SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti
- Allah Sevgisi
- Sevginin Dereceleri
- Allah'ın Kulu Sevmesi
- Allah'ın Kulu, Kulun Allah'ı Sevmesinin Belirtileri
- Sevginin Esası ve Sebepleri
- Allah Sevgisi İçin "Aşk" Kavramının Kullanılması Doğru mudur?
- Sevgi İmanın Göstergesidir
- Kur'ân-ı Kerim'de Sevgi Kavramı
- Allah Kimleri Sever?
- Allah Kimleri Sevmez?
- Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı
- Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi
- Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir
- Sevginin Zirvesi: Takvâ
- Sevgi Toplumu
- Tutku (Çarpık Sevgi)
"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." [1]
Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti
Mahabbet (Türkçe söylenişiyle muhabbet), sevmek demektir. Mahabbetullah da, Allah'ı sevmek anlamındadır. Mahabbet, "hubb" (h-b-b) kökünden gelir. Hubb saf sevgiye denir. Araplar, dişlerin parlaklığı için aynı kelimeyi kullanırlar. Kaynamak üzere olan suyun üstüne çıkmağa başlayan kabarcıklara da habâb denir. Buna göre mahabbet, susamışlıktan (fazla arzudan) kalbin kaynaması, taşması, sevilene ulaşmak için çırpınmasıdır. Habâbu'l-mâ', suyun fazlasına denir. Mahabbet de kalpteki düşüncelerin en baskını olduğundan h-b-b ile ifade edilmiştir. Türkçede mahabbetin (muhabbetin) karşılığı sevgidir. Bunun da normaline sevgi, aşırısına aşk, daha aşırısına sevdâ/tutku denir. Sevgi anlamına gelen bu terim, aynı zamanda çekirdek, tohum, öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mânâlarıyla Kur’an’da da kullanılmıştır.[2] Bu ikinci anlamını da göz önünde tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki sevgi varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür.
Sevgi; Sevme duygusu, bir kimseye veya bir şeye muhabbet besleme hissi. Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan fıtrî bir duygudur. Sevgi, topluma huzur ve barışı getiren birleştirici bir unsurdur. Kur'an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü'minin gönlü sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık, kâfirlerin özelliklerindendir. Allah Teâlâ, iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir: "Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa, yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi..." [3]
Dinde sevgi iki türlüdür: Kulun Allah'ı sevmesi, Allah'ın kulu sevmesi. Allah'ı sevmek, yani mahabbetullah, herkesin, elde etmek için ardından koştuğu yüce bir mertebedir. Makamların en yücesi, derecelerin en yükseğidir. Kalplerin azığı, ruhların gıdası, gözlerin bebeğidir. Mahabbet, bir hayattır, onsuz insan ölülerden sayılır; bir nurdur, onu kaybeden karanlıklarda kalır. İnsan için en büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ; zâlimleri, fesatçıları, kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna karşılık, takvâ sahiplerini, tevbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini, adâletle iş görenleri, ibâdetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever. Yüce Allah; "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." [4] buyurmuş ve Allah sevgisine ancak O'nun emirlerine uymak, Peygamberinin yolundan gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.
Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşrû olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah için sevmeli, sevmediğini de yine Allah için sevmemelidir. Allah'ın sevdiklerini sırf Allah rızâsı için sevmek, sevmediklerinden yine O'nun rızâsını umarak kaçınmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ, kıyâmet gününde: 'Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir günde Arş'ın gölgesinde gölgelendireceğim.' buyurur." [5]
Abdullah bin Ömer şöyle söyler: "Allah için sev, Allah için buğz et, Allah için dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir." Müslüman, sevilmesi gereken her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak, sırf Allah rızâsı için, samimi bir sevgi beslemelidir. İnsan ruhunu olgunlaştıran mânevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan esirgenmez. Çocuk ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum olarak yetişen çocuklar katı yürekli ve zâlim olmaya daha yatkındırlar. Bu mahrûmiyet, onların ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler. [6]
Allah Sevgisi
Muhabbetullah, yani Allah sevgisi; nefsin, zât ve sıfatlarıyla mükemmel olan Allah'a meyletmesidir. Sevginin meydana gelmesinde ön şart, sevilen varlığın tanınmasıdır. Allah'ın künhünü (nitelik ve niceliğini) akıl ile idrâk mümkün değil ise de, zâtının kendisini vasıflandırdığı kadarıyla da olsa O'nu tanımak, O'na inanmayı ve sevmeyi gerektirir. Gazâlî, kişiyi Allah sevgisine götüren beş sebepten bahseder:
a) İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever; yokluğunu, kemâlinin azlığını ise sevmez, ondan nefret eder. Bu durum, insanı Allah'ı sevmeye götürür. Çünkü kendisini ve Rabbini bilen, varlığının devam ve kemâlinin kendinden değil; Allah'tan olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan, kemâl sıfatlarını yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve güzelliğe ulaşma sebeplerini yaratan, bu sebepleri kullanmaya hidâyet eden Allah'tır. Yoksa, insanın kendi başına ne varlığı, ne de devam ve kemâli olabilir. Varlıklar arasında kendi kendine var olan yalnız Allah'tır. O'ndan başka her şey, O'nun kuvvet ve kudretiyle vardır. Başkasından meydana gelen kendi zâtını seven bir ârif, onu meydana getireni ve (inanıyorsa) kendini yoktan var edip yaşatan ve bizâtihî kaim olup başkalarını da yaşatanı elbette sever. O'nu sevmemesi, kendine ve Rabbine olan cehâletinden ileri gelir. Muhabbet, mârifetin meyvesidir, onun için mârifetten sonra gelir. Mârifet (Allah'ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: "Rabbini bilen O'nu sever; dünyayı bilen ondan nefret eder" demiştir.
b) İnsan, malını koruyan, kendisiyle güzel bir şekilde tatlı tatlı konuşan, kendisine yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan, kendisine, ailesine, çoluk-çocuğuna iyilik yapan ve ihsanda bulunanı sever. Bu sevgi, Allah'ı sevmeyi gerektirir. Çünkü bütün bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah'tır. Bunlara ilâveten insanlara her çeşit nimetleri veren yine Allah'tır. "Allah'ın verdiği nimetleri sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz."[7] Çok kere Allah'ın nimetileri bir insan kanalıyla diğerine intikal eder. Nimetin gerçek sahibi ise Allah'tır. Ayrıca iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan malı yaratan, o maldaki tasarrufun kudret ve irâdesini o adama nasip eden, kişiyi nimet verene karşı sevdiren, O'nu da diğerine karşı meylettiren muhakkak ki yine Allah'tır. Allah'ın bu sebepleri onda yaratması ve malını ona vermesinin kendi hakkında hayırlı olmasını bildirmekle onu bu işi yapmaya mecbur etmiş ve adamın da muhâlefet etme imkânı kalmamıştır. Demek ki; asıl ihsanda bulunan, onu bu işe mecbur edendir. Onun eli ise ihsânı yapmakta bir vâsıtadır. Demek ki; kişinin kendisine iyilik edeni sevmesi, o adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah'ı sevmeyi gerektirir.
c) İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği yapanı sever, yapmayandan nefret eder. Kendisi ile ilgili olmasa bile adâleti ve insanlara merhamet ve yumuşaklıkla muâmele etmesiyle tanınan bir idâreci insanların sevgisini kazanırken, bunun zıttına zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir yönetici de nefret kazanır. Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir. Bu sevgi, ihsandan bir fayda görmeyende de görülür. Bu üçüncü sebep de yalnız Allah'ı sevmeyi gerektirir. Zira O, kendi fazlından, önce bütün mahlûkatı yarattı. Onların zarûrî ihtiyaçları olan organlarını tamamladığı gibi, zarûrî olmadığı halde ihtiyaç olduğu sanılan sebepleri yaratmakla onları nimet ve refaha kavuşturdu. Sonra ihtiyaçlarından fazla olan birtakım süs ve ziynetlerle onları güzelleştirdi. İnsan hayatı için zarûrî olmayan gerek fizikî güzellikleri ve gerekse tabiatta olan dış güzellikleri yaratan Allah, bu yönüyle de sevilmeye en lâyık olandır.
d) Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil; yalnız güzelliğinden ve kemâlinden ötürüdür. Allah zât ve sıfatları itibarıyla güzeldir. Çirkinlik, bir noksanlıktır. Noksanlık Allah'a yakışmaz. Allah'ın her sıfatı kemâl noktasındadır. Âlim, bilgili, kudretli, cömert insan; şahsî menfaati olmasa bile diğer insanlar tarafından sevilir. Kişileri sevdiren, onlardaki bu güzel sıfatlardır. Oysa sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah'ın aynı kemâl sıfatlarıyla mukayese dahi edilebilecek olgunlukta değildir. Hâlbuki bu sıfatları da insana bahşeden yine Allah'tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye hak kazanan bir varlığa mukabil Allah'ın daha çok sevilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesten daha çok âlim, daha kudretli, daha cömerttir. Eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur. Ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yoktan var eden, varlığında başkasına muhtaç olmayan, fazl, celâl, cemâl, kudret ve kemâl sahibidir. Şâyet ilminden dolayı bir âlimin, kudretinden dolayı bir kaadirin, olgunluğundan dolayı bir kâmilin, bağışlayıcılığından dolayı bir bağışlayanın, ihsanından dolayı bir varlığın sevilmesi gerekiyorsa bütün bu sıfatlar en kâmil derecede Allah'ta vardır. Dolayısıyla bu yönü itibarıyla da en çok sevilmeye lâyık olan yine Allah'tır.
e) İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir. Aynı cinsler birbirleriyle münâsebet kurarlar. Bu münâsebet zamanla sevgiye dönüşür. Her ne kadar cins, şekil ve sûret sözkonusu değilse de, kul ile Allah arasında gizli bir münâsebet vardır. İnsanın, Allah'ın güzel vasıflarıyla vasıflanması emredilir: "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın" gibi. Bu ahlâk da ilim, iyilik, ihsan, lütuf, hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak, onlara öğüt verip doğru yola getirmek, bâtıldan uzaklaştırmak ve benzeri dînî faziletlerdir. Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel münâsebetler de vardır. "Ona şekil verip rûhumdan üflediğimde..."[8] Bu üstün münâsebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle emrolunmuşlardır. Yine insan, özel münâsebet neticesi, yeryüzünde halîfe[9] olarak yaratılmıştır. Bu tür münâsebetler de insanın Allah'ı sevmesini gerektiren sebeplerdir. Bütün bunların dışında kul Allah'ı, O'ndan gelecek bir nimet karşılığı değil; O yalnızca Allah olduğu için sevmelidir. O'nu sevmenin ilk alâmeti O'na inanmak ve kayıtsız şartsız emirlerine itaat etmektir. "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana (Hz. Muhammed'e) uyun ki Allah da sizi sevsin..."[10] Bu âyet, Allah'ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin şartı olarak Hz. Peygamber'e mutlak itaati öngörüyor.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat, esasta onu elçi olarak gönderen Allah'a itaattir. Ona isyan ise Allah'a isyandır. İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz. Allah'ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi gerektirmez. Ancak, yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan gibi sevmek küfürdür. Hıristiyanlar Hz. İsa'yı Allah gibi, Allah'ı sever gibi sevdiklerinden küfre girmişlerdir. "İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır..." [11]
Allah'ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin özelliği; O'na iman, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, iman ve İslâm'ından dolayı kınayıcının kınamasından korkmamaktır.[12] Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: "De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." [13]
Allah'ı sevmek, zamanla O'nun tarafından sevilme nimetini kazandırır. Allah'ın sevdiği kullar ise âhiretin korku ve üzüntüsünden kurtulmuş olur. "İyi bil ki Allah'ın dostlarına/sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." [14] Kul, sevgisiyle Allah'a itaat eder, farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allah'a mânevî yakınlık kazanmaya çalışır. Nihâyet İlâhî lütuf ile Allah'ın sevgisine lâyık olur. Eşyaya benzemekten münezzeh olan Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Yani kul, Allah'ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işitir, tutmasını istediği şeyi tutar... Daha açık ifadeyle Allah sevdiği kuluna daima râzı olduğu işleri yapmayı nasip eder.
Allah sevgisinin, diğer mahlûkatı sevmeye engel olmadığını söylemiştik. Ana, baba, eş, evlât, dünya ve dünya nimetleri de sevilir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinden daha üstün olmamalıdır. Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ıstırap kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan insan, bir gün ondan ayrılacağını düşündükçe kahrolur. Allah'a ve âhirete inanmayan ve hayat olarak sadece dünya hayatını kabul eden kâfir için, ölüm en büyük felâkettir. Ölümü inkâr, Allah'ı ve âhireti inkâr kadar kolay değildir.
Kâfir için sevdiklerinden ayrılma ve ıstırap kaynağı olan ölüm, mü'min için sevdiğine kavuşma ânıdır. İman; sadece mârifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır. Allah'ı ve Rasûlullah'ı her şeyden daha çok sevmek, mü'minin imanının kemâlini gösterir. "Nefsim hâriç, seni her şeyden daha çok seviyorum ya Rasûlallah!" diyen Hz. Ömer'e, Peygamberimiz (s.a.s.): "Beni nefsinden/kendinden de çok sevmedikçe kâmil mü'min olamazsın, ey Ömer!" demişti. Hz. Ömer de: "Seni kendimden de çok seviyorum ey Allah'ın Rasûlü" deyince Peygamber Efendimiz "Şimdi oldu ey Ömer!" buyurmuştu.
Yukarıda işaret edildiği gibi Peygamber'i sevmek, insanlığının ötesinde, Allah'ın elçisi olduğu içindir, yani Allah onu sevdiği içindir. Yine, cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî yardımda bulunmak üzere herşeyini bağışlayan Hz. Ebû Bekir'e Peygamberimiz: "Geride ailene ne bıraktın?" diye sorunca, "Allah ve Rasûlünün sevgisini bıraktım, ey Allah'ın Rasûlü" diyerek imanın sevgi ile doruk noktaya çıktığının numûnesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle duâ etmiştir: "Allah'ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl." [15]
Sevginin Dereceleri
Sevgi, kalpteki kuvvet ve zaaf derecesine göre çeşitli isimler alır. Mahabbetin ilk derecesi "alâka"dır. Kalp, sevilene yapışıp bağlandığı için, sevginin bu düzeyine alâka denmişir. Sevginin ikinci derecesi "irâde", yani kalbin sevdiğini istemesi, ona yönelmesidir. Üçüncüsü: "sabâbet" yani sargın eğilim; kalbin, uzakta olan sevgiliye doğru, suyun tepeden aşağı akması gibi akmasıdır. Dördüncüsü "ğarâm"dır. Bu da kalpten hiç ayrılmayan, alacaklının borçluya yapışması gibi sahibine yapışan sevgidir. Suçluya yapışacak cehennem ateşine de ğarâm denmiştir: "Onun azâbı ğarâmdır."[16] Beşincisi: "Vedâd"dır. Bu da sevginin çok temiz ve hâlisine denir. Bunun için Allah'ın en güzel isimlerinden biri de el-Vedûd'dur. Çünkü en hâlis sevgi, O'nun yaratıklarını sevmesidir. Altıncısı "şeğaf"tır. Şeğaf, kalbi istilâ eden, yahut kalbin içinden ta dış zarına kadar taşan sevgiye denilir. Yedincisi "ışk"tır ki sahibinin sonucundan endişe edilen bir sevgidir. Türkçede buna sevdâ, daha ileri derecesine kara sevdâ denilir. Sekizincisi "teteyyüm"dür. Teteyyüm, tapmak, küçüklenmek, daha doğrusu taparcasına sevmek demektir. Dokuzuncusu: "Teabbüd"dür. Teabbüd, teteyyümün üstünde bir sevgidir. Bu sevgi, taparcasına sevmek değil, sevdiğine fiilen tapmaktır. Sevgilisi, onu tamamen kendisine kul yapar. Artık onun, kendisine ait bir şeyi kalmaz. Açık ve gizlide ne varsa hepsi sevgilisinin olur. İşte kulluğun hakikati, bu tür bir sevgidir. Onuncusu, "hullet"dir. Bu da sevenin ruhunun içine, kalbinin hücrelerine işleyen, orada sevgiliden başkasına hiç yer bırakmayan sevgidir.
Allah'ın Kulu Sevmesi
Kul, Allah'ı sevdiği gibi, Allah da kulunu, yarattığını sever. Özellikle insanın, öteki yaratıklar içinde ayrı bir yeri vardır. Çünkü: "Biz gerçekten Âdemoğullarına çok ikram ettik, onlara çok değer verdik..."[17] âyeti ile Allah, insanoğlunu değerli yarattığını, ona çok ikramda bulunduğunu bildirmiştir. Allah'ın kulunu sevdiğini belirten çokça âyet vardır. Allah'ın, takvâ sahibi, iyilik eden, tevbe eden, içini dışını temizleyen, âdil, sâlih kullarını sevdiğini Kur'an vurgulamaktadır. Bazı âyetler de Allah'ın fesâd, fısk, kibir, zulüm, saldırganlık gibi kötü işleri yapan kullarını sevmediğini belirtmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde de Allah'ın kulu sevmesi, kulun, Peygamberine uyması şartına bağlanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.s.) de: "Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever."[18] buyurmuştur. Bir rivâyette de: "Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür." [19] buyrulmuştur. Yine birçok hadiste Allah'ın sevdiği işler anlatılmış; "Allah'ın en çok sevdiği işler şu, şudur" denilmiştir. Bütün bunlar, Allah'ın, kullarını sevdiğini kanıtlamakta ve vurgulamaktadır.
Muhabbet yüce bir haldir. Allah, kulunun kenidisini sevdiğini; kendisinin de kulunu sevdiğini bildirmiştir. Allah, kulunu sever, kul da Allah'ı sever. Sevgi hali, kulu, Allah'a saygıya, O'nun rızâsını üstün tutmağa, O'nun yolunda sabra, Allah'a kavuşmağa, O'nsuz kararının kalmamasına, kalbi sürekli Allah'ı anmağa ve onunla kaynaşmağa sevk eder.
Gazâlî şöyle diyor: "Kulun Allah'ı sevmesi, mecâz değil; gerçektir. Çünkü dilde muhabbet, nefsin, kendisine uygun bir şeye duyduğu eğilimdir. Işk (Türkçe'de aşk) ise, bu eğilimin aşırı derecesidir. İyilik ve güzellik nefse uygunluktur; güzellik ve iyilik, bazen baş gözüyle, bazen de basîretle (gönül gözüyle) algılanır. Sevgi ise, her ikisi ile algılanabilir, sadece söze mahsus değildir. Fakat Allah'ın kulu sevmesi, bu anlamda olamaz. Bütün bu kavramlar da öyledir. Allah'tan başkası hakkında bir mânâ ifade eden kavramlar, Alah hakkında başka bir mânâ ifade eder. Yaratanla yaratıklar arasında en ortak isimlerden olan "varlık" bile, Yaratan ile yaratıklar hakkında aynı anlamı vermez, her biri için ayrı bir anlam kazanır. Çünkü yaratıkların varlıkları, Allah'tan alınmıştır. Tâbi' varlık ile, tâbi olunan varlık bir olamaz. Ortaklık, sadece kelimededir, anlam farklıdır." [20]
Genel olarak Yaratanla yaratıklar arasında, özellikle de Yaratanla insan arasında sevgi, kâinatın temel yasalarından biridir. Yüce Allah, eserlerini, fiillerini görmek, isim ve sıfatlarıyla görünmek için kâinatı yaratmıştır. O, yaratıcıdır, rızık verendir, kısandır, açandır, yükseltendir, azîz edendir, alçaltandır, zelîl edendir; diğer isim ve sıfatların sahibidir. Eğer yarattığı kimse yoksa yaratması, kuru bir isimden ibaret kalır. Rızık verdiği kimse yoksa, rızık verici sıfatı eyleme çıkmaz, potansiyel bir güçten ibaret kalır. Öteki isim ve sıfatları da böyle, ancak tatbikatla, eyleme çıkmakla kuvveden fiile geçmiş, görünmüş olur. İşte Yüce Allah, isimlerinin ve sıfatlarının görünmesi için âlemleri yaratmıştır. "Ben, cinleri ve insanları sadece Bana kulluk etmeleri için yarattım" [21] âyetinde bu gerçeğe işaret edilmiştir. Çünkü ibâdet edilmek, bilinmenin en ileri sonucudur. Demek ki Allah, şânının bilinmesi için evreni yaratmıştır. Hakk'ın bilinme ve ibâdet edilme irâdesi, parça parça her yaratığında görünen sevgiyi içermektedir.
Maddî yaratıkların en küçük parçası -bildiğimize göre- atomdur. Atomun yapısını bilen insan, merkezdeki çekirdek ile onun çevresinde korkunç sür'atle dönen elektronlar arasındaki câzibeyi yani sevgi bağını anlar. Şimdi sevgi, kâinatın en küçük parçasına hâkim olduğuna göre, o zerrelerin birikiminden oluşan kâinat cisimlerinin hepsine de hâkimdir. Demek ki kâinatın yapısı, isim ve sıfatlarını seven Allah'ın sevgisinden taşan bir sevgi üzerine kuruludur.
Akıl, nakil, fıtrat, ibret, zevk ve vicdan kantıları hep kul ile Rab, yaratılan ile Yaratan arasında iki yönlü muhabbetin varlığını gösterir. Allah'ın yaratması, doğru yolu göstermek için emirler vermesi, peygamberler göndermesi, davranış ve eylemlere sevap ve ceza belirlemesi hep muhabbetinin, yaratıkları kollamasının eseridir. Yaratıcının, yarattığını sevmesi, kendi zâtını ve fiillerini sevmesi demektir. Yaratılanın, yaratanı sevmesi ise, eksiğin kemâle eğilimidir; Elektronun çekirdeğe, gezegenlerin güneşe; güneşin sistemiyle birlikte tâbi olduğu galaksi merkezine çekimi gibi. Çünkü yaratığın varlığı, hayatı ve eylemleri hep Yaratan'a bağlıdır. Yaratanın sevgisi, yaratılanın, özellikle de tam bilinç sahibi insanın hücrelerine, ruhuna karıştırılmıştır. Mahlûkatın hamuru, Hâlik sevgisiyle yoğrulmuştur. Allah cinleri ve insanları Kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır.[22] İbâdet, sevginin en son derecesidir. Kulluğun gerçeği sevgidir. Sevgisiz inâbe, rızâ, hamd ve şükür, havf ve recâ mümkün değildir. "Allah, İbrâhim'i halîl edinmiştir."[23] Âyette geçen hullet de sevginin en olgunudur. Sevgi, kalpte şevk, üns, inbisât ve rızâ gibi haller doğurur.
Allah'ın Kulu, Kulun Allah'ı Sevmesinin Belirtileri
Allah'ın, kulunu sevdiğinin ilk belirtisi, onu yaratması, ona varlık, sağlık vermesi, hayatını sürdürebileceği nimetleri lutfetmesidir. Ayrıca kulunu doğru yola iletmek, dünyada ve âhirette mutsuzluğa düşmesini önlemek için ona verdiği akıl gücü, irâde özgürlüğü yanında peygamberler, ıslahatçılar göndermesi de Allah'ın sevgisinin bir sonucudur.
Dünyada yaratıkların en değerlisi ve şereflisi olarak yaratılan insanın asıl yaratılış nedeni, yükselip kemal kazanmasıdır. Kul, kazandığı kemâl ölçüsünde sonsuz âhiret hayatında mutlu olur. Kemâl kazanmak da olayların sınavlarından geçmekle mümkündür. İşte Allah, sevdiği kulunu çeşitli meşakkatlerle, belâlarla sınavlardan geçire geçire olgunlaştırmak ister. Peygamberimiz (s.a.s.): "Allah bir kulu severse onu dener. Kul, sabrederse onu seçer; râzı olursa tertemiz yapar."[24] buyurmuştur. Âlimlerden biri de: "Sen kendini, O'nu sever; O'nu da seni sınar görüyorsan, anla ki O seni temizlemek istiyor" demiştir.
Allah kulunu çeşitli belâlarla, zorluklarla, musîbetlerle dener. Kul, çeşitli belâlarla denendiği halde sabreder, Allah'a sığınırsa temizliği artar, Allah katında derecesi yükselir. Dünya, başlı başına bir imtihan alanıdır: "Allah, sizin hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı."[25]; "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele. Ki onlara bir belâ eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz!' derler. İşte Rablerinden bağışlama ve nimet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." [26]
Allah'ın, kulu çeşitli belâlarla, sıkıntılarla sınaması, kulun değersizliğine değil; tersine Allah katındaki değerine işaret olabilir. Zira çekilen güçlük oranında yüksek dereceler elde edilir. Belâlar Allah'ın sınavı olduğu gibi, nimet bolluğu da O'nun sınavıdır. O, kimini bolluk ile, kimini darlık ile dener. Kulun nimetlere şükretmesi, sıkıntılara, darlıklara katlanıp sabretmesi, Allah'ın kendisini sevdiğinin belirtilerindendir.
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah'ın murâdını, kendi isteklerine üstün tutması; Allah'ı, kendi canından fazla sevmesi, gerektiğinde canını Allah yolunda fedâ etmekten kaçınmamasıdır. Çünkü "Allah, harçla kaynatılmış binâlar gibi kendi yolunda saf bağlayarak çarpışanları sever."[27]; "Allah, cennet karşılığında, mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar, öldürürler ve öldürülürler." [28]
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah'tan başka her şeyi, O'nun uğrunda fedâ etmesidir. Sevginin alâmeti, sevdiğini, nefsinden üstün tutmandır. Allah'a ibâdet eden herkes seven değildir. Seven, yasaklardan kaçınandır. [29]
Sevenin gönlü, sevgiliden başkasıyla huzura eremez. Nitekim Yüce Allah: "Onlar ki inandılar ve kalpleri Allah'ı zikredip anmakla huzur bulur. İyi bilin ki kalpler, ancak Allah'ı zikirle mutmain olur."[30] buyurmuştur. Ebû Bekir Sıddık (r.a.) da: "Allah'ın hâlis sevgisini tatmak, kişiyi dünya peşinde koşmaktan alıkor. İnsanlar içinde yalnız bırakır (bedeni halk içindedir ama gönlü yalnız Allah iledir)" demiştir.
Allah sevgisinin belirtilerinden biri, dünyanın elden çıkmasına üzülmemek, Allah'ın zikri dışında geçen saatlere üzülmek, ibâdetleri yüksünmemek, zevk alarak yapmak, Allah'ın yaratıklarına şefkatli, acımalı olmaktır. Yine belirtilerden biri de, sevgilisinin rızâsından başka bir kaygısı, düşüncesi olmamaktır. Çünkü Allah'ın rızâsı, nimetlerin en büyüğüdür.
Sevginin Esası ve Sebepleri
İnsan ancak bildiğini, tanıdığını sever. Sevgi sebepleri çeşitlidir. Şöyle ki:
1) Nefsi Koruma: Canlının ilk sevgilisi, kendi canı ve organlarının sağlığıdır. Sonra malını, çocuklarını, akrabasını ve dostlarını sever.
2) İyilik Görme: İnsan, ihsânın (iyiliğin) kölesidir. Yalnız insan değil; hayvanların çoğu da öyledir. Kendisine iyilik edeni sever, kötülük edenden hoşlanmaz.
3) Güzellik: Sevginin gerçek sebebi güzelliktir. Güzelliği algılayan herkes, ondan yararlanamaz, ama güzeli, sırf güzelliği için sever ve yanında bulunmak ister. Güzelliği algılamak, lezzetin ta kendisidir, bizâtihî istenen bir şeydir. Güzellik, başka bir nedenle değil; sırf kendisi için sevilir. Yüce Allah, bütün güzelliklerin kaynağıdır. Bütün güzellikler O'nun zâtında toplanmıştır. O'nun güzelliği, gerçek güzelliktir. Başkasının güzelliği, izâfî (göreceli)dir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber: "İnnallahe cemîlun yuhıbbu'l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-." [31] buyurmuştur.
4) Sevenle Sevilen Arasındaki Gizli İlişki: Bazen iki kişi birbirini sever de bu sevginin sebebi güzellik ya da haz (pay alma, zevk) olmaz. Bu iki kişi, ruhları arasındaki bağ dolayısıyla birbirlerini severler. Peygamber (s.a.s.) buna şöyle işaret buyurmuştur: "Ruhlar bir arada bulunan topluluklardır. Tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır." [32]
Allah Sevgisi İçin "Aşk" Kavramının Kullanılması Doğru mudur?
Arapça aslı ışk olan "aşk", sözlükte "şiddetli ve aşırı sevgi" anlamındadır. Aşk, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşmesi" demektir. Lügat kitaplarında aşk kelimesinin sözlük anlamının, aynı kökten olup "sarmaşık" anlamına gelen "aşeka" ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Buna göre sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup zayıflatması ve bazen kurutması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk denilmiştir. Ayrıca hem tatlı hem de ekşi olan bir meyve çeşidine de "uşuk" denilir.
Müslümanların literatüründe aşk, İlâhî ve beşerî olmak üzere başlıca iki anlamda kullanılmış, İlâhî aşka genellikle "hakiki aşk", beşerî aşka da "mecâzî aşk" denilmiştir. İlâhî aşk, geniş ölçüde tasavvufta işlenmiştir. Kelâma dair bazı kaynaklarda, tasavvuftaki aşk anlayışı tenkit edilmiştir.
Kur'an ve sahih hadislerde "aşk" kelimesi geçmez. Sevgi, Kur'an ve Sünnette çoğunlukla "hubb" ve "muhabbet", bazen de "meveddet" kelimeleriyle ifade edilir. Allah sevgisiyle ilgili olarak Peygamberimiz gibi ashâb ve ilk zâhidler de "aşk"tan kesinlikle söz etmemişler, bu kelimeyi İlâhî sevgi anlamında hiç kullanmamışlardır. İlk defa hicrî II. (milâdî VIII.) y.y.da Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa "aşk" kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Baklî'nin naklettiğine göre mutasavvıflardan Ebu'l-Hüseyin en-Nûrî, "Ben Allah'a âşığım, O da bana âşıktır" dediği için kâfir olduğuna hükmedilerek memleketinden kovulmuş, daha sonra idam edilmek üzere cellâdın önüne çıkarılmış ve son anda asılmaktan kurtulabilmiştir.[33] Bu rivâyetten de anlaşılacağı üzere âlimler, hatta ilk dönemlerde mutasavvıfların büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere Kur'an ve Sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine "aşk" kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlar; Râbia el-Adeviyye, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansur gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfiler, aşk yerine, "hubb" kelimesi ve türevlerini kullanmayı tercih etmişlerdir.
