. Cinler bir keresinde Süleyman’a (a.s.) mahkûm olmuşlardı. "Süleyman (a.s.)'ın önünde, Rabbı'nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık. Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı." [156]

Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı, kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ıKerim onların da kitabıdır, onlar da Kur’ân-ıKerim’i dinlerler. “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”[157] “(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbımıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah'a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” [158]

 

Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri: İnsanları aldatarak, küfre ve sapıklığa yöneltmeğe ve onların ahlakını bozmaya çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır. [159]

Eskiden müşrikler, ilahî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani, şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir sandıkları esrarengiz ruhanî yaratıkları ilah kabul ederek, onlara tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler, câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar olan cin ve şeytanları Allah'a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar uydururlardı.

Bazı insanların zannettiği gibi cinler ve şeytanlar, ne göklere yükselirler, ne İlahî sırları kulak hırsızlığı yapıp öğrenerek yeryüzüne inerler. Bu, onların ne görevidir, ne de buna güçleri yeter. Bununla birlikte, insanların görmediği ve bilmediği bir çok manevî ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilasına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi ilahî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah'a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar ve istilalarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ıKerim’in nuru onları yakar.  

 

Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir: Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları Kur’an’la sabittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz. Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak, muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.

Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı, aynı sebepten, varlığı şer’an sabit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat bizim her bünyeyi görmemiz zaruri olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir.

Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın ilahî kudretini ve evrenin kapladığı alanı bilmemekten başka bir şey değildir.         

 

Şeytan-Cin İlişkisi: Şeytan da cinlerdendir. Allahu Teâlâ kendisini Hz. Adem’e (a.s.) secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan ise, kendisinin ateşten, Adem'in topraktan yaratıldığını ileri sürerek secde etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden kovmuş o da kâfir olmuştur.[160] Şeytanların atası ve âmiri durumundaki şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara başvurur. Ondan sakınmak gerekir: "Ey Âdemoğulları, Şeytana tapmayın. Çünkü o sizi Rabbiniz'den ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim mi?"[161] "Şeytan sizin için yaman bir düşmandır. Bu sebeple siz de onu düşman edinin." [162]

Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuşlardır: "Allah sizden her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır." Ashâb: "Size de mi yâ Rasûlallah?" diye sorduklarında, Rasûlullah: "Bana da ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak hayır emrediyor." Buyurdu.[163] Bu hadisten anlaşılıyor ki, şeytan insanı saptırır. Ehl-i Sünnet inancına göre, şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verir. [164]

 

Cinleri Kabul ve Reddedenler: Felsefecilerin çoğu, özellikle İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler. Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat onlardan daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir.

 

Buna karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak mâhiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri; cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise bunların, cevher olduklarını; â'râz ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu cevherleri de mâhiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih ve hayırseverdirler. Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler. Sayılarını ancak Allah bilir.

Bazı fırkalar da cinlerin cisim olmakla beraber, mâhiyetlerinin farklı, sıfatlarının bir olduğunu söylemişlerdir. Sıfatları ise uzayda yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır. Cinler; latif, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar. Hevâî cism-i latîflerin, mâhiyet itibariyle, diğer cisim türlerine benzemesi imkânsız bir olay değildir. Binaenaleyh bunların, kendilerine özgü ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor işleri yapabilir, çeşitli şekillere girebilirler. Bu da Cenâb-ı Allah'ın onlara bu gücü vermesi sayesinde olur. Bazı fırkalar da, cisimlerin mâhiyet itibariyle birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını söylemişlerdir. İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile izleyicileri bu görüştedirler.

Mu'tezile ise bu görüşü ve buna paralel olarak cinlerin varlığını kabul etmemiştir. Bunlar, hayat için bünyenin şart olduğunu, zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir şart olarak ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir. Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap ve sünnet ile sâbit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar. [165]

 

Şeytan ile Cin Hakkında Söylenenler: Zaman zaman şeytan ve cin hususlarında çeşitli sorular sorulup, münâkaşalar yapıldığına şâhit oluruz. Cin ve şeytanı mikrop, bakteri gibi gözle görülmeyen maddî küçük mahlûkatla te'vil etmeye çalışan imanı noksan anlayışlar olduğu gibi, külliyen reddetme cihetine giden münkir imansızlar da vardır. Hemen belirtelim ki, cin ve şeytanı mikrop, bakteri, virüs gibi maddî varlıklarla karşılaştırmak, onlarla izah etmek büyük hatadır, şahsî, beşerî, arzî bir te'vildir, dinî dayanaktan mahrumdur. Yapılan açıklamaların semâvî ve mûteber olabilmesi için Kur'ân veya sünnetten bir dayanağa sahip olması gerekir.

Cin ve şeytanın varlığını inkâr etmek küfürdür. İmanla bağdaşamaz. Mâhiyetleri ile alâkalı açıklamalara gelince, bazı hususlarda nass mevcut ise de, bazı hususlar kapalıdır ve âlimler de farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım merakı izâle edecek kadar bazı açıklamaları kaydediyoruz:

Şeytan kelimesi, "salâh ve hayırdan uzak oldu" manasına gelen şatane fiilinden müştak olduğu kabul edilir. Arap dilinde şer ve kötülükte ileri giderek mensup olduğu sınıfta temayüz eden, benzerlerinin dışına çıkan her şey için kullanılmıştır. Bu sebeple, insan, hayvan vb. görünen mahlûkatın şerirlerine şeytan dendiği gibi, görünmeyen mahlûkatın şerirlerine de şeytan denmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de insanî ve cinnî şeytanlardan muhtelif âyetlerde söz edilmiştir. Hadislerde bir kısım kötülükler de şeytana teşbih edilmiştir. Hz. Ömer (r.a.) Şam'a geldiklerinde bindirildiği bir at, altında çalım yapmaya başlayınca, hemen inmiş ve: "Beni bir şeytana bindirdiniz" buyurmuştur.

Görünmeyen ve insanlara kötü telkînatlarda bulunarak onları azıtan mahluk manasındaki şeytan, cin sınıfındandır. Bir başka ifâdeyle bu mânâda şeytan cinlerin asi takımına denir. Ataları, "Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise topraktan yaratıldı, ateş topraktan üstündür, dolayısıyla ben Âdem'den üstünüm" kuruntusuna düşerek Cenâb-ı Hakk'ın "Âdem'e secde et!" emrine isyan eden iblistir. Âlimler çoğunlukla "Şeytanlar cinlerin âsi ve şer olanlarıdır" demekte müttefiktirler.

Bazılarına göre cinlerin birçok sınıfı vardır: Mutlak zikredilince cins sınıfı kastedilir, insanlarla beraber yaşayan cinnî'ye âmir, çocuklara musallat olan cinnîlere ervâh, bunların habis olanlarına şeytan denilir. Kötülüğü bir derece artarsa mârid, daha da artarsa ifrit denir.

Hadislerde, cin ve şeytan iki ayrı sınıfmış gibi ifâde edilmiştir. Ancak meseleyi yakından tahlil eden muhakkık ulemâ, her ikisinin de esâs itibâriyle bir nev' olduğunu, biri kâfir kalarak şeytan, diğeri iman ederek cin adını aldığını söylemiştir.

İblis'in lügat olarak iblâs kelimesinden geldiği kabul edilmiştir. İblâs hayırdan me'yusiyet, pişmanlık ve mahzuniyet mânâsına gelir. İblis de hayırdan son derece me'yus demektir. Çünkü Cenab-ı Hak, masiyeti sebebiyle bütün hayırdan me’yus, kovulmuş bir şeytan kılmıştır. Şu halde İblis’i de cinnîlerin bir sınıfı kabul etmek gerekmektedir.

Ancak, cinlerin asılları hususunda da ihtilâf edildiğini belirtmemiz gerekir. İbn Abbas’tan (r.a.) yapılan bir rivâyete göre, cinlerle şeytanlar başka başka mahlûklardır. Cinlerin babası Cânn'dır. İçlerinde mü'min ve kâfirleri vardır. Cinler ölürler. Şeytanların atası ise İblis'tir, onlar ölmezler. Zamanı gelince ataları olan İblis'le öleceklerdir.

Cinlerin asıllarıyla ilgili bir ihtilâf, âhirette hallerinin ne olacağı hususuna da sirâyet etmiştir. "Cinler Cânn'ın neslidir" diyenlere göre, onların mü'minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir.

"Cinler İblis'in zürriyetidir" diyenlerden Hasan Basrî'ye göre mü'minleri cennete gidecektir; Mücâhid'e göre mü'minleri de cennete gidemeyecektir. Âhirette onlara tıpkı hayvanlara denildiği gibi, "Toprak olun"  denecektir. İmam Âzam'ın da bu görüşte olduğu söylenmiştir, ancak onun hiçbir beyanda bulunmadığı da söylenmiştir.

Şâfiî, Malik, İbn Ebi Leylâ gibi sâir ulemâ ise iyilerinin mükâfaat, kötülerinin de azab göreceklerini söylemişlerdir. Cinlerin mâhiyetini açıklama sadedinde yukarıda kaydettiğimiz, çeşitlerine dikkat çekildikten sonra: "Nevilerin sayısını Allah Teâlâ'dan başkası bilmez" de denmiştir. Bazıları: "Mâhiyetleri muhtelif cisimlerdir, ancak onları müşterek bir sıfat birleştirir, o da mekânda hâsıl olmaları, uzunluk, genişlik, derinlik gibi üç buuda sahip bulunmaları, lâtif, kesif, ulvî, süflî kısımlarına inkisam etmeleridir" demiştir.

Cinler hakkında ileri sürülen ilâve bir açıklama da şöyledir: "Latif ve hevâî bazı cisimlerin mâhiyet itibariyle diğer cisim nevilerine muhâlif olmaları, onların, insanların mislini yapmaktan âciz olacakları bazı acîb, yahud meşakkatli işler için hususi bir ilme ve kudrete mâlik bulunmaları imkânsız değildir. Onlar muhtelif şekillere bürünebilirler. Bütün bunlar, bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine verdiği kudret sayesindedir."

Cinlerin bu insanüstü gücünden insanların istifâde edebileceğine Kur'ân-ı Kerim'de işaret vardır. Nitekim Hz. Süleyman (aleyhisselam) cinlerden istifade etmiş, emrinde istihdâm etmiş, onları asker olarak,[166] müşâvir olarak[167] kullanmıştır.[168]

İslâm'dan önce Arabistan'da cinler, çölün "satyre" ve "nymphe"leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bey'ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,[169] onları Allah'ın ortakları mertebesine çıkarırlar[170] ve onlardan yardım dilerlerdi. [171]

Cinin varlığı Kur'an ve sünnet ile sâbittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır. Melekler Allah'a itaatten asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ'nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur'an ve sünnetle sâbit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler. [172]

Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, yalnızca insanlar ile çeşitlerini dahi tam bilemediğimiz hayvanlardan ibâret değildir. Uzun yıllar scientisme'i (bilimciliği) savunan ve "gözümüzle görmediğimize inanmayız" diyen aydınlarda garip bir değişim başlamıştır. Son yıllarda, uzayda canlıların bulunduğunu savunmak ve "ufo"ların marifetlerini gündeme getirmek moda hâline gelmiştir: Televizyon kanalları "ufo" olduğu iddia edilen cisimleri yayınlamak için birbirleriyle yarışmaktadır. Bazıları da cinlerin fotoğraflarını çekmek için, sağa-sola koşmaya başlamıştır. Kendi mantıklarına göre "sınır-ötesi" ilân ettikleri ve hayrete düştükleri bir âlemi zorlamaktadırlar.

Gözle görülmeyen varlıkların başında cinler gelir. Cinlerin varlığı kitap ve sünnet ile sabittir. Cinler de (tıpkı insanlar gibi) mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: "Ey cin ve insan topluluğu; size içinizden, âyetlerimi anlatan, hesap gününün geleceğini haber veren ve sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" [173]

Rasûl-i Ekrem'in (s.a.s.), cinleri görüp görmediği konusunda muhaddisler farklı görüştedirler. Müslim'de, Abdullah İbn Mes'ud'dan (r.a.) rivâyete göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) cinnîlerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşâd etmiştir. Buharî ve Müslimin İbn Abbas'tan rivâyetlerine göre ise Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbıyla Ukaz panayırına giderken Nahle'de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur'ân dinlemiş ve müslüman olmuştur. Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlamaktadır: "İbn Abbas'ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda cinni görmemiş, onların Kur'ân dinleyip müslüman olduklarını Cenab-ı Hak daha sonra haber vermiştir. Fakat bu hâdise, İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiği hâdiseden farklıdır. Nitekim İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Bir gece Rasûl-i Ekrem ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vâdilerde, dağlarda aradık, bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. Yâ Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur'ân okudum." [174]

İnsanlarla cinler arasındaki münasebet süreklidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: "Allah sizden her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır." Ashâb: "Siz de mi yâ Rasûlallah?" diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem: "Bana da aynıdır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o bana ancak hayrı söylüyor.".[175] Ehl-i sünnet akidesine göre, şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verebilir. Tarih boyunca, değişik sebeplerle, mecnun (cinlenmiş) diye vasıflandırılan ve aklî melekelerini kullanamayan insanlara rastlanmıştır.

Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, insanlar ile hayvanlardan ibaret değildir. Gözle görülemeyen veya akıl ile idrâk edilemeyen, gaybî varlıklar da vardır. Scientisme'in iflasından sonra, televizyon kanalları (medyumları ön plâna çıkararak) zûlme ve sömürüye vesile olmaya başlamışlardır. Vesvese boyutunu aşan bu macera, birçok aileyi perişan etmektedir. [176]

Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplum­ları gibi peygamberler gönderilmiştir.[177] Cinler son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahyedilen Kur'an'ı da dinlemişlerdir.[178] Bu dinleyiş,  Hz. Peygamber'e vahiy ile bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat gözüyle görmemiştir.[179]

Cinler bazı nebîler tarafından iş ya­pıp değer üretmek üzere çalıştırılmışlardır. Bu çalışma­lar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir: Acaba Kur’ân-ı Kerim'de cin, başka gezegenler­den dünyaya gelen veya gelecek olan varlıkla­rın ortak adı olarak da kullanılıyor mu? Hz. Süleyman'ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren "cin ifriti" ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma[180] bu bakımdan çok dikkat çekicidir.

 

Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak: Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah'a inanan insanın cinlerin hiçbir kötülü­ğünden korkmaması gerekir.[181] Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu ba­hane ederek insanları cin hayalleriyle perişan­lığa iten insan şerirlerinin işidir. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar.[182] Yani, cin tasallutu yoktur, ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu var­dır. Kur'an işte bu ikinci tasalluttan korun­mamızı istiyor.

Peygamberlerin bile her devirde hem insan şeytan­larından hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuş­tur.[183] Bunlar, o elçiler aleyhine birbirle­rine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu kendi aralarında yaparlar, insana musallat olamazlar. Cinler her türden insana vesvese verirler,[184]Yani insanın içine kötü fikirler sokabilirler. Peygam­berler bu vesveselerden, Allah'ın gönderdiği vahiyle kur­tulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sa­yesinde olacaktır. Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup denge­yi bozmaktan kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. Bu yo­lun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenlerse belâdan kurtulamazlar. [185]

 

Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine inanmak: Kur'an bu konuda son derece sert bir uyarıda bulun­maktadır: "Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı."[186] Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye girip on­lardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spiritüalist-medyum vs. kişilerin hangi halde olduklarını iyi dü­şünmek lâzım...

Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektö­rünün en verimli pazarlarından biridir. Bu pa­zarcılığın çok değişik görünümleri vardır. Medyum­luk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık, ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi vitrininde oturmuş, câhil ve duygusal halktan bir grubu başına toplayarak onla­rın ceplerini boşaltmaktadır. [187]

İnsan, tek başına bu kâinatın sakini değildir; onun dışında kâinatı canlandıran ve anlamlandıran başka varlıklar da mevcuttur. O, şuurlu bir bakışla evrendeki bu varlıkları ve sırları anlamaya çalışmalıdır. İşte görünmeyen varlık kategorilerinden birini de cinler oluşturmaktadır. Cinlerin insanlarla müşterek yönleri olsa da onlar ontik temeli insandan farklı, melekle insan arası bir çeşit varlıklardır.

Doğruluğun kesin ve sabit kaynağı olan Kur’an, cinlerin hakikatini ifrat ve tefrite düşmeden beyan etmiş; böylece insanları, onların vehmedilen sultasından kurtarmıştır. Kur’an açısından cinlerin de kendilerine özgü bir varlık yapıları mevcuttur.

Cin telâkkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde mevcut­tur. Eski Asurlular ve Bâbilliler'de kötü ruh ve cinlere inanılırdı. Sâmî kökenli ka­vimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu kabul edilirdi. Eski Mısır'da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılar'da da inıon adı verilen insanüstü varlıklar bulunduğu kabul edilir, bunlar İyi ve kötü ola­rak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılar'da da insanlara zarar verebilen kötü ruhlar te­lâkkisi mevcuttu. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğu, iyilerinin ve kötülerinin olduğu kabul edilirdi. Özellikle taoist rahipleri cinlerin zararlarından korunmak için muska yazar, efsun yaparlar. Hintliler'de de iyi ve kötü cin telâkkisi mevcut­tur. İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesinden gelir. Eski Türkler'de cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler Şaman tarafından hasta beden­lerden uzaklaştırılırdı.

İsrail kültüründe, daha çok İran'ın düalist sisteminin tesiriyle kötü ruh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında ağrı ve felaket veren, kan emen cinlerden söz edilir.[188] Hıristiyan kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir. Yeni Ahid, cinleri putpe­restlerin tanrıları[189] bedensel ve ruhsal hasta­lıkların kaynağı[190] olarak gösterir. Bilhassa XII. Yüzyıl­dan itibaren cin telakkisi hıristiyan sanatının önemli bir teması haline germiştir. Avrupa'da ve daha sonra Amerika'da cadı ve büyücülük büyük ilgi görmüştür.

İslâm'dan önce Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine inanırlar; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı.[191] Câhiliye Araplarının bir kısmı şeytanın şer tanrısı olduğuna inanır, melek­leri Allah'ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı.[192] Kur'ân-ı Kerîm bu bâtıl inançları reddetmiş, cinlerin de insanlar gibi Allah'a kul­luk etmeleri için yaratıldıklarını haber vermiştir.[193] Onlara da pey­gamber gönderilmiş, içlerinden iman edenler olduğu gibi inkâr edenler de olmuş­tur.[194] Hz. Peygamber Kur’an okurken onlar da dinlemişlerdir.[195]

Kur'an-ı Kerîm'de, Hz. Süleyman'la ilgili anlatılanlar dışında, cinlerin insan­larla ilişki kurduğuna, insanlar üzerinde etkili olduğuna, cinci, büyücü gibi bazı ki­şilerin cinlerin etkisini önlediklerine dair hiçbir bilgi yoktur. Bazı âlimler, faiz yi­yenlerin kıyamet gününde mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacağını bildiren âyete[196] dayanarak cinlerin insanları etkileyeceğini ileri sürmüşlerse de bunun temsilî bir anlatım olduğu açıktır. Cinlerin etkisini önlemek için Felâk ve Nâs sûrelerini okumayı tavsiye eden bazı hadisler[197] dolayısıyla da cinlerin insanlar üzerin­de etkili olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu tür hadislerin, aslın­da fizyolojik sebeplerden kaynaklanan bazı hastalıklar veya bunalımlar için psiko­lojik bakımdan bir yatıştırma ve terapi amacı taşıdığı düşünülebilir. [198]

Âlem, görünen ve görünmeyen varlıklardan oluşur. Duyular vasıtasıyla idrâk edilebilen varlıklar âlemine “görünen âlem/âlemü'ş-şehâde” adı verilir. Bu âlem cansız maddî nesneler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan meydana gelir. Ancak görünen âlem bile tümüyle maddî bir dünya değildir; o, maddî yapısının yanında mânevî olanı da içeren bir nitelik taşımaktadır.

Duyular vasıtasıyla idrâk edilemeyen ve insanın bilgi alanı dışında kalan âleme de “görünemeyen âlem/âlemu'l ğayb” denir. Bu âlemi oluşturan varlık kategorilerinin başında, iyi yönelimlerin kişileştirilmiş, kusursuz bir güç ve mükemmellikle donatılmış aktörleri olan meleklerle, kötü güç ve içsel yönelimlerin kişileştirilmiş aktörleri olan cinler gelir. Hemen belirtelim ki âlemin bu şekilde ikiye ayrılması, kozmosun kendi yapısı gereği değil, insana göredir.

Tarih boyunca insanlar, cinlerin varlıkları, mâhiyetleri, iyi veya kötü tesirleri gibi konularda farklı inanç ve anlayışlara sahip olmuşlardır. Ancak burada değinilen inanç ve anlayışların hepsine yer verilmeyecek, sadece İslâm öncesi Arap toplumunun cinlerle ilgili inanç ve anlayışlarına kısaca değinilip konu Kur’an açısından incelenecektir.

Câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar; cinleri, çölde özel bir vadide yaşayan kabileler olarak tasavvur ederler ve bu vadiye “Abgar Vadisi” adını verirlerdi. Cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul eden Araplar, onlarla Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah'a ortak koşarlar ve onlara taparlardı. Yani onlar, görünmeyen ama etkileriyle kendilerini hissettiren bu varlıkları, yaratıcı bir güçle esrarlı bir şekilde donatılmış olarak görürlerdi.

Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, insana özgü fiziksel yapıya sahip olmadıklarından yer ile gökyüzünü birbirinden ayıran sınırları geçen, gaybdan haber veren, gizli olanı bilen ve bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti. İşte Kur’an, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.

Kur’an'a göre, cinler de insanlar gibi Allah'a kulluk etmek için yaratılmışlardır. Bunun için cinler, melekler gibi masum olmayıp insanlar gibi Allah'a iman ve ibâdetle yükümlüdürler. Onlar, bu yönleriyle insana benzerler.

Cinler, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “dumansız ateş–nâr-ı semûm”den yaratılmışlardır. Cinlerin yakıcı ve her şeye nüfuz edici dumansız bir ateşten yaratıldığını bildiren bu tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadeler olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı İslâm âlimleri, cinlerin gayr-i maddi (maddi olmayan) gaybi varlıklar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, ancak biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı ve gizli varlıklardır. Özellikle çağımızda, cinlerin mâhiyetinin dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.

Âyetlerde, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi verilmemiştir. Hz. Peygamber'in bir hadisinde de “Meleklerin nurdan, cinlerin dumansız ateşten, Âdem'in de topraktan yaratıldığı” bildirilmiştir. Ancak cinler, Allah'a ibâdetle yükümlü tutulduklarına göre; onların akıl, irade, şuur ve idrâk gibi güçlere sahip varlıklar oldukları düşünülebilir.

Cinler, cins ve mâhiyet bakımından meleklerden ve insanlardan ayrı yaratıklardır. İnsan için ulaşılmaz olan melekliğe karşı cin, insanın dünyasına daha yakın bir varlık türüdür. Ama buna rağmen cin, yine de insan değildir. Şu halde cin, ontik temeli insandan farklı, fakat melekle insan arası bir çeşit varlık türünü oluşturmaktadır.

Cinler, gaybî varlıklardır. Bu tür varlıklar sadece vahiyle bilinip ispatlanabilir; aynı şekilde onlara, vahyi verilerin teklifiyle inanılır. Kur’an, cinlerin mevcudiyetini açık bir şekilde bildirdiğine göre, cinlerin varlığını inkâr etmemek gerekir. Ne var ki, filozoflardan bazıları, duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemedikleri gerekçesiyle cinlerin varlığını kabul etmemişlerdir.

Kur’an'da belirtildiğine göre, cinler arasında kendilerine teklif edilen dini sorumlulukları yerine getirenler kadar getirmeyenler de vardır. Bu yüzden onların bazıları inkârcı bazıları da mü'mindir. Cinlerin mü'min olmayanlarına cin şeytanları denir. Bunların en önde geleni İblis'tir. O, inkârın, şerrin, fesadın ve her türlü kötülüğün temsilcisidir.

İblis'in nesli, zürriyeti vardır. Âdem insanların atası olduğu gibi İblis de cinlerin atasıdır. Bu yüzden cinler de insanlar gibi yer, içer, kendi aralarında evlenip ürer, çoluk çocuk sahibi olabilirler ve ölürler. Kâfir cinlerin ve onların atası olan İblis'in asıl rolü, insanları aldatarak sapıklığa ve inkâra sevk etmek, insanların dünya sınavında başarısız olmaları için çalışmaktır. Cinlerin doğaları gereği kötü oldukları veya kötüye hizmet etmek için yaratıldıkları söylenemez. Onlar da tıpkı insan gibi Şeytan'ın ayartılarına uyarak isyan ve kötülüğe hizmet etmiş olurlar. Aslına bakılırsa İslâm'a göre hiçbir varlık yaratılıştan kötü değildir. Şeytan bile kötü olarak yaratılmamış, Allah'ın kendisine yaptığı teklifi kibri nedeniyle reddettiği için ilâhi lânete uğramıştır.

Cinlerin, insanlarla çok yönlü münasebetleri vardır. Çünkü bazı âyet ve hadisler, böyle bir ilişkinin olabileceğine işaret etmektedir. Cinlerin inanmışları insanlara yararlı, inkârcıları da zararlı olurlar. Cinler, özellikle kötü niyetli insanların Allah'a isyan niteliği taşıyan eylemlerinde yardım aldıkları varlıklardır. Bu yüzden halk arasında, büyücü veya cinci denen kimselerin insanların kötülüğüne yol açacak şeyleri, cinlerle işbirliği yaparak manipüle etmek sûretiyle başardıklarına inanılır. Aynı şekilde, kâfir cinlerin etkisiyle ortaya çıkan kötü sonuçların önlenmesi için mü'min cinlerle işbirliği yapılması da mümkün görülür. Fakat bu yol da fazla tekin sayılmaz. Bu hususta, Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurmak doğru olmaz.

Cinler, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı onlar da bilemezler. Ayrıca cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahip olduklarından kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir, insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görebilirler.

Kur’an âyetlerinden, cinlere de peygamber gönderildiği anlaşılmaktadır. Ancak, onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, onlar arasında cinlere kendi türünden peygamber geldiğini savunanlar da vardır. Cin ve insan topluluklarına kendi içlerinden peygamberler geldiğine işaret eden âyete bakarak, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden geldiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Muhammed'in insanlarla birlikte cinlere de gönderilmiş bir peygamber olması ve Rasûlü's-sakaleyn ünvanı alması ise, ona has bir meziyet olarak algılanabileceği gibi,[199] bu hususun rivâyetler ötesinde kesin bir delili olmadığından Peygamberimiz’in de diğer peygamberler gibi sadece kendi cinsinden insanlara gönderildiğini, cinlere de cinlerden peygamber gönderildiğini kabul etmenin, Kur’an ruhuna daha yakın olduğu da bir gerçektir.

“Duyularla doğrudan idrâk edilemeyen, insanlar gibi ilâhi buyruklara uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Ayrıca “cin” kelimesi, melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün karşıtı olan ve görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlam da taşır. Şu halde görünmeyen varlık anlamında her melek cindir, fakat her cin melek değildir. Bu yüzden İslâm âlimleri, meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu, cin kelimesinin insan ve melek dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanıldığını söylemişlerdir.

Kuran’da cin kelimesi, çeşitli anlamlara gelmektedir. Bunlardan en çok kullanılanı, “insanın bedensel duygularının kavrayış alanı dışında kalan ruhsal güçler veya varlıklar” anlamıdır. Bu anlam, hem şeytani hem de melekî güçleri ihtiva etmektedir. Çünkü onların tümü, duygularımıza kapalı olan varlıklar veya güçlerdir.

Kuran’da “cin” terimi bazen “duygularımıza kapalı bulunan, ancak kendilerini bize tezahürleriyle duyuran temel tabiat güçlerini” göstermek için de kullanılır. Ayrıca bu kelime, “insanın şeytani güçlerle ilişkisinin sembolik olarak kişileştirilmesine”, yahut “bir insanın esrarlı güçlerin etkisi altına girmesine” de işaret eder. Cin kelimesi birkaç yerde de, “bizatihi görünmez olmayan, ama o zamana kadar hiç görülmeyen ve bilinmeyen varlıkları da ifade eder.” Son olarak cin kelimesi, “Kuran’ın ilk muhataplarının bilincinde derin şekilde nüfuz etmiş bulunan bazı efsaneleri hatırlatmak” maksadıyla da kullanılır. Kuran’ın bu kelimeyi kullanmaktaki asıl amacı, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların, yanlış ve asılsız olduğuna dikkat çekmektir.

Çünkü câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar, cinleri de yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ederlerdi. Onlar, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı.

Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti.

İşte Kuran, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.

Kuran’da yer alan cin konusunun, rasyonel bir tarzda yorumlanması mümkündür. Ama bu, Kuran’ın temel amacı bakımından gerekli değildir. Bu yüzden Kuran cin terimini, onların efsanevi mâhiyetlerini doğrulama ya da yalanlama yönünde bir değerlendirme ortaya koymadan, muhataplarının zihnine her türlü gücün ve üstünlüğün tek sahibinin Allah olduğu fikrini yerleştirmek için bir “ifade aracı” olarak kullanmıştır.

Kuran’da edindiğimiz bilgilere göre, cinler de insanlar gibi Allah’a ibâdet etmeleri için yaratılmışlar, fakat onlar, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten” var edilmişlerdir. Kuran’da varlıkları bildirildiği, akıl da bunu imkânsız görmediği için, cinlerin varlığına inanmak gerekir.

Cinlerin mâhiyetine dair bilgilerin özeti ise şudur: Cinlerin “yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten” yaratıldığını bildiren tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadelerdir. Ancak bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, fakat biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı varlıklardır. Özellikle çağımızda cinlerin mâhiyetinin, dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak, canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de, bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.

Kur’an’da, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Ancak cinler mükellef yaratıklar olduklarına göre, onların şuur, idrâk ve irade gücüne sahip varlıklar olmaları gerekir.

Kuran’daki âyetlerden, cinlere peygamber gönderildiğini de anlıyoruz. Ancak onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden olduğunu kabul etmek de mümkündür. Bize göre de cinlere kendi cinslerinden peygamber gönderildiği görüşü, Kur’an’a daha uygundur.

Cinler, insanlara nispetle daha farklı bir güce sahiptirler. Bu yüzden onlar, uzun mesafeleri kısa sürede alabilir, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler. Fakat gaybı onlar da bilemezler.

Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine etkileri konusunda da farklı görüşler vardır. Âlimlerin bir kısmı, insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmelerini mümkün görürken, büyük bir kısmı, cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı görüşündedir. Yine, cinlerin insanlara etkili olabileceği görüşünü paylaşanların çoğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için, Kuran okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. [200]

“Doğrusu insanlardan bazı kişiler, bazı cinlere sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.”[201] Bu âyette, insanlardan bazı kişilerin cinlerden bazılarına sığındıkları; böyle yapmakla cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırdıkları haber verilir. Cinlere sığınmak, onlardan yardım veya himaye yahut maddî ve manevî ihtiyaçları karşılama talebinde bulunmak demektir. Âyetin sonunda yer alan rehak kelimesi ise, “taşkınlık, kibir ve büyüklenme” anlamında kullanılmıştır. Çünkü câhiliye döneminde bazı müşrik Araplar, bir takım tılsım ve efsunlarla cinlere sığınıp onları şımartıyorlardı. Bu anlayış, fazla değişiklik göstermeden günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Zira bugün cincilere, falcılara ve medyumlara avuç dolusu para akıtanlar ve falcılığı bir kazanç kapısı haline getirenler vardır. Bu da, insanlardan bazılarının, cinlerin şerrinden yine bazı insanlara yani cincilere sığındıklarını ortaya koymaktadır. Hâlbuki insanlar, cinlerin şerrinden cincilere sığınacaklarına Allah'a sığınsalar, hem daha doğru bir iş yapmış hem de paralarını cincilere kaptırmamış olurlar. Ayrıca insan, başka birisinin kendisine üflemesiyle değil, bizzat Kur’an'ı okuyup yaşayarak şifa bulabilir.

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı

C-n-n kelimesi, değişik türevlerle Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 201 yerde geçer.  “Cinn” kelimesi, toplam 22 yerde zikredilir: 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6. 

Yine, cinler anlamına gelen “Cânn” kelimesi ise toplam 7 yerde zikredilir: 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.

Cinler ve cinnet/delilik anlamına gelen “Cinnet” kelimesi de Kur’an’da toplam 10 yerde geçer: 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6. Aslında cinlenmiş demek olan ve mecnûn, deli, akılsız anlamında kullanılan “Mecnûn” kelimesi ise toplam 11 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.  

Ayrıca aynı kökü paylaşan örtmek anlamındaki “cenne” kelimesi bir yerde[202] kalkan anlamına gelen “Cünnet” Kelimesi Kur’an’da iki yerde[203] kullanılır. Örtülü olan, cenîn (anne karnındaki bebek) kelimesinin çoğulu olan “ecinne” kelimesi bir yerde.[204] Yine, aynı kökü paylaşan “(ağaçlarla veya duygulara) örtülü ve bahçe anlamındaki “Cennet” kelimesi, Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam 147 yerde geçer.

"Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” [205]

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Derler ki: ‘Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz.’ Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler.” [206]

 

“Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”[207]  

 

"Andolsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır." [208]

 

“Âdem'e secde edin” demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O, cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz Benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Bu, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir!” [209]

"Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye giren yakıcı ateşten yarattık." [210]

“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” [211]

“Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı da Süleyman'ın buyruğuna verdik ve O'na katran kaynağını akıttık. Rabb'inin izniyle cinlerden kimseler O'nun huzurunda çalışırdı. Onlardan, kim em­rimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.” [212]

“Allah'la cinler arasında bir soy bağı icâd ettiler. Andolsun ki, cinler de kendilerinin (hesap yerine) götü­rüleceklerini bilirler.” [213]

 

"Hatırla ki, cinlerden bir grubu Kur'ân'ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde: 'Susup dinleyin' dediler. (Okunması) bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: 'Ey kavmimiz, biz Mûsâ'dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin, ta ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın. Kim Allah'ın dâvetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakıcı değildir. Onun ondan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.'" [214]

"Cinni de dumansız ateşten (mâric) yarattık." [215]

 

“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"[216]

 

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.” [217]          

 

“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona İman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimıza asla şirk/ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” [218]

 

"Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah'ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O'na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi'ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz." [219]

 

“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.” [220]

 

“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım… Düğümlere üfüren üfürükçülearin şerrinden.” [221]

“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkim ve yöneticisine), insanların İlâhına sığınırım.” [222]

 

 

Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı

 

"Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de dumansız ateşten yaratıldı. Âdem de size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı." [223]

"Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler şir­kin görünümleridir." [224]

 

"Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur."

