HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- Hesap; Anlam ve Mâhiyeti
- Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi
- Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
- Sorumluluk
- Mes’ûliyet
- Teklif
- Teklif-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar
- Güç-Tâkat
- Hata ve Hataların Örtülmesi
- Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
- Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
- İnsan Bu Mes’ûl...
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (fark etmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.
Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) “mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.
Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” [1]
Hesap; Anlam ve Mâhiyeti
Hesap: Mükellef insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekilmeleri anlamında bir terimdir. Sözlükte “saymak, hesap etmek”, ayrıca hesaba çekmek mânâsında masdar olan hesap (hisâb) kelimesi, “sayma, sayım” anlamında isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak, insanların hesaba çekilecekleri âhiret safhalarından birini ifâde eder.
Kur’ân-ı Kerim’de hemen her zaman terim anlamında kullanılmıştır. Kur’an terminolojisinde hesap, genellikle kötü davranışların dünya[2] ve özellikle âhiretteki yansımaları ve sahiplerinin cezalandırılması mânâsına gelmektedir. Bununla birlikte, iyi davranışların âhirette mükâfatlandırılması anlamı da vardır. Kıyâmet gününde insanların Allah tarafından hesaba çekileceğini haber veren âyetler genellikle hesap konusunun mânevî-ahlâkî olacağını ifâde eder. Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fâtiha başta olmak üzere, on üç âyette tekrarlanan “yevmü’d-dîn” (ceza günü) tamlaması da hesap kavramını pekiştirmektedir. “Hükmetmek, bilgisi ve mahâretiyle son hükmü vermek” anlamındaki hüküm (hukm) kavramı da çeşitli fiil ve isim sıgalarıyla kırk iki âyette Allah’a izâfe edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de âhiretin vukuunu tasvir eden âyetler, ilgili hadislerin de yardımıyla bir sıralamaya tâbi tutulduğu takdirde bir sual-kitap-mîzan-hesap tertibinin ortaya çıkabileceğini söylemek mümkündür. Buna göre önce peygamberler İlâhî tebliği ulaştırıp ulaştırmamaktan, bütün mükellefler de onu benimseyip benimsememekten sorguya çekilecek, ardından herkese kitabı (amel defteri) verilecek, kitapta kayıtlı iyilik ve kötülükler değerlendirilecek (mîzân), böylece mükellefin hesabı görülmüş olacaktır.[3] Bununla beraber, kıyâmetteki bu hesaplaşma işlemi uzun sürmeyecektir. Çünkü “Allah hesabı çok süratli olandır.” [4]
“Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (fark etmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.”[5] meâlindeki âyet ashâb döneminden itibaren âlimleri düşündürmüştür. Müfessir Taberî’nin konuyla ilgili olarak naklettiği dört görüşün ilkine göre bu İlâhî beyan, şâhitlikle ilgilidir. Zira bir önceki âyette anlatıldığı gibi bir konuda bilgisi ve görgüsü bulunan kişinin bunu gizlemesi kalbinin günahkâr olmasına sebep teşkil eder. Birçok taraftarı bulunan ikinci telakkiye göre, âyetin hükmü, şâhitliğe münhasır olmayıp umûmîdir; fakat aynı sûrenin son âyetinde yer alan, “Allah her kişiyi, ancak gücü yettiğiyle mükellef kılar o kadar sorumluluk yükler.”[6] beyanıyla hükmü kaldırılmıştır. Üçüncü telakkiye göre, samimi mü’minlerin zihninde ve gönlünde sürekli olarak bulunan fakat eylem haline gelmeyen, ayrıca küfür ve nifak dışında kalan duygu ve düşünceler de kıyâmet gününde hesaba tâbi tutulacaktır. Ancak bu hesaba çekme işi, çeşitli hadis rivâyetlerinde belirtildiği üzere bizzat Allah tarafından gizli olarak yürütülecek ve kul tarafından itiraf edildikten sonra affa mazhar olacaktır. Küfür, nifak ve dinin temel hükümleri hakkında beslenen sürekli şüphe af kapsamına girmediği gibi, böyle bir İlâhî lütuftan kâfirlerin faydalanması da sözkonusu değildir. Bu âyet hakkında öne sürülen dördüncü anlayışa göre ise İlâhî beyanda yer alan hesaba çekilme hükmü mensuh olmayıp geçerlidir. Ancak özellikle Hz. Âişe’den gelen ve Rasûlullah’a nispet edilen rivâyete göre, hesaba çekme işi dünya gerçekleşmektedir. Şöyle ki, bu tür duygu ve düşüncelere sahip bulunan mü’minlerin dünyada hissedecekleri vicdan azâbı, pişmanlık, karşılaşacakları maddî ve mânevî sıkıntılar onların muhâsebesini sağlayacak ve fiil haline gelmeyen günah işleme duygusunun doğurduğu günaha keffâret olacaktır. Taberî bu dört görüşü sıraladıktan sonra âyette nesih olmadığını, Allah’ın mü’minleri niyetlerinde sakladıkları günahlardan dolayı da hesaba çekeceğini söyler. Ancak bu niyetler fiil haline dönüşmediğinden cezaya konu teşkil etmeyecek ve yukarıda üçüncü şıkta anlatıldığı üzere affa mazhar olacaktır. [7]
Âhiret hallerinden biri olara nasslarda açıkça yer alan hesabın, fiil haline gelip amel niteliği taşımayan duygu ve düşünceleri de kapsadığı Bakara Sûresindeki âyetle [8] sâbittir. Bu hükmün neshedilmiş olduğu iddiası isâbetli görünmemektedir. Zira bu husus neshin sözkonusu olamayacağı akaid esaslarındandır. Aynı âyetin devamında, Allah’ın böylelerinden dilediğini affedip dilediğini cezalandıracağını beyan eden kısım da nesih ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. İnsanın zihninde bulunan şey, eğer hukuku ilgilendiren bir bilgi ise bunun gizlenmesi günahtır ve cezayı gerektiricidir. Bu nitelikte olmayan duygu ve düşünceler, yukarıda üçüncü ve dördüncü şıklarda anlatılan şekillerden biri statüsünde affa mazhar olabilecektir. Nitekim Fahreddin er-Râzî ile Kurtubî’nin de kanaatleri bu çerçevededir.
