E C E L VE Ö L Ü M
- Ecel; Anlam ve Mâhiyeti
- Ecel ve Kader
- Kur’ân-ı Kerim’de Ecel ve Ölüm
- Hadis-i Şeriflerde Ecel ve Ölüm
- Ölüm; Ecelin Kapıyı Çalması
- Allah Mümît'tir; Eceli Takdir Eden, Ölümü Yaratan Allah’tır
- Ölüm Meleği ve Azrâil
- Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
- Ölüm de Bir Nimettir
- Ölüm Korkusu
- Ölüm Gerçeği ve Âhiret İnancının Ruh Sağlığı Açısından Önemi
- Ölümü Düşünerek Dirilmek
- Ölümü Beklenen Hastaya Karşı Görevlerimiz
"Allah'ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız." [1]
Ecel; Anlam ve Mâhiyeti
Ecel; Belli bir zaman parçası ve bu parçanın sonu; vakit ve son demektir. Bir şey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir. İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tâyin edilen ömürdür. "Ecelin gelmesi" ise, tâyin edilmiş bulunan ömrün son bulması, yani ölümdür.
Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel vardır. Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur. "Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler." [2]
"Eceli geldiği zaman bir kimsenin ölümünü Allah geciktirmez"[3] Ecel, kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir. Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle belirlemişse, eceli de ilmiyle takdir etmiştir. "Öldürülen kişi de eceliyle mi ölmüştür? Öldürülmüş olmasaydı daha bir müddet yaşayacak mıydı, yaşamayacak mıydı?" gibi sorular ister istemez akla gelmektedir. Nitekim bu hususta kimi âlimler farklı kanaat ileri sürmüşlerdir. Mu’tezile'den bir kısım âlimlere göre öldürülen kişi eceliyle ölmemiştir. Öldürülmemiş olsaydı, daha bir müddet yaşayacaktı. Ehl-i Sünnet ile diğer Mu’tezilelere göre ise, eceliyle ölmüştür. Aksini ileri süren Mu’tezilîler, kulların fiillerinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerinden dolâyı bu görüşe vârmışlardır. Çünkü onlara göre fiilin fâili, bizzat kulun kendisidir. O halde öldürme işi, öldüren katilin kendi işidir.
Ehl-i Sünnet'in tamamına göre öldürülen kişi de eceliyle ölmüştür. Ancak katil bu fiilinden dolayı ceza görür. Eceliyle ölmediğini söylemek yanlıştır. Allah o kişinin öldürüleceğini önceden bilmektedir ve ecelini de ona göre tâyin etmiştir. Allah onda ölümü yaratmasından dolayı ölmüştür. Öldürülerek ölen kimse için, "öldürülmeseydi yaşayacaktı" gibi sözler söylemek doğru değildir. Hattâ "öldürülmemiş olsaydı, ne olurdu?" gibi bir varsayım üzerinde birtakım görüşler ileri sürmek bile yanlıştır. Çünkü bütün bunlar Allah'ın takdiriyle olmaktadır ve aksi sözkonusu olamaz. [4]
"Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır."[5] âyetinde "Ömrünün kısaltılması " ifâdesiyle ilgili olarak İmâmu'l-Haremeyn el-Cüveynî (öl. 478/1085) şöyle demektedir: Bu âyetle iki durum kastedilmiştir ki, onlardan biri: Bir kimsenin benzerlerine nazaran ömrünün eksiltilmesidir. Yoksa, Allah'ın ilminde mevcut olan ömrünün eksiltilmesi anlamında değildir. Bu nasıl mümkün olsun ki, Allah, ilminde onun ecelini takdir etmiştir. İkinci durum ise: Eksiltme ve arttırmanın, melekler indindeki sahifelerde gerçekleşmesidir. Onların sahifelerinde bir şey mutlak olarak yazılıdır ama, Allah'ın ilminde kayıt altına alınmıştır. Vuku bulacak olan da, bu kayıt altına alınan şekildir. Âlimler, "Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır. (Bütün) kitapların anası, O'nun yanındadır."[6] âyetini de buna hamletmişlerdir. [7]
O halde Allah indindeki ilim, yani kader, kesinlikle değişmez. Levh-i Mahfûz'da ne yazılmışsa mutlaka olur. Ancak meleklerin yanında da olayların yazılı bulunduğu sayfalar vardır ve bu sayfalarda yazılanlar, değişikliğe maruz kalabilir. Bu gibi konular gayb âlemini ilgilendirdiği için tabiatıyla onların mâhiyetlerini bilemeyiz. Meleklerin yanında bulunan sayfaların değişmesinin elbette bir hikmeti vardır. Belki de bunun hikmeti, meleklerin gayba tam olarak vâkıf olmalarını engellemektir. Allah neyi diler ve murad ederse mutlaka onda bir hikmet vardır. [8]
Ashâbın anlayışına göre eceli gelmeyen insanın bir hastalıktan ölmesi veya herhangi bir kimse tarafından öldürülmesi, buna karşılık eceli gelen kimsenin de ölümden kurtulup yaşamaya devam etmesi mümkün değildir. Nitekim düşmanlarıyla korkutulan Hz. Ali, ecelin insanı ölümden koruyan sağlam bir kalkan olduğunu söylemiş ve insanın eceli gelince de düşmanı tarafından atılan okun hedefinden sapmayıp o insana isâbet edeceğini, yaralanması halinde ise iyileşmeden öleceğini belirtmiştir.
Ecel meselesi kader problemine bağlı olarak kelâm âlimleri arasında tartışılan önemli konulardandır. İlk defa Mu'tezile âlimleri eceli tartışma konusu haline getirmişler ve farklı şekillerde açıklamışlardır. Onlara göre ecel, hayat süresi ve ölüm vaktinden ibârettir. İster herhangi bir dış etki olmadan tabiî bir şekilde olsun, ister bir kaza veya katil sonucu olsun, her insan tek bir ecelle ölür. Ancak kaza sonucu ölen veya öldürülen insanın bu olaylarla karşılaşmaması halinde yine de ölüp ölmeyeceği hususunda Mu'tezile âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Erken devir âlimlerinden Ebu'l-Huzeyl el-Allâf ile Ebû Hâşim el-Cübbâî ve ona uyan Behşemiyye grubu, ne şekilde olursa olsun ölen her insanın ömrünü tamamladığı ve eceli geldiği için öldüğü görüşündedirler. Mu'tezile'nin Bağdat ekolü, En'âm sûresinin ikinci âyetini de dikkate alarak insanın "ecel-i kazâ" ve "ecel-i müsemmâ" denilen iki eceli bulunduğunu ileri sürmüştür. Buna göre insan, herhangi bir dış müdâhale olmadan ölürse ecel-i müsemmâya, kaza veya katil sebebiyle ölürse ecel-i kazâya göre ölmüş olur. İkinci durumda ölen kişi kazaya uğramasaydı veya öldürülmeseydi ecel-i müsemmâsına kadar yaşayacaktı. Aksi takdirde onu öldürenin cezalandırılması veya kendisine ait olmayan bir hayvanı kesen kimsenin tazminat ödemesi anlamsız olurdu. Mu'tezile'den Kâ'bî de bu görüşü benimseyenlerdendir. Kadı Abdülcebbar'a göre ise katil yoluyla ölen kişinin bu olaya mâruz kalmaması durumunda yaşayacağını kesin olarak söylemek mümkün değildir. Böyle bir kimsenin ölmesi de yaşaması da ihtimal dâhilindedir. Mu'tezile'nin müteahhir âlimlerinden Zemahşerî Bağdat ekolünün görüşünü savunarak insanın tutum ve davranışlarına göre ömrünün uzatılıp kısaltılabileceğini belirtir. Nitekim ona göre Kur'an'da ömrü uzatılan ve kısaltılanların bir kitapta bulunduğunun bildirilmesi,[9] ayrıca Hz. Ömer'in hançerle yaralanması sırasında Kâ'b el-Ahbar'ın, "Ömer Allah'a duâ etseydi, ecelini tehir ederdi" demesi bu görüşü teyit etmektedir. [10]
Selefiyye, Mâturidiyye ve Eş'ariyye'den oluşan Ehl-i Sünnet âlimlerine göre ecel daha çok, "Allah'ın canlıların öleceğini bildiği zaman" diye tarif edilir. Buna göre ecel, hayat süresi ve ölüm için takdir edilen zamanı ifade ettiğinden kaderle ilgili bir konudur. Bu sebeple canlıların her birinin yaşayacağı ecel, tek olup kesinlikle değişmez. Hiçbir canlı kendisi için takdir edilen zamandan önce hayat bulamayacağı gibi, hakkında takdir edilen ölüm vakti gelmeden de ölmez. İlgili âyetteki "ecel-i müsemmâ" kıyâmetin kopmasına dair olup bununla insanın değil, kâinatın eceline işaret edilmiştir. Tabii yolla da olsa, kaza ve katil yoluyla da olsa herkes kendi eceliyle ölür. "Maktul öldürülmeseydi yaşardı" demek vâkıaya aykırıdır, ecel ise vâkıanın ifadesidir. Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın izni olmadıkça hiçbir nefsin ölmeyeceği, ölümün vakti tâyin edilmiş bir yazıya göre vuku bulduğu bildirilmiştir.[11] Ayrıca eceli gelen hiçbir nefsin yaşatılmayacağı kesin bir şekilde anlatılarak herkesin eceliyle öldüğüne işaret edilmiştir.[12] İlâhî ilim, mümkünü mümkün olarak, vuku bulanı da gerçekte olduğu gibi ihâta eder. İki ecel kabul etmek veya ecelin değişebileceğini savunmak İlâhî ilimde değişikliğin meydana gelebileceğini benimsemek anlamına gelir ki bu husus, Allah'ın kullarının âkıbetlerini önceden bilmeye muktedir olmamasını ve dolayısıyla O'na bedâ görüşünün nisbet edilmesini gerekli kılar; bu ise, ulûhiyet makamıyla bağdaşmaz.
Mu'tezile'nin, maktûlün eceliyle ölmediğini ispatlamak için dayandığı deliller de geçerli değildir. Çünkü katilin adam öldürmekten dolayı Kur'an'da kötülenmesi ve kısas cezasına çarptırılması, maktûlün Allah tarafından tayin edilen ecel-i müsemmâsına ulaşmasını engellediğinden değil, yasaklanan katil fiilini işleyip İlâhî emre aykırı davranmak sûretiyle maktûlün ölümüne zâhiren sebep olması sebebiyledir. Ölümü gerçekleştirmek (imâte), İlâhî bir fiil olmakla birlikte, öldürmeye teşebbüs edip ölüm hâdisesinin meydana gelmesine sebebiyet vermek katile ait bir fiildir.
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre insan ömrü uzamaz ve kısalmaz. Kur'ân-ı Kerim'de ve bazı hadislerde ilk bakışta ömrün uzatılması veya kısaltılması anlamına gelebilecek naslar varsa da bunların, mânâsı apaçık olan ecelle ilgili muhkem nasların ışığında açıklanması gerekir. Kur'an'da bazı insanların ömürlerinin uzatılmasının, bazılarının ise kısaltılmasının apaçık bir kitapta bulunduğu ifade edilmektedir.[13] Burada kastedilen şey, sağlık kurallarına uyup gerekli tedbirleri almak sûretiyle uzun müddet yaşayacak olanlarla hastalık, tedbirsizlik, kaza, katil vb. sebeplerle ömrü kısaltılanların Allah tarafından bilindiği, bunun da bir kitapta yazılmış olduğu husûsudur. Bundan, dünyaya gelip yaşamaya başladıktan sonra insanlar için -İlâhî bilgi dışında kalan- ömür uzatılması veya kısaltılması sonucunu çıkarmak isâbetli değildir.[14] Ayrıca ilgili âyetteki "ziyâde" ve "noksan" ile diğer bir âyetteki[15] "mahv" ve "isbât"ın, "ümmü'l-kitâb"da (levh-i mahfûz) değil, meleklerin ellerinde bulunan kitapta meydana gelmesi ihtimal dâhilindedir. Akrabaları ziyâret edip gözetmenin, komşularla iyi geçinmenin ve sadaka vermenin ömrü uzatacağına ilişkin hadislere gelince, her şeyden önce bunlar âhad rivâyetlerdir ve zâhirî mânâları itibarıyla kesin anlamlı âyetlere aykırı olduklarından muhkem âyetleri bunların ışığında açıklamak doğru değildir. Bu hadislerde belirtilen ömrün uzaması, yapılan iyilikler veya yetiştirilen hayırlı evlât sebebiyle insanın öldükten sonra hayırla anılarak adının yaşatılması anlamına gelebileceği gibi, güzel amellerle dolu bir hayatın bereketlenip mutlu bir şekilde geçirilmesi ve dolayısıyla ömrün psikolojik olarak uzun algılanması anlamını da ifade etmiş olabilir.
Ecel konusunda mezhepler arasında görülen ihtilâflar, daha çok iki ecelin bulunup bulunmadığına ve dolayısıyla ömrün uzayıp uzamayacağına ilişkindir. Genel olarak Mu'tezile ve Şia insanların iki eceli olduğunu ve ömürlerinin uzayıp kısalabileceğini savunurken Ehl-i Sünnet umûmiyetle muhkem âyetlere dayanarak insanların bir tek ecelleri bulunduğunu, bunun da ölümleriyle gerçekleşen vakit olduğunu kabul etmiştir. Ecelin kaza ve kadere imanın bir parçasını teşkil eden itikadî bir mesele olduğu ve bunun daha ziyade İlâhî ilim ve irâdeyi ilgilendirdiği dikkate alınırsa, insanlar için önceden belirlenen değişmez bir ecelin takdir edildiğini benimseyen görüşün daha isâbetli olduğunu söylemek mümkündür. Zira kişilerin sağlık kurallarına uyup uymayacakları, bu konuda ne gibi gelişmelerin ortaya çıkacağı, herhangi bir kaza veya katil hâdisesiyle karşılaşıp karşılaşmayacakları hususu İlâhî bilgi ve irâdenin kapsamı dışında değildir. İnsanların ecelleri sadece Allah tarafından bilindiğine ve kendilerince keşfedilmesi mümkün olmadığına göre yaşamak için gerekli tedbirleri almaları kulluk vazifelerinin bir gereğidir. [16]
Allah (c.c.) herkes için bir ömür belirlemiştir. Her canlı kendisi için belirlenmiş olan o ömrü bitirecektir. Ölümü de dirilmeyi de Allah (c.c.) yaratır. “O Allah ki, amelce hanginiz daha güzeldir diye, sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O güçlüdür, bağışlayıcıdır.” [17]
Her insan eceliyle ölür, hiçbir kimse ölüme müdâhale edemez. Ancak Allah’ın yazmış olduğu ecele göre ölür. “Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” [18]
Ecelin ileri alınması ya da geriye bırakılması mümkün değildir. “Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah işlediklerinizden haberdardır.”[19] Her insanın bir eceli olduğu gibi her ümmetin (topluluğun) de bir eceli vardır. “... Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldimi, bir an ne geri kalırlar, ne de ileri giderler.” [20]
Ecel ve Kader
Ecel; Arapça’da belirlenmiş sürenin bitimi demektir. Başlıca iki ayrı anlamı vardır. Bunlardan biri, Türkçedeki "vâde"nin karşılığı olmak üzere genelde senet ve borç mevzuatında kullanıldığı anlamdır;[21] diğeri ise ölüm ânı demektir. Yani insanın hayatının sona erdiği saniyeler anlamına gelir.
Ecel de, insanın hayatında yaşadığı sıradan herhangi bir olay gibi, rızık gibi kaderin bir parçasıdır. Allah Teâlâ her canlının, ne kadar yaşayacağını, nerede ve nasıl öleceğini kesinlikle ve ezelî ilmiyle bilir. Dolayısıyla canlının öleceği saatlerde onun hayatının sona ermesi için gerekli olan bütün nedenler bir araya gelir. Öyle ki bu nedenler onun yaşamını durdurmak için âdetâ birbirlerini tamamlarlar.
Örneğin çok yaşlanmış bazı insanların, hiçbir hastalık belirtisi göstermeden bir mumun yavaş yavaş sönmesi gibi öldükleri bir gerçektir. Bu demektir ki, vücutta bulunan sistemler çok eskimiş ve yıpranmış olmaktan dolayı artık normal görevlerini yapamazlar. Bu sistemlerden bazıları bir süre daha çalışabilecek durumda olsa bile, diğerleri fonksiyonlarını yerine getiremediklerinden, kısa bir süre için bir tür direnip faâliyetine devam eden sistem de bu genel duraklamadan olumsuz yönde etkilenerek o da durur. Böylece ezelden beri Allah'ın bilgisi içinde olan yaşama süresi bitmiş olur ki işte ecel, pek olağan gibi göremediğimiz ancak bu son derece doğal nedenlere bağlı olarak zamanında gerçekleşir.
Bundan şu sonucu çıkarmalıyız: Bir tek olan ecelin, bir değil; bilâkis aynı zamanda birçok zincirleme nedeni vardır. Bunlar Allah'ın ezeldeki takdirine ve O'nun kurmuş bulunduğu kâinât disiplinine bağlı olarak sebep-sonuç zincirinin akışı içinde birbirlerini farklı ölçülerde etkiler ve ecel saati yaklaştıkça yoğunlaşırlar.
Örneğin, bir trafik kazasında sürücünün, gideceği yere bir an önce ulaşmak istemesi, ecel için bir ilk neden oluşturabilir; bu psikoloji içerisinde yapacağı aşırı hız, onu bir an gelir ki -bir riski atlatmak için- hatalı sollamaya iter. Bu da nedenlerin ikincisi olur; Hatalı sollama kaçınılmaz bir kaza ile sonuçlanırsa bu üçüncü bir neden olur; Çarpışma ya da devrilme gibi bir olaydan sonra vücutta meydana gelen ezilme, kırılma ve yaralanmalar dördüncü bir nedeni oluşturur; Eğer kan kaybı ya da hastaneye geç ulaşmak gibi bir durum yaşanırsa bu da elbetteki başka bir neden olur ve böylece bir hayatın sona ermesi, âdetâ eceli hazırlayan sebeplerin birbirini izlemesiyle gerçekleşir. Ölüm hâdisesi dâhil, ard arda meydana gelen bu olayların hiçbiri, aslında diğerinden farklı değildir. Çünkü bunların her biri, aynı doğrultudaki kaderin birer halkasıdır. Buna rağmen insanlar, ecel için genellikle (kalp krizi, trafik kazası, zehirlenme, boğulma, intihar ve sûikast) gibi bir tek neden üzerinde dururlar. Bu, ezelî kaderin bir çeşit özetlenmesidir.
Dikkatlerin ecel kavramı üzerinde yoğunlaşması ölüm olayından ötürüdür. Çünkü ecel demek ölümün başlaması demektir. Ölüm ise, birçok insan için ürkütücüdür. Özellikle İlâhî vahiylerin haber verdiği "gaybî" gerçekler hakkında tereddütlü olan insanlar, hayatlarının en risksiz günlerinde bile ölümü hatırladıkça gizli panikler yaşarlar. Onlar için hayat -bu açıdan- âdetâ bir ıstıraptır. Dolayısıyla, sportif faâliyetler, güzellik yarışmaları ya da çeşitli adlar altında düzenlenen dev müsabakalar, faşingler, festivaller ve baş döndürücü eğlenceler, aslında derinden yaşanan bu gizli ıstırâbın, bu içsel paniğin biraz olsun dindirilmesi amacını gütmektedir.
Ölümle ecel, birçok kimse tarafından özdeşleştirilmiştir. Ancak, ikisi birbirinden farklı olaylardır. Ecel, canlıdaki hayatın sona ereceği saniyelerin gelip çatması; ölüm ise canlıdaki dünyevî hayatın sona ermesi ya da ruhun bedenden ayrılması demektir.
Ecel ve Ömür: Ömür, canlının bu dünyada var olmasıyla başlayan ve ecelinin gelip çatmasıyla ya da canlının ölmesiyle son bulan belirli süredir. Bu tanımdan hareket ederek, "öyle ise her canlının ömrü biçilmiştir" demek doğrudur; ancak bu, yeterli ve doyurucu bir açıklama değildir. Önce şunu düşünmeliyiz: Değil yalnız canlılar, Allah'tan başka her şey sürelidir, fânîdir, sonludur. Çünkü her şey Allah Teâlâ'nın ezelî ve kuşatıcı bilgisine, O'nun kurmuş bulunduğu kâinat disiplinine ve bu disiplini ayakta tutan evrensel yasalara bağlı olarak (fizik sınırlarda) sebep-sonuç ilişkisi içinde değişikliğe uğrar.
Her şey, kendi temel niteliklerinin çizdiği sınırlar içinde bağımsız bir bütünlükle ortaya çıkar ve Allah’ın sünneti dediğimiz kâinattaki sistemlerinden birine bağlı olarak aşamalarla gelişir, yıpranır, eskir ve sonunda köklü bir değişikliğe daha uğrar. İşte ilk var oluştan sonraki bu iki değişim arasında geçen süre her varlığın kesin ömrünü ifade eder.