 

"Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık boncuk taşı­yanı Allah korumasın!" [225]

 

“Her birinizin melekten ve cinden bir arkadaşı vardır. ‘Senin de cinden arkadaşın var mı yâ Rasûlallah?’ dediler. “Benim de var, fakat Allah yardım edip beni ona galip getirdi de müslüman oldu. Bana iyilikten başka bir şey emretmez”  buyurdu. [226]

“Hz. Peygamber, Ebuzer'e: “Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?” diye sormuş, Ebuzer: ‘İnsandan da şeytan var mı?’ diye sorunca, Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan daha şerlidirler.” [227]

 

Alkame anlatıyor: "İbn Mes'ud’a (r.a.) dedim ki: "Sizden kimse, cin gecesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e refakat etti mi?" "Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak bir gece O'nunla (aleyhissalâtu vesselâm) beraberdik. Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: "Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?" dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. "Ey Allah'ın Rasûlü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik" dedik. "Bana cinlerin dâvetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’ân-ıKerim'i okudum"  buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi. Cinler kendisine yiyeceklerini sormuşlar. O da: "Elinize geçen, üzerine Allah'ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir" buyurmuşlar. Sonra Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: "Sakın bu iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra istinca etmeyin, çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir." [228]

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.), cinlere Kur'ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (s.a.s.) bir grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada, şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi. (Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar üzerine şahâblar (Şahâb: Geceleyin görülen ve yıldız kayması tabir ettiğimiz, kozmoğrafyacıların da "atmosfere düşüp yanan göktaşı" dedikleri şeydir.) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler. Kavmi: "Ne var, niye (boş) döndünüz?" diye sordular. Onlar: "Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu, üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)" dediler. "Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin)."

(Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'e (Nehle denen yerde) rastladı. Kur'ân-ı Kerim'in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar. "Bizimle semâvî haber arasına engel olan şey işte bu!" deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle dediler: "Biz hakikkaten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız." [229]

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine (s.a.s.) vahyederek durumu bildirdi: "De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: "Cinden bir zümre (benim Kur'ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: "Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor..." [230]

Zührî (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: "Dediler ki, biz (yıldız kaymalarına dayanarak); "bugün büyük bir adam doğdu, bugün büyük bir adam öldü" derdik. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: "Yıldızlar hiç kimsenin hayatı veya ölümü için atılmazlar. Ancak Rabbimiz, bir işe hükmetti mi, semâvat ehli birbirine haber verir. Böylece haber dünya semâsına kadar gelir. Burada cinler haberi kapmak için kulak kabartırlar ve onu dostlarına ulaştırırlar." [231]

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Cinler semâya yükselip, orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de (kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave edilenler bâtıldı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan önce gökte şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara: "Nedir bu? Herhalde mühim bir hâdise var!" dedi. Askerlerini gönderdi. Onlar Rasûlullah’ı (s.a.s.) Mekke'de iki dağın arasında namaz kılyor buldular. İblis'e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O da: "Arzda meydana gelen hâdise işte bu! (Sizin semâdan haber almanız bu sebeple engelleniyor)" dedi." [232]

"Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim Süleyman’ın (a.s.) şu sözünü hatırladım: "...Ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et"[233]. Allah da onu hor ve hakir olarak geri çevirdi." [234]

Hz. Aişe'nin rivâyetine göre bazı kimseler, Peygamber’e (s.a.s.) kâhinlerden sorduğunda, “Onlar bir şey değildir” dedi. “Ama ey Allah'ın Elçisi, demişler, onların söyledikleri çıkıyor? Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “O söz doğrudur. Cinni o sözü kapar, tavuğun ötmesi gibi insan dostunun kulağına onu öter. Fakat şeytanlar duydukları gerçek söze yüzden fazla da yalan katarak söylerler.[235]

 “Allah gökte bir işe karar verirse O 'nun kararına itaatle melekler, yalçın kaya üzerindeki zincir (sesi) gibi kanatlarını çırparlar. Yüreklerinden korku gidince: 'Rabbiniz ne dedi?' derler. 'Gerçeği söyledi, O yücedir, uludur' derler. Onların sözlerini, kulak hırsızı (cinni) işitir. Kulak hırsızları da şöyle birbirleri üzerine binmiştir -hadisi anlatan Süfyân, bu sırada parmaklarını birbirine geçirmiştir-. Her duyan, sözü kendi altındakine ulaştırır. Nihâyet söz düşe düşe büyücünün, ya da kâhinin diline düşer. Kâh kulak hırsızı, duyduğu sözü, henüz atmazdan şihâbe/ışına yakalanır. Kâh da şihâb/ışın yetişmeden sözü atar. Ama duyduğuna yüz tane de yalan katar. Sonra 'Falan falan gün, size şöyle şöyle demedi mi?' denilir. Kulak hırsızının gökten işit(ip kâhinin kulağına attığı söz doğru çıkar, (kattığı yalanlar değil).” [236]

 

 

Rukyeden Nehiy

İmran İbn Husayn (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer' de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!" buyurdular. Kendisine: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?" diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm'e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!" [237]

İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s)'ı işittim, diyordu ki: "Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda),  tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır." Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbn Mes'ud'a): "Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi" dedi. Abdullah İbn Mes'ud tereddüt etmeden, "Bu (ağrı) şeytanın işiydi, o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda sana Rasûlulullah (s.a.s.) gibi, şöyle söylemen kafidir: "Ezhibi'lbe’se Rabbe'nnâs eşfi ente'ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen. (Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum." [238]

Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında sorulmuştu: "O şeytan işidir!" buyurdu." [239]

(Nüşre rukye'nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr,  bunu "Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç" olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)

İsa İbn Hamza anlatıyor: "Abdullah İbn Ukeym (r.a.)'ın yanına girdim. Kendisinde kızıllık vardı. "Temîme (muska) takmıyor musun?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi: "Bundan Allah'a sığınırım. Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:  "Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez)."[240]

 

 

Nazar

"Nazar (Göz değmesi) haktır." [241]

 

"Nazar (Göz değmesi) haktır. Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı, bu, göz değmesi olurdu. Yıkanmanız taleb edilirse yıkanıverin." [242]

Ebu Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) cinlerden ve insanın göz (değmesi)'nden (çeşitli dualar okuyarak) Allah'a sığınırdı. Muavvizeteyn (Nâs ve Felak sûreleri) nâzil olunca bu iki sûreyi esas aldı, diğerlerini terketti." [243]

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Gözü değene (âin) abdest alması emredilir, onun abdest suyu alınır, bununla göz değmesine uğrayan (maîn) yıkanırdı." [244]

Muhammed İbn Ebî Ümâme İbn Sehl İbn Hanîf, babasından şunları işittiğini anlatmıştır: "Babam Sehl (r.a.) (Cuhfe yakınlarındaki) Harrâr nam mevkide yıkandı.  Üzerindeki cübbeyi çıkardı. Bu sırada Âmir İbn Rabî'a ona bakıyordu. Sehl, bembeyaz bir tene, güzel görünüşlü bir cilde sahipti. Âmir: "Ne bugünkü bir manzarayı, ne de böylesine ancak çadıra çekilmiş bâkirede bulunabilen bir cildi hiç görmedim" dedi. Sehl daha orada iken hummaya yakalandı ve rahatsızlığı şiddet peyda etti  [ve yere yıkıldı]. Durum Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber verildi ve: "Başını kaldıramıyor" dendi. Hâlbuki Sehl orduya kaydedilmişti. "Ya Rasûlallah o, sizinle gelemez Vallahi başını bile kaldıramıyor!" dediler. Rasûlullah: "Onunla ilgili olarak herhangi bir kimseyi ittiham ediyor musunuz?" diye sordu. "Âmir İbn Rebîa var" dediler. Rasûlullah, onu çağırtıp kendisine kızdı ve: "Sizden biri niye kardeşini öldürüyor? Niye bir "Bârekallah!" demedin? Onun için abdest al!" buyurdu. Bunun üzerine Âmir yüzünü, ellerini, kollarını, dizlerini ve ayaklarının etrafını ve izarının içini bir kaba yıkadı. Sonra, bir adam bu suyu onun (Sehl'in) üzerine arkasından döktü; derken o, ânında iyileşti." [245]

 

 

Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler

 el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur'ân-ı Kerim'de “cinne”, “cân” ve “cin” kelimeleri geçmektedir. Bunlardan "delilik" anlamındaki “cinne” üç yerde "cin topluluğu"; “cân” iki yerde "yı­lan", beş yerde "cin" anlamına gelmek­tedir. Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü var­lık türü karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla çeşitli hadislerde de yer almaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de verilen bilgilere gö­re cinler de insanlar gibi Allah'a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân, insan tü­rünün mevcudiyetinden önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygam­ber gönderilmiş, bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Cinler insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri halde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuş­malarından gizlice haber almak ister­lerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. İblis de cinlerdendir ve insan­ların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman'ın emri­ne girerek ordusunda hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gi­bi nesnelerin yapımında insanlarla be­raber çalışmışlardır.

Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgi­lere rastlanmaktadır. Her insanın yanın­da bir cin bulunduğunu, cinlerin mü’min­lere vesvese vermeye çalıştıklarını, an­cak Kur'an okunan yerde etkilerini kay­bettiklerini ifade eden hadislerdeki cin­ler, Kur'ân-ı Kerîm'de "cin şeytanları"[246] olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır. Kulak hırsızlığı yapmak sûretiyle gökten ha­ber alan ve doğru-yanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâhinlerin kalplerine ulaştıran cinler de ay­nı grupta mütâlaa edilebilir. Hz. Pey­gamber cinlerle konuşmuş, hatta rivâyete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakalamış ve onu ashâba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de da­ha sonra bundan vazgeçip serbest bırakmıştır. Diğer bir rivâyete göre Rasûl-i Ekrem geceleyin bir grup cinle bir ara­da bulunmuş, onlara Kur'an okumuş, sabah olunca da durumu ashâbına an­latıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendi­lerine göstermiştir. [247]

Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yoru­mu İslâm literatüründe kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytan­lara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve "ilmü'l-azâim" adı verilen bir bilim dalı da teşekkül et­miştir. Bu işlerle meşgul olan­lara Türkçe'de “cinci” denilir. İslâm kaynaklarında cinlerin mâhiyeti ve mev­cûdiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gi­bi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların bazılarına göre cinlerin mevcûdiyeti konusunda eski filozoflar da fi­kir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen her şey gi­bi cinleri de inkâr ederken; bir kısmı cin­lerin varlığını kabul etmiş ve onlardan "ervâh-ı süfliyye" veya "ervâh-ı mücerre­de" diye söz etmiştir. İslâm filozoflarından Fârâbî, insanların aksine, cinleri ko­nuşmayan ve ölmeyen canlılar olarak ka­bul eder. İbn Sînâ da cin kelimesine "çe­şitli şekillere girebilen, şeffaf yapılı ve ko­nuşan latif canlı" anlamını verir. Ancak filozofa göre bu tarif, cinin varlık olarak mâhiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece cin isminin kavram olarak ne anlama gel­diğini göstermektedir.[248] Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler İbn Sina'nın bu açık­lamasından hareketle onun, cinin sadece adını kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır.[249] Buna karşılık Elmalılı Muham­med Hamdi, haklı olarak, İbn Sînâ'nın, mâhiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sa­hip olunamadığı için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek üzere söylediği bu sözden cinlerin varlı­ğını inkâr ettiği sonucunun çıkarılamaya­cağını belirtmiştir. [250]

Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mev­cûdiyetleri tartışma götürmeyecek şekil­de Kur'an'la sabit olduğundan cinleri in­kâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin mâhiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bun­ları iki noktada toplamak mümkündür.

1. Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur. Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî'ye göre melekler, cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından birbirlerine benzemekle birlikte -âraz oluş noktasında aralarında benzerlik bu­lunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.[251]

2. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebu’l-Hasan el-Eş'arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş'arîler'in çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye gücü yeten Al­lah cinleri duyularla idrâk edilebilen bün­yeleri olmaksızın yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile âlimleri ile Ebû Ya'lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret olduğunu kabul etmiş­lerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bili­nemediğinden Kur'an'da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söyler.

Çağımızda cinlerin mâhiyetlerinin, "ate­şe karışan" (mâric) varlıklar olmaları[252] dikkate alınarak karbon asidinden, "dumansız ateşten yaratıl­dıkları göz önüne alınarak canlılığını ruh­tan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gös­terilmeleri dikkate alınarak mikroplar­dan ibaret olduğu tarzında birtakım gö­rüşler ileri sürülmüşse de[253] bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bil­gi edinebileceğimiz cinlerin mâhiyeti hak­kında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hâriç İslâm âlimle­rinin hemen hepsine göre mükellef ya­ratıklar olan cinlerin mükellefiyetin üs­tesinden gelebilmeleri için şuur, idrâk ve irâde gücüne sahip olmaları gerekir ki bu hususu çağımızda ileri sürülen gö­rüşlerle bağdaştırmak mümkün görün­memektedir.

Kur'an'da verilen bilgilere dayanıla­rak cinlere peygamber gönderildiği nok­tasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususun­da görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe gö­re cinlere gönderilen peygamberin me­lek olması gerekir; diğer bir grup âlim de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması sebebiyle insan topluluklarına yine kendi türlerin­den peygamber gönderildiğini bildiren âyetle[254] insan ve cin top­luluklarına içlerinden peygamberler gön­derildiğine işaret eden âyeti[255] dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen pey­gamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uyarıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri cin­lere tebliğ etmişlerdir.[256] Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli milletlere gön­derilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına[257]  ve "Ey cin ve insan toplulukları! Size içinizden peygamber­ler gelmedi mi?"[258] mea­lindeki âyetlerin mevcûdiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin ken­di türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek daha isâbetlidir.

İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte uzun süre ya­şadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür. Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yo­rumlayarak cinlerin insanlar gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hat­ta insanlarla ilişki kurabilen varlıklar ol­duğu âlimlerin çoğunluğu tarafından ka­bul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik vb. yemek artık­larıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendi­ğini naklederse de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda besle­nirler. (Hadis rivâyetlerinde belirtilen kemik, yemek artıkları ve hayvan dışkısıyla beslenenler, gözle görülmeyen gizli varlık anlamında cin, yani “mikrop”tur, esas cinle ilgisi yoktur.) Yine kaynaklar cinlerin insan şek­lini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan, kedi, köpek ve inek şekline de girebil­diklerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde, çöllerde, çöplüklerde ve me­zarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder. Bu tür rivâyetlerin uydurma olup insan muhayyilesinin bir sonucu olduğunu iddia etmek mümkündür.

İnsanların cinleri görüp göremeyecek­leri hususu tartışmalıdır. İbn Abbas'a atfedilen bir rivâyeti delil kabul edenle­re göre Hz. Peygamber dahi cinleri gör­memiş, İbn Mes'ûd'a atfedilen rivâyete göre ise Rasûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur. Şafiî'­nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta'zîr cezasının uygulanması gerektiğini söy­lediği, bazı hadisçilerin de böyle bir id­dia sahibinin adâlet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri nakledilir. Mu'tezile âlimleri, latif cisimlerden oluş­maları sebebiyle cinlerin fiilen görüle­meyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin insanlarla ilişkileri ve bir­birlerine karşı etkileri hususunda da âlim­ler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinle­rin birbirlerine tesir etmeleri mümkün­dür. Zira Kur'an'da, faiz yiyenlerin kıya­met günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş,[259] bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi do­laştığı ifade edilmiştir.[260] Bu tür nakiller yoru­ma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsen­diği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ on­ları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber'in, cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtul­mak ve onları tesirsiz hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü'l-kürsî’nin ve Bakara sûresinden bazı âyet­lerin okunmasını tavsiye etmesi de[261] insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmış­tır. Ebu'1-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı sün­nî âlimler, cinlerin sadece vesvese ver­mek sûretiyle insanlara etkili olabilece­ğini kabul ederler.[262] Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabile­ceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü faktörlerinde or­taya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları anlaşılmayan "havas" ve "azâim" türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma girişimin­de bulunulmasına huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir. Ancak önde gelen âlimlerin ço­ğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur'an okuma dışında herhangi bir yola başvu­rulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde ya­şayan eski kültürlerden müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen inançlar halini almış­tır. Mu'tezile'den Amr b. Ubeyd ve Kadı Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta sünnî görüşü paylaşırken, büyük bir kıs­mı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder. (Biz de cinlerin vesvese verme dışında insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini taşıyoruz.)

İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanla­rın cehennemde zemherîr (şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitle­riyle cezalandırılacağını kabul etmeleri­ne karşılık mü’min olanlarının cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre İlâhî buyruklara itaat eden mü’min cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe başta olmak üzere diğer bazı âlimler ise mü’min cinlerin cehennemden kurtulmak sûretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fa­kat cennete giremeyeceği ve nihâyet hayvanlar gibi yok edileceği görüşünde­dirler. A'rafta bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak Kur'an'da ve hadislerde yer alan birçok nass, cinle­re dair herhangi bir ifade içermemektedir. [263]

Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve ger­çek­ler konu­sunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kay­nağı­mız Kur’ân-ı Kerîm'dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyu­muzla asla algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyum­sar gibi oldu­ğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sâyesinde insana ulaşmıştır.

 Kur’ân-ı Kerîm'de cinler hak­kında verilen bil­giler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir kısmı ilginçtir. Bu bil­gileri şu şekilde özetleyebiliriz:

1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebi­le­cek özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir)  ateşten yaratılmışlardır.[264] Âyette “nâri’s-semûm” olarak adlandırılan bu ateşin radyoaktif bir madde olabile­ceği akla gelmektedir. Ancak her radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vü­cudu (biyolojik özellikleri içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan bedenini oluşturan et, kan ve kemik gibi unsurların hiçbir cinsinden değil­dir. Binâenaleyh denebilir ki İlâhî bir sistemle mey­dana gelmiş olan bu dö­nü­şümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır. Bir karşılaş­tırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebili­riz. Yani cinler de büyük olasılıkla mev­cut özellikleri içinde radyoaktif madde de­ğildirler. Ancak yaratılmış ol­duk­ları temel madde “Nâri’s-Semûm”dur. Kötülük yapmış ve suç iş­lemiş cinlerin de cehenneme girecek­leri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur’ân-ı Kerîm'de ifade edilmiştir.[265] Bu da, onların mevcut bedenleriyle ateş olma­dıklarını kanıtlamaktadır.

2- Allah’ın (c.c.) gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan ve cin­ler­den şeytanların bulunduğu, Kur’ân-ı Kerîm'de haber verilmek­tedir.[266] Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde: Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün bu nitelikler an­cak akıl ve bilinçle bir­likte söz konusu olabilir. Âyetten çıkarılan bu so­nuç ise cinlerin de aynen insan­lar gibi akıllı ve bilinçli olduklarını ka­nıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk et­sinler diye yarattım.”[267] mealin­deki âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez. Kur’ân-ı Kerîm'de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin daha başka kanıt­lar da var­dır.

3- Cinlerden bir grubun Kur'ân dinledikleri, hatta o sırada birbirle­rine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine Kur’ân-ı Kerîm'de anlatılmaktadır.[268] Bundan anlaşılıyor ki cinlerin de mü’min­leri ve kâfirleri vardır. Elbette ki buna bağlı olarak iyileri ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi'nin 11-15. âyetlerinde bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler sâye­sinde cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlu­larının ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz. 

4- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”[269] Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sâyesinde insanla­rın yapa­maya­cağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin, çok uzak mesa­felere ânında ulaşır­lar. [270]

Cinlerin gaybı/gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gaybı/gizliyi, Allah'tan ve O'nun haberdar ettiği kimselerden başkası bilemez.[271] Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli şeyleri öğren­diklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:

Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki dü­şünce ve inançlar, Allah'tan başka ne insan, ne de cin tarafından asla biline­mez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye ge­lince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve araç kullanmakla gizli bir maddeyi, bir rezervi, ya da bir bilgiyi elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu var ki cin, yapısı itiba­riyle daha seri ve daha esnek­tir. Bu sayede insanın giremediği dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir; Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elve­rişsiz arazilere ulaşabilir. Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine, diledi­ğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri şeyi yapabile­ceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla ilişki kuranlar (varsa eğer), başta stratejik merkezler, devlet arşivleri, hazi­neler, borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve insanlı­ğın nizam ve düzenini altüst ede­cek, dünyayı oyuncak haline getirecek­lerdi. Cinler gerçekten aramızda do­laşıyor olsalar bile onların da mut­lak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar ve kurallar ya da asla aşamayacak­ları doğal engeller vardır.

5- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.[272] Ancak nasıl yaşadık­la­rını ve nasıl çoğaldıklarını bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını ileri sürenlere inanmak güçtür. Fakat insanlarla sıkı ilişki içinde olduk­ları bir gerçektir. Özellikle Allah'ın emir ve yasaklarına uymayan insan­ların he­men hepsi de şeytanların etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin, ahlâksız, suçlu ve günahkârlarıdır. Bunu Kur’ân-ı Kerîm de doğrulamak­tadır. Özetle, En’âm Sûresi'nin 128'inci Âyet-i Kerimesi'nde: Allah Teâlâ'nın, bütün cinleri ve insanları bir araya top­layacağı kıyamet gü­nünde cinlere, birçok insanları elde ettiklerini açık­layacağı ifade edilmek­tedir. Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran insanların da “Ey Rabb'imiz! -Gerçekten- karşı­lıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz’ diye itirafta bulunacakları, o sırada Allah Teâlâ'nın da: ‘(öyle ise) Durağınız ateştir!” diyeceği anlatılmaktadır.

Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından sıy­rılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin, te­ca­vüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları (yani vesvese vererek insanları psikolojik telkinle etkiledikleri) ihtimali var­dır.

Şeytanlara gelince bunlar, cinlerin anarşistleri ve bozguncularıdır. İnsanları yoldan çıkaranlar işte bunlardır. En büyükleri olan İblis, vak­tiyle Allah Teâlâ'ya karşı küstahlık etmiş, O'nun meleklere: “Âdeme secde edin!” diye verdiği emre karşı gelmiş,[273] bu sûretle de kâfir (nankör)[274] ve âsî[275] olmuştur.

Cin ve Şeytan da Kur’ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği diğer varlıklar gibi birer gerçektirler. Orijinleri ve özellikleri nedeniyle insanlar tarafından görülememeleri bazı kimselerde kuşku doğurmuş, birçok kimselerde de bu yaratıklar daima merak ko­nusu olmuştur. Esasen bu merak normaldir. Çünkü insan, bizzat göre­mediği herhangi bir şey hakkında haber aldığı zaman kesin olarak inansa bile ge­nelde onu doğrudan duyularıyla algılamak ister. Onun gerçek olup olmadı­ğını ancak bu şekilde anlayabileceğini sanır. Hâlbuki bir şeyin ger­çekte mev­cut bulunması, onun mutlaka gözle görülmesine ya da diğer duyularla algı­lanabilir olmasına bağlı de­ğildir. Nitekim normal insan gözü, 400 ila 700 mi­limikron arasındaki ışık dalgalarını ancak fark edebil­mekte, bu limitlerin dı­şında kalan dal­gaları ise değerlendirememektedir. Keza normal insan ku­lağı 16 ilâ 20000 titreşimi duyabilmekte, bu limitle­rin dışındaki frekansları ise du­yamamaktadır. Bununla birlikte sözko­nusu ölçülerin dışında kalan gerçeklerin birçoğuna inanabilmektedir.

İnanabilmek, akla bağlı olarak bir yeti olsa gerektir. Fıtratlarında bu ye­tiye sahip bulunmayan insanlar ne kadar zeki ve okumuş olurlarsa ol­sun­lar vahyin haber verdiği gerçeklere inanmakta sıkıntı çekerler. Bu neden­ledir ki bazı kimseler melek, cin ve şeytan gibi sırlı varlıklara bir türlü inanmak istemezler. Ancak hemen kaydetmek gerekir ki bunlar, Yüce Kur'ân'ın ha­ber verdiği gerçek varlıklardır. Dolayısıyla imanın bir şartı olan melek­lere inanmak ne kadar önemli ise, cinlerin ve şeytan­ların var­lığına da inanmak o kadar önemlidir. Cin ve şeytana inanmak, “Kitaplara İnanmak” şartının ayrıntılarındandır. Onun için cinlerin ve şeytanların varlığını inkâr eden kimse İslâm Dini'nden çıkmak gibi imânî bir tehli­kenin içinde bu­lunduğunu bilmelidir! [276]

 

 

Cin Konusunda Şirke Düşmek

Cinleri inkâr şirke düşürdüğü gibi, cinleri Allah’a şirk/ortak koşmak da şirktir. Ayrıca, cinlerle uğraşan ya da cin konusunu istismar eden bazı kimselerin de şirk içine düştükleri görülmektedir. Şirk suçunun gerçekleşmesine neden olan sözler, eylem ve tavırlardan konumuzla dolaylı da olsa ilgili olanları şöyle değerlendirebiliriz:

a) Her türlü büyü:

Bütün tılsımlar; tütsüler; kurşun dökmek ve ipliklere üfleyip dü­ğüm­lemek gibi şarlatanlıklar;  (çeşitli baharat, mum, kıl, kemik, tırnak ve dışkı gibi)  atık ve necis maddelerle yapılan maksatlı ve gizli işler; Havâs denilen okuma, şekil, şema, yazı ve heykelcikler bu bölüme gi­rerler. Bu uğraşlar, sa­yılamayacak kadar çeşitlidir. Kenzu’l-Havas (Gizli İlimler Hazinesi), Şemsu’l-Maarif ve El-Lu'lu' ve'l-Mercan gibi büyü kitapla­rında bunların uygulama şekilleri ve sözde sırları(!) anlatılmak­tadır. Câhil insanların sır­tından kolayca geçinmek için cinci üfürükçü birtakım açıkgözler tarafından yapılan bu büyülerin, geçici bir psikolo­jik yönlen­dirmeden başka gerçek an­lamda hiçbir etkileri yoktur.

b) Fal ve her türlü kehanet:

Gerek günümüzde sosyete falı olarak bilinen tarot ve eskiden mü­nec­cimlik denilen astroloji (burçlar ya da yıldız falı), gerek daha çok çingene­ler tarafından yarıdilencilik amaçlarıyla bakılan su, el ve ayna falı, gerekse şehir halkı arasında yaygın olan kahve falı bu kısma gir­mek­tedir.

Bazı kimselerin “Fala inanma, falsız da kalma” sözü açık bir çeliş­ki­dir. Şirk riskini ortadan kaldırmaz. İmânî açıdan son derece tehlikeli olan tüm eylem, söz ve tavırlar mizah konusu yapılamazlar. Nitekim ciddî anlamda olmasa bile bu tür sözleri sarfedenlerin yeniden Kelime-i Şahadet getirme­leri gerekir. [277] 

 

 

Fetişizm; Büyü ve Korku Dini

İnsanoğlu maddî çarelerle hedeflerine ulaşamadığı ya da sorunla­rını çö­zemediği zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara başvurur. Bu tercih­ler es­kiden beri insanlar arasında genel bir eğilimdir.

Gizliliğin mazeretleri ve her zaman bir açıklaması vardır. Ancak gi­zem­lilik daima karmaşıklığını koruyacaktır. Bu nedenledir ki Kur’ân-ı Kerîm'in onayladığı, hatta mü’minleri dâvet ettiği “duâ” hâ­riç, İslâm,  büyü ve fal gibi gizemli yolların bazılarını en ağır suç olan “küfür” diye nitelemiş ve kâfirlere lânet etmiştir. [278]

İnsanoğlu, geniş bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte, yaşa­dığı olaylar içinde henüz çözümleyemediği ve sırlarına bir türlü erişe­me­diği o kadar çok şeyler vardır ki bunlar hakkında bilginler, uzmanlar ve ilim adam­ları hâlâ susmayı tercih etmektedirler. Nitekim telepatinin, hipno­tizmanın, spiritüel enerjinin, meditasyonun ve çeşitli alternatif tıp sistemlerinin iç­yüzleri hâlâ bilinememektedir.

Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse amaç­ları itibariyle birbirinden son derece farklıdırlar. O kadar ki bunların bazı­ları, hayat ve kâinât olaylarının, şimdiye kadar çözüle­memiş, belki de çözü­lemeyecek olan şifreleridir. Dolayısıyla bilinsin ya da bilinmesin bun­lar esa­sen birer realitedir. Ancak gerçekle hiçbir iliş­kisi olmayan, buna rağmen yarı uygar toplumlarda, genellikle basit dü­şünen insanlardan çı­kar sağla­mak amacıyla -sözde- gizemli nitelikte yapılan büyü, fal, mü­neccimlik ve medyumluk gibi bazı işler daha vardır ki bunlar tamamen spekülatif muâmelelerdir. İslâm bunları hurâfe ve bâtıl inanç ola­rak değer(siz)lendirmiş, bunları ya­sakla­mış ve bu işlerle uğraşanların ceza­landırılmasını öngörmüştür. Çünkü bu insan­larda fetişist (müşrikâne) yaklaşımlar vardır.

Örneğin büyü yapan ve yaptıran insanlar (özellikle yaptıranlar), bü­yüye, amacı kestirme ve gizemli yollarla gerçekleştiren bir çare olarak inanırlar. Medyumlara ve kâhinlere başvuranların da inancı böyledir.

Düşmanını perişan etmek, başına dertler ve belâlar yağdırmak için silâh yerine büyüyü tercih eden insanın esasen ne istediğini şöyle açık­la­mak mümkündür:

Eğer silâh ya da herhangi bir şiddet yolunu kullanırsa yakalanacak ve ağır cezalara çarptırılacaktır. Hâlbuki büyüye başvurursa -kendince- hiç kim­senin sezinleyemeyeceği gizemli bir yolla bu amacını gerçekleş­tirmiş olacak­tır(!) Öyle ise büyüye inanan insana göre hayat ve kâinat olaylarını büyü ile yönlendirmek mümkündür. Bu ise Allah’ın (c.c.) kâ­inat üzerin­deki mutlak egemenliğini tanımamak, daha doğrusu, büyü gibi bir araçla İlâhî egemenlik sınırlarının delinebileceğine inanmak demektir. Bu ise açık bir şirktir. Çünkü Allah'ın kâinât üzerindeki egemenliği mutlaktır. Hiçbir şey bu egemenliğin dışında değildir, hiçbir olay bu hâkimiyetten bağımsız ola­rak cereyan edemez. Her şeyi Allah Teâlâ yönetmektedir.

Yarattığı ve yönettiği kâinat olaylarının, -ge­rek etki-tepki, gerek se­bep-sonuç, gerekse nötrleşme gibi- bilinen ve bi­linmeyen fenomenle­riyle son de­rece karmaşık olan kozmozunu birbi­riyle ilintili yasalar zinciri çerçeve­sinde disipline eden yine Allah Teâlâ'dır. Şu halde bu ya­salara göre hare­ket edil­medikçe büyü ve fal gibi gizemli çareler oldu­ğuna inanılan hayalî yol­larla amaca ulaşılabile­ceğine inanmak, her şey­den önce çok yanlış bir şart­lanma ve büyük bir bilgisizlik örneğidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ'ya karşı bir başkaldırı sayılır ki bir anlamda bunun adı şirktir.

Örneğin define arayan bir insan, eğer elde ettiği bir krokiye dayana­rak, pusula ve dedektör gibi birtakım araçlar kullanarak amacına ulaş­mak is­ti­yorsa bu insan, itikadî bakımdan herhangi bir suç işlememek­tedir. Çünkü her şeyden önce aklını kullanmaktadır. Akıl ise Kur’ân-ı Kerîm'e göre ger­çekleri yakalamada başvurulacak ilk ve en büyük araçtır. Çünkü akıl, sağ­lam, olgun ve reşit insanın, (Allah Teâlâ tarafın­dan belli kanun­larla çalıştırılan)  beyin mekanizmasında üretilmektedir. Bu açıdan define arayan Müslüman insan, Allah'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini kabul et­miş demektir. Onun kullandığı pusula ve dedek­tör de yine Allah Teâlâ tarafından insanoğluna sunulmuş çeşitli fizik, manyetik ve elektronik bilimlerinin tespit ettiği İlâhî kanun­larla çalışmaktadır. Dolayısıyla mü’min defineci, pusula, dedektör ve benzeri araç­lar kullanmakla yine Allah'ın mutlak egemenli­ğini tanımış demektir.

Hâlbuki bu araçların yerine fala başvuran insan, falcının bütün bu ka­nunları delebilecek ve Allah'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenli­ğinde O'na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduğunu bilerek veya bil­meyerek kabul etmektedir. Bu sûretle de şirk koşmaktadır.

İnsan, itikadî yönü olmayan en ağır suçları bile işlerken son derece bü­yük vebal ve günahların altına girmesine rağmen yine de küfre ya da şirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü ve fal gibi fetişist an­lamda öyle suçlar vardır ki, kişi onları, hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin gö­remeyeceği yerlerde ve yalnız başına işlese bile Allah Teâlâ'ya ortak koşmuş olur ki bu sûretle cinâyet işleyen bir kimseden daha çok Allah'ın öfkesini hak etmiş olur. Bunun mantıklı sebebi acaba ne olabilir? Sebebi gâyet açık­tır.

Cinâyet işleyen bir insan, bu suça girişirken bile Allah tarafından yara­tılmış bulunan ve yine O'nun koy­duğu belli yasalarla işlevini ye­rine geti­ren akıl, silâh, tasarı ve planlı komplo projeleri gibi araçlara başvurarak ama­cını gerçekleştirmeye ça­lışmaktadır. Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahşi bir amacın pe­şinde olmasına rağmen Allah'ın kâiinat üzerindeki mut­lak egemenli­ğini doğrularcasına O'nun koyduğu hayat kanunla­rına göre davran­maktadır. 

Hâlbuki büyüye veya fala başvuran insanın yargısı bundan çok fark­lı­dır ve Yüce Allah'ı daha çok öfkelendirici bir anlam taşımaktadır. Büyü yapa­rak veya yaptırarak birini kazanmak ya da birine zarar ver­mek iste­yen insan, keza büyü veya fal aracılığıyla bilinmeyeni keşfet­meye çalışan insan, as­lında Allah'a ait otorite sınırları dışında çözüm arayan insan demektir, Bu ise bir anlamda Allah'ın (hâşâ!) egemen olamadığı bazı ba­ğımsız güçlerin ve alanların bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’ân-ı Kerîm'de açıkça küfür olarak nite­lenmiştir.[279] Küfür ise Allah'ın (c.c.) otoritesini tanıma­mak anlamını ta­şır. 

 

Müslüman toplumlarda fetişist eğilimler (Büyü, fal, havas, astro­loji, râ­bıta, meditasyon vs.): Fetişist inançlara, Müslümanlar arasında “Hurâfeler” ya da “Bâtıl inançlar” denir. Hurâfe: Uydurulmuş, abartılmış, akla ve vicdana sığmayan asılsız inanç demektir. Bâtıl da, geçersiz, hükümsüz ve bağlayıcılığı olmayan şey anlamına ge­lir.

Ne yazık ki Müslümansı toplumlar, hatta Müslümanlar (daha doğrusu bilgisiz ve eğitimsiz mü’minler) ara­sında bile bâtıl inanışların tutunabildiği, inkâr edilemeyen bir gerçektir. İlginçtir ki sahâ­b­îlerden büyük şahsiyetler hâriç, diğerlerinin de zaman zaman bâtıl inanç­lara kapıldıkları ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şiddetle uya­rıldıkları bazı eserlerde nakledilmektedir.[280] Ancak sahâbî­ler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uya­rıları üzerine hemen tevbe etmiş ve kanaatlerini düzeltmiş­lerdir. 

Yukarıda da açıklandığı üzere bâtıl inanç: Kulluk anlamını taşıyan imânî bir mesele olmaktan çok, insanın, ya ürküntü duyduğu şeylere karşı aklı sıra mânevî çare diye başvurduğu birtakım şarlatanlıklardır veya ha­yatta karşılaştığı sorunların çözümlenmesinde yardımlarını al­mak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi “yarıtanrı”lardan medet um­malar ve onlara ya­pılan duâ ve niyazlardır. 