Bazı Şiî ve Mu’tezilî kelâmcıları dışında hemen hemen bütün İslâm âlimleri, âhiret hallerinden biri olan hesabın gerçekleşeceğine iman etmenin her müslümana farz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Zira hesap kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olduğu gibi, aklen de mümkün, hatta gereklidir. Bununla birlikte hesabın keyfiyeti, süresi ve kimleri kapsadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İlk dönem âlimleri, bazı hadis rivâyetlerinin zâhirine bakarak[9] hesabın hayvanları da kapsayacağını söylerken müteahhir dönem âlimleri hesabın mükellef tutulan yaratıklarla sınırlı olduğu görüşündedir. Dirilişten sonra mahşerde bekleme, amel defterinin verilmesi, sorguya çekilme, her kula âit organların, amellerin işlendiği mekânların ve meleklerin şâhitlikte bulunması ile amellerin tartılıp sonucunun belirlenmesi safhalarından oluştuğu kabul edilen geniş anlamıyla hesap; Kurtubî, Âlûsi, Reşid Rza gibi âlimlere göre bütün mükellefler için aynı anda gerçekleşecek ve bizzat Allah tarafından yürütülecektir. Zira Allah’ın bir kulunu hesaba çekmesi aynı zamanda başkalarının hesabını görmesine engel teşkil etmez. Bu görüşü savunanlara göre hesap, göz açıp kapayıncaya kadar veya yarım günden az bir sürede tamamlanır. Bir grup âlime göre Allah kâfirleri değil; sadece mü’minleri hesaba çekecektir. Başka bir gruba göre ise her mükellefi Allah adına bir melek hesaba çeker. Çünkü hesabı bizzat Allah yürütecek olsaydı kâfirlerle de konuşması gerekirdi. Hâlbuki bu husus Kur’an’da yer alan bilgilere aykırıdır. [10]
İbn Teymiye, hesabı iki kısma ayırır. Birincisi, kullara âit bütün amellerin tesbit edildiği sayfaların sahiplerine verilmesi şeklinde olup mü’min-kâfir herkes için sözkonusudur. İkincisi, ağır gelen tarafı belirlemek üzere iyilik ve kötülüklerin tartılması anlamında kullanılan hesaptır. Kâfirlerin kötülükleri iyiliklerini boşa çıkardığından cennetlik veya cehennemlik olduklarını tespit etmek amacıyla onlar hakkında bu tür bir hesap sözkonusu değildir. Bununla birlikte kötülüklerinin sınırını tâyin edip buna göre cezalandırılmaları için ikinci tür bir hesaba çekilebileceklerini söylemek mümkündür. [11]
Müslüman filozoflar, insanların organlarıyla gerçekleştirdikleri fiillerin iyi veya kötü oluşuna göre ruhları üzerinde etkiler yaptığını, bunların da âhirette herkesçe fark edilebileceğini öne sürerek hesap esnâsında organların dile gelmesinin bundan başka bir anlam taşımadığını ileri sürmüşlerdir. [12]
Âlûsî’nin de belirttiği gibi, dünyadan farklı bir âlemde gerçekleşecek olan hesabın mâhiyetini akıl yürütmek sûretiyle belirlemek mümkün değildir. Bu hususta en isâbetli yol, nassların bildirdiğini kabul etmekten ibârettir. Âdil olan Allah’ın kullarına asla zulmetmeyeceği gerekçesiyle hesabın gereksizliğini öne sürenlerin aklî dayanakları bulunmadığı gibi, bu iddiayı hesabın vuku bulacağını açıkça bildiren nasslarla bağdaştırmak da mümkün değildir. Hesapta, bütün kulları sorguya çekip yaptıklarını onlara ikrar ettirmek, peygamberleri, melekleri ve diğer bazı varlıkları şâhit tutarak ileri sürülebilecek mâzeretleri ortadan kaldırmak, Allah’ın iyi kullarına karşı lütufkârlığını gösterip affediciliğini fiilen ispat etmek, cezalandırdığı kullarına karşı ise âdil davrandığını ortaya koymak, bu vesile ile itaat eden kullarını aziz kılıp isyankârları zelil kılmak, böylece yaratıkları bekleyen âkıbete dikkat çekerek dünyada yararlı işler yapmaya teşvik edip kötülükten sakındırmak gibi hikmetlerin bulunduğu unutulmamalıdır. Hesabın alenî bir şekilde yapılmasında, tartışmacı bir karaktere sahip bulunan[13] insana dünyada işlediği amelleri açıkça gösterip onun itirazda bulunmasına imkân vermemek, ayrıca göreceği ceza veya mükâfatta herhangi bir haksızlığa uğratılmayacağını, dünyadakinin aksine âhiretteki muhâsebede hiçbir ihmalin sözkonusu olmayacağını, hiç bir tesir altında kalınmayacağını ortaya koymak gibi başka hikmetler de düşünülebilir. [14]
Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adı "Din günü - Ceza günü-" ile hemen hemen aynı anlama gelir.
"Hesap günü"ne iman etmek, İslâmiyet’in inanç esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği Kitap (Kur'ân)la sâbittir. "Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir"[15] buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: "Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten Biz onlardan uzak değiliz." [16]
Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin, "Hesap günü", ifâdesi alınacaktır. Kendilerine peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri; peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: "Biz bir rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz"[17] âyet-i celîlesi hükmünce, kendilerine "rasûl" gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba çekileceklerdir:
"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler." [18]; "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir."[19]; "Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor." [20]
Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezadan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezayı hak etmişse bundan kurtuluş da yoktur. "Hesap günü", kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra, tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin bırakılmadığı ince hesap ânına geçilir. Artık o gün: "Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir." [21]
O dehşetli "hesap günü"nde Allah'ın mü'min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü'minler için şöyle buyurur: "Şüphesiz iman edenlerle, yahûdilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de."[22] Onlara: "İşte bu, hesap günü için size söz verilenler." [23] denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir: "Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek."[24]; "Kitabı sağ tarafından verilen; ‘Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum’ der." [25] Böylece hak ettiği cennete girer.
Rasûlüllah (s.a.s.) mü'minlerin "hesap günü"nündeki durumunu şöyle dile getirir: "Mü'min kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da: ‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur." [26]
Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah'a ve âhiret gününe iman ederek O'nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve sâlih amel işleyen mü'minler, kolay bir hesaptan sonra Allah'ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette cezayı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor olacaktır.
Hz. Peygamber bir gün ashâbına şöyle sorar: “Müflis kimdir, bilir misiniz?” Ashâb: 'Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı olmayandır' dediler. Bunun üzerine Rasûl (s.a.s.); "Benim ümmetimden gerçek müflis; kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır" [27] buyurur.
Günahkâr mü'minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, "Hesap günü"nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde: "Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver." [28] Müşrikler böyle söylemekle; "hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden ver" diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenâb-ı Hak da: "Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesaba çekilmesi de Bize âittir." [29] buyurarak, hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır." [30]
O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. "Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler" [31]; "Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, der" [32] Cenâb-ı Hak onlara: "Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?" [33] diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür: "Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz." [34] Onların bu sözlerine karşılık: "Allah da buyurur: Kesin sesinizi. Artık Benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, 'Rabbimiz, inandık; artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın' diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size Beni anmayı unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara" [35] denilerek cehenneme gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü'minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar: "Kitapları sağdan verilenler suçlulara: Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; 'Namaz kılanlardan değildik, düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti' derler." [36]
Akaid kitapları, "hesap günü" ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:
a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah "O gün tartı (vezn) haktır." [37] buyurmuştur. Mu'tezile ise amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde tespit edildiği şeydir. Mü'minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.[38]
Mu'tezile, bu konudaki nassları da te'vil ederek amel defterini gereksiz görür.
c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır: [39]
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
Hasîb; Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. “Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risâletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.” [40]
Allah insanı yaratır ve henüz o dölyatağındayken ona sûret verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir. Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiç kimse bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah'ın kendisi için nasıl inanılmaz mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır, her yaptığına şahittir.
Allah'ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam anlamıyla hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken, gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.
Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur. Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah'ın kendisine şâhit olduğunu asla unutmamasıdır.