Örneğin toprağa atılan bir tohumun, ekildiği andan itibaren yeşerip bir zaman sonra kurumasıyla ya da kesilip biçilmesiyle sona eren süre o bitkinin ömrüdür. Keza bir sanatkâr tarafından yapılan herhangi bir eserin gerçekleştirildiği andan itibaren kullanımdan kaldırıldığı saate kadar geçen süre yine o eserin ömrüdür. Ancak ömür ve ecel kavramları bu basit ve soyut açıklamayı aşarak insan idrâkinin ulaşamayacağı İlâhî irâdeye bağlı özel bir anlam taşırlar. Bu da, ecel ve ömür, birbirlerinden pek soyutlanamayan (ancak materyalıstlerin ileri sürdüğü gibi bir evrim olarak değil), Allah'ın izni ve ezelî irâdesiyle birbirini doğuran, birbirini tamamlayan devr-i dâim içindeki hayat ve kâinât olaylarının birer parçasıdırlar.
Ecel Değişir mi? Allah Teâlâ, insanın ne zaman doğacağını ve ne zaman öleceğini ezelî ve kuşatıcı ilmiyle kesin olarak bildiği için ömrün uzaması ya da kısalması mümkün değildir. "Allah'ın her şeye gücü yeter, binâenaleyh daha fazla yaşamak için kulun yapacağı duâyı kabul etmek O'nun için zor ya da imkânsız değildir" demek bir çelişkidir. Çünkü Allah Teâlâ, tüm geleceği olduğu gibi, her insanın ne zaman öleceğini de önceden ve kesin olarak bilir. Bu bakımdan duâ ile değişerek ileri bir zamana ertelendiği sanılan ecel, aslında, Allah tarafından kesin şekilde belirlenmiş olan eceldir. Şu halde Allah'ın bir kimse için takdir buyurduğu ölüm tarihini bu kişinin duâsıyla değiştirmesi demek, O'nun bu olayı sonra düşünmesi ve iki şey arasında tercih yapması gibi ezelî bilgisine ters düşen bir durumdur. Buna "Bedâ" denir. Bedâ ise Şiîlikte bir inançtır ve Allah'ın sıfatlarına, kemal ve kuşatıcılığına aykırıdır.
"Allah dilediğini siler, dilediğini de (olduğu gibi) bırakır."[22] mealindeki âyet-i kerimeye dayanarak ömrün artıp eksilebileceğine, ya da başka bir ifade ile ecelin değişebileceğine inanmak da bir yanılgıdır. Gerçekte Allah'ın, dilediğini silmesi; O'nun başlangıcı ve sınırı olmayan bilgisiyle, -yok olmasını belirlediği şeyi- zamanı geldiğinde ortadan kaldırması ve devam edecek olan şeyi de vâdesine kadar bekletmesi demektir.
Burada şöyle bir soru ile karşılaşmak mümkündür: “Mâdem ki her şey önceden kesin olarak belirlenmiştir ve her şey zamanı gelince olup bitmektedir, öyle ise kulun duâ etmesi, örneğin, şer ve belâların def olması, barışın, huzur ve mutluluğun gelmesi için dilekte bulunması bir anlam taşımamaktadır. Hâlbuki Allah Teâlâ: "Rabbiniz buyurdu, Bana duâ edin, Benden dilekte bulunun, sizin için kabul edeyim." [23] diyor. Bu nasıl açıklanabilir?”
Önce şu gerçeği anlamaya çalışmak gerekir ki, Allah'ın kesin yasaları arasındaki ilişkilerde insanın ruhsal ve psikolojik yönlenmesini sağlayan etkiler vardır. Şer, kötülük, sıkıntı ve huzursuzluk, ya da hayır, huzur, sevinç ve bereket göreceli kavramlardır. Bunlar herkese göre değişir. Nitekim aynı olayın, birini sevindirirken, bir diğerini acılara boğduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin Allah Teâlâ, kullarından birinin duâsını kabul ederek amacını gerçekleştirmekle onu sevindirmeyi, buna karşın o kimseden nefret eden bir diğerini de dolayısıyla aynı anda üzmeyi ezelî ilminde takdir etmiş olabilir. Şu halde bir kimsenin, örneğin: "Allah'ım beni mutlu kıl!" diye duâ etmesi üzerine o insanın gerçekten de herhangi bir nedenle mutluluk duymaya başlaması Allah'ın ezelde böyle bir olayı bilmiş olmasındandır.
Ecel ve ömür meselelerine gelince bunlarda hiçbir izâfîlik yoktur. Bilâkis ömür, ecel ve ölüm çok somut hayat olaylarıdır. Bunların kesin ve pozitif açıklamaları vardır. Her insana göre farklı anlamlarda yorumlanamazlar. Ölüm olayı, her insanın kanaat ve yargısında yine ölümdür. Ecel ve ömür de böyledirler. Dolayısıyla ölümü hazırlayan nedenlerle; değişken, izâfî psikolojik olayları karıştırmamak gerekir.
Bedâ ve Kader: Bedâ, bir kimsenin, önceden sonunu bir türlü kestiremediği bir şey hakkında, daha sonra kesin bir karara varması anlamına gelen Arapça bir sözcüktür.
Bu sözcük, bazılarının, Allah'ın ilim, irâde ve tekvin sıfatlarına ilişkin bir inanışlarına verilen addır. Onlardaki bu inanış: Sözde, Allah Teâlâ'nın, daha önce belli şartlarda meydana geleceğini bildiği bir olayı daha sonra değiştirmesi anlamına gelir.
Tabiatıyla bu, Allah'ın (hâşâ) yanılmak, önceden bir şeyi kestirememek, ya da birtakım hesaplar yaparak görüş ve karar değiştirmek gibi -yaratıklara mahsus- bir bocalama ve çelişki içine düşmesi demektir ki Allah Teâlâ böyle bir eksiklikten münezzehtir.
Kesinlikle ifade etmek gerekir ki "Bedâ" kavramının İslâm inancında hiç bir yeri yoktur. Allah Teâlâ her şeyi ezelî ilmiyle önceden bilmektedir ve geleceği nasıl biliyorsa olayların tümü, istisnâsız O'nun bildiği şekilde, buyurduğu ve belirlediği doğrultuda cereyan eder ve olup biter. [24]
Ölüm bir sünnetullah, Allah’ın evrendeki değişmez İlâhî kanunu olduğundan, ondan kaçılamaz. Eğer Yüce Allah ölümü yaratmayıp da insanlar ölmeseydi, ihtiyarlayıp ölümü nimet sayanların hali ve şimdiden dünyanın insanlara dar gelmeye başlaması karşısında durumumuz ne olurdu, bir düşünün! Bunu düşününce ölümde büyük bir hikmet ve isâbet bulunduğunu anlarız. Bununla birlikte, Yüce Allah intiharı yasaklayarak, hayatımızı korumakla mükellef kıldığı gibi, başkasının hayatına kast etmeyi de men ediyor. Öldürmek Allah’a mahsustur verdiği canı O alır. Öldürülen kimsenin katiline cezâ verilmesi, öldürdüğü için (öldürme fiilini yarattığı için) değil, Allah’ın haram kıldığı bir fiili işlediği için verilir. Ölümü yaratan Allah’tır. Ölenin eceli gelip hayatı sona ereceği an yaklaşınca katil onun ölümüne sebep olur. El-Muhyî, er-Razzâk, el-Mü’mît olan yalnız Allah’tır. Her şeyi yaratan ve yarattıkları tüm canlıların rızkını veren Allah Teâlâ olduğu gibi onları yok edip öldüren de O’dur. Diriltmek ve öldürmek O’nun takdir ve yaratmasıyladır. Her canlının belli ve takdir edilmiş bir eceli vardır. Tabiat varlıklarının belli bir ömrü, bir işlev süresi vardır.[25] Bütün doğa varlıklarının olduğu gibi, insanların ve tüm canlıların belli bir yaşama süresi vardır. O süreden ne az, ne de çok yaşamak mümkündür. Buna ecel diyoruz.
Öldürülmüş olan bir insan, Allah yanında mukadder olan eceli ile ölür. İnsan, kazâ ve kader olarak Allah’ın ilminin ezelde ne sûretle takdir edildiğini bilmez. Ona düşen görev, Allah’ın emrettiği şekilde hayatını koruyup kendi ecelinin gelmesine sebep olmamak ve başkasının hayatına tecâvüz etmemektir. Allah’ın verdiği canı almak, yine Allah’a aittir. Bunun içindir ki, bir insanın canına kıymış olan insan cezâsını görür. Çünkü kendi irâde ve tercihi ile onun ecelinin gelmesine, o adamın ölmesine sebep olmuş ve Allah’ın râzı olmadığı çirkin bir işi yapmış ve Allah’ın emrine karşı gelmiştir.
"Allah'ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır..."[26] İnsan, kendisine tanınan süreden eksik veya fazla yaşayamayacağına göre, ölmemek için savaştan kaçmakla ölümden kurtulamaz. [27]
“...Şöyle de: 'Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi...”[28]; “Ey iman edenler! Siz, inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında, 'eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi' diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası) olarak koydu. Hayatı veren de, alan da Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”[29]; “(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, 'bize uysalardı öldürülmezlerdi' diyenlere, 'eğer doğru sözlü insanlarsanız, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!' de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilâkis onlar diridirler.” [30]
Çeşitli bahanelerle Uhud Savaşından kaçıp çekilmiş olan münâfıklar, savaşta ölmüş olan akrabâ ve tanıdıklarının haberini alınca: “Eğer bizim yanımızda olsalardı, ölmezler, öldürülmezlerdi” demişlerdi. Bu tür sözler, onların yüreklerindeki derdi artırmaktan başka bir şey sağlamaz. Çünkü Allah’ın takdirini inkâr, her işi insanın kendi kusuruna bağlamak, insanı bunalıma sokar. Gerçekte her şey Allah’ın takdirine bağlıdır. Ecel gelmedikçe insan ölmez. Savaşta ölen, eceli sona erdiği ve cephede öleceği takdir edildiği için ölür. Eceli dolmamış insanı Yüce Allah, kurşunlar, bombalar arasından kurtarıp yaşatır. Allah’ın kaderine böyle iman eden, tesellî ve huzur bulur. Korkunun ecele faydası yoktur, ölümden kaçmak mümkün değildir. "(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir." [31]
Toplumların Eceli: Bireylerin belli bir ömrü olduğu gibi, toplumların da belli bir ömrü vardır. İnsan gibi toplum ve devletler de doğar/kurulur, büyür/yükselir ve ölür. Sürelerini dolduran ümmetler ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. "Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah'ın takdir ettiği vakitte yok olup giderler)." [32]
Yükselme ve egemenlik sürelerini dolduran uluslar, ahlâkî dejenerasyona uğrayınca Allah’ın cezasını hak eder, ya tamamen helâk edilip tarih sahnesinden silinir veya egemenliklerini yitirirler. [33]
Ecel meselesini Allah’ın bilgisi açısından ele alacak olursak; Allah’ın her şeyi nasıl olacaksa öyle bildiğinden; “eceli de, meydana geliş şartları nasıl olacaksa olsun, bütün mâhiyeti ile bilip takdir etmiştir” diyebiliriz.
Ecele inanç, insanları korkaklıktan, haklarının gasp edilmesine karşı tepkisiz olmaktan, zulme seyirci kalmaktan kurtardığı için, sosyal hayat için de çok faydalı bir unsurdur. Kişileri tembelliğe ve tedbirsizliğe değil; aksine, daha cesur ve atak çalışmaya ve gayrete yöneltir. Sebepleri putlaştırmanın önüne geçer. Yakınlarından biri öldüğünde kişinin “keşke”ler içinde boğulmasına, başkalarına ve kendine gereksiz suçlamalar yapmasına engel olur. Ölüm gibi doğal ama ölünün yakınlarına acı veren bir olayı daha rahat kabullenip Allah’a, O’nun kaderine teslim olmayı sağlar. Dolayısıyla ecel inancı, insanın dünya ve âhiret mutluluğuna engel olacak yanlışlıklardan kurtulmasına sebep olur.
Kur'ân-ı Kerim'de Ecel ve Ölüm
Kur’ân-ı Kerim’de “ecel” kelimesi, toplam 52 yerde geçer. Ayrıca, iki âyet-i kerimede "ecel" kelimesi fiil halinde kullanılır;[34] bir âyette de mef'ûl ismi olarak müeccel şeklinde kullanılır.[35]
Yaşama süresi anlamında kullanılan ömür (“umr”) kelimesi ise 7 âyette geçer. Ayrıca 5 yerde de bu anlamdaki umr kelimesi, fiil halinde kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de ölüm anlamındaki "mevt" kelimesi ve türevleri 165 yerde geçer. Vefat gibi değişik kelime ve ifadelerle ölümden 190 yerde söz edilen Kur’ân-ı Kerim’de, bütün âyetlerin yaklaşık üçte biri; ölümle, öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir.
Âyet-i kerimelerde, insanların ve toplumların Allah tarafından takdir edilmiş ecelleri, yani yaşama süreleri olduğu ısrarla belirtilir. Bu ecel/süre, ne bir saat (an) öne alınır, ne de bir an geciktirilir. Kur’an’da; yaratan ve öldürenin Allah olduğu, O'nun insanları tekrar diriltip hesaba çekeceği, ölümden sonra insanların O'na döneceği belirtilir. Sahte tanrıların kimseyi öldürüp diriltemeyeceği, kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecekleri vurgulanır. Yaşayanların ömürlerinin Allah katında belli bir eceli/süresi olduğu, o süre dolup ecelleri geldiğinde canlıların bir an bile geciktirilmeden veya öne alınmadan ölüm acısını tadacakları ifade edilir.
Bazı âyetlerde ay, güneş ve diğer gezegenlerin düzenli hareketlerinin süresinin belirlenmiş olduğu ifade edilirken,[36] bir kısmında göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin tâbi olduğu kozmik düzenin bozulacağı bir vaktin bulunduğu anlatılır.[37] Ecelle ilgili âyetlerde, Allah’ın her insan için bir yaşama süresi ve bir ölüm vakti belirlediği ifade edilmiş,[38] kendilerine uzun ömür verilenlerin de, ömrü kısaltılanların da mutlaka bir kitapta yazılı olduğu bildirilmiştir.[39] İlâhî emirlere uyanların tâyin edilmiş ölüm vaktine kadar güzel bir şekilde yaşatılacakları müjdelenirken,[40] zâlimlerin de ecelleri gelinceye kadar cezâlandırılmayacağı, ancak zamanı gelince bir anlık öne alış veya erteleme yapılmayacağı belirtilmiştir.[41] Bazı insanların hayatlarının ihtiyarlamadan önce sona erdirildiği, bazı kişilerin ise kendileri için belirlenen süreye kadar yaşatıldığı anlatılmıştır. [42]
Kur’ân-ı Kerim’e göre toplumlar da bireyler gibi birer organizmadırlar. Bireylerin belli bir ömrü, süresi olduğu gibi, toplumların da belli bir ömrü, süresi vardır. Hiçbir nefis, kendisi için belirlenen süreden az ya da çok yaşayamayacağı gibi,[43] hiçbir toplum ve ulus da sürelerinden fazla yaşayıp egemen olamaz. Toplumların eceli, yani yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık süre için öne alınmayacağı gibi, geriye bırakılmayacağı da bildirilir. [44]
"Ey kâfirler! Siz ölü (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Şunu bilin ki, sonra sizi (eceliniz gelince) O, öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve tekrar O'na döndürüleceksiniz (orada hesap vereceksiniz)." [45]
“(Ey Muhammed, onlara:) ‘Şayet (iddiâ ettiğiniz gibi) âhiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin (bakalım)’ de. Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zâlimleri iyi bilir. “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” [46]
"Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) 'ölüler' demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız. Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' derler." [47]
"Bir zamanlar İbrahim de Rabbine 'Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' dedi. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' deyince, 'Hayır! İnandım. Lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istedim' dedi. Bunun üzerine 'Öyleyse kuşlardan dört tanesini yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra onları kendine çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir' buyurdu." [48]
"Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin." [49]
"Allah'ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız." [50]
"...Şöyle de: 'Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi..." [51]
"Ey iman edenler! Siz, inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında, 'eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi' diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası) olarak koydu. Hayatı veren de, alan da Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür. Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın rahmet ve mağfireti, onların elde edecekleri bütün şeylerden daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de, öldürülseniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız." [52]
"(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, 'bize uysalardı öldürülmezlerdi' diyenlere, 'eğer doğru sözlü insanlarsanız, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!' de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilâkis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermenin sevincini duymaktadırlar." [53]
"Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyâmet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise, aldanma metâından başka bir şey değildir." [54]
"Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” [55]
"Sizi bir çamurdan yaratan, sonra eceli/ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun katında ecel-i müsemmâ/muayyen bir ecel (kıyâmet günü) vardır. Hal böyle iken siz hâlâ şüphe (mi) ediyorsunuz(?)" [56]
"Sizi geceleyin öldüren (öldürür gibi uyutan) ve gündüzün güç yetirip etkilemekte (yapıp işlemekte) olduklarınızı bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda (gündüzde) sizi dirilten (uykudan uyandıran) O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir." [57]
"O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldimi elçilerimiz (can almakla görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar (bu hususta verilen vazifeyi yapmakta) kusur etmezler." [58]
"De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm; hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana öyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." [59]
"Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah'ın takdir ettiği vakitte yok olup giderler)." [60]
"Onlar, göklerin ve yerin ‘bağımlı olduğu egemenliğe ve sünnete' (melekûta), Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmıyorlar mı? Bundan sonra artık hangi söze inanacaklar?" [61]
"Eğer Allah, onların hayra ulaşmak için çarçabuk davrandıkları gibi, insanlara şerri de çabuklaştırsaydı, mutlaka ecellerine hüküm verilirdi (ve hepsi de helâk olurlardı). İşte Bize kavuşmayı ummayanları Biz böylece taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda (kendi başlarına) bırakırız." [62]
"De ki: 'Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim.' Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler." [63]
"Ve Rabbinizden mağfiret dilemeniz, sonra da O'na tevbe etmeniz için (Bu Kitap indirildi. Eğer bu emrolunanları yaparsanız), Allah sizi, tâyin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatır, faziletli olan/fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını kendi lütfundan verir. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım." [64]
"Biz onu (kıyâmet gününü) sadece sayılı bir müddetin sona ermesine kadar bekletir, erteleriz." [65]
"... Her ecel (tespit edilmiş süre) için bir kitap (yazı, hüküm, son) vardır." [66]
Her vakit ve müddetin Allah katında ayrı ayrı bir yazısı, hikmet gereği verilmiş özel bir hükmü vardır. Bu müddet içerisinde kurtuluşa ermek veya azâba müstahak olmak için insanlara mühlet ve müsâade verilmiştir.
"İnsanları, kendilerine azâbın geleceği gün (kıyâmet) hakkında uyar/korkut ki, sonra zâlimler; 'Ey Rabbimiz! Yakın bir ecele/müddete kadar bize süre ver de Senin dâvetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım' derler. (Onlara denilir ki:) 'Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına yemin etmemiş miydiniz?" [67]
"Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki, hakkında (Bizce) bilinen bir yazı/yazgı olmasın." [68]
Gerek arâzisini yere batırmak ve gerekse halkını yok etmek sûretiyle veya başka âfetlerle helâk edilen memleketlerin hiç biri, körü körüne, tesâdüfî olarak helâk edilmiş değildir. Allah tarafından tâyin ve takdir edilip Levh-i Mahfûz'da yazılmış şaşmaz, unutulmaz ve gaflet edilmez bir yazı gereğince helâk olmuşlardır. Demek ki, devlet ve toplumların da fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri vardır. Bireyler doğduğu, geliştiği, ihtiyarladığı ve nihâyet öldüğü gibi, devletler de kurulur, gelişir ve nihâyet Allah'ın takdir ettiği gün gelince, yıkılıp tarihe karışırlar. Fertler gibi bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü olur.
"Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez." [69]
"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları ecel-i müsemmâya/takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler." [70]
"Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin (bilgisizliğin ne demek olduğunu anlasın) diye sizden bazı kimseler erzel-i ömre/ömrün en kötü çağına kadar yaşatılır. Şüphesiz ki Allah alîmdir/bilgilidir, kadîrdir/kudretlidir." [71]
"Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir." [72]
"Eğer Rabbinden, daha önce sâdır olmuş bir söz ve ecel-i müsemmâ/tâyin edilmiş bir vâde olmasaydı, (cezâ ve helâk onlar için de dünyada) gerekli ve kaçınılmaz olurdu." [73]
"Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize döndürüleceksiniz." [74]
"Evet, onları da, atalarını da barındırdık. Nihâyet ömür kendilerine (hiç bitmeyecek gibi) uzun geldi. Oysa onlar, bizim gelip (kâfirlere âit) arâziyi çevresinden eksilteceğimizi görmezler mi? Şu halde, üstün gelen onlar mı?" [75]
"Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, ecel-i müsemmâya/belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de erzel-i ömre/ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir. Yine O, her şeye hakkıyla kaadirdir. Kendisinde şüphe olmayan kıyâmet vakti de gelecek; Allah, kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır. " [76]
"O, (önce) size hayat veren, sonra öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan, çok nankördür!" [77]
"Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir." [78]
"(Kâfirler) O'nu bırakıp hiçbir şey yaratmayan, bilâkis kendileri yaratılmış olan, bizzat kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler." [79]
"Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter." [80]
"Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana sağırlara da dâveti duyuramazsın." [81]
"Kim Allah'a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah'ın eceli/O'nun tâyin ettiği o vakit, elbet gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir." [82]
"Senden, azâbı çarçabuk (getirmeni) istiyorlar. Eğer ecel-i müsemmâ (adı konulmuş bir ecel, önceden tâyin edilmiş bir vakit/vâde) olmasaydı, elbette onlara azap gelip çatmış olurdu. Fakat kendileri şuurunda olmadan (hiç farkına varmadıkları bir sırada) o, onlara kuşkusuz âniden geliverecektir." [83]
"Her nefis/can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döndürüleceksiniz." [84]
"Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve ecel-i müsemmâ (muayyen bir süre) için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedirler." [85]
"Allah (o yüce varlıktır) ki, sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki, sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var mı? Allah onların şirk/ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir." [86]
"Bilmez misin ki Allah, geceyi gündüze ve gündüzü geceye katmaktadır. Güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır. Bunların her biri ecel-i müsemmâya/belli bir vâdeye kadar hareketine devam eder. Ve Allah, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır." [87]
"Kıyâmet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır." [88]
"De ki: 'Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz." [89]
"(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir." [90]
"Allah sizi (önce) topraktan, sonra menîden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O'nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Şüphesiz bunlar, Allah'a kolaydır." [91]
"Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri ecel-i müsemmâya/belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir." [92]
Gecenin gündüze, gündüzün geceye girdirilmesi, gecenin gündüzün yerini, gündüzün de gecenin yerini almasıdır. Başka bir ifâdeyle; birinin kısalmasıyla diğerinin uzamasıdır. Güneş ve ayın belirtilen süreye kadar akıp gitmesi, kendi yörüngeleri etrafında dönüşlerini kıyâmete kadar sürdürmeleri veya güneşin bir yılda, ayın da bir ayda dönüşünü tamamlamasıdır. Bütün bunlar Allah tarafından takdir edilip belirlenmiş bir süreye, yani müsemmâ bir ecele kadar böyle devam edecektir.
"İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmelerine hükmedilmez ki ölsünler. Cehennem azâbı da biraz olsun hafifletilmez. İşte Biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezâlandırırız. Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine sâlih ameller/iyi işler yapalım! diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmemiş miydi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur." [93]
Gelen uyarıcıdan maksat, peygamberler ve kitaplardır. Bazıları; akıl, ihtiyarlık ve yakınların ölüm gibi özellikleri de uyarıcı olarak açıklar.
"Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azap ile hemen) yakalayıverip cezâlandıracak olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı. Ancak, onları, ecel-i müsemmâya/adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman (gerekeni yapar). Zira şüphesiz Allah, kendi kullarını görmekte/gözetlemektedir." [94]
"Kime uzun ömür verirsek Biz onun yaratılışını (gençliğini, güzelliğini, gelişmesini) bozar, tersine çevirir, beli bükük hale getiririz. Onlar bunu hiç düşünmezler mi?" [95]
"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de, kıyâmet günü, Rabbinizin huzurunda muhâkeme olacaksınız." [96]
"Allah, ölenin ölüm zamanı gelince; ölmeyenin de uykusunda ruhları alır. Bu sûretle hakkında ölümle hükmettiği (rûhu) tutar, ötekini belirli bir vakte kadar (bedene) salıverir. Şüphe yok ki bunda, iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır." [97]
"Sizi topraktan, sonra menîden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da yaşlanıp ihtiyar olmanız için yaşatandır. İçinizden kimi de daha önce vefat ettirilmektedir. Allah yaşatmayı ecel-i müsemmâya/belli bir vakte ulaşmanız ve olur ki aklınızı kullanıp düşünmeniz için yapar." [98]
Âyette, ilk insan Âdem’in (a.s.) topraktan yaratıldığına işâret edildikten sonra, insanın ana rahminden ihtiyarlığına kadar çeşitli safhaları tasvir ediliyor. Erken çağlardaki ölümle gençlik ve yaşlılık devrelerindeki ölümün sebepleri, ecel ve hikmet kavramlarıyla izah ediliyor.
"Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir ecele/belli bir süreye kadar erteleme sözü geçmiş (verilmiş) olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti..." [99]
"(Mü'minler) Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azâbından korumuştur." [100]
"(Müşrikler) dediler ki: 'Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." [101]
"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) için yarattık..." [102]
"Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, 'işte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir' denir." [103]
"Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir, yok olacaktır." [104]
"Aranızda ölümü takdir eden Biziz. Ve Biz, önüne geçilebileceklerden değiliz. Böylece, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik)." [105]
"De ki: 'Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz, O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir." [106]
"Herhangi birinize ölüm gelip de 'Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka/zekât verip iyilerden olsam!' demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin (Allah için harcayın). Allah, eceli gelince hiçbir nefsi geri bırakmaz. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır." [107]
"O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır." [108]
"Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi ecel-i müsemmâya (adı konulmuş bir ecele, belli bir vâdeye) kadar ertelesin. Elbette Allah'ın eceli (tâyin ettiği vâde) geldiği zaman, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!" [109]
"Allah'ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız." [110]
Belirlenmiş bir yazıya, tâyin edilmiş bir ecele göre, Allah’ın izni olmadan, eceli gelmeden hiçbir nefis için ölmek yoktur. Ölüm şekli nasıl olursa olsun, kişi öldüğü zaman ecelinin bittiği anlaşılır. Her kim dünya menfaatini isterse ona ondan veririz, her kim de âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz. Müslüman olsun, kâfir olsun kişinin yiyeceği, içeceği, giyeceği her şey yazılmıştır. Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Rızkının bitmesi ecelinin gelmesi demektir. Cihada katılmak ölümü çabuklaştırmadığı gibi, cihaddan geri kalmak veya kaçmak da ölümü geciktirmez. Öyleyse neden hezimete uğradınız? Hezimet ölümü defedemez, sebat da hayatı kesemez. Elbette ki verdiğimiz nimetlerden dolayı nankörlük etmeyip şükredenleri, emir ve yasaklarımıza riâyet edenleri Cennet nimetleriyle mükâfatlandıracağız!..
Mevdûdi diyor ki: "Burada müslümanlara ölüm korkusundan kaçmanın anlamsız olduğu öğütleniyor. Çünkü hiç kimse Allah'ın belirlediği zamandan bir dakika bile önce veya belirlenen zamandan bir dakika bile fazla yaşayamaz. Bu nedenle insanın dikkat etmesi gereken konu, ölümden nasıl kaçılacağı değil, bu dünyada kendisine verilen zamanı nasıl en iyi bir şekilde değerlendirebileceği olmalıdır. Önemli olan nokta şudur: İnsan kendisine verilen zamanı bu dünya hayatı için mi, yoksa ölümden sonraki hayat için mi harcayacaktır? [111]
Hadis-i Şeriflerde Ecel ve Ölüm
Ecel kelimesi, Kur’an’daki kullanılışlarına benzer şekilde çeşitli hadislerde de yer almaktadır. Bazı hadislere göre eceli gelmeyen hastalar şifâ bulur; bu sebeple ziyâretçiler hastalar için şifâ dileğinde bulunmalıdır.[112] Bir kısım hadislerde ecelin insanın emellerine ulaşmasına engel olduğu, her insanın ecelinin önceden takdir edildiği bildirilirken,[113] diğer bir kısmında, çok uzun ömürlü olmaktan (erzel-i umr’den) Allah’a sığınan Hz. Peygamber’in kendisine hizmet edenlere uzun ömürlü olmaları için duâ ettiği, akrabâyı ziyâret edip onları gözetmenin, komşulara karşı güzel davranmanın ve sadaka vermenin ömrü uzattığı ifade edilmiştir. [114]
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinat eden bir kısım küçük çizgiler attı. Rasûlullah (s.a.s.) bu çizdiklerini şöyle açıkladı: "Şu çizgi insandır. Şu onu saran kare çizgisi de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musîbetlerdir. Bu musîbet oku yolunu şaşırarak insana değemese bile, diğer biri değer. Bu da değmezse ecel oku değer."[115] (İnsanın, ecel ve ölümün elinden kurtulamayacağı burada somut bir şema ile ifâde edilmiştir.)
“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın. Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır.” [116]
Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) yere bir çizgi çizdi ve: "Bu, insanı temsil eder" buyurdu. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizerek: "Bu da ecelini temsil eder" buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: "Bu da emeldir" dedi ve ilâve etti: "İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir." [117]
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) omzumdan tuttu ve: "Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol" buyurdu. Tirmizî'nin rivayetinde, "yolcu gibi ol" sözünden sonra şu ziyâde var: "Kendini kabir ehlinden say." [118]
İbn Ömer (r.a.) şöyle diyordu: "Akşama erdinmi, sabahı bekleme, sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap." [119]
1- Yukarıda kaydedilenler dışında başka kaynaklarda da rivâyet edilmiş olan hadiste Rasûlullah (s.a.s.) kendisini gerçek kulluğa veren kimseyi, önce evi, meskeni olmayan garibe (gurbette olan kimseye), sonra hareket hâlinde olan yolcuya benzetiyor. Çünkü yolcu bir yere haz almak için inmez, yolculuğuna devam edebilmek için dinlenmek ve yolculuğu sırasında lâzım olacak eksiklikleri tamamlamak üzere konaklar.
Ayrıca garîb, yabancı yerde tanıdığı ve güvenebileceği kimselerin azlığı sebebiyle emniyetsizlik duyar ve belli bir korku içerisindedir. Yolcu da öyle. Fazla olarak yolcu, taşıyabileceği zarurî eşyayı sırtına yükler. Zarurî olmayan, lüks ve güç getiremeyeceği yükü almaz. Şu halde âbide: "Garib ve yolcu gibi ol" şeklinde yapılan tavsiyenin içinde "Dünyaya bağlanma, ölümden sonrası için hazırlan, ebede giden yolculukta gerekli olan azığı yani ibâdeti hazırla", yani "zühd'ü elden bırakma" tavsiyesi mevcuttur. Nevevî merhum şöyle demiştir: "Hadisin mânâsı şudur: Dünyaya dayanma, ona sâbit kalacağın bir vatan gözüyle bakıp bağlanma, dünyada bâkî kalacağın içinden geçmesin, yolcunun vatanında olmadıkça bağlanmadığı şeylere sakın dünyada bağlanıp kalma."
Hadisi şöyle anlayan da olmuştur: "Yolcu, vatanına giden, onun peşinde olan kimsedir. Kul, dünyada, efendisi tarafından bir ihtiyacı görmek üzere yabancı bir yere gönderilmiş kimse gibidir. Ona düşen verilen hizmeti bir an önce görüp dönmektir, kendisine verilen hizmet dışında bir şeye bağlanıp kalmaz. Öyle ise mü'min, vatan-ı aslîsi olan âhireti düşünmeli, ibâdet, kulluk hizmetiyle geldiği dünyada bu hizmetin dışına çıkarak dünyaya bağlanıp kalmamalı, gönlünden, fikrinden döneceği asıl yurdunu çıkarmamalıdır.
2- Rivâyetin ikinci kısmı İbn Ömer (r.a.)'in şahsî sözü, yani mevkuf hadis gözükmektedir. Ancak, aynı mânaya gelen merfû rivâyetler mevcuttur. Hâkim'in tahric ettiği bir rivâyet şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini bilin. İhtiyarlık gelmeden evvel gençliğin, hastalık gelmeden evvel sağlığın, fakirlik gelmeden evvel zenginliğin, sıkıntı gelmeden evvel rahatlığın, ölüm gelmeden evvel hayatın."
Bazı âlimler İbn Ömer (r.a.)'in yukarıdaki sözleri merfû hadisten aldığını söylemiştir. Nitekim onun nasihati tûl-i emeli kırmaya tazammum etmekte, ömrünü ibâdet cihetinden içinde bulunduğu gün bilmesini (yarına çıkamayabileceğini düşünmeyi) kişiye tavsiye etmektedir. Zira, akıllı kişi akşama erdimi yarını beklemez, (o günkü kulluk vazifelerini eksiksiz tamamlar). Sabaha erince de akşamı beklemez, her saatin işini saatinde yapar, ecelinin sabaha veya akşama ulaşmadan gelebileceğini düşünür.
3- "Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap" sözü "ölümden sonra sana faydası olacak amelde bulun, sıhhatli iken hayırlı işler yapmada acele et, böyle işleri başka zaman yaparım diye te'hir etme, mevcut fırsatı bu yoldan hemen değerlendir, zira âniden hastalık gelir ve sâlih amel yapmana mâni olur ve "sonra yaparım" kuruntusuyla, âhirete azıksız gidiverirsin..." demektir.
İbn Hacer der ki: Bu hadis "Kul hastalanır veya sefere çıkarsa sıhhatli ve mukim (evinde) iken yaptığı ibâdeti Cenâb-ı Hak aynen kendisi için yazar." hadisine muhâlefet etmez. Çünkü bu hadis, amel eden kul hakkında vârid olmuştur. Şu halde mü'min sağlığında ve normal şartlarda hangi amele ve hangi niyete kendini alıştırıp adapte etmişse, hastalık, yolculuk, yaşlılık gibi ibâdet ve sâlih amellerine mâni olan durumlar sebebiyle onları yapamaz hâle gelse Cenâb-ı Hak niyetine binâen sevabını eksiltmeksizin yazmaktadır. Musîbete, belâya gösterdiği sabır ve tahammülün derecesine göre kazanacağı sevaplar bundan hâriç.
İbn Ömer (r.a.)'in hadisindeki tahzîr (korkutma), hiçbir şey yapmayan kimse hakkındadır. Zira böyle birisi hastalandığı zaman, sağlık hâlinde hayırlı amelleri terk etmiş olmaktan pişman olur. Hastalık halinde de yapamayacak hale gelir ve pişmanlığı fayda vermez.
4- Hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Abdullah İbn Ömer (r.a.)'in omzundan tutması -söyleyeceklerine dikkatini çekmek için- uyarma ve aradaki muhabbet ve samimiyeti artırmaya yöneliktir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu çeşit davranışları öğreticilere metod da vermiş olmaktadır. Tebliğde etkiyi artırmak için bunlara da riâyet edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bütün ümmeti kastederek tek bir ferde hitap etmiştir. Bu rivâyette Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayrın ümmete ulaşması, onların dünyayı terk ederek, zarurî şeylerle yetinmeye teşvikleri hususunda büyük bir arzu içinde olduğu görülmektedir. [120]
“Ana rahminde, Allah tarafından bir melek gönderilerek dört şey tespit ettirilir: Kişinin rızkı, eceli, ameli ve şakî veya saîd mi olacağı.” [121]
“Nutfe ana rahminde kırk yahut kırk beş gece kaldıktan sonra melek gelir ve: ‘Yâ Rabbi! Şakî mi, saîd mi olacak? Erkek mi, dişi mi olacak?’ der ve Allah’ın dediğini yazar. Bundan sonra, yapacağı işleri (amel), rızkı ve eceli de yazılır. Nihâyet sayfa, artık ona hiçbir şey ilâve ve eksiltme olmaksızın dürülür, kapanır.” [122]
Büreyde (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) elindeki iki çakıl(dan birini yakına, diğerini uzağa) atarak: "Şu ve şu neye delâlet ediyor biliyor musunuz?" dedi. Cemaat: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Buyurdu ki: "Şu (uzağa düşen) emeldir, bu (yakına düşen) de eceldir (Kişi emeline ulaşmak için gayret ederken ulaşmadan ölüverir)."[123]
"Ecelini altmış yaşına kadar uzattığı kimselerden Cenab-ı Hakk, her çeşit özür ve bahâneyi kaldırmıştır."[124] -Metin Buhârî'den alınmıştır.- Tirmizî'nin metni şu şekildedir: "Ümmetimin vasatî ömrü 60-70 yıldır. Bunu aşabilenler azınlıkta kalacaklardır."
Rezîn der ki: "Çoklukla ölümün cereyan ettiği dönem 60-70 yaş arasıdır. Allah, kime ömründe 40'ına kadar mühlet verdi ise, ondan özrü kaldırmıştır."[125] -Metin Buhâri'den alınmıştır.-
Müşâhedemiz de gösteriyor ki, altmış yaşına varmadan da ölenler var, 60-70 yaşlarını aşarak ölenler de var. Ancak, ümmetin, âlimlerden, sâlihlerden ve hatta halifelerden çoğunluğu 60-70 arasında vefat etmiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de bu devrede vefat edenlerdendir. Bu sebeple hadisin şerhini yapan âlimler Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu sözlerinde öncelikle ümmeti temsil durumunda bulunan bu ekâbir kısmını (halifeler, âlimler, ârifler, sâlihler...) kast etmiş olabileceğini belirtirler. "60-70 arasında kuvvetlerde noksanlık ve gerileme başlar. Bu yaşa gelenlerin tam olarak âhirete yönelmeleri gereklidir, tâ ki, bidâyette olduğu üzere kuvvet ve canlılığı yeniden bulsun." Âlimlerimiz böylece dünyevî meseleleri tahsîl faaliyetlerinde zaaf ve geriliğe düşen kimsenin, uhrevî maksatlarla yapacağı ibâdet ve zikir gibi faâliyetlerde -gençken dünyevî işlerdeki başarısına denk- bir başarıya erişeceğini, böylece, ağırlık verdiği bu yeni sahadaki başarılarını görerek kişinin yenileneceğini -ve bilhassa zamanımızda çok görülen- rûhî çöküntüden kendisini kurtararak daha dinç, daha mukavim bir yaşlılık geçireceğini ifade etmiş oluyorlar.
Nitekim, Nasr sûresi geldiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s.) de ölümünün yaklaştığını anlayarak, ibâdet ve zikrini daha da artırmıştır. Şu halde yaşlılıkta, dindarlığını artırmak mü'min ihtiyarların âdâbıdır. Ancak şunu da belirtelim ki, dindarlığını artırmak, dünyevî faâliyetleri tamamen terketmek demek değildir. Belki gençlikteki aşırılıklarını terk etmek demektir. [126]
"Lezzetleri yok eden ölümü çok anın." [127]
Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin hangisi en akıllıdır?” Peygamberimiz (s.a.s.): “Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonra en iyi hazırlığı yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir.” buyurdular. [128]
"Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder." [129]
Berâ (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte bir cenâzede beraberdik. Peygamberimiz, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da: “Ey kardeşlerim! İşte (başımıza gelecek) bu aynı (ölüm hâdisesi) için iyi hazırlanın!” buyurdular. [130]
“Ey insanlar! Ölmezden önce Allah’a tevbe edin. (Musîbet, hastalık, yaşlılık gibi) ağır meşgûliyetlere düşmezden önce sâlih ameller işlemede acele edin. Çok zikir ederek, gizli ve açık çok sadaka vererek Allah’a karşı üzerinizdeki borcu ödeyin ki bol rızka, İlâhî yardım ve zafere, halinizin ıslâhına mazhar olasınız...” [131]
"Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir ettimi, onu oraya -veya 'orada bulunan bir şeye' dedi- muhtaç kılar." [132]
"Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) 'lâ ilâhe illâllah' demeyi telkin edin." [133]
"Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Yâsîn sûresini okuyun." [134]
"Sakın hiçbiriniz ölümü temennî etmesin. Çünkü o, hayırlı ve ihsan sahibi ise, (yaşamak sûretiyle) hayır ve ihsânını artırması umulur. Kötü bir kimse ise, belki günahından tevbe eder de, azaptan kurtulur.” [135]
“Sizden biriniz, kendisine hastalık ve zarar isâbet ettiğinden dolayı sakın ölümü temenni etmesin! Eğer temenni etmek zorunda kalırsa şöyle desin: ‘Allah’ım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat; ölmek benim için hayırlı ise canımı al!” [136]
"Mü'min kişinin ömrü, onu hayırca ziyâdeleştirir." [137]
Mekke'li müşrikler tarafından ateş üzerine yatırılmak gibi çok ağır işkencelerden aldığı yaralar vücudunda hayat boyu devam eden eser bırakmış olan, zaman zaman bu yaraları tekrar iltihaplanan ve açılan yaralardan akan iltihapları gidermek için vücudunu arada sırada dağlatmak zorunda kalan Habbâb İbn Eret (r.a.), karnından yedi yeri dağlatmıştı. Ve şöyle diyordu: "Eğer Rasûlullah (s.a.s.) ölüm talep etmekten bizi men etmeseydi, mutlaka onu talep ederdim." [138]
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) hasta oğlu İbrâhim'i aldı, öptü ve kokladı. Daha sonra İbrâhim can çekişiyordu. Bu manzara karşısında Efendimiz'in gözlerinden yaş boşandı. Abdurrahman bin Avf (r.a.): 'Sen de mi (ağlıyorsun) ey Allah'ın Rasûlü?' dedi. Aleyhissalâtu ve'sselâm: "Ey İbn Avf! Bu merhamettir!" dedi ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle buyurdu: "Gözümüz yaş döker, kalbimiz hüzün çeker, fakat Rabbimizi râzı etmeyecek söz sarfetmeyiz. Ey İbrâhim! Senin ayrılmanda bizler üzgünüz!"[139] Tirmizî'nin bu konudaki rivâyetinde şu ilâve vardır: Abdurrahman bin Avf: "Yâ Rasûlallah! Ağlıyor musun? Ağlamaktan bizi sen men etmedin mi?" dedi. Peygamberimiz: "Hayır! (Ağlamaktan değil,) iki ahmak, fâcir sesten yasakladım: Musîbet sırasındaki (isyankâr) ses; yüzleri tırmalamak, cepleri yırtmak ve şeytan mâtemi. -Ağlamak ise rahmettir; merhamet etmeyene rahmet edilmez.-" [140]
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mâtemci (ağıt yakan) kadına da, onu dinleyene de lânet etti." [141]
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Sa'd bin Ubâde'ye geçmiş olsun ziyaretinde bulundu. (Yanına gelince) onu baygın buldu ve "ölmüş olmalı!" dedi. Yanındakiler: "Hayır" deyince, Aleyhissalâtu ve'sselâm ağladılar. Rasûlullah'ın ağladığını gören halk da ağladı. "İşitmiyor musunuz?" buyurdular. "Allah Teâlâ ne gözyaşı sebebiyle ne de kalbin hüznüyle azab vermez. Ancak şunun sebebiyle azab verir!" -dilini işaret ettiler.- yahut da merhamet eder." [142]
"(Istırap ve mâtemi sebebiyle) Yanaklarını yolan, üst başını yırtıp dövünen, câhiliyye duâsıyla duâ eden bizden değildir!" [143]
Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (a.s.) Ebû Seleme (r.a.)'nin (ölümü ânında) yanına girdi. Ebû Seleme'nin gözleri açık kalmıştı; onları kapattı. Sonra: "Ruh kabzedildimi göz onu tâkip eder." buyurdu. Ehlinden bazıları feryat koparmaya başlamıştı. "Kendinize kötü temennîde bulunmayın; hayır duâ edin! Çünkü melekler, söylediklerinize âmin derler." buyurdu. Sonra ilâve etti: "Allah'ım, Ebû Seleme'ye mağfiret buyur! Derecesini hidâyete erenler arasında yükselt. Arkasında kalanlar arasında ona Sen halef ol! Ey âlemlerin Rabbi! Ona da bize de mağfiret buyur! Ona kabrini geniş kıl, orada ona nur ver!" [144]
"Bir müslüman muhtazar olduğu (can çekişme ânına girdiği) zaman rahmet melekleri, beyaz bir ipekle gelirler ve şöyle derler:
'Sen râzı ve senden de (Rabbin) râzı olarak (şu bedenden) çık. Allah'ın rahmet ve reyhânına ve sana gazabı olmayan Rabbine kavuş!'