Hâris el-Muhâsibî, es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, el-Kelebâzî, Ebû Nuaym, el-Kuşeyrî, Hücvirî, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlar, bunun yerine Allah sevgisi konusunu hubb ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştı: Aşk aşırı sevgi, yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O'nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah'a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O'nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz. [34]
Hücvirî, tasavvuf şeyhlerinin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar: Bir zümreye göre aşk, sevgilisinden ayrı düşenin bir nitelidir. Kul da Allah'tan ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek câizdir. Buna karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre O'nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe göre aşk sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu için O'na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz; dolayısıyla aşk diye adlandırılamaz. Hücvirî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri de sıralayarak müteahhirînin, Allah'a duyulan sevginin muhabbet terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir. [35]
Muhyiddin İbü'l-Arabî, ibâdetin aslının da sevgi olduğunu söyler. Onun içindir ki sevgisiz ibâdet makbul olmaz. Çünkü sevgi en yüce ibâdettir. Aşk makamı mâbud olma makamıdır. Bir "sevgi dini"nden de bahseden İbnü'l-Arabî, dinin de kıblesinin de sevgi olduğunu ifade etmiştir. Mevlânâ Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, açıkça "aşk dini"nden bahsederek aşktan başka din ve mezhep tanımadığını ifade etmiştir. (O yüzden Mevlânâ'nın bağlıları, Mevlânâ için "aşk peyamberi" -ki, bu ifade, Mevlâna müzesinin kapısında da yazılıdır-, mezarı için de "aşk kâbesi", "âşıkların kıblegâhı" derler.) İbnü'l-Arabî'den önce de başta "Sultânu'l-Âşıkîn" (Âşıklar Sultanı) diye meşhur olan İbnü'l-Fârız ve Ebû Saîd-i Ebu'l-Hayr olmak üzere birçok büyük mutasavvıf, peygamberlerinin ve kıblelerinin aşk olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu inanç, Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî gibi mutasavvış Türk şâirleri tarafından da dile getirilmiştir. İnanç farkı gözetmeden yetmiş iki millete bir gözle bakmayı, herkesi aşk dergâhına dâvet etmeyi sağlayan mânâdaki sevgi anlayışıdır.
Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî, Attâr, Rûzbihân-ı Baklî, İbnü'l-Fârız ve Celâleddin-i Rûmî gibi mutasavvıflarda aşk çok ağırlıklı konudur. Hatta bunlar nazarında her şey aşktan ibârettir. Varlık hakkındaki açıklamaları tamamıyla aşka dayanır. Bunlar bir çeşit aşk metafiziği kurmuşlardır.
Mutasavvıflar, baştan beri akılla Allah'a varılamayacağını, O'na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır. Onlara göre; Mirac'da sözkonusu edilen Cebrâil aklı, Refref aşkı temsil eder. Cebrâil Hz. Peygamber'i bir noktaya kadar götürebilmiş, daha ileri götürmesi için onu Refref'e teslim etmişti. Demek ki Allah'a giden yolda akıl, belli bir yerde durmak zorundadır; bu noktadan itibaren insanı Allah'a götüren aşktır. Mutasavvıflar, aşk ile mânevî miraç yapılabileceğini söyler, kendilerinin böyle miraçları bulunduğunu ileri sürerek buna "mi'râc-ı aşk" adını verirler. Mecnun ve Leylâ gibi aşk hikâyelerini İlâhî aşkın değişik bir biçimi olarak gören, bu âşıkları bir bakıma örnek alan Allah âşığı mutasavvıflara göre bütün âlem, aşk esasına göre kurulduğuna ve çalıştığına göre bu esasla uyuşmayan İblis'in ve cehennem telâkkîlerinin değişik bir yorumu olması gerekir. Hallâc ile başlayan ve Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî ve Attâr gibi mutasavvıflar tarafından geliştirilen bu yeni yaklaşımda İblis'in bütün hal ve hareketleri onun Allah'a olan aşkıyla izah edilmiştir. Buna göreeğer mâşuku uğrunda en büyük azaba katlanmak aşk ise, bunu en iyi şekilde İblis yapmıştır.[36] Peşinden cebirciliği (Cebriyyeciliği, kaderin elinde oyuncak olunduğu anlayışı) de getiren bu aşk çerçevesinde İblis'in Allah'a âşık olduğunu iddiâ etmek, mutasavvıflar için fazla zor olmamıştır. (Zaten daha önceden, Hallâc-ı Mansûr gibi nice mutasavvıflar tarafından İblis en büyük tevhid eri kabul ve ilân edilmişti. Çünkü o, Âdem'e secde etmeyi Allah'ın emrine rağmen reddetmiş, cennetten kovulma pahasına Allah'tan başkasına secde etmeyi kabullenmemişti.)
Tasavvufta Allah aşkını herkesin anlayacağı bir tarzda anlatmak için birtakım benzetmeler yapılmış ve duyular âleminden misaller verilmiştir. Bunlardan en önemlileri kadın, pervane-mum-ateş, gül-bülbül ve bâde misalleridir. Baştan beri mutasavvıflar ya konusu kadın ve beşerî aşk olan şarkı ve gazelleri İlâhî aşka uygulamışlar veya Attâr, Abdurrahmân-ı Câmî ve Mevlânâ'da olduğu gibi İlâhî aşkı doğrudan beşerî aşk şeklinde tasvir etmişlerdir. Fuzûlî'nin Leylâ vü Mecnûn'u bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu sebeple konusu Allah aşkı olan gazel, kaside ve mesnevîlerde dilberlerin yüz, göz, kaş, yanak, zülüf, gamze, boş, işve ve cilve gibi hoşa giden yanları, hal ve hareketleri sembolik ve mecâzî anlatım unsurları olarak bol bol kullanılmıştır. Gül ve bülbül de mutasavvıfların en çok kullandığı misallerden biridir. Bülbül âşık, gül mâşuktur. Güldeki diken aştaki ıstırabı, bülbülün yanık nağmeleri âşığın feryat ve figânıdır. Pervane ve mum misali de önemlidir. Mum ışığına âşık olan pervane bunun etrafında durmadan döner, en sonunda kendisini ateşe atar, yanar ve böylece ateşte fâni olur. Âşık da aşk ateşinde pervane gibi yanar ve sevglisi uğrunda kendini fedâ ederek fenâ mertebesine ulaşır. İnsanı kendinden geçiren ve aklı baştan alan özelliğiyle şarap (mey, bâde) da aşk bahçesinde mutasavvıflar tarafından çok kullanılmış, kadeh, sâkî ve meyhane gibi şarapla ilgili kelimelere geniş yer verilmiştir.
Mutasavvıflar, İlâhî aşkla ilgili duygu ve düşüncelerini daha çok teşbih ve temsillerle anlattıklarından tasavvuf edebiyatı bir mecazlar ve rumuzlar edebiyatı haline gelmiştir. Bazı hallerde bir manzûmenin İlâhî aşka mı, yoksa beşerî aşka mı dâir olduğunu anlamak çok zordur.
Aşk Güzel Bir Duygu mudur?
Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi âlimler, bir taraftan mutasavvıfların bu konudaki görüşlerini ciddî şekilde tahlil ve tenkit etmişler, diğer taraftan konu ile ilgili kendi görüşlerini geniş olarak ortaya koymuşlardır. Genellikle onlar kelime ve kavram olarak "aşk"ı reddeder, yerine "muhabbet"i koyarlar. Onlara göre aşk, şer'an da aklen de kötü, muhabbet ise hem din hem akıl yönünden faydalı ve güzel bir duygudur. İbnü'l-Cevzî, Zemmü'l-Hevâ adlı eserinde en basit arzudan başlayıp aşka kadar varan bütün his ve heyecan hallerini geniş bir tahlil ve tenkide tâbi tutmuş, bunlardan dinî ve İslâmî olanlarla olmayanları tesbit edip şer'î hükümlerini tâyin etmeye çalışmıştır. Ona göre aşk güzel sûretlere meftûn olmaktır. Câzip ve güzel sûretlere düşkün ve tutkun olana "sûrî âşık" denir. Sûretler fâni olduğu gibi onlara bağlı olan aşk da fânidir. Nitekim çocuklar resim ve oyuncakları yetişkinlerden daha çok severler, eğitimle olgunlaştıkları zaman bu türlü şeylere fazla ilgi duymazlar. Eğitilen ve olgunlaşan insanlar sûretleri sevme mertebesini geçerek zatları sevme mertebesine ulaşırlar. Bedenin güzelliğinden çok aklî ve ruhî güzelliği severler. Mücerret güzelliğe duyulan sevgiyi müşahhas güzellikle alâkalı sevgiye tercih ederler. Şekil ve sûretten ziyade ilim ve mârifetten hoşlanırlar.
İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'e göre aşk insanı insan yapan aklı, fikri ve muhâkemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit cinnet halidir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce haliyle aşk hali birbirine zıttır. Düşünce yok olduğu nispette aşk hâkim olur. Onun için şuur ve idrâk halini yok eden aşk bir fazilet olamaz. Aklın duyguya hâkim olmasına fazîlet, duygunun akla hâkim olmasına rezîlet denir. Şuuru yok eden ve hissî bir hal olan aşk bu bakımdan makbul bir şey değildir. Gerek irâdelerine hâkim olamayıp arzuların esiri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrâk halini kaybetmeleri bakımından âşıklar hayvanların seviyesine, hatta daha da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat halidir. Hâlbuki fazîlet ifratla tefrit arasında bulunan itidâl halidir. Şu halde aşk bir fazilet değildir. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiçbir zaman iyi bir şey değildir.
Tasavvufî aşkın karşısında olan âlimler aşkı elem, ıstırap, uykusuzluk, iştahsızlık gibi patolojik tezâhürlerle kendini belli eden, cinnet ve intihara kadar götüren rûhî ve bedenî hastalıklara yol açtığını dikkate alarak selim fıtrata da aykırı bulmuşlardır. İbnü'l-Cevzî aşk yüzünden intihar eden veya cinâyet işleyen kimseler bulunduğunu belirterek çeşitli isimler sayar ve örnekler verir.[37] Telbîs İblîs'te mutasavvıfların aşk anlayışını tenkit eden İbnü'l-Cevzî'ye göre muhabbet, iyi bir duygu olmakla birlikte, onun aşırı şekli olan aşk kötüdür. Zira aşk insanın gözünü kör, kulağını sağır eder. Bu sebeple aşkla başlayan ve gerçekleri görmeme esasına dayanan birleşme ve beraberlikler ayrılık ve hüsranla nitecelenir. Aşkı uğurunda katil olanlar, intihar edenler bulunduğu gibi, bu yolda din değiştirenler de az değildir.
Aşkı, "nefsin kendisine zarar veren şeyi sevmesidir" diye tarif eden İbn Teymiyye'ye göre aşk, rûhî ve kalbî bir hastalıktır. Beden üzerindeki tesiri arttıkça cismânî bir hastalığa da dönüşebilir. Kendini aşka kaptıran hüsrâna uğrar. Aşk bir irâde bozukluğu ve hastalığıdır. Aşkı, mâşuku tasavvur etmekten hâsıl olan mahayyile bozukluğu olarak görenler de vardır. Aşk bir kimal hali olmadığı için Allah'ın vasfı değildir. Allah âşıktır veya mâşuktur denemez. Bu durumda kulun Allah sevgisi ancak muhabbet diye adlandırılabilir. İbn Teymiyye sûrî aşka (beşerî aşka) da şiddetle karşı çıkmıştır. Zira aşk, önce kişinin dinini ve nâmusunu, sonra aklını ve sıhhatini tahrip eder. Ona göre kalp Allah'ı sevmek için yaratıldığından O'ndan başkasını kayıtsız şartsız olarak sevemez. Allah'ı ihlâsla sevdiği için Hz. Yûsuf Züleyhâ'ya âşık olmamıştı. Züleyha müşrik olduğu için Hz. Yusuf'a âşık olmuştu. Aşkın yegâne sebebi tevhid ve imandaki eksikliktir. Allah'tan korkmak ve O'na gönül vermek, O'ndan başkasına gönül vermeye engeldir.
Sevginin önem ve gereğine işaret eden İbn Kayyim, aşk konusunda İbn Teymiyye'yi tâkip eder. Ona göre konusu şekil ve sûret olan olan sûrî (beşerî) aşk, büyük bir belâ, korkunç bir âfettir, kalbi tahrip eder. Ruhu Allah'tan başkasının kulu ve kölesi haline getirir, esârete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna "kulun kölen olayın, kurbanın olayım" diye hitap eder. Böylelikle aşkını ve mâşukunu ilâhlaştırarak ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek, kişiyi o şeye bağımlı kılar, hürriyetini elinden alır. Sadece Allah'ın kulu olan ve yalnız O'nun huzurunda boyun eğen bir kimseyi kendisi gibi bir insanın kölesi haline getiren ve kayıtsız şartsız onun irâdesinin ve hâkimiyetinin altına sokan aşkın hiçbir faydası yoktur. Hak Teâlâ, "Hevâsını (aşkını) ilâhlaştıran kişiyi görmedin mi?"[38] diyerek aşkın sapıklık olduğuna işaret etmiştir. Ona göre, "Mü'minler Allah'ı şiddetle severler."[39] meâlindeki âyet, "mü'minler, Allah'ı müşriklerin putları sevdiklerinden çok daha fazla severler" mânâsına gelir. Müşriklerin putları sevmeleri sahte, mü'minlerin Allah'ı sevemeleri samimi ve hakiki bir sevgidir. Âyette bu husus belirtilmiş olup bunun aşkla bir bir ilgisi yoktur. Ebû Ya'lâ el-Mevsılî, Ebu'l-Hüseyin en-Nûrî'nin, "Ben Allah'a âşığım, O da bana" sözü hakkında, "Bu, Hulûliye'nin sözüdür" demişti. İbn Kayyim de Nûrî'ye şiddetle hücum ederek aşk kelimesinin sadece cinsî sevgi ile ilgili hususlar için kullanıldığını, ayrıca Allah'ın sıfatlarının nakle dayandığımı ve tevkıfî olduğunu belirtmiştir. Buna göre, "O sever" denilebilir ama "âşık olur" denilemez. Übnü'l-Cevzî, Gazzâlî'nin, "İlâhîler Allah'a âşık olanın aşkını pekiştirir" sözüne temas ederek, "Bu çirkin bir sözdür. 'Allah'a âşık oldum' demek, vehim ve vesveseden başka bir şey değildir" demiştir.
İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi müelliflerin tasavvufî aşka hücum ederek onu şiddetle reddetmeleri sırf bir tepkiden ibâret kalmamış, aşkı reddederken muhabbet unsurunu bütün genişliği ve derinliğiyle işlemişler ve İslâm dininin bir sevgi dini olduğunu naklî delillere bağlı kalarak izah etmişlerdir. Öte yandan tabii bir şekilde cereyan eden beşerî aşkı da anlayışla karşılamışlar, ancak bunun ifrâta götürülmemesi ve tabii sınırları içinde bırakılması lâzım geldiğini ifade etmişlerdir.
Zemahşerî, Mâide sûresinin 54. âyetini tefsir ederken, kulun Allah'ı sevmesini O'na itaat etmesi, rızâsını gözetmesi, gazabını ve azabını gerektirecek hal ve hareketlerden sakınması şeklinde izah eder. Ona göre Allah'ın kulunu sevmesi ise, amel ve ibâdete karşılık olarak onu en güzel şekilde mükâfatlandırması, böyle kullarına yüksek makamlar vermesi, onları övmesi ve kendilerinden râzı olması mânâsına gelir. Mu'tezile, mutasavvıfların anladığı mânâdaki dinî ve İlâhî aşkı Hanbelîller gibi şiddetle reddeder. Büyük müfessir Zemahşerî, İlâhî aşktan bahseden mutasavvıfları insanların en câhili, ilmin ve âlimlerin azılı düşmanı, şeriat yolunun en menfur ve en rezil kişileri olarak tavsif eder. Ona göre aşk ve muhabbeti kendi dinleri olarak ilân eden mutasavvıflar, vaaz meclislerinde ve raks meydanlarında "şâhid" adını verdikleri oğlanlar hakkında söylenen birtakım şarkılar okunursa vecde gelmiş gibi kendilerinden geçerek nâralar atarlar. Zemahşerî bunlara, "Allah, meclislerini ve raksettikleri yerleri târumar ederek virâneye çevirsin!" diye bedduâ eder. [40]
Şîî âlimlerden Ahmed el-Ahsâî, sevgide en ileri ve aşırı noktaya kadar götürülen ve aşk adı verilen şeyin şeytanca bir çılgınlıktan ibaret olduğunu belirtir. Ona göre Yüce Allah'ı en kuvvetli ve en harâretli bir şekilde seven Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Ehl-i beyti olduğu halde, onlar bu sevgilerini ifade etmek için hakikat, ne de mecaz olarak aşk kelimesini kullanmamışlardır. Çünkü o zaman aşk sadece aşırı cinsî sevgiyi ifade ediyordu, hatta mala ve dünyaya âşık olmak gibi ifadelere bile rastlanmıyordu. Ahsâî'ye göre aşk, sûfîlere has bir ibâdet olup Allah bundan münezzehtir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Ehl-i beyti bundan tenzih etmek gerekir. [41]
Hem İlâhî, hem de mecâzî anlamda aşk, edebiyatın ana temalarından birini oluşturmuş, bu kavram etrafında geniş bir aşk edebiyatı meydana gelmiştir. Edebiyatta ve tasavvufta "aşk", bazen her iki anlamda ve birbirine karıştırılarak sunulmuş, İslâm'ın en temel konusu olan "tevhid" hassâsiyetiyle ilgili zihinlerin ve gönüllerin bulandırılmasına sebep olmuştur. İslâm'ın çok kesin olarak yasakladığı ve büyük günahlardan saydığı içki, mubah gibi de değil, bir fazîlet unsuru olarak sunulmuş ve İlâhî aşk anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî kitaplarda, tasavvufî şiirlerde "şarap", "bâde", "mey", "meyhane", "sâkî" gibi kelimeler İlâhî aşkı anlatmak için kullanılan en güzel kelimeler olarak değerlendirilmiştir. "Aşk" ve "âşık olmak" denilince, insan zihninde tümüyle dünyevî ve nefsî/hevâî özellikler çağrıştığı halde, bunu yaratıklara hiçbir yönüyle benzemeyen Allah için hiç tereddüt etmeden kullanabilmişlerdir. Sonra, bu edebiyatın adına da İslâm edebiyatı diyebilmişlerdir.
Süleyman Çelebi, Mevlid diye bilinip ibâdet kasdıyla ve kutsal kitap gibi okunan Vesiletü'n Necat adlı kitabında, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber'e; "Ben sana âşık olmuşam ey Nebî" şeklindeki ifadesi, Divan edebiyatına tasavvufun bu tür etkilerinden biri olarak değerlendirilir. Samed olan Allah'ın bir kuluna âşık olmasını düşünmek, bunu dillendirmek İslâm'ın Allah ve tevhid inancıyla nasıl ve ne kadar bağdaşır? Bir kadının yanağından, dudağından, saçından, belinden... bahsedeceksiniz, sonra bunların Allah aşkını ifade eden mazmumlar, mecâzî ifadeler olduğunu kabul edeceksiniz. Peygamber ve ashâbı Allah sevgisini bu şekilde mi dile getiriyorlardı? Böyle dile getirenleri duymuş olsalardı ne yaparlardı? Allah sevgisini belirtmek için lügatlarda şaraptan, kadın yanağı ve dudağından başka kelime mi kalmadı? Bunun faydası, gereği nedir, zararı ve sakıncası nedir? Ve "atalarımız ne yaptıysa, bir hikmeti vardır, biz de o yoldan yürümeliyiz, en azından bunları eleştirmemeli, yaptıklarına İslâmî sıfatı yakıştırmalıyız" mı denilmelidir? "O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" [42]
Sevgi İmanın Göstergesidir
Rasûlullah (s.a.s.), Allah'ı her şeyden çok sevmeyi, imanın şartı saymıştır. Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: "Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?" diye sorunca: "Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır" [43] buyurmuştur. Yine sevgi ile iman arasındaki ayrılmaz bağı şu şekilde vurgulamıştır: "Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz."[44]; "Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz."[45]; “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[46]; “Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [47]
Bu hadisler, "Peygamber, mü'minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir." [48] Ve "De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin..." [49] âyetlerine uygundur.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: "Allah bir kulu sevince, Cebrâil'i çağırıp: 'Ben falanı sevdim, sen de sev!" der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler)."[50] Bu hadis-i şerifin bir benzeri Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Rahmân, iman edip sâlih amel işleyenler için (gönüllere) bir sevgi koyar."[51] Bu âyet de, yukarıdaki hadisi teyid etmektedir.
Mü'minler Arası Sevgi: Mü'minler, sevgide, dostluk ve kardeşlikte, tıpkı parçaları birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücut gibidirler. Bir vücudun herhangi bir âzâsı rahatsız olduğunda nasıl ki bütün vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü'minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ıstırabı diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder. Mü'minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s.) şöyle ifade etmektedir: "Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir binâ gibidir."[52]
Kur’ân-ı Kerim’de Sevgi Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de sevgi anlamında daha çok "Hubb (H-b-b)" kelimesi kullanılır. Bu kelime ve türevleri, toplam 83 yerde geçer. Bunun yanında, yine sevgi anlamında "meveddet (v-d-d)" kelimesi 28 yerde ve "ülfet (e-l-f)" kelimesi ise 8 yerde kullanılır.
"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." [53]
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız nice şeyler vardır ki, sizin için daha hayırlıdır. Sevdiğiniz nice şeyler de vardır ki, o da sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." [54]
"Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı sevgi/düşkünlük, insanlara ziynetlendirildi, çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. De ki: 'Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın rızâsı/hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür." [55]
"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir. De ki: 'Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. " [56]
"Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak edip harcamadıkça "iyi"ye eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir." [57]
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” [58]
"İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar (kâfirler/müşrikler, münâfıklar) sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: 'Kininizde (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." [59]
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [60]
"Yahûdiler ve hıristiyanlar 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki: 'Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır." [61]
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [62]
"Allah ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da rüzgârınız/kuvvetiniz/devletiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." [63]
"Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa, yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi..." [64]
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” [65]
"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa (istahabbû -küfrü imandan çok seviyorlarsa-), babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir." [66]
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." [67]
"Onun içinde (Mescid-i Dırârda) asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever." [68]
"(Yusuf:) 'Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha sevimlidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden olurum!' dedi." [69]
"Dünya hayatını âhirete tercih edenler (yestehıbbûne -dünyayı âhiretten daha fazla sevenler-), Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir dalâlet/sapıklık içindedirler." [70]
"Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır." [71]
"Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştik: 'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra onu denize (Nil'e) bırak; deniz onu kıyıya atsın da, Benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendimden sevgi verdim." [72]
“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [73]
"(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir." [74]
“O’nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden (cinsinizden) eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.” [75]
"Süleyman: 'Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi zikretmek/anmak için istedim' dedi..." [76]
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” [77]
“Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” [78]
"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. Bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şâyet o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir. Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını ıslah edip düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki merhamete ulaşasınız. Ey mü'minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etinin yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir. Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en takvâlı olanınız/O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allah bilendir, her şeyden haberdardır." [79]
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” [80]
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." [81]
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [82]
"Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, her şeye gücü yetendir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır." [83]
"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Mü'minleri (bunlarla) müjdele." [84]
"Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz." [85]
"Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar." [86]
"Onlar, kendi canları çekmesine rağmen, Allah sevgisiyle yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler." [87]
"Hayır! Doğrusu siz malı aşırı biçimde seviyorsunuz." [88]
"... Andolsun ki insan, Rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şâhiddir ve o, mal sevgisine de aşırı derecede düşkündür." [89]
Allah Kimleri Sever?
İhsan Sahibi Muhsinleri (Güzellik Sergileyen, Allah'ı Görür Gibi O'na Kulluk Yapanları): "Allah yolunda infak edin, mal ve paralarınızı harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde ihsan/güzellik sergileyin, dürüst davranın, çünkü Allah muhsinleri (dürüstleri, Allah'ı görür gibi O'na kulluk yapanları) sever." [90]
"O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak edip harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri, güzel davranışta bulananları sever." [91]
Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri: "... Allah çokça tevbe edenleri de sever, çokça temizlenenleri de sever." [92]
"... Onda (Takvâ mescidi olan Mescid-i Kubâ'da) temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever." [93]
Rasûlullah'a Tâbi Olup Uyanı: "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir." [94]
Takvâ Sahibi Muttakîleri, Sakınanları: "Hayır! (Gerçek onların dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınır, takvâ sahibi olursa, bilsin ki Allah müttakîleri sever." [95]
"... Allah (haksızlıktan) sakınan müttakîleri sever." [96]
"... Allah (ahdi bozmaktan) sakınan müttakîleri sever." [97]
Sabredenleri: "Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever." [98]
Tevekkül Sahiplerini, Kendisine Dayanıp Güvenenleri: "O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, mütevekkilleri, Kendisine dayanıp güvenenleri sever." [99]
Âdil Olanları: "... Eğer hüküm verirsen, aralarında adâletle hükmet. Allah âdil olanları sever." [100]
"Her işte adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever." [101]
"... Allah, adâletli olanları sever." [102]
Kendi Yolunda, Kenetlenmiş Gibi Saf Bağlayarak Savaşanları: "Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever." [103]
Allah Kimleri Sevmez?
Aşırı gidenleri: "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez." [104]
Fesâdı/Bozgunculuğu: "... Allah fesâdı/bozgunculuğu sevmez." [105]
Fâsidleri/Bozguncuları: "... Allah fesadçıları/bozguncuları sevmez." [106]
"... Yeryüzünde fesâdı/bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, müfsidleri (bozguncuları) sevmez." [107]
Günahlarda Israr Eden Nankörleri, Fâizle Uğraşanları: "Allah fâizi (ondan gelen kârı) tüketir/mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir); sadakaları ise arttırır/bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez." [108]
Kâfirleri, Allah'a ve Rasûlüne İtaat Etmeyenleri: "De ki: 'Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. " [109]
"... Şüphesiz O (Allah), kâfirleri sevmez." [110]
Zâlimleri: "... Allah zâlimleri sevmez." [111]
"... Doğrusu O (Allah), zâlimleri sevmez." [112]
Şımarıkları: "... Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez." [113]
Kendini Beğenip Böbürlenen Kimseleri: "... Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez." [114]
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez." [115]
"... Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." [116]
Müstekbirleri, Büyüklük Taslayanları: "Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, müstekbirleri/büyüklük taslayanları asla sevmez." [117]
Hâin Günahkârları: "Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez." [118]
"... Allah, hâin ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder, onları sevmez." [119]
"... Allah hâinleri sevmez." [120]
Kötü Sözün Açıkça Söylenmesini: "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işiten ve bilendir." [121]
Sınırı Aşanları: "Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez." [122]
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez." [123]
İsrâf Edenleri: "... İsrâf etmeyin; çünkü Allah müsrifleri/isrâf edenleri sevmez." [124]
Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı
"El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)" [125]
"Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz." [126]
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” [127]
“Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” [128]
“Mü’minin mü’mine karşı durumu (bağlılığı), bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan/bütünleyen binâ gibidir.” Hz. Peygamber, bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. [129]
“Mü’minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer organlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” [130]
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.”
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” [131]
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” [132]
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” [133]
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.” [134]
“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” [135]
“Din kardeşin zâlim de olsa, mazlum da olsa ona yardım et.” Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. [136]
“Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyâmet gününde Allah da onun ayıbını örter.” [137]
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.” [138]
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” [139]
"(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." [140]
“Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” [141]
"Birbirinizle kinleşmeyin, haset etmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz..." [142]
"Bir kişiye, müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter." [143]
"Allah'ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl." [144]
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: "Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?" diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: "Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır." [145]
"Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz." [146]
"Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz." [147]
"İnnallahe cemîlun yuhıbbu'l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-." [148]
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” [149]
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [150]
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.” [151]
"Allah bir kulu sevince, Cebrâil'i çağırıp: 'Ben falanı sevdim, sen de sev!" der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler)." [152]
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” [153]
"Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever." [154]
"Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür." [155]
"Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah'tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah'a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder." [156]
“Onlar (Allah'ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” [157]
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” [158]
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” [159]
Nebî (s.a.s.) Ali’nin (r.a.) oğlu Hasan’ı öpmüştü. O sırada Akra İbn Hâbis de Peygamberimiz’in yanında bulunuyordu. Akra: “Benim on tane çocuğum var, onlardan hiç birini öpmedim” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp:“Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz” buyurdular. [160]
Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna geldiler ve “Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordular. Peygamberimiz: “Evet” buyurdu. Onlar: “Fakat biz, Allah’a yemin ederiz ki, onları öpmüyoruz” dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki!” buyurdu. [161]
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” [162]
“Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirildi. Gözümün nûru da namazdır.” [163]
“Birbirlerini seven (erkek ve hanım)ler için, nikâh/evlilik gibisi görülmedi.” [164]
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” [165]
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” [166]
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” [167]
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” [168]
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” [169]
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle onların yüzleri nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [170]
“Din nasihatten (samimiyetten) ibarettir!” Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin (gidersin).” [171]
Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi
Sevgi, varlık sorusunun cevabı. Sevgi, mahlûkat ağacının tohumu. Sevgi, yüreğin ölümsüz meyvesi. Sevgi, Yaratan ve yaratılanıyla varlığın ortak sesi. Sevgi, insanın, harcadıkça çoğalan tek sermayesi.
Sevgi, varlık sorusuna nasıl cevap olabilir? Şöyle ki: Olmayan bir şeye sevgi duyulmaz, sevmekten söz edebilmek için “diğeri” gerekli. Süje olmadan objeyi kim bilir? Sevginin sözkonusu olduğu bir yerde elbette sevenlerle sevilenlerin varlığı kaçınılmazdır. Ortada olmayan bir şeye sevgi duymak abes olur.
İşte bunun için sevgi, varlık sorusunun cevabıdır. Sevgiyi bilen, sevecek, onu paylaşacak birini arar. Çünkü sevginin en güçlü tezâhürüdür paylaşmak. Sevgiyi paylaşmak isteyen yaratmak gibi bir güce sahip değilse eğer, varlık içerisinden bir “diğeri”ni bulup sevgiyi onunla paylaşacaktır. Yok, bu zat yaratma gücünü elinde tutan Allah ise, elbette sevilen ve seven birilerini yaratıverecektir. “O’nun işi, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demektir, hemen oluverir.” [172]
Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir
Her şeyin olduğu gibi sevginin kaynağı da Allah’tır. Sevgi çağlayanının kaynağında O vardır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük sevgi okulları (din) O’nundur. Dünyanın görüp göreceği en yetenetkli sevgi öğretmenleri (peygamberler) O’nun okulunun mezunlarıdır. Sevginin ölümsüz kitabını yine O yazmıştır. Çünkü O; Vedûd’dur, yani “çok seven.” Yalnız o kadar mı? Elvette değil; aynı zamanda O “çok sevilen”dir. Nedeni yine aynı: Çünkü O; “Vedûd”dur. Kendi dilinden, kendisini öyle tanıtmaktadır; kendisini tanıyabileceğimiz en sağlam kaynakta, Kur’an’da: “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin! Doğrusu Rabbim çok merhamet eden, çok sevendir.”[173]; “O (Allah) bağışlayandır, sevendir.” [174]
O’nun sevmesinin öbür adı “cennet”tir. Sevginin çözülüp eşyaya dönüşmesidir cennet. O yalnız seven, yalnız sevdiren değil; aynı zamanda sevindirendir de. Neyle olacak, cennetle elbette. Hem, çok sevenin, çok sevilenin, çok sevindirmemesi düşünülebilir mi? O hem çok seven, hem de çok sevilendir. “Vedûd” ism-i celîlinin gramatik özelliğidir bu. Feûl vezninden mübâlağa sîgası, anlam olarak hem etken hem de edilgen bir yapısı var. Yani fâil olarak “çok seven” anlamına geldiği gibi, mef'ûl olar olarak “çok sevilen” anlamına da gelir. Allah’ın Vedûd olması demek, O’nun çok seveceği ve O’nu çok seven birilerinin olması demektir. İşte bunun içindir ki, sevgi varlık sorusunun cevabıdır.