Elbetteki Müslümanlar arasında da, bu şarlatanlıklara meyledecek ve ölülerden yar­dım dileyecek kadar basit düşünceli insanlar vardır. İşin ilginç ta­rafı, bu insanların hepsinin de eğitimsiz olmadıklarıdır. Medyumlardan medet uman, falcılara başvurup geleceğini onlardan öğrenmek isteyen nice oku­muş devlet adamlarının yaşadığı skandallar, toplumu zaman zaman meşgul etmiştir. Evet, insanlar baş edemeyecek­leri güçlere ve ne­reden geleceğini tahmin edemedikleri kaza ve belâlara karşı daima tedir­ginlik duyar. Bu psikolojik durum, yalnızca inançlı insanlarla da sı­nırlı değildir. Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek risk ve teh­likelere karşı önlem alma ih­tiyacını duyar. Bu, her insanın, ortama göre haklı olarak kapıldığı endi­şelerden kaynaklanmak­tadır. Ancak, örneğin sağ­lam kilitler kullan­mak, değerli eşyaları güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarına uymak, aşı olmak ve bütün bun­lardan sonra da duâ etmek ve Allah'a tevekkülde bulunmak gibi endişe­leri giderebilecek akılcı ve meşrû ön­lemler varken; bazı kimseler, evleri­nin, araç ve cihazlarının üzerine na­zar boncuğu, bebek pabucu ve nalça­cıklar asmak, üstlerinde çeşitli muskalar taşımak sûretiyle aklın ve Kur'ân'ın ölçülerine sığmayan yol­lara başvura­rak sözde mânevî önlem(!) almaya çalışmaktadırlar. Bunlar bâtıl inanç­lardır ve şirktir!

Ne il­ginçtir ki Kur'ân'ın feyiz ve nurundan yoksun bazı kimse­ler, hayattaki muh­temel risklere karşı -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan daha akılcı ve daha meşrû yollara başvurarak önlemlerini almaktadırlar. Nitekim Müslümansı topluluklar arasında yaygınlaşan hurâfe ve bâtıl inançlar yü­zünden, gerçek Müslümanlar her münasebette, akılcı geçinen müşrikler tarafından küçüm­senmekte ve alay konusu olmaktadırlar.     

Tekrar kaydetmek gerekir ki hastalığa ya da nazara karşı kurşun dök­türmek, tütsü yapmak, sıtma için el bileğine, okunup düğümlen­miş iplik bağlamak, eve, arabaya, ya da dikiş makinesi ve bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâdan koruması için) nazar boncuğu, nalça, bebek pabucu gibi tıl­sımlı sanı­lan şeyler takmak bâtıldır, çirkindir, şirktir. Çünkü bu yollara başvuran insan aslında nalın, pabucun, nazar boncuğunun, muskanın ve benzeri büyü araçlarının, Allah'ın egemenlik sınırları dışında birer güç olduğunu kabul et­miş sayılır ki bu, Allah'a açıkça ortak koşmaktan başka bir şey de­ğildir. Eğer bu insanlar yukarıda bir kısmı söz konusu edilen büyü araçla­rının, Kur’ân-ı Kerîm'de yerleri olduğuna inanır­larsa bu takdirde de Allah'ın kitabında bu­lunmayan şeyleri ona mal etmekten dolayı kâfir olurlar!

Başta eğitimsizlik olmak üzere çeşitli çıkar odaklarının gayret ve pro­pa­gandalarıyla şartlanan insanlar arasında, özellikle bâtıl inanışlar daha çok ya­yılır. Şirke götüren bu tehlikeli anlayış ve kanaatler o kadar çok ve yay­gındır ki hepsini örneklerle sıralayıp anlatmak imkânsızdır. Bunları, “nazar” gibi hak ve ger­çek olan inançlardan ayırt edebilmek için Müslümanın iki öl­çüsü vardır. Bunlar Kitap ve Sünnettir. Yani mânevî de­ğer olarak tanıtı­lan her­hangi bir şeyin öyle olup olmadığı, ancak onun Kur’ân-ı Kerîm'e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına uyup uymama­sına göre anlaşılır. Dolayısıyla Müslümanların her konuda olduğu gibi bu noktada da başvu­ra­cakları mihenk taşları işte bu iki şeydir. [281] 

 

 

Cin Sûresi

Cin sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in yetmiş ikinci sûresidir. Mekke'de nâzil olmuştur. Yirmi sekiz âyet, iki yüz seksen beş kelime ve yedi yüz elli dokuz harften ibarettir. Fâsılası "elif"tir. Cinlerden bahsettiği için bu adı almıştır. Buna "Kul ûhiye" sûresi de denir.

Sûrenin ana konusu cinlerdir. Hemen ilk âyette şöyle denmektedir: "(Ey Muhammed!) De ki; Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu;’ Onlar şöyle demişlerdir; ‘Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de ona inandık; biz Rabbimiz'e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız."

Eskiden beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Duygulara hitap eden bir zâhirî kısımdan, sûrenin mevzûuna, mânâlarına, gösterdiği hedeflere baktığımızda, birçok işaret ve ilhamlarla karşılaşırız.

Önce; müşriklerin inkâr ettikleri, bu hususta çetin mücadelelere giriştikleri, ellerinde hiçbir delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları ve bazen de Muhammed’in (s.a.s.) onlara bahsettiği şeyleri cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan bilgiler ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır. İnkâr edip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin şehadet edinceye ve bu olay Muhammed’den (s.a.s.) duyuluncaya kadar, Kur'an'dan haberleri yoktu. Kur'an'ı onlar işitince sarsılmış, hayrete ve dehşete düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini saklamayacak, bildiklerini toparlayamayacak, hissettiklerini hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri altında kaldıkları bu büyük hâdiseden, bütün kâinatta izlerini ve neticelerini bırakan olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehâdet idi.

İkinci olarak bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının sonra da gelecek ve geçmiş bütün insanların ruhlarındaki birçok vehimler düzeltilmekte; bu görünmeyen varlıkların hakikati ortaya konulmaktadır.

Bu sûre Arap müşriklerinin ve başkalarının bu kâinatta cinlerin kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair inançlarını da düzeltmeyi üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel inkâr edenlerin durumuna gelince; bunların, bu derece kat'iyyetle inkârlarını ve cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye isimlendirmelerini hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada eğilmek gerekmektedir.

Acaba bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da, aralarında cinleri bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar? Şüphesiz bugün dahi hiçbir âlim bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde varlığı daha yeni keşfedilen canlılar pek çoktur. Ve hiçbir kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık keşif zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır.

Bu sûre-i celile geçen sûrelere nispetle, ulûhiyyet ve ubûdiyet'in hakikatini mevzu ederek İslâmî tasavvurun inşâsına büyük yer verip, daha sonra da, kâinat ve mahlûklardan ve bunların arasındaki sıkı alâkadan bahseder.

Cinlere ait sözlerde Allah'ın vahdaniyetine, zevce ve evlât edinmesinin reddine, âhirette cezanın isbatına, Allah'ın mahlûkâtından hiçbirinin O'nu yeryüzünde âciz bırakamayacağına, O'nun elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve âdil cezasının erişemeyeceği hiç kimsenin bulunmadığına delâlet ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah’a (s.a.s.) hitaplarda bu hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! "De ki; ‘Ben sadece Rabbime yalvarır ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam.’ De ki ‘Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim." De ki; ‘Beni hiç kimse Allah'a karşı savunamaz ve ben O'ndan başka bir sığınak bulamam." Bunlar, cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde şehadetle kabul etmelerinden sonra zikredilir.

Nitekim bu şehâdetler, ulûhiyetin sadece Allah'a mahsus olduğunu, ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu beyan buyurulmaktadır: "Allah'ın kulu Muhammed, O'na ibâdete kalkınca, neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi..."

Tâkip eden âyette, Rasûlullah’a (s.a.s.) tevcih edilen hitapla, bu hakikat tekid edilmektedir: De ki: "Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim." "Gayb sadece Allah'a bırakılmıştır. Cin tâifesi onu bilmemektedir. Yeryüzünde onlara kötülük mü murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiş ki, doğrusu biz bilemeyiz..." Peygamberler de gaybı, ancak Allahu Teâlâ'nın bir hikmete mebni bildirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki; "Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır ben bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar."

Sûrede işaret edilen olay, bir grup cinin Kur'an'ı dinlemeleri olayıdır. Bu husustaki rivâyetler farklılık göstermektedir. İmam Ebû Bekr el-Beyhâki "Delâilü'n-Nübüvve" adlı kitabında şöyle der: Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane'nin Ebû Bişir'den, Said bin Cubeyr İbn Abbas'tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) cinlere Kur'an okumadığı gibi onları da görmemiştir. Rasûlullah, yanında bir kısım ashâbı olduğu halde Ukaz çarşısına gitmek üzere ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah namazını kıldıkları sırada okuduğu Kur'an'ı cinler dinlemişti). O sırada şeytanların gökyüzünden almaya çalıştıkları haberler kesilmiş ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti. Bunun üzerine şeytanlar kavimlerine dönerek: "Size ne oluyor?" demişlerdi. Onlar da "gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, İlâhî haberi alamaz olduk. Ve üzerimize de şihablar gönderildi..." Gökyüzü haberi ile aramıza giren mutlaka yeni bir hâdisedir. "Doğuya ve batıya gidip araştırın bakalım" demişler; doğuya ve batıya giderek gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya koyulmuşlardı. Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan Peygamber’i, Nahle denilen yerde ashâbıyla sabah namazını kılarken buldular. Ve okuduğu Kur'an'ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular. "Allah'a yemin ederiz ki işte gökyüzü haberi ile aramıza giren şey budur" dediler. Buradan da kavimlerine dönünce şöyle dediler: "Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz'e hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız..." Bu hâdise üzerine de Allah Teâlâ, Rasûlûne: "De ki, cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu... " ve Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. [282]

Diğer rivâyet ise şöyledir. Müslim Sahih'inde Âmir'den şöyle rivâyet eder. Âmir dedi ki: Alkame'ye sordum: "İbn Mes'ud cin gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte mi idi?" Bu soru üzerine Alkame şöyle cevap verdi!" Ben de İbn Mes'ud'a "Cin gecesinde Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı?" diye sordum. İbn Mes'ud "Hayır" dedi fakat biz Rasûlullah'la birlikte bir gece bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri aradığımızda; "her halde kaçırıldı "veya" öldürüldü" denildi. Böylece çok korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. İbn Mes'ud devamla, biz "yâ Rasûlallah! Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece çok korkulu bir gece geçirdik" dedik. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Bana cin dâvetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur'an okudum."

İbn Mes'ud der ki: "Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan bâkiyeleri ve ateş kalıntılarını gösterdi. Peygamber’e cinlerin yediklerini sordular o da "üzerine Allah'ın ismi zikredilen ve sizin yiyip de üzerlerinde fazla miktar et bıraktığınız bütün kemikler, bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: "Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira onlar kardeşlerinizin yediği şeylerdir." [283]

"İbn İshak'ın rivâyetine göre, hâdise, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sakif ileri gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü eziyetlerle, gönlü kırık olarak Taif'den dönüşünden sonra olmuştur. Onun Rabbi'ne karşı yapmış olduğu bu hüzünlü ve sevgi dolu duâdan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten düşündürücü ve ibret vericidir. Allah'ın cinlerden bir bölüğünü onunla karşılaştırmasında ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son derece hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük bir hâdisedir. Muhtevâsı ve işaretleri bakımından da büyüktür. Müteâkiben cinlerin Kur'an'dan ve dinden bahsedişleri de dikkati çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur'an'ı Kerîm'in bildirdiği gibi iman etmekteyiz.

"(Ey Rasûlüm!) De ki: "Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren, bir Kur'an dinledik de hemen O'na iman ettik; biz Rabbimiz'e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız." (1-2)

Doğrusu Rabbimiz'in yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. (3)

Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah'a karşı yalanlar uyduruyordu. (4)

Doğrusu insanların ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık. (5)

Gerçekten, birtakım insanlar cinlerin bazısına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı. (6)

"Doğrusu onlar da sizin Allah'ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuşlardı. " (7)

Bu başlangıcın, Rasûlullah’ı (s.a.s.) cinlerin kendisini dinlediklerini bildiğini ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur'an'ı işittikten sonra vaki olduğunu da göstermektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu bilgisi, Allahu Teâlâ'nın vahyi ve olanlardan haberdar etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah (s.a.s.) bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş, bilâhare aynı yerde onun bilgisi ve istemesiyle Kur'an'ı cinlere okuması bir veya birkaç defa gerçekleşmiştir.

"Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Onlarda bıraktığı ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları "hayrete düşüren" bir şey olmasıydı. O, kalplerinde bir ürperme meydana getirmişti. İşte bu hal, onu açık bir kalple, incelmiş duyguyla, derin bir zevkle dinleyip duyan kimselerde Kur'an'ın bıraktığı bir tesirdir. Evet, hayrette bırakır, zira ruhlara ve kalplerin derinliklerine işleyen güce, fevkalâde bir câzibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür. Bu, cin topluluğu üzerinde bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır ki, onlar hakikaten bundan zevk almışlardır.

"Doğru yola götüren..." Bu da Kur'an'ın ikinci açık bir sıfatıdır. Ve Kur'an'da bu özellik mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk, hakikatini kalplerinde buldukları anda hissetmişlerdi. "Rüşd" kelimesi, geniş manası olan bir kelimedir. Kur'an bu sıfatıyla hidâyete, hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan başka, şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete, hakka ve doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalp gözüyle görebilme idrâki... İşte bu vasıflarıyla kalpte öyle bir hal meydana getirir ki; bu hal, sahibini hayra ve doğruya götürür.

"Ve biz O'na inandık." Bu, Kur'an'ı dinledikten sonra sâlim bir idrâkin gerektirdiği şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden ibarettir. Âyette zikredilen cinler ise, Kur'an'ı dinleyince hayrete düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında kalmışlar; kendilerinden geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da bunlar hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde "biz ona inandık" diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi ona karşı, ruhlarına tesiri sebebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı.

"Biz, Rabbimiz'e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız." İmanları açık, sağlam ve hâlisâne idi. Vehme, şirke ve hurafeye bulaşmış değildi. Kur'an'ın hakikatini idrâkten fışkırmış bir imanın da vasfı budur. Kur'an'ın dâvet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda Allahu Teâlâ'nın vahdaniyetinden ibarettir.

Bundan sonra da cinler, Allah'ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını izah etmeye çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere ikili kabiliyete sahip olduklarını anlıyoruz. Bu topluluk, mü’minler olarak Rableri hakkındaki inançlarından ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler.

"Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık. Yeryüzünde kalsak da Allah'ı aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O'nu aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur'an'ı dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi'ne inanırsa, o ecrinin eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde, kendini Allah'a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah'a veren kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine yazık edenlere gelince, onlar Cehennem'in odunları oldular." (11-15)

Cinlerin bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var, sâlih olmayanlar da. İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte kabiliyette olduğunu; sırf şer için yaratılan şeytan ve avanesini ayıracak olursak, insanlar gibi hayra ve şerre kabiliyetleri bulunduğunu göstermektedir.

"Mescidler şüphesiz Allah'a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah'a yalvarırken başkasını katmayın." (18) Secdelerin veya secde mahalli olan mescidlerin sadece Allah'a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır. Böyle olursa gerçek tevhid mümkün olabilir, herkesin mübtelâ olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil geriye atılmış ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ'ya mahsus olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur. Allah'a ibâdet ederken bazen insan, O'ndan başkasına iltica ve kalbini açma durumuna girer.

Âyet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden geçen şu sözlerini tekid etmiş olur: "Şüphesiz biz Rabbimiz'e hiçbir ortak koşmayacağız..." Yani ibâdet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan doğruya Allah'ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri ve O'nu tevhîd etmeleri münâsebetiyledir. Bu da Kur'an üslûbuna göre yerinde gelmiştir.

"De ki: ‘Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır, ben bilemem.’ Gaybı bilen Allah, gayb'a kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin emirlerini tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar." Böylece ürpertici bir ifadeyle sûre son buluyor. Başlangıcı da cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva eden sözlerinde ifadesini bulan korku, titreme, ürperme ve hayret vericilikte olmuştu. Yirmi sekiz âyeti geçmeyen bu sûre şu gibi esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın akîdesini kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan, efsanevi vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve tespit etme fırsatını vermektir. Kur'an'ı işitir işitmez iman eden ve şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne kadar doğru söylemiştir: "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik de hemen ona inandık... " [284]

 

 

Cinnet/Cünûn

Cin tutma, delilik, çılgınlık, davranış uyumsuzluğu, aklın zâil olmasına cinnet diyoruz. Buna cünûn da denir. Cinnet Kur’ân-ı Kerîm'de bu mânâda birkaç yerde geçer: "Yoksa O'nda Cinnet mi vardır?"[285] Diğer bir mânâsıyla; cin ve bu kelimenin çoğulu olarak cinler veya cin taifesi demektir: "Cinlerden ve insanlardan."[286] Cinnet, örtü ve gizlilik mânâsında değerlendirildiğinde; Cennet, cenân (kalp), cünnet (koruyucu), cenîn ve mecnûn ile alâkalıdır.

Cinnet, dilimizde delilik mânâsına kullanılmaktadır. Cin çarpması olarak da tanımlanmaktadır. Gözle görülmeyen varlık olan cinlerin, insan vücuduna girerek, zarar verdiklerine inanan kimseler vardır.

Cünûn (cinnet) hali, İslâm hukukunda önemli bir yer tutar. Çünkü İslâm akıl dînidir. Ahkâmı da akılla anlaşılır. Cenâb-ı Hak herkesi gücü yettiğince mükellef tuttuğundan İslâm fıkhı bu konu üzerinde belli bir bölüm tahsis etmiştir. Fıkıhta bu konu ehliyete ârız olan haller diye adlandırılır. Bunlar, kişinin aklını gideren veya azaltan hallerdir. İki kısma ayrılır:

1- Semâvî ârızlar: İnsanın kendi elinde olmayan: bunaklık, delilik, unutkanlık gibi ârızlardır. 2- Mükteseb ârızlar: İnsanın kendi elinde olan; cehâlet, sarhoşluk, zorlama gibi ârızlardır.

Semâvî ârızlardan olan delilik (cünûn) iki kısma ayrılır: 1- Cünûn-ı mutbık: Kesilmeksizin sürüp giden akıl hastalığıdır. 2- Cünûn-ı gayr-ı mutbık: Sürekliliği olmayan akıl hastalığına denir.

Cinnet; aklı örten, sağlam idrâki yok eden bir hastalıktır, demiştik. Hasta, heyecan ve sarsıntı içindedir. Mecnun denilen hasta, daima gayr-ı mümeyyiz çocuk hükmündedir. Kendisinden bedenî teklifler düşer; fakat malî tekliflere muhâtap olur.

Ancak akıl hastalığının süreklilik miktarı ibâdetlerin cinsine göre değişmektedir. Namaz yükümlülüğünün düşmesi için bunun bir günden (24 saatten) fazla devam etmesi gerekir. Oruç için ise tam bir ay devam etmesi şarttır. Ramazan ayı içerisinde geçici olarak ayılıp kendine gelen kimse, daha sonra iyileşince Ramazan orucunun hepsini kaza etmesi gerekir. Zekât yükümlülüğünün düşmesi için ise akıl hastalığının bir sene devam etmiş olması şarttır. Aksi takdirde zekâtını vermek durumundadır. Akıl hastalarının sözlü tasarrufları mûteber değildir. Ancak hastalık nöbetlerinin yokluğunda vâki tasarrufları geçerlidir.

Cinnet, atehle de alâkalıdır. Ateh; aklı örten ve sağlam idrâke engel olan bir hastalıktır. Bu hastalığa tutulan Ma'tûh, temyiz gücüne sahip değilse, mecnûn hükmündedir.[287]

Cünûn, edâ ehliyetini ortadan kaldırdığından, melankolik, nevrastenik ve sar'alı kimseler, temyiz kudretine sahip olduklarında tasarrufları geçerlidir.[288] Mecnun ve ma'tuh ile ilgili hükümler Mecelle'de geçmektedir.[289]

Tasavvuf dilinde cünûnun (cinnetin) cezbe ile bir yakınlığı vardır. Halk indinde cezbe ve cünûn aynı şeyler telâkki edilmesine rağmen, durum öyle değildir. Cünûn, kişinin yükselme yerine alçalması; mânâsız ve olumsuz bir şekle düşmesidir.[290]

Kur'ân-ı Kerîm'de, peygamberlerin dâ­vetinden ve özellikle Hz. Muhammed'in tevhid inancına yaptığı çağrıdan rahat­sız olanların bu seçkin kişilere yönelttik­leri iftiralardan söz edilirken on bir âyet­te mecnun kelimesi kullanılmıştır. Cünûnun terim anlamıyla ilgili olarak yapı­lan değişik tarifler arasında yaygın ola­nı, Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin ef-Ta'rîfât’ında yer alan, "söz ve fiillerin nâdir haller dışında normal cereyan etmesini engelleyen akıl bozukluğu" şeklindeki tanımdır. Fıkhî sonuçları bakımından bir zihnî rahatsızlığın cünûn kapsamında sayılmasını belirleyen unsur ise bu has­talığın kişiyi temyiz gücünden yoksun kılıcı nitelikte olmasıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'e göre insanı insan ya­pan ve onu İlâhî buyruk ve yasakların muhatabı kılan akıldır. Bu sebeple İs­lâm âlimleri peygamberlerin özellikleri­ni açıklarlarken onların cünûndan sâlim oldukları hususuna önemle işaret et­mişlerdir. Akıl hastalığının kaynağı, ze­kâ ile ilişkisi ve tedavisi konusuna insan­lık tarihinin çok eski dönemlerinden beri ilgi gösterilmiş, özellikle eski Yunan fılozoflarınca bu hususta tarihî seyri için­de farklılıklar taşıyan değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müslümanların konuya gerek teorik gerekse pratik alan­da gerçekçi ve insanî açıdan yaklaşma noktasında önceliğe sahip oldukları ko­layca söylenebilir. Daha İslâm'ın İlk asır­larında akıl hastalığı ve hastaları hakkın­da seviyeli eserlerin kaleme alınmış ol­ması (fıkıh literatürü çerçevesindeki ince­lemelerden ayrı olarak Ebü'l-Kâsım en-Nisâbûrî'nin 'ükalâ'ü'l-mecânîn adlı eseri, bu konuda günümüze ulaşan güzel bir ör­nek olarak zikredilebilir) ve akıl hastaları­nın tedavisine tahsis edilen hastahane-ler kurulmuş olması bu tesbiti doğrulayan delillerdir.

Akıl hastalığı ile İlgili hükümlere fıkıh kitaplarının değişik bölümlerinde temas edilmesinin yanı sıra fıkıh usulü eserle­rinde "Semavî (insanların iradesi dışında oluşan) Ehliyet ârızaları" başlığı altında cünûn hali özel olarak incelenmiştir.

Günümüz hukuklarında hâkim olan yaklaşım, tıbbın akıl hastalığı kabul et­tiği her rahatsızlığın kişinin fiil ehliyeti­ni (özellikle işlem ehliyetini) mutlaka or­tadan kaldırmış sayılmaması yönünde­dir. Buna göre akıl hastalığının bu an­lamdaki ehliyeti etkileyebilmek için tem­yiz gücünü, yani mâkul şekilde hareket edebilme iktidarını, hastanın fiillerinin sebep ve sonuçlarını idrâk edebilme ka­biliyetini ortadan kaldıracak nitelikte ol­ması gerekir. Meselâ sara ve şizofreni tıp ilmi yönünden akıl hastalığı olmakla birlikte kişinin sırf bu sebeple fiil ehli­yetine sahip olmadığı söylenemez; hu­kuken akıl hastalığı hükümlerinin uy­gulanabilmesi, bu hastalıkların kişinin hukukî değerlendirmeye tâbi tutulan fi­ili işlediği sırada temyiz kudretini orta­dan kaldırmış olmasına bağlıdır. Bu yak­laşım ile İslâm hukukundaki cünûn-ı mutbik ve cünûn-ı gayr-i mutbik ayırı­mının temelindeki düşünce ve cünûna bağlanan fıkhî sonuçlar arasında para­lellik bulunduğu görülmektedir. Öte yan­dan İslâm hukukunun, akıl hastalarının işlem ehliyeti bakımından tam ehliyet­siz sayılması ve kural olarak bütün işlemlerinin geçersiz kabul edilmesi nok­tasında Kara Avrupası hukuk çevresine dâhil hukukların çoğunluğu ile birleşti­ği, akıl hastalarının yaptığı sözleşmeleri hükümsüz değil, feshedilebilir nitelikte sayan ve fesih imkânını da sadece kötü niyetli (akıl hastalığını bilen) kişiye karşı tanıyan İngiliz hukukundan ise ayrıldığı tesbit edilebilmektedir.

Cünûn bir tasavvuf terimi olarak der­vişliğin ilk, sekr halinin son basamağını ifade eder.[291]

“Düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed)de hiçbir cinnet yoktur, o apaçık bir uyarıcıdır?”[292] Cinnet, cin cemâati anlamına geldiği gibi,[293] cinin etkisi ile düşünce yetisinin örtülmesi, yani delilik anlamına da gelir.

Müşrikler, Hz. Muhammed’i (s.a.s.), cinin etkisinde kalıp delirmiş bir insan sanıyorlardı: “(İnkârcılar, Muhammed (s.a.s.) hakkında) “Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde cinnet mi var?” (dediler).” [294]; “O, kendisinde cinnet bulunan bir adamdır, başka bir şey değildir. Hele bir süreye kadar onu gözetleyin.” [295]

Hz.Muhammed’in (s.a.s.), öldükten sonra bedensel dirilmekten söz etmesini, bir deli saçması sanıyorlardı: “O, size öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman yeniden hayata çıkarılacağınızı mı söylüyor, bununla mı sizi tehdit ediyor? Heyhat, heyhat, tehdit edildiğiniz şey ne kadar uzak (ne olmayacak bir tehdit)!” [296]

Aşağıdaki âyetler, Hz. Muhammed'i cinlerle ilişkili, onların etkisiyle aklı karışmış sanan müşrikleri reddetmekte ve onun açık anlatımlı bir peygamber olduğunu vurgulamaktadır: “De ki: “Size bir şey öğütleyeyim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker durup düşününüz! Arkadaşınızda hiçbir cinnet yoktur. O, çetin bir azabın arefesinde sizin için bir uyarıcıdır.” [297]; “Yoksa ‘Onda bir cinnet var’ mı diyorlar? Hayır, o, kendilerine gerçeği getirdi, fakat çokları haktan hoşlanmıyorlar.” [298]

Birinci âyette, bu savın sahiplerine, ikişer ikişer, teker teker durup Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu iyice düşünmeleri, onda delilik bulunmadığı, onun ileride bulunan şiddetli bir azaba karşı uyaran bir peygamber olduğu; ikinci âyette de Hz. Muhammed'in kendisinde cinnet bulunan bir şaşkın olmadığı, insanlara gerçeği getiren bir uyarıcı olduğu, fakat hitabettiği insanların çoğunun gerçekten hoşlanmadığı vurgulanıyor.

Evet, düşünenler, Hz. Muhammed'de delilik olmadığını, onun cinlerle bir ilişkisi bulunmadığını anlar. Bir delinin ağzından bu hikmetler çıkar mı? Bunu söyleyen, apaçık bir uyarıcıdan, bir Hak elçisinden başkası olamaz.

Araplar, Peygamberimiz’in cinle ilişki kurduğunu, cinin etkisinde bulunduğunu, söylediği sözlerin, kendisini hükmü altına alan cinin sözleri olduğunu iddia ediyorlardı. İşte âyetlerde onların bu iddiaları redde­dilmekte, çokları hoşlanmasa da insanlara hakkın, yani gerçek vahiy sözlerinin geldiği vurgulanmaktadır. Araplar, Hz. Muhammed’i, bir şâir veya kâhin gibi görüyorlardı. Oysa ne Hz. Muhammed, abartmacı bir şâ'ir, ne de Kur'ân hayallerle dolu şâir sözleriydi:

“Biz ona şiir öğretmedik, zaten şiir ona yakışmaz da. O(na vahyedilen), sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.” [299]

 

“Muhakkak ki o (Kur'ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Güvenilir Ruh indirdi; Senin kalbine, uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dil ile. O, evvelkilerin Kitâblarında da vardır.” [300]

 

“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Her yalancı, günahkâr kimseye iner. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları da yalan söylerler (yahut şeytanlar, meleklerin konuşmalarına kulak verirler, fakat çoğunluğu da yalan söyler). Şâirlere gelince onlara da azgınlar uyar.”[301] âyetlerinde, Hz. Muhammed'e şiir öğretilmediği, şiirin ona uygun olmadığı, ona vahyedilenin, şiir değil, bir öğüt ve açık anlamlı bir okuma olduğu, bu vahiyleri, Güvenilir Rûh'un, Hz. Muhammed'in kalbine, açık Arapça bir dille indirdiği vurgulanmaktadır.[302]

 

 

Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar

İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölge­sinde bir kısım Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibâdet ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı. Eğer onlara ibâdet eder, hürmette ku­sur etmezlerse onların, Alah katında kendilerine şefa­at edeceklerini düşünüyorlardı. "Câhiliye Araplarına göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde yahut Cin'in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya lâyık, fa­kat gözle görülmez bir varlık idi. Fakat tabiatüstü varlıklar hiyararşisinde, meleğin yeri belirlenmişti. O da: Câhiliye inancında bazen melek, Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Çok kere de kendisi tapın­ma objesi olarak kabul edilirdi." [303]

Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller/heykeller yapmışlardı.[304] Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki birer sembolleriydiler. "Biz onların sûretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Alah'ın katında bize şefaatçi olurlar" diyorlardı.[305] Hâlbuki bu düşüncelerinde dalâlet içindeydiler. Kur’ân-ı Kerim'de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir: "Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin diye emretmez..." [306]

Câhiliye Arapları, cinleri de ulûhiyet derecesi­ne çıkarıyorlar, onları ilah ediniyorlardı. Kur’ân-ıKerim, onların cinler hakkındaki inançlarını şöyle dile getirir: "Allah ile cinler arasında soy bağı icad ettiler."[307]  “Cinleri Allah'a ortak koştular, bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”[308]

Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar ver­meye kadir oldukları, hastalıkların çoğunun on­lardan geldiği, tedavilerinin de ancak cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da câhiliye halkı arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman, evvela cinler için kurban keser­di. Bunu aldığı evde mutlu olmak, sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı.[309] Cinlere tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.

Şeytana tapma, onu Allah'a ortak koşma konusundaki inançları da, cinler hakkındaki inançların­dan farksızdı. Câhiliyyeye göre şeytanlar da cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri şeylerin içinde ika­met ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı gaybî bilgileri onlara haber verirler, birtakım gizli konularda kendilerine yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibâdet edilmeye saygı duyulmaya lâyık varlıklar olarak görünüyorlardı. [310]

Melek-Cin-Şeytan ve rûhânî varlıkları tanrı­laştırma inancı, aslında içinde bulundukları orta­mın, kendileri üzerinde meydana getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif dînî­nin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bırak­tıkları kültürel mirasın izlerim, başka başka varlık­lar üzerinde görme ve böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmakta­dır. Pek tabiidir ki, bu tür inançlar, beraberinde ke­hânet ve arâfet gibi düşüncelerin doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler, ye­gâne sığınak kabul edilmiştir.[311]

Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur'an ve Sünnet tarafından reddedilmiş inançlar­dır. Şirk koşma en büyük günah sayılmıştır.[312]

 

Câhiliyede Cin ve Şeytan İnancı: Câhiliye Araplarının cinler hakkındaki inanç­ları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançla­rın zıddı idi. "Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını (cinler ve şeytanlar) temsil ediyorlardı. Hz. Peygamber'in bi'seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı müşah­has ilahlar arasına girmekte idi."[313] Mekke Arapları, cinler ile Allah arasında neseft karabati bulunduğu­nu söylüyorlar [314] ve onları Allah'ın şerikleri mertebe­sine çıkarıyorlardı.[315] Cinlere adaklar adayıp kurban­lar kesiyorlar[316] ve onlardan yardım talep ediyorlar­dı. [317]

Câhiliye Araplarının bu konudaki inançları in­celendiği zaman, onların cinleri, muhtelif sûretlere girebilen varlıklar olarak telakki ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, "Gûl", onlar için bir çe­şit cindir. "Suûlat", cindir. Bazı yılanlar (Engerek yı­lanı) ve ev yılanları, cindir. Siyah köpek, şeytandır (cin nevinden) hırçın deve (hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak olarak zara­rı dokunan, korkunç yaratıklardır. "Esas itibariyle Tanrılar dost, cinler düşmandırlar."[318] Bu sebepten, kötülüklerin, hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve kâhinlerin de bilgi kay­nağıdır."[319] Bir kimsenin şair olabilmesi için görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi de kendi şahsî görüşü ile değil, cin denilen -onlara göre- üstün varlıkla derûni münasebetler kurmak sûretiyle elde edilir." [320]

Cinler ve şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye Arapları, bunları hep aynı cins­ten sayıyorlardı. İblis-şeytan ve cin kavramları, on­ların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve en­dişe, onları, bu tür varlıkların zararından korunmak için çeşitli sebeplere başvurmaya, sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların tasvirle­rini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve kurbanlar kesmeler sayılabilir.[321] Câhiliye Araplarının, cinler-şeytanlar hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır. “Şeytan çarp­mak”, “cin çıkarmak” gibi deyimler buna işaret etmek­tedir. Cinlerin-şeytanların vereceği zarardan korun­mak için başvurdukları sebeplerden; onların tasvir­lerini, timsallerini yapmak ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu hâriç, büyü yap­mak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onla­ra göre- başvurmak hemen aynıdır. [322]

 

Hadislerde Cin ve Şeytan İnancı: Kur'an ve Sünnette, cin ve şeytandan bahsedilmektedir. Kur'an'da cin kavramı, başlı başına bir sûreye isim olarak verilmiş ve orada cinler konu edilmiş olduğu gibi, ayrıca değişik yerlerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur'an'da 88 yerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in hadislerinde ise, her iki keli­me çok yerde konu edilmiştir. Yani Kur’an ve Sünnet, cin ve şeytanın varlığını kabul etmektedir. Hat­ta onların yaratılış özelliklerinden bahseder: Bu, Kur'an'da şöyle geçer: "Cinleri dumansız ateşten ya­rattık."[323] Fahruddin Râzi, "Mükellef varlıklar dört gruptur; Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar" şeklinde açıklamada bulunduktan sonra, başka bir rivâyeti de naklederek: "Cinlerin iyi ve kötü olanları vardır. Şeytanlar, cinlerin kötü olanlarına verilen isimdir" der.[324] Kur’an ve hadislerde, şeytan, kötülük timsâli olarak ele alınır.[325] Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanlarından, Kur’an dinle­yenlerinden söz edilmektedir.[326] Fakat bununla bir­likte, cinlerin, câhiliye Araplarının korku ve deh­şet saçan varlıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım hadislerde çok açık olarak gö­rülmektedir. Yani Sünnet, cinlerin korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmektedir. Bir iki örnek görelim:

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Gece karanlık olduğu zaman yahut akşama girdiğiniz vakit- çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan) yasaklayın. Çünkü şeytanlar, o sırada dağılırlar. Ge­ceden bir saat geçince (dışarıdaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyun. Allah'ın ismini anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm- diyerek kapıları kapa­tın. Çünkü şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah'ın ismini anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm diyerek- kaplarınızın ağızlarını bağlayın. Bismillâh diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak sûretiyle de olsa kaplarınızın ağız­larını örtün. Kandillerinizi söndürün." [327]

Kur'an ve Sünnet'e göre cinler de mükellef var­lıklardandır. Bu husus Kur'an'da "Ben insanları ve Cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım" [328] âyetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir âyet şöyledir: "Ey muhammed, Kur'an'ı dinleyecek Cinlerden bir kısmını sana yöneltmiştik. Onlar, Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: "Susun!" dediler. Kur'an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak mille­tine döndüler." [329]

Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur'an ve Sünnet, cin ve şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle tamamen korku timsâli de­ğil, ama zararları da olabilen, Allah'ın yaratmış ol­duğu, insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.