“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.”[41]; “Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” [42]
Sorumluluk
Sorumluluk: Kişinin kendi istek ve irâdesi ile yaptığı ve yüklendiği işlerin hesabını vermesi bundan dolayı hesaba çekileceği bilincine denir. İslâm, her insanın bir irâdesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu irâdesini kullanmak sûretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbimiz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." [43]
Şâyet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mubahlar olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla, kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâm’da insan, kendi hür irâdesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur: "Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür."[44]; "O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır." [45]
Dînimiz, insanlara iyi yolu da kötü yolu da göstermiştir.[46] İnsan kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü yaptığı her fiili kendi niyeti ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca fark, insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, verdiği akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış, onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu olması ise kaçınılmazdır.
Dünya ve âhiret sorumluluğu: İslâm hem dünya ve hem de âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici zevklerine kanmaz. Âhiret için hazırlığını, dünyada iken yapar. Çünkü o, âhiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını bulacağına inanır. İyi ve kötü yapacağı her işten sorumlu olacağını aklından çıkarmaz.
İslâm’ın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar. Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız. Peygamberlere de soracağız."[47] Peygamber Efendimiz ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini dinleyen ashâbına üçer defa: "Tebliğ ettim mi?" diye sorarak, her defasında “Evet!” cevabını aldıkça: "Şâhid ol yâ Râb!" demiştir. Peygamber Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan kurtulma arzusunu izhar etmiştir.
Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir.[48] Onun için sorumluluk, bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya hayatıyla, âhiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.): "İnsan öldüğü zaman amelinin arkası kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk..."[49] hadisi önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin sorumluluğu, âhiret âleminde de devam edecektir. O halde dünya sorumluluğu ile âhiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırdetmek mümkün değildir.
İnsanın dünya ve âhiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur: İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere, âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar: “Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhâfızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz.” [50]
Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince; İslâm dini, öncelikle şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Hâlbuki hıristiyanlık inancına göre, "bütün insanlar Hz. Âdem'in işlediği ilk suçun cezasını çekecektir. Hz. İsa kendi kanını fedâ etmek sûretiyle bu lânet ve azaptan insanları kurtarmıştır." İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını reddederek ortadan kaldırmış, onun yerine şahsî sorumluluk prensibini koymuştur.
"Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)" [51]; "De ki; Allah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz."[52]; "Ey iman edenler! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." [53] hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.
Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun- başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı, hem o işi yapana, hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır. Bir âyette Yüce Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor: “Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise) kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!” [54]
Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor: “Her kim İslâm içinde güzel bir çığır açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır.”[55] İslâmî anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki insan için söz konusudur.
Demek ki, İslâm’a göre insanların yaptıkları işler, ya sadece kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve mâhiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise, bazen uzun süre devam etmektedir.
İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mü'min, bütün organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı, onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Mü'min, günahı tepesine çökecek bir dağ gibi hisseder; münâfığa gelince, o da günahını, burnunun üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder." [56]
Mes’ûliyet
Kişinin davranışlarından hesap verme yükümlülüğü altında bulunması durumuna Türkçe'de sorumluluk denir. Hesap yükümlülüğü kişinin davranışları nedeniyle ödül ya da ceza biçiminde bir karşılık görmesi sonucunu doğurur. Bu karşılık, maddî ya da mânevî olabileceği gibi, bu dünyada ya da âhiret hayatında da olabilir.
İslâm'a göre insan sorumlu bir varlıktır. Çünkü kendine iyi ile kötü, doğru ile yanlış açık biçimde gösterilmiş, ikisinden birisini seçme hakkı tanınmış, seçimini yapabilmesi, gereğini yerine getirebilmesi için gereken akıl, irâde ve yapabilme gücü gibi niteliklerle donatılmıştır. Kişi özgür irâdesi ile dilediği seçimi yapabilir, istediği işi işleyebilir. Fakat bu özgürlüğü onu seçiminden, yaptıklarından sorumlu kılar, seçim ve davranışlarının sonuçlarına katlanma zorunda bırakır. Seçim ve davranışlarının niteliği, iyi ya da kötü oluşu, bunların sonuçlarının da niteliğini, başka bir deyişle göreceği karşılığın ödül ya da ceza oluşunu belirler.
İslâm'da kişinin sorumluluk alanı Allah'ın emir ve yasaklarınca belirlenir. Sorumlulukların sonuçlarına, karşılıklarına ilişkin düzenlemeler de yine Allah tarafından yapılır. Sorumluluk alanı içinde kalan davranışların bir bölümü için dünyada çeşitli karşılıklar, yaptırımlar öngörülür. Bu tür sorumluluklar ve yaptırımlar İslâm hukukunun başlıca konularından birisini oluşturur. Bununla birlikte sorumluluklar konusunda İslâm'ın öngördüğü asıl karşılıklar âhiret hayatına ilişkindir. İnsanın bu dünyadaki tüm davranışları âhirette hesap konusu olacaktır. Yazılı bir kitap biçiminde insanın eline verilecek olan hesap işlemi, son derece ayrıntılı ve âdilâne biçimde yapılacak, kim bir zerre kadar kötülük işlemişse cezasını, kim de bir zerre kadar iyilik yapmışsa ödülünü görecektir. Çeşitli nimetlerle dolu sonsuz cennet hayatı ödülü; çeşitli süre ve derecelerdeki azapla cehennem hayatı ise cezâyı oluşturacaktır.