Sevgi, üflenen ruh gibi, özü İlâhî olan değerlerden biridir. Sözkonusu değerlerin çok azı Yaratanla yaratılan arasında paylaşılır. Paylaşılan bu değerlerin başında gelir sevgi. Yaratıcımızı tanıma hususunda bize kılavuzluk eden diğer sıfatlara benzemeyen farklı bir boyutu vardır Vedûd sıfatının. Örneğin Merhamet Edendir (Rahmân), Bağışlayandır (Rahîm), fakat merhamet edilmeye ve bağışlanmaya muhtaç değildir. Affeder (Ğafûr), affedilmez; Hükmeder, hükmolunmaz; Doyurur (Râzık), doyurulmaz... Bu gibi sıfatlar hem fâil hem me’ul anlamıyla Allah için kullanılamaz. Bunları böyle kullanmak, kişinin imanını tehlikeye sokacak küfür sözler arasına bile girebilir. O’nun kendisi için seçip beğendiği “Vedûd” isminin işte bu açılardan farklılığı vardır. Allah, sevgiyi kullarıyla paylaşmakta “O onları, onlar da O’nu sevmektedir.” [175]
Diğer nimetlerine karşılık olarak “ûbûdiyet (kulluk)” isterken, sevgi nimetine aynı cinsten karşılık beklemektedir. Bu mânâda bir başka örneği daha yoktur sevginin ve sevgi rakipsizdir. Yaratan onu varlığın ortak değeri kılmıştır. Doyurmuş, doyurulmayı istememiş ; vermiş, almayı istememiş; yaşatmış, yaşatılmayı istememiş; korumuş, korunmayı istememiştir. Fakat sevgiye gelince iş değişmiş, onu tüm varlığa şâmil kılarak, sevmiş ve sevilmeyi istemiştir.
Sevgi Mahlûkat Ağacının Çekirdeğidir: Kur’an’da sevgi üç ayrı terimle ifade edilir: Muhabbet, meveddet, ülfet. En çok kullanılan da birinci sıradaki “hubb (ha-be-be)” kökünden türetilen terimlerdir. Sevgi anlamına gelen bu terim, aynı zamanda çekirdek, tohum, öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mânâlarıyla Kur’an’da da kullanılmıştır.[176] Bu ikinci anlamını da göz önünde tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki sevgi varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür. Varlığın yaratılış hikmeti, insanın varoluş illetidir. Herşey değerini ve ömrünü illetinden alır. İlleti ölümsüz olan değerlerin kendisi de ölümsüzdür; Allah için sevmek gibi. İlleti ölümlü olan değerlerin mâlûlü de ölümlüdür; kul için sevmek gibi. Ancak seven (Vedûd) var oldukça sevgi de var olacak; O, bu ölümsüz illetle yaratmasına devam edecektir. “O her an yeni bir iştedir (Hayatı her an tazelemekte, yaratmaya devam etmektedir).” [177]
Mahlûkatın sebebi olan sevgi tohumunun ekilebileceği en verimli toprak gönüldür. Adını sevgi koyduğumuz çandır tohumlar değil de Vedûd olan Allah’ın bağışladığı cins tohum; hamı alınıp nadaslanmış, taşı ayıklanıp keseği kırılmış, emek ve işçilikle sürülüp gözyaşıyla sulanmış selîm bir kalbe ekilirse, gönül harcadıkça çoğalan bitmez tükenmez bir sevgi ambarına dönecek; bu tohum, bire on değil; bire bin, bire yüz bin veren gönül toprağının ölümsüz hazinesi olacaktır. İnsan gönlünün bu ölümsüz meyvesinden tam verim alabilmek için üç şey gerekli: Cins bir tohum (sevgi), bakımlı bir tarla (kalp), fedâkâr bir bahçıvan.
En kötü kalpazanlık, sevgi kalpazanlığıdır. Karşılıksız çek kesen türedi tüccar gibi karşılıksız sevgi imal eden türedi sevgi tâcirleri yaptıkları kalpazanlığın adını “insanlık sevgisi” ya da “hümanizm” koyabilirler. Nasıl olsa bir faturası yok bu “kalp sevgi”nin. Kalpazanlığın bir başka türü de sevgiyi donun içinde aramaz, ya da günümüzde olduğu gibi fuhşun adını sevginin zirvesi olan “aşk” koymak.
Ortalığı sahte sevgilerin ve sevgi sahtekârlarının kapladığı bir çağda gerçek sevgiyi ancak vahyin kılavuzluğunda bulabiliriz. Çünkü vahiy, hem sevenlerin ve hem sevilenlerin en yücesi olan Allah’ın kelâmıdır; sevgiyi sevgiyle yaratan Allah’ın...
Sevgi Mihenktaşıdır: Evrenin yaratılış hikmeti, insanın ölümsüz devleti, mü’minin dünyadaki cenneti, varlığın tek ortak serveti olan sevgi, aynı zamanda İlâhî vahyin de çatısını oluşturur. Bu çatı “sevmek” ya da “sevmemek” üzerine kurulmuştur. Bu İlâhî üslûp, sevginin “belirleyici” olduğu sonucuna götürüyor bizi. Sevgi, Allah’ın kişiyi vurduğu mihenk taşıdır. Evrenin sahibi, kendisine karşı isyan etme, karşı gelme yetisiyle donattığı insanı kahretmekten, ateşe atmaktan, azab etmekten daha çok “sevmemek”le korkutup uyarıyor. Allah’a itaatin illeti sevgi olarak belirirken, itaatsizliğin illeti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor.
Korku mu? O var, olmalı da; ancak illeti azap, gazap ya da cehennem olmak yerine, yine “sevgi” olmalı. Bu sayılanlar O’nun sevmemesinin bir sonucu değil midir? Allah’a duyulan korkunun temelinde cezaya çarptırılma korkusu değil de O’nunla kendisi arasındaki sevgiyi yıpratma korkusu, illeti sevgi olan korkudur ki, istenilen de budur ve “takvâ” bunun adıdır.
Allah, kitabını sevmek ve sevmemek üzerine binâ etmiştir. Şu âyetlerde sevginin insanın amellerinin belirleyicisi olarak nasıl kullanıldığına bakalım:
“Allah hâinleri sevmez.” [178]
“Allah tevbe edenleri sever.” [179]
“Allah fesatçıları sevmez.” [180]
“Allah müttakîleri sever.” [181]
“Allah haddi aşanları sevmez.” [182]
“Allah dengeli (âdil, kıst) olanları sever.” [183]
“Kuşkusuz Allah ihânette ilerlemiş günahkârı sevmez.” [184]
“Allah, yolunda kurşunla kaynatılmış sağlam duvar gibi saf halinde savaşanları sever.” [185]
“Çünkü Allah büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” [186]
“Allah (her türlü pislikten) temizlenip arınanı sever.” [187]
Hepsi bu kadar değil elbet. Sevgi ekseni etrafında dönen bu âyetleri çoğaltmak mümkün. Bunlardan başka sevginin belirleyiciliğine, sevginin başöğretmeni ve insan sevgisinin ufku Rasûlullah’ın ve ashâbının hayatından da çarpıcı örnekler bulabiliriz. Kişinin niteliğinin tesbitinde sevginin belirleyici bir unsur olduğunu Allah Rasûlünde de görüyoruz. O, dışarıdan bakınca sahibini negatif konumlara oturtacak kimi davranış sahiplerini, sözkonusu olumsuz davranışlarıyla değil de sevgileriyle değerlendirmiştir. Ashâbı arasında olumsuz davranış sergileyen kimilerine karşı oluşan muhâlefeti dengelemek ve aşırı gidenlere unutulan bir boyutu daha hatırlatmak için birçok olayda “Hayır! O kardeşiniz Allah ve Rasûlünü seviyor” buyurmuştur. Rasûlullah’ın sevgiyi belirleyici olarak gösterdiği birçok örnekten Buhârî ve başkalarının naklettiği yalnızca birini aktarmakla yetinelim. Hz. Ömer anlatıyor:
“Allah Rasûlü zamanında Abdullah isminde “eşek” lakaplı biri vardı. Hareketleri ile Peygamberimizi güldürürdü. İçki içtiği için Efendimiz ona sopa attırmıştı. Yine bir defasında içki içerken yakalanmış ve sopa yemişti. Onun birkaç kez sopa yediğini gören biri: “Allah lânet etsin! Ne kadar da çok içiyor” dedi. Allah Rasûlü: “Sus, ona lânet etme! Bilmiyorsun ki o, Allah ve Rasûlünü seviyor” buyurdu.
Bu tavır, ameli hiçe sayan ters yönde bir dengesizliğe delil olamaz elbet. Çünkü bu örneğin kendisi, bir ifrâtın, bir dengesizliğin Allah Rasûlü eliyle önlenmesidir. İnsanları zaaflarından dolayı mahkûm ederek kimi çok güzel hasletlerini görmezden gelmeyi reddediyordu. Lâneti hak etmemiş birine lânet etmeyi hoş görmemişti Rasûlullah. Belki bununla onun duâya ihtiyacı olduğunu, affa ve rahmete ihtiyacı olduğunu îmâ etmişti. Elbette böylesi örnekler ameli sıfıra çıkaran Mürcie dengesizliğine delil olamazlar.
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, merhamet edendir.”[188] Sevginin belirleyiciliğine güzel bir örnek de bu âyet-i kerime. Kişi sevmediğine de itaat eder; ama eğer seviyorsanız itaat edin, yani itaatinizin illeti Allah sevgisi olsun.
İtaat edin ki sevginiz lafta kalmasın, ödeyin onun bedelini. Sevdiğiniz Zat’ın hatırı için Rasûl’e itaat etmekle sevginizi yürek ülkenizde iktidara geçirin; iktidarsız sevgi olmaktan kurtulup iktidarlı sevgiye dönüşsün. O zaman ne mi olacak? Sevginizi Allah’a isbatlamış olacaksınız, onun bedeli olan itaati ödeyerek yapacaksınız bunu. İşte o dem Allah da sizi sevecek; yalnızca o kadar mı? Değil elbet, o da sevdiğini sana isbatlayacak, silecek günahlarını, bağışlayacak seni. Senin Allah’a olan sevginin isbatı “itaat” iken Allah’ın sana olan sevgisinin isbatı da “mağfiret” olacak. Bu sevgi sürdükçe senin itaatin artacak, senin itaatin arttıkça onun bağışı ve rahmeti artacak. İşte sana müthiş bir bir formül. Bu formülden haberi olmayan insanların yakalarından tutarak sars onları ve onlara “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız...” Ve yine de ki onlara: Kim Allah’a sahip, o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum, o neye sahip?
Sevmek ve Adamak: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [189]
Allah’ın yolundayken O'ndan yüz çevirenlerin ilk yitirdiği şeyin “sevgi” olduğunu anlıyoruz. Önce sevgiyi kaybediyorlar, Allah onları sevmiyor, onlar da Allah’ı. Ve arkası geliyor. Çünkü sevgi diğer eylemlerin illeti. İllet yok olunca mâlûlün durması için hiçbir sebep kalmıyor. Mü’minlere karşı yumuşak başlı olması gerekirken tam tersi bir tavra giriyor: Sebebi sevgisizlik. Kâfirlere karşı izzetli olması gerekirken, tam tersi bir tavır alıyor; sebebi yine aynı. Sevginin, Allah’a olan sevginin en yüksek ifadesi olan cihadı terkediyor. Bedeli “can” ve “kan” olan bir sevgiden yoksun kalınca, o bedeli ödeyecek güç bulamıyor kendinde. Çünkü artık “Beni seven ve benim sevdiğim Allah ne der?” yerine, “falan ne der?” sorusu geçiyor. O güne kadar sevgisi uğruna kınayıcının kınamasından korkmazken, o sevginin yok oluşuyla kınanmak korkusu gibi aşağılık bir duyguya teslim oluyor. Dün sevgi sâyesinde özgürken bugün sevgisizlik çukurunda nefsin, şeytanın, eşyanın ve çevrenin esiri oluyor. Dün sevgi sâyesinde üreten ve veren biriyken bugün sevgisizliğin pençesinde sürekli tüketen ve alan derekesine düşüyor.
Sevmek vermektir, sahip olduğunuz en değerli varlığı, yüreğinizi vermek... Vermek denilince, öyle çıkarıp sunmak değil; paylaşmak anlamında vermek. Kişi, başkasına veremediğinin, “diğeri”yle paylaşamadığının sahibi değildir. Ya da kişinin sahip olduğu şey başkasına verebildiği şeydir. Bundan dolayı yüreğine sahip olamayanlar sevemezler. Yüreği işgale uğramış bir insanın sevebilmesi düşünülemez. Çünkü orası işgal edilmiştir, yüreğinin iktidarı kendi ellerinde değildir, onu bir başkasıyla paylaşamaz. Böylesine işgale uğramış bir yüreğin sahibi sevmekten söz ediyor, “sevdim” diyorsa, sevdiğine sahte adresli dâvetiye çıkartıyor demektir.
Vereceğiniz şey ne kadar değerliyse, onu vereceğiniz yer de o kadar yüce olmalı. Daha doğru bir deyişle, verdiğinizin kıymetini bildiğiniz ölçüde seçersiniz verilecek yeri. Sevginin adanabileceği en büyük kapı Allah’ın kapısıdır. Sevgiyi o kapıya adamak, ona en yüksek değeri biçmektir. Sizden olan bir şeyi ölümsüzleştirmektir. Çünkü bir adağın sorumluluğu, adandığı andan itibaren, adandığı kapıya geçer.
Sevmek adamaktır. Adağın tasarrufu, adandığı kapıya aittir. Eğer sevginizi bir ölümsüze adamışsanız onu da ölümsüzleştirmişsiniz demektir. Allah’ı sevmek, sevgiyi ölümsüzleştirmektir. İlleti ölümlü olan sevginin kendisi de ölümlüdür. İlleti ölümsüz olanın kendisi de ölümsüzdür.
Söz buraya gelmişken, yanlış bir kanaate değinmek istiyorum. Bu kanaatte sevgi, şahsiyet geliştirici ve kişiye varlığını duyumsatıcı bir üretim aracı değil; seveni sevdiğinde yok edici (fenâ) bir tüketim aracıdır. Kişiyi olgunlaştıran ve ona şahsiyet kazandıran, sevgiyi sevgi olmaktan çıkarıp tutkuya dönüştüren ve onu bir can kurdu gibi insanı yiyip bitiren bir heyûlâ olarak tarif eden bu anlayışın vardığı son durak vahdet-i vücut dengesizliğidir. Hintli bilge Tao Tse’de görüldüğü gibi pisliğin içinde bile (hâşâ) tanrının görüldüğünü söylemeye kadar vardırılan bu yamuk felsefe, Kur’an’ın öngördüğü “Hâlık-mahlûk” ikilemine taban tabana zıttır.
Sevmek, bazılarının iddiâ ettiği gibi yok olmak (fenâ) değil; aksine “sevmek, var olmaktır”, varlığından haberdar olmaktır, kişinin kendi varlığını ispatlamasının en kestirme yoludur. Çünkü sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleşmektir. Birbirinde yok olmak değil; birbirinde var olmaktır. Yok olma (fenâ) faraziyeleri, sevgiyi tek yönlü kabul ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddiâ eder. Hâlbuki sevgi çift yönlüdür. Bu gerçek Allah’la kul arasındaki sevgide bile geçerlidir: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı.”[190] Sevgi bir başkasına hulûl (girme, onda yok olma) değil; bir başkasında kişinin benliğini duyumsaması, varlığının farkına varmasıdır.
Bir sevgi ki ferde kendi kimliğini kaybettiriyorsa o sevgi, sevgi değil girdaptır, karşıdaki de sevgili değil üzerine konan canlıyı eritip sindiren ve canavar bitki olarak bilinen Nepentes çiçeğidir. Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil; tüketici bir sevgidir; Züleyha’nın Yusuf’a (a.s.) olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır; kontrolden çıkmış, “ak sevdâ” iken “kara sevdâ” olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur: “Sevda onun bağrını yakmış, dediler.”[191] Evet, onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu.
Böylesine bir sevgi kimse için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz; tersine aklı lâyık olduğu yere koyar. Bazılarının iddiâ ettiği gibi Allah sevgisinden dolayı akıl yitirilmez. Allah’ı seven O’nun yerli yerinde yarattığı ve hikmetle yerleştirdiği aklı nasıl yerinden eder? Nasıl sevdiğini söylediği Zat’ın hikmetine müdâhale edebilir? Böylesi bir bir şey, Züleyha’nın Yusuf’a sopa çektirmesi ve bunu da, sevgi adına, sevginin üst sınırı olan aşk adına yaptığını iddiâ etmesi kadar abestir. Evet, bu tüketiciliğin de bir sevgi çeşidi olduğunda şüphe yok. Fakat normal ve üretici değil, anormal ve tüketici bir sevgidir bu. Eğer istediğini elde etseydi Züleyha, o sevgi hem kendisini hem karşısındakini yakacaktı.
Allah’ı sevmek adına, Allah’ın sevdiği gibi yarattığı insanın dengesini bozmak, imrenilecek bir şey olsaydı, bu işi öncelikle Allah'ı onun kadar hiç kimsenin sevemeyeceği Rasûlullah ve ashâbı yapardı. Rasûllerin bizden çok daha bilip tanıdıkları Allah Teâlâ’yı gereği gibi sevmemeleri düşünülemez. Allah’ın kendilerinden râzı olduğu, kendilerinin de Allah’tan râzı olduğu sahâbe için de geçerli aynı şey. Sevdikleri Allah ve Rasûlü yoluna sevginin en büyük bedeli olan can ve kanlarını koyan sahâbe içerisinden belki her türlüsü çıkmıştır, ama Allah aşkından deli-divâne olduğu söylenen, çok sevdiklerini bildiğimiz bu iki varlığa karşı duydukları aşk yüzünden aklını kaçırıp “meczup”laşan biri çıkmamıştır. Kimdir Allah’ı Rasûlullah’tan (s.a.s.) daha çok sevdiğini iddiâ eden? Bunu söylemeye kimin dili varabbilir? Hem en güzel örneğimiz olan Allah Rasûlü’nün ve onun ellerinde yetişen neslin bu konudaki tavrı bizler için takip edilecek en doğru yol değil midir?
Allah’ı ruhuyle sevenlerin, kalbiyle sevenlerin aklını başında bırakır sevgi. Allah’ı aklıyla sevenlerin aklı ise başlarından gider. Çünkü sevgi, “bilmek” değil; “tanımak”tır, akıl bunu kaldıracak kapasitede değildir: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez. Zira bu terâzi bu kadar sıkleti çekmez.” Evet, akıl terazisi bu kadar ağırlığı kaldıramayacak, ince bir yerinden kırılıverecektir.
Adresleri doğru tesbit etmek gerek. Sevginin yerini, adresini de doğru tesbit etmek gerek. Bildiğimiz bir şey var: Allah sevgisini en üst düzeyde yaşayan Rasûl ve ashâbı arasından mecnun ve meczubun çıkmadığı. Yine bildiğimiz bir şey var: Allah Rasûlünün ve ashâbının Allah’ı çok, hem de pek çok sevdiği ve sevginin yüksek bedelini ödemekten bir an bile kaçınmadığı. İslâm’daki cihad farîzası, kulun Allah’a olan sevgisinin en yüksek tezâhürüdür. Çünkü sevginin büyüklüğü fedâkârlıkla orantılıdır. Kişinin sahip olabildiği en büyük değer “can”dır. Sahip olduğu o değeri en çok sevdiğini iddiâ ettiği Zat’ın yoluna sevgisinin bedeli olarak koyar, O’na bu şekilde isbat eder sevgisini. Değilse isbat edilmemiş sevgi kof bir sevgidir, kuru bir iddiâdan öte bir değeri yoktur. Onu ne Yaratan ve ne yaradılan ciddiye alır.
Bu durumda varacağımız en doğru hüküm şudur: Allah’ı çok sevenler kendini Allah’a, O’nun yoluna adayanlardır. Bu yüzden şehâdet en büyük sevgidir, şehid ise sevgisini/coşkusunu kanıyla ve canıyla isbat etmiş ölümsüz sevendir. Bu sevgi, öyle bir sevgidir ki; bu sevgi uğruna bir kez değil; bin kez ölünür. Bu sevgi insana: “Gül yüzlü güzel ölüm / Seni bin kez ölürüm.” dedirtir. Bu sevginin Peygamber dilindeki ifadesi budur; sevgisini kanıyla isbat eden şehidin, bu eylemi dönüp dönüp tekrarlama isteğidir. Hem, doğrusu da öyle değil mi?
Sevgini isbatlamak için gerekirse İbrâhim gibi ateşin ortasına kaldırıp atacaksın kendini. Senden istenildiğinde böyle isbat edeceksin sevgini. Elbet O da isbat edecek, seni sevdiğini, kabzasından tuttuğu ateşe emrederek: “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ İbrâhîm.”[192] diyecek. Ateş de sahibinin bu emrini tutup sevgiyi yakmaya güç yetiremeyecek; seven ve sevilene soğuk ve serin olacaktır. Fakat buna rağmen bu sevgiyi yıpratırım diye tir tir titreyeceksin. Hem canını adayacak, hem korkacaksın; hem ateşe atlayacak, hem de sevgiyi kaybetmekten korkacaksın; işte budur takvâ. [193]
Sevginin Zirvesi: Takvâ
Takvâ kelimesi, "sakınmak" biçiminde çevrilir Türkçeye. Takvânın ne olduğunu bilmek, ancak yaşamakla mümkün. Ama takvânın salt korku demeye gelmediği rahatlıkla söylenebilir. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde, tabii korku da var. Ancak bu korku; ateşten, cehennemden, azaptan, kahrdan korkmak değil. Bu tür korkuya "havf" derler ki, onda sevgi aranmaz.
Ya nedir? Takvâdaki korku, kulun Rabbiyla arasındaki sevgiyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil; O sevmeyecek diye korkmaktır. Yanmanın en büyüğü O'nun sevmemesidir. İşte takvâ, kişinin Allah'la arasında oluşturduğu sevgiyi yıpratmamak için tetikte durması, o sevgiyi gözbebeği gibi korumasıdır. Bu durumda vedûd olan Allah'ın değil yasaklarını; O'nun hoşlanmama ihtimali olan şeyleri bile terkeder. Değil O'nun emirlerini; O'nu hoşnut edeceğini sandığı tüm eylemlere sarılır. Bütün bunları yaparken de başka hesaplar yapmaz. Yalnızca sevgiyi korumayı, onu yıpratmamayı amaçlar. Takvâda, titreyişin illeti ödül ya da ceza değil; sevgidir.
Takvâ sevginin zirvesidir. Sevgi, umut, korku... Bu üçlünün insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut, korku; üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi “ilâh” edinmektir. İnsan birini yalnız sevebilir, bu akîdevî bir mesele teşkil etmez. Ya da birine umut besleyebilir veyahut birinden korkabilir. Ancak bu üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis edemez. Bunu yapmak O’na eşler (endâd) bulmak demeye gelir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak “müttakî” yapar. Bu üç ayrı ruh hali insandaki üç farklı bilincin dinamiğidir; ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincinin...
Değil bunların üçünü birden Allah’tan gayrıya tahsis etmek, mü’minin bir başkasını Allah’ı sever gibi sevmesine bile Allah’ın rızâsı olmamaktadır. Böyle bir durumu “kendisine ortak koşmak” olarak adlandırmaktadır. Cenâb-ı Hak, “İnsanlardan kimi Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla insanlardan korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz niçin bize savaşı farz kıldın? Bize biraz daha süre tanısaydın olmaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır; takvâ sahibi için âhiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez.”[194] Evet, Allah’ı sever gibi sevenlerin durumunu belirten âyetin üslûbuyla, Allah’tan korkar gibi korkanların durumunu belirten âyetin üslûbu arasında çok açık bir fark vardır. Yanlış sevginin cezası, yanlış korkunun cezasından kıyas götürmeyecek kadar büyük. Allah’ı sever gibi sevmek adeta şirkle tanımlanırken, Allah’tan korkar gibi korkmak sadece yeriliyor. Bu da sevginin azametine çarpıcı bir örnek.
Sevgiye tanınan bu ayrıcalık da gösteriyor ki, o, duyguların en yücesidir. Yerini bulduğunda sahibini de yüceltir. Tersi de geçerli elbet; yerini yerini bulmadığında ise sahibini aynı oranda alçaltır. Onu yerli yerinde harcamayan harcanacaktır.
Alçak gönüllülük, sevginin yücelttiği kişilerde görülen bir erdemdir. Bunun tersi olan kibir ve gurur ise sevgi yoksulluğunun doğal sonucudur. Kerim âyetteki sıralama bunun en güzel delilidir: “O onları sever onlar da O’nu. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetlidirler.” Evet, mutlak alçaklık anlamına gelen “zillet” bile sevginin yanına gelince kanatlanıp yükseliyor ve sahibini de yükseltip övülen bir erdeme dönüşüyor; rezîletken fazîlet oluyor. Aynen alçaklık gibi. O da öyle değil mi? Tek başına alçaklık iğrenç bir durumken, gönlün, sevginin toprağı olan gönlün yanına gelince birden kanatlanıp fazîlete dönüşüyor, alçak+ gönül, yani alçak gönüllülük bir meziyet oluyor. Asıl alçaklık tevâzu gösterilecek yerde tevâzu göstermemek oluyor, mü’mine karşı kibirlenmek, gururlanmak oluyor. Bunun temeli de sevgisizliğe dayanıyor.
Yine âyetin devamından anlıyoruz ki kâfirlere karşı gösterilen şecaat ve cesaretin kaynağı da sevgidir. Sevgi insanı taraftar yapar. Kimin olacak, elbette sevdiğinizin taraftarı. Eğer sevdiğiniz Allah ise, siz de Allah taraftarı (hizbullah) olacaksınız. Bu durumda sevdiğinizin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olacaksınız. Kâfirler karşısında ödleklik ve pısırıklık sergilemenin illeti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor bu durumda. En büyük alçaklık, illeti sevgisizlik olan korkudur. Özetle sevmek cesarettir.
En iyisi sen başka şeyden değil; sevmemekten, sevememekten kork. Tabii bir de sevgiyi yerli yerine koyamamaktan, her derde devâ olan bu ilacı bir intihar âleti olarak kullanmaktan kork. Sevgi gibi kökü İlâhî olan bir duyguyu yanlışa âlet ettiğinde Allah’ı karşında bulacaksın. İşte bu noktada Allah kıskançtır. Rasûlullah’a dayandırılan bir haberde: “Saad kıskançtır, ben Saad’dan dah kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır” buyurulur. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “Ğayûr”dur, yani “kıskanç”. Kulunu ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında başkasından kıskanma olayı. Salt kendisi için yaratıp her bir şeyi emrine verdiği kullarının kendisi dışında ya da kendisiyle birlikte başka ilâh edinmelerini (şirk) işte bu yüzden affetmemektedir. Ğayûr olduğu için, Vedûd olduğu için çok sevdiği kullarının bu konudaki yanılgılarını kat’iyyen affetmemekte, bunun dışındakilerini affedebileceğini söylediği halde sırf bunu (şirki) affetmeyeceğini bildirmektedir.
Rab-i Rahîm’in bu gayretine rağmen insanın kendisine vesenden, sanemden, tâğuttan, canlıdan, cansızdan, ideolojiden, teknolojiden, özetle O’nun dışındaki herhangi bir şeyden ortaklar bulmasını affetmez. Affetmemekle kalmaz; çok şiddetli bir biçimde cezalandırır. Sevgi (iman) yükselmektir, öyle yükselmek ki gökleri geçmek, zamanı ve mekânı geçmek. İşte budur Allah’ın kuluna olan sevgisi. Kul O’na ortak koşmakla bu sevgiye ihânet ederse bu, o kulun, o muazzam yükseklikten düşmesi anlamına gelir ki, bu düşüşün dehşetini haber vermekten diller âciz kalır. Sevgiyi yitirenin halini güzel özetlemiş Seyrânî:
“Zor gönülden düşme gökten düşmenden, ben bilirim.
Kalb-i sultandan düşen kul parçasından pâre bul.”
Cibt gibi insanın kendi cinsinden birini, sanem gibi elleriyle yaptığını, vesen ve tâğut gibi özel ya da tüzel kişilik sahibi otoriteleri, hevâ gibi düşünce, sistem, ideoloji ve ekolleri “rab” edinmenin Allah’ı nasıl gazaba getirdiğini doğrudan Rasûlullah’ı muhâtap alan ve insanı iliklerine kadar titreten şu âyette görebiliriz: “Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme! Sonra rezil bir şekilde kovularak cehenneme atılırsın.”[195] Ömründe puta tapmamış ve daha sonra da tapmayacağı kesin olan Rasûlullah’ın gönlünü sâbit tutması için büyük sevgisine halel getirmemesi için bi uyarıydı bu. Uyarı üslûbunun sertliği aynı zamanda sevginin de büyüklüğünü gösteriyordu.
Kimi, Nasıl Sevmek? “Kimi sevmek” sorusuna doğru cevap bulmak yetmiyor, “kim için sevmek” sorusunu da doğru cevaplamak gerekiyor. Eğer birincisini doğru cevaplamak yetseydi şeytan kovulmazdı. O Allah’ın rabliğini hiçbir zaman inkâr etmedi, lâkin o Allah’ın sevdiğini sevmedi, hatta onu (Âdem) hasetledi, Allah’ı ondan kıskandı. Bu kıskançlıkla diğerini karıştırmayalım. İkisi arasında illet farkı var; yine “sevgi”. Ğayûr’un kıskançlığının illeti sevgi iken, “ğarûr”un (şeytanın) kıskançlığının illeti “sevgisizlik”tir. Sevgisizlik ise hasedin öbür adıdır. O’nu sevmek yetmez, sevdiğini de O’nun için seveceksin. O’nun sev dediklerini seveceksin. O neyi, ne kadar seveceğimizi vahy ile belirlemiş, çizmiş sınırları. Bu sınırları iyi bilecek ve tecâvüz etmeyeceksin. O’nun, sevginden başkalarına da pay ayırmana bir dediği yok. Yeter ki dozajını kaçırma. Sevginin kontrolünü elden bırakma, ne ne kadar pay ayıracağını iyi bil. Buyurun sevginin İlâhî taksîmâtına:
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini (gazabını) getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez."[196] “Babalar” diye başlıyor âyet ve sıralıyor kişinin Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha fazla sevebileceği şeyleri, kendisini bu üç sevgiliden alıkoyabilecek olan engelleri ya da sevgi kantarının topuzunu kaçırma ihtimali olan değerleri. Kur’an’ın dilinde, bu sayılanları Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha fazla sevmek fâsık olmanın yeterli delilidir. Bu âyet, sevgide dengenin nasıl sağlanacağını öğretiyor bize, bu dengeyi bozanları tehdit ediyor.
Allah bu saydığı isimleri imtihan aracı kılarak nebîlerini sevgi sınavından geçirdi. İbrâhim’i, hem babası ve hem de oğluyla sınadı. Nuh’u oğlu ve karısıyla sınadı. Lût’u eşiyle sınadı. Rasûlullah’ı yakınlarıyla sınadı. Eyyub’u malıyla sınadı. Bütün bu nebîler (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun!) alınlarının akıyla verdiler sınavlarını. Bazıları için belki biraz zor oldu. Nuh’un oğlu için, Rasûlullah’ın amcası Ebû Tâlip için duyduğu hislerde olduğu gibi. Ama sonunda oldu. İbrâhim’e gelen koç, doğru adresten şaşmayan sevgiye verilmiş bir ödüldü.