Cinlerle İblis arasındaki ilişki konusunda ihti­lâf vardır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbn Müseyyeb, Katâde, İbn Cerir gibi sahâbî ve tabiîlere göre, cin­ler meleklerin bir çeşididir. İblis de bunlardan gel­miştir. Bu görüşe göre cinler, meleklerden bir züm­redir. Said bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis'in meleklerden olmadığını, Hz. Âdem nasıl insanların aslı (atası) ise, İblis’in de, cinlerin aslı (atası) olduğunu ileri sür­mektedir.[330] İkinci görüş, daha sahih kabul edilmektedir. Cinlerin, yırtıcı hayvanların yaratı­cısının İblis olduğu inancı, müşrikler arasında yay­gın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç mecusi görüşü­ne yakındır.[331]

Görüldüğü gibi cin ve şeytan hakkındaki gerek Kur'an ve gerekse Hadisler, Câhiliye Araplarının inançlarının yanlış olduğunu beyan ederek, doğru­sunun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş, on­ların bu konudaki inançlarını ıslah ederek kabul et­miştir.

Melek, cin, şeytan gibi varlıklar hakkındaki Câhiliye inançlarına benzer inançlar, eski Türkler arasında da görülmektedir. Hâlâ bunların bir kısmı ge­çerliliğini devam ettirmektedir. Eski Türklerde "İye" kavramı önemli bir yer işgal eder. "İye" Tanrının emri dışına çıkmayan varlık demektir. İyeler çok­tur. Yardımcı iyeler ve kara iyeler diye kısımlara ayrılır. Yardımcı İye'ler, bir anlamda, Meleklere te­kabül eder. Kara iyelerin başında gelen "Erlik", Şeytanın fonksiyonunu icra eder. İnsanlara her tür­lü kötülük vermeyi ve tuzak kurmayı amaç edinmiştir. Issız yerlerde, ırmak kenarlarında ağıl, saman­lık gibi yerlerde iskân eden kara iyelerden "Al ka­rası" (Al bastı da denir), Türk dünyasının hemen her yöresinde bilinmektedir. Doğum yapan kadınla­ra, yeni doğan çocuklara musallat olarak onlara za­rar verir. O, insanları bunun kötülüğünden ancak "Kam" adı verilen, Kâhin ve Büyücüler kurtarabilir. Bu inanca ülkemizde hemen her yörede rastlanmak­tadır. [332]

Türklerdeki bu iye kavramının, kendilerinin sahip oldukları ve muhtemelen de, tek Tanrılı bir dînî inançtan gelmiş olabileceğini düşünüyoruz. An­cak bu inanç sisteminin keyfiyetinin ne olduğu, meçhûlümüzdür. Bununla beraber, gerek İbrahim Kafesoğlu, "Eski Türk Dînî" isimli eserinde, ge­rekse Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı" eserinde bu konuda ciddi araştırmalar yapmışlar­dır.[333] Fakat yine de kesin olarak "şöyle bir dînin inanç esaslarındandır." diyemiyoruz. Ne olursa ol­sun, hangi kelime ve kavramlarla açıklanırsa açıklansın inaçlar arasındaki benzerlik, çok açık olarak görülmektedir.

İslâm'da cin ve şeytan'ın zarar verebileceği ka­bul edilmiştir. Ancak bunların zararlarından korun­mak için, kâhin, büyücü, kam gibi kimselere yahut onların yaptıkları tılsımlara güvenme redde­dilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur'an'da[334] ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde sığınma (istiâze) örnekleri verilmiş,[335] o şekilde ya­pılarak Allah'a sığınılması istenmiştir.[336]

 

 

İfrît

İfrît, cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanına verilen isimdir. İfrit kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre "bir kimseyi yere serme, toza topra­ğa bulama; çok istenen bir nesnenin zi­hinde hayal edilip göze bu şekilde gözük­mesi" anlamlarına gelen Arapça 'afr kö­künden türetilmiş olup, "kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kim­se" mânasındadır. İfrit, bu anlamları do­layısıyla cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecâzî anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe, Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü'1-Esîr gibi müellifler kelimenin taşıdığı "habîs, çetin, güçlü kuvvetli" an­lamlarına dikkat çekerek bunun hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları ifade edebileceğini belirtmek­tedirler. Nitekim Zü’r-rumme bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, "O, gece­nin karanlığında ifritin izinde parlayan yıldız gibidir" diyerek ifrit kelimesini cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdül-melik'i överken onu ifrite benzetip, "On­ların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mül­kün ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir" der.[337] İfrite bazan nifrit ile beraber ikileme biçimin­de de rastlanır. Bir hadiste, "Allah, malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğ­ramayan ifrit nifrit kişiye buğzeder" şek­linde geçmektedir. [338]

Ahd-i Atîk'te Hz. Süleyman ve Sebe me­likesinden söz edilmesine, Süleyman'ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süley­man'ın yanında çok sayıda ordunun bulunduğu bildirilmesine rağmen[339] cinlerden ve if­ritten bahsedilmemektedir. Eski Mısırlı­lar, kötü bir ölümle ölen kimsenin ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öl­düğü yeri ziyaret ettiğine inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen var­lıkları "hin" ve "cin" olarak iki gruba ayı­rırlardı; cinlerin insanlarla beraber otu­ranına "âmir", çocuklara musallat olanı­na "ruh", bunların zâlim, bozguncu ve az­gınlarına "şeytan", kötülükte daha aşırı gidenlerine "mârid"[340] ve en güçlü, en kötü olanlarına da "ifrit" adını verirlerdi.[341] Buna göre ifrit "kötülük ve şeytanlıkta çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuv­vetli, becerikli, ele avuca sığmaz bir hilekâr" demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas'a göre Sahr, Abdurrahman b. Abdul­lah es-Süheylî'ye göre Zekvân, Şuayb el-Cübbâî ve Nehhâs'a göre Kuzen olduğu rivâyet edilirse de ifrit kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen ni­teliklere sahip olanlarını ifade ettiği için Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldığı gibi çoğunlukla "cinden", "insandan" vb. açıklama­larla kullanılmaktadır. Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin mâhiyetini tam olarak tesbit etmek zor­dur. Bir taraftan gûl ve sil'ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer taraftan Kur'an'daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı ol­mayıp Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere "âsi, mağ­rur" anlamına geldiği ileri sürülmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir.[342] Burada Hz. Süleyman'ın emrinde insan, kuş ve cinler­den orduların bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman'ın Belkıs'ın tahtını kısa zamanda kimin getire­bileceğini sorması üzerine "cinlerden bir ifrif'in, "Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim" dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini Sü­leyman'a tanıtırken güçlü ve güvenilir ol­duğunu belirtmiştir. Kur'an'ın cinler ara­sında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî'ye göre cinlerin reisi veya onların en güç­lüsü, Mücâhid ve Katâde'ye göre en azgı­nı, Ma'mer'e göre en zeki ve kurnazıdır. [343]

"Cinlerden bir ifrit" ifadesi bazı hadis­lerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyette cinlerden bir ifritin na­mazını ifsat etmek için Hz. Peygamber'e musallat olduğu, Rasûlullah'ın onu yaka­layarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat Hz. Süleyman'ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi kovduğu bildirilmektedir.[344] Bu hadisin farklı bir rivâyetinde ifritin kedi sûretinde Hz. Peygamber'in karşısına çı­kıp yüzüne bir ateş parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe'ye at­fedilen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır. Yahya b. Saîd'den nakledilen bir rivâyet­te Rasûlullah'ın İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir. [345]

Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli şekillere gi­rebilen bir varlıktır. Câhiliye dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur'an'da cin­lerin güçlerinin sınırlı olduğuna işaret et­mek için "kitaptan ilmi olan kişinin" [346] Belkıs'ın tahtını ifritten da­ha çabuk getireceği vurgulanmıştır.

Halk edebiyatında ifrit dumandan ya­ratılmış dev gibi bir cin olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur'an'da yer alan, cinlerin "hâlis ateşten" yaratıldığı bilgi­siyle[347] halk edebiyatındaki ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip bulunmasına rağmen bazı büyü vasıta­larıyla emir altına alınabildiği yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk kültüründe ifritin şekli, gücü ve yap­tığı işler çerçevesinde oluşan inançlar İs­lâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere dayanmakta­dır.[348]

 

 

Peri

Peri, pek güzel olduğu kabul edilen bir cin tayfası ve özellikle bunların dişi olanı hakkında kul­lanılır. Cin tayfasından oldukla­rından, lâtif varlıklardır, görün­mezler. İnsanların çok güzel olanları hakkında da zaman zaman bu kelime kullanılır ve "peri yüzlü, peri gibi" denilir. Halk arasında, bâzı ortamlarda yaşadıklarına inanılır.

Cinlerin pek güzel olarak tasavvur edilen dişisi olarak kabul edilen “peri” terimi, Türk Edebiyatında mecâzen çekici, güzel ve akıllı kadın için kullanılır. Eski Türk Edebiyatında peri, ancak sihir ve büyük yolu ile elde edilebileceği; çeşme, pınar ve hamamlarda bulunabileceği, insanlarla ünsiyete gelmemesi, onlardan kaçması, göze görünmemesi, son derece güzel ve tesirli oluşu, görenin aklını başından alması, bazen insanları kendisine âşık edip bağlaması, çeşitli kılıklara girmesi gibi inanışlar ile ele alınmıştır. Daha çok sevgilinin güzelliğini anlatmak için kullanılır. Şairler genellikle sevgililerinin güzelliğini dile getirmek için onları peri ile kıyaslarlar. Peri, divan edebiyatında ve halk edebiyatında olduğu gibi, Türk masal dünyasında da geniş yer tutmaktadır. Dede Korkut Hikâyeleri’nden Tepegöz’de, Sarı Çoban, pınar başında bir peri kızı ile birleşir. Masalların çoğunda peri, güzelliği kadar iyilikseverliği ile dikkati çeker. Bütün bu özellikleri peri’nin modern edebiyatta da kullanılan bir unsur olmasını sağlamıştır.   

 

 

Gûl ve Gûlyabaniler

a) Câhiliyede Gûl İnancı: Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inandıkları, değişik sûret ve renkli şekillerde görünerek onları yoldan saptırıp helâk et­tiklerini kabul ettikleri, cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayâlî varlıklara "Gûl" denir.[349] Bunların dişilerine ise, "Suulât" adı verilir.[350] İbn Sikkit (ö. 244/848) "insanı helâk eden her şey Gûl'dür."der.[351]

Bunların bir yolcuya görünmesi, uğursuzluk ka­bul edilirdi. Bu yüzden câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından, bu tür yerlerden geçerken "Bu vâdînin sahibine sığını­yorum" diyerek, bir nevi onlardan, zarar vermeme­leri için izin isterlerdi.[352] Eğer yolda bir Gûl'a rastla­nacak olsa, ne yapılacağı konusundaki inançları ise şöyleydi: "Gûl'a rastlanınca onu bir darbede öldür­mek gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tek­rar canlanır." Bir Arap şairi bunu şöyle dile getirir: "Gûl, bana dedi ki: İkinci defa vur. Ben de ona yavaş ol, yerinde bekle hele. Zira ben (kılıcımı) kalbe yerleştirirdim.” [353]

Bir başka şair el-Behrânî, rastladığı bir Gûl ile mücadelesini şöyle anlatır: "Ayın son günlerinde, gece zifiri karanlıkta Gûle bir darbe indirdim, sanki toz duman oluverdi. İkinci defa darbemi indirmiştim ki, (sanki bir) kuvvet onun ehlini koruyordu da (canlanıverdi). Keşke o sağ elim kurusaydı da (o ikinci darbeyi indirmeseydim)." [354]

Câhiliye Araplarının Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenler, onlardan çoluk çocuk sahibi olanların varlığına dahi inanırlardı. Mesala, Amr bin Yerbu' bunlardandı. [355]

Amr bin Yerbu' hakkında şöyle bir rivâyet vardır: "Amr bin Yerbu' Gûl ile evlendi. Ondan çocukları oldu. Onun yanında uzun zaman kaldı. Gûl memle­keti tarafından şimşek çaktığı zaman, Amr'a şöyle derdi: "Onu bana gösterme (onu benden gizle). Eğer onu bana gösterirsen, çocuklarını bırakır, memleke­time -kavmimin bulunduğu yere- doğru uçarım." Bundan böyle ne zaman şimşek çaksa Amr, ridasıyla onun gözünü örter ve ona şimşeğin çakmasını göstermezdi. Derler ki bir defasında Amr bin Yerbu' gaflet etti. Gece şimşek çakmasına rağmen Gülün yüzünü ridasıyla örtmedi o da uçup gitti. Uçarken şöyle diyordu: Amr çocuklarını sıkı tut. Ben çakan şimşeğin yeryüzüne kaçan kıvılcımıyım... [356]

Gûl ile evlenme, yani cinlerle evlenme inancı ülkemizde de yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı is­pat etmek çok güçtür. Cinlerle evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da buna dâhil­dir) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler, sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin ruhî bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.

Türkçemizde Gûl'e, "Gûlyabâni" denildiği gibi, câdu (cadı), hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsin­den korkunç yaratıklar kabul edilir.[357] Câhiliye Araplarının sahip oldukları Gûl inancının varlığı, Gûlya­bâni şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden ge­çerken, Câhiliye Araplarının yaptıklarına benzer şe­kilde "Tû destur!.." denilerek geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına inanılır (Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabânîler hakkında H. Rahmi Gürpınar'ın "Gulyabânî" isimli eserini de hatırlıyoruz).[358]

b) Hadislerde "Gûl" İnancı: Câhiliye Arapları arasında yaygın olan "Gûl" inancının Hz. Peygamber’in hadislerinde hem müsbet hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım hadislerde zahiren "Gûl"ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği ifa­de edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye çalışalım.

Ebû Eyyüb el-Ensârî'den yapılan rivâyette "Gûl" ile yapılan bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. "Gûl" gelir ondan alırdı. Bun­dan Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Git, onu gördüğün zaman, ‘Bismillâh, Peygambere icabet et!’ de." Sonra Ebû Eyyüb, "Gûl"ü yakaladı. Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı. Müteakiben Hz. Peygamber’e geldi, Rasûlullah ona: "Esirin ne yaptı?" diye sordu. Ebû Eyyüb, "bir daha dönmeyeceğine yemin etti" dedi. Rasûlullah: "o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye de alışıktır." buyurdu. Ebû Eyyüb, "Gûl"ü bir kere daha yakaladı, o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onu yine serbest bıraktı. Sonra Rasûlullah'a geldiği vakit; "Esirin ne yaptı?" diye sordu. Ebû Eyyüb, "bir daha dönmeyeceğine ye­min etti. (bıraktım)" dedi. Daha sonra "Gûl"ü üçün­cü kez yakalayınca, ona "seni Rasûlüllah'a götürme­den bırakmayacağım." dedi. Bunun üzerine "Gûl" mukabelede bulundu. "Ben sana bir şey söyleyece­ğim... Âyet’el-kürsî; Evinde bunu oku, ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz." Ebû Eyyüb, Hz. Pey­gamber’e geldi. Rasûlullah ona: "Esirin ne yaptı?" di­ye sordu. Ebû Eyyüb, "Gûl"ün dediklerini anlattı. Rasûlüllah: "Doğru söyledi, fakat kendisi yalancıdır" buyurdu.[359]

Tirmizi'nin[360] "Bu hadis hasen-gariptir" diyerek naklettiği bu hadise benzer, çok sayıda ha­dis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel, Ubey bin Kâ'b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit'in de bu konuda ben­zer rivâyetleri vardır.[361] Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği zaman farklı ifadelere rastlanmak­tadır. Şöyle ki: Bu rivâyetlerden Ebû Eyyûb el-Ensârî ile Ebû Useyd'in rivâyetlerinde geceleri hurma çalan varlık için "Gûl" tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bu­nun için "Şeytan" kelimesini kullanmış, Ubey bin Kâ'b ise, yeni buluğa ermiş delikanli biri olduğunu anlatarak ona "Sen cin misin, insan mısın?" diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında, elinin köpek ayağına benzediğini, üze­rindeki tüylerinin de köpek tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde ise: "Birisi geldi", şeklinde meçhul bir şahıs­tan bahsedilmektedir.[362] Hadislerde anlatılan ortak konu ise, biriktirilmiş zekât hurmalarının çalınma­sı, çalanın yakalanarak Rasûlullah'a götürülmek istenmesi sırasında onun, Âyet el-Kürsi’nin faziletini haber vermesidir.

Tirmizi'nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin rivâyeti hakkında "Bu hadis Hasen-Garibtir" denil­miştir.[363] "Garip hadislerin ise, metin yönünden tek kalmış yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu biliyoruz."[364] "Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebepten tâbiîler, etbau't-tâbiîn ve daha sonraki nesillerin hadiscileri, garib hadislere pek rağbet etmemişler­dir. [365]

Buhârî'nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin muallak olduğu (Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç râvinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonuncu kişinin üst tarafındaki kişiden rivâyet edilen hadistir.), hatta İbn Arabi'ye göre Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.[366] Gerek Muallak ve ge­rekse Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır. [367]

Hadisin rivâyet farkından doğan değişik ifade­ler, râvilerin hurmaları çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı aktardıklarını an­lıyoruz. Çünkü hurmaları çalan, kimine göre, "Gûl" dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri kö­pek ayağına benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir şahıstır. Bu farklı ifadeler, her râvinin ya kendi hatırladığı veya kafasında öyle şe­killendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret et­mektedir.

Mezkûr hadislerin gerek ifade ettiği mânâdaki garabet gerekse sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhârî'nin naklettiği Ebû Hüreyre rivâyetin­de hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin tesbit etmiş olmaları[368] bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak ele almamızı gerektirmektedir. Yine Hz. Pey­gamber’in "Hastalığın bizatihi sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen bir şey de yok­tur" [369] hadisi de, kanaatimizi te'yid etmektedir. Sün­net, Gûl inancını reddetmiştir." Gûller sizi aldattığı zaman hemen ezan okuyunuz." [370] hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak için ezan okuya­rak Allah'ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü duygulardan uzaklaşınız manasındadır. Yoksa Gûl­lerin varlığını kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere bir dâvet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk arasında Albastı veya Alkarısı olarak bilinen ve çok kere de ezan okumakla kendisinden kurtulunduğuna inanı­lan bir inancı da hatırlatmaktadır.[371]

 

 

Nazar Değmesi

"Nazar" Arapça'da bakış demektir. Türkçe'de de aynı mânâda kullanılır. Bu umumi mânâsının dı­şında, yaygın bir inanışı dile getiren terim olarak "Nazar değmesi”, az çok herkeste bulunan, mavi gözlü kimselerde daha fazla bulunduğuna inanılan ve böyle kimselerin bakışlarından fırlayan zarar ve­rici, çarpıcı ve öldürücü güç anlamındadır. [372]

 

1- Câhiliyede Nazar Değmesi: Câhiliye Arapları arasında "Nazar Değmesi" son derece yaygın bir inanıştı. Nazarının değmesi konusunda bazı kimseler çok mâhir idiler. Bilhassa Benî Esed içinde bu özellikteki insanlar çoktu. Hat­ta onlardan biri, semiz bir deve veya yağlı bir sığır gördüğü zaman, cariyesinde: "Ey cariye, Evden ölçe­ği ve paraları al, şu hayvanın etinden bize et getir" der. (O sırada) hayvana nazar değer. Cariye, efen­disinin dediklerini evden alıp ayrılmadan hayvan, yere düşer, boğazlanır. Cariye de onun etinden satın alır, getirirdi.[373] Câhiliye Arapları, bir kimse hasedlikle ve düşmanlıkla birine bakınca, o, bu bakış se­bebiyle hasta olurdu. Onlar bunun için: "Falana na­zar değdi" derlerdi.[374]

Rivâyete göre Araplardan bir kimse, iki veya üç gün yemek yemez, aç kalır. Sonra çadırının perdesi­ni kaldırır, beklerdi. Oradan bir deve veya bir koyun geçerken görürse: "Bu gün bu deveden daha güzel bir deve görmedim" derdi. Böyle dediği hayvan, bir kaç adım atar ve hemen düşer ölürdü.[375] Bir Arap şairi şöyle der: Bir (toplantı) mahal(lin)de karşılaşınca karşı­lıklı nazar ederek bakışınca, basılan yer ayaklarının altından kayıverir. [376]

İbn Abbas, bir topluluğa uğrayınca bakışlarıyla kendisini tehdit edenler için şu şiiri söylemiştir: (Onlar) bana kızarmış gözlerle, keçinin kasabın (elindeki) bıçağına baktığı gibi bana keçi bakışıyla baktılar (yani korkak ve ürkek şekilde.) [377]

Bunlardan açıkça anlıyoruz ki, "Nazar Değme­si", Câhiliye Araplarının çok yakından ilgilendikleri ve tesirinden korktukları, öldürücü ve çarpıcı bir güçtür. Onlar bunu sadece bilmekle kalmıyorlar, onun etkisinden korunmak için de birtakım tedbir­lere başvuruyorlardı. Bunların başında "Temâim" adı verilen [378] nazarlıklar geliyordu. Ayrıca nazarı do­kunan kimseye bir kap içinde ellerini, ayaklarını ve izarının altını yıkamasını söylerler, o da yıkar, bu yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin üzerine dö­kerek, böylece nazardan kurtulunulacağına inanı­yorlardı.[379] Ayrıca Rukye (okumak) de yapılıyordu. [380]

Nazar değmesi inancı hemen bütün ülkelerde, kendine has özellikler içinde görülmektedir. Dün ol­duğu gibi, bu gün hâlâ Avrupa'da özellikle İtalya'da, Balkanlarda ve Rusya'da rastlanmaktadır.[381] Hatta Schwab'larda (Güney Almanya) çocukların alınları­na, nazar değmesin diye insan pisliği sürüldüğü kaydedilmektedir. [382]

Ülkemizde de, her bölgede nazar inancı yaygın­dır. Gök mavisi rengindeki gözün, bakışının değmesi ihtimalinin daha büyük olduğuna inanılır. Bunun içinde gök mavisi şeylerle nazar değmesinden korunulacağı düşünüldüğünden, mavi boncuğa önem ve­rilir. Mavi boncuk, nazarlık olarak kullanılır. Bun­dan başka ülkemizde nazar değmesinden korunmak için, yeşil kahve tanesi, eski para, kurşun, çitlenbik kabuğu ve at nalı gibi şeyler de nazarlık olarak kullanılır. Bu nazarlıklar, kullanıldıkları yere göre de­ğişik şekillerde asılır ve dikilir. Mesela, çocukların omuzlarına dikilir, hayvanların alınlarına yahut bo­yunlarına asılır, evlerin veya binaların giriş kapılarına konur. Yine ülkemizde nazardan korunma âdetleri arasında sıkça görüleni, nazar uğrayana kurşun dökülmesi, başının üstünden dua ile çevril­miş tuzun ateşe atılarak patlatılması, üzerlik otu­nun yakılarak dumanıyla tütsülenmesi gelir, bunlar yapılırken, kendilerine has özel tekerlemeleri de unutulmaz. Şöyle ki: Tuz patlatılırken: "Nazara bozara/Nazar edenin iki gözü bozara" denir. Üzerlik otu tütsülenirken de: "Elemtere fiş/ Kem gözlere şiş; Üzerlik otu çatlasın/Nazar eden patlasın." [383]

Bazı yörelerde nazar değmesinden korunmak için, nazarından korkulan kişi, çocuğu gördükten sonra, hemen çocuğun yüzü yıkanır, elbiseleri değiş­tirilir. Hatta dışarı giderken çocuğa siyah lekeler sü­rülür. [384]

 

2) Kur’ân-ı Kerim’de Nazar Değmesi: "O küfretmekte olanlar, zikri/Kur'an'ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle yıkıp devirecekler­di. ‘O gerçekten bir delidir’ diyorlar. Oysaki o zi­kir/Kur'an, âlemler için bir öğütten başka şey değil­dir." [385] Müşrikler Hz. Peygamber'i gördüklerinde, ona karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık sebebiyle gözleriyle onu oklayıp öldüreceklermiş gibi bakarlardı. Bu âyet onların bu psikolojik durumunu tasvir etmektedir. Bu âyetin nazar (göz değmesi) ile ilgili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunmakla birlikte bu kana­at kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Nitekim Şevkânî'nin aktardığına göre,[386] çok yönlü bir âlim olan İbn Kuteybe de âyette müşriklerin Rasûlullah'a na­zar değdirmelerinden söz edilmediğini, Rasûlullah Kur'an okuduğunda inkârcıla­rın ona kinle ve düşmanlık duygularıyla baktıklarının anlatıldığını ifade etmiştir. Buna göre âyetin nazarla ilgisi yoktur.[387]

 

Allah Rasûlünü Gözleri ile Yıkmak İsteyenler: İbn Abbas, İbn Mesud, el-A'meş, Ebu Vâil ve Müeahid: "le yuzlikûneke / Seni devirecek­lerdi" anlamındaki buyruğu: "Canının çıkmasına sebep olacaklar­dı" yani seni helâk edeceklerdi, öldüreceklerdi diye okumuşlardır. el-Herevî dedi ki: Onlar gözleriyle sana bakıp duruyorlar. Böylelik­le sana besledikleri düşmanlıkları sebebiyle Allah'ın seni yerleştirmiş ol­duğu o üstün makamından kaydırmak, devirmek istiyorlar, demek istemek­tedir. el-Kelbî: Seni yere yıkıyorlar, diye açıklamıştır. Yine ondan es-Süddî ve Said b. Cübeyr'den şöyle açıkladıkları nakledilmiştir: Seni asaleti tebliğ et­mek görevinden alıkoymak istiyorlar; el-Avfî: Seni yere yıkıyorlar; el-Müerric: Seni yerinden kaydırıyorlar; en-Nadr b. Şumeyl ve el-Ahfeş: Seni fitneye düşürüyorlar; Abdu'1-Aziz b. Yahya: Sana ileri derecede hiddetle, yan yan bakıyorlar; İbn Zeyd: Sana dokunuyorlar (delirtmek istiyorlar); Cafer es-Sadık: Seni yiyorlar; el-Hasen ve İbn Keysan: Seni öldürüyorlar diye açıklamışlardır. Bu da göz ucuyla beni devirdi, gözüyle beni öldürdü, tabirlerine benzemektedir.

Bu âyete nazar âyeti demek ve özellikle nazar duâsı olarak kabul etmek doğru değildir. Kâfirler, peygamberimize o kadar kin duyuyorlardı ki, Kur’ân'ı işittikleri zaman ona yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Âyetin halk kültüründeki “nazar” denilen inanışla herhangi bir ilgisi yoktur. Bu nedenle âyetin nazar duası diye okunması temelsiz ve yanlış bir davranıştır. Çünkü dua, Allah'tan bir şey istemektir. Bu âyette ise Allah'tan istenen herhangi bir şey yoktur. Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.

Âyette "leyuzlikune bi-ebsârihim / Neredeyse gözleriyle seni devireceklerdi" ifâdesinin, göz değmesi anlamına geldiği görüşünde olanlar, görüşlerini hadislerle desteklemişlerdir. Fakat burada kastedilen, Hz. Peygamber'e göz değeceği değil, kâfirlerin ona çok kızgınlıkla, onu yiyecek, devirecek gibi bakmaları anlatılmaktadır. Kelbî kelimesini "Neredeyse seni, mesajın tebliğ edilmesi görevinden çevireceklerdi", Hasan-ı Basrî: "Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi" şeklinde mânâlandırmış, İbn Kuteybe ise: "Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi” mânâsını kast etmiştir. “Sen Kur'an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi, demektir” demiştir. İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, A'meş ve Mücâhid ise bu kelimeyi “leyuzhikuneke” şeklinde okumuşlardır ki "seni helâk edeceklerdi" demektir. [388]

İbn Kuteybe de bunu şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının değmesi gibi, onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah kastetmiyor. Kastettiği şundan iba­rettir: Sen Kur'an okuduğun zaman onlar az kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık ve kin ile sert ve keskin bakışlarla bakıyorlar.

Kuşeyrî nazar konusundaki hadis rivâyetlerinin bir kısmını pek isabetli bulmamış ve şöy­le demiştir: “İsâbet-i ayn (nazar değmesi), ancak nazar edilen şeyin çok beğenilmesi ve nazar edenin içinden gelen bir hayretle ona bakmasıyla gerçekleşebilir. Bir şeyden tiksinmek, bir şeye kızmak ve öfkelenmek sûretiyle nazar değmesi olmaz. Hz. Peygamber’e kin ve nefret dolu gözle bakıyorlar ve ‘bu, herhalde delinin biridir’ diyorlardı. O bakımdan Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz hakkında bu bapta bir göz değmesi arzusu söz ko­nusu değildir.

İbn Kesir’in görüşüne göre de anlam şudur: Onlar sana olan kinlerin­den ötürü seni kıskanırlar. Allah'ın seni koruması ve onlara karşı seni hi­maye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye kalkışırlardı.

"Gözleriyle seni yıkacaklar" ifâdesine Kelbî, "seni, risaletini tebliğ görevinden çevireceklerdi", Hasan Basri: "Neredeyse seni gözleriyle öldürecek­lerdi", İbn Kuteybe: "Allah, gözü değen kimsenin, be­ğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi mânâsını kast etmemiştir. Sen Kur'an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düş­manlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni de­vireceklerdi" mânâsını vermişlerdir.

Mevdudi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Sanki bakışlarıyla yiyecekler" Mekke kâfirleri o kadar kızgındılar ki, Kur'an'ı işittikleri zaman Peygamber'i sanki gözleriyle yiyeceklerdi. Onların bu hali İsra Sûresi 73. ve 77. âyetler arasında beyan edilmektedir.

Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Bu bakışlar neredeyse Hz. Peygamber’in adımlarını etkileyeceklerdi. Sarsılmasına, sürçmesine, dengesini ve gücünü kaybedip yıkılmasına neden olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu, onların bakışlarının taşıdığı kin, kıskançlık, çekememezlik, kötülük, intikam, hırs, kızgınlık ve zehirden çok daha etkin anlatımlı bir ifadedir. Bu zehirli ve kızgın bakışlar, beraberinde iğrenç küfürler, âdi sövgüler ve aşağılık iftiralar da taşıyor: "O delidir' diyorlardı."

Hârikalar saçan fırça bu sahneyi Mekke'deki genel davet sahnelerinin arasından olağanüstü bir maharetle çizip evrensel perdede tescil ediyor. Böyle bir sahne, ancak kalplerinden ve gözlerinden böylesine kızgın ve aşağılık bir kin akan ileri gelen inatçı ve suçluların yer aldığı bir halkada yaşanabilirdi.

“Oysaki o zi­kir/Kur'an, âlemler için bir öğütten başka şey değil­dir.” (68/Kalem, 52)

Kâfirler, gözleriyle bile Peygamberimizi yok etmek istiyorlardı. Bu Kur'ân'ın âyetlerini işittiklerinde gözleriyle Peygamberimizi yemek is­tiyorlardı.

Bu günde aynısı değil mi? Allah'ın kelâmı her yerde okunmaya baş­lıyor. Böyle olunca, birilerinin gözleri belermeye başlamıştır. Gözleriyle müslümanları yok etmeye yöneliyorlar, ama Allah (c.c) diyor ki; bu be­lirli grubun, belirli yörenin, belirli bir ırkın kitabı değil, bütün âlemlere indirilmiş bir zikirdir, bir nasihattir, bir yol göstericidir. İnsanların gönüllerini etkileyecek kelimeler ve iman esasları canlı ve taze olarak hayata tümüyle yansıtılmasını beklerken, yeryüzünü ıslah edip dünyanın ihtiyaç duyduğu huzur ve İslâmî sistem bu Kur’an sayesinde mutlaka bir gün kurulacaktır.

 

3) Hadislerde Nazar Değmesi: Hadislerde, nazar değmesi bir vâkıa olarak anlatılmış ve onun, hak (gerçek) olduğu belirtilmiş­tir.[389] Konuyla ilgili hadislerden bazı örnekler görelim:

 

"Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne ge­çen bir şey olsaydı, onun önüne nazar değmesi ge­çerdi." [390]

 

"Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar." [391]

 

"Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsa idi, nazar değmesi geçerdi. Sizden yı­kanmanız istendiğinde vücudunuzu yıkayın." [392]

Son hadiste geçen "Sizden yıkanmanız istenin­ce (vücudunuzu) yıkayın" sözünden maksad, yuka­rıda zikrettiğimiz, Câhiliye Arapları arasında uygu­lanan ve kendisine "nazar abdesti" de denilen bir çeşit, nazardan korunma âdetidir. Sünnetin de ka­bul ettiği anlaşılan bu âdetin, nasıl yapıldığı hak­kında değişik rivâyetler vardır. Bu rivâyetlerden biri şöyledir: Bir kap içinde su doldurulur. Kap yere konmaz, (ondan nazarı değen kimse) bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alır, sağ elini; sağ eliyle su alarak, sol elini yıkar. Dirsekleriyle topuklarını yıkamaz, sonra bu şekilde sağ ayağını sol ayağını yıkar. Sonra izarının altını (bazıları bunu avret mahalli diye anlamışlar­dır) yıkar. Böylece yıkama işini bitirir. Yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin arkasından döker. Nevevî diyor ki bu mânâyı tahlil etmek ve hakikatini anla­mak mümkün değildir. Bizce bilinen şeylerin hepsi­nin sırlarına ermek aklın kuvveti dâhilinde değildir. Onun mânâsını akıl almıyor diye de reddedilmez." [393]

Bununla beraber, nazarı değen kimsenin bu şe­kilde abdest almaya mecbur edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazıları: Bir kimsenin nazarı değdiği anlaşılırsa, ondan korunmak icap ed­er. O yerin halkı, onun nazarından korunmalıdır[394] şeklinde görüş ileri sürmüşlerdir. Hatta "Onun evi­ne kapanmasını temin etmeli, fakirse yetecek rızık vermeli" tarzında yorumlar yapılmıştır. Fakat nazardan korunmanın en mâkul ve uygun olanı, bu konudaki me'sûr duaları okumaktır.[395] Bu duaların okunması, Hz. Peygamber tarafından bizzat isten­miş[396] ve öğretilmiştir. [397]

Öğretilen ve okunması tavsiye edeline bu du­alar, Allah'ın varlığını, birliğini yani Tevhidi içeren ve sadece O'na sığınmayı anlatan metinlerdir. Yoksa Câhiliye Araplarının yaptığı gibi, birtakım "temâim ve nazarlıklarla, kâhinlerin, arrafların, afsuncula­rın, sihirle uğraşanların, cinlerle irtibat halinde ol­duklarını iddia edenlerin okudukları tekerlemeler değildir. Çünkü sünnetin koyduğu her şey, Tevhid'i korumaya daima özen göstermiştir.