Bunun üzerine ruh, misk kokusunun en güzeli gibi çıkar. Öyle ki melekler onu birbirlerine verirler, tâ semânın kapısına kadar onu getirirler ve: 'size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel!' derler. Sonra onu mü'minlerin ruhlarının yanına getirirler. Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyinin kendisine geldiği zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona:
'Falanca ne yaptı? Filânca ne yaptı?' diye (dünyadakilerden haber) sorarlar. Melekler:
'Bırakın onu, onda hâlâ dünyanın tasası var!' derler. Bu gelen (kendisine dünyadan soran ruhlara):
'Falan ölmüştü, yanınıza gelmedi mi?' der. Onlar:
'O, annesine, Hâviye cehennemine götürüldü!' derler. Aleyhissalâtu vesselâm devamla der ki:
"Kâfir, muhtazar olduğu (can çekişme ânına girdiği) vakit, azap melekleri mish (denen kıldan kaba bir elbise) ile gelirler ve şöyle derler: 'Bu cesetten kendin öfkeli, Allah'ın da öfkesini kazanmış olarak çık ve Allah'ın azâbına koş!'
Bunun üzerine ruh, cesetten, en kötü bir cîfe kokusuyla çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler. Orada:
'Bu koku ne de pis!' derler. Sonunda onu kâfir ruhların yanına getirirler." [145]
"Âni ölüm, kâfir için gazab-ı İlâhî'nin bir yakalamasıdır; mü'min için de bir rahmettir." [146]
"Cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girince, bir münâdî (çağırıcı) aralarında: 'Ey ateş ehli ölüm yoktur; ey cennet ehli asla ölüm yoktur, hulûd (ebedîlik) vardır' diyecektir." [147]
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ölüm ânına yaklaştığı zaman, sık sık ıstıraplar bürümeye başladı. Kerîmeleri Hz. Fâtıma (r.a.) 'Vay babacığım, ne çok ıstırap çekiyor!' diye yakınmaya başladı. Peygamberimiz, kızını şöyle teselli ediyordu: "Bugünden sonra baban ıstırap çekmeyecek!" [148]
Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ı (s.a.s.) ölüme götüren hastalığı sırasında: “Namaza ve sağ ellerinizin mâlik olduğu şeylere dikkat edin!” diyordu. Öyle ki, mübârek lisanları bunu söyleyemeyecek hale gelinceye kadar tekrara devam ettiler.” [149]
Hz. Âişe (r.a.)’nin anlattığına göre: “Rasûlullah (s.a.s) bir gün yanına girdiği sırada, bir yakınımın nefesini ölüm kesmek üzere idi. Peygamberimiz, Hz. Âişe’nin üzüntüsünü görünce kendisine: “Şu akraban için üzülme. Zira onun şu ıstırabı, hasenâtındandır.” buyurdu. [150]
“Ölülerinizin yanında hazır bulunduğunuz takdirde (ölünce) gözlerini kapayıverin. Çünkü göz, ruhu takip eder (ve açık kalır). Ayrıca hakkında hayır söyleyin. Çünkü melekler ev halkının söylediklerine ‘âmin!’ derler.” [151]
"Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet ve cehennemdeki) yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine: 'Allah seni kıyâmet günü diriltilinceye kadar senin yerin işte budur!'denilir." [152]
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir kabirden bir ses işitmişti: "Bu ne zaman öldü? (Bileniniz var mı?)" diye sordu. "Câhiliye devrinde!" dediler. Bu cevaba sevindi ve şöyle buyurdular: "Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım kabir azabını size de işittirmesi için duâ ederdim." [153]
"Kul kabrine konulup yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup:
'Muhammed (s.a.s.) denen kimse hakkında ne diyorsun?' diye sorarlar. Mü'min kimse bu soruya:
'Şehâdet ederim ki O, Allah'ın kulu ve Rasûlüdür!" diye cevap verir. Ona:
'Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil etti' denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar.
Eğer ölen kâfir ve münâfık ise (meleklerin sorusuna):
'(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!' diye cevap verir. Kendisine:
'Anlamadın ve uymadın!' denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan ve cinlerden ibâret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir." [154]
"Cenâzede çabuk olun. Eğer sâlih biri ise, kendisine iyilik yapmış olursunuz. Böyle biri değilse, belâyı bir an önce sırtınızdan atmış olursunuz." [155]
"Ölüyü (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâki kalır." [156]
"Ölüp de pişman olmayan yoktur; mutlaka herkes nedâmet duyar: Muhsin (İyi yolda) olan hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedâmet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına pişman olur, nedâmet duyar." [157]
"Bir insan ölünce üç kişi hâriç herkesin ameli kesilir: Sadaka-i câriye (bırakan) veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine duâ edecek sâlih evlât (bırakan)." [158]
"Mü'min kul (ölünce), dünyanın yorgunluk ve ağrılarından kurtulur. Fâcir (ölünce) ondan da kullar, memleket, ağaçlar ve hayvanlar kurtulur." [159]
"Mü'minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir." [160]
"Ölüm için bir korku vardır. Öyleyse cenâze gördünüzmü ayağa kalkın." [161]
"Kim cenâzeyi takip eder ve önce üç kere taşırsa (ölen kardeşine karşı olan) borcunu ödemiş olur." [162]
"Ölülere sövmeyin (sebbetmeyin). Çünkü onlar (sağken hayırdan ve şerden) gönderdiklerine kavuştular." [163]
"Ölülerinizin iyiliklerini zikredin; kötülüklerini zikretmeyin." [164]
Ebu'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisine: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi." [165]
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) kabrin kireçlenmesini, üzerine bina (kubbe, türbe) yapılmasını, üzerine oturulmasını, üzerine yazı yazılmasını ve ayakla basılmasını yasakladı." [166]
"Ben sizi kabirleri ziyâretten men etmiştim. Artık onları ziyâret edebilirsiniz. Çünkü onlar size âhireti hatırlatır." [167]
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), Medine ehlinin mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek: "Esselâmu aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiziniz. Biz de arkadan geleceğiz." buyurdular." [168]
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir mezarlığa uğramıştı. Mezarlara karşı şöyle buyurdu: "Selâm üzerinize olsun ey mü'minler cemaatinin mahalle halkı! İnşâallah biz de sizlere kavuşacağız!"[169] Müslim ve Nesâî'deki rivâyette şu ziyâde vardır: "Allah'tan bizim için de sizin için de âfiyet dilerim." [170]
"Allah kabirleri çok ziyâret eden kadınlara ve kabirlerin üzerine mescidler yapanlara, kandiller takanlara lânet etsin!" [171]
"Kim çocuğunu kaybeden bir anneye tâziyede bulunursa, cennette ona bir bürde (hırka, kaftan) giydirilir." [172]
Ölüm; Ecelin Kapıyı Çalması
Ölüm, hayatın zıddıdır. Bitkilerde üremenin ve solunumun durması, hayvanlarda ve insanlarda duyuların çalışmaz hale gelmesidir. İnsanda, ayrıca düşünme, akletme, hatırlama gibi iç melekelerin fonksiyonlarını yitirmesidir.
İnsan açısından ölüm, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip bedenden ayrılması olayına denir. Ölüm, insan varlığı için bir âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak değildir. Ruh, bâkîdir, yok olmaz. Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler.
Var olanın biyolojik yapısının sonsuzluğa elverişsiz olması, ölümü ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Allah'ın diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi, Kur'an'da şöyle açıklanır: "O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de hayatı da takdir edip yaratandır."[173] Ölüm, ancak Allah'ın belirlediği zaman, yani ecel geldiğinde vuku bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı, Kur'an'da şöyle belirtilir: "Allah'ın emir ve kazası olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır." [174]
Hiçbir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı yoktur. "...Şöyle de: 'Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi..."[175] "Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” [176]
Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğum yoluyla gelen insan oğluna anne karnında dört aylık cenin döneminde üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar. Kıyâmet koptuktan sonra da âhiret hayatına yeni bir yaşam için geçecek olan insanoğlu, dünyadaki inanç ve amel durumuna göre Cennet veya Cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İman sahibi olup da amel eksikliği bulunanlar ise, Cenâb-ı Hakk'ın bileceği sürelerde cezalarını çektikten sonra Cennet tarafına geçebileceklerdir. [177]
Kâinat için esas olan hayattır. Varlıklar, varlık sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Nitekim, Kur'an'da "Allah'a karşı nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir."[178] buyurulmaktadır. Ölüm yok oluş değildir. Varlıkların özleri Allah'ın ilminde olmaları açısından, yokluk söz konusu olamaz. Aksi halde, dünya hayatının gerçek hayat ve bu hayattan göçmeyi de yok olma kabul etmek gerekir; biz inanıyoruz ki, ölüm yok oluş değil; sadece bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir Savaşında bir çukura doldurulan müşrik ileri gelenlerine, "Ben Rabbimin bana vaad ettiğini gerçek buldum; siz de Tanrınızın size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye sormuş, yanındakilerin, "Yâ Rasûlallah, bunlar ölü, işitirler mi ki?" demesi üzerine, "Bunlar sizden iyi işitirler, fakat buna cevap veremezler" buyurmuştur. [179]
Kur'an, özellikle insanın ruhunun Allah'tan olduğunu vurgular.[180] Şu halde, Allah'tan olan bir şeyin yok olması mümkün değildir. Ruh, melekî bir varlıktır. Kur'an, ölümden söz ederken, hep "nefs" kelimesini kullanır. Yani, bitkisel ve hayvansal hayat yok olacak, ama öz bâki kalacaktır. Ölümden sonra dirilme, yani ba's arasında geçen döneme "berzah" denilir. İnsan, dünya hayatında Âhiretini hazırlar. Öldükten sonra, dünyada iken amelleriyle yazdığı kitabını karşısında görür. Bu görme olayı, ölümle birlikte kendini gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe; ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur."[181] Bu bakımdan, sevinci ve üzüntüyü, acıyı ve tatlıyı duyan beden olmadığı için, kabir azabı veya mükâfatının rûhî mi cismânî mi olacağı tartışması bir bakıma yersiz görünmektedir. Kıyâmet hâdisesi, adından da anlaşılacağı gibi, bir kalkış, bir değişimdir, bir yok oluş değildir. Kıyâmetle, ruhlar yeniden ceset giyecek, âhiret hayatına göre oluşacak evrende Cennet ve Cehennem şeklinde yeni bir hayata başlayacaklardır.
Kur'an'da zaman zaman "canı alma vefat ettirme" mânâsında "teveffâ" kelimesi kullanılır. Bu kelime vefâ'dan gelir; "yerine getirme, süresi dolduğunda gereğini yapma, söze bağlı kalma" demektir. Nitekim dünya hayatı belli bir süreye (ecel) kadardır ve bu süre gelince ölüm kendini gösterir. Şu halde, ölüm bir son olmak şöyle dursun, bir hakikatin gölgesi olan dünya hayatındaki en önemli gerçektir; gölgeden hakikate, uykudan uyanıklığa geçmektir.
Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i kerimede, "Allah ölümleri ânında nefsleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır." [182] buyurulmaktadır. Bu yüzden, "uyku, ölümün yarısıdır." İşte vefat da, "süresine erdirmek, vakti gelince sözü yerine getirmek, bütünüyle îfâ etmek" demek olduğundan mevt/ölüm, insan ruhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve ruhun bedenden sıyrılmasıdır.
Ölümün tersi de hayattır. Hayatın aslı, ruhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde ruhun hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de, "Ey iman edenler! (Rasûlullah,) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'nün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız."[183] buyurulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın "ruhun ve kalbin hayat derecesi" olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, ruhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azaba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi."[184] şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, "ölüdürler", "kabirdedirler". Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!";[185] "Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!"[186] buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber’in (s.a.s.) çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık ölümdür. [187]
Allah Mümît'tir; Eceli Takdir Eden, Ölümü Yaratan Allah’tır
Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir. El-Mümît, canlı mahlûkların ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl Allah veriyorsa, ölümü de yine O yaratmaktadır. "O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayandır." [188]
Ölümü de dirilmeyi de Allah (c.c.) yaratır.[189] Her insan eceliyle ölür, hiç kimse ölüme müdâhale edemez. Ancak Allah’ın yazmış olduğu ecele göre ölür. [190]
Bir insan, kalp krizi geçirirken, aynı anda bir diğeri kanserden, bir başkası akciğer yetmezliğinden hayata veda ediyor. Trafik kazalarında insanlar can verirken, kaldırımlarda nice karıncalar eziliyor. Kombinalarda sığırlar boğazlanıyor, çiftliklerde tavuklar kesiliyor. Teknelerde balıklar, örümcek ağlarında sinekler son çırpınışlarını yapıyorlar. O anda ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların, hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
İmâte, yok etme değil; varlığı daha mükemmel hale getirmedir. İmâte, kabir âlemine doğuştur. İmâte, insan için, dünyaya gönderilmesinden çok daha ileri bir rahmet tecellîsidir. Çekirdeklerin ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi, ölüm de en az hayat kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip etmekte ve ikinci safhaların birincilerden daha mükemmel olduğu gözlenmektedir. Bir müslüman, ölümün daha güzele doğru bir değişim olduğunu idrâk eder; kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve mükemmel olduğunu bilir. O yüzden ölüm, yeni bir mükemmelliğe, güzel bir değişim ve dönüşüme atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı takip edecek ve dirilişle insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak; dünyadakinden daha ileri bir yaratılışla. Ölümü ve imâteyi böylece değerlendiren insan, ölümü severek gülerek karşılar. [191]
Ölüm Meleği ve Azrâil
Allah'ın kendisine verdiği emirle canlıların ruhlarını almakla görevli olan ölüm meleğinin adının Azrâil olduğu rivâyet edilir. Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde bu ad geçmez; bunun yerine, doğrudan anlamı olan Melekü'l-Mevt (ölüm meleği) terimi kullanılır. "De ki; üzerinize memur edilen ölüm meleği, canınızı alır. Sonra Rabbinize döndürülürsünüz." [192]
Azrâil (a.s.), Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki öteki melekler gibidir. Dört büyük melekten birisidir. O, yalnızca kendisine verilen emri yerine getirir ve eceli tamam olmuş kulların ruhlarını alıp bu rûhu isteyene götürür. Onun emrinde de bazı melekler vardır. Bu melekler de kendilerine Allah Teâlâ tarafından ulaştırılan emirleri yerine getirirler.
"... Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar hiç geri kalmazlar."[193] Kur'ân-ı Kerîm'de, meleklerin kâfir olan bir kul ile mü’min olan bir kulun canlarını alışları tasvir edilmektedir. Kâfirlerin can verişleri şöyle târif edilmektedir: "Melekler, kâfirlerin canlarını alırken onları görseydin... Onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar; ‘Haydi, yangın (Cehennem) azâbını tadın’ diyorlardı."[194] Nâşitât meleklerinin mü’minlerin canlarını da tatlılıkla alışları şöyle ifâde edilmektedir: "Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere de; ‘Selâm size, yaptıklarınıza karşılık Cennet'e girin’ derler." [195]
Azrâil kelimesi, muhtemelen İbrânîce asıllı olup Kur’ân-ı Kerim’de ve sahih hadislerde geçmemektedir. Secde sûresinde; insanların canını almakla görevli olan melekten “melekü’l-mevt (ölüm meleği)”[196] diye bahsedilir. Hadislerde de “melekü’l-mevt” tâbiri geçmektedir.[197] Ancak, ilk iki halife döneminde müslüman olan Kâ’b el-Ahbâr ile Vehb bin Münebbih gibi şahıslardan nakledilen İsrâiliyyât arasında Azrâil ile ilgili bazı rivâyetler de tefsir kitaplarına girmiştir. Secde sûresinde ve öteki bazı âyetlerde can almakla görevli melekten tekil sîgasıyla bahsedildiği halde, diğer âyetlerde[198] çoğul şekliyle (melâike) bahsedilir. Bu sebeple Azrâil’in ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu veya meleklerden yardımcıları bulunduğunu söylemek mümkündür. 79/Nâziât sûresinin baş tarafında geçen “nâziât (çekip çıkaranlar)” ve “nâşitât (incitmeden alanlar)” kelimelerinin ölüm melekleri (nâziât, kâfirlerin ve günahkârların; nâşitât da mü’minlerin canlarını almakla görevli melekler) mânâsına geldiği görüşü kesin değildir. Çünkü müfessirlerin kanaatine göre aynı kelimelerin ruhları, yıldızları, gâzîleri veya onların atlarını nitelendirmiş olması da mümkündür.
Kur’an’da ölüm meleğinin can almakla görevli olduğu açıkça belirtilmekle birlikte,[199] bu fiil, her işin gerçek fâili olan Allah’a da nisbet edilir.[200] Nitekim başka âyetlerde[201] ölüm meleklerinden “elçilerimiz (rusulünâ)” diye bahsedilmektedir. Bir hadis-i şerife göre ise, ölüm meleği bütün ruhları almakla görevlendirilmiştir.[202] Yine Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği üzere ölüm melekleri, kötülüklerden korunan mü’minlerin ruhlarını alırken şefkat ve nezâketle hareket ederler ve kendilerine selâm verirler;[203] kötülük işlemek sûretiyle kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken de yüzlerine ve arkalarına vurarak onlara karşı sert ifâdeler kullanırlar. [204]
Kur’an ve sahih hadislerde Azrâil hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Bundan dolayı bazı (M.E.B. Yayınlarından İslâm Ansiklopedisine Azrâil maddesi yazan Wensinck gibi) bilgin ve yazarların ölüm meleğini tasvir biçimi, onun gücü, bulunduğu yer, canlıların rûhunu alış şekli ve zamanı hakkındaki iddiâları İslâmî değildir. Ölüm gibi çok önemli bir hâdise etrafında insanlık tarihi boyunca oluşan ortak yorum ve yakıştırmalardan ve kısmen de İsrâiliyattan ibâret olan bu tür rivâyetler bazı müslüman müellif ve ediplerin eserlerine de girmiştir. Nitekim Türk edebiyatında ve halk hikâyelerinde de Azrâil motifi aynı unsurlarla işlenmiştir. [205]
Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle makul olsa bile; günümüzün baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında âdetâ korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir, hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı, bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit ödünç olarak verdiği bir emânetidir. Emânet, bir gün gelir, asıl sahibine iâde edilir. “Her nefis, ölümü tadacak, her emânet sahibini bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır. Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle, Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine olsun.
Ölüm meleği olması itibarıyla Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek, eli tırpanlı çirkin bir insan şeklinde onu resmetmek, “zamansız öldü” gibi sözler sarfetmek, imanla bağdaşmayacak büyük yanlışlardır.