İnce bir nokta var: Babayı, kardeşi, kadını, hısım akrabayı saydığı halde anneyi saymıyor âyet. Babayı saydığı halde anneyi saymamasının nedeni, baba sevgisinin şartlı sevgi oluşundan. Baba sevgisi, kazanılan bir sevgidir, umutlar gerçekleşmediği zaman yiter. Evlâdından beklentileri vardır babanın, kendisinin gerçekleştiremediklerini o gerçekleştirecektir, babasının kutsallarını koruyacak bir haleftir. Gereğinde çocuğunu Allah’tan ve O’nun yolundan alıkoyar. Eğer yukarıda sayılan emellerinin gerçekleşmesine evlâdının Allah yolunda oluşunu engel olarak görüyorsa gözünü kırpmadan yapar bunu. Hatta daha ileri gider, kendi kutsalları ve atasının kutsalları adına Allah’a karşı, Rasûl’e karşı savaştırır onu. Baba evlâdıyla arasındaki sevgiyi emellerinin gerçekleşmesi uğrunda kullanamazsa sevgisi azalır, hatta tümden yitebilir.
Fakat anne sevgisi öyle değildir. O kazanılmış değil; verilmiş bir sevgidir. O sevgide kayıt ve şart yoktur, baba gibi birtakım beklentileri sevgisine temel yapmaz. Eğer birtakım şartlar ileri sürmüşse, bu şartlar babada olduğu gibi “atalık” hesapları yüzünden değil; tamamen onun iyiliğine olacağını sandığı içindir. Babada “ben” ağır basarken anada “o” ağır basar.
Günümüzde birçok ana baba farkında olarak ya da olmayarak evlatlarının katili oluyorlar. Evlatlarını Allah’tan kıskanıyorlar. Allah’ın dininden kıskanıyorlar. Ve Allah’tan daha çok seviyorlar onları. Daha doğru bir deyişle Allah’ı onlardan daha az seviyorlar. Elbet Gayûr olan Allah da buna râzı olmuyor, yalnız kendisi için yarattığı bir şeyin yine yarattıklarınca kendisinden (Yaratanından) esirgenmesine, kıskanılmasına râzı olmuyor ve sonunda alıyor ellerinden. Onun gerçekte kime ait olduğununu böylesine sert bir ihtarla hatırlatıyor bazen ebeveynlere. Anne babalar Allah’tan kıskanarak, onlar Allah’ı sever gibi severek evlâtlarının sonunu hazırlıyorlar. Bu yanlışı bazen de eşler yapıyor. Eşler Allah yolunda birbirleriyle yarışa çıkmış iki atlet gayreti içerisinde olması gerekirken o yola dikilen birer engel oluyorlar. Böyle olunca da Allah kendi koyduğu sevgi ve merhameti alıyor, yani kendi yuvalarını kendi elleriyle yıkıyorlar, kendi huzurlarını kendi elleriyle kaçırıyorlar. Evet, Allah’ın koyduğu sevgiyi... Âyete buyurun; hem de sevgiye “âyet” diyen âyete: “O’nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden (cinsinizden) eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.” [197]
Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan sevgi’yi O’nun yolunda kullanmak varken o sevginin sahibine karşı silâh olarak kullanmak ne hamâkat! Ailelerin yanlışı, kendilerini önce eş sonra kul saymalarında. Genellikle babaların hoşuna gitmekte önce evlat sonra kul tavrı. Bu ise, Allah’ın râzı olmayacağı bir durum; dahası inanan birinin almaması gereken bir tavır:
"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."[198] Çağdaş insanın Allah’a inanışı câhiliye müşriklerinin Allah’a inanışına nitelik yönünden çok benziyor. Çünkü sevgi değil ihtiyaç belirliyor Rable olan ilişkileri. Çünkü insan “Ey Allah’ım, Sana muhtacım, çünkü Seni seviyorum” deme yerine; “Seni seviyorum, çünkü Sana ihtiyacım var” demeye getiriyor.
Câhiliyyede de, müşrikler kendilerini Allah’a yaklaştırdığını iddiâ ettikleri putlarını savaş, kıtlık ve salgın hastalık zamanlarında hatırlarlardı. O sıkıntı geçince, dün ölürcesine yalvardıkları tanrılarını ertesi gün unuturlar, hayatın akıntısına tekrar dalarlardı. Allah’a taptığını iddiâ eden günümüz insanının da yaratıcısıyla ilişkisi buna benzemiyor mu? Bu ilişkinin temeli sevgiye değil; ihtiyaca dayanmıyor mu? Dahası açınız çağdaş insanın gönlünü, onu kaptırdığı şeyler arasında Yaratıcı’nın kaçıncı sıraya geldiğine bakınız. Hatta gönlüne tıkıştırdığı bir yığın dünyalık arasında Yaratıcı’ya bir yer ayırıp ayırmadığına bakınız.
Bir Meş'ale Ki Mevlâ Yaka, Üflemekle Sönmez: Sevgi, verilen bir şey mi, kazanılan bir şey mi? Bu soruya “her ikisi de” biçiminde cevap vermek mümkün. İhlâs da öyle değil mi? Kitab’ta her iki anlamıyla birden kullanılır: Muhlisîn (ihlâsı kazananlar), muhlasîn (ihlâs verilenler). Elbet sevginin en garantilisi Allah tarafından verilen sevgidir. Bu çok çeşitli alanlarda kendini gösterir. Meselâ iman konusunda: “... Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyânı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[199] Sevgi, bu anlamda hidâyetin öteki adı olmuştur. Bir şeye sahip olmakla, sahip olunan bir şeyi sevmek arasında fark olmalı. İmanı sevmek, imanlı olmaktan öte bir olay olsa gerek. İmanı seven biri, onun üzerinde titreyecek, hatırını sürekli hoş tutacak, uğrunda büyük fedâkârlıklara katlanacaktır. İmanı sevmek, imanın düşmanları olan küfürden, fısktan, isyandan nefret etmeyi gerekli kılıyor. İlkini sevdiren Allah bu sonuncusundan da kulunu nefret ettiriyor. Bu durumda nefret de sevginin kaçınılmaz unsuru oluyor.
“Her şey zıddıyla kaim” ilkesine göre zaten sevmeyenin nefret etmesi, nefret etmeyenin sevmesi düşünülemez. Ancak nefretin meşrûlaşması illetinin “sevgi” olmasıyla mümkündür. Süsleme olayının sevmekle doğrudan ilgili olduğunu bu âyetten anlıyoruz. Obje (iman)’yi süsleyip güzelleştirmek yetmiyor, süjenin de güzel olması gerekiyor. Daha açık bir deyişle, baktığımız güzel olmalı, fakat bakışımız da güzel olmalı. İşte bunun için Allah imanı süsleyip güzelleştirirken bakışı da ihmal etmiyor. Yamuk bir bakış eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterecektir sahibine. Kötülüklerin çirkin gösterildiği bir bakış doğru bir bakış demektir. İşte bunu yapıyor Allah.
İman için sevgiden belirleyici olarak söz eden Kur’an, küfür için de aynı ölçüyü koyuyor: “Küfrü sevmek...” “Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî tanır, dost tutarsa işte zâlimler onlardır.”[200] Çifte standardı tabiat haline getiren günümüz insanının yaşadığı vahim çelişkiyi ortaya koyan bu âyet gerçekte yaygın bir ikiyüzlülüğe parmak basıyor. İnandığını iddiâ ettiği halde imana karşı küfrü sevenlerin, küfrü destekleyenlerin, küfrü savunanların baba-kardeş de olsalar, imanı sevenler tarafından velî ve dost edilmemelerini tavsiye ediyor.
Sadece imanı sevip küfrü sevmemek yetmiyor, imanlıyı sevmek, kâfiri ve onların dostlarını da sevmemek gerekiyor. Onlar isterse inandıklarını iddiâ etsinler, imana ve imanlıya dost olamazlar, velî olamazlar. Çünkü imanlı olmak yetmiyor, imanı sevmek de gerekiyor. Bu da yetmiyor, onun düşmanları olan inkâr, günah ve Rasûlüne isyanı sevmemek gerekiyor; karanlıkla aydınlığı birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Verilen sevgiden söz ediyorduk. Daha önce sevgiyi Allah’ın kendinden üflediği ruha benzetmiştim. Bakınız âyete, âdetâ O’ndan bir parça olarak söz ediyor sevgiden: “Gözümün önünde büyütülesin diye senin üzerine Benden bir sevgi bıraktım.”[201] Rûhu herkes taşırken sevgi daha özel bir ilişki gerektiriyor ve onu bazıları taşıyor. İnsanın erebileceği en büyük saâdet O’ndan bir sevgiyi üzerinde taşımasıdır. Sözkonusu bu sevgiyi taşıyacaklarda aranan özellikler, yani O’ndan bir sevgi taşımaya lâyık olabilmek şertları şöyle tesbit ediliyor: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için Rahmân bir sevgi yaratacak.”[202] Bir şey dikkatimizi çekiyor; Kur’an’da nerede Allah’ın sevmesinden söz edilse, bu âyette olduğu gibi, hemen yanı başında rahmetten, bağıştan söz ediliyor.[203] Sevgi Allah’ın rahmet kalemleri içerisinde baş sırayı oluşturuyor. Bu nedenle de sevgiden mahrum olmak, rahmetten mahrum olmak anlamına geliyor.
Sevgi barıştır, üstelik barışın en büyük teminatıdır. Elbette sevginin de bir teminatı olması gerek. İşte teminatı da Rabbimiz veriyor: “Ve onların kalplerinin arasını (sevgi ile) uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların kalplerinin arasında ülfeti oluşturamazdın, fakat Allah onların kalplerinin arasını uzlaştırdı.”[204] Gönül ferman dinlemiyor ve sevgi henüz borsalara düşmedi. İki insan birbirini kaç para verseniz sever? Ya da seven iki insan hangi bedeli ödeyince terkeder bu sevgiyi? Fiyatı nedir kalbin ve onun en soylu meyvesi olan sevginin?
Gönüllere söz geçirecek olan sultanlar ve fermanlar değil; yalnızca o gönlün sahibi olan Allah’tır. O’nun bir vasfı da “Mukallibu’l-Kulûb (Kalpleri evirip çeviren)”dir. Eğer o gönüllerde sevgi meş’alesini tutuşturmuşsa bir, dünya bir araya gelse, söndüremeyecektir o meş’aleyi. Şair de öyle demiyor mu: “Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.” [205]
Sevgi Toplumu
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah kalplerinizi birleştirdi, O’nun nimeti sâyesinde kardeşler oldunuz. Siz (ülfet yokken) ateşten bir çukurun kenarındaydınız, Allah sizi (illeti sevgi olan bir topluluk içine katarak) ondan kurtardı.”[206] Sevgisizliğin İlâhî lisandaki tasviri “ateş çukurunun kenarında olmak.” Öyle ki yarım adım daha atınca kendinizi yalnızlık ve sevgisizlik çukurunda bulabilirsiniz. Allah sâyesinde yalnızlıktan kurtulup sevgiyi tattınız. Sevginin vazgeçilmez unsurunun “diğeri” olduğunu konuya girerken söylemiştik. En büyük toplumsal rahmet olan “ülfet”in (kelime anlamı olarak birbirine geçirmek, aradaki boşlukları doldurmak demeye gelir. İman edenlerin kalplerine Allah’ın yerleştirdiği kardeşlik sevgisidir.) önşartı nedir, biliyor musunuz? Birlikte olmaktır, topluca sarılmaktır, yani cemâdât değil; cemaat olmaktır. Aynı âyetin girişini okuyalım: “Ve Allah’ın ipine hep birlikte sarılın, bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.”[207] Evet, Allah’ın hatırlamamızı istediği nimetin ülfet olduğunu âyetin devamında gördük. İşte sevgi nimetinin şükrü öncelikle sevgide birliğin sağlanmasıdır. Herhalde kimse sevginin olmadığı bir yerde vahdetten söz edemez.
Cemaat, sevginin bir araya topladığı ülfet adlı yürek devletini kurabbilmiş insanlar topluluğudur; yüreklerini paylaşanların, ülfet kimliğiyle vizesiz gümrüksüz birbirlerinin gönlüne özgürce yol bulanların topluluğudur. Ümmet işte bu toplulukların oluşturduğu okyanusun adıdır. Böyle bir topluluğun fertleri yürek ülkelerinde muhabbeti iktidar etmişlerdir. Sevgi toplumunda fertler birbirlerinin gönlünü, hayat denizinde kopan ya da kopacak olan fırtınalara karşı, emin bir liman, selâmetli bir sığınak, bereketli bir barınak bilirler.
Sevgi toplumunda insan insanın kurdu değil; insan insanın cennetidir. Sevgi iksirinin cennet haline getirdiği yüreklerinde konuklarlar birbirlerini. Öyle bir yürek ki, çarşılarında sevgi satılır, terazilerinde sevgi tartılır, ancak karşılığında para değil yine sevgi alınır. Sevgilerinin faturası yine sevgidir. Çok kere severler ve sevgilerini bezlederler, fedâ ederler. Sevgi toplumunda insanlar yeni tanıdıkları her “insan”a yeni nâzil olmuş bir âyet gibi bakarlar.
Sevgi toplumunun fertleri, yüreğin işlevini iyi bilirler, onu nükleer bir güç merkezi gibi kullanırlar. Sorunlarını sevgiyle çözmeye çalışırlar. Kendi aralarındaki kavgaları sevgiden, tokatları ise şefkattendir. Olağanüstü durumlarda sevgilerini tümden silmezler, parantez içine alırlar. Bu da üç günü geçmez, geçemez. Dövmeleri gerekiyorsa nefret ettikleri için değil; sevdikleri için döverler. Birbirlerini tezgâhlarına koyup tüketmezler, gönüllerine ekip o münbit toprakta üretirler.
Sevgi toplumunda yüreklere asılan “sevgili pankart”ta şu yazılıdır: “Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe de cennete giremezsiniz.”[208] Bu sözün sahibi olan sevginin başöğretmeni, ashâbına ara ara sevgi dersi veriyordu. Bir gün Hz. Ömer’in elini eline almış, “tamam, şimdi oldu” deyinceye kadar onun yüreğine sevgi akıtmıştı. [209]
Sevgi, peygamberlerin ve onların dâvet mirasını üstlenenlerin, dâvetlerine muhâtap olanlardan istedikleri tek karşılık idi. Tüm nebîlerin dâvetleri karşılığında bir ücret istemedikleri Kur’an dilinden sık sık vurgulanır. Çünkü maddî karşılığı olmayan bir eylem, fedâkârlık ve samimiyetin en büyük delilidir. Peygamberler kendilerini çağırdıkları şeyde samimi olduklarını insanlara hatırlatmak için ücret almadıklarını, ecri yalnızca Allah’tan beklediklerini sık sık vurgulamışlardır. Bütün bunlara karşın insanlardan bir tek şeyi istemelerine izin verilmiş. Ne demek “izin verilmiş”; istemeleri Allah tarafından tavsiye ve teşvik edilmiş, bu mükteseb bir hak olarak görülmüş. Nedir o bir tek şey? Tahmin edeceğiniz gibi yine “sevgi”: “De ki: ‘Ben buna karşılık sizlerden bir ücret istemiyorum. İstediğim yalnızca yakın bir sevgidir.” [210]
Sevmek kaynaşmaktır. İnsanların birlikte olmalarının illeti sevgi olursa o birlikteliğin ömrü de sevginin ömrüne eş olacaktır. Sevmek vahdetin ta kendisidir. Seven insan, cemaat ırmağına dökülen bir katre olmayı kabullenmiş demektir. Çokta yok olmaz, teki çoğa karıştırarak çokta var olur, kendinden olanların içinde kendini bulur. Değil mi ki balık gölde yetişir? O sevgi çağlayanları ümmet okyanusuna dökülür. O okyanusta bir damlanın hükmü ne mi olacak? İşte öyle değil. O öyle bir damla ki aynı zamanda bağrında okyanusu, yani ümmeti taşımaktadır.
Sevmek çoğalmaktır; artmak, üremektir. Tarihte sevgiyi katleden birçok düşünce, yaşam biçimi ve sistem gelmiş geçmiştir, fakat, insanlığın değişmez değerlerini paraya tahvil eden, fazîlete dayalı bir ahlâkı yıkıp üretim ve tüketime dayalı bir “ahlâk”ı ikame eden; sevgi, fedâkârlık, samimiyet gibi erdemlerin yerine, gösteriş ve ikiyüzlülüğe dayalı diplomasiyi yerleştiren kapitalizm gibisi gelmemiştir.
Reklâm ve propagandaya dayanan çağdaş dünya sistemi, sevgi gibi paraya dönüştürülemeyen değerlere hasımdır. Onu tahrip etmeyi, bunu beceremezse tahrif etmeyi amaçlar. Onu yok etmeyi beceremez, çünkü sevgi yok edilemez. Ne ki ikincisinde, yani sevginin tahrif edilip sahte sevgileri, bol reklamla pazarlama işinde başarılı olmuşlardır. Fuhşun, çarpık ilişkilerin, putperestliğin adını aşk ve sanat koymayı başarmışlardır. Bu sâyede sevgi, tüketime elverişli bir hale getirilmiştir. Artık insanlığın yüce değerlerinden biri olan sevgiyi tutsaklık aracı olarak kullanmak mümkün olacaktır. [211]
Tutku (Çarpık Sevgi)
Gerçekte sevgi, özgürlüğün üst sınırıdır. İnsanı mahkûm eden duyguya sevgi denmez, tutku denir. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerek. Sevgi ile tutku birbirinden tamamen farklı şeyler. Sevmek bir şeyin içinde olmaktır. Tutku ise bir şeye kapılmaktır; bir sele, bir kalabalığa, bir rüzgâra kapılır gibi kapılmak...
Sevmek özgür kılar, tutku tutuklar. Tutkusunu sevgi zannedenlere söylüyorum: Elinizi kolunuzu bağlayan, irâdenize söz hakkı tanımayıp onu teslim alan, aklınızın dizginlerini eline geçiren, sizi uysal bir binek gibi istediği tarafa sürükleyen şey en büyük özgürlük demek olan sevgi olabilir mi?
Tutkunun bir türü de tiryâkiliktir. Bir tiryâki, bana tiryâkisi olduğu şeyi sevdiğini söylüyorsa ben bunu “tutku” olarak anlarım ve onun tutkuyu sevgi sandığı sonucuna varırım. Bu tiryâkilik her zaman aynı şeyde ortaya çıkmaz, farklı farklı şeylerde tezâhür edebilir. Kadın ya da erkek, bir zombi gibi kendisini esir edip ardından sürükleyen şeyin adını aşk koymaktan gizli bir haz duyarlar. Gerçek aşkın, saf aşkın iyi şöhretinden böyle istifade ederler. Hâlbuki bu aşk değil; tutkunun ta kendisidir. Çünkü gerçek aşk insanı kendi cinsinin elinde oyuncak etmez, insana özgürlük bahşeder ve aşkınlık kazandırır.
Gerçek aşkı tanımayanlar iki kişilik divâneliklerin adını aşk koymakta ısrarlıdırlar. Bu durum psiko-patolojik bir vak’adır. Aslında tutku olan bu tip “aşk”lar çoğunlukla yalnızlığı yüksek dozda yaşayan fertlerde görülür. Bu tipler çektikleri aşırı rûhî yalnızlığı hafifleten birini bulduğu zaman, ilk anda kronik yalnızlığını hafifleten o kişiye karşı duydukları minnet hissini aşk zannederler. Uzun zamandır uçsuz bucaksız yüreğinde bastırdığı yalnızlık acısını dindiren bu unsura karşı duyulan minnet ve şükran hissidir bu. Aşk zannedilen bu hissin güçlü olması, sevginin şiddetinin ölçüsü değil; daha önceki yalnızlığın derecesinin büyüklüğüdür. Yeni durumda, yalnızlık açısından değişen pek bir şey yoktur aslında. Evvelce tek kişilik olan yalnızlık, şimdiki durumda çift kişilik yalnızlığa dönüşmüştür. Tabii, bu tutku platonik (tek yanlı) değilse.
Platonik aşklar genelde hayal gücüyle orantılı olarak büyürler. Bu tip sevgilerin çoğu hayalî sevgidir. Sevgi hayal olduğu sürece katlanılır. Fakat sevgi insanlar arasında yaşanılan bir olgu haline gelince, aradığını bulmuşluğun korkusuyla donar kalır kahramanımız. Çünkü gerçekte onun aradığı, sevginin kendisi değil şöhretidir. Onu bir avuntu aracı olarak kullanmaktadır. Deniz kartpostallarında hayalî geziye çıkan adam gibi sevgilinin kendisine değil, fotoğrafına tutkundur. Bu tip sevgilerin diğer bir boyutu da, insanın kendi sorunlarını çözmek yerine, kendinden, kendi gerçeklerinden kaçmak için başkalarıyla ilgileniyor görünmeyi seçmesi. Kendi sorunlarının tümü yüzüstü dururken sevdiğini zannettiği insanın sorunlarını çözmeye çalışır ve bunun adını da “fedâkârlık” koyar. İşte bu, insanın kendisinden kaçışıdır. Tabii, sonuçta hiçbir sorun da çözülmüş olmaz.
Cinsellik, alkol, uyuşturucu, mecnunluk ve serserilik aşkın doğal birer sonucu gibi gösterilir çarpık sevgide. Bu kocaman bir aldatmacadır. Bunlar olsa olsa doyumsuz birinin, kendisini içine atıp kaybolacağı bir girdap arama çabasıdır. Bu tip sevgilerde sevilen bir “girdap” görevi görür. O âdeta bir intihar ağacıdır. Bütün bunlar, sevgi ve aşk değil; tutkunun farklı yansımalarıdır. Böyle birinin mâşûkuna bakması bir tiryâkinin tiryâkisi olduğu şeye bakması gibidir. Yalnızlığını, içki şişesinde balık olma düşüncesiyle gideren bir ayyaşla, yalnızlığını bir kadının cinselliğinde giderme düşü gören bir tutkun’un ruh halleri birbirinden farklı değildir.
Hâlbuki sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun cinselliği yoktur. İnanan ruhuyla sever. O sevgide, ön planda olan cinsellik değil; ruhun, yani “üflenen öz”lerin birbirlerine karşılıklı olarak duydukları iştiyaktır. Saf (rûhânî) sevginin altında buzağı (cinsellik) arayan tipler ruhuyla değil; aklıyla, ya da daha başka yerleriyle seven tiplerdir. Sevgiyi hep cinsellik olarak algılayanlar, rûhânî sevgilere de “libido” gözlüğünden bakarlar. İman edenlerin birbirine kardeş kılınması, işte o “üflenen öz”ün bedendeki egemenliğini kabul etmek (iman)tir. Bu egemenliği kabul edenler kardeş kılınmış olurlar.
Birçok kişi cinsel arzuyu kafalarında sevgi ile özdeşleştirdikleri için birbirlerine duydukları bedensel isteği kolayca “sevgi” ya da “aşk” sanabilmektedirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile illeti cinsel arzu olan bir sevginin ömrünü ve değerini varın siz hesaplayın. Kaldı ki bu, sevgi değil; iki kişilik bencilliktir; çift kişilik yalnızlıktır. Bencil kişi, aslında değil başkasını, kendisini bile sevemez. Yaygın kanaatte olduğu gibi, bencillik kişinin kendisini sevmesi değildir. Belki kendi kalbî beceriksizliğinin üzerine egosunu giydirmektir. O üretememenin acısını, ilgisini kendi şahsına tahsis ederek çıkarır. Yalnızca tek bir kişi tarafından tüketilecek kadar kısır bir yüreğin ürününe, nasıl “sevgi” diyebiliriz?
Sevgi bir ummandır; yüzölçümü sınırsız olan bir yüreği bir kişiye tahsis etmek sevgiyi hadım etmektir. Benliğinin dikenli tellerinden kurtulup o yüreğin kıyılarına gelip dayanan herkesin girme hakkı vardır oraya. Sevginin sadece kendisine tahsis edilmesini Allah bile kullarından istememiştir. Onun istediği, sevgide başka bir şeyin kendisine denk tutulmaması, en çok kendisinin sevilmesidir: “İman edenler ise en çok Allah’ı severler.” [212]
Çağdaş insanın aşk adını verdiği yalnızlıkta, iki kişi dünyayı, Allah’ı, Rasûlü karşılarına alıp bir ltd. şirket kurarlar. Bu iki kikişilik şirketin adına da sevgi derler. Çağdaş insanın hastalıklarından biri de sevmeye değil; sevilmeye, beğenilmeye çalışması. Bunun için olmadık kılıklara girmesi, bir yığın maskeler edinip; insanlara gerçek yüzünü değil; maskeli yüzünü göstermesi ve sonunda maskesini kendi gerçek yüzü sanması. Sen oradan geçiver. Sevgiyi üretecek olan yine sevginin kendisidir. Etken ol, önce sev, sonra ne yaparsan yap.
Romanlara, filmlere konu olan ve adına “büyük aşk” denilen çarpık sevgi bir tür tapınışa kapı aralıyor. Tutkuda taraflar birbirlerini sevme değil; birbirlerine tapınma yarışına girince, aşk bir fetişizme dönüşüyor. İnsanoğlu tarih boyunca putunu hep kendisi yapmış ve dönüp kendisi tapmıştır. Bu kadim tutkunun bir devamı oluyor bu iş. Put edinilen sevgilinin kendisi değil; bizzat tutku yani “hevâ” oluyor. Tutkusunu (hevâ) tanrı edinmekten Kur’an’da da söz ediliyor: “Tutkusunu tanrı edinen kimseyi görüyor musun?”[213] Gerçek sevginin yüceltici gücü olduğu gibi, çarpık sevginin de aynı oranda alçaltıcı özelliği vardır. Birincisinde insan kendisini bulurken, ikincisinde kendisini yitirir. Sevdiğini ilâh edini, onu tefekkür eder, onu zikreder, onu tesbih eder, onu görür, onu yaşar. O artık sevgili olmaktan çıkıp bir çeşit “ilâh” olur. Ve zaten bu sayılanlar da bir tür tapınış yöntemleri değil midir?
Kahramanımız en büyük yanlışı sevgi dağılımında yapmıştır. Yalnızca Allah’a verilebilecek payı kendi cinsine ayırmış, tutkusunu tanrı edinmiş ve onu “Allah’ı sever gibi sevmiş”tir. Böyle bir tavra karşı Gayûr olan Allah’ın muâmelesi biraz farklıdır: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır.”[214] Burada bir noktayı hatırlatmak gerek: Tutkusu insana olan biri, tutkusu eşyaya olan birinden çok daha ehvendir. Hiç değilse insan mahlûkatın şereflisidir. Ya mahlûkatın şerefsizine vurgun olup onu “ilâh” edinenler? Çoğu kez, çarpık da olsa, su katılmadığı zaman sevgi, insana doğru adresi buldurabbilir. Sevmeyi öğrenmiş bir yürek, yanılgısını anlayıp gerçek sevgiliyi farkedince O’na yönelecektir. O zaman geçmiş acı tecrübe mükemmel bir iç zenginliğin kazanılmasında başrolü oynayacaktır. Gerçeğiyle, sahtesiyle sevgiyi hiç tanımayan insanın sözünü etmeye bile hâcet yok, çünkü onun “insan”lığı tartışılır.
Bu konuda son söz yine âyetin: “Rabbiniz sadece kendisine tapmanızı emretti.”[215] Putlaştırılan sevgide sevgililer birbirlerinde olağanüstü şeyler görmeye başlarlar. Tıpkı Kur’an’ın dediği gibi: “Belki yardım olunurlar diye Allah’tan başka tanrılar edindiler.”[216] Sonunda ne mi olacak? Onu da aynı kaynaktan öğrenelim: “(O putlaştırdıkları) kendilerine yardım edemezler, tersine kendileri onlar için hazır kıta askerdirler.”[217] Hele tek taraflı tutkularda bu gerçek kendini ne kadar açık bir biçimde gösteriyor. Sevgili adını verdiği ikonu memnun etmek için yaptıklarının yarısını Allah için yapsa, belki de O’nu râzı edecek. Bu serüven bazen tarafların birbirlerinden yok oluşuyla son bulur. Maddî ya da mânevî intihar...
Çağdaş sistem insana ruh açlığını fark ettirmemek için ha bire oyuncak üretiyor. Aile bağlarını, toplum bağlarını, sosyal erdemleri zayıflatıp yok ederek bireyi önce yalnızlığa itiyor. Ardından yalnızlığını hatırlayıp onu yenmeye çalışanların rotasını saptırıyor, ona yaşına göre oynayacağı oyuncaklar imal ediyor. O zavallı da bunları değiştire değiştire oynuyor, oyalanıyor. Bu oyuncaklar ona yalnızlığını geçici bir süre unutturabbilir, bir uyuşturucu etkisi yapabilir. Asıl tehlike, bu oyuncakların ardındaki gizli maksadı göremeyip onlara güvenerek, insanın, sevebilecek yerlerini yok etmesidir. Bir kez toplumu bu hale getirirlerse gerisi kolay. Böylesi bir toplumda insanlararası ilişkilerin illeti sevgi değil; menfaattir. Herkes ikiyüzlü değil; iki yüz yüzlüdür. Olanca münâfıklığıyla sergilenen çağdaş ilişkilerdeki yapmacı “kibarlık”a budalaca katlanmak zorundadırlar. “Katlanmak” ne kelime, kendisi de aynı oyunu karşısındakine karşı oynamak zorundadır. Belirleyici gücünü sevginin oluşturmadığı çağdaş ilişkiler tüketim, gösteriş, reklam ve sahtekârlık üzerine kurulmuştur. Bireyi makinenin bir parçası haline getiren sistem, onun şahsiyetini hedeflemiştir. Onu en şerefli yaratık makamından indirip eşyalaştırma ve eşyayı da onu indirdiği makama geçirmek ister. Senden kutsadığı eşyayı tüketmeni, yalnızca tüketmeni ister.
Bu bir yabancılaştırmadır; her şeyden önce insanın kendisine karşı yabancılaştırılması, öz benliğine karşı yabancılaştırılmasıdır. Böyle biri için sevgi, karın doyurmayan bir ayrıntıdır. Yabancılaşmış tip, her şeye midesinden baktığı için, her şey orayı doldurduğu oranda ya da bir eşya gibi tepe tepe kullanıldığı oranda kıymetlidir. Ruhun varlığından haberi olmayanlar, ruhun açlığını nereden bilsinler? Çağdaş sistemin bu sapıklığına bilimsel bir temel hazırlamaya çalışan kapitalizm dininin sahtekâr peygamberleri, kendilerine ilk hedef olarak sevgiyi seçmişlerdir. Bunlardan biri olan Freud’a göre, tüm içgüdüsel arzular hiçbir engelleme ile karşılaşmadan tatmin edilince mutluluk ve ruh sağlığı kendiliğinden sağlanacaktır. Hiçbir ahlâk kuralı tanımayacaksınız, tüm toplumsal değerleri reddedeceksiniz, dinin ilkelerini rafa kaldıracaksınız, tüm eylemlerinizin itici gücü şehvet olacak, her türlü arzunuzu her çeşit yoldan tatmin ederek mutlu olacaksınız.
Bu tezin bilimsel olup olmadığı üzerinde durmuyorum; ne olduğu ortada zaten. Fakat bunun hiç de böyle olmadığını Freud’u yetiştiren toplum bile anlamış durumda. İnsanı mutlu eden, şehvet ve cinsel arzularının engellenmeden tatmini değil; bir dâvâya inanarak inancını hayatında yaşayabilmesidir. O dâvâ eğer dünyevî ise dünyada mutlu olur, eğer iki cihan mutluluğu istiyorsa o dâvâ İslâm olmalıdır. Bu tez, kimin ekmeğine yağ sürüyordu? Elbette kapitalizmin. Bu sömürü düzeninin insanın maddî ve mânevî tüm ihtiyaçlarını karşılayıp onu mutlu etmeye yeteceği ispatlanmaya çalışılıyordu. Ağababaların dünyayı daha iyi sömürebilmesi için insanların aklını fikrini uçkuruna takması isteniyordu. Patronlar bunu Freud aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştılar. Böylelikle kapitalizmin insan sorunlarını çözmede daha kapsayıcı bir hale geldiği vurgulanacaktı. Freud’a göre; insan doğuştan yarışmayı sever ve birbirlerine karşılıklı nefretle doludur. Erkekler ise hep birbirlerini kıskanırlar.