İnsanın sorumluluğu Allah'ın emir ve yasaklarına göre belirlendiğinden, bu emir ve yasakların bilinmediği toplumlarda sorumluluk yoktur. Başka bir ifâdeyle sorumluluk için Allah'ın bir peygamber aracılığı ile emir ve yasaklarını bildirmesi gerekir. Peygamber gönderilmiş, Allah’ın emir ve yasakları tebliği edilmemiş toplumlar sorumlu değildirler ve yaptıkları kötülükler nedeniyle cezalandırılmazlar. Bu nedenle sorumluluk tebliğle başlar; ödül ve ceza Allah'ın koyduğu hükümler doğrultusunda verilir. Ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gelişinden sonra durum değişmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki peygamberler gibi yalnız belli bir zaman ve toplum için değil, tüm toplumlar ve Kıyâmet'e kadar sürecek tüm zamanlar için gönderilmiştir.
İslâm'a göre sorumluluk kişinin teklife muhâtap oluşuyla başlar. Mükellef ya da yükümlü sayılmayan kişilerin sorumluluğu da yoktur. Buna göre sorumluluğun temel şartları ergenlik, akıl ve özgür irâdedir. Çocuklar yükümlü sayılmadıklarından sorumlu değildirler. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan kişiler yükümlü, dolayısıyla sorumlu tutulamazlar. Ergenlik ve akıl şartına sahip oldukları halde irâde özgürlüğü bulunmayan herhangi bir zor altında davranan kişiler de sorumluluktan uzaktırlar. Burada zor, doğal bir zarûret olabileceği gibi, diğer bir insan ya da gücün zorlaması da (ikrah) olabilir. Fakat her iki durumda da sonuç değişmez.
Genel kural olarak İslâm'da sorumluluk kişiseldir. Her insan yalnız kendi davranışından sorumlu tutulabilir. Hiç kimse, yakını da olsa, bir başkasının davranışlarından sorumlu değildir. Herkesin kazandığı hayır kendi yararına, yaptığı kötülük de kendi zararınadır. Bununla birlikte, özellikle kimi kişiler için medenî hukuk alanına giren bazı konularda dolaylı bir sorumluluk söz konusudur.
İnsanın dünyevî sorumluluğu İslâm hukukunca incelenir. İslâm hukukuna göre dünyevî sorumluluk, kişinin Allah, toplum ve kendi vicdanı önünde duyacağı pişmanlık, üzüntü ve acıdır. Toplum düzeninin sağlanması açısından mânevî sorumluluk en az hukukî sorumluluk kadar önemlidir. Hukukî sorumluluk ise kişinin kusurlu ve haksız fiili ile başkasına verdiği zararı toplum gücüyle ödemek zorunda bırakılmasıdır.
Hukukî sorumluluk da biri ceza hukuku alanına giren cezâî sorumluluk, diğeri özel hukuk alanına giren medenî sorumluluk olmak üzere ikiye ayrılır. Cezâî sorumluluk İslâm kanunlarının suç saydığı ve yasakladığı fiiller için sözkonusudur. Ancak, belli bir cezayı gerektiren bu fiillerin öldürme, yaralama, hırsızlık gibi bir bölümü aynı zamanda medenî sorumluluk içine girer. Medenî sorumluluk, hukukî bir sözleşmeden (akit) dolayı olabilecek zarardan doğabileceği gibi, böyle bir sözleşme olmadan verilen zararlardan da doğabilir. Birinci durumdan doğan sorumluluğa akdî sorumluluk; ikinci durumdan doğan sorumluluğa da cürmî, gayrî ya da haksız fiilden doğan sorumluluk denir.
Hukukî sorumluluk, kişinin kendi fiilinden doğrudan doğabileceği gibi, sorumlu olduğu kişi ya da varlıkların fiillerinden de doğabilir. Buna göre kişinin kendi fiilinden doğan sorumluluğa doğrudan sorumluluk; sorumlu olduğu kişi ve varlıkların fiillerinin neden olduğu sorumluluğa da dolaylı sorumluluk adı verilir. Dolaylı sorumluluk, babanın çocuğunun, işverenin işçinin, sahibinin hayvanın fiillerinin yol açtığı zararları ödeme yükümlülüğüdür. [57]
Teklif
Teklif: Zor olanı istemek demektir. Fıkıh Usûlü ıstılahında, Şâri'in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesine denir. Eğer bir şeyin yapılmasını isteyiş kesin olursa, teklifî hüküm "vâcip", kesin olmazsa "mendup" olur. Bir şeyin yapılmamasını isteyiş kesin olursa, teklifî hükmün muhtevâsı "haram"; kesin olmazsa "mekruh" olur. Bir de tahyîr'in hükmü vardır ki, bu da "mubahtır". Buna göre teklifî hükümler: 1- Vâcip, 2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mubah olmak üzere beş kısma ayrılır.