Nazar değmesi inancı, hemen her millette gö­rüldüğünden, kendine has karakter ve yorumlarıy­la, yeni şekilleriyle bürünmüş olarak ortaya çıktı­ğından, menşeinin hangi toplum olduğunu tesbit et­mek oldukça zordur. Ancak psikolojik temelleri ol­duğu muhakkaktır. Hatta şöyle de denilebilir: Belli bazı renklere karşı hassas olan kimselerin, o renge sahip gözleri olan kimselerin bakışlarının etkisinde kalabileceklerini düşünerek tedirgin olmaları hali­dir. Olay, şuur altındaki hissiyatın açığa çıkması olarak da anlaşılabilir. Hadiste geçen "Nazar Hak­tır" ifadesi de, bize böyle bir etki altında kalmanın mümkün olduğunu anlatmak için söylenmiş olabilir. [398]

Bir şeye bakmak anlamına gelen na­zar tasavvufta şeyhin, mürşidin müridi­ne, salikine, manevi yolla bakması, feyiz vermesi; Türk kültüründe ise göz değ­mesi, bir olayı ve belli bir biçimde ele al­ma demektir.

İslâmî kaynaklarda "isabet-i ayn" olarak geçen ve kültürümüzde daha çok "nazar değmesi", nazara gelmek, nazara uğramak, göz değmek tabirleri kullanılan "nazar", özellikle açık mavi gözlü, keskin bakışlı kimselerin bir insana, hay­vana veya güzel bir eşyaya, âlete, işe vb. şeye bakması ile ona etki etmesi, zarar vermesi, insanın hastalanması, eşlerin, ailenin, ortak iş yapanların huzursuz ve geçimsiz olması, düzenin bozulması, iş­lerin kötüye gitmesi anlamında kullanıl­maktadır. Kötü gözle, kıskançlıkla bak­manın etkili olduğu, insanın olumsuz yönde etkilendiği, hatta hastalığa sebep olduğu yaşanan, bilinen, görülen, gözle­nen bir olgudur. Peygamber (s.a.s.) "Göz değmesi gerçektir"[399] buyurmuştur. Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunmak, Allah'a dua et­mek sûretiyle, nazar değmesinden kur­tulmak mümkündür. Göz değmesi ve psikolojik hastalıklara karşı rukye ile (okuyup dua ederek) tedavi edebileceği­ne dair hadisler vardır.[400] Peygamberimiz (s.a.s.), "Allah'ım! Ey insanların Rabbi! Ey acıyı, sıkıntıyı, hasta­lığı gideren Allah, bu hastaya şifa ver, çünkü sen şifa verensin, Senden başka kimse şifa veremez. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık kalmasın." diye dua etmiştir.[401] Yine Peygamberimiz kötülük­lere, kötü insanların şerlerine karşı, "Ya­rattıklarının şerrinden tam kelimeleriyle Allah'a sığınırım" şeklinde dua edilme­sini, Allah'a sığınılmasını tavsiye etmiş­tir. [402]

Maddî manevî her türlü hastalık için, tedaviye başvurmak, doktora gitmek asıldır. Ancak şifayı verenin, ilaçlarda devayı var edenin Allah olduğu unutul­mamalıdır. Göz değmesi, korkma vb. psikolojik hastalıklarda kişi dua ederek, Allah kelâmı olan Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini okuyarak kurtulmaya çalışabilir. Ancak nazar değmesin diye muska, nazar boncuğu denilen gök boncuk, ağaç parçası, at nalı, kafatası vb. şeyler takmak, nazardan kurtul­mak için kurşun döktürmek, tütsü yap­mak doğru değildir. Bunların din ile te­davi ile bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz bu tür şeyleri hoş görmemiş, nazarlık ta­kılmasını men etmiştir.[403]

 

 

Sihir/Büyü

Sihir, yapılış şekli ve meydana getirdiği etki açısından, uzmanlık gerektiren bir sanattır, inanç değil de sanat olan bu olayı, halk inançları içinde görmek her ne kadar, ilk anda yadırganacak bir husus ise de, meydana getirdiği etkinin şiddetinden dolayı, halkta uyandırdığı tepki, ona âdeta inanç hüviyyeti kazandırmıştır. Biz meseleye bu yönü iti­bariyle yaklaşarak sihri, halk inançları arasında incelemeyi uygun bulduk.

Sihir, lügatte, "ne olursa olsun sebebi gizli olan şey" demektir. Şer’î örfte ise, "sebebi gizli olmakla, hakikatin hilafına tahayyül olunan yaldızcılık, şar­latanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey” demektir. "Esrarengiz gizli sebeple incelik, zahirî cazibe, hud'a kötü maksat, sihrin mâhiyetini teşkil eder. İnsafsızlık ve ahlâksızlık sihrin kökü­dür.[404]

Türkçemizde sihir: "Büyü, cadılık, gözbağcılık olarak bilinir."[405] Bu işin bir çeşit illizyon (illustion) olayı olduğu da düşünülebilir. [406]

1) Câhiliyede Sihir: Sihir, Câhiliye Araplarının inanç dünyasında, etkin bir yere sahiptir. Onlar, görmedikleri bir şey­den ya da alışmadıkları, duymadıkları şeylerden sözeden, konuştuğu konularda birtakım gizli kapalı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde onu, büyünün (sihrin) etkisine girmiş kabul ediyor, onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı. Duydukları bu yeni şeyler onlar için, sanki sihirden başka bir şey değildi.[407] Onlarda, şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-öğretmen ilişkisine benzer bir ilişkinin olduğuna dair anlayış vardı. Bü­yücünün, kişi ile hanımı arasını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı.[408] Cinlerin, dâhî kim­selerle ilişki kurdukları şeklindeki Câhiliye inancı, sihirbazların da tıpkı kâhinler gibi, cinlerle ilişki kurduklarını, onları kendi işlerinde kullandıklarını ifade ederek insanlar üzerinde etkili olmaya çalış­maları, Câhiliye Araplarını cinlerin, sihirbazlara yardımcı olduklarını zannetmeye sevketmiştir. [409]

Birtakım rivâyetlerden öğrendiğimiz gibi, sihir denilince ilk akla gelen, Beni Züreyk’li bir Yahudi olan Lebid bin A'sam'ın Hz. Peygambere sihir yaptı­ğı rivâyetidir.[410] Bu olayın varlığı tartışmalı olmakla birlikte, anlaşılan şudur ki, sihir olayı Câhiliye Arapları ara­sında yaygındı. Bu işi bilen, sanat edinmiş kişiler, o devirde çok sayıda bulunuyordu. Kur'an'da: "Büyü, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler" kavramlarının, defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin, Hz. Pey­gamber’i büyücülükle itham eden sözlerinin hikâye edilişi, Arapların İslâm'dan önce, sihir ve sihirbaz­ları bildiklerine ve onlarla sıkı münasebet halindeolduklarına güçlü bir delildir. [411]

 

2) Hadislerde Sihir: Büyü, afsun, nirenk ve füsun gibi tabirlerle de ele alınan sihir,[412] değişik münasebetlerle Kur'an'da iştikakıyla birlikte 80'den fazla yerde geçmektedir.[413] Hz. Peygamber’in hadislerinde zikri geçen sihir, hü­küm itibariyle, reddedilmiş, bu, "sihir yahpmak şirktir";[414] "Sihre inanan cennete giremez" [415] şeklin­deki hadislerle ifade edilmiştir.

Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde, Hz, Peygamber’in kaçınılmasını istediği yedi şeyden biri de büyüdür (sihirdir).[416] Hadiste geçen diğer altı şey ise: "Allah'a şirk koşmak, zina yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına iftira atmak). Başka bir hadiste ise: "Kim düğüm bağ­lar, sonra da ona üflerse sihir (büyü) yapmış olur. Sihir (büyü) yapan da şirke girmiş olur." [417]

Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı gibi, sihir yapmanın, bununla meşgul olmanın haram ol­duğu, günah-ı kebâirden sayıldığı görülmektedir. Bununla beraber konuya daha geniş açıdan bakarak bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bun­lar genel hatlarıyla şöyle hülasa edilebilir:

Farklı görüşler ileri sürenlerden biri Nevevî’dir.[418] Şöyle der: "sihir yapmak haramdır. Kebâirden olduğu hususunda icmâ vardır. Rasûlullah (s.a.s.), sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bazı sihir vardır ki, onu yapmak küfür­dür, bazısını yapmak ise günahtır. Söz gelimi, içinde küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan sihir, küfürdür, bu şekilde olmayanlar için küfür hükmü verilmez. Ancak sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haram­dır. Şâyet, mâhiyetinde küfrü gerektiren bir şey varsa, bunu öğrenip öğretene tevbe teklif edilir, tevbe etmezse öldürülür. Küfrü gerektiren şey olmadığı takdirde, azarlanır (ta'zir edilir)." [419]

Sihir konu edilince, Hz. Pey­gamber’e Lebid bin A'sam ve kızlarının sihir yaptık­ları rivâyeti hemen akla gelmektedir. Bu meselenin aslı nedir? Ko­nu ile ilgili rivâyetlerin durumu nasıldır? Bu konu­da kısaca durmak yerinde olacaktır.

 

Hz. Peygamber’e Sihir Yapılmış mıdır?

Buhârî ve Müslim'in Hz. Âişe'den yaptıkları bir rivâyette şöyle denilmektedir: "Hz. Peygamber’e (Ya­hudiler tarafından sihir yapıldı. Öyle ki Rasûlullah (s.a.s.), yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyor­du. Bir gün benim yanımda iken, Allah'a dua etti. Sonra tekrar dua etti ve dedi ki:

-Ey Aişe, hissettin mi? Sorduğum hususta Al­lah bana bilgi verdi.

-Hangi hususta Ey Allah'ın Rasûlü? dedim.

-İki kişi bana gelip biri baş tarafıma diğeri ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine:

-Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi.

-Büyüdür, dedi. Önceki tekrar sordu: Kim yapmış?

-Lebid bin A'sam adındaki Beni Züreyk’li bir Ya­hudi, diye cevap verdi. Öbürü:

-Büyüyü ne yaptı? dedi. Arkadaşı:

-Bir tarakla saç döküntüsünü, bir erkek hurma tomurcuğunun içine (koyarak sihir yaptı) dedi. Di­ğeri:

-Pekâlâ, şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı; ‘Zervan kuyusunda’ cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), ashabdan bir grupla birlikte kuyuya gitti. Ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dö­nüp:

-Ey Âişe, Allah'a yemin olsun ki, kuyunun suyu, sanki kına ile ıslatılmış gibi (bulanık,) ve (o kuyu­nun suyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da, sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben:

-Ey Allah'ın Rasûlü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum.

-Hayır, dedi ve ilâve etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lutfetti ve ilâve verdi. Ben ondan halka bir şey gelmesine sebep olmaktan korktum, kuyu­nun kapatılmasını emrettim de kuyu kapatıldı.[420]

Bu konuda başka bir rivâyet şöyledir: Zeyd bin Erkam naklediyor: Rasûlullah’a (s.a.s.) sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonra Cebrail (a.s.) gelerek: "Seni Yahudilerden bir adam zehirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı." dedi. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali'yi gönderdi. O, düğümü oradan çı­karıp çözdü. (Sihir çözülünce) Rasûlullah (s.a.s), bağ­dan kurtulmuş gibi kendine geldi. Rasûlullah (s.a.s.) bunu Yahudiye söylemedi ve onun yüzünü hiç görmedi.[421]

Bazı rivâyetlerde, vak'a daha teferruatlı anla­tılmaktadır. Bunlardan birinde gelen ziyade, burada kayda değer. "Hurma tomurcuğunun içerisinde mumdan bir timsal/heykel vardı. Bu Rasûlullah'ın timsâli idi Timsale batırılmış iğneler vardı. Ayrıca üzerinde on bir adet düğüm vurulmuş bir de kiriş vardı. Bu­nun üzerine Cebrail (a.s.) Muavvizeteyn sûrelerini indirdi, bunlardan bir âyet okundukça, bir düğüm çözüldü, bir iğne çıkarıldıkça onun elemini hissetti, bunlar tamamlanınca rahatladı."[422]

Bu olayın, hicretin yedinci senesinde Medine'de cereyan ettiği ifade edilir. Bu konudaki rivâyetler, Buhârî ve Müslim'in dışındaki başka kaynaklarda da yer al­maktadır. Tartışmaya konu olan tarafı ise: Hz. Pey­gamber’e gerçekten sihir yapılmış mıdır? Yapılmış­sa, bunun peygamberlik müessesesiyle bağdaşıp bağdaşmıyacağı hususudur.

Mâzirî (ö. 536/1142), Hz. Peygamber’e sihir ya­pılıp yapılmadığı konusunda şu görüşleri savunur: "Rasûlullah'ın Cenâb-ı Hak'tan naklettiği meselelerdeki sıdkı (doğruluğu) hususunda ve tebligatında ismet'e (İlâhî korunmaya) mazhar olduğu hususunda delil ikame edilmiştir. Pek çok mucize, O'nun tasdik edildiğine kesin deillerdir. Aksine delil tecviz etmek bâtıldır. Ancak asıl gönderiliş gayesinin dışında ka­lan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen bir kısım dünyevî işlere, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi mâruzdur, hastalıklar gibi. Öyleyse herhangi dünye­vî bir meselede, hakikat olmayan bir zanna düşürül­mesi akıldan uzak değildir." Mâzirî ilaveten der ki: "Esasen Rasûlullah'ın zanna düşürülmesi hususu, bazı rivâyetlere göre, zevceleriyle beraber olmadığı halde beraber oldu zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara, rüyada insanlar sıkça düşer. Uyanık halde iken düşmesi de imkândan uzak değildir.[423]

Muhammed Ebû Şehbe bu konuda, "Difâun ani's-Sünne"[424] isimli eserinde İbn Kayyım'ın (ö.751/1350) şu sözlerini kaydeder: "Buhârî ve Müs­lim (sihirle ilgili) hadisin sahih olduğunda ittifak et­mişlerdir. Ayrıca hadisçilerden hiç bir kimse, bu ha­dis hakkında ileri geri laf etmemiştir. Hadis, tefsir, tarih ve fıkıh ehli tarafından bilinen meşhur bir ha­distir. Bu kimseler, böyle konuları Kelamcılardan daha iyi bilirler. Sonra Rasûlullah'ın başına gelen sihir, gelip geçici, Allah'ın kendisine şifâ verdiği bir hastalıktı. Bunda ise ne bir ayıp vardır ne de bir ku­sur. Çünkü peygamberler de pekâlâ hastalanabilir­ler, hatta bayılabilirler de..." [425]

Kadi Iyaz konuya daha değişik açıdan bakarak, ''Sihir Hz. Peygamber’in sadece vücudu ve âzâları üzerinde tesirini gösterdi, onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında) göstermedi" der. [426]

Görüldüğü gibi görüşlerini sunduğumuz İslâm bilginleri, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını, fakat onun peygamberlik görevini etkilemediğini, sadece bir çeşit hastalık niteliğinde olduğunu belirtmekte­dirler. İbn Kuteybe de aynı kanaattedir. [427]

“Hz. Peygamber’e sihir yapılmıştır ve O da sihrin etkisinde kalmıştır” şeklindeki bir inanç-etkilenme ister sadece bedenî yönden olsun, isterse aklî yönden olsun peygamberlik müessesesi ile bağdaş­maz diyen İslâm bilginlerinin başında Nazzam (ö. 221/835) gelmektir. Mu'tezile, Hz. Peygamber’e sihir yapıldı demenin, Kur’an âyetlerine aykırı olacağını savunarak "bu fikirde ısrar etmiş, sihirden teessü­rün (etkilenmenin) mansıb-ı nübüvvete yakışmaya­cağını" söylemişlerdir.[428] İmam Maturidi'den (ö. 331/942) nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam bu­rada merviy olan (rivâyet edilen) sihir hadisi met­ruktür. Metruk Hadis: Hadiste yalan söylemek ithamına mâruz kalan yahut söz veya fiilinde fıskı açığa çıkan yahut da çok yanılma ya da gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına rivâyet ettiği hadise denir.[429] Çünkü bundan, kâfirlerin Hz. Peygam­ber’e meshûr (sihirlenmiş) demelerinin sıdkı (tasdik edilmesi) lâzım gelecektir. Bu ise Kur’ân-ı Azimü’ş-şân’ın nassına muhâliftir"[430] der.

"Ancak şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, (sihir yapıldı ve Hz. Peygamber on­dan etkilendi şeklinde nakledilen) bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile, Rasûlullah'a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değil­dirler. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değildirler. Haber-i âhad: Bir nesilde bir tek râvi tarafından rivâyet edilen habere, haber-i vâhid; birkaç nesilde birer râvi tarafından rivâyet edilene haber-i âhad denir.[431] Haber-i ahad'ın sıhhati ise, iti­kadın cevazını ifade etse bile, vücûbunu ifade eyle­mez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur'an'ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına dahi kail olanlar vardır.[432] Muhammed Abduh da konuya benzer ifadelerle temas ederek şu açıklamayı yapar: "Nübüvvetin ne oldu­ğunu ve onun gereklerini idrâk edemeyen mukallidlerin büyük bir bölümü şöyle derler: "Rasûlulah'ın büyülendiğine dair bize ulaşan rivâyetler sahihtir... Kuşkusuz bu haberde geçen sihir, Kur'an'da varlığı­na işaret edilen sihir türlerinden biridir." Bakın, sahih din ve açık bir gerçek, mukallidlerin nazarın­da nasıl bid'ate dönüşüveriyor. Bundan Allah'a sığı­nırız. Sihrin sübûtu hususunda Kur'anla ihticac edip, Rasûlullah'ın sihirden berî (uzak) olduğunu ifade eden mutlak âyetlerden nasıl yüz çevirebiliyorlar?[433]

Bu âyetleri te'vil edip de, sihrin varlığını ispat ettiği söylenen âyetleri neden te'vil etmezler? Kaldı ki müşriklerin maksatları ortadadır. Onlar, Rasûlullah'ın şeytanla ilişkide olduğunu söylüyorlardı. Bu ise oların nazarında sihir türlerinden biriydi. Rasûlullah'ı büyülediği söylenen Lebid bir el-A'sam'ın bü­yüsü de bu büyünün aynıydı ve müşriklerin iddiala­rına göre Rasûlullah, bu büyünün tesiriyle aklını ve idrâk gücünü karıştırmıştı.

İtikad edilmesi gereken husus; Kur’ân-ı Kerim'in kati olduğu ve Allah Rasûlünden tevatüren bize kadar geldiğidir. Gerçekten itikada lâyık olan onun ispat ettiği; îtikad edilmemesi gereken de onun nefyettiğidir. Rasûlullah'ın sihirden ve büyülenmekten emin olduğunu Kur'an ifade etmekte olup, onun büyülendiğine dair iddiaları da, düşman­ları olan müşriklere isnad etmekte ve onları bu iddialarından dolayı kınamaktadır. Öyleyse, o kati sûret­te büyülenmemiştir. Sahih olduğunu varsaysak da­hi, bu, âhad bir hadistir. Akideye taalluk eden mese­lelerde ise âhad haberle amel edilmez.[434]

Bununla beraber bu meseleyi Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid'at ve İ’tizal meselesi gibi tasvir etmek de, sihri haddinden fazla büyütmek gibi bir ifrattan hâlî olmaz.[435] Ancak bahsimize konu olması hasebiyle, “Hz. Peygamber’e sihir yapılmış mıdır?” sualine ce­vap olarak sunduğumuz bu açıklamalarda varılan sonuç, Muhammed Abduh'un da gâyet açık olarak ifade ettiği gibi Rasûlullah'a büyü yapılmamış oldu­ğu kanaatinin daha makul olacağı yönündedir. Bu konudaki hadisler te'vile muhtaçtır.

Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir. 

Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.

                                                      

Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller

 

Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr=büyülenmiş” dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular: “...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.” [436]; “Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” [437]

Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir: “ (Ey Muhammed!) Sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?” [438]; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.”[439]; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed) mecnun değildir.” [440]

Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.” [441]

Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz” [442]; “Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.”[443]; “Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez.”[444] Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir ettiğiyle ilgili rivâyetler,  büyücülerin başarılı olamayacağını ifade eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları da düşünülemez. 

Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur: Büyünün en etkin şekilde ve insana zarar verecek tarzda kullanılmasının (kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu söylenir. Hâlbuki kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır. Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.”[445] Allah, İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de bana hemen icâbet ettiniz.”[446]; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.” [447]; “Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).”[448]; “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır.” [449] 

Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz. Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince; inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen rivâyetler de bunlardır.” [450]  

Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu. Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye; Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçüleri şerrinden” [451] âyetinin sihirle ilgili olması, diğer âyetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.” [452]

Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadin sıhhati ise itikadın cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada, rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bunda kâfirlerin Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olması gerekecektir.  Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir” demiştir. [453]  

Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz” [454] demektedir. 

Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim (etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir” [455] demektedir.

Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş” diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.      

 

Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü yaratıkların şerrinden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan, onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden Allah'a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden Allah'a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.

Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir. Orada bir avuç müslüman, bir yandan her biri birer şeytan gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan müşrik insanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah'a sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...” [456] âyeti, insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse Allah'a sığın.”[457] âyeti de bu gibi telkinlerden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.

Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.

Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır?

Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği, siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi, Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden çekinmek lâzımdır. 

Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını vaad etmiştir.[458] Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...” [459]; “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...” [460] Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?

Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını, cinnin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de [461] bu büyü yalanını reddetmektedir. [462]

Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e yapılan büyünün Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar vermediğini söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin altı ay böyle sürdüğü” anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi” gibi “hayal görme” lafızlarından anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir.

Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.

Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir. Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır. Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi söz konusu değildir.

 

Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd bin el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden medet uman, ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına, maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da (onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır.

Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir”[463] demektedir.

Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söylemiştir.[464] Büyünün Hz. Peygamber’e tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi”  tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta yarar vardır.

Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. [465]        

 

Sihrin Menşei/Kaynağı

Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim'den öğrenmekteyiz. Kur'an'ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği zamanında sih­rin çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafından insanla­ra öğretildiği şeklindedir. [466]

 

Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi'nde, "Sihir" maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda aynı şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler'de (Eski Yunan), Bâbil'de, Mısır'da, İran'da, Keldâniler'de, Hintlilerde ve İbn İshak'a dayandırarak eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek, düşmanları öl­dürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna işaret eder."[467]

İslâm öncesi Arabistan'da sihir, Arapların ken­dileriyle yakın ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar gibi halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar, tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabii ki sünnette meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun dışında­dır), yıldızlara bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve dikey olarak toplandı­ğı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli değerle­rinden yararlanarak geleceği okumak demek olan Cifir, bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.[468]

Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’ân-ı Kerîm'de, bu anlamı veren “Sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi = Maji”, “Magic = Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılan- ilkel bir çözüm arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere büyünün temelinde üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası, b) ilkellik, c) çözüm arayışı. Bunlardan birincisinin açıklaması şöyledir:

Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün, herkes tarafından an­laşılamayan, herkes tarafından bilinemeyen ve yapılamayan birta­kım esra­rengiz ilişkilerden ve bu ilişkilere dayanan formüllerden oluş­tuğu sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin bir inanış ve kanaat ola­rak var­dır. Ancak büyü, çeşitli şarlatanlıkların bazı şekilleridir. Çünkü büyünün gerçek oldu­ğunu kanıtlayan bir kimseye rastlanmamıştır. Ayrıca büyü­nün bir aldat­maca olduğunu Kur’ân-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymak­tadır. Tâhâ Sûresi'nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile Mısır Firavun'u ara­sında olup bi­ten bir mûcize ile büyü mücadelesi canlandırılmıştır. Bunlardan özellikle 66-69’uncu âyetlerde bü­yünün içyüzü bü­tün çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerime­lerde özet olarak şöyle bir açıklama vardır:

Firavun'un büyücüleri Hz. Mûsâ'ya, önce hangi tarafın gösteriye baş­la­masını sorunca Hz. Mûsâ: "Hayır, siz atın."  yani elinizdeki sicim­leri ve değnekleri atarak büyü gösterisine önce siz başlayın dediği kay­dedilmek­te­dir. 66. ve 67’nci âyetler gösteriyi ve onu şaşkınlık içinde seyreden Hz. Mûsâ'nın ruh halini anlatmaktadır. Bu âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından ötürü, sicimleri­nin ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde canlandırılıyordu.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”

66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye kadar içyü­zünü ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde canlandırılan asıl­sız birta­kım kımıldayışlar olduğunu ifade etmektedir. Sicimlerin ve değ­neklerin, Hz. Mûsâ'nın hayalinde hareket eder gibi göründüklerini kay­deden bu âyet­lerden iki farklı anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi: Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte hareket ettikleri­dir. İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.

Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü gibi asıl­sız bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak dışıdır. Ama bunu il­lüz­yonistlerin yaptığı gibi bazı hilelere başvurarak yapmak el­betteki müm­kündür. Özellikle ilâhlık iddiasında bulunmuş mağrur ve çağının en kud­retli hükümdarı olarak Firavun'un, sahip bulunduğu güç ve imkânlarla devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini bularak bu hileleri yaptırması zor değildi. Kur’ân-ı Kerîm, büyünün bir gözbağ­cılık, bir şa­şırtma ve duyu­ları spekülatif yöntemlerle aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A'râf Sûresi'nin 116’ncı Âyet-i Kerime'sinde açıklamakta­dır.

Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri iste­nince onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir etki uyandırdıkla­rını Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır: “Mûsâ: ‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya atınca insan­la­rın gözlerini büyülediler. Onları ürperttiler ve muazzam bir büyü or­taya getir­diler.” [469]

Âyet-i kerime'deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.” ifadesi çok açık­tır ve bu olaydaki büyünün, gerçek değil, bilakis psikolojik bir etki yaptığını ortaya koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu ilâhî açık­lamadan ko­layca anlıyoruz ki büyünün birtakım hileler olarak izahı var­dır. Bununla birlikte hiçbir gizemli yanı da yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'de sicim diye geçen şeylerin -söylentilere göre - içleri birtakım kim­yasal maddelerle dol­du­rulmuş hayvan bağırsakları ol­duğu ve gösteri sıra­sında bu maddelerin reak­siyona girerek bağırsakla­rın hareket etmesine neden oldukları ihtimali bu­lunduğu gibi, büyücü­ler benzer bazı speküla­tif işler de yapmış olabilir­ler.

İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ'nın haya­linde ha­reket eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de vardır. Şöyle ki:

Hz. Mûsâ, Firavun'un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık seyirci kar­şı­sında ve belki de tek başına bulunmak gibi -peygamber bile olsa- insan mo­ralini olumsuz etkileyen bir konumda idi. Allah Teâlâ'ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan Firavun'un, bu şedid ve kanlı diktatörün karşı­sında bu­lunmuş olmak ve hele moral verecek bir taraf­tar kitlesinden yoksun olmak gibi etkenler hesap edilirse Hz. Mûsâ'nın bu olayda ne ka­dar zor dakikalar yaşadığını tahmin etmek güç değildir. Aslında bu ihti­mali araştırmak yer­sizdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya koy­makta ve Tâhâ sûresinde şunları kay­detmektedir: “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O'na, korkma dedik, asıl üstün gelecek olan sensin sen!” [470]

İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur. Onun için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.

Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından il­kelliğidir. Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış ve uygulaması ba­kı­mından ne vahye, ne de akla dayanır. Bilakis vahyi ve aklı hiçe sa­yan rezil bir düşünce ürünüdür. Bu gerçeği anlayabilmek için hiçbir in­cele­meye ve araştırmaya bile gerek yoktur. Sadece bir tek büyücü gör­mek bile büyünün her bakımdan ne olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu sefil insanlar her türlü faziletten yoksun oldukları gibi onlara ina­nan ya da tu­zaklarına düşen zavallılarda bile sağlıklı bir moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.

 Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”[471] buyurmaktadır. Büyünün, etki yapmak ba­kımından bir “hiç” olduğunun, bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.

 

Büyü, amaç bakımından ilkel ve zararlıdır. Çünkü:

a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte, hatta onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri anlayabilecek bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları için, onların basit düşünce yapı­ları bü­yücüler tarafından kullanılmaktadır. Bu ise insan aklının kü­çümsenmesi demektir.

b) Büyü, akla dayanmadığı gibi vahye de dayanmamaktadır. Bilakis va­hiy, sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte ve sihirbazı kâfir ol­makla suç­lamaktadır. Büyü yapan insanın, İslâm Hukuku'nda cezası pek ağırdır.

c) Büyü, insanların aldatılmasına ve kötü yönlendirilmelerine ne­den olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta günah karşılığında zarara uğrat­mak­tadır.

 

Büyü, araç bakımından da ilkel ve zararlıdır: Türüne göre büyüde kullanılan araçlar son derece iğrençtir. Katır toyna­ğından, karga beynine, kıldan dışkıya kadar, büyüde en pis ve en necis mad­deler kullanılır. Ne yazık ki bunların bir kısmı da insanlara şu veya bu şe­kilde yedirilir.

Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli saygısızlık­tır. Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle harap olması istenen mekân­lar ve za­rar görmesi istenen insanlar için yapılan büyülerde- Allah'ın yüce ad­ları ve âyet-i kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve ayakkabı to­puklarına, eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere gizli şekilde yerleştirilmekte­dir.

Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm arayışı olma­sı­dır. Çünkü büyü ile derdine derman arayan insan, eğer sorunun çö­zümü için akılcı ve legal bir yol varsa bu yola inanmayacak ya da gü­venmeyecek kadar rüşdünü yitirmiş biridir. Eğer tamamen çaresizlik içinde ise bunu, ikinci bir çaresizlikle birleştirecek kadar Allah'ın feyiz ve nurundan uzak, bilakis da­lâlet karanlığına saplanmış biridir.

 

Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde kullanılmış olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü) Kur’ân-ı Kerîm'de sözü edil­miş ve işlenmiş bir konu olarak vardır. Elbette ki büyü tarih bo­yunca insanları meşgul etmiş bir hâdisedir. En uygar sanılan toplumlar içinde bile sihir ya­pan ve sihre inanan insanlar bulunmuştur. Onun için sihrin bir toplum gerçeği olarak var olduğunu inkâr etmek imkân­sızdır.

İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı bir yorum ge­tirmiş ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır. Eğer bü­yü­nün gerçek anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çö­züm­leyemedikleri sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şar­latan­lardan medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de so­nunda hayal kı­rıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başa­rıya ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldı ki büyücülere meydan okuyan insanlar hiçbir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamış­lardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu or­taya koyan başlı­başına bir kanıttır.

Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerîm'in 113’üncü Sûresi olan Felak Sûresi'nin 4'üncü Âyet-i Kerime'sini göstererek büyünün şerri hak­kında bir kanaat ortaya koymak istemişlerse, hemen ifade etmek gere­kir ki bu âyet-i kerime'de şerrinden söz edilen büyü değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren” büyücü kadınlardır. Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!

Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini vererek duygusal insanların psi­kolojisini olumsuz yönde etkileyen kadınlar (veya erkekler) bu­lunmuştur. Genelde câhil topluluklar arasında faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğüm­lemek, bu düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kur­şun dökmek ve kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçin­meye çalışır­ken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili ola­bilmek­tedirler. Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şer­rine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inan­mak küfürdür. Yani İslâm Dini'nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülü­ğün en tehli­kelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılı­ğında ücret vermek, hem iş­lediği bu ağır günaha karşılık onu ödül­len­dirmek, hem zararlı bir fa­ali­yete değer biçmiş olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından elbette ki bu yapılanların hepsi şer­dir, kötüdür. Rabb'imiz işte bü­tün bu kötülükleri işleyen kadınların şerrin­den kendisine sığınmamızı is­temiştir.

Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini kaza­na­ma­mış, vicdanlarda mahkûm olduğu için hep gizli yapılmış ve büyü ya­panla­rın da yaptıranların da sonu daima pişmanlık olmuştur. [472]

 

 

Kehânet ve Arâfet/Arrâflık

Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcı­lık etmek demektir. Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.[473] Kâhin, gizli, geçmiş haberleri bir ne­vi kendi zannı ile (tahmini) haber veren kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak haber veren kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama, bazen hata eder bazen isabet eder.[474] Kâhin lafzı, daha umumi olup, Arrâf lafzının mânâsını da içine alır.[475]

1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri meslek halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan kimselerdir.[476] Gele­cekte olacak şeyler hakkında haber veren ve sırları bilme iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, ken­dilerine haber getiren cinlerden yardımcılarının ol­duğunu zannederler.[477] Bazıları da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin mukaddimâtı ile bildiklerini iddia ederler. Muhetelif çeşitleri olan kehânetin bir kısmı cinlerle ilgilenmekle, bir kısmı tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak sûretiyle olur.[478] Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla bakıyorlar, onların sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların doktorları olarak görüyor­lardı. Psikolojik sıkıntıların ve ruhî problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sı­kıntıya düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların katında huzur ve marifet olduğunu söylü­yorlardı.[479]

Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu, her mahalleye ait bir kâhinin bu­lunduğunu[480] anlatarak Hicaz bölgesinde bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini vermektedirler. Bunlar arasında: İzzi Selemetü'l-Kâhin, Şıkk bin Enmar, Satıh bin Mazin, Tureyfetü'l-Kâhin, Zebra, Hunafîr bin Te'em, Mûsâ bin Mezür, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin Kaarib, Fatma binti Mürri Has'amiyye zikredilmiştir. [481]

Araplara ait rivâyetle­re dayanarak kâhinler ve kehânet hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz:

a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.

b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerin­de, sözlerini ve cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üs­lup içinde söylerler. Konuşmalarının arasına birta­kım imâlar yerleştirirlerdi ki, dinleyiciler, bunların içinden kafalarındaki soruların cevaplarını bulabi­lirlerdi.

c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, insanlara gaybî olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.

d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya kapılarak, hatta bizzat kâhin­lerin kendilerinin de dillerinden dökülen seciler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi olan cinlerin oldu­ğunu, kendilerine düşen görevde yardımcı oldukları zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cin­lerin, göklere kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip bu haberleri söylediklerine inanıyorlardı.[482]

Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cin­ler ve şeytanlar idi. Buna bazı Kur'an âyetleri de delâlet etmektedir.[483] Şöyle ki: "Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakıp temâşâ edenler için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa parlak/alevli bir ateş onu kovalar."[484]; "Onu inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla dinleyemezler.” [485]

Müslim, Abdullah bin Abbas'tan rivâyet edilen bir hadisi şöyle anlatır: Peygamber’in Ensar'dan olan sahâbîlerinden bi­ri, bana haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile beraber otururken bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasûlullah da onlara: “Câhiliye dev­rinde bunun gibi bir yıldız atıldığı/kaydığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğ­du veya büyük bir kimse öldü der idik, dediler. Rasûlullah: "şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek ve âlî olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arşı ta­şıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların arka­sından gelen semâ ehli tesbih eder. Nihâyet bu tes­bih şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla ken­dileri taşlanır. İşte bu vecih üzere, yani kendisinden hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey sabittir ve vâkidir. Lâkin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar." [486]

Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların kulak hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki kuran kâhinlere vermektedirler.

Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok yıldızlara bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları çekme, problemleri kâhin'e anlatma, çizgi­ler çizme, afsun yapma, dualar okuma (kendilerine has tekerlemeler) gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler ve bazı tılsımlardan da faydalanmakta­dırlar. [487]

Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek ülkemizde de aynı muhtevâyı kapsar tarzda devam etmektedir. Halk arasında bu tür inançlara fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı, afsuncu, üfü­rükçü gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere gidilmekte ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ül­kemizde bu işle uğraşan kişiler, halka güven telkin etmek için kendilerine “hoca” ismi vermek sûretiyle bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın mâne­vî duygularını istismar etmektedirler. [488]

2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi, Kur'an'da iki yerde geçmekte­dir. Bu âyetlerle Arap kâfirlerinin Hz. Peygamber'e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı reddedilmektedir.[489] Hz. Peygamber'in hadisleri de kehânet ve kâhinliği yermiş, yasaklamış ve reddetmiştir. Kâhinlik yap­mak, içki içmekle, sihir yapmakla günah açısından eşit tutulmuştur.[490] Bazı hadislerde kâhine gitme­nin, onu tasdik etmenin, Hz. Muhammed'e indirile­ni (Kur'an'ı) inkâr etmek demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.[491] Ayrıca "Hulvanul-Kâ­hin" adıyla, alınan kâhinlik üceretinin de haram ol­duğu, özellikle vurgulanmıştır. [492]

Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlar­dan teşe'üm, sihir, fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur'an’ın temel espirisine zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur'an ve Sünnet, bu tür inançları ve Al­lah'ın birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda şüp­heye düşürecek her davranışı yasaklamıştır.

Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar uzandığını haber vermektedir.[493] Yunan, Mı­sır, Yemen ve Hicaz gibi beldelerde kâhinlik ve ke­hânet biliniyordu. Kuzey Asya halkları arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler, eski Türk kavimleri arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâ­hin, sâhir (sihirbaz) mânâlarını ifade ettiği gibi, hâ­zık doktor, âlim, filozof mânâlarına da gelir. Şâmânın birinci görevi kehânette bulunmak, büyü ve af­sun yapmak gibi işlerdi. Onların bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla yaptığına inanılırdı. Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi. Kuş şeklinde tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan Şâmâna yar­dım ederlerdi.[494]

Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isim­lerde, ama tamamen kâhinlerin ve arrâfların fonk­siyonunu yüklenmiş, cinler ve şeytanlar yerine, yar­dımcı ruhlardan bilgi ve yardım aldığına inanılan şahıslar bulunmaktadır.[495]

Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir. Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden ve birer bâ­tıl din haline gelen uzantılarında din adamlarının yürüttüğü bir meslek ol­muştu. Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin “İstihâre Namazı”nı rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet aracı haline getirdikleri gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, litera­türda “kâhin” denir. Genellikle kurbanların parçalanan organları üze­rinde çeşitli yo­rumlar yapı­larak bu meslek icrâ edilirdi.

Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir. Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda sözü edilen kehânet­ten fark­lıdır. Bunu bir hobi olarak yapanların yanı sıra ücretle fala ba­kanlar da var­dır. Hatta gelecekte yaşanacağını ileri sürdüğü olaylar hakkında kitap yazan­lar bile olmuştur. Yahudî kökenli Fransız tıp doktoru Nostradamus gibi.

İslâm'ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber vermek bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü gibi kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere inanan da kâfirdir.

Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi ilmî tah­min­leri elbette ki kehânet'in dışında tutmak gerekir. Çünkü bunlar, hem bir­takım araçlara ve ince hesaplara dayanmaktadır; hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı sonuçlar elde ederek insanlığı bundan ya­rarlandır­mak gibi olumlu amaçlar gütmektedir; hem de adı üstündedir: “Tahmin”den iba­rettir. [496]

 

 

Tütsüleme inancı

Câhiliyede Tütsüleme: Hastalıkların tedavisinde uygulanan usuller­den biri de Tütsüleme'dir. Hastanın, ancak tütsülenirse iyileşeceğine inanılır. Câhiliyede bilinen tütsülemelerin başında Ûdu Hindî gelmektedir.

Bu, Ûdu Hindî yahut Kust adı ile bilinen, bu­hur ya da ilaç olarak kullanılan bir çeşit ot köküdür. İki türlüdür: Birisine, Kustu Hindî, diğerine de Kustu Arabî derler. Kustu Hindî; siyaha meyilli, ha­fif, galiz kokusu az, tadı acı olur. Kustu Arabî; lezzet­li, ak, hafif kokulu olur. Mutlak olarak zikredilince anlaşılan Arabî olan cinsidir. İçilmek yahut tütsülemek şeklinde kullanılır.[497]

Ûdu Hindî denilen ot kökü ile tütsülemenin Câhiliyedeki uygulaması hakkındaki bilgilerimiz, bu konudaki Hz. Peygamber’in hadislerine dayanmak­tadır. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Ûdu Hindî kullanma­ya devam ediniz, Çünkü bunda yedi türlü şifa var­dır..."[498] buyurmuştur. Bu hadis, Câhiliyede Ûdu Hindî'nin kullanıldığına açık bir şekilde delâlet etmek­tedir. [499]

Hadislerde Ûdu Hindî ile Tedavi Olmak: Bu konudaki rivâyetler hemen hemen aynı mâ­nâdaki rivâyetlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu hadi­sinde Ûdu Hindî'nin hangi hastalığa nasıl kullanıla­cağı hakkında bizlere bilgi vermektedir:

"Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz. Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır. Uzre hastalığı (badem­cik iltihabı) için buruna çekilir. Zâtü'1-cenb (plorozi: Göğüs ve akciğeri birbirinden ayıran zarın iltihaplanması sonucu oluşan hastalık) hastalığı için de su ile hastaya içirilir." [500]

Bu bitkinin Hicaz bölgesinde yetişip yetişmedi­ğini bilmiyoruz. Ancak lügat kitaplarımız bunun tarifini yaparken, Hindistan'dan getirildiğini, buhur ve ilaç olarak kullanıldığını bildirmektedir. [501]

Ümmü Kays binti Mıhsan şöyle demiştir: Ben küçük bir oğlumla Rasûlullah'ın huzuruna girdim. Ben oğlumu, bademcik iltihabından dolayı tedaviye tâbi tutmuştum. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Niçin bademcik iltihapları için böyle tedavi uygulamak sûretiyle, çocuklarınızın boğazını elle sı­kıştırıp acıtıyorsunuz? Şu Ûdu Hindiyi kullanmaya devam edin. Çünkü bu Hind bitkisinde yedi türlü şifa vardır..."[502] "Zâtu'l-cenb'ten Kustu bahri ile ve zeytinyağı ile tedavi olunuz."[503] Asr-ı Saâdette Arap kadınları eski bir göreneğe göre parmaklarına bir bez parça sararak uzre (ba­demcik iltihabı) hastalığına tutulan çocukların ağzı­na sokup bademciği çıkarırlar ve kanını alırlardı. Fakat bu ameliyat en nazik tıbbî bir müdahale oldu­ğu cihetle Rasûl-i Ekrem bunu men edip: çocukları­nızı bu yolla tedavi ederek azap etmeyin, Ûdu Hindî ile tedavi edin, buyurmuştur.[504]

 

 

Rukye İnancı

Rukye, kelime mânâsı itibariyle okuyarak teda­vi etmek mânâsında kullanılmıştır. Câhiliye Arapla­rı arasında Rukye uygulaması hem hastalık öncesi, hastalığa yakalanmamak maksadıyla yapılırdı; hem de eğer herhangi bir hastalığa tutulunmuşsa bunun tedavisinde kullanılırdı. Koruyu­cu hekimlik yönü, hastalık gelmeden önce yapılır ve bir nevi ön tedbir olarak düşünülürdü. Câhiliye Araplarına göre, has­talık nedenlerinin başında cinler, şeytanlar ve kötü ruhlar gelmekteydi. İşte bunların vereceği zarardan korunmak için, onların iskân ettikleri yerler olabile­ceği düşünülen mekânlardan geçerken, "nazardan" korunmak için, zarar vermesinden korkulan şeyle­rin zararından emin olmak için ve daha bir çok ko­nuda özel, belli duâlar okumak sûretiyle rukye yapı­lırdı.

Hz. Peygamber, hastalıkların gerçek sebebinin Allah'ın yaratması ile olduğunu, görünen sebeplerin ise, O'nun koyduğu sünnetullahın yerine getirilme­mesinin bir ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini, bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak anlatmış­lardır. Temizlik kurallarına riâyet edilmezse, pislik­ten dolayı meydana gelecek hastalıklara yakalanırız. İşte bu bir sünnetullahtır. Bunun ihlâli ise, kişiyi hastalığa düşürür. Ama hastalığın gerçek yaratı­cısı Allah'tır. Bu temel düşünce mahfuz olmak şar­tıyla, içinde şirk unsuru olmayan, şirki ihsas ettirici bir nitelik taşımayan rukyeler için beis görülmemiş­tir.[505]

"Rukye", bir işin meydana gelmesi için tabiatüstü güce başvurmak mânâsına gelir. Eski türkçemizde kıs­men Afsun kelimesiyle karşılanır.[506] İbnü'l-Esir, has­tanın (şifa bulmak için) kendisiyle ilticada bulundu­ğu afsun olarak açıklar.[507] Rukyenin müsbet ve menfi çeşidi bulunmaktadır. Onun müsbet yönü, "okuma, dua yoluyla tedavi" şekli, menfi yönü ise Afsun olup daha ziyade büyücü ve cadıların nâhoş işleri olarak görülmektedir. Öyleyse Arapçadaki Rukye'yi hem afsunlama hem de dua ile tedavi diye anlamamız daha uygun olacaktır.[508]

 

Câhiliyede Rukye: Rukye, Câhiliye devrinde mevcut olan bir teda­vi usûlüdür. Birçok hastalık ve zehirlenmelere kar­şı rukye yapıldığı, bunu meslek edinen kimselerin bulunduğu bilinmektedir. Câhiliye Arapları arasın­da Rukye'nin nasıl uygulandığı konusunda Mücâhid ve İkrime'den yapılan rivâyetlerde bunun, daha çok iplik üzerine yapılan rukye (okumalar) ve atılan dü­ğümler şeklinde olduğunu Taberî nakletmektedir.[509] Câhiliyedeki Rukyelerin sihir karışmış, şirki ihtivâ eden lafızlardan oluşmuş bir özellik arzettiğini, bu konudaki hadislerin delâletinden anlamaktayız. Avf bin Mâlik el-Eşca’nın şu rivâyeti bunu açıkça orta­ya koymaktadır: Biz Câhiliyede rukye yapardık. Da­ha sonra biz: "Yâ Rasûlallah, bunun hakkında ne buyurursunuz?" diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.): "Rukyenizi bana gösterin. Şirk olmadığı müddetçe beis yoktur."[510] buyurdu. Câhiliye Rukyeleri sadece dü­ğümlere yapılan üflemelerden ibaret değildir. Bu­nun dışında bizzat hastanın kendisine, ağrı hissedi­len yere yapılacak okuma, üfleme ve benzeri başka şekiller de bulunmaktadır. Teshir için Afsunlamak, büyüden kurtulmak için nüşre yapmak, boncuk ve nazarlıklar kullanmak gibi rukye ile doğrudan ilgili konular da burada zikredilebilir.[511]

 

Hadislerde Rukye: Hz. Peygamber’in hadislerinde rukye ile ilgili farklı ifadeler bulunmaktadır. Bir kısım hadisler, bunu, tevekkül inancına aykırı olması sebebiyle yasaklarken,[512] diğer bir kısım hadisler de Hz. Peygam­ber’in göz değmesine,[513] her türlü zehirli hayvan ısırmasına,[514] yılan ve akrep sokmasına,[515] vücudun herhangi bir yerinde hissedilen ağrılara karşı[516] ruk­ye yapılmasını (okuyarak şifa dilemek) tavsiye ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber, bu tür tavsiyeleriyle câhiliye Arapları arasında da yaygın olan rukyeyi, onların anladığı mânânın dışında, yani Allah'tan başkasına tevekkülü ve O'na şirk koşmayı ihsas etmemesi şartıyla tavsiye etmiş[517] ve kendileri de bizzat uygulamışlardır. Bu konuda bazı hadisler şöyle­dir:

Rasûlullah, zevcesi Ümmü Seleme’nin (r.a.) evin­de, yüzü sapsarı kesilmiş bir kız çocuğu gördü ve onun için: "Bunda nazar vardır, binaenaleyh bunun için rukye tedavisi yapın."[518] buyurdu. Enes bin Malik: "Rasûlullah (s.a.s.) göz değmesin­den, zehirli şeylerden, yan tarafta çıkan sivilce ve yaralardan dolayı rukye yapmaya izin verdi."[519] der.

Görüldüğü gibi, hadislerde, şirk olmadıkça, ger­çek mânâsı itibariyle tevekkülü ihlâl etmediği müd­detçe, rukye yapmaya cevaz verildiği anlatılmakta­dır. Nevevî, ulema âyetlerle, zikirle rukye yapma­nın câiz olduğu konusunda icmâ bulunduğunu kay­deder.[520] Bununla beraber "Sihir şâibesi olmamak üzere rûhî veya bedenî salah için me'sûr duâlarla rukye câiz olmakla birlikte; istirka, yani kendisini başkasına okutmak, rukye talep etmek, Allah'a sığınmak ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek mânâsını tazammun etmek itibariyle şer'an memduh değildir. Allah'ın bila-hesap velâ-azap (hesapsız ve azapsız) Cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefi fikhında bu mesele şu şekliyle yazılıdır: "Şâfî (şifa veren) an­cak Allah Teâlâ olduğuna ve devâyı ona sebep kıldı­ğına îtikad ettiği takdirde tedavi ile iştigalde beis yoktur. Ama şâfî (şifa verici) devâdır (ilaçtır, rukyedir vs.) diye îtikad ederse, değil. Rukye, dindarlığın icabı, Şer'in emrettiği bir şey değil, nihâyet bir müsaadedir. Asıl dindarlığın gereği, onu terk ile Al­lah'a mütevekkil olmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na, kendisi, doğrudan doğruya duâ ve ibâdet ile O’na sığınmayı bırakıp, “ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem” diye duâ dellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummağa kalkışmak, dindarlığın icabı değil, câhiliye âdetidir." [521]

Bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunan merhum Elmalılı, tefsirinde daha sonra şu görüşlere yer verir: "Si­hir karışmayan, yani şerr ü şeytanet için olmayıp da ondan tehaffüz (korunmak) ve bir maraz veya âfete Allah'tan şifa niyazı için, kendine veya başkasına hulûs-i kalp ve niyyyet-i salâh ile duâ veya âyet oku­yup üflemek kabilinden olsa nefeslerin cevazına işa­ret (vardır). Çünkü bunda kimseyi izrar (zarara sok­ma) veya iğfal (kandırma) veya Allah'tan başkasına teavvüz (sığınma) ve iltica mânâsı yoktur. Rasûlullah'ın kendisine ve başkalarına bu sûretle okuyup üflediği ve böyle hayır için rukyeye müsade eylediği sabit ve bu seseple gerek rûhânî ve gerek cismâni nice hastaların şifâyâb olduğu da vâki ve meşhuddur. Ancak, okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyeti[522] hükmü ile sihir karışan rukyelerden sakınıl­ması lüzumu ihtar olunmuş (hatırlatılmış), Ukdele­ri (âyette geçen Ukad kelimesiyle ilgili), iplik dü­ğümleri diye tahsis edenler de, böyle düğümlere üflemenin sihir kabilinden olduğunu anlatmak iste­mişlerdir." [523]

Ülkemizde de yaygın olan rukye şekli, Hz. Peygamber'in tavsiye edip cevaz verdiği değil de belki de sihir karışmış, Allah'a tevekkülü bırakarak, bu işi yapanlara güvenme gibi duyguları ihsas eder şekliyle görülmektedir. Hoca adı verilen, aslında ho­calıkla yani din dâvet ve tebliğiyle hiç bir ilgisi bulunma­yan, sadece vicdanları sömüren kötü niyetli kişiler tarafından icrâ edilmektedir. Halk da bunların tuza­ğına düşerek sömürülmektedir. Ülkemizdeki uy­gulama şekilleri itibariyle rukye, bazen muska, ba­zen mücerred okuma, bazen üzerlik otu ve benzeri şeyler üzerine bazı tekerlemeler söyleyerek hastayı onunla tütsülemek, suya, yumurtaya üfleyerek onu hastaya içirip yedirmek yahut eğer hasta hayvan ise, o okunmuş yumurtayı onun alnına çarpmak şeklinde olmaktadır. Bütün bunlar, folklorik türden kültürel geleneklerdir. Dînî hiçbir değeri yoktur. Din adına yapılıyorsa, en azından bid'at ve hurâfedir.[524]

İnancın Menşei: İnanç olmaktan ziyade, daha çok tıb ve sağlık açısından bir çeşit halk tedavi metodları arasında görülen ve gelenek olarak devam eden bu tedavi şekli, halk üzerinde uyandırdığı etki açısından, halk inançları arasında zikredilmiştir. Çünkü halk dediğimiz insan katmanları: "eğer şöyle şöyle yaptırırsam şifa bulurum..." şeklinde değişmez bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Bu inancın menşei ise, çok eskidir. Hemen her millette değişik türlerden, ama esas itibariyle aynı temayı muhafaza eder şekliyle görülmektedir. Eski Mısır’da, Bâbil’de, câhiliye Araplarında[525] birtakım fetişlerin muska, nazarlık olarak kullanılması şekliyle eski Türklerde[526] kuzey Afrika uluslarında[527] ve Avrupa ülkelerinde[528] farklı özelliklerde de olsa taşıdığı mânâ itibariyle aynen görülmektedir.

Burada Rukye başlığı altında câhiliye Arapları arasında yaygın olarak gerek uğur bekleme, gerekse bir çeşit tedavi metodu olarak, özellikle koruyucu hekimlik açısından kullanılan muska, nazarlık ya­hut temâim adı verilen uygulama çeşitlerinden bah­setmeyi uygun görüyoruz.

 

a) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanların sok­malarına karşı zil veya süs takınmak. Bununla ze­hirli hayvanların zararından korunacaklarına ina­nılıyordu.[529]

b) Bir kimsenin kötü ruhların etkisinde kaldı­ğından korkulduğu zaman o kişiyi bazı şeylerle kir­letmek sûretiyle, kötü ruhların ondan uzaklaşacağı­nı zannederlerdi. Bu kirleticiler arasında ölü kemikleri, kadınların hayız kanlarını silip attıkları bezler bulunurdu.[530]

 

c) Avâmiru'l-büyût olarak bilinen ev yılanları ile cinlerin zararından korunmak için tavşan ayağını muska gibi takınırlar (veya çocuklara asarlardı).[531]

d) Çocukları nazardan korumak için tilki ve kedi dişi takarlardı.[532] Yine çocuklardan nazarı defetmek için (Kahle) adı verilen siyah boncuk da takarlardı.[533]

 

 

Muskalar (Temâim)

Bu da, özellikle psikolojik temelli hastalıklardan korunma, sihir ve büyü tılsımlarının etkisinde kal­mama, nazar değmesine uğramama gibi rûhî mâne­vî hastalıklardan korunma amacıyla yapılan, muh­telif şekilleri olan masgotlardır. Bunların bir kısmı, özel bazı duâları yazma şeklinde olabilir. Bir kısmı da ilk anda dikkati kendi üzerine çekmek sûretiyle zararlı bakışların veya tesirli sözlerin etkisini kır­mak amacıyla hazırlanmış boncuk, tavşan ayağı, kurbağa kabuğu ve benzeri şeylerdir.[534]

Muskaların bir başka özelliği de sadece koruyucu hekimlikte kullanılmış olmamasıdır. Bunun dışında kendisin­den ve şerrinden korktuğu kimsenin kötülüğünden emin olmak, sevip hoşlandığı kimselerin de hoşnudluğuna ermek için yapılır. Boyna asılabileceği gibi, parmağa takılabilir, evin, arabanın belli yerlerine konabilir. Hayvanların alınlarına, boyunlarına bağlanabilir. Hemen her konuda bir muska, bir boncuk kullanılmaktaydı.[535] Yolculuğa çıkan bir Arap, eğer hanımının kendisine ihanet etmesinden korkarsa (Retm) adı verilen bir işlemi yapardı ki o da, yolda bir yerde ulu ağaca bir ip bağlar, düğüm atardı. Dönüşünde o ip çözülürse hanımının kendisine ihanet ettiğine inanırdı.[536] Bahsettiğimiz gibi muskalar hastalıklara yakalanmamak, cinlerin perilerin zara­rından emin olmak için de kullanılmaktaydı. Doğu toplumlarında yaygın olan muska inancı ülkemizde de her bölgede kullanılmaktadır. [537]

Hz. Peygamber’in sünnetinde muska ve temâ­im yasaklanmış, buna inanan kimselerin şirk koş­makta oldukları ifade edilmiştir. Çünkü Tevhid dü­şüncesi ihlâl edilmektedir. Şifayı da hastalığı da ve­ren Allah'tır. Allah inancı gölgede bırakılarak mus­ka ve benzeri şeylere önem vermek, tevhid ilkesine zıt, içinde şirk unsuru taşıyan bir inançtır. [538]

Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından şirk olarak tanıtılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: "Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler şir­kin görünümleridir." [539]

Şu sözler de onun: "Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur."; "Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık, boncuk taşı­yanı Allah korumasın!" [540]

Son Söz: Kur’ân-ı Kerim, cinlerle ilgili olarak bize ihtiyaç duyacağımız kadar bilgiler vermiştir. Onlarla daha geniş ve farklı şekilde ilişkilerimiz sözkonusu olsaydı, bu konularla ilgili hukuku da Kur’an bize tâlim ederdi. İnsanoğlu meraklarıyla da imtihan olmaktadır. Gerek cin ve gerekse şeytan konusunda merak edilen birçok soru bulunmaktadır. Bunların bir kısmına yukarıdaki açıklamalarda cevap bulmuş olabilirsiniz; ama ço­ğuna, o sorulardan bahsettiğimiz ve kendilerine işaret et­tiğimiz halde tam bir cevap bulamayacak veya âlimlerin ihtilâf ettiğine şâhit olacaksınız. Bu tür so­rulara cevap bulunabilecek kitaplar varsa da, bu cevapla­rın ne kadar doğru olduğu şüphelidir. Mü'minler için ger­çeğin taa kendisi olan Kur'ân, bu konularda akla gelebi­len soruların çoğu hakkında bir cevap vermez. Çünkü her ne kadar insanın sınırsız merakı bu soruları doğuruyor ise de, bunları mutlaka bilmek insan için gerekli değildir. Kur'ân, konuları, insana yetecek sınırlar içinde ele alıp, merak edilen her şeye cevap vermediği için, konuyla ilgili her şeyi anlatmamıştır. Ama bu, Kur'ân'da olanların dı­şında bir bilgi ve gerçek olmadığı mânâsına gelmez. Ama gerçek diye sunulanların hangilerinin doğru olduğunun tesbiti çok zordur. Bu yüzden Kur'ân'da olanla yetinmek, Kur'ân dışındaki bilgilere ihtiyatlı yaklaşmak, Kur'ân'da olanı da doğru anlamaya çalışmak gerekir.[541] Özellikle gaybla ilgili konularda merakımızı dizginlemek ve yanlış inançlardan korunmak için Kur’an’da bilgi verilmeyen konularda susmak veya en azından, Kur’an’a ters düşebilecek yorumlardan kesinlikle kaçınmak en doğrusudur.

En Son Söz: Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

 

 

Cin Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler

C-n-n Kelimesi, Değişik Türevlerle Toplam 201 Yerde Zikredilir:

A- “Cinn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6. 

B- Cinler Anlamına Gelen “Cânn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.

C- Cinler ve Cinnet/Delilik Anlamına Gelen “Cinnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6.

D- Aslında Cinlenmiş Demek Olan, Mecnûn, Deli, Akılsız Anlamında Kullanılan “Mecnûn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.  

E-  C-n-n Kökünden Gelen Diğer Kelimeler:

a-  Örtmek Anlamındaki “Cenne” Kelimesi 1 Yerde (6/En’âm, 76)

b- Kalkan Anlamına Gelen “Cünnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2.

c-  Örtülü Olan, Cenîn (Anne Karnındaki Bebek) Kelimesinin Çoğulu Olan “Ecinne” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 1 Yerde): 53/Necm, 32.

d- (Ağaçlarla veya Duygulara) Örtülü ve Bahçe Anlamındaki “Cennet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde).

F-  Cin Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:

a-  Cinler: 6/En’âm, 100, 112, 113, 128; 7/A’râf, 27, 179; 15/Hıcr, 17, 18, 27; 26/Şuarâ, 212, 221, 223; 27/Neml, 39; 34/Sebe’, 12, 14; 37/Sâffât, 7-10; 46/Ahkaf, 29-31; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15; 72/Cinn, 1-15, 19, 25; 114/Nâs, 1-6.

b-   Cinlerin Yaratılışı: 6/En’âm, 100; 55/Rahmân, 15.

c-   Cinler ve İnsanlar, İbâdet İçin Yaratılmıştır: 51/Zâriyât, 56-57; 72/Cinn, 16-17.

d-   İman Eden ve Etmeyen Cinler: 72/Cinn, 11-14.

e-   Mü’min Cinler: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-15.

f-   Kâfir Cinler: 72/Cinn, 4-7, 15.

g-  Cinlerin Kur’an Dinlemeleri: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-2, 13, 19.

h- Gökte Kulak Hırsızlığı Yapan Cinler ve Yıldızlarla Koğulmaları: 15/Hıcr, 17; 26/Şuarâ, 212; 37/Sâffât, 7-10; 67/Mülk, 5; 72/Cinn, 8-9.

i-   Cinler Gaybı Bilmezler: 34/Sebe’, 14; 72/Cinn, 10.

k-  Cinlere Sığınmak ve Onlardan Yardım Beklemek: 72/Cinn, 6.

l-   Cinlerin Birçoğu Cehennemliktir: 7/A’râf, 179.

m- İfrît: 27/Neml, 39. 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

  1. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
  2. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Cin-Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
  3. Cin ve Şeytanlardan Nasıl Korunmalıyız? Vahid Abdüsselâm Bali, Uysal Kitabevi Y.
  4. Cinler ve Kötülüklerinden Korunma Yolları, Abdu'l-Hamid b. Abdu'r-Rahman es-Suheybânî, Guraba Yayınları
  5. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil bin İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
  6. Kur’an ve Hadislere Göre Cinler Büyü, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
  7. Cinlerin Esrarı, İmam Şiblî, terc. Muhammed Ferşad, Ferşat/Merve Y.
  8. Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
  9. İnsan ve İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
  10. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
  11. Cinlerin Âlemi, Ahmet Cemil Akıncı, Demir Kitabevi Y.
  12. Cinler Âlemi, Sırları ve Gizlilikler, M. Aşur, Pamuk Y.
  13. İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, Arif Coşkun, Enes/Yâsin K.Evi
  14. Vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.
  15. Âyet ve Hadislerin Işığında Nazar-Göz Değmesi, Bayram Altan, Altın Kalem Y.
  16. Nazar ve Büyü (Etkileri Korunma Yolları), Bayram Altan, Veli Y.
  17. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.
  18. İslâm medeniyetinde Putperestlik Devrinden Kalma İtikadlar: Cin ve Kötü Göz, Westormorek, çev. Şahab Nazmi Coşkunlar, Doğan Güneş Y.
  19. Ruhçu Yanılgı, René Guénon, çev. Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İz Y.
  20. Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim el-Cevziyye, İz Y.
  21. İğâsetü’l-Lehfân min Mesâyidi’ş-Şeytan, İbn Kayyim el-Cevziyye, tahkik: Muhammed Seyyid Keylânî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî, Mısır, 1381
  22. İslâm Kültür Tarihinde Maji, Manfred Ullman, çev. Yusuf Özbek, İz Y.
  23. TDV İslâm Ansiklopedisi: Azâim md. (Süleyman Uludağ)
  24. Şamil İslâm Ansiklopedisi
  25. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
  26. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
  27. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
  28. İslâm İtikadında Şeytan, İlyas Çelebi
  29. Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.
  30. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim El-Cevziyye, Uysal Kit. Y.
  31. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
  32. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
  33. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
  34. Şeytanizme Rağmen İslâmi Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
  36. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.
  37. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
  38. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
  39. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
  40. Şeytanın Enâniyeti, Hârun Yahya, Vural Y.
  41. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
  42. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
  43. Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
  44. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
  45. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fâhirettin Yıldız, Bir Y.
  46. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  47. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
  48. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
  49. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 136-161
  50. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 248-257
  51. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 137-145
  52. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y. s. 48-85
  53. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar (Mûcize, Kerâmet, Sihir), Bakıllânî, Rağbet Y. s. 97-129
  54. Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. s. 13-36
  55. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. s. 34-49; 58-67
  56. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y. s. 89-98
  57. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. (Nazar:) s. 247-263; (Ruh, Cin, Reenk.)160-186
  58. Gerçek Din Bu, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
  59. İslâm Açısından Sihir, Yusuf Özbek, İz Y.
  60. Kur’ân-ı Kerime Göre Sihr (Büyü), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
  61. Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar, Sevim Asımgil, İpek Y.
  62. Nazar Değme Hakkında Bir Risâle, Süheyl Ünver
  63. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı, Seha Neşriyat
  64. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
  65. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
  66. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
  67. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehânet, Arif Arslan – Hakan Yılmaz, Karizma Y.
  68. Falcılık ve Kehânet (Dünü, Bugünü ve İslâmî Hükmü), Bayram Altan, Çelik Y.
  69. Kehânetler ve Kâhinler, Elvan ve Gündüz Öğüt, Ege Meta Y.
  70. İslâm’da ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, Ernest Zbinden, Yeni Ufuklar Neşriyat
  71. Varlığın Metafizik Boyutları, I, II, M. Fethullah Gülen, Feza Gazetecilik A.Ş. Y.
  72. Büyük Günahlar, Hafız Zehebi, Temel Neşriyat
  73. Altıncı Duyu (Duyu Ötesi Algı), Brian Ward, Remzi Kitabevi Y.
  74. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Es-Seyyid Ali Göleli, Şüheda Y.
  75. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, A. Kasapoğlu, 80-87
  76. Sihir, Tılsım, Büyü, Cemal Anadol, Kamer Neşriyat
  77. Sihirbazlık Kılavuzu, Herbert L.Becker, Gün Y.
  78. Her Yönüyle Sihirbazlık Öğretiyoruz, Ali Özoğlu, İlgi Y.
  79. Büyü Nasıl Yapılır, Nasıl Hissedilir, Nasıl Bozulur; Hanife Tezer, Ataman Elk. Y.
  80. Büyü, Bilim ve Din, Bronislaw Malinowski, Kabalcı Y.
  81. Gizli İlimler Hazinesi 1-8, Mustafa İloğlu, Özel Y.
  82. Yıldızname, Câfer-i Sâdık, Esma Y.
  83. Yıldızname ve Büyü, Robert Fleury, Kıbele Y.
  84. Doğu Büyüsü, İdris Şah, Gizem/Say Y.
  85. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Sedat Veyis Örnek, Gerçek Y.
  86. Anadolu Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
  87. Sevgi Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
  88. Din ve Büyü, Claude Levi-Straus, Yol Y.
  89. Hintlilerde Ak ve Kara Büyü, Paul Dare, Ruh ve Madde Y.
  90. Psişik Gücünüz, Carl Rider, Say Y.
  91. Psişik Becerinizi Geliştiriniz, Enid Hoffman, Ruh ve Madde Y.
  92. Psikiyatri, Ayhan Songar
  93. Psikiyatri, Özcan Köknel, Nobel Tıp Kitabevleri Y.
  94. Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Erol Göka, Vadi Y.
  95. Psikanaliz ve Psikoterapi, Orhan Öztürk, Alfa Basım Yayım
  96. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Ferşat Y.
  97. Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.
  98. Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
  99. Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
  100. Hipnotizma, Recep Doksat, Kader Basımevi
  101. Hipnotizma, Vural Okur, Şahsî Y.
  102. Hipnotizma, Cemil Sena Ongun, Dün ve Bugün Y.
  103. Hipnoz Sayesinde Mucize Tedaviler, Hikmet Saim, Venüs Y.
  104. Ruh ve Kâinat, Bedri Ruhselman, Gayret Kitabevi Y.
  105. İpnotizma ve Telkinle Tedavi, Alfred Brauchle, Bozak Y.
  106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
  107. Medyum ve Medyumluk: Haksöz s. 138-139
  108. Vesvese, Mehmet Paksu, Nesil Y.
  109. Binlerce Senedir İnsanların İgisini Çeken Burçlar Nedir? Sevim Asımgil, Furkan Bas. Y.
  110. Saatlerin Hazinesi, İslâm’da Burçlar ve Yıldızlar, Muhyiddin İbn Arabî, Sümer Kit.
  111. A’dan Z’ye Astroloji, Nuran Tuncel, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
  112. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed es-Sâyim, Mütercim: Doç. Dr. M. Ali Kapar, Uysal Kitabevi, Konya 1994
  113. Şeytanın Tuzakları, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi

                         

 

 

Ş E Y T A N – İ B L İ S

  • İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
  • İblis/Şeytan ve Özellikleri
  • İblis'in Allah İçin Secde Etmemesi
  • Şeytana Mühlet Verilişi
  • İblis ve Faaliyet Alanı
  • İblis'in Başvurduğu Yöntemler
  • Şeytanın İnsana Dört Bir Yandan Yaklaşması
  • Şeytanın Görevi
  • Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler
  • Her İnsana Bir Şeytan Verilişi
  • İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar
  • Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma
  • Şeytanın Yaratılışı ve İnsanlara Vesvese Vermesinin Hikmeti

 

 

 

"Ve o zaman meleklere (ve cinlere): "Âdem'e secde edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu." [542]

İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti

 

‘İblis’, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur'an-ı Kerim'de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle ‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis, İnsanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan (racim olan), insanın en önemli düşmanıdır.

"Şeytan" ise, uzaklaştı mânâsındaki "şatane" fiilinden türemiştir.  Yandı anlamındaki "şâta" fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının "Satan" olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara geldiği, Tevrat'ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür. Şeytan, cinlerden ve İnsanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları nitelemek için kullanılan bir kavramdır. "Şeytan" ve çoğulu olan "şeyâtîn" kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 88 yerde geçmektedir. Şer'î istılâhta, Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhî rahmetten kovulan ve İnsanların amansız düşmanı olan cinlerin inkârcılarından gizli bir varlıktır. 

           Kur'an, şeytanla İblis'in fonksiyon bakımından aynı olduklarını gösteriyor. Şeytan, İblis'in faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen şer kuvvetin kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır. Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’ gibi adları da vardır. İblis, şeytanî bütün faaliyetlerin beyni ve babası konumundaki varlıktır.

          

 

İblis/Şeytan ve Özellikleri

 

İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi.[543] Hz. Âişe (r.anha)’nin rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler nurdan yaratıldılar. Cinler zehirli ateşten. Âdem ise, size özellikleri söylenen şeyden (topraktan) yaratıldı.” [544]

Evrende Hz. Âdem'den önce yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu. [545]

 

Ruhanî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah'a itaat ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah'a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve İnsanı aldatmazlar.

İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar, İnsanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi ruhanî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların hayırlıları ve Allah'a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah'a isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince, mü’mini de kâfiri de olan ruhanî varlıklar anlaşılır.

Hz. Âdem'e secde emrine kadar, hissiyatına/nefsine dokunan bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu âna kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu. İlk imtihanında kaybetti; Âdem'e secde emri, onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı.

Eski adı Azâzil olan olan şeytan, Hz. Âdem'e secdeyi kabul etmediği andan itibaren, "hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık ve üzüntü duyan" anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi olarak da "beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" diyerek hükümsüz bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Hz.Âdem'i cennetten çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır. Dolayısıyla İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan verilen iki isimdir. Kur'an'da Hz. Âdem'e secde söz konusu olan bütün âyetlerde özellikle "İblis" kelimesinin kullanılmış olması, bu görüşü desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli yerince seçilişi ve Kur'an'ın yüce üslûbu hakkında bir fikir de vermektedir.

“Şeytan” kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve İnsanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, İnsanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.    

İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah'a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem’e (a.s.) secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi.  Rabbinin emrine karşı gelmişti.”[546] Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyamete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyamete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.

Şeytan, İnsanı hak yoldan, selim fıtrattan aldatma ve çarpık gösterme sayesinde uzaklaştırabilmektedir. İnsanı gurura, hayale, çirkini güzel görmeye sevk eden şeytan iç dengeleri alt üst eder ve gerçeğin çehresini değiştirir. İnsanın doğruyu-yanlışı, hakkı-bâtılı fark edememesi böyle başlar ve bu gidiş, sapma, uçuruma yuvarlanmayla son bulur. Şeytanın kullandığı en büyük silâh, İnsanı gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı, onun kuvvetinde değil; insanın kuvvetlerini, insanın aleyhine kullanabilmesinden kaynaklanıyor. "Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur, onları hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan başka bir şey vaad etmez."[547] Şeytanın bu gururu istismar etmesine, daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir. [548]

Şeytan, İnsanı Allah yolunda infak etmekten fakirlikle korkuturak caydırdığı gibi [549];  bâtıl yolda saçıp savurmayı, israfı körükler. "Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan, Rabbine karşı çok nankördür."[550] Aynı şekilde şeytan her türlü haramı ve aşırılığı, fahşâyı, sosyo-psikolojik bozuklukları emreder.[551] Şeytanın yaydığı bozukluklardan biri de fâizdir. Fâiz yiyenler, şeytanın çarpmasına uğramış kişilerdir. [552]    

 

 

İblis'in Allah İçin Secde Etmemesi

 

 Allah, Hz. Âdem’i yarattı ve ona kendi ruhundan üfledi. Âdem’in yaratılışı bitince Allah, meleklere ‘Âdem’in önünde secde edin’ diye emretti. Hepsi secde ettiler ama İblis secde etmedi. Secde etmeyişinin sebebini de şöyle açıkladı : ‘Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise topraktan yaratıldı. Ateş topraktan üstündür.’ Allah, bu isyanından dolayı İblis'i kovdu. İlâhî rahmetten ve huzurdan kovulan İblis, İnsanları saptırmak, kandırmak ve ‘hidâyet’ yolundan şaşırtmak üzere Allah’tan izin istedi. İblis’e bu izin verildi. İblis, kıyamete kadar gücü yettiği ölçüde İnsanları kandırıp kendi emrine çekmeye, onlara günah işletmeye devam edecekti. Bu konuyu Kur'an'dan takip edelim:

 

"Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) 'Âdem'e secde edin' dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." [553]

"Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere 'Âdem'e secde edin' diye emrettik. İblis'ten başka hepsi secde ettiler. Fakat o secde edenlerden olmadı.

 Allah (şeytana) buyurdu ki: 'Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis:) 'Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın' dedi.

 Allah, 'Öyle ise, dedi. Oradan (cennetten veya meleklerin içinden) in. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!'

İblis, 'Bana, (İnsanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver' dedi.

Allah 'Haydi sen mühlet verilenlerdensin' buyurdu.

İblis: 'Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (İnsanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın!' dedi.

Allah buyurdu: 'Haydi sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.'

(Allah buyurdu ki:) Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, dilediğiniz yerden (bol bol) yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zâlimlerden olursunuz.

Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve 'Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men'etti, başka bir sebepten değil' dedi.

Ve onlara, 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim' diye yemin etti.

Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini taddıklarında çirkin yerleri, avret mahalleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: 'Ben sizi o ağaçtan men' etmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?' diye nidâ etti. 

(Âdem'le eşi) dediler ki: 'Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet edip acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.'

Allah buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.

'Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız' dedi.

Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).

Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ'yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık." [554]

       

Allah, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tâyin etmişti. İblis bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği bu ilâhî emaneti, yani insan olarak yeryüzündeki ‘halifelik’ emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden Âdem’e secde etmedi.

İblis, aynı zamanda Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını göremeyip, kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Öyleyse kim nefsinin arzularına hiç bir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis, Allah’ın iradesini sevgi planında da görememiştir. O Allah'ı hakkıyla sevebilseydi, Allah’ın severek yarattığı Âdem’e secde ederdi. İblis, sevgiyi nefrete çevirmenin ilk örneğidir.

İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Bugün, kendini mal, yüz güzelliği, makam, ırk, soy, sınıf veya ülke olarak üstün görenlerin mantığı İblis mantığıdır.

İblisin en önemli hatası Allah’ın hükmüne aykırı şekilde kıyas etmesidir. Yani kendi aklınca, ‘ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi de Âdem’den üstündür.’  Hâlbuki o durumda Allah’ın kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula düşen, mutlak Yaratıcı karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem’i kıskanan İblis isyan etti ve sonsuza kadar lânetlendi. İblis, bu kıyası hangi ölçüye göre yaptı? Kendi aklına, kendi küçük mantığına göre mi, yoksa Allah’ın ona verdiği ölçüye göre mi? Allah ona öyle bir ölçü ve kıyas etme görevi vermemişti. O, boyundan büyük bir işe kalkıştı; Âdem’i küçük görüp secde etmek istemezken, aslında Allah’a karşı böbürlendi ve O’nun apaçık emrine karşı geldi. [555]

Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.[556] Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti. Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu.    

Bu anlayış, şeytana Allah'ın huzurundan kovulma, rahmetinden ümit kesme ve kıyamete kadar Allah'ın lânetini hak etme dışında hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü o dar görüşlüydü, maddenin ötesini görememişti. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti. Mesele, sadece Allah'ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü'min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme, özür dileme yerine itirazı ve hayatı tercih etti.

Ateş ve toprak karşılaştırması bize gösteriyor ki, varlık sırrı, toprakta ve onun sembolleştirdiği çile, alçak gönüllülük, ezilmişlik, hizmet ve didinmededir. 

 

 

Şeytana Mühlet Verilişi

Hz. Âdem'e secde emri karşısında büyüklük taslaması sonucu ilâhî rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan şeytan, helâk edilebileceğini düşünmeye başladı; hayatından endişe etmeye başladı. "İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver."[557] diye Allah'a yalvardı. İnsanların tekrar dirilecekleri günden maksat, sûr'a ikinci üfürülüş zamanıdır[558]. Bu şekilde mühlet istemekle tekrar dirilmeden sonra artık ölümün olmayacağını biliyor ve böylece ölümden kurtulacağını sanıyordu. Onun bu ölümsüzlük isteği, "...belirli bir zamana kadar" kaydıyla, "Sen mühlet verilenlerdensin!"[559] şeklinde cevaplandırıldı. Belirli bir zamandan maksat ise, sûr'a birinci üfürülüş zamanıdır.[560] Bununla o, zillet ve hakaret dolu bir hayatı ölüme tercih etti. Onun için esas düşüş de bu oldu.

Buradan da anlaşılacağı gibi, şeytan aslında Allah'ı ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmediği gibi Âdem'in nesli ve zürriyeti olacağını, dünyada bir müddet yaşayıp sonra öleceklerini ve bir gün gelip tekrar diriltileceklerini de biliyordu. Şu halde onun küfrü, Allah'ı ve âhireti inkâr şeklinde değil; teklif edilen emrin gereğini yerine getirmeyi kabul etmeme ve itiraz şeklindedir.

Belirli bir zamana kadar mühlet verilen şeytan, hatasını anlayıp tevbe ederek suçunu affettirme yoluna gitmedi. Bilakis daha da azgınlaştı. Kendisine, kıyamete kadar meşgul olabileceği bir hedef seçti. Bu hedef, ilâhî rahmetten uzaklaştırılmasına sebep olan İnsandı. Gönlünü intikam duyguları bürümüştü. Cürektkâr bir edâ ile bu duygularını Yüce Allah'a şöyle açıkladı: "Beni azdırdığın için yemin ederim ki, yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim ve onların hepsini saptıracağım."[561]

 

Görüldüğü gibi, Yüce Allah, isyanından dolayı şeytanı hemen huzurundan kovmamış, önce ona konuşma fırsatı vermiş, hatasını anlayıp tevbe imkânı tanımış; fakat o inat ve küfründe ısrar edince, bulunduğu makamdan indirmiş ve tasarladığı plânlarını şöylece sıralayıvermişti: "Hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır."[562] "Yerilmiş ve koğulmuş olarak defol! Yemin olsun ki, insanlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım." [563]

Şu halde şeytana uyan ondan, onun tebasından olup onun âkıbetine uğrayacaktır. Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytana, Allah'ın hâlis kulları üzerinde etkili olabilecek hiçbir güç verilmemiştir. Dolayısıyla düşüncesinde, yaşayışında ve huyunda şeytana karşı olan insan, "Allah'ın kulu" sıfatını koruyacaktır. Şeytana âit bir vasfı taşıyan kimsede ise, şeytandan bir haslet var demektir. [564]

                                                                      

 

İblis ve Faâliyet Alanı

İblis, Allah'ın doğru yolunun üzerine oturup, insanlara her yönden yaklaşıp onları kandırmaya çalışacağına söz verdi.[565] İblis böylece düşmanını seçti, faaliyet alanını belirledi. Onun düşmanı, yaratılmasıyla ve secde emriyle kendisinin racîm olup kovulmasına sebep olan insanın bizzat kendisi, gönlü, kafası, nefsi ve onun bulunduğu her yerdi. İblis, bütün gücünü kullanarak, bütün imkânlarını seferber ederek, düşmanlarını azdırmaya, isyana sürüklemeye ve kendine bağlamaya gayret edecektir. Kabilesini (askerlerini), dostlarını, cinlerden ve İnsanlardan yardımcılarını devreye sokacak, bu iş için kullanacaktır.

insanın iç dünyası, bu anlamda bir mücadele, bir savaş alanıdır. Onun içinde iyiliğe de kötülüğe de meyil vardır. İblis, sürekli kötülüğe olan meyilleri ön plâna çıkarmaya çalışacak, ona sürekli kötülükleri telkin edecektir. Ona bu faâliyet iznini veren Rabbimiz şöyle buyurur: "Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygara kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun (söz ver). Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez."[566] Bu İblise verilmiş olan bir emir değil; 'haydi elinden geleni ardına koyma, yapabileceğini yap, serbestsin' demektir.    

        

Hayatımızla, ibâdet ve inançla, haram ve helâl hükümleriyle ilgili kesin söz Allah’a aittir. Bu gibi konularda kendine göre dinler ve inanışlar uyduranlar İblisin arkadaşları, dostları ve askerleridirler.

Allah’tan İnsanları kandırmak için izin alan İblis, işe ilk defa Âdem’i ve onun eşini kandırmakla başladı. Âdem’i, ‘yasak ağacın meyvesinden yerseniz cenette ölümsüz olursunuz’ fitnesiyle ve Allah adına yemin ederek kandırdı. Yasak meyveyi yiyen ilk İnsanlar Cennetten çıkarıldılar ve dünyaya gönderildiler.

                                                          

Âdem tevbe etti ve bağışlandı.[567] Âdem’in günahı nefsine aldanması idi. Bir anlık kanma sebebiyle işlenen günahları Allah bağışlardı. Ama şeytanın günahı  nefse aldanmanın ötesinde Allah’ın emrini beğenmemek, kendini O’nun karşısında güçlü görmek, Allah’ın emrini bilerek dinlememek idi. Bu hata bağışlanmazdı.

İblis, Kur’an’da ‘şeytan´olarak da anılıyor. Şeytan, bütün kandırmaların, bütün kötülüklerin, bütün hak yoldan saptırmaların ortak adı olmaktadır. Bu mânâda bir çok şeytan olabilmektedir. İblisin dünyada İnsanları kandırıp günaha ve isyana götürme faaliyetlerine artık şeytanî işler dememiz mümkündür.

Şeytan, itaat etmeye de isyan etmeye de, yani hayır işlemeye de şer işlemeye de meyilli yaratılan Âdemoğlunu, kendi tarafına çekmeye, ona günah işletmeye çalışır. Ancak onun Allah’a hakkıyla teslim olmuş kullar üzerinde bir hâkimiyeti, bir gücü yoktur:

"Meleklere, Âdem'e secde edin! Demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis, 'Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?'

Dedi ki: 'Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!

Allah buyurdu: 'Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza!

'Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları  yaygaraya  boğ; mallarına,  evlâtlarına  ortak  ol;  kendilerine    vaadlerde   bulun.'

Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va'detmez.

Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." [568]

                                                                      

İblis'in Başvurduğu Yöntemler

İblis İnsanları kandırmak için yaklaşırken birçok yöntem kullanır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Şeytan her şeyden önce bir vesvesecidir. Vesvese; fısıltı, hışırtı gibi gizli seslere denir. Gönülde birbiri arkasından gelip tekrar eden gizli söze vesvese denir. Şeytan İnsana sokulur ve tıpkı nefis gibi ona sinsi bir şekilde vesvese verir, onu kandırır, ona telkinde bulunur. [569]

2- İblis İnsanları Allah'ın rahmetinin ve affının geniş olması ile aldatır ve onları günah işlemeye teşvik eder. Onlara sanki 'yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder' der. Kur'an, bizi bu noktada da uyarmaktadır: "...Sizi ğarûr/aldatıcı, sakın Allah'a güvendirerek aldatmasın." [570]

3- İblis'in bir diğer yöntemi insanlara Allah'ın adını ve O'nu hatırlamayı unutturmasıdır.[571] Allah'ı unutanlar, kuşkusuz O'nun hükümlerini kulak arkası ederler, emirlerini kaale almazlar, nefislerinin isteklerine karşı çıkmazlar; âhiret azabını hatırlamazlar, cennetteki nimetleri akıllarına getirmezler. Ne Allah'ın azabından korkarlar, ne de O'nun vereceği mükâfatları beklerler.

4- İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan İnsanlar elbette İblis'in istediği noktaya gelen kimselerdir. İblis, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder. [572]

5- İnsanların aralarını açmaya çalışır. Sürekli kavga, savaş, anlaşmazlık, fitne, güvensizlik, birbiri hakkında kötü düşünme tam da İblis'in arzu ettiği şeydir. İblis, İnsanlar arasında fitne çıkarmaktan asla vazgeçmez. [573]

6- İblis, kendine bağladığı, Hakk'tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. [574]

7- Şeytan ve onun yardımcıları olan cinler ve İnsanlar, diğerlerini kandırmak için süslü ve yaldızlı sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı kendilerine göre deliller getirirler, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Çekici, hoşa giden, gönle rahatlık veren, ama aslında saptırıcı ve çarpık sözler kullanırlar. Avlarını bu yöntemle avlamaya çalışırlar. [575]

8- İblis, İnsanları kendi yoluna davet etmek için birtakım araçlardan yararlanır. Bu araçların başında içki, kumar ve putlara tapmak gibi şeyler gelir.[576] Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası olan içki şeytanın işini kolaylaştırır. [577]

Şüphesiz ki İblis'in en önemli tuzaklarından biri de içki ve uyuşturucudur. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O toplumlarda yaşayan İnsanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.

9- Büyüklenme, istikbâr etme, kendini müstağnî görme, yani Allah' a muhtaç olmama duyguları da şeytanın önemli araçlarından biridir. Şüphesiz büyüklenmek, İblis'in ahlâkıdır. O bu duygu ile İnsanları Allah'ın huzurunda boyun eğmekten, O'nun emirlerine uymaktan uzaklaştırır. Aldatıcı bir gururla onlara istiğnâ, yani Allah'a ihtiyaç duymama duygusu telkin eder.

İblis bunlara benzer kendine ait tuzaklarla, verdiği vaadlerle, söylediği yalanlarla, süslediği zevk ve tutkularla, kendine bağlı olanları Allah'ın yolundan uzaklaştırmaya çabalar. [578]

Unutmamak gerekir ki İblis'in Allah'ın sâlih kulları üzerinde bir gücü yoktur. O ancak kendine bağlı olanları yönlendirir, istediğini yaptırır. İblis yalnızca davet eder, özendirir, teşvik eder. Ona aldananlar, onun yolunu izler. [579]

 

Şeytanın İnsana Dört Bir Yandan Yaklaşması

Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine mühlet verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek şöyle dillendiriyordu: "İblis: 'Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.' dedi."[580]

Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları deneyeceğini açıkça söylemektedir. "Bütün cephelerden, her taraftan, yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi tarafını, hangi duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım. Vesvese vereceğim, kendime dâvet edeceğim. Benim dâvetime uymazsa hiç olmazsa Allah'a isyan etmesini ona fısıldayacağım, yani günahkâr olması için elimden geleni yapacağım." diye söz vermiştir. Şeytan bunu yapabilecek mi? Buna gücü yetecek mi?

Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur.[581] Ama o nereden öğrenmişse; insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve şerre meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere, aşırı isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar ile, sonunu düşünmeden zevklerinin peşinden gidenler, onun süslü sözlerine kanacaklardı.

İbn Abbas'tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, "önlerinden yaklaşacağım" demek, onları dünyaya düşkün edeceğim; "sağlarından yaklaşacağım" demek, din işlerinde, ibâdet ve amellerinde onlara şüphe vereceğim; "sollarından yaklaşacağım" demek, onlara günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet) vereceğim, anlamına gelir. [582]

Katâde de diyor ki: "Onlara önlerinden gelecek ve âhiret yok, yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim. Arkalarından gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp pullayıp onları bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından gelip, ibâdetleri (hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye çalışacağım. Sollarından da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü gösterip onlara günah işlemelerini tavsiye edeceğim." [583]

Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle müslümanlara) daha çok sağdan yaklaşırlar, onları din ile, din motifleriyle aldatırlar. Nice zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için dindar görünürler, dinî motifleri kullanırlar. İslâm'a bağlılık ve saygıları olmadığı halde kitleleri susturabilmek için dinî sloganlara başvururlar. Allah'ın âyetlerini çıkarları, düzenlerinin devamı için kullanmaktan çekinmezler.

Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün olduğu kadar unuttururlar. Hayatın yeme-içme ve zevklenmek olduğunu aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek için nefsin istediklerini ona vermek gerektiğini iddia ederler. Onları dünyaya ve bitmez tükenmez tutkulara bağlarlar. O tutkuların peşinden bir ömür sürmelerini temin ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturmaya, boş hayaller peşinde koşturmaya çaba gösterirler.

İblis ve yandaşları İnsana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki, isyanı zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm'ın kötü (münker) dediklerini insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. İçki, kumar, uyuşturucu, zina, hak yeme, çılgınca eğlenmeyi, hayatın gayesi olarak sunarlar. Allah'ı hatırlamayı unuttururlar. O'na ibâdet etmeyin, yasaklarından kaçmayı zor ve ağzın tadını kaçırıcı, eğlenme ve zevki engelleyici olarak gösterirler. Akla gelmedik şeytanî metodlarla, hile ve tuzaklarla İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak için gayret ederler.[584]           

İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm'ı samimi bir şekilde yaşamak ve Allah'a sığınmaktır.

İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak edecek. Nefsi onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın ve nefsin faaliyetleri imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı, meşakkat olmadan imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın hikmeti ortaya çıkmaktadır. Allah dileseydi ne şeytan olurdu, ne de kullar günah işleyebilirlerdi. Ancak, dünya hayatı imtihan içindir. İnsan, birtakım denemelerden geçecek ve makamını kendisi kazanacaktır.

Şeytan, yani İblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, İnsanı hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri yapmaya davet eder. İnsanın içinde kötülüğe dâvet eden her çağrı, her duygu şeytandandır. O ve kabilesi İnsanları, onların görmeyecekleri yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi, inkârcıların dostudurlar. [585]

 O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından sokulur; onların Allah’a şükredici olmamaları için çalışır.[586] Bu amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını seferber eder, onlara karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında ortak olmaya kalkışır. [587]

 Şeytan, müslümanları hayır yapmaktan alıkoymaya çalışır. Zekât ve sadaka verenleri ‘fakir olacaksınız’ diye korkutur[588]. Şeytan, insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder[589]. Onlara içkiyi, kumarı, zinayı süslü gösterir, böylece insanları Allah’ı anmaktan uzaklaştırır.

 Şeytan, insanlara Allah’ı ve O’nun kitabını hatırlamayı unutturur. Böylece onları daha iyi kontrol altına alır ve hata yaptırır. Şeytan, Allah’ın gücünü ve kaderini unutturarak evrendeki olayları, insan hayatında olanları tesadüflere bağlar ve İnsanları bunlara inanmaya çağırır. Böylece Allah’ı hatırlarına getirtmez. Şeytan, kendi yolundan gelenlere; başkaları üzerine haksızlık yapmaya, onların elindekine göz dikmeye dâvet eder. İnsanlar arasında anlaşmazlıkların kavgaların çıkmasına sebep olur. [590]

Şeytanın işi fesat ve fitnedir. O, İnsanlar içinden kendine yandaşlar (veliler) bulur ve bir çok işini onlara yaptırır. "Şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır."[591] Aslında şeytanın hilesi zayıftır. "Şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır."[592] Onun insan üzerinde herhangi bir gücü yoktur: "Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter."[593] Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına, vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.

Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden yüz çevirenlere Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan taraftarı’ demektedir: "Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar, hizbü'ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü'ş-şeytan mutlaka kaybedenlerdir."[594] Demek ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah'ın hizbinden olmak durumundadır.  

 

                       

Şeytanın Görevi

Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, İnsanları doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.

 

 Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyamete kadar devam edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi Allah'a isyan edenlerden oluruz.

 

“Ey İnsanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” [595]

Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım” dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.

"Allah onu (şeytanı) lânetledi; o da: 'Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim' dedi. Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler' (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. Şeytan onlara söz verir, vaadde bulunur, onları ümitlendirir ve kuruntulara düşürür. Ancak bu vaad sadece aldatmadan ibarettir. Onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır." [596]

 

Bu âyetler, aynı zamanda insanın, şeytanın fitnesinden sakınmasının mümkün olduğunu da gösterir. Yine bu âyetler, imansızlıkla şeytanlık, imansızlarla şeytanlar arasında bir yakınlık olduğunu ve şeytanın imansızların velîleri, âmirleri, işverenleri, başlarına musallat yakınları ve arkadaşları olduğunu gösterir.

Allah'ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşan ve O'nun koyduğu yasakları çiğneyen kimselerin eninde sonunda mutlaka şeytanın tuzağına düşecekleri[597], şeytanın tuzağına düşen bu azgın kimselerin, sonunda şeytanın kendilerini istilâ etmesine ve kayıtsız şartsız şeytanın esiri olmalarına engel olamayacakları bildirilmiş[598] ve "...eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz."[599] buyurulmuştur.

                       

                                                                      

Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler

Şeytanın kendilerine tesir edemeyeceği kimseler de Kur'an'da şöyle belirtilmiştir: "Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler." [600]

"Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir." [601]

 

Allah'ın hâlis kullarına tesir edemeyeceğini, şeytan, bizzat kendisi de itiraf etmiştir.[602]

Âyetlerden de anlaşılıyor ki, Allah'a içtenlikle iman ederek ibâdet eden İnsanlar üzerinde, tabanca kurşununa karşı çelik yelek giyilmiş gibi şeytanın hiçbir etkisi olamamaktadır. Allah'a iman edip emirlerine uyan ve Peygamberimiz'in (s.a.s.) gösterdiği yoldan giden kişiler, şeytana galip gelmişler demektir. O halde, şeytana boyun eğmemenin tek yolu, Allah'a samimi olarak inanmak ve ibâdetleri tam yapmak, Peygamber'in gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. Her işimize başlarken de şeytandan Allah'a sığınıp, Allah'ın ismini anmalı; "eûzü besmele" ile başlamalıyız.       

 

 

Her İnsana Bir Şeytan Verilişi

Yüce Allah İnsanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi, onun yanına, kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü gösteren, münkere teşvik eden ve fitneye çağıran bir şeytan da vermiştir. Bu konuda peygamberlerle diğer İnsanlar arasında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Şöyle ki: "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi bozuk, dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler."[603] Yani ima ve işaretlerle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sade dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Hz. Peygamber de bir soru üzerine: "Her insanın yanında bir şeytan vardır." buyurmuş, "Senin de mi ey Allah'ın elçisi?" diye sorulduğunda, "Evet, fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de, o da bana teslim oldu." Cevabını vermiştir. [604]

Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına şeytanî metodlarla hayâsızlığa götürenler günümüz dünyasının birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi üstlenmiş durumdadır. Allah, her İnsanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.

 

 

İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar

İman ve amel yönünden zayıflık, Allah'ın affı ve merhametinden ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik, yerli yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkâr, nankörlük, acelecilik, başıboşluk, serserilik, cimrilik, açgözlülük, hırs, münakaşa, gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlara haddinden fazla katılık, aldatma, yalan iddia, sabırsızlık, şikâyet ve yakınma, infak etmeme, isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma... Nefis bu hastalıklardan kurtulup mutmain olunca, içini Allah'ın zikri, şeytandan sakınma, güç ve gayretin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme, Allah'a yönelme gibi insanın mâneviyatını güçlendiren ve rûhî kalitesini yükselten faziletlerle dolar. Bu duruma yükselen insandan şeytan artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu değiştirir. Nitekim Hz. Ömer bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamer ona hitaben şöyle demiştir: "Ey Hattâb oğlu Ömer, şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider." [605]

 

 

Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma

Hz. Âdem'in yaratılışı ile meydana gelen bu imtihanda, şeytanın, nefsânî hislerine tâbi olarak melekler arasındaki makamdan şekavetin en aşağı mertebesine düşmesi ne kadar acıklı ise; hiç şüphe yok ki, meleklerin secde ettiği varlık olmak şerefine mazhar olan insanın, apaçık düşmanı olan şeytanın izine ve huyuna uyarak o ulvî makamdan düşüşü ve onun âkıbetine iştirak edişi ondan daha acıklı olacaktır. Allah kıyamet günü, İnsanları doğru yoldan uzaklaştıran kötü gruba hitaben şöyle der: "...Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız...' İnsanlardan onlara uymuş olanlar, 'Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık' derler. Allah, 'Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır' der."[606] İnsanlara hitaben de: "...Ey İnsanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, akletmez miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bu gün, inkârcılığınıza karşılık oraya girin."[607] buyurmuştur. Diğer bir kıyamet sahnesinde de şeytan, kendisine uyanları kınayacak ve şöyle diyecektir: "İş olup bitince şeytan: 'doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil; kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir azâb vardır' der." [608]

 

                                             

Şeytanın Yaratılışı ve İnsanlara Vesvese Vermesinin Hikmeti

İnsanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı doğru yoldan çıkararak küfre ve dalalete sevke çalışmak olduğu anlaşılan şeytan, acaba niçin yaratılmıştır? Bu konuda şu hikmetler sayılabilir:

a- Allah, eşyayı zıdlarıyla birlikte yaratmıştır ki, biri diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlar tarafından anlaşılabilsin. Şeytan da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden biri olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına mukabil yaratılmıştır.  

b- Şeytanın yaratılmasındaki bir başka hikmet de, Allah'ın üstünlük ifade eden Kahhâr, Müntakîm, Adl, Dâll, Şedîdü'l-ıkab, Serîu'l-hisâb, Hâfid, Râfi', Muizz, Müzill gibi isimlerinin tecellî edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler, taalluk edecekleri bir varlığı gerektiren kemâl sıfatlarıdır. Şâyet insanlar, cinler ve şeytanlar, melek tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkamazdı.

c- Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah'ın hıfz, afv, mağfiret, rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi hususları ihtivâ eden kemâl sıfatlarının ve isimlerinin tecellî etmesi mümkün olmazdı. Peygamberimiz, bunu veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir: "Eğer sizler, hiç günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri giderirdi de, fertleri günah işleyip mağfiret dileyecek ve Allah'ın kendilerine mağfiret edeceği bir kavim getirirdi." [609]

d- Şeytan yaratılmamış olsaydı, insan için Allah'a ibâdet ve itaatten söz etmek mümkün olmazdı. Zira belli fiillerin ibâdet, tâat, hayır ve hasen oluşu ancak zıdlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren şeytandır.        

Şüphe yok ki, süflî duygu ve arzular, insanın fiziksel varlığı için şarttır. Fakat bunlar çığırından çıkıp kontrol edilmez bir hale gelirse, insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine engel olur. İslâm,  bu duygu ve arzuları görmezlikten gelmez; ama bunlara istikamet ve sınır çizer. İnsanın bu cins duygu ve arzularını kontrol etmesi, yöneleceği yeri helâl olanlara göre belirlemesi ve haddi aşmaması gerekir. Eğer bunu yapmakta başarıya ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana zarar verebilir. Tam aksine, bu beşerî duygu ve arzular, manevî cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan için bir sınanma alanı olan bu dünyada insanı iyiliğe sevketmek için melek, vicdan ve fıtratın varlığı nasıl lüzumlu ise; fizikî varlığı için de onun süflî arzularını kamçılayan kuvvetler, kontrol altına alınmak şartı ile zararsız; hatta faydalı olabilir.

Aslında şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Babamız Âdem’e vesvese verdiği gibi, hepimizi yoldan çıkarmaya çalışır. Onun niyeti, insanoğlunu parlak sözlerle ve yalanla süflî arzularını uyandırarak, onu yanlış yola sevketmektir. İnsan, ruhî gelişmesinin ilk aşamasında, şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak için şeytanla savaşmak zorundadır. İnsan, bu mücadelede azimli olursa, ilâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı yenecektir. İnsan, bu safhayı atlatıp galip çıkar, ihlâs sahibi samimi mü’min olursa, artık yükselir. Şeytan, vesvese vermeye çalışsa da kâmil imana sahip ihlâslı insanlara güç yetiremez. Artık, şeytanla imtihan edildiği ve onu sürekli yendiği için, şeytan böyle bir insanın –istemese de- takvâsını, derecesini artırmış olur. Bu düşman sayesinde insan, meleklerden de üstün seviyeye çıkar. Şeytan ve onun içimizdeki vesvesesi olmamış olsaydı, insanın bu yücelmesi de mümkün olmayacaktı. “Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaktır.” [610]

Allah’ın sevgi ve rahmetinden uzak kalan İblis (şeytan) kıyamete kadar düşmanı olduğu Âdem’i, yani insanı kandırmaya ve saptırmaya devam edecektir.

İnsana yakışan, düşmanına karşı uyanık olmasıdır. Allah'ım! Senin dostlarını ve bizim gerçek dostlarımızı bize sevdir. Düşmanlarımızın peşinden gitmeyecek kararlılık, ihlâs ve basiret ver! 

 

İblis-Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler

  • İblis Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 2/Bakara, 34; 7/A’râf, 11; 15/Hıcr, 31, 32; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 26/Şuarâ, 95; 34/Sebe’, 20; 38/Sâd, 74, 75.
  • Şeytan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara, 36, 168, 208, 268, 275; 3/Âl-i İmrân, 36, 155, 175; 4/Nisâ, 38, 60, 76, 76, 83, 117, 119, 120; 5/Mâide, 90, 91; 6/En’âm, 43, 68, 142; 7/A’râf, 20, 22, 27, 175, 200, 201; 8/Enfâl, 11, 48; 12/Yûsuf, 5, 42, 100; 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 17; 16/Nahl, 63, 98; 17/İsrâ, 27, 53, 53, 64; 18/Kehf, 63; 19/Meryem, 44, 44,45; 20/Tâhâ, 120; 22/Hacc, 3, 52, 52, 53; 24/Nûr, 21, 21; 25/Furkan, 29; 27/Neml, 24; 28/Kasas, 15; 29/Ankebût, 38; 31/Lokman, 21; 35/Fâtır, 6; 36/Yâsin,60; 37/Sâffât, 7; 38/Sâd, 41; 41/Fussılet, 36; 43/Zuhruf, 36, 62; 47/Muhammed, 25; 58/Mücâdele, 10, 19, 19, 19; 59/Haşr, 16; 81/Tekvîr, 25.
  • Şeytan Kelimesinin Çoğulu Şeyâtîn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde): 2/Bakara, 14, 102, 102; 6/En’âm, 71, 112, 121; 7/A’râf, 27, 30; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 68, 83; 21/Enbiyâ, 82; 23/Mü’minûn, 97; 26/Şuarâ, 210, 221; 37/Sâffât, 65; 38/Sâd, 37; 67/Mülk, 5.
  • İblis Konusunda Âyet-i Kerimeler
  • İblis: 2/Bakara, 34; Nisâ, 118-119; A'raf, 11-18; Hıcr, 28-38; İsrâ, 61-63; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sebe', 21; Sâd, 71-81.
  • İblis'in Kibri: Bakara, 34; A'raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
  • İblis'in Cennetten Koğuluşu: A'raf, 11-18; Hıcr, 34-35; İsrâ, 62-63.
  • İblis Lânetlenmiştir: Hıcr, 35; Sâd, 78;
  • İblis'e Mühlet (Süre) Verilmesi: A'raf, 14-15; Hıcr, 36-38; İsrâ, 62; Sâd, 79-81.
  • İblis'e Verilen Fırsatın Hikmeti: Sebe', 21.
  • İblis Allah'ın Rahmetinden Koğulmuştur: Nisâ, 118-119; A'raf, 18; İsrâ, 62-63; Sâd, 77.

B-  Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler

  • Şeytanın Ateşten Yaratılışı: A'raf, 12; Hıcr, 27; Sâd, 76.
  • Şeytan, İnsan ve Cin'den Olabilir: En'am, 112-113; Nâs, 6.
  • Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar: Hıcr, 17-18; Şuarâ, 212; Saffat, 7-10; Mülk, 5; Cin, 8-9.
  • Şeytan, İnsanlara Düşmandır: Bakara, 168, 208-209; En'am, 142; A'raf, 16-17, 27; Yusuf, 5; Hıcr, 39 40; Tâhâ, 116-117; Hacc, 52; Fâtır, 6; Yâsin, 60-61; Zuhruf, 62.
  • Şeytan Kötülüğü, Hayâsızlığı ve Allah'a Karşı Gelmeyi Emreder: Bakara, 169; Nisâ, 14, 118-119; En'am, 128; A'raf, 200; Nûr, 21; Sâd, 82-83.
  • Şeytan, İnsanların Kalbine Vesvese Verir: Nâs, 5.
  • Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrak Ederler: A'raf, 201; Hıcr, 39-40; İsrâ. 65.
  • Şeytan, İnsanları Kuruntulara Düşürür: Nisâ, 119-120; A'raf, 20-21; İsrâ, 63-64.
  • İnsan ve Cin Şeytanları, Düşmandır: En'am, 112.
  • İnsan ve Cin Şeytanları, Aldatmak İçin Yaldızlı Lâflar Söyler: En'am, 112-113
  • Şeytana Uymak: Bakara, 208-209; Nisâ, 38, 119-120; En'am, 128, 142; A'raf, 18; Hıcr, 41-44; İsrâ, 63-64; Kehf, 50-51; Nur, 21; Şuarâ, 221-223; Lokman, 33; Fâtır, 5; Sâd, 84-85; Fussılet, 36; Zuhruf, 36-39.
  • Şeytanın, Mü'minler Üzerinde Hiçbir Hâkimiyeti Yoktur: Hıcr, 42; Nahl, 99-100; İsrâ, 65; Sâd, 82-83.
  • Şeytanın Arkadaşlığı: Nisâ, 38; Fussılet, 25; Zuhruf, 36-38; Kaf, 27.
  • Şeytanın Aldatmasının Etkili Olduğu Kişiler: Hacc, 52-55.
  • Şeytan, Kâfirlerin Dostudur: Bakara, 257; Nisâ, 38, 76; En'am, 71; A'raf, 27, 201-202; Enfâl, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuarâ, 221-223; Fussılet, 25.
  • Şeytan, Münafıkların Dostudur: Mücadele: 19-20; Haşr, 16-17.
    • Şeytandan Allah'a Sığınmak: A'raf, 200; Nahl, 98; Mü'minun, 97-98; Fussılet, 36; Nâs, 1-6.