Darwin de bu bilimsel sömürü karosuna en güçlü olanın yaşamını sürdürdüğü ve geliştiği teziyle katıldı. Hayatı tesadüfle açıklayınca başka türlüsünü söylemesi de mümkün değildi zaten. Böylelikle hayatın dinamiği, hak değil; güç olmuş oluyordu. Kaba kuvvet, yaşamın kaynağına kocaman cüssesiyle gelip kuruluveriyordu. Freud kapitalizmi psiko-sosyal alana taşırken, Darwin de bu sömürü dinini biyolojik alana taşıdı. Sonuçta ikisi de aynı hedefe ateş ettiler, sevgiye...
Putperest Batı medeniyetinin (Batı, toplum ve sistem olarak tarihinin hiçbir döneminde muvahhid olmamış, aldığı hakikatleri tahrif ederek almıştır) üzerinde yükseldiği felsefe budur. G. Leonard kendi toplumunu şöyle değerlendiriyor: “Bu toplum, dünyayı bir yörüngeye sokabilir, aya ulaşabilir, ama iki insan için birbirini boğazlama isteği duymadan bir hafta süreyle birbirleriyle uyum içinde yaşamanın yolunu henüz bulamadı.”
Onların bu hastalığı hangi topluma bulaşmadı ki? Şimdi nefreti insanın değişmez karakteri olarak tanımlayan Batı her yerde; Batı içimizde, çünkü nefret içimizde. Onun girdiği yerde sevgi yaşayamaz, zaten o da yaşamadı. Sevginin sahibi, kendisinden yüz çevirenden aldı, onu tanıyanlara verdi. Tarih boyunca böyle olmuştur bu. “Ey iman edenler, sizden kim yolundan dönerse Allah öyle bir toplum getirecek ki O onları sever, onlar da O’nu.” [218]
Sevmek fedâkârlıktır, verdikçe, harcadıkça çoğalır. Kimi harcamaların sonu tükeniş ve yoksulluk olabilir. Fakat sevginin bizzat kendisi zenginliktir. Bu yüzden sevebilen insan iki dünyanın en zengin insanıdır. Çünkü gerçek zenginlik vermektir, veren el olmaktır. Üreterek vermekten kazanılan ruh olgunluğu başka bir şeyden kazanılamaz, hele tüketerek harcamaktan hiç.
Züleyha alıyordu, tüketici bir sevgiydi onunkisi, zaten arzusu da buydu: Yusuf’u tüketmek. Yakub (a.s.) veriyordu, üreticiydi onun sevgisi. Seviyor ve veriyordu. Gözlerini verdi, değerli bir varlığı olan gözlerini. Sevginin bedeli olmuştu bir çift göz, onun karşılığında sevgi de kendi bedelini Yakub’a ödedi; gözün göremediğini gören bir burun vererek. Sevginin, sevip fedâ edene ödediği bir bedeldi bu.
Tüketici sevgiyle üretici sevgi arasında bir fark vardı: Şefkat. Birinin illeti şehvet iken, diğerinin illeti şefkat idi. Allah’a olan sevgisini öz yavrusunu gözünü kırpmadan fedâ ederek isbatlayan İbrâhim’e, sonunda sevgi aracı olan İsmâil’in iâde edildiği gibi, Yakub (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun)’un bedel olarak ödediği gözleri de sonunda kendisine iâde edildi.
Şehvete dayalı cinsel sevgi aslında arzunun aklı ve duyuları hükmü altına alıp kalbi yanıltmasıdır. Bunun benzeri hayvanlarda da görülür. Bu tip bir arzu tatmin edilmezse ihtirasa dönüşür. Sadistçe duygular işte bu tatmin edilmeyen ihtirasın insanı teslim almasının sonucudur.
Sevginin Tezâhürleri: Sevgiyi besleyen yan kaynaklar vardır. Bunlar olmadan sevgi tek başına uzun süre ayakta duramaz. Sevginin saçakları bu kaynaktan beslenirse o sevgi sağlam ve uzun ömürlü olur. Bunlar emek, ilgi, tanıma, sorumluluk ve saygıdır.
Emek: En doğal sevgi, emeğe dayanan sevgidir. Çünkü bu tür sevginin içerisinde ilk kalemi şefkat oluşturur. Allah’ın kuluna, ananın evlâdına, bahçıvanın çiçeklerine, mimarın eserine olan sevgisi de bu tür bir sevgidir. Seven sevdiğine emek vermiş, kendisinden bir şeyler katmıştır. İnsanlar ekmekle doyar, emekle büyür, sevgiyle yaşarlar.
İlgi: İlgi de sevginin tezâhürlerindendir. Bir şeyi sevip de ona ilgi göstermemek düşünülemez. Meselâ Allah’ı sevdiğinizi söylüyorsunu ama O’nun emirlerine ilgisiz kalıyorsanız, bu sevgi kupkuru bir iddiâ olur. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, merhamet edendir.”[219] Evet, yaratıcınız sevginizi isbatlamanızı istiyor, bunu sevdiklerini de severek yapmanızı, onlara uyarak yapmanızı istiyor. O’nun sevdiklerine itina göstererek, O’nun koyduğu kuralları hayata hâkim kılarak yapmanızı istiyor. Unutanların unutulacağını bilmenizi istiyor: “Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu.” [220]
Tanıma: Sevginin tezâhürlerinden biri de tanımadır. Tanıma yöntemlerinin içinde en kolayı sevgiyle tanımaktır. Bunlar içiçe eylemler. Sevdiğiniz kadar tanırsınız; tanıdığınız kadar seversiniz. Fakat toplum tanımadan sevenlerle, sevdiğini iddiâ edenlerle dolu. Bunu nasıl beceriyorlar, bilemiyorum doğrusu. Zaten bu tip sevgilerin ömrü de olmuyor, tanıyıncaya kadar sürüyor. Buna şıp sevdilik derler. Bir de tanıdıkça artan sevgi vardır ki, böyle biri olmak büyük bir lütuftur. Allah da tanıındıkça sevilir. Sevgi, tanımanın en kestirme yoludur, demiştik. Çünkü sevmek, sevilmeyi gerektirir. Bu eylemin karargâhı yürektir ve sevmek insanın kırkıncı odası olan yürekte birini konuk etmektir. İnsanın sırrı işte o odadadır. İnsanı tanımak için orayı görmek gerekli, yani sevilmek gerekli. İnsana tanınmak içinse orada görmek, yani sevmek gerekli. Elinde sevginin giriş kartını taşımayan, o odaya orduyla gelse dahi giremeyecektir, göremeyecektir, tanıyamayacaktır.
Sorumluluk: Sevgi sorumluluk ister. Zaten sevmek, başlı başına bir sorumluluk değil midir? Sorumsuz insanlar tutulabilir, vurulabilir, lâkin sevemezler. Çünkü sevgi kazanılması zor, muhâfazası ise daha zor bir olaydır. Onu korumak ve kollamak insana birtakım ek yükümlülükler getirir. Yani engin bir sabır işidir sevgi. Sorumluluğun zıddı yetersizliktir. Bir insana, sırf kendi kendine yetmediğin için bağlıysan, o sevgi bir gün bir yerlerinden dökülüverir. Sorumluluk en fazla eşler arasındaki sevginin çimentosudur. O giderse aile binası ikisinin de başına yıkılacaktır.
Saygı: Kişi sevdiğini saymıyorsa ona bir gün sevginin faturasını çıkartabilir, hatta sevdiği kişiyi tezgâhına koyup pazarlayabilir. Bu ona duyduğu sevginin sırtından geçinmektir ki, pek hoş karşılanmaz. Sevmek, sevilenin özgürlüğüne, şahsiyetine saygıyı gerektirir. Dengesizliğe varan saygısız sevgi, içerisinde sevileni esir alma, onu tutsak etme arzusunu barındırır. İşte bu yamuk arzu, ancak saygıyla önlenebilir. Sevdiğini nesneleştirmekten kaçınabilen çok az insan vardır. Sevilenin nesneleştirilmesinin en etkili tedbiri saygıdır. Çünkü insan bir nesneyi sevebilir, fakat bir nesneye saygı duyamaz. İşte bu nedenle saygı, sevginin kişisel bir sömürüye dönüşmesini önleyen yegâne unsurdur.
Sevgi öğretilebilir mi? Ne münâsebet, elbette öğretilemez, fakat yaşanır. Ancak, insanın sevme yeteneğini keşfetmesi, bu gizli hazineyi ortaya çıkarması için, içinde taşıdığı mükemmel donanımı görmesi, belki eğitimle sağlanabilir. Sevgiyi öğretmenin en garantili yöntemi sevmek ve sevgi temelleri üzerinde yükselen model bir toplum oluşturmaktır.
Kur’an sevgiden bu kadar çok söz ederken, sevgi bizim hayatımızda ne kadar yer tutmakta? Sevebilecek yerlerimizi ellerimizle hâlâ yok etmemişsek, haydi, hep birlikte sevgi oluğunun altına tutalım başlarımızı. Bilelim ki, İslâm’ın ve insanın ortak düşmanları önce sevgiyi katlettiler ve yerine nefret tohumları saçtılar. Bombalarını coğrafyamızdan önce yüreklerimize attılar ve oradan başladılar işgale. Yaşadığımız bu diz boyu sefâlet neyin sonucudur sanıyorsunuz? Sevginin kanı dökülmüşse bir yüreğe, o yüreğe bir daha bahar gelir mi hiç? Sevgi güllerini yolan eller kurumaz mı hiç? Ondan geriye buğz, hased, kin, sûizan, kapris, ihtiras kalacaktır. Sevginin yerini bu sayılanlar aldığı zaman gelsin gıybetler, gelsin iftiralar, dahası gelsin hamâkatten kaynaklanan ihânetler ve acımasızca kıyımlar.
Evet, yakıtı tükenmiş bir yürekle bu dünyanın en zor yokuşunda nereye kadar çıkabilirsiniz ki? Kalp öyle bir taşıyıcı ki, taşıdıkları arasında iman var, Kur’an var, basîret var, firâset var, cemaat var -kırıp bitirmemişse tabii- ümmet var. Nüfusu milyarları bulan bu ülkenin yüzölçümü henüz hesaplanabilmiş değil. Bütün bunlar bir yana, orası Mekânsız’a mekân olacak kadar, O’nu orada ağırlayacak kadar büyük. Bu sınırsız coğrafyada, bu sınırsız yükü çekebilecek taşıtın yakıtı da sınırsız olmak gerek. İşte o yakıt “sevgi”dir. Değilse, o muazzam yüke yürekten başka hangi araç, sevgi’den başka hangi yakıt dayanabilir? Bir sonsuz’u taşıyan sonsuz bir araca, sonsuz bir yakıttır sevgi.
Onun için diyoruz ki “önce sev...” Kardeşini sevdin mi bir kez, kötülük yapamazsın ona. Eğer mü’minler elimizden, dilimizden emin olamıyorlarsa, sevgisizlik yüzündendir. Sevginin “cennet” demeye geldiğini, sevginin “iman” demeye geldiğini bir daha dinleyelim Rasûl’ün dilinden: “Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız; iman etmedikçe cennete giremezsiniz.”
İnsanın insana sunabileceği en ölümsüz hediyedir sevgi. Bir asrı asr-ı saâdet eden işte budur. Onlar sevgiyi öyle yüksek dozda yaşadılar ki, sonraki nesiller onların bu sevgi stoğunu yüzyıllardır harcaya harcaya bitiremedi. Buyurun, kuşağımızla biz bu sevgiyi tüketen değil; üreten olalım. Öyle üretelim ki, sonraki kuşaklara bile yetsin bu sevgi. Eğer dünyadaki insana ve insandaki dünyaya varlığın harcadıkça çoğalan ortak sermâyesi sevgi hâkim olmayacaksa, nasıl sağlanacaktır insanın mutluluğu? Ve yüreklerin işgal altında olduğu bir toplumda sevmeyi neyle, nasıl becerecektir insanlar? [221]
Sevginin Tezâhürü; Dostluk ve Dostun Nitelikleri
Kur’an’ın haber verdiği velîde/dostta bulunan nitelikleri, Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz. Zira dostu tanımadan istenilen hedefe ulaşmak mümkün değildir.
a- Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir. Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira, bütün ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece O’dur. [222]
b- Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen, yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.[223] Böyle bir dost, rahmet peygamberi ve diğer nebîler olabilir. [224]
c- Allah'a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın rızâsının dışına çıkmayan[225] ve her konuda örnek olarak insanların hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan, sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir. Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.
d- İmanda birlik içinde bulunarak Allah'a, Peygamber’e ve mü’minlere karşı gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla yardım içinde olabilenlerdir.[226] Kur’an, bu durumda olanları mü’min olarak değerlendirir.
e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.[227] Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. [228]
Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir. Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:
a- Müslüman olmak,
b- Allah'a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,
c- Namaz kılmak,
d- Zekât vermek,
e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. [229]
Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara Allah ve rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır. İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir müslüman, Allah'a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.
"Kişi, sevdiğiyle beraberdir." [230]
"Bir şeyi aşırı sevmek, insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar." [231]
"Allah için sevişen iki din kardeşi buluştukları zaman, biri diğerini yıkayan iki el gibidirler. Ne zaman iki mü'min bir araya gelirse, Allah Teâlâ, birini diğerinden faydalandırır." [232]
"Allah için birbirlerini sevip dost olanlar, kıyâmet gününde arşın gölgesinde, nurdan minberlere kurulup oturacaklardır." [233]
"Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah Teâlâ dünya ve âhirette kusurlarını örter." [234]
"Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize şefkat göstermeyen Bizden değildir." [235]
"Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir." [236]
"Zâlimi seven kimse, Kâbe'de duânın mutlaka kabul olunduğu yer olan makam-rükün arasında 70 yıl kalıp ibâdet etse dahi, kıyâmet günü, Allah onu sevdiği zâlim ile beraber kılacaktır." [237]
"Kul, aslında cehennemlik bir adamı, Allah'ın rızâsına uygun, hayırlı bir iş yaptığını gördüğü için sevmiş olsa, bu yüzden Allah onu mükâfatlandırır. Yine kul, aslında cennetlik olan bir adamı, Allah'ın rızâsına aykırı, kötü bir iş yaparken görüp buğzetmiş olsa, bundan dolayı da yine Allah onu mükâfatlandırır." [238]
"Allah için dost olanların sevgisi, sebebi devamlı olduğu için devam eder. Dünya için dost olanların sevgisi ise, sebebi fâni ve devamsız olduğu için kısa sürer. Bir an gelir ki son bulur."
"Allah sevgisinin alâmeti, muvâfakat, yani emredilene uyup, peki demektir."
Bir zat, Muhammed bin Vâsi'ye: "Ben seni Allah rızâsı için seviyorum" demişti. O da şu karşılığı verdi: "Madem O'nun için beni seviyorsun. O da seni sevsin!" Sonra şöyle duâ etti: "Ey Allah'ım! Senin için halk tarafından sevilirken, aynı zamanda Senin sevmediğin bir kulun olmaktan Sana sığınırım."
Mü’min mü’mine mü’mince bakarsa nice güzellikler, sevilecek pekçok yönler görecek ve sevecektir. Her şeyden önce güzellik, bakan gözde; sevgi, seven gönüldedir.
"İnsanoğlu böyledir işte, hep sevilmek ister. Fakat sevilmek için önce sevmek ve sevilmeyi hak etmek gerek."
"Bir insanın iki sevgisi olamaz; Allah bir göğüste iki kalp yaratmamıştır."
"Temiz ve berrak bir sevgi, ruhtaki bütün korkuları filtre eder."
"Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene karşı muhabbet etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti, dünya zevklerinden, onu yedirip içirmesinden dolayı değildir. Aralarındaki bu bağ, Allah'ın kalbe koyduğu akrabalık, annelik sevgisi sebebiyledir."
"Allah sevgisi, itaate sarılmak, aykırılıklardan ayrılmaktır."
"Sevilmek için önce sev ve sevimli ol."
"Seviniz, insan hayatında bundan güzel bir şey yoktur, Sevilmesi gereken zâtı gereği gibi sevmek, devamlı bir mutluluktur."
"Eğer bir kimseyi, kimse sevmiyorsa, bunun sebebini araştırmalıdır; eğer bir kimseyi herkes seviyorsa, bunun sebebini de araştırmalıdır."
"Ana babalar, çocuklarından yedikleri tokatların sebebini, onları çok fazla, yani ölçüsüz sevmelerinde aramalıdır."
"Büyük işlerden hiçbiri sevgisiz başarılamamıştır."
"İnsanlara giriş yolu gönül yoludur. Sevmeyen, insanlara kendisini sevdirmeyen bir insan, insanlara bir şey anlatamaz."
"Sevgiyle bakılan her şey güzeldir."
"Gerçek sevgi, iyilik gördüğünde artmayan ve kötülük gördüğünde eksilmeyendir."
"Sevgi, rûhun güzelliğidir."
"Çok şeyi sevmezsen, çok şeye üzülmezsin. Fâni şeyleri aşırı sevmek, boş şeyler için üzülmek demektir."
"Her şeyden bıkılabilir, ama sevgiden asla!"
"Sevginin karşılığı yine sevgidir."
"Sevgi, bir çeşit savaştır."
"Sevgi, kalbin göklere yükseldiği altın merdivendir."
"Beşerî aşk, insanın her şeyini kilitleyen anahtar olabilir; İlâhî sevgi, insanın her şeyini açan/çözen anahtardır."
"Kendi isteğiyle sevilmek kolay değildir, ama saygı uyandırmak kolaydır."
"Sevgi, güneş gibidir; kör bile hisseder."
"Dünya sevgisi, insanın kalbinden imanın tadını çıkarır."
"Sevgi, insanı sürükleyip götüren eşi bulunmaz bir taşıttır."
“Güzel değil batmakla kaybolan mahbûp/sevgili. Çünkü zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz. Ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez, sevilmemeli.”
"Dünya için sevişenlerin araları, zamanla bozulur; Mevlâ için sevişenlerin araları ise hiç bozulmaz."
"Niçin başın göklerde, ne arslansın ne devsin;
Mü’minleri sev, Allah da seni sevsin."
"Her kime nasib olsa Kâbe, Hüdâ dâvet eder,
Herkes sevdiğini hânesine dâvet eder."
"İlâhî! Sevdir bize hep, sevdiklerini. Yerdir bize hep, yerdiklerini. Yâr et bize erdirdiklerini."
Sevgi Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- Sevgi Anlamında Hub (H-b-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 83 Yerde): 2/Bakara, 165, 165, 165, 177, 190, 195, 205, 216, 222, 222, 276; 3/Âl-i İmrân, 14, 31, 31, 32, 57, 76, 92, 119, 119, 134, 140, 146, 148, 152, 159, 188; 4/Nisâ, 36, 107, 148; 5/Mâide, 13, 18, 42, 54, 54, 64, 87, 93; 6/En'âm, 76, 141; 7/A'râf, 31, 55, 79; 8/Enfâl, 58; 9/Tevbe, 4, 7, 23, 24, 108, 108; 12/Yûsuf, 8, 30, 33; 14/İbrâhim, 3; 16/Nahl, 23, 107; 20/Tâhâ, 39; 22/Hacc, 38; 24/Nûr, 19, 22; 28/Kasas, 56, 76, 77; 30/Rûm, 45; 31/Lokman, 18; 38/Sâd, 32, 32; 41/Fussılet, 17; 42/Şûrâ, 40; 49/Hucurât, 9, 12; 57/Hadîd, 23; 59/Haşr, 9; 60/Mümtehıne, 8; 61/Saff, 4, 13; 75/Kıyâme, 20; 76/İnsân, 8, 27; 89/Fecr, 20, 20; 100/Âdiyât, 8.
B- Sevgi Anlamında "Meveddet" (V-d-d) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 28 Yerde): (2/Bakara, 96, 105, 109, 266; 3/Âl-i İmrân 30, 69, 118; 4/Nisâ, 42, 73, 89, 102; 5/Mâide, 82; 8/Enfâl, 7; 11/Hûd, 90; 15/Hıcr, 2; 19/Meryem, 96; 29/Ankebût, 25; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb,20; 42/Şûrâ, 23; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 1, 1, 2, 7; 68/Kalem, 9; 70/Meâric, 11; 85/Bürûc, 14.
C- Sevgi Anlamında "Ülfet" (E-l-f) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 8/Enfâl, 63, 63, 63; 9/Tevbe, 60; 24/Nûr, 43; 106/Kureyş, 1, 1.
D- Allah Sevgisi
a- Mü’minlerin Allah Sevgisi: 2/Bakara, 165, 177, 186; 3/Âl-i İmrân, 31; 21/Enbiyâ, 90.
b- Allah’ın Kullarını Sevmesi: 3/Âl-i İmrân, 31; 5/Mâide, 54.
E- Rasûlullah Sevgisi
a- Peygamberimiz, Mü’minler İçin Nefislerinden daha İleridir: 33/Ahzâb, 6.
b- Peygamberimiz’e Salevât Getirmek: 33/Ahzâb, 56
c- Peygamberimiz’e Saygı Göstermek: 49/Hucurât, 1-5; 58/Mücâdele, 12-13.
d- Peygamberimiz, Ümmetinin Üzerine Düşkündür: 5/Mâide, 118; 9/Tevbe, 128.
F- Mü’minlerin Birbirini Sevmesi
a- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
b- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
c- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
d- Mü’minlerine Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119; 5/Mâide, 55.
e- Mü’minlere Tevâzu Göstermek: 15/Hucr, 88; 26/Şuarâ, 215-217.
f- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
g- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
G- Mal Sevgisinde Aşırılık
a- Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
b- Mal Sevgisini Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24, 34-35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl, 8-11; 96/Alak, 6-8.
c- Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih, 15, 49/Hucurât, 14, 16-17.
d- Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
H- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
İ- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
K- Evlât Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 34/Sebe’, 37.
L- Evlâdı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24; 60/Mümtehine, 3; 63/Münâfıkun, 9.
M- Ana-Babayı ve Diğer Akrabayı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24.
N- Kâfir Ana-Babanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 31/Lokman, 15.
O- Dost ve Dostluk
a- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b- Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.
e- Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
f- Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.
g- Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
h- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
i- Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
k- Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.
l- Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.
m- Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.
n- Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
o- Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.
p- Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
r- Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
s- Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.
P- Arkadaş ve Arkadaşlık
a- Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b- Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
c- Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
R- Kardeşlik ve Barış
a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
g- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 471-478
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 117-118
3. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 319-320
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 324-328
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 668-675
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 280-281
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 179-190
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 565-580
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 439-442
10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 276
11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 157-158
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 123-124
13. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 45
14. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 135-142
15. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 204-205
16. El-Esâs fi't-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 393-398
17. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 175-179
18. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 13, s. 5-27
19. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (S. Uludağ, İ. Kutluer, M.Uzun), c. 4, s. 11-21
20. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c.5, s. 393-394; c. 1, s. 120-121; c. 3, s. 302-305
21. Yeni Ansiklopedi, Timaş Y. c. 3, s. 1217-1224
22. İslâm’da Nefis Tezkiyesi, Said Havva, Petek Y. s. 531-556, 438-441, 313-317
23. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Petek Y. s. 506-513
24. Müslüman Şahsiyeti, M. A. Haşimi, Risale Y. s. 137-164
25. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazali, Vahdet Y. s. 201-224, 249-265, 17-21
26. Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 199-206
27. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
28. Dağarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 19-20
29. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 67-
30. Hadis ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 77-97
31. Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, Âdem Ergül, Altınoluk Y. s. 243-256
32. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları Y. s. 43-45
33. Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal Münasebetler, Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Özel Y. s. 37-53
34. Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, İFAV Y. s. 325-331
35. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 232-237
36. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 225-229
37. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 134-136, 255-257
38. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 37-42, 49-82
39. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 205-208
40. Musâhabe, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Erkam Y. c. 1, s. 11-32; c. 2, s. 149-164, 97-110
41. İnsan Psikolojisi Üzerine, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 113-130
42. Hayâtü's-Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevi, İslâmî Neşriyat, c. 3, 100-117 ; c. 2, s. 474-664
43. İlmihal, İslâm ve Toplum, İSAM Y. c. 2, s. 523-531
44. İhyâu Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. u533-648
45. Medâricu’s Sâlikîn, İbn Kayyim el-Cevziyye, c. 3
46. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 158-159
47. Işığın Göründüğü Yer, Fethullah Gülen, Nil Y. s.34-38, 102-107
48. Gafletten Kurtuluş, Tenbihu’l-Ğâfilin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 553-559
49. Sevgi Nedir, Alaaddin Başar, Zafer Y.
50. Sevgi Medeniyeti, Raşid Küçük, Rehber Y.
51. Sevgi Zaferdir, Mahir Duman, Gençlik Y.
52. Sevgi Atmosferi, Servet Engin, Adım Y.
53. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
54. Başarı Yolunda Sevginin Gücü, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
55. Muhabbetulllah (Allah'ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.
56. Sevmek Ölmekle Başlar, Murat Başaran, Zafer Y.
57. Sevgi Yumağı, Nurcan Sevinç, Nesil Basım Yayın
58. Sevgi Yolu, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
59. Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
60. Yavrularımıza Peygamber Sevgisi, M. Abdullah Yemani, Erkam Y.
61. Sevgili Kasidesi, Fatih Okumuş, Denge Y.
62. Sevgi, Leo Buscaglia, Çev. Nejat Ebcioğlu, İnkılap Kitabevi Y.
63. Sevgi İçin Doğmak, Leo Buscaglia, Çev. Mehmet Harmancı, İnkılap Kitabevi Y.
64. Sevgi Dünyasına Giden Yol, M. Scott Peck, Çev. Azize Bergin, Altın Kitaplar Y.
65. Sevgi Korkudan Özgürleşmektir, Gerald Jampolsk, Çev. Salih Serin, Kuraldışı Y.
66. Sevgi: Özgürlüğe Giden Yol, Peter Lauster, Çev. Nurettin Yıldırım, Doruk Y.
67. Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Ercih Fromm, Çev. Yurdanur Salman, Payel Y.
68. Sevme Sanatı, Erich Fromm, Akış Y./Payel Y./Say Y./Star Yaprak Y.
69. Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
70. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
71. Uhuvvet Risalesi, B. Said Nursi, Envâr Y./Sözler/Yeni Asya/İhlas-Nur Neşriyat
72. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
73. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
74. Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Bakış Y.
75. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
76. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
77. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
78. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
79. Nebevî Hoşgörü, Yusuf Ziya Keskin, Timaş Y.
80. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
81. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, T.Ö.V. Y.
82. Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
83. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
84. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
85. İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
86. İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
87. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.
88. Meşreb mi Tefrika mı? Mustafa Akgün, Özel Y.
89. Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.
90. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
91. İslâm'da Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y.
92. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
93. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.
94. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y. s. 75-83, 90-95
95. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 232-237
96. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 139-160
97. Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 436-444
98. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 334-339, 330-331, 58-65
99. Hoşgörü: Nereye Kadar? Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97
100. Din ve Fıtrat, s. 170-191
101. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 188-199
İTAAT - İSYAN
- İtaat; Anlam ve Mâhiyeti
- Tâat Ne Demektir?
- İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
- İsyanın İki Yönü
- İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
- İsyanın İki Yönü
- Ma’siyet Ne Demektir?
- Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan
- İtaat Edilmesi Gereken Kimseler
- İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler
- Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları
- İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk
- Allah’a İtaat ve İsyanın Boyutları
- Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir
- Nerdesin Ey Güzel İsyan?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir." [239]
İtaat; Anlam ve Mâhiyeti
“İtaat”, kulun yaratıcı karşısında olması gereken durumunu açıklayan önemli bir kavramdır. İnsan, kul olarak Yaratıcısının karşısında ne yapacaktır? Onun rolü nedir? Rabbi ondan ne gibi tavırlar beklemektedir? İtaat, sözlükte inkıyad etmek, yani boyun eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına da gelir. Türkçede kullanılan itaat kelimesi de aynı anlamdadır.İtaat eden kimseye “mutî” denilir. Aynı kökten gelen “tâat” kelimesi, emredileni yerine getirme, denileni yapma demektir. İtaat’ın karşıtı “isyan”dır. Ayrıca serkeşlik ve muhalefet de onun zıddıdır.
Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil; itaat etmelerini istemektedir. Eğer insan, tek ve gerçek ilâh olarak âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir. Bu da onu sapıklığa ve zarara uğratacaktır. Allah, kendisine itaati emrettiği gibi, kendi adına bazı kimselere de itaat etmeyi kullarına emretmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine (sizin gibi mü’min olan yetkililere) itaat edin.…” [240]
Peygambere itaat, O’nun yolunu takip etmek, Allah’a itaat gibidir; O’na karşı gelmek de Allah’a isyan gibidir.[241] Allah’ın adıyla ve O’nun emirleri doğrultusunda iş yapan bütün yetki sahiplerine, dinin sınırları içerisinde kalmak şartıyla itaat edilir. [242]Müslümanları yönetenler onlara günah işlemeyi emrederlerse, ya da Kur’an’a aykırı bir hükmü kabul etmelerini isterlerse onlara itaat edilmez. [243]
Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.[244] Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” [245]
Müslümanlar, “ülü’l emr” bile İslâm’ın hükümlerine aykırı, yani günah bir şeyi emrederse onlara uymayacaklarına göre; kâfir ve müşriklerin hükümlerine ve dinlerine hiç itaat edemezler. Onların yollarına uymazlar, İslâm’a aykırı işlerini örnek almazlar. Kâfir ve müşriklere itaat; onları takip etmek, onların izleri üzerinden gitmek, din ve dünya görüşü noktasında onların görüşlerini benimsemek, ya da onların emrettiklerini Allah’ın rızasına uymasa bile yerine getirmektir. Kur’an, mü’minleri şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kâfir yaparak (dininizden) geri çevirirler.” [246]
Son asırlarda müşrikleri ve Kur’an’ın kâfir dediklerini izleyen, onların hükümlerini ve görüşlerini üstün kabul eden, İslâm’ın ölçüleri yerine -çağdaşlık kılıfıyla- onların ilkelerini ve ölçülerini alan kimseler bu tehlikeyi yaşamaktadırlar. Özellikle batıdan gelen bâtıl ilkelere, ölçülere, anlayışlara -Kur’an’ın ölçülerine rağmen- sarılanların iman iddiası ne kadar gerçekçidir?
Mü’minler kâfirlere itaat ederlerse, kâfirler onları dinlerinden döndürürler, kendileri gibi yaparlar. O zaman da müslümanlar büsbütün kaybetmiş olurlar.[247] Şeytanın dostlarına itaat edenler şirke düşerler.[248] Müşrikler, inkâr edenler, iki kimlikli münâfıklar, ehli kitap olanlar, itaat edilmeye lâyık değillerdir. Onların din görüşü, hayata bakışları, hükümleri yanlıştır; gittikleri yol bâtıldır, dalâlettir.
İnkârcılar Cehennem azabı ile yüz yüze geldikleri zaman, “ah keşke Allah’a ve O’nun Rasûlüne (dünyada iken) itaat etseydik” diyecekler.[249] Dünyada iken kim Allah’a ve O’nun son Rasûlü Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat ederse, O’nun getirip tebliğ ettiği Din’e uygun yaşarsa; şüphesiz o büyük bir kurtuluşla kurtulacaktır. [250]
Tâat Ne Demektir?