Bu taksim fakîhlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise, teklifî hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vâcip, 3- Mendup, 4- Haram, 5- Tahrîmen mekruh, 6- Tenzîhen mekruh, 7- Mubah. [58]
Teklifin esasını akıl ve idrâk teşkil eder; yani akıl ve idrâk, teklifin temel şartıdır. Bu konuda el-Âmidî şöyle diyor: "Akıl erbâbı, mükellefin akıl ve kavrayış sahibi olması gerektiğinde ittifak etmiştir; çünkü teklif, bir hitaptır. Hayvan ve cansız madde gibi akıl ve idrâki olmayana hitapta bulunmak muhaldir. Deli ile, temyiz kudretine sahip olmayan çocuk gibi hitabın aslını anlama potansiyeline sahip olan; fakat onun emir, nehiy, sevap ve ceza ile ilgili bulunduğunu, onu emredenin Allah olduğunu ve O'na itaat gerektiğini tafsilâtıyla bilmeyen kimse de, hitabın aslını tafsilâtlı olarak anlamama bakımından hayvan ve cansız madde mesâbesinde olduğu için, teklife muhâtap olamaz. Çünkü teklif ile kasd edilen şey, hitâbın aslını anlamaya dayandığı gibi, onun tafsilâtını da idrâk etmeye dayanmaktadır. Temyiz kudretine sahip olan çocuğa gelince; bu, her ne kadar temyiz kudretine sahip olmayan çocuğun anlamadığı şeyleri idrâk ederse de, tam akıllı kimse gibi Allah'ın varlığını, kullara hitapta bulunacağını, Allah'tan gelen buyrukları tebliğ eden gerçek Peygamberin bulunduğunu gereği kadar kavrayamaz. Oysa teklif ile kast edilen şey, bunlara bağlıdır. Gerçi arada çok kısa bir zaman kalacak şekilde ergenlik çağına yaklaşınca, onu bu andaki idrâki, biraz sonra teklifi gerektiren şeyi idrâkinden farklı olmayabilir; ancak akıl ve idrâk birer gizli vasıf olup yavaş yavaş ortaya çıktığından ve bunları gösteren belli bir ölçü bulunmadığından Şâri', bunlar için buluğ çağına girmeyi bir sınır olarak koymuş ve bu çağa ermeyenlerden teklifi kaldırmıştır. Bunun delili de, Hz. Peygamber’in (s.a.s.), "Üç kimseden kalem kaldırıldı (yani onlar tekliften muaf tutuldu); buluğa erene kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uykudakinden ve ayılıncaya kadar mecnundan" hadisidir. [59]
Bu ifadeden şu üç husus anlaşılmaktadır:
1- Teklifin direği akıldır; çünkü teklif Allah'ın hitabıdır. Buna da ancak aklıyla idrâk eden kimse muhâtap olabilir.
2- Akıl yavaş yavaş gelişmekte, çocukluktan itibaren olgunlaşma seyrine devam etmektedir. O, teklif haddine ancak gelişmesini tamamladıktan sonra ulaşmaktadır.
3- Aklın yavaş yavaş gelişmesi gözle görülmeyen bir husustur; çünkü o, bir zaman süreci içerisinde adım adım kemâl noktasına ulaşmaktadır. Elbette bu noktayı gösteren maddî bir ölçünün bulunması gerekir. O da buluğ çağıdır. İşte bu çağ, aklın noksanlık ve kemâli arasındaki sınırı teşkil etmektedir. Kişi bu çağa ulaşınca ona teklif terettüp etmektedir.
Hatıra gelebilir ki mecnun (deli) ve mümeyyiz olmayan çocuğun temyiz kudreti bulunmadığı halde, malî tekliflere muhâtap olduğunu görüyoruz. Bunlar, başkasına ait bir şeyi telef ederlerse tazmin etmeleri, bir cinâyet işlerlerse diyet vermeleri gerekmektedir. Fakîhlerin cumhuruna göre bunların, mallarından zekât vermeleri gerekir. Meyve ve tahıl gibi toprak ürünleri için öşür vermeleri icap ettiğini de fakîhler icmâ ile kabul etmişlerdir. İşte bunlar birer tekliftir. Bu durumda onların tekliften muaf tutuldukları nasıl düşünülebilir?