Azrâil ve ölümden sonraki hayat hakkında, çevrede nice elfâz-ı küfür, yani söyleyeni şirke düşürmesinden korkulan, bir müslümanı mürted yapmasından endişe edilen çirkin söz vardır. Bunların birkaç tanesini sayalım:
"Azrâil onun canını yanlış yere aldı", "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında).
"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında).
"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında).
Bir müslüman, bu ve buna benzer çirkin sözleri kesinlikle kullanmamalı, bilinçsizce bu tür sözler sarf edenlere tepkisini mutlaka belirtmelidir.
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
Ölümü, yok oluş, bitiş ve netice olarak gören insan, hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat, tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir, mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir?
Her mevsim yaşanan olaylar gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle, dünyanın ağırlıklarından kurtulma faâliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat fışkıran bayramına hazırlanır ve vakit geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar. İşte bir gün biz de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.
Evet, doğumla bu âleme kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır. Ve tohum, toprakta çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup gökyüzüne doğru dal budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî bir âlemde hayat bulacaktır. Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç halini ve güneşli dünyayı idrâk edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz de bu kayıtlı ve sınırlı hâlimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız.
İnsan için ölüm, ipek böceğinin koza içindeki krizalit dönemi gibidir. İpek böceğine, kabir gibi daracık kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan edileceği bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da, ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar âcizdir. Çünkü bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır. Ancak içinden gelen bir ses, ona ebedî âlemlerin var olduğunu haykırır durur.
İlim adamları tarafından da doğrulanan ve bütün insanların yaratılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize ebedî âlemlerin varlığını bildiren en kuvvetli bir psikolojik delil olarak kabul edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi. İnsanın susaması, suya işaret eder ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında sezmesi âhiretin varlığına en büyük delillerden biridir. Veya en azından böyle bir âlemin olmasını ve yaratılmasını gerektirir.
En küçük bir canlıyı, karıncayı dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir. Zaten âhireti vermek istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün insanlığı etkileyen ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası olmayacaktır elbette.
“Her nefis ölümü tadacak!” Bunu herkes biliyor, ama pek az insan, üstünde düşünüyor. Nefis, kendini bu kesin hükmün dışında tutmak istiyor. Ölümü hatırlasa bile başkaları için hatırlıyor. Unutmak için de elinden geleni yapıyor. Nereye kadar?! Ölümü düşünmek zorundayız. Ölmeyi öğrenmek, onun öğrencisi olmak zorundayız. Ömrün sonudur belki, ama hayatın da sonu mudur? Elbette hayır! Hayat, bedensiz bir biçimde yaşamaya devam edecek. Ölümle yüzleşenler, ölmeyi bilenler farkındadır bunun. Ölümü hatırlamak acı vermez onlara. Ölüm bir başlangıçtır çünkü.
Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi kırk elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız kılıyor. Susuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, bir gün işlemez olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Her şeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama.
Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler, bize huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın
Formülünü arıyor insanlık. İnsan ruhu, sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün peygamberler, tebliğ ettikleri âhiret inancı, yani ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa çevirmişlerdi.
Batıda özellikle son iki asırda ortaya çıkan ve daha ziyâde bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını ve Batı düşüncesini benimseyen dünya insanlarını birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda arayan insanlar görüldü.
Özellikle 19. asır şiirlerinde olmak üzere nice mısrâlarda sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile getirilir. Fakat korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik rakamlarındaki büyüme özelliklerinde aranırken, yeni yeni oyuncaklar piyasaya sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar, internet oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve uyuşturucu gibi “unutturma” âletleriyle ne dünü, ne yarını düşünüp hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.
Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu neticelendirecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak, ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor. İşte o zaman, ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa, çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah’ın emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak haline gelecek. Ancak bu sâyede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk katacak.
Kimler yok ki orada?! Dede ve ninelerimiz, gönülden sevdiğimiz anne, baba ve kardeşlerimiz... Nice büyük insanlar, Allah dostları, sıddîklar, şehidler, sâlihler, peygamberler ve en önemlisi, iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.s.) hep orada... Sevdiklerimizle dolu olan âleme geçmek için, bir başka doğuş olan ölüm, tek çare... [206]
Ölüm de Bir Nimettir
Ölüm, hem de birkaç yönden insan için bir nimettir. Her şeyden önce, ölüm bir kurtuluştur. Omzumuza yüklenmiş olan hayat külfetinden bir kurtuluş. Bir derece hürriyete, serbestliğe varıştır. Meselâ, üzerimizde olan bir vazifeyi, yapmakla yükümlü olduğumuz bir işi hakkıyla yaptığımız veya bir engel çıkıp da yapma imkânımız olmadığı zaman, o iş üzerimizden kalkmış olur ve biz de rahatlayarak, “üzerimden dağ gibi bir yükün, bir ağırlığın kalktığını hissediyorum” deriz. İşte ölüm de böyledir. Hiç ummadığımız ve beklemediğimiz bir anda geliverir ve artık taşımaktan âciz kaldığımız hayat yükünden bizi kurtarıverir.
Bu gerçek, hadis-i şerifte şöyle dile getirilir: Rasûlullah’ın yanından bir cenâze geçti. Ona baktı ve şöyle dedi: “Bu, ya kendi kurtulmuştur veya kendisinden kurtulunmuştur.” Sahâbiler sordular: “Yâ Rasûlallah! Kendi kurtulmuş veya kendisinden kurtulunmuş ne demek?” Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıkladı: “Mü’min ölünce dünyanın eziyet ve sıkıntılarından kurtulur; fâsık ölünce de onun şerrinden insanlar, beldeler, ağaç ve canlılar kurtulur.” [207]
Dünya hayatı, yapısı itibarıyla sıkıntılı, problemli, dert ve ıstıraplarla doludur. Bazen gelir bir zindan oluverir, insanı boğmaya başlar. Hayat çekilmez bir hal alır. Fakat ölüm geldiği zaman bütün bu sıkıntıları ve dertleri silip süpürüverir. Sürurlu, geniş, ıstırapsız, sonsuz, dertsiz ve gamsız bir hayat başlar. Zaten hadiste “Dünya mü’minin zindanı; kâfirin cennetidir” buyrulmuyor mu? Yani bu dünya, âhirete nisbetle mü’min için bir zindan; kâfir için de cennettir. Çünkü mü’min imanı sâyesinde âhirette daha geniş nimetlere kavuşacak, âhiretin yanında dünya hayatı bir zindan gibi kalacaktır. Kâfir de dünyadaki rahatlığı ve nimetleri âhirette bulamadığı için, âhiretine oranla bu dünya ona cennet gibi olacaktır.
İnsanın yaşı ilerledikçe, altmışı-yetmişi geçtikçe hayat ağırlaşır, yaşamak zorlaşır. Kulağı az duyar, gözü az görür; hastalıklar, ağrılar birbiri peşi sıra gelmeye başlar. Bütün bu dertler insanı ölüme biraz daha yaklaştırır. Ve yaşlı insan bu dertlerden ancak ölüm sâyesinde kurtulacağını bilmektedir. Ölümün, kendisi için bir nimet olduğuna iyice inanır ve kabul eder. O kadar dengeli bir manzara ki, insan hemen yerini arıyor. Demek ki dünyadaki acı vaziyetler, hastalıklar, hatta bir yerde ihtiyarlığın ölümden önce gelmesi sebepsiz değil. Bu durumlarla iç dünyamızda âhirete göçmek ve dostlara kavuşmak üzere bir arzu uyandırılıyor. Ağırlaşan hayat yükü ve hayat şartları karşısında ölümün nimet oluşu hissedilirken, bütün kâinata hükmeden o Zat’ın sonsuz merhametini de anlamış oluyoruz.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi, on yedi... nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Dedemiz, onun dedesi ve sayılamayacak kadar dedeler ve nineler... Her biri ayrı bir dert ve hastalık içinde inleyip dursalar, hayat onlar için, hem de bizim için ne kadar ağır ve çekilmez olacak ve ölüm ne kadar arzu edilecekti. İşte sadece bu cihetten bakılsa dahi ölümün büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar. Eflâtun, ölüme “nimetlerin en büyüğü” derken, hiç de haksız bir hükmü dile getirmiyordu.
Ölümü bir an için yok farz ederek tahmin yürüten İbn Sina şöyle diyor: “Yeryüzünün hacmi ve kapasitesi belli. Ölmeselerdi bu kadar insan nereye sığacaktı? Birbirine bitişik ve sımsıkı durmaları halinde bile bunlar dünyaya sığmazdı. Nerede kaldı ki, oturdukları ve dağınık halde bulundukları zaman bunlar sığabilsin? Bunlardan artabilecek ne barınacak bir yer, ne bir bina, ne ekip biçilecek bir arazi ve ne de gezecek bir yer kalmazdı. Bu durum az bir zaman için böyledir. Zaman geçtikçe hal ve keyfiyet nasıl olacaktır? Ebedî hayatı arzu edip ölmeyi istemeyen ve bunun mümkün olabileceğini zannedenin hali işte budur. Bu zan ve arzu, cehâletin sonucudur. Ölüm, İlâhî bir ihsan olunca; o, kötü bir şey olmaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir.” [208]
Ölümle uyku arasında çok yakın bir benzerlik vardır. Başta hasta ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Kendi ihtiyaçlarını göremeyecek kadar âciz bir duruma düşen felçli ve yatalak bir insan veya derdine çare ve ilaç bulamayan bir hasta ölümü o kadar bir iştiyakla ister ki, onun tek arzusu varsa, o da bir an önce ölüm nimetine kavuşmaktır. İntihara kalkışan kimse de aynı durumdadır. Böyle bir insanın imdadına ölüm yetişecek olsa, hem büyük bir günaha girmekten kurtulur, hem de ebedî hayatını berbat etmemiş olur. [209]
Ölüm Korkusu
Ölüm korkusu, insanlar arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir. Kur’an, şu ifadesi ile insanların ölüm korkusuna işaret etmiştir: “De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka bulacaktır.”[210] Savaşlarda ölüm korkusu, bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Özellikle bu, savaş alanına gönderilen muhâriplerde daha belirgindir. Kur’an’da münâfıkların savaştaki ölüm korkusuna temas edilmektedir: “Kendilerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar. ‘Rabbimiz, savaşı bize niçin yazdın (farz kıldın)? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.” [211]
Allah’a sağlam bir iman, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Çünkü mü’min, kesin olarak ölümün kendisini, Allah’ın rahmeti sayesinde en güzel nimetlere kavuşacağı sonsuz âhiret hayatına götüreceğine inanır. Mü’min ölümden korktuğu takdirde, bu sadece Allah’ın mağfiretinden nasiplenememek ve rahmetine ulaşamamak endişesinden dolayıdır. Hiç şüphesiz ölüm korkusu, tevbe etmeden evvel öleceklerinden korkan günahkârlarda fazla olmaktadır. Realitede ölüm korkusu, sadece tevbe etmeye engel olması cihetiyledir. Bu yüzden, ölüm korkusunun Allah korkusuyla sağlam bir şekilde sımsıkı bir bağı bulunmaktadır. Kâfirler, dirilişe de âhirete de inanmadıklarından, varlıklarını çürüttüğü ve yok ettiği için ölümden korkarlar. Bazıları da kendilerini nasıl bir meçhule götüreceğini bilmediklerinden dolayı ölümden korkarlar. Bu gibi kişilerin gidecekleri son yeri bilmemeleri, ölümden korkma ve endişelenme sebebi olmaktadır.
Ölüm korkusunun doğurduğu kaygı, endişe ve bunalımlara çözüm arayışı içine giren insanın imdadına gerçek anlamda yetişecek olan imandır, yeniden dirilmeye ve âhirete inanmaktır. Âhirete yakînî bir şekilde iman eden kimse için ölüm; korkutucu, ürkütücü ve acı veren bir olay olmaktan çıkar, zorlukların bitip her türlü güzelliklere, sonsuz nimetlere açılan bir kapı olur. İnsandaki ölümsüzlük arzusunu doyurup tatmin edebilecek olan da ancak âhiret inancıdır. Eğer insan için her şey bu hayattan ibaret olsaydı, bir yandan akıl almaz rûhî eğilim ve arzuları, diğer taraftan sınırlı güç ve yetenekleri arasında bocalayıp duracaktı. İşte insanın bu duygu ve ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak husus Allah'a ve âhirete imandır. Allah'a ve âhirete yakînî bir şekilde inanan kimse, Allah’ın azâbından korkar. Bunu Allah’ın hududuna riâyet ederek yaşantısında gösterir, takvâ yoluna girer.
Ölüm Gerçeği ve Âhiret İnancının Ruh Sağlığı Açısından Önemi
İnsan olarak dünyaya gelen birey, varoluşunun anlamını kavradığı oranda hayata olumlu bakabilecek ve olayları daha rahat kavrayabilecektir. Nitekim 23/Mü’minûn Suresi 115[212] ve 75/Kıyâme Suresi 36’da[213] insanın başıboş yaratılmadığı belirtilerek yaratılışının anlamına vurgu yapılmaktadır. 51/Zâriyât Suresi, 56. âyette de[214] insanın yaratılış amacının kulluk olduğu belirtilerek konuya açılım sağlanmaktadır.[215]
İnsanın varoluşunun anlamı bu şekilde belirtilirken 21/Enbiyâ Sûresi 35’de[216] bu dünyanın bir imtihan yeri olduğu ve sonunda herkesin ölümü tadacağı belirtilerek ölüm gerçeğine vurgu yapılmaktadır.
“Ölüm bu dünyadaki yaşamı tamamlayan bir noktadır.[217] Fakat varlığın son noktası değil, bilakis ebedi hayatın başlangıcıdır. İslâm inancında insanın ölümü, dünya ile âhiret arasındaki bir geçişi teşkil etmektedir.[218] Nitekim ‘Bireyin, ölümün hayatın bir gerçeği olduğunu göz önüne alarak hayat ile ölüm arasında sıkı bir bağ olduğunu düşünmesi, Yalom’a göre kişiyi korku ya da kasvetli kötümserlik varoluşuna mahkum etmekten çok, onu daha otantik hayat tarzına yöneltmek için bir katalizör olarak hareket eder ve hayattan alınan zevki arttırır.’[219] Fakat burada şunu da hemen belirtmek gerekir ki ölüm korkusu gerek her insanda varlığını hissettirmesi, gerekse şiddet ve etkisinin gücü bakımından diğer bütün korkulardan ayrılır. Hatta yaşadığımız bütün korkuların temelinde sadece ölüm korkusunun yattığını iddia edenler vardır.[220]
Birbirinden farklı izah tarzları getirmiş olsalar da tarih boyunca ölümden sonraki hayata atıfta bulunmayan hiçbir din yoktur.[221] Ölümü felsefi bir problem olarak ilk defa ele alan Sokrat’tır. Sokrat’tan önce bu konuda kayda değer bir açıklama yoktur. Sokrat, insanların hayatları boyunca devam eden korkularının başında ölüm korkusu olduğunu söyler[222]…
İslâm inancına göre ise bu dünya bir sınav yeridir ve insan bu dünyada yaptığı her hareketinin karşılığını öbür dünyada görecektir. Böyle bir âhiret inancı hem ölüm düşüncesinin kabullenilmesini hem de bu dünyada karşılaşılan birtakım sıkıntı ve meşakkatlerin karşılığının öbür dünyada kat kat alınacağı düşüncesiyle kişiyi karşılaşabileceği kaygı ve stresten kurtarabilecektir.[223] ‘Zira âhiret inancı bir taraftan insanlara zulüm ve sıkıntılar karşısında büyük bir teselli kaynağı sunarken, diğer taraftan ölümsüzlük arzusuna sahip insan için ebediyetin kapılarını açmakta, insanın ruhi dengelerinin bozulmaması hususunda büyük rol oynamaktadır. Araştırmalarda ümitsizlik vb. durumlarda âhiret inancının iman edenlere bir ümit sunduğu ve endişeyi azalttığı, insanlara vicdan azabı ve korkularını yatıştıracak teselliler oluşturduğu tespit edilmiştir. Ayrıca âhiret inancı, ölümden sonra insanın hayatının devam edeceğini, esas olanın âhiret hayatı olduğu fikrini insanın dikkatine sunarak onun yaşantısını daha bilinçli bir şekilde geçirmesine, kendisini otokritik etmesine de yardımcı olacağından olumlu bir değişim ve kaliteli bir yaşam sürmesine imkân sağlar.’[224]
‘Netice olarak ölümü hayatın temel gayesi olarak gören inanan insanlar, bir gün ölecekleri gerçeğini şuurlarının bir köşesinde canlı tutarak zevk ve metanetle yaşayabilmenin imkânını araştırırlar. Onlara göre ölümün berisindeki ve ötesindeki hayat birbirini tamamlayan iki unsur olarak görülür. Nitekim onlar kendilerini nihayetsiz bir istikbalin yolcuları olarak görürler.’ [225]
Dolayısıyla bu şekilde güçlü bir ölüm ve âhiret inancına sahip bireyler karşılaşmış oldukları olumsuz durumlarla çok daha rahat bir şekilde baş edebileceklerdir.
İnanan insanın hayatta karşılaştığı çeşitli zorluklarla mücadele edebilmesinde ona yardımcı olan bir diğer destek de kader inancıdır. Nitekim İslâm inancına göre insanın doğumundan ölümüne kadar geçen süreçte başına gelebilecek her şey Allah katında bilinmektedir ve onun dilemesine göre cereyan etmektedir. [226]
Kaza-kader konusunda bilgi verilirken olaylar karşısında insanın sorumluluğunun ve iradesinin önemine dikkat çekildikten sonra daha geniş bir çerçevede her şeyi varedenin Allah olduğu ve her olayın kendi içerisinde bir mantalitesinin olduğu vurgulanabilir. Böylece kişi Allah’ın takdiri ve insanın iradesinin rolü çerçevesinde olayların meydana geldiğini dikkate alabilir. [227]
Böyle bir inanca sahip olan bir kimse üzerine düşen görevleri yaptıktan sonra işin gerisini Allah’a bırakarak tevekkül eder ve böyle bir inanç ile yaşamda karşılaştığı çeşitli sıkıntıların yıkıcı etkisinden psikolojik olarak kendisini korumuş olur. [228]
Ayrıca yaşanılan olayların mutlak anlamda olumsuzluk olarak değerlendirilmemesi gerektiğine de vurgu yapılmalıdır. Çünkü bize göre iyi olan bir şeyde bir olumsuzluğun veya olumsuz gibi gözüken bir olayda da iyi bir durumun olabileceği vurgulanmalıdır. Nitekim bir âyet-i kerimede[229] insanların hoşuna giden bir olayda şer, hoşuna gitmeyen bir olayda da hayır olabileceği vurgulanmaktadır. [230]
Ölümü Düşünerek Dirilmek
İnsan açısından ölüm, Allah’ın mümît isminin tecellî etmesiyle, ecel denilen belirli bir zamanda, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip vücuttan ayrılması olayına denir. Ölüm, insan için yok olmak değil; bir âlemden diğerine intikal etmektir, bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.
Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır, uykudan uyanmaktır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle[231] dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, akılları çalışmayan, gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen, gerçek hayata sahip olmayan "ölüdürler."
Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir. El-Mümît, canlı mahlûkların ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl Allah veriyorsa, ölümü de yine O yaratmaktadır. Allah'ın hayatı/diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi, Kerîm Kitapta şöyle açıklanır: "O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı."[232] Ölüme göre hayatı/dünyayı önceleyen ters gözlüklü insan, bu âyetteki ifadede bir terslik varmış gibi görebilir. Çünkü diğer canlılar gibi insanlar da, önce yaşar sonra ölürler; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize işaret yoluyla şunu anlatıyor: "Hayatı anlamak, doğru ve güzel yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız!" İnsanın hayatı nasıl anlamlandırdığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da "nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır" anlayışıyla değerlendirir ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; "en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay" olarak kabul eder ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız. İkinci anlam olarak, doğru bir gözlükle baktığımızda görürüz ki canlılar, varlık sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Yani, ölüm hayattan önce var kılınmış, daha önce yaratılmıştı. Hayat Kitabımız, bu gerçeği şöyle vurgular: "Allah'a karşı nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir." [233]
Allah'ın İmâte/Öldürme Faâliyeti: Allah'ın yaratma fiili her an faâliyet gösterdiği, Allah devamlı yarattığı gibi; imâte fiili, öldürme sıfatı da aralıksız işlemektedir. Günde ortalama 300 bin kişi ölmekte, hergün bir koca şehrin nüfusu kadar insan, dünyasını değiştirmektedir. Her saniye dünyadan dört kişi hayattan göçmektedir. Bu rakam, insanlık âlemi için. Buna hayvanlar âlemi de katıldığında, bu İlâhî fiilin nasıl aralıksız faâliyet gösterdiği daha iyi anlaşılır. Her sâniye, ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların, hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
İmâte, yok etme değil; varlığı daha mükemmel hale getirmedir. İmâte, kabir âlemine doğuştur, ileri bir rahmet tecellîsidir. Çekirdeklerin ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi, ölüm de en az hayat kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip etmekte ve ikinci safhaların birincilerden daha mükemmel olduğu gözlenmektedir. Ölüm, yeni bir mükemmelliğe, güzel bir değişim ve dönüşüme atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı takip edecek ve dirilişle insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak; dünyadakinden daha ileri bir yaratılışla. Ölümü böyle değerlendiren insan, onu severek gülerek karşılar.