“Tâat”, emredileni yerine getirme, denileni yapma, boyun eğme, özellikle ilâhî emirlere uyma, takvâ, ibâdet anlamlarına gelir. Tâat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 3 âyette geçer. [251]
“(Münâfıklar) Sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah’a yemin ettiler. De ki: ‘Yemin etmeyin. Tâat (itâatiniz) mâlûmdur! Bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[252]Âyetten anlaşıldığına göre, itaat edeceğine en ağır yeminlerle söz vermek, fakat sözlerini yerine getirmemek münâfıkların özelliğidir. Nitekim hadis-i şerifte, münâfıklığın belirtilerinden birinin de sözünde durmamak olduğu açıklanmıştır. “(Onların vazifesi) tâat (itaat) ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman, Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.”[253] Âyette, vazifeleri itaat ve güzel söz söyleme durumunda olanların isteklerinde samimi olmaları gerektiği vurgulanır. Peygamberimiz, “Allah’a isyanda tâat yoktur.” buyurmuştur. Burada, ma’siyet olan şeyi emrettikleri zaman, emir sahiplerine itaat edilmemesi kast edilmektedir.
İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir. Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı koyma anlamlarını kazanmıştır. İsyan edene “âsi” denir. Allah’ın emirleri ve ilkeleri çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınmak, Allah’ı dinlemeyerek itaatsizlik yapmak, İslâmî literatürde “isyan”dır.
Meşrû (dine uygun) bir yönetime itaat etmeyerek karşı çıkan, İslâmî kanunlara uymayan kimselerin yaptığı da bir isyandır. Bu çeşit isyankâra “bağî” denilir. Hz. Musa’nın değneğinin adı da “asâ” idi. Yani “isyan” kelimesinin kökü olan kelime. Hz. Musa’nın asası hem bilinen değnek idi, hem de o günün tâğutu Firavuna karşı O’nun haklı isyanını sembolize ediyordu. Allah’a ve O’nun peygamberine itaat etmeyip isyanla damgalanan Firavun’a [254] isyan, Hz. Mûsa’nın mucizesi olmaktadır. Hz. Mûsa’nın asâ mûcizesi, aynı zamanda, zâlim ve âsilere karşı kıyamı, onlara sopa göstermeyi ve isyanı da içermektedir.
Bilindiği gibi, Hz. Musa, Firavun’un tanrılığına ve saltanatına isyan etmişti. Çünkü Firavun, yoldan çıkmış ve tanrılık iddiasına kalkışmıştı. Bir zulüm düzeni kurmuş ve o düzen ile insanlara haksız yere hükmediyordu. Hz. Musa ise Allah’tan aldığı emirle ona karşı gelmiş, ona itaat etmemişti. İşte Hz. Mûsa’nın elindeki asa, zâlim yönetici Fir’avn’a isyanın sembolüydü.
Şeytan, Allah’ın ”Âdem’e secde edin” [255] emrine karşı gelerek ilk isyan eden oldu. Yani Allah’a karşı geldi, itaat etmedi. O yüzden olumsuz anlamda isyanın piri/duayeni şeytandır. Hz. Mûsa’nın isyanı ise müspet ve güzel bir isyandı. Demek ki isyan kavramı hem olumlu bir manaya, hem de olumsuz bir manaya gelebilir.
Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesi de bir itaatsizlikti. Bu, beşer olmanın sonucu idi. O, hatasında direnmedi ve tevbe etti. Hâlbuki şeytan isyanını sürdürdü, inatlaştı, hatta isyanını, isyana yönelten hevâsını/kötü duygularını ilâh haline getirdi.
İsyanın İki Yönü
İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem de yıkma anlayışı vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a ve O’nun ilkelerine, müslüman yöneticilere karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar. Peygamberler ve onların izinden giden mü’minler, kötülüklere ve Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere itaat etmezler, onlara ve onların zulüm düzenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin yıktıklarını yapmaya çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı isyandır.
İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut yönetimlerin uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan etmemek, korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri ve yanlışları kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı durdurur. Peygamberlerin en temel özelliklerinden birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ ve onu hâkim kılma mücadelesi oluşturmaktadır. Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. Firavun da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa, esas isyan edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, devrimci/inkılâpçı bir ruh ve mûcizevî özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten, zararı hem kendine hem çevresine bulaştıran bir isyandı.
Hz. Mûsâ ve asasından, Firavun’a isyandan söz açılmışken, kocası Firavun’a değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak eksiklik olur. Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birisine kocası da olsa, devlet başkanı da olsa isyan ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.” [256]
Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah'a ve peygamberi Mûsâ’ya iman ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir. Ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak ona işkence edilmiştir. İman edip Allah’ı itaat edilecek tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz kalan Âsiye, Kur'an'da mü'minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. Hadislerde de Âsiye'den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem'le birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir.[257] İsyan edilmesi gerekenlere, sıf bedel ödemenin dünyevî zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenler, Âsiye gibi zâlim ve tâğutlara isyan edemeyenin erkek mi ürkek mi olduğunu değerlendirmelidirler.
İsyan kelimesinin olumsuz anlamı, Allah’a ve O’nun peygamberlerinin yoluna karşı çıkıştır. Allah’a kulluk yapması için yaratılan insanlardan bir kısmı, Allah’ın emirlerine, bile bile karşı gelmekte ve isyan etmekteler. Bundan dolayı da günah kazanmaktalar. Bu tür isyan, şeytanî isyandır.
Mü’minler, Allah’tan kendilerine bir emir geldiği zaman şöyle derler:“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.”[258] Allah’ın emirleri karşısında alaycı bir tavır takınan, yahudileşenler de “dinledik ve isyan ediyoruz.”[259] derler ve seviyelerinin ne kadar alçak olduğunu ortaya koyarlar. Mü’min, Allah’a itaat konusunu, geleceğe, umut ve temennilere bırakamaz. Bilir ki, Peygamber’in ifadesiyle “heleke’l müsevvifûn, sevfe’ciler/yarıncılar (itaati yarınlara bırakanlar) helâk oldu.” Şeytan, bâtılı sevdiremediği kişiye, hakkı yarınlara bıraktırarak onun günü kaybetmesine uğraşır. Ertesi gün de kaldığı yerden devam eder: Yarınlar bitmedi ya... Büyük hedefler ve idealler uğruna, yarın çok büyük eylem ve faâliyetler yapacağı ümit ve temennisiyle günler şeytana itaatle geçer gider. Ama gerçek mü’min Allah’ın emri kendine ulaşır ulaşmaz ‘dinledim, duydum ve itaat ettim’ der, hemen o saniye eyleme geçmiştir bile. Az sonraya bırakamaz, “az sonra” kendisi için olmayabilir çünkü.
Mü’min, kendi görüş, davranış ve seçme tercihini Rabbinden yana kullanır, Rabbinin doğru hükümlerine teslim olur. Her konuda O’nun ölçüsüyle hareket eder, O’nun emirlerine boyun eğer. Peygamberi aracılığıyla gönderdiklerine itaat eder. “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” [260]
Aldanan, unutan, gaflete düşen ve inanmayan kimseler, Allah’a itaat etmezler, O’nun ilkelerine isyan ederler. Bunlar, Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini yeterince takdir edemeyen ve aklını yerli yerinde kullanmayanlardır. Bunlar, dünyada huzurdan mahrum yaşadıkları gibi, âhirette de azap içinde olacaktır. Allah’a ve peygambere isyan edenler, kendi arzularını (hevâlarını) üstün görüp Allah’ın Rabliğini ve büyüklüğünü takdir edemeyenlerdir. İsyan edenler, yanlışlar içinde yüzen, kendine ve başkalarına zulmeden ve yeryüzünde sürekli fesat/bozgunculuk çıkaran kimselerdir. İlk isyancı şeytandır. Öyleyse kim aynen onun gibi kibirlenerek Rabbine itaatsızlık ederse, onda şeytan ahlâkı var demektir.
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olur. Mü’minler, ancak zararlı, yanlış, bâtıl ve sapık fikirlere, inançlara, sistemlere isyan ederler veya en azından, itaat etmezler. Allah’a hiç isyan etmeyen melekleri [261] düşünürler. Her anlarını Allah’a ibâdet ve itaat içinde değerlendiren ve toplumlarındaki zâlim ve tâğutlara baş kaldıran peygamberleri [262] örnek alırlar.
Ma’siyet Ne Demektir?
“Ma’siyet”, isyan kökünden türemiş bir kavramdır. “Ma’siyet”, baş kaldırmak, isyan etmek, sınırları çiğnemek, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini dinlememek demektir. En geniş anlamıyla “ma’siyet” günahlara dalmayı, Allah ve Rasûlüne karşı gelmeyi, helâl ve haram sınırlarını aşmayı ifade eder.
İnanması, teslim olması ve itaat etmesi gereken insanın, inkârcı olması ve Allah’ın emirlerini dinlememesi ma’siyet olduğu gibi; inandıktan sonra da birtakım haramları işlemesi yine ma’siyettir. Kur’an, bu kelimeyi isyan edenler, haddi aşanlar, sınırları çiğneyenler hakkında kullanır. Onların yaptıkları fiiller, itaat emrinin dışındadır. İtaatı terkedip, emirlere karşı gelene âsi oldu denir. Onun bu yaptığı karşı gelme, emri dinlememe, konulan kurala aykırı hareket etme fiiline de ma’siyet denilir.
Kur’an, ma’siyet sahiplerini uyarıyor ve tehdit ediyor. Onları bu davranışlarından vazgeçirmeye davet ediyor. Çünkü her türlü ma’siyet insana iki dünyada da zarar verecektir. Kur’an-ı Kerim, ma’siyet kelimesini iki yerde kullanır ve ‘peygambere karşı gelme’ şeklinde bir ifadeyi dile getirir. [263]
Dinin kötü dediği fiiller, nüanslarına ve işlevlerine göre Kur’an’da farklı kelime ve kavramlarla anlatılmaktadır. Ma’siyet kelimesinin bunların birçoğu ile yakından ilgisi vardır. İnsanların yaptığı zulüm, fücur, fısk, zenb (günah), kibir, tekzib (yalanlama), ism (günah), hata ve seyyie (günah ve kötülük) gibi yanlış davranışlar ma’siyet kategorisine girer. Bütün bunlar kötü davranışlardır. Bu ma’siyetleri işleyen kimseler, dünyada zararlarını gördükleri gibi; esas olarak âhirette büyük cezayı hak ederler.
Ma’siyete düşmek, isyan hali üzere olmak, bunu bir ahlâk haline getirmek müslümana yakışmaz. Müslüman, İslâm’a inanan ve Allah’a itaat sözü veren ve bunu amelleriyle gösteren insandır; o ma’siyetin her türlüsünden kaçınmaya gayret eder.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:“Ma’siyet konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, mârufadır.” [264] Ana-babaya itaat Allah’ın emridir. Ancak ana-baba günah işlemeyi, Allah’a isyanı emrederse onlara bu konuda itaat edilmez. Yine müslümanları yönetenler onlara günah işlemeyi emrederlerse, ya da Kur’an’a aykırı bir hükmü kabul etmelerini isterlerse onlara itaat edilmez. Bir başka deyişle “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” [265]
Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı
İtaat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 129 yerde geçer. İsyan kelimesi ise 32 yerde kullanılır. İtaatın Kur’an’da bu kadar yerde bahsedilmesi de gösteriyor ki, bu çok önemli bir ibâdettir. Kur’an’ın bildirdiğine göre itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin vesilesi olduğu gibi,[266] cennetin[267] ve inkârcılara karşı kazanılacak zaferin de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar ve ziyanların sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla[268]ve cehennemle[269] sonuçlanan âdiliktir.[270] Allah’a ve Rasûlüne itaatten yüz çevirmek, mü’minlik iddasına ters düşer.[271] Kalabalığa, çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan sapmayı sonuçlandıran bir tehlikedir. [272]
İtaat kavramı, Kur’an’da bütün temel boyutlarıyla ele alınır. İtaat edilmesi gerekenler, itaat edilmeyecekler, itaatin ve isyanın sonuçları, âyetlerde çok açık bir şekilde izah edilir.
“Sen onların dinine uyuncaya kadar ne yahûdiler, ne de hıristiyanlar senden râzı olurlar. De ki, ‘doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” [273]
“Onlara (müşriklere) ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” [274]
“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.” [275]
(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez." [276]
“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır.” [277]
“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kâfir yaparak (dininizden) geri çevirirler.” [278]
“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin ki size merhamet edilsin.” [279]
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” [280]
"Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." [281]
"Küfür yoluna sapıp Peygamber'i dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler." [282]
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." [283]
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [284]
"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [285]
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (lütufta bulunduğu) peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” [286]
"Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik." [287]
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." [288]
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” [289]
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan/tahminden başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” [290]
"(Hâlâ) bilmediler mi ki: Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır." [291]
“...Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” [292]
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar mü’min değillerdir.” [293]
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” [294]
“...Onun (Peygamber'in) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." [295]
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.” [296]
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” [297]
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” [298]
“Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” [299]
"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." [300]
"...Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." [301]
Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” [302]
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete giremez).” [303]
“Bir müslümanın, bir günah işlemekle emrolunması dışında, hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta müslüman emîrine itaat etmesi gerekir. Bir günah işlemekle emrolunduğu zaman dinlemek ve itaat etmek yoktur.” [304]
“Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” [305]
“Ma’siyet/Allah’a isyan konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” [306]
“İçinizde Allah’ın Kitabını ayakta tuttuğu (onunla amel ettiği) ve sizi Allah’ın kitabı ile sevk ve idare ettiği müddetçe, başınızdaki emîr, başı simsiyah üzüm tanesi gibi olan Habeşli bir köle de olsa dinleyin ve itaat edin.” [307]
“Başınızdakilerden kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse, sakın o hususta ona itaat etmeyin.” [308]
“Ubâde bin Sâmit’ten (r.a.): Rasûlullah’a (s.a.s.) kolaylıkta ve zorlukta, hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, onun korunup kollanmasında, Allah katından bir burhanla apaçık bir küfrünü görmediğimiz sürece verilmiş olan emirde/işte çekişmeyeceğimize ve kınayanın kınamasından çekinmeksizin nerede, nasıl olursa olsun hakkı söylemek üzere işitip itaat etmeye bey’at ettik.” [309]
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet olunmuştur. O der ki: Bir münâfık ile bir yahudi arasında husûmet vardı. Yahudi, ‘haydi gel, Muhammed’e gidelim’ derken, münâfık, ‘hayır, gel Kâ’b bin el-Eşref’e gidelim’ demişti. Ancak, yahudinin ısrar etmesi üzerine münâfık Hz. Peygamber’in huzurunda muhâkeme olunmayı kabul etti ve onunla birlikte Hz. Peygamber’in huzuruna vardı. Hz. Peygamber, yahudinin lehine hüküm verdi. Rasûlullah’ın huzurundan çıkarlarken münâfık; ‘ben bu hükme râzı değilim. Haydi, gel Ebû Bekir’e gidelim’ dedi. O da yahudi lehine hüküm verdi. Münâfık buna da râzı olmayarak; ‘haydi gel, Ömer’e gidelim’ dedi. Hz. Ömer’in yanına gittiler. Yahudi, Hz. Ömer’e; ‘Peygamber’e gittik, O’nun verdiği hükme râzı olmadı. Sonra Ebû Bekir’e gittik, onun verdiği hükme de râzı olmadı’ diyerek durumu anlattı. Hz. Ömer, münâfığa ‘öyle mi?’ diye sordu. Münâfık ‘evet’ dedi. Hz. Ömer (r.a.); ‘öyleyse ikiniz, ben yanınıza gelinceye kadar biraz bekleyin. Şimdi hemen gelip aranızda hükmedeceğim’ diyerek eve girdi. Kılıcını alarak münâfığın boynunu vurup onu öldürdü ve dedi ki: ‘Allah’ın hükmüne ve O’nun Rasûlü’nün hükmüne râzı olmayanın hakkında işte ben, böyle hüküm veririm!’ Yahudi kaçtı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[310] Bu olay üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Ömer’e hitâben buyurdu ki: “Sen fâruk’sun! (Hakla bâtılı ayıransın)” İşte Hz. Ömer, o günden itibaren “el-Fâruk” diye isimlendirildi. [311]
“Bir kere Nebî (s.a.s.) uyurken yanına birtakım melekler gelerek bunlardan bazıları: ‘Bu zat uyuyor’ dedi; bazıları da: ‘Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dedi. Bunun üzerine bu melekler (birbirlerine) ‘bu dostunuzun üstün sıfatı vardır, haydi siz de bunun yüce mevkiini hârici bir örnekle temsil edin’ dediler. Fakat bazıları; ‘iyi ama bu zat uyuyor’ dediler. Bazıları da: ‘Hayır, O’nun gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dediler. Bunun üzerine melekler; ‘Bu zâtın hâricî benzeri, şu kimsenin misali gibidir ki, o kimse yeni bir ev yaptırır, o evde bir velîme ziyafeti tertip edip (bu ziyafete) insanları dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir; bu dâvetçinin dâvetine kim icâbet ederse, o (mükemmel) eve girer ve (mükellef) ziyafeti yer. Kim de dâvetçinin dâvetine icâbet etmezse o eve giremez, ziyafet yemeklerini de yiyemez.’ Bunun üzerine melekler, yine birbirlerine: ‘Haydi bu temsili bu zâta izah edin de anlasın’ dediler. Fakat yine bunlardan bazıları, ‘iyi ama bu zat uyuyor’ dediler. Bazıları da ‘hayır, gözleri uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dediler. Bunun üzerine melekler (kendi aralarında temsili izah ederek): ‘O ev cennettir; dâvetçi de Muhammed (s.a.s.)’dir. Kim O’na itaat ederse Allah’a itaat etmiştir. Kim de O’na âsi olur, baş kaldırırsa Aziz ve Celil olan Allah’a âsi olmuştur. Hz. Muhammed insanların arasını ayırt etmiştir (itaat ve isyan şiarını bildirip inananları, inanmayanları birbirinden ayırt etmiştir).” [312]
İtaat Edilmesi Gereken Kimseler
Kur’an’da itaat edilmesi gerekenler; Allah, peygamberler ve müslüman ülü’l emr olarak belirlenir.
a- Allah’a İtaat: Kâiatı yoktan var eden ve yöneten Allah’a kayıtsız şartsız itaat edilmelidir. Mü’min, Allah’a ve O’ndan gelen hayat kanunlarına itaat etmek için iman eden insandır. O’nun emirleri ve yasaklarına itaat edilmedikçe iman, en küçük bir sarsıntıda yıkılmaya mahkûm olacak şekilde zayıftır. Allah’a itaat, emrettiği her konuda yerine getirilmelidir. Kişisel, sosyal, ailevî ve siyasî, vs. bütün konularda Allah’ın emirlerine itaat, Allah’a iman etmenin zarurî gereğidir.
Evet, Allah vardır, birdir, yaratandır. Ezelî ve ebedî olandır. Gören, işiten, dilediğini istediği anda ve şekilde yapmaya gücü yetendir. Mâziyi, hali, istikbali ve yarattığı insanların hayatlarını tanzim edecek kanunları en iyi bilen, emirler ve yasaklar koymaya yegâne yetkili olandır. Mü’min olabilmek için Allah’a bütün bu ölçüler çerçevesinde inanmak gerekir. Allah’ı en bilgili ve kudretli Rab kabul edip de, tatbik olunması için koyduğu emirleri ve yasaklarını, uygulanmasına gerek olmayan yasalar dizisi olarak görmek veya çevremize bu tür bir görüşün insanı olduğumuz fikrini verdirebilecek yaşantı biçimlerinin içine düşmek, fiilen O’na inanmamaktır. O yüzden gerçek anlamıyla Allah’a iman, ancak Allah’a itaatle gerçekleşir. Bunun içindir ki, O’nun emirleri ve yasaklarına kayıtsız şartsız itaat etmek mecburiyetindeyiz. “Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun/sakının. (Emirlerini) dinleyin ve itaat edin. Kendi iyiliğiniz için infak edin/Allah için harcayın. Nefsinin cimriliğinden korunan kimseler kurtuluşa ererler.” [313]
b- Rasûl’e İtaat: Bilindiği gibi, peygamberlere iman, temel iman esaslarındandır. Tevhid kelimesinin, şehadet andının ikinci bölümü Hz. Muhammed’i Allah’ın peygamberi olarak kabul etmektir. Onu peygamber kabul etmek de, hayatımızda hiçbir fonksiyonu olmayan kuru bir vicdan işi değildir. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman, ona itaat etmek içindir. "Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik...”[314] Çünkü O, yalnız inanılmak için değil; fiilen önder edinilip itaat edilmek için gönderilmiştir. Ona itaat etmedikçe gerçekten O’nu rehber tanımış olmayız. Çünkü O’na inandığımızı ifade ettiğimiz halde, nefsî arzularımıza tâbi olmak, toplumun olumsuz akışını izlemek, çeşitli bâtıl düzenlerin kurucuları ve temsilcilerine itaat ederek onların izlerini takip etmek, fiilen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) mukaddes önderliğini yalanlamaktır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin nefsi, getirip tebliğ ettiğim İslâm dinine (ve benim hayat önderliğime) istekle tâbi olmadıkça gerçekten iman etmiş olamaz.”
Mü’min olarak vazifemiz, Allah’a ve elçisine kayıtsız şartsız itaat etmek, bunun için de İslâm’ı aşkla şevkle yaşamaktır. Biz, O’na, sevmek ve itaat etmek için iman ettik. Eğer kişisel hayatımızı, âilevî yaşantımızı, iş ve davranışımızı peygamberimizin yaşayışına uygun hale getirmezsek, sosyal ve siyasal hayatımızı O’nun tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak örneklerini sergilediği sisteme göre tanzim etmezsek, O’na inanmamızın ne anlamı olacaktır? Kendi arzularımızı mâbutlaştırdıktan, şunun bunun ardından sürüklendikten, toplumun olumsuz etkilerine tâbi olduktan sonra, aziz peygamberimize iman etmenin pratik hayatta elbette ki hiçbir önemi kalmayacaktır. [315]
Rasûlullah’a itaat etmeyip, O’nun dâvetine icâbet etmeyenler, hevâlarına/kötü arzularına tâbi olan kimselerdir ve sapıktırlar. [316]
Kur’an’da Allah’a ve peygambere itaat, çoğu yerde birlikte ele alınmakta veya birbiriyle ilgisi gündeme gelmektedir. Kur’an’da açıkçe belirtilmektedir ki, peygamber’e itaat, Allah’a itaat demektir. Allah’a olduğu gibi, peygambere itaat de imanın bir göstergesi ve sonucudur. Mü’minler, Allah’a ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız ve gönülden itaat ederken, münâfıklar, iman konusunda olduğu gibi, itaat konusunda da kaypak ve çifte standartlıdır. İtaat, merhamet kaynağıdır.
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği (lütufta bulunduğu) peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” [317]
"Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik." [318]
"(Hâlâ) bilmediler mi ki: Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı çıkarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır." [319]
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar mü’min değillerdir.” [320]
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” [321]
“...Onun (Peygamber'in) emrine aykırı davranlar, başlarına bir belâ gilmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." [322]
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.” [323]
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” [324]
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler.” [325]
"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." [326]
"...Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." [327]
Rasûlullah’a itaatin önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bakarsak, bu itaatin imanla direkt bağlantılı olduğunu, peygambere itaatin Allah’a itaatin gereği olduğunu görürüz:
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” [328]
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete giremez).” [329]
c- Ülü’l-Emr’e İtaat: İtaat edileceklerin üçüncüsü, mü’minlerden olan emir sahibi, mü’minlerin ülü’l-emridir. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." [330]Ülü’l-emre itaat, ilk iki itaat gibi kayıtsız şartsız değil; ülü’l-emrin Allah’a ve Rasûle itaatiyle kayıtlı ve şartlı bir itaattir. Emir sahipleri Allah’a itaat sınırını aşıyorlarsa ma’siyettedirler. Ma’siyette olana da itaat değil; itaatsizlik vaciptir. Ayrıca, herhangi bir “emir sahibi” değil; müslüman bir ülü’l-emre itaat emredilmektedir.
Bu âyette emredilen itaatle ilgili dikkat edilecek bazı hususlar:
a) Allah’a ve Rasûlüne itaat emri verilirken; Allah ile Peygamber hakkında “itaat edin” anlamına gelen “etîû” emri tekrarlanmış; “ülü’l-emr/emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır. Müfessirlere ve fukahâya göre bunun anlamı ve sebebi şudur: Allah’a ve Peygambere itaat, kayıtsız şartsızdır. O bakımdan onlar hakkında bu emir tekrarlanırken; “emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır. Çünkü ülü’l-emre itaat, şeriatin çerçevesinde, mâruf ölçüler içerisinde söz konusudur. Bu ölçü ve çerçevenin dışında kalan emir ve hükümlere, itaat etmemekten başlayarak, gerektiğinde ve şartların uygun olması halinde ayaklanarak karşı çıkmak ise; bir hak değil; bir görevdir.
b) Kendilerine itaat edilmesi bu ölçü ve çerçeve içerisinde söz konusu olan ülü’l-emr hakkında ikinci kayıt, “minküm = sizden” kaydıdır. Yani ülü’l-emriniz müslüman olup sizinle onlar arasında, yani yönetilen olarak sizlerle, yöneten olarak onlar arasında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, çözüm için başvuracağınız mercî, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’ nün sünneti olacaktır. Câhilî hüküm, gelenekler, görenekler vs. olmayacaktır. “Sizden” yani mü’min olmayanların ise, esasen sizin üzerinizde velâyet hak ve yetkileri olmadığından,[331] onları “ülü’l-emr/emir sahibi” olarak kabul etmeniz, hiçbir şekilde düşünülemez. Dolayısıyla bu tür gâsıb, fâsık ve fâcir yönetim ve yöneticilerle ilişkiler, bu âyetten başka muhtevâya sahip âyetler tarafından ele alınmıştır; onlara göre düzenlenmelidir.
c) Bu tür anlaşmazlık halinde âyet-i kerimede dile getirilen yolu izlemenin Allah’a ve âhiret gününe imanın bir gereği olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kim Allah’a ve âhiret gününe iman ettiğini söylüyorsa, anlaşmazlıklarının çözümü için âyetin zikrettiği mercîlerden başkasına müracaat edemez. [332]
Allah'a, Rasûlü’ne itaati ve onlara itaat üzere olan müslümanlardan olan ülü’l-emre itaati emreden bu âyetin yorumunda Mevdûdî, şu açıklamaları yapar:
Bu âyet, İslâm’ın bütün dinî, kültürel ve siyâsî sisteminin temelini teşkil ettiği gibi, sistemin kurulması için de, ilk ve en önemli düsturdur. Bu âyetten, aşağıdaki prensipler çıkarılabilir:
1- İslâm sisteminde, tek gerçek otorite olan Allah'a itaat edilmelidir. Bir müslüman, her şeyden önce Allah’ın kuludur, diğer bütün özellikleri, bu niteliğinden sonra gelir. Bu nedenle bir fert veya toplum olarak bütün müslümanlar, ilk olarak Allah'a bağlıdırlar, tüm diğer bağlar bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü tüm insanlar Allah'a verdikleri söze/ahde sâdık kalmak zorundadır. Başka birisine bağlılık ve itaat, ancak Allah'a itaati engellemeyecekse kabul edilir. Bu aslî bağlılık ve ahde aykırı olan tüm öteki bağlılık ve ahitler geçersizdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu bir hadisinde şöyle açıklamıştır: “Yaratıcıya isyan (itaatsizlik) olan yerde, yaratıklardan hiçbirine itaat edilmez.”
2- İslâm dininin ikinci önemli prensibi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) itaat ve bağlılıktır. Bu itaat, sadece peygamberlik kurumunun bir gereği değil; Allah'a itaat etmenin de tek çıkar yoludur. Allah’ın Rasûlü’ne itaat edilmelidir. Çünkü O, Allah’tan gelen emir ve direktiflerin elde edilebileceği tek kaynaktır. O halde biz ancak O’nun Rasûlü’ne itaat ederek Allah'a itaat edebiliriz. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur. Bunun aksine Rasûl ile aradaki bağı koparmak, O’nu gönderen Allah'a başkaldırmak demektir. Bir hadis-i şerif, bu konuyu şöyle açıklar: “Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur.”
3- Bu birinci ve ikinci bağlılıktan sonra, bunlardan daha aşağı derecede yer alan bir bağlılık daha vardır. Bu, müslümanların kendi aralarında seçip yetki verdikleri yöneticilere bağlılıktır. “Ülül-emr” (kendilerine yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlıdır. Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkesi kapsar. Din âlimleri, düşünürler, politik liderler, yöneticiler, mahkemelerdeki kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler. Kısacası, müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese itaat edilmelidir. Onlar a) Müslümanlardan oldukları, b) Allah'a ve Rasûlü’ne itaat ettikleri sürece, onlara karşı gelip, müslümanların toplum hayatındaki barışı bozmak doğru değildir. Bu iki şart, onlara itaat edilmesinin ön şartını oluşturur. Bunlar, hem Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ortaya konmuş, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından açıklanmıştır. Aşağıda şartların gerekliliğini belirten Hz. Peygamber’den birkaç hadis zikrediyoruz:
a) “Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen yöneticilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın, itaat etmesi gerekir. Eğer emîr, ona günah olan bir şeyi yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat etmemelidir.” [333]
b) “Günah olan bir konuda bir kimseye itaat etmek haramdır; itaat, ancak doğru olan şeylerde zorunludur.” [334]
c) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin başınızda doğru olduğu kadar yanlışı da uygulayan yöneticiler bulunacaktır. (Böyle bir durumda) kim yanlış olan şeylerden nefret ederse, sorumluluktan kurtulacaktır.” Ashâbdan bazıları: “Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.): “Namazı kıldıkları müddetçe, hayır!” diye cevap vermiştir.[335] Yani, eğer namazı terk ederlerse, bu onların Allah'a ve Rasûlü’ne isyan ettiklerinin açık bir göstergesi olacaktır.
d) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin en kötü yöneticileriniz, sizin nefret ettiğiniz ve sizden nefret eden ve sizin bedduâ ettiğiniz ve size bedduâ eden yöneticilerdir.” Ashâbdan bazıları: “Ey Allah’ın Rasûlü, böyle yöneticilere karşı başkaldırmayacak mıyız?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Aranızda namazı ikame ettiği müddetçe, hayır!”
Bir öncekinde koşulan namaz şartı, bu hadiste daha açık bir şekilde belirlenmektedir. “c” hadisinde, ferdî olarak namaz kılan bir yöneticiye karşı ayaklanılmaması gerektiği hükmü çıkıyor. Fakat “d” hadisinde yöneticilerin İslâm toplumunda namazı ikame edip onu temel direklerden biri yapmaları şart koşuluyor. Bu bir başka hadiste de şöyle ifade ediliyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) bizden bazı şeylerle ilgili olarak bağlılık yemini aldı. Bunlardan biri de, başımızdaki yöneticilerde apaçık küfür alâmetleri görmeden onlara karşı gelmememizdi. O (küfür alâmetlerini gördüğümüz) zaman Allah huzurunda (başkaldırmamız için) geçerli bir nedene sahip olabiliriz.” [336]
4- Mutlak ve sürekli bir prensip olarak konulan dördüncü husus ise, Allah’ın emirlerinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinin, (yani Kitap ve Sünnetin) hükümlerin tespitinde ve İslâm dininde tek ve nihâî otorite olduğu noktasıdır. O halde müslümanlar arasında veya yönetici ile yönetilenler arasında herhangi bir mesele ortaya çıktığında, hepsi birden Kur’an ve Sünnet’e başvurmalı ve O’nun verdiği karara boyun eğmelidirler. Bu nedenle İslâm’ı, diğer İslâm dışı sistemlerden ayıran ana sebebin, Allah’ın Kitabı’nı ve Rasûlü’nün sünnetini nihâî otorite olarak kabul edip, bu ikisine başvurulması ve onların hükmüne boyun eğilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Âyetin ilk bölümünde Kur’an, İslâmî bir yapının dört asıl ilkesini ilân eder ve ikinci bölümde bu ilkelerin altında yatan hikmeti öğretir. Müslümanlara, gerçekten mü’min iseler bu dört ilkeye uymaları emredilir; aksi takdirde onların şehâdetleri şüpheli olur. Daha sonra onlara hayat sistemlerini, refahlarının dayanağını teşkil eden bu dört temel ilkeye dayandırmaları öğretiliyor. Çünkü sadece bu ilke, onları bu dünyada doğru yola götürüp âhirette de mutlu bir hayata ulaştırabbilir.