Buna, usûl bilginleri şöyle cevap verirler: Her ne kadar deli ve mümeyyiz olmayan çocuk, temyiz kudretleri bulunmadığı için teklifî hükümlere muhâtap değil iseler de, onlar da insandırlar ve bu insanlık kendileri için bir kısım haklar sağlamış ve bu hakları taşıyacak bir zimmet tanımıştır. Meselâ, onların mülkiyet hakları vardır; bu teklifler de, kendilerinin mal ve mülkiyetleriyle ilgili vecîbelerdir.
Bundan anlaşılıyor ki, deli ile mümeyyiz olmayan çocuk, insan olmaları hasebiyle bir kısım haklara ve bu yüzden bir kısım da vecîbelere sahiptirler. Bu konunun daha iyi anlaşılması için sırf insanlık icabı olarak sâbit bulunan ehliyet ile aklın eseri olarak sâbit bulunan ehliyet konusu da incelenmelidir. [60]
Teklif konusu her ne kadar doğrudan doğruya Fıkıh Usûlünü ilgilendiren bir mesele ise de Kelâm ilminin de incelediği konular arasına girmiş ve insanın fiillerinin bir parçası sayılmıştır. Kelâmî mezheplerin değişik teklif anlayışları vardır. Biz burada kelâmcıların teklifi nasıl tarif ettiklerine temas ederek mezhepler arasında sadece Mâturîdîliğin görüşü ile yetineceğiz:
Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre, teklif, muhâtaba külfet yüklemektir. [61] El-Bağdadî'ye göre teklif, külfetten (güçlük, zorluk, zahmet) alınmıştır. Bu da yorgunluk ve meşakkattir. Şeriatta emre ve neyhe ıtlak olunmuştur. O halde teklif hitabın emir ve nehiy olarak muhâtaba yönelmesidir. [62]
Mâturîdî'nin teklif anlayışına gelince, şöyle özetlemek mümkündür: Teklif, ancak vukuu kudret dâhilinde olana bağlıdır ve bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse, mükâfatı gerektirir; yerine getirilmezse, cezayı dâvet eder. Fakat teklifin bu tarzda icrâya konması insanın irâde ve gücü ile olur. [63]
Mâturîdî kelâm okulunda önemli olan, teklifin insanın irâde ve gücüyle ilgili oluşudur. Eğer insan fizik anlamda sakat ise bu insanın fizik yönünden istitâa'ya, güce sahip olmadığı ortadadır. Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın irâdesi ile ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif anlam taşır. [64]
Mâturîdî okulunda güç yetmeyen işte teklif kabul edilmemektedir. [65] Bu konuda okulun dayandığı mesned "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder." [66] âyetidir. Çünkü Allah hikmete uygun olanı yapar; hikmet de kendisinde güzellik, iyilik olanı düşünmeyi gerektirir.
Mâturîdîlikte mesele, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının Allah'ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından ortaya konmaktadır. [67] İnsan teklif edilenden birini kendi gücü, meyli ve ihtiyarını kullanarak seçer. [68] İnsanın bu tür hareketini Allah bilir. Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve neticede insanın yaptığından sorumlu olması böylece vuku' bulmaktadır. [69]
Allah'ın insanlara yapmaları mümkün olmayanı teklif etmesi ve gücü yetmeyene teklif, câiz ve mümkün değildir. [70]
Teklîf-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar
Teklîf-i mâ lâ yutak, güç yetirilemeyecek emir ve nehiyler demektir. Teklif; lugatte, güçlük zorluk ve zahmet anlamlarını taşımaktadır. Bu da yorgunluk ve meşakkati beraberinde getirmektedir. Istılahta ise; emre ve nehye taalluk etmektedir. Buna göre teklif, emir ve nehyin muhâtaba yönelmesidir. Bir başka açıdan da, teklif; akıl sahibi kullarına dinî ve hukukî yükümlülükler koyan Allah'ın fiilidir.
Teklif meselesinin itikad açısından ele alınmasının esas nedeni; bu konunun insan fiilleriyle doğrudan doğruya ilgili olması ve adâlet-zulüm meselesiyle yakınlığı yönüyledir. Kısacası bu konunun esas hareket noktası, insan fiilleri ve bunun uzantılarıdır.
Burada şu sorular konunun çerçevesini belirtmektedir: Allah tarafından söz konusu edilen İlâhî teklif karşısında insanın durumu nedir? Teklife daha çok hangi açıdan bakılmalıdır? Teklifin, insan fiilleri açısından nitelik kazanması ve adâlet-zulüm konularıyla ilişkisi nasıl anlaşılacak, insanın irâde ve sorumluluğu nasıl izah edilecektir? İşte bu ve benzeri sualler insan zihnini başlangıçtan beri meşgul etmesi bakımından İslâm Kelâmında da önemli yer işgal etmiş ve bu konuda bir hayli değişik fikirler ortaya konulmuştur. Aynı zamanda itikadî fırkalar arasında da hayli değişik fikir ve anlayışlara yol açmıştır. Bunları derli toplu bir şekilde şöylece sıralamak mümkündür.
a- Ehl-i Sünnet Anlayışına Göre Teklif
Bilindiği üzere itikadî açıdan Ehl-i Sünnet anlayışı denilince Matüridî ve Eş'arî alimlerinin görüşleri akla gelmektedir. Bunları da kendi düşünce ve anlayışlarına göre ayrı ayrı ele alarak bu görüşleri daha detaylıca ele almaya çalışalım.