Kur'ân-ı Kerim'de ölüm anlamındaki "mevt" kelimesi ve türevleri 165 yerde geçer. Vefat gibi değişik kelime ve ifadelerle ölümden 190 yerde söz edilen hayat veren Kitabımızda, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir. Âyet-i kerimelerde yaratan ve öldürenin Allah olduğu, O'nun insanları tekrar diriltip hesaba çekeceği, ölümden sonra insanların O'na döneceği belirtilir. Sahte tanrıların kimseyi öldürüp diriltemeyeceği, kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecekleri vurgulanır. Yaşayanların ömürlerinin Allah katında belli bir eceli/süresi olduğu, o süre dolup ecelleri geldiğinde canlıların bir an bile geciktirilmeden veya öne alınmadan ölüm acısını tadacakları ifade edilir.
Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır.[234] Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefs/ruh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Uyku, ölümün yarısıdır. "Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanmadın olacak, / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musallâ taşında.” Başta hasta yatan ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Uyku, ölmenin provasıdır. Mezara benzeyen yatağa girdikten belirli bir zaman sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz. Uyku, kardeşi olan ölümü unutturmaya değil; hatırlatmaya vesile olmalı; insan, yatağa girerken mezara da gireceğini unutmamalı, uyuduğunda uyanma garantisinin olmadığını düşünmeli ki, dört elle dünyaya sarılmasın ve ölüme hazırlanabilsin.
Ölüm, bir nimettir, İlâhî bir ihsandır. Dolayısıyla o, kötü bir şey olamaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir. “Ölümden korkusu olanlar ölür / Hayatı maddede bulanlar ölür / Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür.” Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
Nasıl bir ölüm isteriz? Mademki ölüm var, ölümden kaçış yok; öyleyse nasıl ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir? Sonra, ölümün şeklini seçme hak ve imkânımız var mı? Ölümün şekli, hayatın nasıllığına bağlıdır. Kutlu vaad veya acı gerçek öyle: "Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olunursunuz." Örneğin Hz. Ali gibi, bir çöl ortasında, hiçbir şeye dayanmadan dimdik ayakta ölmeye ne dersiniz? Ya da Hz. Süleyman gibi Mescid inşâsında cinleri kullanırken, çaktırmadan ölüvermek; ölüvermek ama dimdik; ölüvermek ama devrilmemek, sürünmemek! Halkın deyimiyle, “elden ayaktan düşmeden”, “Üç gün yatak; dördüncü gün toprak”, ama imanla, ama müslümanca, ama insanca ölmek! Bunun için de mü'mince yaşamak şart. Kimin yolunda, hangi gâye uğruna yaşanılırsa, onun yolunda ve o amaç için ölüm gelecektir. Allah yolunda O'nun rızâsı doğrultusunda yaşayanlar, elbet O'nun yolunda ve O'nun istediği gibi öleceklerdir.
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür. Ölümü, yok oluş, bitiş ve neticesiz olarak gören insan, hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat, tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir, mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir? Cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız yaratılırken; büyük emânete tâlip, yeryüzünün efendisi/halîfesi insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O, ölümünün ardından, sahip olduğu nimetlerden, yüklendiği emânetten hesaba çekilecek, mükâfat veya ceza için Cennet ya da Cehenneme gönderilecektir.
Ölmemenin tek çaresi, doğmamaktır. Ama canlı cenâze şeklinde, hayat süren leş gibi yaşamanın tercih edilebildiği gibi; ölümsüzleşmek, güzel ölümden sonra çok güzel bir hayata terfî etmek de mümkün. Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir vaziyette. "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın."[235] Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünkü yediğimiz çok lezzetli yiyeceklerin veya zevkli saatlerin bugüne bir faydası yok; yarına kalacak olan da sadece sevaplar veya günahlar. Dünya bir oyun ve eğlenceden, bir masaldan ibâret. Âhiret ise daha hayırlı ve devamlı.
Ölüme Hazır Olmak: Allah'ın dışında tüm canlılar için ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak müslüman olarak ölmek isteyen her mü'min için gereklidir. Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın."[236] Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder."[237] Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin hangisi en akıllıdır?” Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm: “Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapanlar; İşte bunlar en akıllı kimselerdir.” buyurdular. [238]
Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû kılındığını hatırlamakta fayda var. Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak durmak şartıyla kabirleri ziyaret etmek, insana âhiret bilinci verir. İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak, yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki aşırılıkların şirk unsuru olduğu bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden de cehennemden korkar gibi sakınmak gerektiğini unutmamalıyız.
Ölümle başlayan esas hayatı dünya görüşünün merkezine alamayan tek dünyalı insanın ufku, sadece bu geçici âlemle sınırlıdır. Ölümü düşünmek, hatırlamak istemez; yatırımını sadece dünyaya yapan, mutluluğu salt dünyevî ölçülere göre tanımlayan insan. Yaşayışından ölümü kovmaya çalışır; çünkü adına ölüm dedikleri şey dünyevîleşmiş insan için, gerçeği tokat vurur gibi haykıran uyarıcı bir vâiz, sorgulayıp itham edici bir yargıç ve fâni zevklerini kemiren korkunç bir canavardır. Modernleşen şehirlerde artık mezarlıklar, bu tür insanları "rahatsız" etmeyecek kadar uzak yerlere yapılır oldu. Mezarın içini cennet bahçesine çevirmeyi düşünmeyenler, mezarlarını anıt gibi süslemeyi tercih ediyor. Hâlbuki İslâm, kendi insanlarına ölümle dost olarak, onunla içli dışlı yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil; gereğinde baş tâcı edilecek bir şey olduğuna inandırmıştı.
“Güzel ölüm”ün şefkatli kollarından “çirkin hayat”ın merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Ölümün kronik korkusunu da yenemedi, hemen tüm filmlerde o işlendi, çoğu rüyaları o böldü, bunalımların kaynağının o olduğu söylendi. Ölümü unutmaya çalışmak, başka güzellikleri de unutturdu. Sadece dünyayı düşündüğü halde, ona da sahip olamadı; "hırsızı yakaladım" derken, yakasını yavuz hırsız dünyanın elinden kurtaramadı. İslâm'ın insanındaki ölüm sevgisi, yerini; dünyevîleşmiş insanda "ölüm korkusu"nun stresine terk etti. Ölümü hatırlamamak için çeşitli eğlencelere, uyutucu ve uyuşturuculara yönelen modern insan, 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan (konforlu da olsa dünya zindanında yatan) müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir.
Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vâsıtadır. O yüzden birçok ayette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir. Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Ölümün korkulmayacak, aksine can atılacak güzelliklerin anahtarı olduğuna şâhitlik eden, ölümü öldürerek ölümsüzleşen şehâdet erleri ise, şehidlerdir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişe ve gayretlerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların uğraşlarına, şikâyetlerine bakınca; hemen tamamının dünyevî endişeler olduğunu görüyoruz. Çağdaş insan, kendi kapısını yüzde yüz çalacak ölüm dâvetini ve hesaba çekilmeyi düşünmeden, ot gibi yaşamayı; fıtratına, aklına, dinin diriltici çağrısına rağmen başarabilmek(!) için, kendi yaptığı putların, paranın, sporun, müziğin, sinemanın, eğlencenin, teknolojinin... kulu olmayı kabullenmiş, tersine ve olumsuz anlamda ölmeden önce ölmeyi, yani intiharı ve katliâmı ebedî hayata tercih edebilmiştir.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla hayatı ve ölüm ötesini, dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar ebedî ve gerçek hayatla birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbâl (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu, zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir" cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gece, bir ölüm, her sabah bir dirilişi yaşar güneş altındaki bütün canlılar. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı, her an ölümün ve hayatın yaratılışını ispatlayan, âhirete imanı seslendiren bir âyettir. Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır. Nihayet bir müddet sonra, bahar rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, kıyameti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyamet günü, zaten kalkış günü demektir.[239] Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. [240]
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saâdet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk.
İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi?.[241] Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Aksi halde, insan gideceği saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." [242]
Hayatı güzelleştirmek istiyorsak, ölümü güzelleştirmek, ölümötesi güzelliklere lâyık hayat sürmek gerektiğini unutmamalıyız. Ölmeden evvel ölmeye çalışmalı, ama öldükten sonra yaşamanın sırrını bulmaya gayret etmeli. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebiliriz. Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu iki şekilden biriyle öldüren "bir gün" ölür; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise "her gün" ölür. Âhiret yanında dünya bir gün kadar kısadır. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek için geceler büyük fırsattır. Gündüzü dünya hayatının, geceyi ölümün, yatağı kabrin karşılığı kabul ederek her yatağa girdiğimizde, günlük amel defterimizin kâr ve zarar hânelerini önce kendimiz değerlendirmeli, zararımız fazla ise, onu tevbe ve gözyaşı silgisiyle silmeli ve daha hatasız ticaret için kararlar alıp eyleme geçirmeliyiz. Yeniden bir dirilişi yaşayacağımız ertesi günü, önceki günden daha güzel yapma gayreti içinde olmalıyız.
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında, her fırsatta; tefekkür edelim, özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünmek amacıyla, hele gece karanlığında mezarlığa gidip şu ölümcül yaşayıştan silkinip dirilelim. Ölüm ve şehâdet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle. Çünkü ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. “Ölümse / Gel dese / Tak tak tak / Mu-hak-kak.” [243]
Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! Ölüm! Allah’ın bir “hikmet”i, bir “tecellî”si! Hikmetinden sual olunmadığı gibi, ne zaman tecellî edeceği de bilinmez. “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?!” Ölümsüzlüğü tatmak! İşte ölümün dehşetini etkisiz kılan iksir! Ölümünü düğün ve bayram ilân eden, o heyecanla ölüm adlı sevgiliyi bekleyen canlı şehidlerin mesajı! “O mübârek, aziz şehitler ki / Hepsi seçmişler en güzel ölümü! / Allah için, din için, şehitlik için / Dövüşüp müslümanca ölmüşler! /Törensiz ölmüşler / Kefensiz ölmüşler / İsimsiz ölmüşler / Ruh olup hep, cisimsiz ölmüşler / Bürünüp sade bir şehid adına / Öyle çıkmışlar, alnı pak, yüzü ak / Allah’ın katına!”
Mezar, zıtların kenetlendiği noktadır. Yokta varlığa yol veren geçittir. Hayat ve ölümün, varlık ve yokluğun, bu dünya ve öte dünyanın buluştuğu çizgidir. Mezar, yok olunduğu sanılan bir noktada gerçek varlığın bulunduğu bir “geçit” oluverir. Ölümsüz hayata geçmek için ölüm tek geçit! Dünya yalan, ölüm yalansız! İnsan, bu gerçeği bilir; bilir bilmesine, ama bilmez gibi yaşar.
Ölümden korkmak, her gün binlerce kez ölmek demek. Ölümden korkmak, hayatı bu maddî dünyadan ibaret sananların çıkmazıdır. Ölümden korkmak, öte dünyaya imanın zayıflığının göstergesi. Ölümden korkmak, ölümü yok etmez, ertelemez, hafifletmez, “korkunun ecele faydası yoktur.”
Dünya bir han; konan göçer. Can ise, tıpkı bir kafesteki kuştur; o da zamanı, vakti geldimi durmaz, uçar. Ölüm, öyle bir yoldur ki, bir kez ve tek başına yürünür. Tekrarı yoktur; dönüşü yoktur; tek yönlü bir yoldur; mecburî istikamettir. Ölüm âdildir; ölüm herkes içindir; fakiri-zengini, beyazı-zenciyi, kadını-erkeği, genci-yaşlıyı ayırmaz.
Ölüm, insan için güzel bir son ve aynı zamanda güzel bir başlangıç demek! Bir hayata “vedâ” deyip, öte hayata “merhaba” demek! Onun için güzel bir olay! Ölüm, dünya hayatının muhtaç olduğu bir ihtiyaçtır. Yeri göğü titretse de, varlığı dengede tutmaktadır ölüm. Ölüm, hayatın, varlığın, yaratılmışlığın dengesi ve güzelliği için vardır. Hayat, sınanma için verildiği gibi ölüm de aynı amaç için yaratılmıştır.[244] İnsana düşen; ölüm korkusunu öldürmek, ölümün bir denge ve güzellik olduğuna inanmak ve hayat sınavında başarılı olmaktır. [245]
Beşerî bilim, insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatsa bile niçin geldiğini bildiremez. Bu dünyaya her gelenin öleceğini bildirir, fakat nereye gideceğini kestiremez. Bilim, olayın şeklinden bahseder, felsefe ise, sebebini açıklamaya çalışır. Ancak felsefenin de sınırı akıldır. Aklın bulamayacağı konular, felsefenin de dışında kalır. O zaman söz “din”in olur/olmalıdır. Yüce Yaratıcımız, insan aklının idrakten âciz kaldığı hakikatleri, Peygamberleri vasıtasıyla öğretmiştir. Beşerî bilimin dışında kalan, onun sınırına girmeyen, felsefeyi âciz bırakan konular, sadece dinin alanı içine girer. Ve ancak bu sahada çözülebilir. Alex Carrel: “Ölümün esrârı karşısında insanın duyduğu endişeye imanın verdiği cevap, bilimin verdiği cevapla kıyaslanmayacak kadar tatminkârdır” diyor.
Nereden gelip nereye gittiğimizi, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ve ölümün anlamını ancak vahiy aydınlatabilir. Vahyi kabul etmeyen insan, tatminsizlik ve huzursuzluğu bu konuda da derinden yaşayacak, bu soruların ve ölümün her insan için ayrı mânâsı veya anlamsızlığı olacaktır. Çünkü ölüm, hayata göre, hayatın mânâsı da onu yaşayan kişilere göre değişmekte ve sahip olduğu inanç, insanı şekillendirmektedir. Ama ortak olan bir şey vardır. O da, bu sorulara sadece bilim veya kuru bir akılla cevap verilemeyeceği gerçeğidir.
İnsanın yeri ve konumu gerçekten çok yüksektir. Çünkü şu koca dünya, ona bir ev, hayvanlar ona bir hizmetçi, güneş onun ısınması için bir soba, ay ise aydınlanması için ona bir lâmba olarak yaratılmıştır. Bu yüzden insanın görevi de büyüktür. Vazifesi, kendini yaratanı tanıyıp O’nun emir ve izni dâhilinde hareket etmesi şeklinde tarif edilebilir. Yine de imtihan dünyasında yaşadığımızı ve dileyenin istediği yolu seçmekte serbest olduğunu da unutmamalıyız. Ancak, cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız yaratılırken, insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O halde insan toprağa girip ebediyyen yatamaz ve saklanamaz. Sahip olduğu nimetlerden hesaba çekilecek, mükâfat ve ceza için âhiret konakları olan Cennet ve Cehenneme gönderilecektir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, her günde ortalama 300.000 kişi ölmekte. Evet, her yaşta ölenlerin toplamı bu... Bu sayının içinde nice ölmeyeceğini sananlar veya ölümü bekleyenler, beklemeyenler veya başkasına “vah vah”, kendisine ise “Allah gecinden versin” diyenler de mevcut. Ama hepsi yolcu. Bunlar arasında ölümü unutanlar yok muydu dersiniz? Ama ölümün onları unutmadığı bir gerçek. Evet ölüm, hiç umulmadık bir anda kapımızı çalıyor. Ya bir kalbi sıkıyor, ya bir damarı tıkıyor. Ya da yeni elbisesini giyerken bir ayna karşısında veya otomobilini sürerken yakalıyor unutkan ve gâfil insanı. Kısacası, âhirete giden yollar o kadar çok ki, saymakla bitmez, neticede hepsi oraya çıkar. “Ölüm gelmiş cihâne, baş ağrısı bahâne!” Mezarın yeri ve dış konforu nerede ve nasıl olursa olsun, âhiret, her yerden aynı uzaklıkta. Önümüzdeki günlerde de yine yüz binlerce insan ölecek, bir yandan da ölüm meleği vazifesi gereği can almaya devam edecek. Ömrümüzün uzatılması için yapılan çalışmalar da devam edecek. Geçen günler de gösteriyor ki, hayat var olduğu müddetçe, dünya hayatı açısından ölümün sonu gelmeyecek ve ölüm öldürülemeyecek.
Ölümü unutmak, ondan kaçmak çare değil. En yakın ve candan bir dostumuzun cenazesinden bile yeterli ibret alamaz olmuşuz. Ne kazmayı sallayan, ne tabutu taşıyan ve ne de ölüyü yıkayan haberdar değil yaptığından. Hareketlerimiz hep ezberden, mekanik bir şekilden ibaret. Eskiler ölümü o kadar uzakta tutmamış ve günlük yaşamlarından kapı dışarı etmemişlerdi. Doğrusu pek de bir şey kaybetmemişler, bilâkis kazanmışlardı. Çünkü zaman ve mekân tanımayan o dâvetsiz misafire karşı biraz olsun hazır bulunmakla, ona ansızın yakalanmaktan kurtulmuşlardı.
Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusu sorulduğu zaman 50 milyon demiş, bunu abartı gibi görenlere de; “ne yapalım, biz ölülerle dirilerimizi birbirinden ayrı düşünmüyoruz” cevabını vermişti. Aslında, bu bir şahsın değil; uzun bir devrin ve köklü bir düşüncenin eseriydi. Eski semtler, ölümle hayatı hâlâ beraber yaşıyor. İşte İstanbul’un Eyüp Sultan, Üsküdar, Karacaahmet ve Topkapı kabristanları ve diğerleri. Ölümle hayat iç içe. Ölmeden önce hayatımızın kıymetini bildiren birer ibret taşları, yoldaki işaretler olmuş kabirler.
Câmiler, minareler, kabristanlar, mezar taşları iki dünyayı ayıranın bir ses değil; bir nefes olduğunu haykırıyorlar. Bırakın ölüleri, yaşayanların bile dirilip döndüğü bir Eyüp kabristanı ile çevresini, bir de şimdiki mezarsız ve ezansız semtleri düşünün. Ölüm gerçeği konusunda ne değişti sanki? Ama, ölümü algılayış ve hatırlayış hususunda insanımız, yarına hazırlığı defterinden silgi izleri sırıtacak şekilde sildi veya defterini karaladı. Ölümü hatırlamayı modern çağın yüz karasıymış gibi düşünenler, kimseyi değil; sadece kendilerini aldatmışlardı. Belki asrımızda çok şey değişmiş olabilir, ama ölüm gerçeği değişmemiştir. Tam aksine, kazalar ve hastalıklar sayesinde âni göçüşler, hızlı yaşamaya ayak uydurarak sayı ve sürat kazanmıştır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. Bu gün için elde olan ne? Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız. [246]
Ölüme Hazır Olmak: Allah'ın dışında tüm canlılar için ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak her mü'min için müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın."[247] Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder." [248]
Ölümü Beklenen Hastaya Karşı Görevlerimiz
Hasta ziyareti sünnettir. Bir hadis-i şerifte, müslümanın müslüman üzerindeki hakları sayılırken, bunlardan birinin, hastalanınca hasta ziyaretine gitmek, diğerinin de ölünce, cenazesine gitmek olduğu belirtilir.[249] Ölümcül hastaya ecel konusunda hoşuna gidecek, sevindirecek sözler söylemelidir. Çünkü Allah'ın hükmünü hiçbir şey geri çeviremez. Sadece gönlü hoş olmuş olur.[250] Hasta tevbe etmeye ve vasiyetlerini yapmaya teşvik edilir. Çünkü Allah Rasûlü şöyle buyurur: "Vasiyet edeceği bir şey olup da, yanında yazılı vasiyeti bulunmaksızın iki gece geçirmek müslümanın işi değildir."[251] Sıkıntı, belâ ve hastalığa mâruz kalan kimsenin sabretmesi, Allah'ın yardımı ile olur. "Sabret! Çünkü senin sabrın ancak Allah'ın yardımı iledir." [252]
Ölüm halindeki kişiyi sağ yanına yatırıp kıbleye döndürmelidir. Çünkü Hz. Peygamber, Beytullah için "Ölü ve dirilerinizin kıblesidir."[253] buyurmuştur. Eğer yer darlığı yüzünden hastayı kıbleye çevirmek mümkün olmazsa, sırt üstü yatırılır ve yüzü ile ayakları kıbleye doğru çevrilir. Bu da yapılamazsa, olduğu hal üzere bırakılır. Ölüm sırasında kişinin ağzına bir kaşık veya pamukla su verilir. Hasta can çekişirken ona yardımcı olmak, yakınları için bir görev ve sevap bir ameldir. Bu yüzden onun yanında kelime-i şehâdet getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir. Çünkü Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize; 'Lâ İlâhe illâllah'ı telkin edin. Çünkü ölüm halinde onu söyleyen bir mü'mini bu kelime, Cehennemden kurtarır." "Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan kimse Cennete girer." [254]
Hastanın yanında şehâdet getirilir ki, o da hatırlayıp şehâdet getirsin. Yoksa, ısrarla; 'sen de söyle' denilmez. Zira o anda zor bir durumdadır. Ona yeni bir zorluk çıkarmamalıdır. Bir defa da söylese yeterli olur. Buna "telkin" denir. Bu telkini, hastanın sevdiği birisi yapmalıdır. Amaç, hastada isteksizlik uyandırmamaktır. Hayatını tevhide ters inanç ve davranışlarla geçirip tevbe etmeyenlerin ölüm döşeklerinde bunu kolayca söyleyebilmesi, pek nasip olacak iş değildir. Çünkü bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşr olursunuz."