Bu tavsiyenin, yahûdilerin ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünnet’ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü’ne isyan eden lidere uyar, Kitap ve Sünnet’in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrâiloğullarının kötü âkıbetine uğramaktan kurtulamaz. [337]
Tefsirlerde Kur’an’daki “ülü’l-emr” (emir sahibi) kavramıyla kast edilen anlamın şu insanlar olduğu ifade edilmiştir: 1- Âmirler, 2- Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, 3- Hulefâi Râşidin, 4- Bütün ensâr ve muhâcirler, 5- Bütün ashâb, 6- Sahâbe ve tâbiîn, 7- Halkı idare eden müslüman ve akıllı kimseler, 8- Ulemâ ve fukahâ (İslâm âlimleri, müctehid ve fıkıhçıları), 9- Seriyye kumandanları (cihad emirleri), 10- İlim ehli ve Kur’an ehli olanlar, 11- Bütün iş başında bulunanlar (yöneticiler). Genel kabul gören anlayış, sonuncu şıktır.
İbn Münzir şöyle der: “Sözü dinlenir bütün ilim ehli, kâfir bir kimsenin hiçbir suretle müslümanlara hükmetmesinin câiz olmadığı hususunda icmâ halindedirler.”[338] Kadı Ebû Ya’lâ şöyle der: “İmam (yönetici), müslüman iken dinden çıkıp kâfirleşirse, imamlıktan da çıkar. Bu konuda âlimler arasında ihtilâf yoktur.”[339] Kadı Iyâz şöyle der: “Kâfir bir kimseye verilen imamlık (yöneticilik) bey’atinin geçerli olmadığı, önce müslüman olan imam (yönetici) kâfirleşirse, imamlığının düşeceği, bu durumda ona itaat etmenin gerekmediği ve kendisini düşürmenin vacip olduğu konularında âlimler arasında icmâ vardır.” [340]
İbn Hacer de şöyle der: “İmam (yönetici) kâfirleşirse, imamlık ehliyeti düşer. Bu durumda müslümanların gücü yeterse, onu indirmeleri vaciptir. Buna güçleri yetmezse, o yerden hicret etmeleri lâzımdır. Bu ikisinden hiç birini yapmayıp umursamazlık gösterirlerse günahkâr olurlar.”[341] el-Kirmânî şöyle der: Namazların cemaatle kılınmasını ve gerektiği zaman cihad yapılmasını temin ettiği müddetçe, zorbalık yapan imama, günahların dışında kalan hususlarda itaat etmek fakihlerin (fıkıh âlimlerinin) icmâıyla lâzımdır. İllâ ki, kendisi açık bir şekilde küfre kaysın. Bu takdirde, ona hiçbir konuda itaat câiz değildir. Bundan da ötesi, gücü yetenlerin onunla mücadele etmesi vaciptir.” [342]
İtaat edilmesi ve uyulması gereken konularla ilgili olarak Kur’an’ın emrettiği hususlardan biri “vahy”e uymak,[343] diğeri “şeriat”e[344] tâbi olmaktır ki, bu iki itaat, Allah’a itaat etmenin kapsamına girmektedir.
İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler
a- Kâfirlere: “Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver (büyük cihad yap).” [345]
Allah’a itaat, nasıl iman gereği ise, kâfirlere itaat de küfre yol açacak bir isyandır: “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.”[346] Bu âyetin yorumunda, kâfirlere ve tâğutlara ölümü pahasına itaat etmeyen şehid müfessir Seyyid Kutub, şunları söyler:
Allah; iman edenleri kâfirlere itaat etmekten nehyediyor. Allah'a küfredenlere itaatin âkıbeti, acıklı bir hüsrandır. Bunda, hiçbir kâr ve fayda yoktur. Böyle bir hareket, ökçelerin üstünden gerisin geri küfre dönmektir. Mü’min, ya küfür ehli kâfirlerle cihad ederek, bâtıl ve bâtıl yolunda olanlarla kavga ederek, yolunda yürür; yahut da -neûzü billâh- ökçesi üstünde gerisin geri küfre döner. Tabii ki, her ikisinin arasında durup hem durumunu muhâfaza etmek, hem dinini korumak muhaldir (mümkün değildir).
Küfürle, şerle, dalâletle, bâtılla, putçulukla çarpışmayan kimse, horlanıp zelil olacak, mağlûp olup gerisin geri küfre, şerre, dalâlete, bâtıla, putçuluğa mutlaka dönecektir! İtikadı ve imanı, onu kâfirlere itaatten, onların sözünü dinlemekten, onlara güvenmekten alıkoymayan kimse, ilk andan itibaren -hakikatin- itikadından ve imanından sıyrılıverir. Bir itikad sahibinin itikadının düşmanlarına dayanması, onların vesveselerini dinleyip emirlerine itaat etmesi, rûhî hezimetten başka bir şey değildir. Bu ilk başlangıçta bir hezimettir; en sonunda onu bu hezimetten, gerisin geri küfre dönmekten hiçbir şey alıkoyamaz. İsterse ilk adımlarında bu çirkin sonuca doğru yol aldığını hissetmesin... Mü’min itikadı, teslim olduğu kumanda mevzuunda, dininin ve kumandanının düşmanlarıyla meşveret edemez. Şâyet onları bir kerecik olsun dinlerse, ökçesi üstü küfre dönmenin yolunu tutmuş demektir... Fıtrî ve pratik bir hakikat... Allah, mü’minlere bu hakikati tenbih ediyor. Allah, onlara iman adına sesleniyor...
“Ey iman edenler, kâfirlere itaat ederseniz, ökçelerinizin üstünden sizi geriye çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” [347]Ökçesi üstü imandan küfre dönme ziyanından daha büyük hasar olur mu? İman ziyanından sonra, ne kazanç olabilir? Şâyet küfredenlere itaate meyletmeye sevk eden âmil, onların himayesini temenni edip, yanlarından nusret (yardım ve zafer) dilemekse, işte bunlar, işte onlar... Âyet o safhayı da açıklıyor, nusret ve himayenin hakikatini onlara hatırlatıyor: “Hâlbuki Mevlânız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.”[348] İşte mü’minin, yanından zafer dileyeceği, himayesini talep edeceği yön burasıdır... Sahibi Allah olan kimsenin, Allah’ın yaratıklarından sahip aramaya ne ihtiyacı vardır? Yardımcısı Allah olan kimse, kulların yardımına hiç muhtaç olur mu? [349]
b- Ehl-i Kitaba: “Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir gruba itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfir olmaya çevirirler.” [350]
c- Münâfıklara: “Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfir ve münâfıklara itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve her şeyi yerli yerince yapmaktadır.” [351]
d- Kendisini Allah Yolundan Uzaklaştıran ve Saptıran Liderlere ve Büyüklere: “Allah, kâfirlere/inkârcılara lânet etmiş ve onlara içinde sonsuz olarak temelli kalacakları çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar, bir dost ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateşte çevrildiği gün, ‘keşke Allah’a itaat etseydik, keşke peygambere itaat etseydik’ derler. Şöyle derler: ‘Rabbimiz! Biz yöneticilerimize (efendilerimize) ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” [352]
e- Şeytana ve Şeytanın Dostlarına: Şeytanın dostlarına itaat, şirke kapı açar, insanı müşrik yapar: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan (onların etlerinden) yemeyin. Çünkü onu yemek fısktır/Allah yolundan çıkmaktır, günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar/telkin ederler. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik/Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” [353]
İnsanın şeytana uyması ve onun adımlarını takip etmesi,[354] ona itaat ederek onun çağırdığı yola gitmesi demektir. Şeytanın emrine uyarak Allah’tan başka tanrılar edinmenin bizzat şeytana ibâdet/kulluk olarak adlandırılması,[355] ona itaat edip uymanın tehlikesi için yeterlidir.
f- Günahkârlara ve Nankörlere: “Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya nankör olana itaat etme.” [356]
g- Yalancılara: “Yalancılara (hakikati yalan sayanlara) itaat etme. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” [357]
h- Ahlâksızlara: “Çok yemin eden, diliyle iğneleyen, kusur arayıp devamlı kusur arayıp kınayan, kovuculuk eden/durmadan laf götürüp getiren, iyiliği daima engelleyen, mütecâviz/aşırı giden, suç işleyen/günaha bulanmış, kaba, haşin ve alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları (yandaşları) vardır diye sakın itaat etme.” [358]
i- Gâfillere, Zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) Gaflette Olanlara: “...Kalbini zikirden/Bizi anmaktan (ve Kur’an’dan) gâfil kıldığımız (unutturduğumuz), hevâsına/kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” [359]
j- Namaza Engel Olanlara: “Namaz kılmaktan men edene asla itaat etme. Sen secde et ve Rabbine yaklaş.” [360]
k- Aşırılara, İsrafçı ve Fesatçılara: “Yeryüzünde fesad çıkarıp/bozgunculuk yapıp da ıslah etmeyen/dirlik düzenlik vermeyen müsriflerin (aşırıların ve beyinsizlerin) emrine itaat etmeyin.” [361]
l- Şirke Zorlayan Ana-Babaya: “Biz insana ana-babasına iyi davranıp iyilik yapmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme.”[362]; “...Önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunduk. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy.” [363]
m- Halka, İnsanların Çoğuna, “Çoğunluğun İstediği Olmalı” Anlayışına ve Zanna: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan (kesin olmayan bilgiden) başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz) söylemezler.” [364]; “Bilin ki içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size itaat etseydi, şüphesiz sıkıntıya, kötü/zor duruma düşerdiniz.” [365]
Hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyen zannın[366] peşine düşmek, insanı Allah’a şirk/ortak koşmaya[367] kadar götürür. Allah’a şirk koşmanın ve sahte tanrılara tapınmanın, zanna tâbi olmanın dışında hiçbir dayanağı yoktur.
n- İnsanların ve Bilmeyenlerin Hevâlarına/Kötü Arzu ve İsteklerine: “(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların çoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır. Yoksa, onlar (İslâm öncesi) câhiliyye yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hüküm/kanun ve yönetim yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?”[368]; “Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” [369]
Allah’ın yolundan sapmanın en büyük sebeplerinden biri olan hevâya [370] tâbi olmayı Kur’an, şirkin temel etkenlerinden biri olarak görmektedir. “Hevâsını ilâh edineni gördün mü?”[371]. Allah’ı bırakıp sahte tanrılar edinmenin, aslında hevâyı ilâh edinme olduğunu görmekteyiz. Müşrikler, zanna uymanın yanında hevâlarına uyan kimseler olduğu için[372], Kur’an, onların hevâlarına itaat edilip uyulmaması gerektiğini sık sık tekrar eder[373].
o- Allah’a ve Rasûlüne İsyanı (Haram Olan Bir Şeyi) Emreden Kim Olursa Olsun, Ona: “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.”[374] “Ma’siyet (Allah’a isyan, haram ve günah) konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, ancak mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” [375]Hz. Ebûbekir’in halife seçildiğinde ashâba seslenişi: “Allah'a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.): “Peygamber (s.a.s.), Ensar’dan bir kişiyi seriyye emîri yaptı. Seriyyedekiler emîri kızdırdılar. O da şöyle dedi: ‘Bana odun toplayın’, onlar da topladılar ve tutuşturmalarını emretti; onlar da tutuşturdular. Sonra emîr şöyle dedi: ‘Rasûlullah (s.a.s.) “dinleyip itaat etmenizi” emretmedi mi?’ Onlar da ‘evet’ dediler. O da, ‘o zaman ateşe girin’ dedi. (Râvi şöyle) diyor: Birbirlerine baktılar ve ‘Muhakkak ki biz Rasûlullah’a (s.a.s.) ateşe düşmemek için sığındık’ dediler. O zaman emîrin kızgınlığı geçti ve ateşi söndürdü. Peygamber’ in yanına geldiklerinde O’na durumu anlattılar. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ateşe girmiş olsaydınız, ebediyyen oradan çıkamazdınız. Muhakkak ki itaat mârufta/iyilik ve meşrûluktadır.” [376]
Rasûlullah burada itaatin sınırını belirlemektedir. O da, itaatin mârufta olduğu sürece geçerli olacağıdır. Mâruf dairesi dışına çıktığında emredilen iş, Allah’ın gazabına çevrilmiştir ve Allah’a isyanda yaratılana itaat yoktur. İtaat etmemiz gereken birçok şey vardır. Bunlar: İslâm devletinde halifeye ve valilere, anne babaya, hanım kocasına, köle efendisine, hizmetçinin hizmetini gördüğü kimseye, İslâm askerinin müslüman komutanına, öğrencinin hocasına, işçinin mükellef olduğu işverene... Hz. Ebûbekir’in hilâfete geldiğinde söylediği sözde halife; halkın, başkanlığına itaat sınırını belirlemiş, körü körüne bir itaat emretmemişti. Şüphesiz itaat Allah’ın emrettiği şeylere yahut mârufun içeriğindeki şeyedir. Fakat mâruf mefhumunun dışına çıkana itaat yoktur.
Halife veya devletin birinci sorumlusu, halka te’vili olmayan bir ma’siyet emrederse buna itaat edilmez. Allah’tan sonra itaati en çok hak eden anne babaya itaat gelmektedir: “Rabbin yalnızca kendisine itaat etmeyi ve anne babaya iyiliği emretti.”[377] Anne babaya büyük itaati tavsiye ettikten sonra, çocuklarına ma’siyeti emretmeleri durumunu istisna ediyor ve şöyle diyor: “Annen ve baban; hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için sana karşı bir çaba harcarlarsa bu durumda onlara itaat etme.” [378]
Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları
İnsan psikolojisi, etkileşime açıktır; insanın diğer insanlardan, çevrelerinden etkilenmesi sosyolojik bir vâkıadır. Toplumların, kitlelerin de önderlerine tâbi oldukları gerçeğini de hemen herkes gözlemleyebilir. Halk, bazen onlara hayran olur, taklit eder, bazen emir alır, itaat eder ve isteyerek veya istemeyerek yönetilir, yönlendirilir. Halkın kendi kendini yönetimi gibi aldatıcı slogana rağmen, demokrasilerde bile itaat edenler ve itaat edilenler, uyanlar ve uyulanlar diye toplum iki sınıftan ibarettir.
İşte bu yığınların hem dünyevî hem de uhrevî sorumluluğunu büyük çapta önderler yüklenecektir. “Bir fenalığa sebep olan, onu işleyen gibidir” hükmünce, kötülüğe önder olup çığır açan kimseler, öncülük yaptıkları toplumların günah yüklerinden de pay alacaklardır. Tarihin her döneminde dalâlet ehlinden, milletleri saptıran, ideolojik bâtıl inançlarını otoriteleri ve yönetimleri sayesinde toplumların bütün kesimlerine derece derece empoze eden önderler ve elebaşılar çıkmıştır. Bazı gafil toplumlar da bu dalâlet öncülerini gözlerinde büyütmüş, kahraman yaftası altında yücelttikçe yüceltmiş, onlara büyük bir coşku ile itaat edip tâbi olmuştur.
Bazı uluslar, uyanıp akıllarını başlarına alarak o sahte kahramanları yerle bir etseler ve bir zamanlar taptıkları heykellerini devirseler de, bazı toplumların uyanışı bu dünyada olmayıp âhirete kalmaktadır. Fakat oradaki uyanışları da, “Ey Rabbimiz, biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi hak yoldan saptırdılar”[379] demekten ileriye gitmeyecek, dünyadayken itaat edip peşinden gittikleri önderlerine kendilerine verilen azabın iki katını vermesi ve lânet etmesi için Allah’a yalvaracaklardır.[380] Bu fâni dünyada, kendilerine ümit bağlayarak siyasî, idarî ve ekonomik bakımdan itaat edip uydukları, müslümanlara rağmen tercih ettikleri, “bizi kurtardı”, ya da “kurtaracak” dedikleri, âdeta takdis edip dokunulmaz ve hata etmez saydıkları, ilkelerini, görüşlerini ilâhî ve nebevî bildirinin üstünde tutarak ilahlaştırdıkları o önderleri, büyük hesap gününde en büyük düşmanları haline gelecektir.
Kalabalıkların şuursuzca itaat edip izini takip ettikleri reislerine, “Siz olmasaydınız elbette biz mü’min olurduk!”[381] şeklinde suçladıkları zaman, o itaat ettiklerinden alacakları karşılık da: “Size hidâyet geldiği zaman, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suç işliyordunuz!”[382] cümlesinden ibarettir. Toplumlara tahakküm eden bu müstekbirlerle itaatkâr uyduları arasındaki bu tartışma, uyduların şöyle demesiyle sona erecek: “Hayır, öyle değil! Gece gündüz (sizin işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı bize emrederdiniz!” [383]
İşte beşerî düzenlerin hepsinde görüldüğü üzere, âdeta bir sürü gibi yönetilenler, hak nizama gözlerini ve gönüllerini kapayanlar, yanlışlık ve haksızlık karşısında hiçbir tepki göstermeyip kalabalığa uyanlar, hakka karşı olduğu halde otoriteye itaat edip boyun eğenler... Sonunda yönetici önderlerine, şöyle diyecekler: “biz size uymuştuk, şimdi bize gelen bu ateş azabından küçük bir parçayı olsun bizden savabilir misiniz?” [384]
Toplumlar, genellikle meliklerinin dini üzeredirler. Meliklerin gidişatı, dünya görüşleri, tercihleri, değer yargıları, tebaalarına da yansımaktadır. “Ennâsü alâ dîn-i mülûkihim: İnsanlar meliklerinin dini üzeredir” hadis-i şerifi bunu ifade etmektedir. Bilindiği gibi, insanlar İslâm fıtratıyla doğuyor; dünyaya doğuştan inkârcı olarak gelmiyorlar. Sonradan aile, çevre, ortam, eğitim ve yönetim, onların mü’min kalmalarında ya da münkir olmalarında az veya çok etkili oluyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, itaat konusu, dünyada onurlu bir şekilde yaşamanın, âhirette ateşten korunmanın temel dinamiklerindendir. Allah, Firavun ve adamları hakkında, “Biz onları, insanları ateşe çağıran önderler yaptık.”[385] buyuruyor. Bu liderlerin insanları ateşe çağırması demek, onları cehenneme götürecek fiilleri yapmaya dâvet etmeleri ve buna vesile olmaları demektir. “Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.”[386] O gün, her insan topluluğu, ilâhî ya da şeytânî önderlerine nispet edilerek çağrılacak. Meselâ “ey Firavun itaatkârları”, “ey Nemrut uyduları”... diye dâvet edilecek. Ayrıca, dinlerine, kitaplarına, taraftarlıklarına nispet edilerek çağrılacaktır.
Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar, önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar, itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar. Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları”[387] şeklinde tecelli edecek.
Dünyadaki etkileme, tahakküm vâkıası ve itaat anlayışı o derece açık ve enteresandır ki, ilâhî adâlet gününde bunu mütegallibelerin (haksız olarak ve zor kullanarak hükmedenler) yüzüne çarpan taklitçi ve itaatkâr uyduları, sanki bugün yaşanan “oyun”u dile getiriyor gibidir. Şöyle diyor, itaat edip tâbi olanlar, itaat ettiklerine: “Siz bize sağdan gelirdiniz (suret-i haktan görünüp vesvese verir, telkinde bulunurdunuz) derler.”[388] Güvendiğimiz yönden bize sokulup propaganda yapardınız. Siz bize hak cihetinden gelir, bâtılı bize süslü gösterirdiniz. Bizi hidâyet yoluna uymaktan alıkoyardınız. Bize din taraflısı görünerek yaklaşır, sahte delillerle aldatırdınız diyecekler. Zamanlar, metodlar ve imkânlar değişse bile, aldatmadaki asıl unsurun nasıl her devirde birbirine benzediği hayret vericidir. Yöneteni ve yönetileniyle, itaat edileni ve edeniyle, yönlendireni ve kandırılanıyla hepsi “o gün azapta müşterek/ortaktırlar.” [389]
İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk
İnsanımıza abdesti bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler anlatılamadığı, anlatılmasına izin verilmediğinden, tam tersine, her çeşit günah ve isyan için, “bunlar imanı bozmaz, bunlar olmadan da müslümanlık olur” diyerek insanları her çeşit isyana rağmen Allah’ın affına güvendirerek kandıran kimselerin [390]aldattığı insanımızın mü’mine benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez. Olayın iman boyutu, kabul ve itaat sözü olan “illâ Allah” tan önce gelmesi gereken red ve isyan sözü “lâ ilâhe” ile ilgili tevhid penceresinden bakışla uzun bir ufuk turu ile çağdaş yaşam değerlendirilebilir.
Biz olayın bir başka yönünü vurgulamış olalım: İbadette esas olan itaattir. Bir başka deyişle Allah’a ibâdet, O’nun emir ve yasaklarında sadece O’na itaat etmektir. Allah’ın emrine boyun eğmeğe yanaşmayan, itaatte Allah’tan başkasına yönelerek onların icad ettiği helâl ve haramlara uyan kişilerin inançlarında –her ne kadar aksini iddia etseler de- Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyetine yer yoktur. O, eylemleri ve isyanlarıyla mutlak otorite anlayışına, ilâhlık ve rablik makamına Allah’tan başkasını koyarak kullukta ona yöneliyor. Mü’min olmak ve mü’min kalmak için mutlak anlamda, kayıtsız ve şartsız itaatin yalnız Allah’a yapılması gerekir.
Âlemlerin rabbi olan Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrii alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın hükmüne göre değil; kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Bu zâlim insan, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilahlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeye kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.
Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan başkalarının koyduğu gayrı meşru hükümlerine seve seve uyup itaat edenlerin, "Allah'ın rabliğine ve ilahlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecibelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara itaat edilmesini de ister. Bunun için, insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu hükümlerine isteyerek itaatleri halinde, her ne kadar dâvâları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.
Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri ilâhla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları ilâhlar aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. İnsanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike; Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayri meşru hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar.
"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve isyanı olmayan, mevcut düzene her yönüyle uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab ve hâkimiyet anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık (!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a iman eden, ama tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden bir din, ilâhî olmaktan öte beşerî bir din!..
Rabliğin bir kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rablar olduğuna inanıyorlar veya Allah'ın rabliğine teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rabliğine teslim oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklerde geçen, dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin rabbi. Hâlbuki Allah, göklerin, yerin, bütün âlemlerin rabbidır.
Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hatem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasülüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasülüllah "Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve rahiplerini Allah'tan başka rablar edindiler."[391] mealindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, rahiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz: "Evet ama onlar (hıristiyan rahipleri ve yahudi hahamları) Allah'ın helal kıldığını haram; haram kıldığını da helal saydılar. Onlar da bunlara uyup itaat ettiler. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir." buyurdu.[392] Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için ona hemen rab adını vermiş olmak şart değildir. Bu rab edinme, tabii ki onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak demektir.
Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise, Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uyup itaat etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâli haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Hani meşhur fıkradaki ifadeyle, taşlar beşerî yasalarla bağlı ve itler de “özgürlük tanrısı”nın salıvermesiyle her önüne gelene saldırmak için ortalıkta koştururken, fincancı katırları ürkütme riskini göze alamayanlarca bu çeşit şirke vurgu yapılamamakta, hatta bu şirk canavarı, ehlîleştirilmiş ve mâsum gösterilmektedir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.”[393]; “Rabbinizden size indirilene (Kur’ân’a) uyun. Ondan başkasını evliyâ/dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”[394]; "Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." [395]
İtaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaati tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.
Kuru bir "iman ettim" sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifadesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi "ben, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum." demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve âhiret gününe iman ettik' derler; hâlbuki onlar, mü'min değillerdir."[396] "Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mü'min değillerdir."[397]; "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." [398]
Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak tanımlıyor. İmanının gerçek olup olmadığı ortaya çıksın diye mü’min, Allah tarafından imtihan edilir: "İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir." [399]
Allah'a İtaat ve İsyanın Boyutları
İtaat ve isyan, insanlar için imtihan konuları olduğundan, nefse zor gelir. Bâtıla isyan, irâde gücünün göstergesidir. Nefsin hevâsına, kötü arzularına isyan etmek, yani olumlu isyan da savaş kadar zor olduğundan, geleneksel İslâmî kültürde “büyük cihad” sayılmıştır. İnsan, hevâsını/kötü arzularını mı, yoksa gerçek ilâh Allah’ı mı ilah kabul ediyor; bu itaat ettiği mercî ile ilgilidir. İtaatin her türlü şartta, her çeşit zorlukta ve kayıtsız şartsız, pazarlıksız uygulanması gerekir. Bazı küçük zorluklara göğüs gererek yapılan itaat, belki münâfıklar tarafından da gösterilebilir; oysa zorluk ve sıkıntıya rağmen itaat, mü’minlere hastır. Kur’an’da münâfıkların Allah yolunda girişilecek mücadeleyi zor görerek geride kaldıkları bildirilir. Ancak, eğer “yakın bir yarar ve orta (zorlukta) bir sefer olsa, geleceklerdir[400]. Mü’minin sahip olduğu en önemli özelliklerden biri, itaatini her durumda korumasıdır. Rasûlullah bir hüküm koymuş, bir karar vermişse, mü’min, kendi basit çıkarlarına aykırı da olsa buna itaat eder. Kur’an, münafıklarla mü’minleri itaat konusunda farklı davranışlarıyla bize tanıtır. [401]
İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan da kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber bulunurlarsa her ikisi de eksiktir, yok sayılır. Bazı insanlar, övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları yok” diye bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi insan olduğu vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı açığa çıkacaktır. Yani, itaatsizlik de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen biri, isyan içinde demektir, isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları olmasın.
Yine, Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı [402] gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur.[403] Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” [404]
Allah’a itaati terk eden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”[405] İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” [406]
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat, namaz ve zekâtla da yakından ilgilidir: “Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki size merhamet edilsin.”[407]; “...Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” [408]
Allah’a gerçekten iman etmiş kimse, yaratılış amacının sadece Allah’a ibâdet olduğu[409] bilincindedir. O, namazını, ibâdetlerini, hayatını ve ölümünü hep âlemlerin Rabbi için,[410] O’nun rızâsı doğrultusunda geçirmeye söz vermiştir. Mü’minin hayatı, tümüyle ibâdet olduğundan/olması gerektiğinden, itaat ve isyanı da namazına benzeyecektir. Namazı, Allah’ın istediği gibi kılmakla nasıl ibâdet yapılmış oluyorsa, Allah'a herhangi bir konuda itaat de ibâdettir. Namaz kılarken imama uyup itaat ettiği gibi, büyük imam olan müslüman yöneticiye, yani ülü’l emre de öyle itaat edecektir. Namaz kılarken, kendinden daha âlim ve takvalı olsa da imamın yanlışına uymadığı, onu gerektiği şekilde düzelttiği gibi, yöneticisinin de yanlışlarını ikaz edecek, düzeltecektir.
Hz. Ömer’in, “ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılırsam, ne yaparsınız?” diye sorduğunda, cemaatten herhangi bir genç, ayağa kalkıp “Allah’a ve Rasûlüne azıcık muhâfet etsen, itaatten kıl kadar ayrılsan, seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” diye cevaplaması, Hz. Ömer’in de bu cevaba şükretmesi, örnek alınma gereği duyulmadan, sadece tarihî bir vaka olarak değerlendirilemez.
Bilindiği gibi, Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emanet, yalan hiyanettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü onu terkeden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah'a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir
Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır. Böyle olduğu halde onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na döndürüleceklerdir.”[411] Âyette “isteyerek” kelimesi “itaat” kelimesiyle ifade edilmektedir. Bunun anlamı yerde ve gökte olan şeyler, ister Allah’a gönülden teslim olarak itaat edici olsunlar, isterse bundan hoşlanmasınlar; her şey O’na teslim olmak zorundadır. Peki, gökler ve yeryüzü, gönül rızası ile severek ve isteyerek mi; yoksa istemeyerek, zoraki ve mecburen mi Allah’a ve O’nun yasalarına uyuyorlar? Cevabını, onları sadece dış görünüşüyle ve çok yüzeysel ve de kısmî olarak tanıyan bizim verebilmemiz beklenmez. Tüm yarattıklarını en iyi tanıyan O’dur. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[412] Öyleyse cevabı O’ndan öğrenelim: “Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. Her ikisi de: ‘İsteyerek/itaat ederek (tâiîn) geldik’ dediler.”[413] Burada dünyanın ve göklerin Allah tarafından kendilerine yüklenen görevlerin gereğini isteyerek, seve seve yerine getirdikleri vurgulanmaktadır. Bu âyette geçen “kerhen = istemeden, zorla” ifadesinin karşıtı, itaat kelimesinin kökü olan “tav’an = isteyerek” kelimesi olduğu gibi; aynı zamanda “isteyerek” anlamı verilen “tâiîn = gönülden itaat ederek” kelimesinin kullanılışıdır. Bu kullanım, Kur’an’ın itaat kavramı hakkındaki mantığını gösterir: İçlerinde, hoşlanmadıklarını gösteren bir sıkıntı duyarak, gönülsüz bir şekilde uyar gözükmenin “itaat” olarak kabul edilmediği; ancak, gönülden boyun eğerek, tam bir teslimiyetle[414] boyun eğmeye “itaat” dendiğidir. Bu özellikleri taşımayan, yani gönülden ve severek yapılmayan bir uymanın/zarurî teslimiyetin, itaatkâr mü’minlerin değil; münâfıkların tavrı olduğudur.
Allah’a itaat, evrenle uyum içinde ve onlarla kardeş olup bütünleşmedir. İnsan dışında bütün varlıklar Allah’a itaat etmektedirler. Bütün evren, gökler, yer ve buralarda bulunanlar, Allah’a teslim olmuşlar, O’na secde etmişler ve O’nun emrine itaat edip uymuşlardır [415]. “Sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi, hatta daha da katı. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır/kaynar(gözyaşı döker). Taşlardan bir kısmı da haşyetle, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”[416];“Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan huşû ile baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”[417] İnsan kadar yüce vasıflarla donatılmamış, yer ve gök Allah’a isteyerek itaat ettiği, bu coşkusunu sergilediği halde, insanın itaat etmemesi uygun olur mu? O takdirde en güzel biçimde yaratılan[418] insanın, yeryüzüne halife[419] olması mümkün olur mu? O zaman esfel-i sâfilîn/aşağıların en aşağısına[420], en alçak yere/cehenneme lâyık olmaz mı?