                        

                                        

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

  1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
  2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 272-277
  3. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 64-65
  4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
  5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
  6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 96-99
  7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, 337-342; 380-386 
  8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 176-178
  9. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 505-506; c. 3, s. 1335-1336
  10. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 173-181
  11. Ana Konularıyla Kur'an, FazlurRahman, Fecr Y. s. 249-265
  12. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275
  13. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, 58-59; c. 6, s. 38-42
  14. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
  15. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153
  16. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
  17. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287
  18. Hz Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144
  19. Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
  20. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. / Büruc Y.
  21. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
  22. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
  23. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  24. Şeytanizme Rağmen İslâmî Uyanış, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
  25. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
  26. Vesvese -Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayım
  27. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
  28. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
  29. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
  30. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
  31. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
  32. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi Y.
  33. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
  34. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
  35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y. 
  36. Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.
  37. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
  38. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
  39. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.

 

[1] 2/Bakara, 30

[2] Lutfullah Cebeci, Kur’an’da Göre Melek Cin Şeytan, s. 25

[3] 2/Bakara, 285

[4] Müslim, İman 1; ayrıca Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî de benzerini rivâyet etmişlerdir.

[5] 4/Nisâ, 136

[6] Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, VI/168

[7] 2/Bakara, 30-34

[8] 53/Necm, 53

[9] 2/Bakara, 30; 7/A’râf, 11

[10] 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82; 3/Âl-i İmran, 39, 42-45

[11] 4/Nisâ, 97

[12] 39/Zümer, 75

[13] 66/Tahrim, 6

[14] 35/Fâtır, 1; 6/En’âm, 93

[15] 35/Fâtır, 1

[16] 15/Hıcr, 88; 26/Şuarâ, 285

[17] 17/İsrâ, 24

[18] 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82

[19] 19/Meryem, 17-21

[20] 81/Tekvir, 23; 53/Necm, 13-17

[21] 17/İsrâ, 92-95; 15/Hicr, 8; 25/Furkan, 21-22; 6/En'âm, 8

[22] 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9

[23] 7/A'râf, 27

[24] Buhâri, Bed'ü'l-halk 7

[25] Buhâri, Bed'ü'l-halk 7

[26] Buhâri, Bed'ü'l-halk 6

[27] B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İslâm'da İnanç Esasları, İFAV Y., s. 234 ve devamı

[28] Bk. 11/Hûd, 70; 21/Enbiyâ, 19-20; 37/Sâffât, 149-153; 43/Zuhruf, 19; Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, IV/168

[29] Bk. 16/Nahl, 50; 21/Enbiyâ, 27; 66/Tahrim, 6

[30] Bk. 35/Fâtır, 1; 69/Hâkka, 17; 70/Meâric, 4

[31] 11/Hûd, 69-70; 19/Meryem, 16-17; 15/Hicr, 51-52; 51/Zâriyât, 24-28; Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1

[32] Bk. 7/A'raf, 27; 17/İsrâ, 92-95; 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9; Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1; Ebû Dâvud, Sünnet 15

[33] Bk. 2/Bakara, 30-33

[34] 21/Enbiyâ, 26-27

[35] 66/Tahrim, 6

[36] 21/Enbiyâ, 19-20

[37] 19/Meryem, 17

[38] 42/Şûrâ, 5; 7/A'râf, 206

[39] 21/Enbiyâ, 19

[40] 2/Bakara, 30

[41] 16/Nahl, 50; 66/Tahrim, 6

[42] 22/Hacc, 75

[43] 4/Nisâ, 163

[44] 2/Bakara, 97; 26/Şuarâ, 193-194

[45] 33/Ahzâb, 5-6

[46] 53/Necm, 26

[47] Buhari, Tevhid 24

[48] 40/Mü'min, 7-9)

[49] 33/Ahzâb, 43

[50] 50/Kaf, 21

[51] Tirmizî, Tefsir 2, 364

[52] 50/Kaf, 23

[53] 16/Nahl, 28, 32

[54] 2/Bakara, 253; 5/Mâide, 110

[55] 41/Fussılet, 30-32

[56] 58/Mücadele, 22

[57] 3/Âl-i İmran, 124-125

[58] 8/Enfâl, 12

[59] 13/Ra'd, 11

[60] 86/Târık, 4

[61] 82/İnfitar, 10-12

[62] 50/Kaf, 17-18

[63] 13/Ra'd, 10-11

[64] 79/Nâziât, 5

[65] 32/Secde, 11

[66] 6/En'âm, 93

[67] 8/Enfâl, 50

[68] Buhâri, Bed'ü'l-halk 6

[69] 2/Bakara, 30-34; 15/Hicr, 28-31

[70] 39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 7

[71] 25/Furkan, 21; 2/Bakara, 210

[72] 25/Furkan, 25-26

[73] 8/Enfâl, 50

[74] 47/Muhammed, 27

[75] 15/Hicr, 7-8

[76] B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, a.g.e., s. 239 ve devamı       

[77] 74/Müddessir, 31

[78] 48/Fetih, 4, 7

[79] 9/Tevbe, 26, 40; 33/Ahzâb, 9

[80] 37/Sâffât, 8; 38/Sâd, 69

[81] 37/Sâffât, 6-10; 15/Hicr, 18; 67/Mülk, 5

[82] 2/Bakara, 97, 98; 66/Tahrim, 4

[83] 70/Meâric, 4; 78/Nebe', 38; 97/Kadr, 4; Rûhunâ: 19/Meryem, 17

[84] 81/Tekvir, 19

[85] 19/Meryem, 19

[86] 26/Şuarâ, 193

[87] 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102

[88] Buhâri, Bed'ü'l-vahy 3

[89] 2/Bakara, 98

[90] 32/Secde, 11

[91] 4/Nisâ, 97; 6/En'âm, 61, 93; 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27

[92] 6/En'âm, 73; 18/Kehf, 99; 20/Tâhâ, 102...

[93] Müslim, Müsâfirîn 200; Ebû Dâvud, Salât 119

[94] 21/Enbiyâ, 19-20

[95] 40/Mü'min, 7-8; 69/Haakka, 17

[96] 6/En'âm, 61

[97] 13/Ra'd, 11

[98] 43/Zuhruf, 80

[99] 50/Kaf, 17

[100] 50/Kaf, 18

[101] 82/İnfitar, 10

[102] 82/İnfitar, 12

[103] 21/Enbiyâ, 103

[104] 39/Zümer, 73

[105] 13/Ra'd, 23

[106] 39/Zümer, 71

[107] 66/Tahrim, 6; 43/Zuhruf, 77; 40/Mü'min, 49-50; 96/Alak, 18

[108] Ahmed bin Hanbel II/134

[109] Bk. Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 2/Bakara, 102. âyetin tefsiri

[110] Tirmizî, Cenâiz, 70; Ahmed bin Hanbel III/126; IV/140

[111] Ahmed bin Hanbel, IV/287

[112] Buhâri, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70

[113] Tirmizî, Cenâiz 70

[114] Bk. 2/Bakara, 3

[115] 2/Bakara, 3

[116] 67/Mülk, 2

[117] 2/Bakara, 177, 285

[118] 2/Bakara, 256

[119] 13/Ra’d, 11

[120] 82/İnfitar, 10-12

[121] 43/Zuhruf, 19

[122] 37/Sâffât, 149

[123] 72/Cinn, 1-2

[124] 37/Sâffât, 158

[125] 6/En'âm, 128

[126] 62/Cumua, 6

[127] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315

[128] 15/Hicr,  27

[129] 32/Secde, 13

[130] 6/En’âm, 112

[131] 51/Zâriyât, 56

[132] 46/Ahkaf, 29, 30, 31

[133] 7/A’râf, 27

[134] 27/Neml, 39

[135] 3/Âl-i İmran, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26, 27/Neml, 65;

   34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41, 53/Necm, 35, 68/Kalem, 47, 72/Cinn, 26

[136] 18/Kehf, 50

[137] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, 321-325

[138] 51/Zâriyât, 56

[139] 46/Ahkaf, 29

[140] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 66-67

[141] 51/Zâriyât, 56

[142] 6/En'âm, 130

[143] 72/Cinn, 13

[144] 46/Ahkaf, 29-32

[145] 55/Rahmân, 31-34

[146] 72/Cinn, 1-2

[147] 72/Cinn, 14-15

[148] Hasan Basri Çantay, Meal-i Kerim, 7/A’râf, 20: 3/1075

[149] 72/Cinn, 26-27

[150] 34/Sebe’, 14 ; bk. 72/Cinn, 8-10

[151] 72/Cinn, 1-3

[152] Kurtubî, el-Câmî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, 19/2 vd ; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315

[153] 15/Hicr, 27

[154] 72/Cinn, 6

[155] 27/Neml, 39

[156] 34/Sebe’, 12-13;  Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314 ; A. Lütfi Kazancı, İslam Akaidi, Marifet Y., 101; Ahmed

    Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 65

[157] 6/En’âm, 130

[158] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14

[159] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61

[160] 2/Bakara, 34

[161] 36/Yâsin, 60

[162] 35/Fâtır, 6

[163] et-Tâc, 5/233

[164] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315

[165] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315-316

[166] 27/Neml, 17

[167] 27/Neml, 38-39

[168] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 4/347-349

[169] 37/Sâffât, 158

[170] 6/En'âm, 128

[171] 62/Cumua, 6

[172] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315

[173] 6/En' âm,: 130

[174] İmam-ı Kurtubî, el-Câmiü 1i Ahkâmi'I-Kur'ân, Beyrut 1967, c. XIX, sh. 2 vd.

[175] Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, c. V, sh. 233

[176] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 88-91

[177] bk.  6/En'âm, 130

[178] 46/Ahkaf, 29; 72/Cinn, 1

[179] 72/Cinn, 1

[180] 27/Neml, 39

[181] 72/Cinn, 13

[182] bk. 72/Cinn, 6

[183] bk. 6/En'âm, 112

[184] bk. 114/Nâs, 6

[185] Y. N. Ö., İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 141

[186] 34/Sebe', 14

[187] Y. N. Ö, a.g.e., s. 223

[188] II. Samuel, 1/9; Süleyman'ın Meselleri, 30/15

[189] meselâ bk. Rasûllerin İşleri, 17/18

[190] Matta, 12/28; Luka, 11/20

[191] bk. İbn Âşûr, VII, 405

[192] bk. 6/En'âm, 100

[193] 51/Zâriyât, 56

[194] 6/En'âm, 130

[195] 46/Ahkaf, 29

[196] 2/Bakara, 275

[197] meselâ bk. Tirmizî, Tıb 16; Nesâî, İstiâze 37; İbn Mâce, Tıb 33

[198] H. Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu, V/397-399

[199] Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi

[200] Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi

[201] 72/Cin, 6

[202] 6/En’âm, 76

[203] 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2

[204] 53/Necm, 32

[205] 6/En'âm, 112

[206] 6/En’âm, 130

[207] 7/A’râf, 27

[208] 7/A’râf, 179

[209] 18/Kehf,  50

[210] 15/Hicr, 27

[211] 34/Sebe’, 14

[212] 34/Sebe', 12

[213] 37/Sâffat, 158

[214] 46/Ahkaf, 29-32

[215] 55/Rahmân, 15

[216] 55/Rahmân, 31-34

[217] 51/Zâriyât, 56

[218] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14

[219] 72/Cin, 13

[220] 72/Cinn 26-27

[221] 113/Felak, 1, 4

[222] 114/Nâs, 1-6

[223] Müslim, Zühd 60

[224] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648

[225] Heytemî; Zevâcir, 1/130

[226] Müslim, Münâfikîn 69; Dârimî, Rikak 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/385, 397, 401, 460

[227] Nesâî, İstiâze 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/178

[228] Müslim, Salât 150 h. no: 450; Tirmizî, Tefsir, Ahkaf, h. no: 3254; Ebû Dâvud, Tahâret 42, h. no: 85

[229] 72/Cin, 1-2

[230] 72/Cin 1-...; (Cin'in sözü 15. âyette biter); Buhârî, Tesfir Cinn 1, Ezan 105; Müslim, Salât 149, h. no: 449; Tirmizî, Tefsir, Cinn, h. no: 3320

[231] Müslim

[232] Tirmizî, Tefsir, Cin h. no: 3321

[233] 34/Sâd, 35

[234] Buhârî, Salât 75, Amel fi's-Salât 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiyâ 40, Tefsir, Sâd; Müslim, Mesâcid 39, h. no: 541

[235] Buhâri, Tıb 46, Edeb 117, Tevhid 57; Müslim, Selâm 123; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/87

[236] Buhâri, Tevhid 32, Tefsir, Sûre 15, 34; Tirmizi, Sûre 34; İbn Mâce, Mukaddime

[237] Müslim, İman, 371, h. no: 218

[238] Ebû Dâvud, Tıbb 17, h. no: 3883

[239] Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868

[240] Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073

[241] Buhârî, Tıbb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41, h. no: 2187; Ebû Dâvud, Tıbb 15, h. no: 3879

[242] Müslim, Selâm 42, h. no: 2188; Tirmizî, Tıbb 19, h. no: 2063, (Tirmizî'de "Göz değmesi haktır" ibaresi yoktur.)

[243] Tirmizî, Tıbb 16, h. no: 2059; İbn Mâce, Tıbb 33, h. no: 3511

[244] Ebû Dâvud, Tıbb 15, h. no: 3880

[245] Muvatta, Ayn 1, h. no: 2, 938

[246] el-En'âm 6/112

[247] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/153, 168; Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 132, Salât 75, Ezan 105, Tefsir 72/1-2,

      Tevhîd 7; Müslim, Zühd 60, Salât 149, 150, 260, Zikr 67, Mesâcid 39; Tirmizî, Tefsir 47

[248] Tis’u Resâil, s. 62

[249] Tehânevî, Keşşaf, "cin" md.; Mefâtîhu'l-Ğayb, XXX, 148

[250] Hak Dini, VII, 5387

[251] el-Madnûnü'l-Kebîr, s. 16

[252] 55/Rahmân, 15

[253] Reşîd Rızâ, III, 96; VII, 319; VIII, 364; Evrin, I, 254; Ahmed Hulusi, s. 61-72; Ayberg, II, 69-72; Ateş, s. 19-20

[254] 17/İsrâ, 94-95

[255] 6/En'âm, 130

[256] Râzî, XIII, 195

[257] 2/Bakara, 129, 151; 14/İbrâhim, 4

[258] 6/En'âm, 130

[259] 2/Bakara, 275

[260] Buhârî, Ahkâm 21, Bed'ü'1-halk 11

[261] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/144, 146; Buhârî, Vekâle 10; Tirmizî, Fezâ'ilü'l-Kur'ân 1, 2, 3

[262] Usûlü'd-dîn, s. 226

[263] Ahmet Saim Kılavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 5-10

[264] 15/Hicr, 27

[265] 11/Hûd, 119; 7/A’râf, 38, 179

[266] 6/En’âm, 112

[267] 51/Zâriyât, 56

[268] 46/Ahkaf, 29-31

[269] 7/A’râf, 27

[270] 27/Neml, 39

[271] 3/Âl-i İmrân, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26;

     27/Neml, 65; 34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41; 53/Necm, 35; 68/Kalem, 47; 72/Cinn, 26

[272] 18/Kehf, 50

[273] 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 15/Hicr, 31; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 38/Sâd, 74, 75

[274] 17/İsrâ, 27

[275] 19/Meryem, 44

[276] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 321-327

[277] F. Aydın, a.g.e., s. 146-147

[278] 2/Bakara, 189, 161

[279] 2/Bakara, 102

[280] Hâfız bin Ahmed el-Hakemî, Meâricu’l-Kabûl, 1/273-274

[281] F. Aydın, a.g.e., s. 138-144

[282] Buhârî, Tefsir Sure, 72

[283] Müslim, Salât, 150

[284] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 316-318

[285] 34/Sebe', 8

[286] 114/Nâs, 6

[287] M. Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener, Ankara 1973, 330; Ö. Nasuhî

     Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 231

[288] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1978, 191

[289] Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İstanbul 1982, s.192, mad. 978, 979, 980

[290] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 319

[291] İbrahim Kâfi Dönmez, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 125-129

[292] 7/A’râf, 184

[293] 11/Hûd, 119; 37/Sâffât, 158; 32/Secde, 13

[294] 34/Sebe’, 8

[295] 23/Mü’minûn, 25

[296] 23/Mü’minûn, 35, 36

[297] 34/Sebe’, 46

[298] 23/Mü’minûn, 70

[299] 36/Yâsin, 69

[300] 26/Şuarâ, 192-196

[301] 26/Şuarâ, 221-224

[302] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., 4/ 439-441

[303] 3/Âl-i İmran 80; İbn Kesir, Tefsir IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VIII, 5381; İzutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 19

[304] Âlûsi, Bulûğu'l-Erab, II, 197

[305] Yazır., M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4594; 39/Zümer, 3

[306] 3/Âl-i İmran, 80

[307] 37/Sâffât, 158

[308] 6/En’âm, 100

[309] M.N. el-Câhız, Edyânu’l-Arab, s. 125-126

[310] Âlûsî, a.g.e., II, 197

[311] İbn İshak, Sîre, s. 13; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, II, 173

[312] 4/Nisâ, 48; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 75-77

[313] Macdonald, B.D., "Cin" maddesi, İ.A., III, 192

[314] 37/Sâffât, 158

[315] 6/En’âm, 100

[316] 6/En’âm, 128

[317] 72/Cinn, 6

[318] Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 147-148

[319] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, III, 269; Ateş. S., Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, X, 98

[320] İzutsu, T, Kur'an'da Allah ve İnsan, 159

[321] 6/En’âm, 100; Alûsî, a.g.e., III, 197

[322] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 83-85

[323] 15/Hıcr, 27

[324] F. Râzi, Mefâtihu'1-Gayb, I, 82

[325] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64; 47/Muhammed, 25; 4/Nisâ, 60; 27/Nemi, 24; 29/Ankebût, 38; 58/Mücâdele, 19

[326] 72/Cinn, 1-2

[327] Müslim, Eşribe 15, 95

[328] 51/Zâriyât, 56

[329] 46/Ahkaf, 29

[330] Ateş Süleyman, İslam’a İtirazlar Kur'an-ı Kerim'den Ce­vaplar, s. 47

[331] Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur'an, IV, 2488

[332] Kalafat, Y., Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 20-27

[333] Kafesoğlu, İ. "Eski Türk Dini"; Tanyu, H. "Türklerde Tek Tanrı İnancı, A.Ü.İ.F.Y.

[334] 72/Cinn, 6, 22; 114/Nâs, 6

[335] Buhârî, Deavât 163; Tirmizî, Deavât 467, 473

[336] Tirmizi, Deavât 490, 508; Ali Çelik, a.g.e., s. 85-90

[337] Kurtubî, XIII. 203

[338] İbnü'1-Esîr, "afr" md.; Lisânu'l-'Arab, "afr" md.

[339] I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12

[340] 37/Sâffât, 7

[341] Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709

[342] 27/Neml, 39

[343] Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197

[344] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298; Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40, Tefsir 38/2; Müslim, Mesâcid 39

[345] İmam Mâlik, el-Muvatta, Şi’r 10

[346] 27/Neml, 40

[347] 55/Rahmân, 15

[348] Ali Erbaş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516-517

[349] Kamus, III, 307; Alûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 340; Nevevî, Minhâc (Şerhu Müslim), XIV, 216-217

[350] Nedvî, İslâm Tarihi, Hazırlayan: E. Edib, I, 304

[351] İbn Manzur, Lisân, XI. 507

[352] İbn İshak, Sîre, s. 92; İbn Hişâm, Sîre, I, 201; İbn Manzur, a.g.e., XI, 508

[353] Âlûsî, a.g.e., II, 343

[354] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 344

[355] Âlûsî, a.g.e., II, 340

[356] Alûsî. a.g.e., II, 340, 341

[357] Ozon, M.N. Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237

[358] Ali Çelik, a.g.e., s. 133-136

[359] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 158; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VIII, 183-184

[360] 279/892

[361] Aynî, Umdetü'1-Kâri, XII, 144-148

[362] Aynî, a.g.e., XII, 144-148

[363] Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'an 158

[364] Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102

[365] Uğur, M., a.g.e s. 139

[366] Aynî, a.g.e., XII, 144-148

[367] Uğur, M., a.g.e., s. 139

[368] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 185

[369] Müslim, Selâm, 107-108

[370] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/305-382

[371] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 136-140

[372] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII/2607; Meydan Larousse, IX, 257

[373] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, X, 127; Emiroğlu, T., Esbâb-ı Nüzul, 38-39

[374] İbn Manzur, Lisân, XIII, 301

[375] Bursevi, a.g.e.. göst. yer; Emiroğlu, T., a.g.e. göst. Yer

[376] Râzî, Mefatihu'1-Gayb, XXX, 1000

[377] Râzî, a.g,e., göst. yer

[378] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 7-9

[379] Sofuoğlu, M., Sahih-i Müslim Terc, VIII, 37 -Dipnotta-

[380] Müslim, Selâm hadis no: 1725

[381] Tanyu, H. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 213

[382] Tanyu, H. a.g.e. s. 213, -Eduarda Seliğman Der Böse Blyick Und Vermandes, s. 219'dan naklen-

[383] Yeni Türk Ansiklopedisi, Nazar mad.; Halıcı, Feyzi, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler,

     (248-52). Mehmet Aydın'ın, "Konya'daki Manevi Halk İnançlarının Dînler Tarihi açısından Tetkiki" isimli

     makaleden alınmıştır

[384] Ali Çelik, a.g.e., s. 192-195

[385] 68/Kalem, 51-52

[386] Şevkânî, a.g.e., c. 5, s. 319

[387] Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, DİB Y., c. 5, s. 359-362

[388] Fethu'l-Kadîr: 5/277

[389] Müslim, Selâm, 41/11, 1719

[390] Müslim, Selâm, 42/11, 1719

[391] İbn Kesir, Tefsir, IV/411

[392] Müslim, Selâm 42/11, 1719

[393] Nevevî, el-Minhac, XIV, 172

[394] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX/607

[395] Müslim, Selâm 172; Buhârî, Tıb 24

[396] Müslim, Selâm 1725

[397] Müslim, Selâm 46-47/11, 1723

[398] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 192-198

[399] Buhârî, Tıb 36; Ebû Dâvûd, Tıb 15

[400] Ebû Dâvud, Tıb 18

[401] Ebû Dâvud, Tıb 19; Bu­hârî, Tıb 38

[402] Ebû Dâvud, Tıb 19

[403] Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39); Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Y.

[404] Râğıb, Müfredat, s. 331; Yazır, M. H., Hak Dini

[405] Kamus, I, 887-888

[406] Redhause, English-Turkish Dictionary s. 483

[407] 7/A’râf, 132; 5/Mâide, 110; 10/Yunus, 76; 11/Hûd, 7; 27/Neml, 13; 26/ Şuarâ, 34; 38/Sâd, 4; 51/Zâriyât, 52

[408] 2/Bakara, 102

[409] Taberî, Tarih, I, 445; İzzet Derveze, Asrun-Nebî, s. 294-298

[410] Buhârî, Tıb 47, 49, 50, VII, 28-30; Cizye 14, IV 68, Edeb 56, VII, 88; Müslim, Selâm 43, II, 719

[411] İzzet Derveze, a.g.e., s. 271; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 199-201

[412] Pakalın, M.Z., Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III., 211-217

[413] 7/A’râf, 115-116, 132; 20/Tâhâ, 55-56, 71; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yunus, 76-77, 81; 11/Hûd, 7; 21/Enbiyâ, 3; 26/Şuarâ, 40

[414] Nesâî, Tahrim, 9/VII, 112

[415] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 339; III, 33

[416] Buhârî, Vesaya, 23/111, 195; Hudud, 44/VIII, 33; Tıb; 48/VII, 29; Müslim, İman, 145/1, 92

[417] Nesâî, Tahrim 19/VII, 112

[418] ö. 676/1277

[419] Nevevî, Minhâc, XIV, 176

[420] Buhârî, Tıb 47, 49, 50 VII, 28-30; Cizye 14/IV, 68, Edeb 56/VII, 88; Müslim, Selâm 43/11, 1719

[421] Nesâî, Tahrîm 20/VII, 112

[422] İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, X, 188

[423] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, X, 185

[424] Türkçeye Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafından "Sünnet Müdafaası" adıyla 2 cilt halinde tercüme edilmiştir.

[425] M. Ebu Şehbe, Sünnet Müdafaası, II, 157-158; İbn Kayyım, et-Tefsir, 5 64-5 72'den naklen

[426] İbn Hacer, a.g.e., X, 185

[427] İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, s. 177

[428] Yazır, M. H., Hak Dini Kur'an Dili, XI, 6356

[429] Kemalü'ddin et-Tai, Rîsâletün fi Ulûmi'l-Hadis ve Usûlihi, s. 91; Uğur, M., Hadis Terim­leri Sözlüğü, s. 222

[430] Yazır, M. H. a.g.e., IX., 356

[431] Kemalüddin et-Tâî, a.g.e.; s. 67; Uğur, M-, a.g.e. s. 1; Koçkuzu A.O., Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vâhidlerin İtikad ve

     Teşri Yönlerinden Değeri, s. 78-80

[432] Yazır M. H., a.g.e., IX 6356

[433] O âyetler:  17/İsrâ, 47; 25/Furkan, 8 -Âyetlerin meali: "Biz on­ların seni dinlerken, ne sebeble dinlediklerini, kendi gizli

      konuşurken de zâlimlerin 'Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini gayet iyi biliyoruz.” -17/İsrâ, 47-“...Ve zâlimler "Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uymuyorsunuz" dediler" -25/Furkan, 8-

[434] Mahmud Ebû Reyye, Advâ Ala's-Sünnetil-Muhammediye, terc. Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 3790-380, Muharrem Tan

[435] Yazır, M. H. Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6357

[436] 25/Furkan, 8-9

[437] 17/İsrâ, 47

[438] 52/Tûr, 29-30

[439] 68/Kalem, 2

[440] 81/Tekvîr, 22

[441] 5/Mâide, 67

[442] 20/Tâhâ, 69

[443] 10/Yûnus, 77

[444] 10/Yûnus, 81

[445] 16/Nahl, 98-99

[446] 14/İbrâhim, 22

[447] 17/İsrâ, 65

[448] 15/Hıcr, 42

[449] 26/Şuarâ, 221-223; yine bk. 16/Nahl, 100

[450] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446

[451] 113/Felak, 4

[452] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312

[453] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356

[454] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200

[455] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 9, s. 6358

[456] 6/En’âm, 112

[457] 7/A’râf, 200

[458] 5/Mâide, 67

[459] 17/İsrâ, 47

[460] 25/Furkan, 8

[461] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22

[462] S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195

[463] Buhârî, Tıb 49

[464] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60

[465] Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A.Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 268-291

[466] 2/Bakara, 101

[467] D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A., X: 599-611

[468] Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211

[469] 7/A’râf, 116

[470] 20/Tâhâ, 67-68

[471] 20/Tâhâ, 69

[472] Ferit Aydın, a.g.e., s. 311-317

[473] Kamus, IV, 266; Fischer. F. "Kehânet" maddesi, İ.A. VI, 71

[474] İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265

[475] Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 211

[476] İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163

[477] Alûsî, a.g.e., III, 269-270

[478] Âlûsî, a.g.e., III, 270

[479] Derveze, İ. Asru'n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l-Arab Kable'l-İslâm, I, 229

[480] Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze. a.g.e. s. 293

[481] Âlûsî, Buluğu'1-Ereb, III, 269-288

[482] İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-Zeheb, II, 173; Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72

[483] 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9

[484] 15/Hicr, 16-18

[485] 37/Sâffât, 6-10

[486] Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu'l-Umıf; I. 303; Aynî. Ümdetü’l-Kari, VII

[487] Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306

[488] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215

[489] 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29

[490] Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14

[491] Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1, 209; Ebû Dâvud, Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi,

     Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/III, 4-19

[492] Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/III, 438; Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309

[493] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X. 182

[494] Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89

[495] Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217

[496] Ferit Aydın, a.g.e., s. 317

[497] Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, Nihâye, III, 317; İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X, 121

[498] Buhârî, Tıb 10/VII, 14

[499] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 261-262

[500] Buhârî, Tıb 10/VII, 14

[501] Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, a.g.e., III, 317; İbn Hacer, a.g.e., X, 121

[502] Buhârî, Tıb 21/VII, 17

[503] Müslim, Selâm, 87-88/11, 1735; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 356/IV, 369; Müstedrek, IV, 208; Tirmizî, Tıb 28,

     Hadis No: 2079/IV, 407

[504] Miras, K. Tecrid-i Sarih Tere, XII, 79-80; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 262-263

[505] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 287-288

[506] Canan, İ. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, XI, 330

[507] İbn Esir, en-Nihâye, II, 254

[508] Canan, İ, a.g.e., XI, 330

[509] İbn Cerir et-Taberi, Tefsir -Bk. Felak suresi

[510] Müslim, Selâm 64/11,1727

[511] Alûsî, Buluğu'1-Erab, III, 5 vd.; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 372; Ebû Davud, Tıb, 6, 18; Ali Çelik, İslam’ın Kabul

     veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 264-265

[512] Buhârî, Tıb 17/VII, 16; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 251-252; Hakim, Müstedrek, IV 217

[513] Müslim, Selâm 55-56, 59/11, 1725

[514] Müslim, Selâm 52-53/11, 1724

[515] Müslim, Selâm 61-63/11, 1726

[516] Müslim, Selâm 54, 57-5/II, 1724-1725

[517] Müslim, Selâm 64/11, 1727

[518] Müslim, Selâm 64/11, 1727

[519] Müslim, Selâm 58/11, 1725

[520] Nevevi, Minhac, Şerhu Müslim

[521] Yazır, M. H., Hak Dini Kuran Dili, IX, 6396-6399

[522] Felak sûresi, 4. âyet

[523] Yazır, M.H., a.g.e., IX, 6388

[524] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 265-268

[525] İnan, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, s. 245; Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, II, 36-38; Dr. Ahmed Taha,

     Tıbbu'l-İslamî, s. 15, 23

[526] Tanyu, Hikmet, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 105

[527] Prof. Ad. Westermarck, İslam Medeniyetinde Putlara Tap­ma Devri Kalıntılarından Nazar Değmesi İnancı, Terc. Şahap

     Nazmi Coşkunlar, s. 9-10

[528] Tanyu, Hikmet, a.g.e., s. 206, 213

[529] Âlûsî, Buluğu’l-Erab, II, 304

[530] Âlûsî, a.g.e., II, 319

[531] Âlûsî, a.g.e., II, 324

[532] Âlûsî, Bulûğu'l-Erab, II, 325

[533] Âlûsî, a.g.e., II, I, 7; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 268-270

[534] Âlûsi, Buluğu'1-Erab, II, 315-316; III, 5-7

[535] Âlûsî,  a.g.e., III. 5-7

[536] Âlûsî, a.g.e., II, 316

[537] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII, 2607

[538] Ebû Dâvud, Tıb 9/IV, 201; Hâkim, Müstedrek, IV, 217; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan

     Y., 288-289

[539] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648

[540] Heytemî; Zevâcir, 1/130

[541] Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s. 398

[542] 2/Bakara, 34

[543] 18/Kehf,  50;  15/Hıcr, 27;  55/Rahman, 15

[544] Müslim, Zühd 10, Hadis no: 2294, 4/2294

[545] Bkz. 2/Bakara, 31; 15/Hicr, 26-29). Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup idi (18/Kehf, 50 

[546] 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34

[547] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64

[548] Bkz. 7/A'râf, 20

[549] 2/Bakara, 268

[550] 17/İsrâ, 27

[551] 2/Bakara, 268; 24/Nur, 21

[552] 2/Bakara, 275

[553] 2/Bakara, 34

[554] 7/A’râf, 11-27

[555] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 284-285

[556] 38/Sâd, 71-85

[557] 7/A'râf, 14

[558] 39/Zümer, 68; 83/Mutaffifîn, 6

[559] 7/A'râf, 15

[560] 27/Neml, 87

[561] 15/Hıcr, 39

[562] 15/Hıcr, 42

[563] 7/A'râf, 18

[564] Elmalılı, c. 3, s. 2138

[565] 7/A'râf, 17

[566] 17/İsrâ, 64

[567] 2/Bakara, 37

[568] 17/İsrâ, 61-65

[569] 114/Nâs, 4-6

[570] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5

[571] 58/Mücadele, 19

[572] 2/Bakara, 268

[573] 17/İsrâ, 53

[574] 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63

[575] 6/En'âm, 112-113

[576] 5/Mâide, 90-91

[577] A. Osman Ateş, Şeytan, s. 214

[578] Zübeyir Yetik, Şeytan, s. 97-107

[579] H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 139-141

[580] 7/A'raf, 16-17

[581] 15/Hıcr, 41-42

[582] İbn Kesir, 2/9

[583] İbn Kesir, 2/9

[584] M. Alagaş, Şeytan ve Dostları, s. 27-52

[585] 7/A'râf, 27

[586] 7/A’râf, 17

[587] 17/İsrâ, 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167

[588] 2/Bakara, 268

[589] 2/Bakara, 288

[590] H. K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 286

[591] 4/Nisâ, 76

[592] 4/Nisâ, 76

[593] 17/İsrâ, 65

[594] 58/Mücâdele, 19

[595] 2/Bakara, 168-169

[596] 4/Nisâ, 117-121) Ayrıca bkz. 18/Kehf, 50; 35/Fâtır, 6

[597] 43/Zuhruf, 39

[598] 58/Mücadele, 19

[599] 6/En'âm, 121

[600] 7/A'râf, 200-201

[601] 16/Nahl, 98-100

[602] 15/Hıcr, 28-43; 17/İsrâ, 61

[603] 6/En'âm, 112-113

[604] Müslim, Münâfikun 11; Ahmed bin Hanbel, VI/115; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 6/ 40-41

[605] Buhârî, Fedâilü'l-ashâb 6; Müslim, Fedâilü's-sahabe 2; Ahmed bin Hanbel, I/171, 182

[606] 6/En'âm, 128

[607] 36/Yâsin, 59-64

[608] 14/İbrâhim, 22

[609] Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, Deavât 98; Ahmed bin Hanbel, I/289, II/309

[610] 2/Bakara, 38

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.