Kişi vefat edince ağzı kapatılır, bir bez ile çenesi başından bağlanır. Gözleri yumulur. Eller yanlarına getirilir. Sonra ölünün üstüne bir örtü çekilir. Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır. İnsan ne zaman ve nerede öleceğini bilmez. [255]
Ölüm ve sonrası için düşünülmesi ve o oranda çalışılması gereken asıl mesele, son nefesi imanlı olarak verip verememe sorunudur. Bir insan, bütün varlığıyla, bütün gücüyle ve bütün imkânlarıyla bu meseleyi halledip gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Mü'minin isteği, bu dünyadan ancak müslüman olarak, şirk karışmamış bir imana sahip bulunarak ayrılmak olmalıdır.[256] Bunu gerçekleştirmek için de, devamlı müslümanca bir yaşayışın gerekli olduğu, nasıl ölmek istiyorsak öyle yaşamanın icap ettiği unutulmamalıdır.
Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû kılındığını hatırlamakta fayda var. İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak, yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki aşırılıkların şirk unsuru olduğu bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden de cehennemden korkmak gibi sakınmak gerektiğini unutmamalıyız. Ölüm meleği olması itibarıyla Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek, eli tırpanlı çirkin bir insan şeklinde onu resmetmek, "Azrâil onun canını yanlış yere aldı" , "Azrâil'le savaşıyor", “zamansız öldü” gibi sözlerin insanı küfre götürebilecek büyük yanlışlar olduğunu değerlendirmek zorundayız.
“...Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” [257]
"Ecel geldi cihâne, baş ağrısı bahâne." (Atasözü)
"Sana nasihat edici olarak ölüm yeter." (Hadis-i Şerif)
"Ölenin kıyâmeti kopmuştur." (Hadis-i Şerif)
“Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle de dirilirsiniz.” (Hadis-i Şerif)
"Kabirleri ziyaret edin; çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır." (H. Ş.)
"İnsanların en akıllısı, ölümü en çok hatırlayıp onun için en fazla hazırlıklı olandır." (H. Ş.)
"İnsanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar." (H. Ş.)
"Ölümü çok hatırlayın; zira günahları giderir de sizi dünyada zâhid yapar." (H. Ş.)
“İnsanların, karşılaşmayı en uzak gördüğü şey, ölümdür!” (H. Ş.)
“Günahlarını azalt ki, ölüm sana kolay gelsin!” (H. Ş.)
"Her kul hangi amel üzerine ölürse o amel üzerine dirilir." (H. Ş.)
"Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir." (Hz. Ebûbekir r.a.)
"İnsanların öleceklerini yakiynen bilmelerine rağmen ondan gaflet etmeleri kadar yalana benzeyen başka bir şey yoktur."
“Allah Teâlâ, kuluna, ruhunun bedeninden çıkmasını, Allah için çektiği gam ve kederler oranında kolaylaştırır."
"Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenaze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona, ne ilmin, ne hikmetin, ne de vaaz ve nasihatin bir faydası dokunur."
"Cenazelerde hazır bulunmak suretiyle kalbin hastalıklarını tedâvi etmek bir vecîbedir."
"Ölümü istemek güzel değildir. Ölüme hazırlıklı olmak güzeldir."
"En uzun ömrün en kısa ömürden pek fazla uzun olmadığını anlamak için, ikisini de çevreleyen sonsuzluğu göz önüne getirin!"
“Hey, ne yapıyorsun? Sen, Rabbine gönderilecek bir kitabı yazmakla meşgulsün. Ona doldurduğun cümlelere dikkat et! Her hareketin filme alınıyor; ne biçim sanatçısın sen?!”
"Ayakta ölmek, diz üstü yaşamaktan iyidir."
"Korkaklar, ecelleri gelmeden kim bilir kaç kere ölürler; cesurlar ölümü bir kere tadarlar."
"Ölüm, daima gözünün önünde olsun, o zaman asla âdî endişelere düşmezsin ve hiçbir şeyi fazla hırsla arzu etmezsin."
"Hayattan önce ölüme hazırlanmalıyız."
"Ölüme gülen, iyi bir insandır."
"Ağa olsa, paşa olsa, bey olsa; Yakasız gömleğe sarılır bir gün."
"Ölüm ne hükümdar tanır, ne soytarı; herkesi aynı iştahla yutar."
“Geçiyor birer birer bu daracık köprüden
Bir tabut daha geçti, kimdir acaba giden?”
“Bir gün de senin için ağlanacak ardından;
Sen de ayrılacaksın, doymadığın yurdundan.
Mademki ölüm vardır, ne diye korkuyorsun?
Bu yalancı hayata ölüm teselli olsun!”
“Geldi geçti ömrüm benim; şol yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle geldi; şol göz yumup açmış gibi.
İşbu söze Hak tanıktır; bu can gövdeye konuktur.
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi.
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter, kimi yiter; yere tohum saçmış gibi.
Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.
Bir hastaya vardın ise; bir içim su verdin ise,
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi.” (Yunus Emre)
“Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz...
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz...
Gece değmemiş semâ, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim; çok şükür öleceğiz.”
“Ne kötü bir dünya bu; sevgisiz, acımasız
Yaşarken doludizgin, ölüvermek apansız
Sen, en güzel yerinde olsan bile yaşamın
Alırlar, götürürler bir yerlere zamansız
Bütün o sevdiklerin, dostların, yakınların
Koyup giderler seni oraya yapayalnız
Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta
Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız.
Hakkın yok üşümeye, ağlamaya, gülmeye
Unutma! Ölüsün sen, boş bir kalıpsın cansız
Her şey geride kaldı, ne sandın yalan dünya
Gördüğün gibi işte; bir ölüm var yalansız.”
“Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun.
Ölümü de öldüren Rabbe, secdeler olsun.”
“Ölüm muhakkak
Ve ölüm mutlak
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün.”
"Yerin altında devam etmesidir bence ölüm,
Yerin üstünde görüp geçtiğimiz rü'yânın."
“Bir gün çağrıyı duyar, insan ölür çaresiz;
Ölür kuşlar, ağaçlar, ölür sahil ve deniz.
Er geç kulağımızın dibinde çınlayacak
Ölümün soğuk sesi; “biraz gelir misiniz?”
“Ölümse / Gel dese / Tak tak tak / Muhakkak!”
"Hiç durmadan hayat öğütür devreden bu çark;
Ölmek sırayladır, sıralanmakta varsa fark!"
“Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya.”
"Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi;
Müşkil budur ki ölmeden evvel ölür kişi."
"Ömrüm geçti, hayfâ ki geç uyandım;
Bu dünya bana bâki kala sandım."
"Öleceği gün meçhul olmalı insanların!
O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,
Yoktur günü bilinen ölümlere teselli."
"Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanmadın olacak,
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musallâ taşında.”
“Sorun insanlar sorun, biliyor şu minare
Neymiş ölüme çare, neymiş ölüme çare?”
"Ömür, eser yeldir yahut akarsu; Sakın yele suya dayanmayı ko."
"Ömür, temmuz güneşi karşısında kardır."
"Ömür, kıymeti bilinmeyen aziz bir misafirdir."
"Kimi insan derbeder; Ömrünü hebâ edip gider."
"İnsan, ne idrâksiz mahlûktur! Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir de, kendinin öleceğine inanmak istemez."
"Zengin ve yoksul, ölüme doğru aynı zamanda gider."
"Mezar, sonsuzluğun kapısıdır."
“Ölümün pençesi, gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl siması nûrânîdir, güzeldir.”
"Sonsuz yaşamaya karar veren ölümden korkmaz."
"Şerefli bir ölüm, şerefsiz bir ömürden daha iyidir."
"Ölümün eşiğini herkes yalnız aşar."
"Ölüm olmasaydı, hayat bütün güzelliğini kaybederdi."
"İnsanların bazısı yaşayıp bazısı ölseydi, ölüm dayanılmaz bir acı olurdu."
"Ey hayat! Ölüme (cennete) şükret. Seni onun sayesinde seviyorum."
"Düşünsek biz, ölümden korkmamamız gerekir; zira yerin altında, üstünden çok akrabamız var."
“Müslümanca yaşayamadığını kabul eden her insan için bile, müslümanca ölme imkânı vardır.”
"Açmamak olmaz ölüm kapıyı çalınca."
"Ne ölümden kork, ne de ölümü iste."
"Ölümün bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her yerde bekleyelim."
"Ölümün acılığını sevdiklerimizin ölümünde tadarız."
"Bütün günler ölüme gider; son gün varır."
"Dünyada, bir gerçek vardır; o da ölüm! Ölümden başkası yalan"
"Ölüm, Allah'a giden yolun tek kapısıdır."
"Bir sen değil, olsa hasmı âlem
Merdâne ölür, ölürse âdem."
"Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş gibi telâkki et."
"İyi bir şekilde ölmesini bilmeyen, kötü yaşamış demektir."
"Her doğum müjdesi, bir vefat haberinin öncüsüdür."
"Dünyaya geldiğimiz gün, bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız."
"Daha doğar doğmaz, ölmeye başlarız."
"Ölümün ilk işareti doğumdur."
"Ölüm yoktur! Yıldızlar, başka bir kıyıda doğmak için batarlar."
"İnsan ölümü düşündükçe hayattan daha az tat duyabilir; ama daha sâkin ve huzurlu yaşar."
"Ölümü, ancak ölmeye değer bir şeyi olmayan gözünde büyütür."
"Ölmemek için kaçan, bacaklarını beyhude yormuş olur."
"Öyle habersizce geliyor ki ölüm, Rüyalar tamamlanamıyor."
"General olsan da derler: 'Er kişi niyetine!"
"Ölüm eski bir şeydir, ama her insana yeni görünür."
"Ölüm, bazen bir ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur."
"Ölüler başka, ölüm hep birdir."
"Ölüm! O sonsuz kurtuluş!"
"Arkada bıraktıklarımızın kalplerinde yaşamak, ölmemektir."
"Ölüm, insanın fitnelerden âzâd oluşu, gafletten kurtuluşu, uykudan uyanışıdır."
"Ölüm, tüm mutsuzlukları iyileştiren en acı bir ilâçtır."
"Ölüme karşı herkesten açık göğüs beklenmez."
"Azrâil, bizim kullandığımız takvimi kullanmaz, onun takvimi farklıdır."
"Azrâil'e bahane bulunmaz."
Ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümle dostluk kurabilen, ölüm ötesine hazırlanıp canlı şehid gibi yaşayarak ölümsüzleşenlere selâm olsun!
"Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki, biz 'Rabbinize iman edin!' diye seslenen bir dâvetçiyi (Peygamber'i, Kur'an'ı) işittik; hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al! Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaad ettiklerini de ikram et ve kıyâmet gününde bizi perişan etme; şüphesiz Sen, vaadinden caymazsın!"[258]
"Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür."[259]
Ecel Konusunda Âyet-i Kerimeler
- Ecel Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 52 Yerde): 2/Bakara, 231, 232, 234, 235, 282, 282; 3/Âl-i İmrân, 145; 4/Nisâ, 77; 6/En'âm, 2, 60, 128; 7/A'râf, 34, 34, 135, 185; 10/Yûnus, 11, 49, 49; 11/Hûd, 3, 104; 13/Ra'd, 2, 38; 14/İbrâhim, 10, 44; 15/Hicr, 5; 16/Nahl, 61, 61; 17/İsrâ, 99; 20/Tâhâ, 129; 22/Hacc, 5, 33; 23/Mü'minûn, 43; 28/Kasas, 28, 29; 29/Ankebût, 5, 53; 30/Rûm, 8; 31/Lokman, 29; 35/Fâtır, 13, 45, 45; 39/Zümer, 5, 40/Mü'min, 67; 42; 42/Şûrâ, 14; 46/Ahkaf, 3; 63/Münâfıkun, 10, 11; 65/Talâk, 2, 4; 71/Nûh, 4, 4. Ayrıca, iki âyet-i kerimede "ecel" kelimesi fiil halinde kullanılır (6/En'âm, 128; 77/Mürselât, 12); bir âyette de mef'ûl ismi olarak müeccel şeklinde kullanılır (3/Âl-i İmrân, 145).
- Yaşama Süresi Anlamında Kullanılan Ömür (Umr) Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam: 7 Yerde): 10/Yûnus, 16; 16/Nahl, 70; 21/Enbiyâ, 44; 22/Hacc, 5; 26/Şuarâ, 18; 28/Kasas, 45; 35/Fâtır, 11) Ayrıca 5 Yerde de Bu Anlamdaki Umr Kelimesi, Fiil Halinde Kullanılır: (2/Bakara, 96, 96; 35/Fâtır, 11, 37; 36/Yâsin, 68)
- Ölüm Anlamındaki Mevt Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 165 yerde): 2/Bakara, 19, 28, 28, 56, 73, 94, 117, 132, 133, 154, 161, 164, 173, 180, 243, 243, 258, 259, 259, 260; 3/Âl-i İmrân, 27, 27, 49, 91, 102, 119, 143, 144, 145, 156, 156, 157, 158, 168, 169, 185; 4/Nisâ, 15, 18, 18, 78, 100, 159; 5/Mâide, 3, 106, 106, 110; 6/En’âm, 36, 61, 93, 95, 95, 111, 122, 139, 145, 162; 7/A’râf, 25, 57, 57, 158; 8/Enfâl, 6; 9/Tevbe, 84, 84, 116, 125; 10/Yunus, 31, 31, 56; 11/Hûd, 7; 13/Ra’d, 31; 14/İbrâhim, 17, 17; 16/Nahl, 21, 38, 65, 115; 17/İsrâ, 75; 19/Meryem, 15, 23, 33, 66; 20/Tâhâ, 74; 21/Enbiyâ, 34, 35; 22/Hacc, 6, 58, 66; 23/Mü’minûn, 15, 35, 37, 80, 82, 99; 25/Furkan, 3, 49, 58; 26/Şuarâ, 81; 27/Neml, 80; 29/Ankebût, 57, 63; 30/Rûm, 19, 19, 19, 24, 40, 50, 50, 52; 31/Lokman, 34; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 16, 19; 34/Sebe’, 14, 14; 35/Fâtır, 9, 9, 22, 36; 36/Yâsin, 12, 33; 37/Sâffât, 16, 53, 58, 59; 39/Zümer, 30, 30, 42, 42, 42; 40/Mü’min, 11, 68; 41/Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 9; 43/Zuhruf, 11; 44/Duhân, 8, 35, 56, 56; 45/Câsiye, 5, 21, 24, 26; 46/Ahkaf, 33; 47/Muhammed, 20, 34; 49/Hucurât, 12; 50/Kaf, 3, 11, 19; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa, 47, 60; 57/Hadîd, 2, 17; 62/Cum’a, 6, 8; 63/Münâfıkun, 10; 67/Mülk, 2; 75/Kıyâme, 40; 77/Mürselât, 26; 80/Abese, 21; 87/A’lâ, 13.
- Vefat Ettirmek, Hayatına Son Vermek Anlamındaki Vefat Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 2/Bakara, 234, 240; 3/Âl-i İmrân, 55, 193; 4/Nisâ, 15; 5/Mâide, 117; 6/En’âm, 60; 7/A’râf, 37, 126; 8/Enfâl, 50; 10/Yûnus, 46, 104; 12/Yusuf, 101; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 28, 32, 70; 22/Hacc, 5; 32/Secde, 11; 39/Zümer, 42; 40/Mü’min, 67, 77.
E- Ecel ve Ömür Konusu:
a- Her Ümmetin Bir Eceli Vardır: 7/Arâf, 34; 10/Yûnus, 49; 15/Hıcr, 4-5, 8; 16/Nahl, 61; 23/Mü'minûn, 43.
b- Ömrü Tâyin ve Takdir Eden Allah'tır: 56/Vâkıa, 60.
c- Ecel Geri Kalmaz: 63/Münâfıkun, 11.
d- Uzun Ömür: 2/Bakara, 96; 21/Enbiyâ, 44; 28/Kasas, 23, 45; 35/Fâtır, 11, 37; 36/Yâsin, 68; 40/Mü'min, 67.
e- Kısa Ömür: 35/Fâtır, 11.
f- Ömrün Uzaması ve Kısalması: 35/Fâtır, 11.
g- İhtiyarlık ve Bunaklık: 12/Yûsuf, 94; 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 5; 36/Yâsin, 68; 91/Şems, 10; 95/Tîn, 5.
F- Ölüm:
a- Öldüren Allah'tır: 2/Bakara, 28, 258; 3/Âl-i İmrân, 27, 156; 6/En'âm, 2, 95; 7/A'râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 66; 23/Mü'minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 40/Mü'min, 68; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 50/Kaf, 43; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa60; 57/Hadîd, 2.
b- Her Nefs Ölecektir: 3/Âl-i İmrân, 185; 17/İsrâ, 99; 21/Enbiyâ, 34-35; 23/Mü'minûn 15; 29/Ankebût, 57; 55/Rahmân, 26-27.
c- Son Dönüş Allah'adır: 5/Mâide, 18, 105; 6/En'âm, 61, 62; 7/A'râf, 29; 10/Yûnus, 4; 11/Hûd, 4; 19/Meryem, 40; 24/Nûr, 42; 28/Kasas, 70, 88; 29/Ankebût, 17, 21, 57; 36/Yâsin, 83; 53/Necm, 42.
d- Allah Dilemedikçe Hiç Kimseye Ölüm Yoktur: 3/Âl-i İmrân, 145.
e- Ölümden Kaçılmaz: 2/Bakara, 243; 3/Âl-i İmrân, 145, 154; 4/Nisâ, 78; 50/Kaf, 19.
f- Ölüm Allah İçindir: 6/En'âm, 162.
g- İnsan Nerede Öleceğini Bilmez: 31/Lokman, 34.
h- Ölüm Karşısında Mü'min: 2/Bakara, 155-157.
i- Müslüman Olarak Ölmek: 2/Bakara, 132; 3/Âl-i İmrân, 102, 193; 7/A'râf, 126; 12/Yûsuf, 101; 27/Neml, 19, 89-90.
j- Ölüm ile Uyku İlişkisi: 6/En'âm, 60; 39/Zümer, 42.
k- Ölüm Gelince Melek, Ruhu Bedenden Alır: 6/En'âm, 61.
l- Mü'minlerin Ölümü: 16/Nahl, 28-29, 32-33; 56/Vâkıa, 88-91; 79/Nâziât, 2-3; 89/Fecr, 27-30.
m- Kâfirlerin Ölümü: 16/Nahl, 28-29, 33-34; 56/Vâkıa, 83-87, 92-94; 79/Nâziât, 1, 4.
n- Münâfıkların Ölümü: 37/Muhammed, 27.
o- Ölüm Hali: 75/Kıyâme, 26-30.
G- Kabir:
a- Mü'minlerin Kabir Hayatı: 14/İbrâhim, 27.
b- Kâfirlerin Kabir Hayatı: 14/İbrâhim, 27; 40/Mü'min, 46; 60/Mümtehine, 13.
c- Münâfıkların Kabri: 9/Tevbe, 84.
d- Kabir Azâbı: 20/Tâhâ, 124; 40/Mü'min, 46.
e- Kabir Hayatı Belli Bir Zaman İçindir: 6/En'âm, 98; 80/Abese, 21.
f- Soy-Sopla Öğünmek İçin Kabir Ziyareti: 102/Tekâsür, 1-2.
g- Kabirden Kalkış: 22/Hacc, 7; 36/Yâsin, 51-52; 54/Kamer, 7; 70/Meâric, 43; 71/Nûh, 18; 82/İnfitâr, 4; 100/Âdiyât, 9.
h- Kabirden Kalkışta Mutlu Kişilerden Olmak İçin Duâ: 26/Şuarâ, 87.
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Ecel Üzerine, Osman Karadeniz, Şahsî Y.
- Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y./Merve Yayın Pazarlama
- Kazâ-Kader, Hayır ve Şer, Rızık, Ecel ve Tevekkül, M. Kenan Çığman, Şahsî Y. , s. 231-241
- D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 4, s. 350-351; c. 10, s. 380-382
- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 189; c. 2, s. 33
- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 397-408
- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risâle Y. c. 3, s. 197-198
- Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Çev. S. Ateş, Kevser Y. s. 117-125
- İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 304-308
- İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Halife Keskin, Beyan Y. s. 194-197
- Kur'an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 94
- Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 45-48, 144-146
- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 235-239
- Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, c. 2, s. 70-78
- İman ve İslâm Atlası, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y. s. 331-333
- Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 81-86
- İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 4, s. 806-833
- Kaderin Efendisi Kim? Said Ramazan el-Bûtî, Çev. Ramazan Tuğ, Madve Y.
- Kader Nedir, Mehmet Kırkıncı, Zafer Y./Cihan Y.
- Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
- Kadercilik Suçlaması ve Cihad, Muhammed Picthall, Çev. Tâhâ Dinçer, Akabe Y.
- Kadere İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
- Kaderin Cilvesi, M. Yaşar Kandemir, Erkam Y./Çelik Y.