Âyetlerde açıkça görüldüğü gibi itaat, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği hükme rızâ göstererek gönülden bir teslimiyetle boyun eğme anlamını taşımaktadır. Allah’a ve Peygamber’e gösterilecek itaatin; zoraki, yapmacık, gösteriş için, istemeye istemeye yapılması itaat sayılmaz. İtaatin içten, gönülden gelmesi gerekir. Mü’min, peygamberin yolunun, onun sünnetinin doğru olduğuna kesin olarak kanaat etmeli ve itaatinde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymamalıdır. Gönülsüz bir itaat, Kur’an’da imansızlık göstergesi olarak değerlendirilir: “Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [421]
Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten yüz çevirmek, insanın küfrünü gerektiren bir durumdur: “De ki: ‘Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” [422] Mutlak otorite Allah’tır. O’nun izni, bir şeyi meşrû, helâl, mubah kılar; izin vermediği, yasakladığı bir şeyi de meşrû ve normal kabul etmek, mutlak ve nihâî otorite olan Allah’ın bu yetkisini başkalarına vermektir. “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” [423] Allah'ın emrine boyun eğmeğe yanaşmayan, itaatte Allah’tan başkasına, Allah’ın kendilerine itaati yasakladıklarına yönelerek onların icat ettiği İslâm’a ters kuralları benimseyerek onlara itaat eden kimse, diliyle farklı iddiada bulunsa da, şirk içindedir.
Allah’tan başkasına ve O’nun izin vermediği kişi ve ilkelere itaatin, insana huzur vermediği nice acı tecrübelerle görülmektedir. Allah’a ve Allah rızâsı için O’nun müsaade ettiklerine itaat, hayat verici, mutlu edici, iki cihanda aziz eden bir itaattir. Dünyada huzur ve âhirette kurtuluş ancak bu itaatle gerçekleşir. Çünkü itaat, imanın gereğidir. Allah’a itaat etmeyen, Rasûlullah’tan, müslüman emir sahiplerinden, ya da kâmil mü’minlerden ayrı bir yola sapan kimsenin varacağı yer, cehennemdir: "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." [424] “Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." [425]
Toplum halinde yaşamak zorunda olan insanların fesat ve kargaşadan kurtulmaları için, düzen ve âdil otoriteye, sadakat ve itaate zaruret vardır. İnsanlar toplum halinde tâatsiz yaşayamaz. Problem, kime ve niçin itaat edilmesi konusunda düğümlenir. İnsanların, kendileri gibi zaaflara sahip, bazı konularda kendilerinden daha kötü bir insana itaat etmeleri, kısmî faydaları yanında daha büyük zararlara yol açmaz mı?
Tarihten günümüze binlerce defa görülmüştür ki, zulmün, diktatörlüğün, tuğyanın, müstekbirliğin, sömürünün, yani şirk ve küfrün bütün farklı çizgilerinin temel sebebi, otorite hususu, emir ve itaat konusundaki gayr-ı meşrû/bâtıl ve yanlış anlayışlardır. İnsanın insana ilâhlık taslamasına, onu emir kulu kabul edip istediği gibi yönetip yönlendirmesine kim izin vermektedir? Özgürlük ve demokrasi taraftarları da bu konuda, insanın şerefini koruyan ve zulmü önleyen tatmin edici cevaplar verememektedir. İtaatsiz yaşanmıyor ve insana itaat de nice probleme sebep oluyorsa, çözüm nedir?
Tartışılmaz üstünlüğü olan, tüm insanlardan daha yüce, insandaki eksiklik ve yetersiz bilgi, zulmetme eğilimi gibi hiçbir zaafı olmayan, insanın her yönünü insandan daha iyi bilen Allah’a itaatin dışında bir çözüm olamaz. O, hem insanları, hem tüm evreni yaratan ve onlara hükmedendir. İtaat edilmeye lâyık tek varlıktır. Allah’ın dışında mutlak itaat edilmeye lâyık kimse yoktur; O’ndan başkasına itaat, ancak O’na itaat sayıldığı yerlerde, yani yetkisini ve sınırını O’nun belirlediği ve O’na itaat edenlere itaat ölçüsünde doğru olacaktır. O’nun dışında kimse kimseye rablik yapamaz, ilahlık taslayamaz. İnsanların insanlara haksız hükmü tahakkümü doğurur. İnsanların Allah’a itaati ise adâlet, huzur ve saâdeti neticelendirir. Şu bunalım çağını saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti güncelleştirmek için bundan başka çözüm yoktur.
Nerdesin Ey Güzel İsyan?
Olumlu İsyan: Olumlu anlamda isyan, gerekli şekilde ve gereken yerlere gösterildiğinde cihad farîzasını içerir. Küçüğüyle büyüğüyle, silâhlısı ve silâhsızıyla, dış düşmanlara, iç düşmanlara, şeytana veya nefse karşı olanıyla, kâfire veya münâfığa, yani her çeşidiyle cihad, bir isyandır. Dinin müsaade etmediği durumlardaki isyan ise, fesattır, fitne ve terördür. İsyanın gerektiği yerleri tespit, İslâm’a göre farklı; câhiliyyeye göre farklı olduğundan, nice cihad eylemi, câhiliyye bakış açısına göre isyan, ayaklanma, terör ve fundamentalizm yaftası yiyebilmektedir. Müslümana göre de, namaz kılmayan veya tesettüre uymayan, ya da içki içen birisi Allah’a isyankâr, yani fesatçı, terörist bir kimse kabul edilir.
Tevhidî çevre içinde, toplumun ve yönetimin Allah’a itaati şiar edindiği yerde mü’mine yakışan “işittik ve itaat ettik” demek olduğu gibi; şirkin ve Hakka isyanın hâkim olduğu yönetim ve çevre şartlarında mü’mine yakışan “ne işittik, ne de itaat ettik” , yani “dinlemiyoruz, itaat etmiyoruz!” demek, kutsal isyanı öne çıkarmaktır. İslâm’ın hâkim olduğu yerdeki müslümanın temel tavrı ile İslâm’ın mahkûm olduğu konumdaki tavrı elbette aynı değildir. Bunu Âsiye ismi ile örneklendirebiliriz: Peygambermiz, câhiliyye döneminde müşrik babaları tarafından çocuklarına verilmiş olan, manası şirki çağrıştıran isimleri; anlamı kötü ve ahlâksızlığı hatırlatan adları değiştirirdi[426]. Bu kabilden olmak üzere “isyankâr, isyan eden kadın” anlamına geldiği için “Âsiye” ismini değiştirmiştir. Müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi. Rasûlullah (s.a.s.) onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: “Sen Cemile’sin” dedi.[427]. Ama aynı Rasûl, Kur’an’da ismi belirtilmeyen “Firavun’un hanımı” nın “Âsiye” olduğunu bildirmiş ve ondan övgüyle söz etmiştir [428]. Bundan şöyle bir çıkarım yapmak herhalde yanlış olmaz: İslâm’ın hâkim olduğu, yönetimin ve çevrenin Allah’a itaat edenlerden teşekkül ettiği ortamda Âsiye/isyankâr olmak büyük bir yanlıştır. Ama Firavunların hâkim olduğu ve Allah’a itaat etmeyenlerin egemen olduğu ortamlarda Âsiye/isyankâr olmak; dünyevî açıdan riskli olsa da en temel, kurtuluş için en emin tavır, Rasûlullah’ın övgüsüne mazhar olan en doğru yoldur.
Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değildir. Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz. “Münkerler” etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani “nehy-i anilmünker” yapmak mecburiyetindedir. Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî... alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir. Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilahlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır. Bu tavır takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek de mümkün değildir[429]. Trafik ışığı olarak kırmızı lamba konusunda itaatsizliğin cezası değerlendirilir de, Allah’ın koyduğu helal-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?
İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı. Küfre isyan edemeyen müslüman, en azından itaatsizlik yapmalıdır. Zâlim otoritelere karşı sivil tepki ve sivil itaatsizliğin en güzel destanlarını tevhid yolunun önderleri yazmıştır. Nemrutlara itaat etmeyip putlarını kıran İbrahim, Firavunlara başkaldıran Mûsâ, câhiliyye şirkine karşı en şanlı direniş, en anlamlı tepki ve en güzel savaş sayfalarını yazan Hz. Muhammed...
Yeşiller, çevreciler, hayvan severler, sendikalar, spor fanatikleri... kadar bile tepkilerini dillendiremeyen dâvâ adamları(!); sayıları kırkı bulur bulmaz sivil itaatsizlik ve tepkilerini sokağa taşıran, sloganlar atıp tevhidi gülle gibi meydanlara savurarak kutsal isyana giden yolu açanları sadece tarihte yaşanıp bir daha tekrarlanamayacak masal gibi değerlendirirler. Onların çoğu, zenginliğin ihtiraslı rüyalarının mahmurluğu içinde dünyevîleşme çarkında veya hor gördüğü müslümanları bırakıp müşriklere hoşgörüler dağıtmakta, bazıları da tâğutları, kâfirleri darıltmamaya özen göstermekte, hatta kimse inanmasa da büyük putları sahiplendiğini ilân etmede veya etliye sütlüye karışmadan gününü gün edip, suya sabuna karışmadan temizlik(!) peşinde.... Allah'a iman ettiği halde tâğuta kulluk yapmak, küfre dolaylı da olsa hizmet etmek, Allah'a itaat etmeyene muhâlefet bile yapamadan ot gibi yaşayıp gitmek, her konumdaki ve her zihniyetteki âmire itaat edip emir kulu olmak, bütün bunlar Allah'a hakkıyla kul olmak isteyen bir müslümandan, cehennem kadar uzak olması gereken hususlardır.
İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:
“Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere Kur’an’daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar. [430]
Bir örnek de M. İslâmoğlu hoca’dan: Allah'a inandığını söylediği halde O’na itaat etmeyenlerin durumu, şu askerin durumu gibidir: Komutan kendisine hayatî önemi olan bir planı verdikten sonra planın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O planın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsilerin cezasına.[431]
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ateşten gömlek giymeye hazır olmalıdır. “Müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli itaat; cehennemin sebebi isyandır.
Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun.
İsyanınız kâfirlere, tâğutlara, zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!
İtaat ve İsyanla İlgili Âyet-i Kerimeler
- İsyan Kelimesinin Kökü Olan A-s-y ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde:) 2/Bakara, 61, 93; 3/Âl-i İmrân, 112, 152; 4/Nisâ, 14, 42, 46; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 15; 10/Yûnus, 15, 91; 11/Hûd, 59, 63; 14/İbrâhim, 36; 18/Kehf, 69; 19/Meryem, 14, 44; 20/Tâhâ, 93, 121; 26/Şuarâ, 216; 33/Ahzâb, 36; 39/Zümer, 13; 49/Hucurât, 7; 58/Mücâdele, 8, 9; 60/Mümtehıne, 12; 66/Tahrîm, 6; 69/Haakka, 10; 71/Nûh, 21; 72/Cinn, 23; 73/Müzzemmil, 16; 79/Nâziât, 21.
- İtaat Kelimesinin Kökü Etâa Fiili ve Değişik Çekimlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 74 Yerde:) 2/Bakara, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 50, 100, 132, 149, 168; 4/Nisâ, 13, 34, 46, 59, 59, 64, 69, 80, 80; 5/Mâide, 7, 92, 92; 6/En’âm, 116, 121; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 90; 23/Mü’minûn, 34; 24/Nûr, 47, 51, 52, 54, 54, 54, 56; 25/Furkan, 52; 26/Şuarâ, 108, 110, 126, 131, 144, 150, 151, 163, 179; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15; 33/Ahzâb, 1, 33, 48, 66, 66, 67, 71; 40/Mü’min, 18; 43/Zuhruf, 54, 63; 47/Muhammed, 26, 33, 33; 48/Fetih, 16, 17; 49/Hucurât, 7, 14, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 11; 64/Teğâbün, 12, 12, 16; 68/Kalem, 8, 10; 71/Nûh, 3; 76/İns3an, 24; 96/Alak, 19.
- İsyan Konusunda Âyet-i Kerimeler
- Allah'a İsyan: 4/Nisâ, 14; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 63; 13/Ra’d, 18; 72/Cin, 23.
- Peygamber’e İsyan: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.
- Şeytan İsyanı Emreder: 2/Bakara, 169; 4/Nisâ, 14, 118-119; 6/En’âm, 128; 7/A’râf, 200 24/Nûr, 21; 38/Sâd, 82-83.
- Haksız İsyan ve Haksız Tecavüz: 7/A’râf, 33.
- İtaat Konusunda Âyet-i Kerimeler
- Allah'a İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 69-70; 5/Mâide, 92; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 13/Ra’d, 18; 24/Nûr, 52, 54; 33/Ahzâb, 71; 42/Şûrâ, 38; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 64/Teğâbün, 12.
- Peygamber’e İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12.
- Müslüman Emir Sahiplerine İtaat: 4/Nisâ, 59; 6/En’âm, 165.
- Mü’minlerin İtaati: 2/Bakara, 285; 3/Âl-i İmrân, 16-17; 6/En’âm, 165; 24/Nûr, 51.
- İtaat Edenlerin Özellikleri ve Mükâfatı: 22/Hacc, 34-35.
- Kâfirlere İtaatten Sakınmak: 3/Âl-i İmrân, 149; 18/Kehf, 28; 25/Furkan, 52; 28/Kasas, 86; 33/Ahzâb, 1-3, 48; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsan, 24; 96/Alak, 19.
- Münâfıklara İtaatten Sakınmak: 33/Ahzâb, 1-3, 48.
- Biat (İtaat Sözü Vermek)
- Peygamber’e Biat Etmek: 48/Feth, 10, 18.
- Biatı Bozmak: 48/Feth, 10.
- Rıdvan Biatı: 5/Mâide, 7; 48/Feth, 10, 18-21.
- Mekke’nin Fethi Günü, Peygamberimiz’e Kadınların Biatı: 60/Mümtehine, 12.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 342-345
- Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, 370-373
- Fî Zılâlil Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 481-484
- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 234-235; 244-245
- Hayâtü's- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 521-557
- Peygamberimizin Yaşantısından Eğitici Dersler, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. s. 69-79
- Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 206-216; 267-274
- İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 320-323, 386-387
- Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 94-101
- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 337-342
- Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 425-519
- Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 32-35
- Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 160-176
- İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 331-340
- İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 70-75, 80
- Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 528-536
- Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 89-99
- Kur'an'da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y. s. 221-244
- İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 342-353
- Kur'an'da İnsan ve Toplumu, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 91-98, 249-259
- İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 173-177; 178-182
- İslâm’a Bağlılığım Neyi Gerektirir, Fethi Yeken, Özgün Y.
- Evet Adım İsyan, Nazrul İslâm, Fide Y.
- İsyan Ahlâkı, Nurettin Topçu, Dergâh Y.
- İtaatsizlik Üzerine Denemeler, Erich Fromm, Yaprak Y.
- Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
- Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
- İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l Hasan Ali Nedvî, Akabe Y.
[1] 2/Bakara, 165
[2] 6/En’âm, 95; 55/Rahmân, 12
[3] 8/Enfâl, 63
[4] 3/Âl-i İmrân, 31
[5] Müslim, Birr ve Sıla, 161
[6] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 393-394
[7]16/Nahl, 18
[8] 15/Hıcr, 29
[9] 2/Bakara, 30
[10] 3/Âl-i İmrân, 31
[11] 2/Bakara, 165
[12] 5/Mâide, 54
[13] 9/Tevbe, 24
[14] 10/Yûnus, 62
[15] Tirmizî, Deavât 72, 73; Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ans. c. 1, s. 120-121
[16] 25/Furkan, 65
[17] 17/İsrâ, 70
[18] İbn Mâce, Zühd 16
[19] Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
[20] İhyâu Ulûmi'd-Dîn, IV/302-303
[21] 51/Zâriyât, 56
[22] 51/Zâriyât, 56
[23] 4/Nisâ, 125
[24] Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs
[25] 67/Mülk, 2
[26] 2/Bakara, 155-157
[27] 61/Saff, 4
[28] 9/Tevbe, 111
[29] bk. 5/Mâide, 54; 48/Fetih, 29
[30] 13/Ra'd, 28
[31] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
[32] Buhârî, Enbiyâ 2; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 8-17
[33] Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 165
[34] Kuşeyrî, Risâle, s. 615
[35] Keşfü'l-Mahcûb, s. 401
[36] bkz. Abdülhüseyin Zerrînkûb, s. 106-109
[37] Zemmü'l-Hevâ, s. 458-465
[38] 45/Câsiye, 23
[39] 2/Bakara, 165
[40] el-Keşşâf, I/647
[41] Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 11-16
[42] 2/Bakara, 169-170
[43] Ahmed bin Hanbel, IV/11
[44] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
[45] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
[46] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
[47] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
[48] 33/Ahzâb, 6
[49] 9/Tevbe, 24
[50] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
[51] 19/Meryem, 96
[52] Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
[53] 2/Bakara, 165
[54] 2/Bakara, 216
[55] 3/Âl-i İmrân, 14-15
[56] 3/Âl-i İmrân, 31-32
[57] 3/Âl-i İmrân, 92
[58] 3/Âl-i İmrân, 103
[59] 3/Âl-i İmrân, 119
[60] 5/Mâide, 2
[61] 5/Mâide, 18
[62] 5/Mâide, 54
[63] 8/Enfâl, 46
[64] 8/Enfâl, 63
[65] 8/Enfâl, 73
[66] 9/Tevbe, 23
[67] 9/Tevbe, 24
[68] 9/Tevbe, 108
[69] 12/Yûsuf, 33
[70] 14/İbrâhim, 3
[71] 19/Meryem, 96
[72] 20/Tâhâ, 38-39
[73] 25/Furkan, 26-29
[74] 28/Kasas, 56
[75] 30/Rûm, 21
[76] 38/Sâd, 32
[77] 41/Fussılet, 34-35
[78] 48/Fetih, 29
[79] 49/Hucurât, 6-13
[80] 58/Mücâdele, 22
[81] 59/Haşr, 9
[82] 60/Mümtehine, 1-2
[83] 60/Mümtehıne, 7-9
[84] 61/Saff, 10-13
[85] 75/Kıyâme, 20-21
[86] 76/İnsan, 27
[87] 76/İnsan, 8
[88] 89/Fecr, 20
[89] 100/Âdiyât, 6-8
[90] 2/Bakara, 195
[91] 3/Âl-i İmrân, 134). Yine bkz. (3/Âl-i İmrân, 148; 5/Mâide, 13, 93
[92] 2/Bakara, 222
[93] 9/Tevbe, 108
[94] 3/Âl-i İmrân, 31
[95] 3/Âl-i İmrân, 76
[96] 9/Tevbe, 4
[97] 9/Tevbe, 7
[98] 3/Âl-i İmrân, 146
[99] 3/Âl-i İmrân, 159
[100] 5/Mâide, 42
[101] 49/Hucurât, 9
[102] 60/Mümtehıne, 8
[103] 61/Saff, 4
[104] 2/Bakara, 190
[105] 2/Bakara, 205
[106] 5/Mâide, 64
[107] 28/Kasas, 77
[108] 2/Bakara, 276
[109]3/Âl-i İmrân, 32
[110] 30/Rûm, 45
[111] 3/Âl-i İmrân, 57, 140
[112] 42/Şûrâ, 40
[113] 28/Kasas, 76
[114] 4/Nisâ, 36
[115] 31/Lokman, 18
[116] 57/Hadîd, 23
[117] 16/Nahl, 23
[118] 4/Nisâ, 107
[119] 22/Hacc, 38
[120] 8/Enfâl, 58
[121] 4/Nisâ, 148
[122] 5/Mâide, 87
[123] 7/A'râf, 55
[124] 6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31
[125] Buhâri, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165
[126] Buhâri, İman 8; Müslim, İman 69
[127] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
[128] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
[129] Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
[130] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66
[131] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[132] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 60; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
[133] Tirmizî, Birr 18
[134] Müslim, Birr 32; Buhârî, Edeb 57; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5
[135] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
[136] Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Tirmizî, Fiten 68
[137] Müslim, Birr 72; Buhârî, Mezâlim 3; Ebû Dâvud, Edeb 38; Tirmizî, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
[138] Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
[139] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
[140] Et-Tâc, c. 5, s. 78
[141] Tirmizî, Birr 60
[142] Buhârî, Edeb 57, Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
[143] Müslim, 1, 32
[144] Tirmizî, Deavât 72, 73
[145] Ahmed bin Hanbel, IV/11
[146] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
[147] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
[148] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
[149] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
[150] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
[151] Buhârî, Enbiyâ 2, 3; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537
[152] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
[153] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
[154] İbn Mâce, Zühd 16
[155] Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
[156] Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
[157] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
[158] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
[159] Tirmizî, Zühd 64
[160] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65; Ebû Dâvud, Edeb 145; Tirmizî, Birr 12
[161] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164; İbn Mâce, Edeb 3
[162] Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
[163] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 1; Ahmed bin Hanbel, III/128, 199, 285
[164] İbn Mâce, Nikâh 1
[165] Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
[166] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
[167] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; Ebû Dâvud, Edeb 98
[168] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
[169] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
[170] 10/Yûnus, 62; Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142
[171] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95
[172] 36/Yâsin, 82
[173] 11/Hûd, 90
[174] 85/Bürûc, 14
[175] 5/Mâide, 54
[176] bk. 6/En’âm, 95; 55/Rahmân, 12
[177] 55/Rahmân, 29
[178] 8/Enfâl, 58
[179] 2/Bakara, 222
[180] 5/Mâide, 54
[181] 3/Âl-i İmrân, 76
[182] 3/Âl-i İmrân, 57
[183] 5/Mâide, 42
[184] 4/Nisâ, 107
[185] 61/Saff, 4
[186] 4/Nisâ, 36
[187] 9/Tevbe, 108
[188] 3/Âl-i İmrân, 31
[189] 5/Mâide, 54
[190] 5/Mâide, 54
[191] 12/Yusuf, 30
[192] 21/Enbiyâ, 69
[193] M. İslamoğlu, Yürek Devleti, s. 83-96
[194] 4/Nisâ, 77
[195] 17/İsrâ, 39
[196] 9/Tevbe, 24
[197] 30/Rûm, 21
[198] 2/Bakara, 165
[199] 49/Hucurât, 7
[200] 9/Tevbe, 23
[201] 20/Tâhâ, 39
[202] 19/Meryem, 96
[203] Bkz. 11/Hûd, 90; 85/Bürûc, 14
[204] 8/Enfâl, 63
[205] M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 96-107
[206] 3/Âl-i İmrân, 103
[207] 3/Âl-i İmrân, 103
[208] Buhârî, İman
[209] Müslim
[210] 42/Şûrâ, 23
[211] M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 107-111
[212] 2/Bakara, 165
[213] 25/Furkan, 43
[214] 2/Bakara, 7
[215] 12/Yusuf, 40
[216] 36/Yâsin, 74
[217] 36/Yâsin, 75
[218] 5/Mâide, 54
[219] 3/Âl-i İmrân, 31
[220] 9/Tevbe, 67
[221] M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 111-125
[222] Bkz. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196
[223] 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16
[224] 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6
[225] 3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân, 150; 22/Hacc, 78
[226] 60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118
[227] Bkz. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62
[228] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66
[229] 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112
[230] Hadis-i Şerif rivâyeti
[231] Hadis-i Şerif rivâyeti
[232] Hadis-i Şerif rivâyeti
[233] Hadis-i Şerif rivâyeti
[234] Hadis-i Şerif rivâyeti
[235] Hadis-i Şerif rivâyeti
[236] Abdullah bin Ömer
[237] Abdullah İbn Mes'ûd
[238] Muhammed bin Hanefiyye
[239] 2/Bakara, 61
[240] 4/Nisâ, 59
[241] 4/Nisâ, 80
[242] Buharî, Ahkâm 4, 9/79; İbn Mâce, Cihad 39, hadis no: 2859-2862, 2/954
[243] İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
[244] Buhâri, Cihad 109, 4/60; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
[245] Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi, Bey’at 27, 7/138
[246] 3/Âl-i İmran,100
[247] 3/Âl-i İmran, 143
[248] 6/En’âm, 121
[249] 33/Ahzâb, 66
[250] 33 Ahzab/71; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 320-323
[251] 4/Nisâ, 81; 24/Nûr, 53; 47/Muhammed, 21
[252] 24/Nûr, 53
[253] 47/Muhammed, 21
[254] Bk.10/Yûnus, 91; 79/Nâziât, 21
[255] 2/Bakara, 34
[256] 66/Tahrim, 11
[257] Bk. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
[258] 2/Bakara, 285
[259] 2/Bakara, 93
[260] 33/Ahzâb, 36
[261] 66 Tahrim/6
[262] 16/Nahl, 36
[263] Bk. 58/Mücâdele, 8-9
[264] Buhârî, Cihad 107, 4/60; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
[265] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
[266] 3/Âl-i İmrân, 132
[267] 4/Nisâ, 13
[268] 25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66
[269] 4/Nisâ, 14, 115
[270] 11/Hûd, 59
[271] 24/Nûr, 47
[272] 6/En’âm, 116
[273] 2/Bakara, 120
[274] 2/Bakara, 170
[275] 2/Bakara, 285
[276] 3/Âl-i İmrân, 31-32
[277] 3/Âl-i İmrân, 83
[278] 3/Âl-i İmran,100
[279] 3/Âl-i İmrân, 132
[280] 3/Âl-i İmrân, 149
[281] 4/Nisâ, 13-14
[282] 4/Nisâ, 42
[283] 4/Nisâ, 59
[284] 4/Nisâ, 61
[285] 4/Nisâ, 64-65
[286] 4/Nisâ, 69
[287] 4/Nisâ, 80
[288] 4/Nisâ, 115
[289] 5/Mâide, 49
[290] 6/En’âm, 116
[291] 9/Tevbe, 63
[292] 18/Kehf, 28
[293] 24/Nûr, 47
[294] 24/Nûr, 51-52
[295] 24/Nur, 63
[296] 25/Furkan, 27-29
[297] 33/Ahzâb, 36
[298] 33/Ahzâb, 66-68
[299] 45/Câsiye, 18
[300] 59/Haşr, 7
[301] 72/Cin, 23
[302] Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi, Bey’at 27, 7/138; İbn Mâce, Cihad 39
[303] Buhârî, İ’tisâm, 12
[304] İbn Mâce, Cihad 40
[305] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
[306] Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 38-40; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
[307] Buhâri, Ahkâm, 4; S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 12/314, Fethu’l Bâri, 13/108
[308] İbn Mâce, Cihad 40
[309] Buhârî, Ahkâm, S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 293-294, Fethu’l Bâri, 13/5; Müslim, hadis no: 1709
[310] 4/Nisâ, 65
[311] Müslim, A. Dâvudoğlu Terc. 10/146; Ebû Dâvud, Sünnet 6, hadis no: 4607; Tirmizî, İlm, 16, hadis no: 2815; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42, 43; İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 4/1753-1754
[312] Buhâri, İ’tisâm 2; Tedrîc-i Sarih Terc. c. 12, s. 403-404
[313] 64/Teğâbün, 16
[314] 4/Nisâ, 64
[315] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, 2/173-174
[316] 28/Kasas, 50
[317] 4/Nisâ, 69
[318] 4/Nisâ, 80
[319] 9/Tevbe, 63
[320] 24/Nûr, 47
[321] 24/Nûr, 51-52
[322] 24/Nur, 63
[323] 25/Furkan, 27-29
[324] 33/Ahzâb, 36
[325] 33/Ahzâb, 66
[326] 59/Haşr, 7
[327] 72/Cin, 23
[328] Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi, Bey’at 27, 7/138
[329] Buhârî, İ’tisâm, 12
[330] 4/Nisâ, 59
[331] 3/Âl-i İmrân, 118
[332] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, 80-81
[333] Buhâri, Müslim
[334] Buhâri, Müslim
[335] Müslim
[336] Buhâri, Müslim
[337] Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an, 1/370-373
[338] İbnü’l Kayyim, Ahkâmu Ehli’z Zimmeh, 237
[339] Ebû Ya’lâ, el-Mu’temed fî Usûli’d-Din, 243
[340] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 12/229
[341] İbn Hacer, Fethu’l Bârî, 13/123
[342] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 10/169; A. el-Luveyhık, Dinde Ölçülü Olmak, 426
[343] 33/Ahzâb, 2
[344] 45/Câsiye, 18
[345] 25/Furkan, 52
[346] 3/Âl-i İmrân, 149
[347] 3/Âl-i İmrân, 149
[348] 3/Âl-i İmrân, 150
[349] Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, 2/482-483
[350] 3/Âl-i İmrân, 100
[351] 33/Ahzâb, 1
[352] 33/Ahzâb, 64-6
[353] 6/En’âm, 121
[354] 2/Bakara, 102, 168, 208; 4/Nisâ, 83 vd.
[355] 19/Meryem, 44; 36/Yâsin, 60
[356] 76/İnsan, 24
[357] 68/Kalem, 8-9
[358] 68/Kalem, 10-14
[359] 18/Kehf, 28
[360] 96/Alak, 19
[361] 26/Şuarâ, 151-152
[362] 29/Ankebut, 8
[363] 31/Lokman, 14-15
[364] 6/En’âm, 116
[365] 49/Hucurât, 7
[366] 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 2
[367] 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus,35-36, 66
[368] 5/Mâide, 49-50
[369] 45/Câsiye, 18
[370] 38/Sâd, 26
[371] 25/Furkan, 42; 45/Câsiye, 23
[372] 7/A’râf, 126; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 16
[373] 2/Bakara, 120, 145; 5/Mâide, 48, 49, 77; 6/En’âm, 56, 150 vd.
[374] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
[375] Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 39; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955)
[376] S. Buhâri, Fethu’l Bâri, 7145; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/226
[377] 17/İsrâ, 23
[378] 31/Lokman, 15; Abdülhamid Bilali, Eğitici Dersler, 75-76
[379] 33/Ahzâb, 67
[380] 7/A’râf, 38
[381] 34/Sebe’, 31
[382] 34/Sebe’, 32
[383] 34/Sebe’, 33
[384] 14/İbrahim, 21
[385] 28/Kasas, 41
[386] 17/İsrâ, 71
[387] 37/Saffât, 22-23;
[388] 37/Saffâft, 28
[389] 37/Saffât, 33; Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, 92-97
[390] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
[391] 9/Tevbe, 31
[392] Tirmizî, Tefsir 9
[393] 3/Âl-i İmrân, 149
[394] 7/A’râf, 3
[395] 4/Nisâ, 13-14
[396] 2/Bakara, 8
[397] 24/Nur, 47
[398] 8/Enfâl, 20-22
[399] 29/Ankebut, 2-3
[400] 9/Tevbe, 41-42
[401] 24/Nûr, 47-54
[402] 2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36
[403] 4/Nisâ, 14
[404] 8/Enfâl, 24
[405] 6/En’âm, 129
[406] Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127
[407] 24/Nûr, 56
[408] 58/Mücâdele, 1
[409] 51/Zâriyât, 56
[410] 6/En’âm, 162
[411] 3/Âl-i İmrân, 83
[412] 67/Mülk, 14
[413] 41/Fussılet, 11
[414] 4/Nisâ, 65
[415] 3/Âl-i İmrân, 83; 13/Ra’d, 15; 41/Fussılet, 11
[416] 2/Bakara, 74
[417] 59/Haşr, 21
[418] 95/Tîn, 4
[419] 2/Bakara, 30
[420] 95/Tîn, 5
[421] 4/Nisâ, 65
[422] 3/Âl-i İmrân, 32
[423] 42/Şûrâ, 21
[424] 4/Nisâ, 115
[425] 4/Nisâ, 14
[426] Bk. Buhâri, Edeb 108; Ebû Dâvud, Edeb 62; İbn Mâce, Edeb 32
[427] Müslim, Âdâb 14, 15; İbn Mâce, Edeb, hadis no: 3733; Tirmizî, Edeb, hadis no: 2840; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/18; Dârimî, Sünen, İsti’zân 62
[428] Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
[429] 2/Bakara, 256
[430] Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77, Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslâm adlı eserinden naklen
[431] M. İslâmoğlu, İman Risâlesi, 345