- Bir Kader Sohbeti, Alaaddin Başar, Zafer Y.
- Ezelî Sır Kader, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
- İnsan ve Kader, Mustafa Sabri Efendi, Kültür Bas. Yay. Birl Y.
- İslâm’da Kazâ ve Kader, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
- Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, M. Fethullah Gülen, Işık Y.
- Badiiüzzaman’ın Görüşleri Işığında Kadere İman, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
- Âhirete Giden Yol, Ali Rıza Altay, Sönmez Neşriyat
- Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
- Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile/Merve Y.
- Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
- Kabir Âlemi, Celâleddin Suyûtî, Kahraman Y.
- Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V.
- Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
- Ölüm Psikolojisi, Faruk Karaca, Beyan Y.
- Ölüm, Mehmed Zâhit Kotku, Sehâ Neşriyat
- Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
- Ölüm Ötesi Hayat, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
- Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
- Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
- Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
- Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
- Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
- Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
- Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
- Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
- Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
- Kabir Âlemi, Âlemü'l-Berzah Tercümesi, Celâleddin Süyûtî, Kahraman Y.
- Batılının Ölüm Karşısında Tavrı, Philippe Arise, Gece Y.
- Ölümsüzlük Düşüncesi, Turan Koç, İz Y.
- Ölümü Yaşamak, Betty J. Eadie, Form Y.
- Ölüm Her An Gündemde, Feridun Yılmaz Yüceler, Akçağ Y.
- Kaçınılmaz Gerçek Ölüm, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
- Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
- Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, M. İzci, Mehdi Y.
- Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
- Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
- Ölüm Cezası, Jean Imbert, İletişim Y.
- Ölüm İstatistikleri, 1990 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
- Ölüm İstatistikleri, İl ve İlçe Merkezlerinde 1993 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
- Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y.
- Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhir Zaman Alâmetleri, İmam Şârânî, Bedir Y.
- Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, İmam şârânî, Pamuk Y.
- Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsıh, Nil A.Ş.
- Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
- Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
- Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
- Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
- Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Fatih Enes Kitabevi
- Sentez (Ölüm Son Değildir), Yusuf Mirdoğan, İshak Basımevi
- Ölüm Şiirleri Antolojisi, Hasan Ali Kasır, Denge Y.
- Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin, Cengiz Yalçın, Ünlem Y.
- Felsefe Tarihinde Ölüm Meselesi, Ernst Von Aster, Resimli Ay Matbaası
- Ölüm Korkusundan Kurtuluş, İbn Sînâ, Burhaneddin Matbaası
- Kitâbu'r-Rûh, İbn Kayyım el-Cevziyye, İz Y.
- Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Sinan Onbulak, Dilek Y.
- Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
- Sevmek, Ölmekle Başlar, 1-2; Murat Başaran, Zafer Y.
- Ölümü Yaşarken, Gülay Atasoy, Türdav Y.
- Ölüm Sonrası Hayat, Burhan Bozgeyik
- Ah Şu Ölüm Dedikleri, Abbas Yunal, Uysal Kitabevi Y.
- Ölümü Özlemeyen Aşkı Anlayamaz, İsmail Acarkan, Vural Y.
- Modern Fizik ve Tasavvuf Karşısında Ruh ve Ölüm, Cemal Bardakçı, Akdem Y.
- Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.Vakfı Y.
- Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
- Kur'an'da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
- Anadolu Folklorunda Ölüm, Sedat Veyis Örnek, Ank. Ün. Basımevi
- Kur'an'da ve Kitab-ı Mukaddes'te Âhiret İnancı, Nun Y.
- Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
- Ölüm ve Ötesi Bilimsel İncelenimi, Haluk Egemen ve Suat Bergil, Taş Matbaası, İst.
- Çağdaş Filozoflarda Ölümün Anlamı, R. Schaerez
- Ölüm, Louis-Vincent Thomas, İletişim Y.
- Ölümün Sıcak Yüzü, Ölümün Soğuk Yüzü, Ölümün Yüzsüzlüğü, M. Ali Kılıçbay, Gece Y.
- Korkular, Takıntılar, Saplantılar, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
- Ölümden Sonra Hayat, A. Raymond Moody, İnkılap ve Aka Kitabevi Y.
- İnsanların Ölüm Karşısındaki Tutumları, Murat Yıldız, Dokuz Ey. Ü. S. Bil. Enst. İzmir
- Aile İçindeki Ölüme Karşı Çocukların Tepkileri, Atalay Yörükoğlu, Nöro Psik. Araşt. 5, 7
- Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş Müslüman Yorumları, İ. Jane Smith, At. Ün.İ.F.Der.S.13
- Ölüm Gerçeği ve Allah İnancı, Dokuz Eylül Ün. İ.F. Dergisi, c.1, sayı 1, sayfa 303-312
- Ölümle İlgili Dinî Sosyal Davranış Örüntülerinin Değişmesi, Ank. Ün. Sosyal B. Enst.
- Mutasavvıflara Göre Ölüm, Mehmet Demirci, İslâmî Araştırmalar Dergisi, sayı, 3, 1987
- Ölüm Üzerine, B. Ziya Egemen, Ank. Ü. İ.F.D. c. 11, 1983
- Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış, Hayati Hökelekli, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı, 2, 1991
- Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi, Hayati Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Dergisi, c.3, sayı 3, 1991
- Ölümle İlgili Tutumların Dinî Davranışla İlişkisi, H. Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Der, c.4, s.4, 1992
[1] 3/Âl-i İmrân, 145
[2] 16/Nahl, 61
[3] 63/Münâfikun, 11
[4] İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî, Kitâbu'l-İrşâd ilâ Kavâti'i 'l-Edilleti fî Usûli'l-İ'tikad, Mısır 1950, 363
[5] 35/Fâtır, 11
[6] 13/Ra'd, 39
[7] el-Cüveynî, a.g.e., 363
[8] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 33
[9] 35/Fâtır, 111
[10] El-Keşşâf, III/303
[11] 3/Âl-i İmrân, 145
[12] 63/Münâfıkun, 11
[13] 35/Fâtır, 11
[14] Cüveynî, s. 363
[15] 13/Ra'd, 39
[16] Cihat Tunç, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. s. 381-382
[17] 67/Mülk, 2
[18] 3/Âl-i İmran, 145
[19] 63/Münâfikun, 11
[20] 10/Yunus, 49
[21] 2/Bakara, 282
[22] 13/Ra'd, 39
[23] 40/Mü'min, 60
[24] Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, Kahraman Y. s. 304-308
[25] 13/Ra’d, 2; 31/Lokman, 29; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 5
[26] 3/Âl-i İmrân, 145
[27] 3/Âl-i İmrân, 145, 156, 185; 4/Nisâ, 78; 33/Ahzâb, 16
[28] 3/Âl-i İmrân, 154
[29] 3/Âl-i İmrân, 156-158
[30] 3/Âl-i İmrân, 168-170
[31] 33/Ahzâb, 16
[32] 7/A'râf, 34; Aynı konuyla ilgili âyetler için bk. 10/Yunus, 49; 15/Hicr, 5; 23/Mü’minûn, 43.
[33] 7/A’râf, 135, 185; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 104; 13/Ra’d, 38; 14/İbrâhim, 10, 44; 16/Nahl, 61; 17/İsrâ, 99; 20/Tâhâ, 128-
129; 29/Ankebût, 5; 35/Fâtır, 45; 42/Şûrâ, 14
[34] 6/En'âm, 128; 77/Mürselât, 12
[35] 3/Âl-i İmrân, 145
[36] 13/Ra’d, 2; 30/Rûm, 8; 31/Lokman, 29
[37] 6/En’âm, 2, 128; 14/İbrâhim, 10; 29/Ankebût, 5, 53
[38] 6/En’âm, 2, 60
[39] 35/Fâtır, 11
[40] 11/Hûd, 3
[41] 16/Nahl, 61; 29/Ankebût, 53
[42] 40/Mü’min, 67
[43] 63/Münâfıkun, 11
[44] 7/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49; 14/İbrâhim, 10; 15/Hicr, 5; 16/Nahl, 61; 23/Mü’minûn, 43; 71/Nûh, 4
[45] 2/Bakara, 28
[46] 2/Bakara, 94-96
[47] 2/Bakara, 154-156
[48] 2/Bakara, 260
[49] 3/Âl-i İmrân, 102
[50] 3/Âl-i İmrân, 145
[51] 3/Âl-i İmrân, 154
[52] 3/Âl-i İmrân, 156-158
[53] 3/Âl-i İmrân, 168-170
[54] 3/Âl-i İmrân, 185
[55] 4/Nisâ, 78
[56] 6/En'âm, 2
[57] 6/En'âm, 60
[58] 6/En'âm, 61
[59] 6/En'âm, 162-163
[60] 7/A'râf, 34
[61] 7/A'râf, 185
[62] 10/Yûnus, 11
[63] 10/Yûnus, 49
[64] 11/Hûd, 3
[65] 11/Hûd, 104
[66] 13/Ra'd, 38
[67] 14/İbrâhim, 44
[68] 15/Hicr, 4
[69] 15/Hicr, 5
[70] 16/Nahl, 61
[71] 16/Nahl, 70
[72] 20/Tâhâ, 74
[73] 20/Tâhâ, 129
[74] 21/Enbiyâ, 34-35
[75] 21/Enbiyâ, 44
[76] 22/Hacc, 5-7
[77] 22/Hac, 66
[78] 23/Mü'minûn, 43
[79] 25/Furkan, 3
[80] 25/Furkan, 58
[81] 27/Neml, 80
[82] 29/Ankebût, 5
[83] 29/Ankebût, 53
[84] 29/Ankebût, 57
[85] 30/Rûm, 8
[86] 30/Rûm, 40
[87] 31/Lokman, 29
[88] 31/Lokman, 34
[89] 32/Secde, 11
[90] 33/Ahzâb, 16
[91] 35/Fâtır, 11
[92] 35/Fâtır, 13; bak. Benzer âyet: 39/Zümer, 5
[93] 35/Fâtır, 36-37
[94] 35/Fâtır, 45
[95] 36/Yâsin, 68
[96] 39/Zümer, 30-31
[97] 39/Zümer, 42
[98] 40/Mü'min, 67
[99] 42/Şûrâ, 14
[100] 44/Duhân, 56
[101] 45/Câsiye, 24
[102] 46/Ahkaf, 3
[103] 50/Kaf, 19
[104] 55/Rahmân, 26
[105] 56/Vâkıa, 60-61
[106] 62/Cum'a, 8
[107] 63/Münâfıkûn, 10-11
[108] 67/Mülk, 2
[109] 71/Nûh, 4
[110] 3/Âl-i İmrân, 145
[111] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, Âl-i İmrân, 145. âyetin tefsiri
[112] Ahmed bin Hanbel, I/239
[113] Ahmed bin Hanbel, V/197; Tirmizî, Tefsir 2
[114] Ahmed bin Hanbel, III/156, VI/159; Buhârî, Deavât 26; İbn Mâce, Mukaddime 10; Tirmizî, Deavât 113
[115] Buhârî, Rikak 3; Tirmizî, Kıyâmet 23, h. no: 2456; İbn Mâce, Zühd 27, h. no: 4231
[116] İbn Mâce, Mukaddime 7
[117] Buhârî, Rikak 4; Tirmizî, Zühd 25, h. no: 2335; İbn Mâce, Zühd 27, h. no: 4232
[118] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/471
[119] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, h. no: 2334
[120] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/471-473
[121] Buhârî, Kader 1-2, Enbiyâ, 1, Bed’u’l-Halk 6, Tevhid 28; Müslim, Kader 1-5; Tirmizî, Kader 4; Ebû Dâvud, Sünne 16;
İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed bin Hanbel, I/382
[122] Müslim, Kader 1
[123] Tirmizî, Emsâl 7, h. no: 2874
[124] Buhârî Rikak 4; Tirmizî, Deavât 113, h. no: 3545, Zühd 23 h. no: 2332; İbn Mâce, Zühd 27, h. no: 4236
[125] Buhârî, Rikak 4; Tirmizî, Deavât 113, h. no: 3545, Zühd 23, h. no: 2332; İbn Mâce, Zühd 27, h. no: 4236
[126] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/474
[127] Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
[128] Kütüb-i Sitte Terc. 17/598
[129] Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387
[130] Kütüb-i Sitte Terc. 17/584
[131] Kütüb-i Sitte Terc. 17/49
[132] Tirmizî, Kader 11, hadis no: 2148
[133] Müslim, Cenâiz, 1, 2; Tirmizî, Cenâiz 7; Ebû Dâvud, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 4
[134] Ebû Dâvud, Cenâiz 24; İbn Mâce, Cenâiz 4; Kütüb-i Sitte Terc. 15/238
[135] Buhârî, Temennî 6
[136] Buhârî, Deavât 30, Merdâ 19; Müslim, Zikir 4, 10; Tirmizî, Cenâiz 3; Ebû Dâvud, Cenâiz 13; İbn Mâce, Zühd 31; Nesâî,
Cenâiz 1
[137] Kütüb-i Sitte Terc. 5/7
[138] Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30, Rikak 7, Temennî 6; Müslim, Zikr 12; Nesâî, Cenâiz 2
[139] Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fezâil 62; Ebû Dâvud, Cenâiz 28
[140] Tirmizî, Cenâiz 25, hadis no: 1005
[141] Ebû Dâvud, Cenâiz 20; hadis no: 3128
[142] Buhârî, Cenâiz 45; Müslim, Cenâiz 12
[143] Buhârî, Cenâiz 36, 39, 40, Menâkıb 8; Müslim, İman 165; Tirmizî, Cenâiz 22; Nesâî, Cenâiz 19
[144] Müslim, Cenâiz 7; Tirmizî, Cenâiz 7; Ebû Dâvud, Cenâiz 19, 21; Nesâî, Cenâiz 3
[145] Nesâî, Cenâiz 9
[146] Ebû Dâvud, Cenâiz 14
[147] Buhârî, Rikak 50
[148] Buhârî, Megâzi 83; Nesâî, Cenâiz 13; İbn Mâce, Cenâiz 65
[149] Kütüb-i Sitte Terc. 17/152
[150] Kütüb-i Sitte Terc. 17/111
[151] Kütüb-i Sitte Terc. 17/112
[152] Buhârî, Cenâiz 90, Bed'ü'l-Halk 8, Rikak 42; Müslim, Cennet 65, Tirmizî, Cenâiz 70; Nesâî, Cenâiz 116
[153] Müslim, Cennet 68; Nesâî, Cenâiz 114
[154] Buhârî
[155] Buhârî, Cenâiz 52; Müslim, Cenâiz 51; Ebû Dâvud, Cenâiz 50; Tirmizî, Cenâiz 30; Nesâî, Cenâiz 44; Muvattâ, Cenâiz 56
[156] Buhârî, Rikak 42, Zühd 5; Tirmizî, Zühd 46
[157] Tirmizî, Zühd 59, hadis no: 2405
[158] Müslim, Vasıyyet 14; Ebû Dâvud vesâyâ 10; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî vesâyâ 8
[159] Buhârî, Rikak 42; Cenâiz 61; Nesâî, Cenâiz 48, 49; Muvattâ, Cenâiz 54
[160] Nesâî, Cenâiz 117; İbn Mâce, Zühd 32; Muvattâ, Cenâiz 49
[161] Kütüb-i Sitte Terc. 15/275
[162] Tirmizî, Cenâiz 50, hadis no: 1041
[163] Buhârî, Cenâiz 97, Rikak 42; Ebû Dâvud, Edeb 50; Nesâî, Cenâiz 51
[164] Ebû Dâvud, Edeb 50; Tirmizî, Cenâiz 34
[165] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
[166] Müslim, Cenâiz 94; Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 58; Nesâî, Cenâiz 96
[167] Müslim, Cenâiz 106; Ebû Dâvud, Cenâiz 81; Tirmizî, Cenâiz 60; Nesâî, Cenâiz 100
[168] Tirmizî, Cenâiz 59, hadis no: 1053
[169] Ebû Dâvud, Cenâiz 83, hadis no: 3237
[170] Kütüb-i Sitte Terc. 15/296
[171] Tirmizî, Cenâiz 61
[172] Tirmizî, Cenâiz 74, hadis no: 1076
[173] 67/Mülk, 2
[174] 3/Âl-i İmrân, 145
[175] 3/Âl-i İmrân, 154
[176] 4/Nisâ, 78
[177] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 5/166
[178] 2/Bakara, 18
[179] İbn Hişam 2/292
[180] 15/Hıcr, 29; 32/Secde, 9
[181] Tirmizî, hadis no: 2578
[182] 39/Zümer, 42
[183] 8/Enfâl, 24
[184] 29/Ankebût, 94
[185] 30/Rûm, 52
[186] 35/Fâtır, 20
[187] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 235-239
[188] 67/Mülk, 2
[189] 67/Mülk 2
[190] 3/Al-i İmran, 145
[191] Alâaddin Başar, Nur'dan Kelimeler, 2/72-73
[192] 32/Secde, 11
[193] 6/En'âm, 61
[194] 8/Enfâl, 50
[195] 16/Nahl, 32; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s.189
[196] 32/Secde, 11
[197] Buhârî, Cenâiz 69, Enbiyâ 31; Müslim, Fezâil 157, 158; Tirmizî, Tefsir 7; İbn Mâce, Cihad 10; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/269, 351; IV/287; V/395
[198] 8/Enfâl, 50; 16/Nahl, 32-33
[199] 32/Secde, 11
[200] 39/Zümer, 42
[201] 6/En’âm, 61; 7/A’râf, 37
[202] İbn Mâce, Cihad 10
[203] 16/Nahl, 32
[204] 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27; 4/Nisâ, 97; 7/A’râf, 37
[205] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 350-351
[206] Selim Gündüzalp, Ölüm Son Değildir, s. 12 vd.
[207] Nesâî, Cenâiz 48
[208] İbn Sina, Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risâlesi, s. 21
[209] Mehmet Paksu, Ölüm ve Sonrası, s. 30-32
[210] 62/Cum’a, 8
[211] 4/Nisâ, 77
[212] “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
[213] “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.”
[214] “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
[215] Kula, “Bedenî Özürlü Gençlerin Din Eğitiminde Dikkat Edilmesi Gereken Psikolojik Hususlar”, s., 193-194.
[216] “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.”
[217] Özcan Köknel, İnsanı Anlamak, Altın Kitaplar, 6. Baskı, İstanbul 1997, s. 406.
[218] Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev; Süleyman Ateş, Ankara, s. 24.
[219] Naci Kula, Gençlerde Izdırap Tecrübesine Bağlı Dini Krizle Başa Çıkmaya Yönelik Öneriler, (Yayınlanacak Çalışma), s. 19.
[220] Hayati Hökelekli, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, U.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Yıl: 1991, S:3, c: 3, s:156.
[221] Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan Yay., İstanbul 2000, s. 15.
[222] Ruhattin Yazoğlu, “Ölüm Korkusuyla İlgili Bazı Felsefi Tavırlar”, Akademik Araştırmalar, Bahar 1997, Yıl:1, Sayı:4, s. 120.
[223] Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Sönmez Matbaası, Samsun 1993, s. 167
[224] Kula, a.g.ç., s. 19-20.
[225] Karaca, a.g.e., s. 267-268; Muammer Cengil, “Depresyonu Önlemede Dini İnancın Koruyucu Rolü” Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, III, (2003), Sayı:2, s., 141
[226] Kur’an, 57/22
[227] Kula, “Bedenî Özürlü Gençlerin Din Eğitiminde Dikkat Edilmesi Gereken Psikolojik Hususlar”, s., 195.
[228] Muammer Cengil, a.g.m., s., 141.
[229] “… Olur ki, bir şey sizin için hayır iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 228)
[230] Kula, “Bedenî Özürlü Gençlerin Din Eğitiminde Dikkat Edilmesi Gereken Psikolojik Hususlar”, s., 197; Dr. Muammer Cengil
[231] 8/Enfâl, 24
[232] 67/Mülk, 2
[233] 2/Bakara, 18
[234] 39/Zümer, 42
[235] 59/Haşr, 18
[236] Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
[237] Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387
[238] Kütüb-i Sitte Terc. 17/598
[239] Bk. 50/Kaf, 9-11; 30/Rûm, 19
[240] Bk. 2/Bakara, 28; 36/Yâsin, 77-79
[241] Bk. 44/Duhân, 25-28; 9/Tevbe, 38
[242] 87/A'lâ, 16-17
[243] Ahmed Kalkan, Vuslat Dergisi, Sayı 14, Ağustos 2002
[244] 67/Mülk, 2
[245] Hasan Ali Kasır, Ölüm Şiirleri, s. 21 vd.
[246] Selim Gündüzalp, a.g.e. s. 23 vd.
[247] Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
[248] Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387
[249] Buhârî, Libâs 36, 45, Cenâiz 2, Nikâh 71; Eşribe 28
[250] Tirmizî, Tıbb 35
[251] Buhârî vesâyâ 1; Müslim, Vasiyye 1, 4
[252] 16/Nahl, 127
[253] Ebû Dâvud vesâyâ, 10
[254] Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 16
[255] 31/Lokman, 34; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 5/167
[256] 3/Âl-i İmrân, 102
[257] 12/Yûsuf, 101
[258] 3/Âl-i İmrân, 193-194
[259] 7/A'râf, 126