1- Mâturîdîlere Göre: Teklif, makdur olana bağlıdır. Ancak bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse mükâfatı, yerine getirilmezse cezayı gerektirir. Ancak, bu tarzdaki bir teklifin meydana gelmesi insanın irâde ve gücüyle olur. [71]
Mâturîdî anlayışına göre önemli olan, teklifin insanın irâde ve gücüyle ilgili olmasıdır. Eğer insan, fizikî olarak sakat ise, bu insanın fizik yönünden bir güce sahip olmadığı açıktır. Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın irâdesiyle ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif bir anlam taşımış olur. [72]
İmam Mâturîdî'ye göre, teklif-i mâ lâ yutak, yani güç yetirilemeyen şeyin insana yüklenmesi câiz değildir; bu kabul edilmez. Bu hususta "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği adar teklif eder."[73] âyetini delil olarak alır. Zira Yüce Allah yaptığı işleri bir hikmete göre yapar, hikmet ise, bunu gerektirir, yani güzellik ve iyilik olanı beraberinde getirir.
Mâturîdî ekolünde bu meseleye, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının Allah'ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından bakılmaktadır. İnsan, kendisine yüklenilen şeylerden birisini kendi gücü, o yöne meyli ve kendi ihtiyarını kullanmak sûretiyle seçer. İnsanın bu tür hareketini de Yüce Allah bilir. Öyleyse insana ancak kaldırabileceği kadar şey yüklenmiş demektir. Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve sonuçta insanın yaptığından sorumlu olması işte bu şekilde meydana gelmektedir. [74]
Yüce Allah'ın insanlara yapmaları mümkün olmayan şeyleri teklif etmesi câiz ve mümkün değildir.[75] Sonuç olarak şu söylenebilir; Mâturîdî anlayışına göre, güç yetirilemeyen işi, Allah'ın insanlara teklif etmeyeceği ve insanın da, kendi gücünü kullanarak bu teklifi kendisine sıfat yapacağı görüşü yaygın bir şekilde kabul edilir.
2. Eş’arîlere Göre: Eş'arî ekolüne göre, güç yetmeyen işin teklifi mümkündür. Buna delilleri de "Onlar hakkı işitmezler, gerçeği görmezler"[76] âyeti ile "Kelâmını işitmeye de tahammülleri yoktur”[77] âyetidir. Bu duruma göre, teklif meselesi esas itibarıyla temel olarak insanın kudretine bağlıdır. Ancak bu kudret Eş'arî anlayışı çerçevesinde Allah'tan gelmektedir. Diğer taraftan Eş'arî aczi, bir şeyin kendisini ve karşıtını yapmamak olarak anlamaktadır. Acz halinde, emrolunanla birlikte, bir şeyi almak da terk etmek de bulunmaz.
Eş'arî'nin bu görüşü şu şekilde açıklanmaktadır: Allah'ın insana gücü yetmediği şeyi yüklemesi, teklif etmesi câizdir. Bu, şeriat yönünden de doğrudur. Zira, Ebû Leheb'e iman emredilmiştir. Peygamber'i tasdik ve bütün haber verdiklerine iman etmesi bildirilmiştir. Bununla birlikte onun iman etmeyeceğini de Rabbimiz haber vermiştir. Güç yetmeyen işin teklifinin mümkün oluşuna "Ey Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." [78] âyeti de delil olarak alınabilir. [79]
b- Mu’tezile Anlayışına Göre Teklif
Mu’tezile'ye göre teklif; kendisinde kişiye yük olan bir iş olarak tanımlanmaktadır. Teklif, kendisinde yükümlüye güçlük ve zorluk bulunan bir işi yapma irâdesidir. Böyle bir teklif ise, ancak Allah tarafından yapılır.
Mu’tezileye göre, diğer meselelerde olduğu gibi teklif de ana dünya görüşüne bağlıdır. Mu’tezile'nin tek endişesi Allah'ın bir tek olduğu keyfiyetine halel getirmemektir. Bunun için "tevhid" meselesi onların hareket noktası olmuştur. [80] Gerek Mu’tezile'de ve gerekse diğer itikadî fırkalarda esas ve temel olan bir prensip vardır. Diğer bütün görüşler bu temel espri çevresinde cereyan eder ve bu doğrultuda fikirler ileri sürülür. Bu bakımdan öncelikle o fırkanın esas görüşü iyice bilinmeli ve dikkate alınmalıdır.
Teklif konusu da esas itibariyle tevhid görüşüne bağlıdır. Yüce Allah yegâne birdir ve O her şeyde olduğu gibi fiillerde de bir ve tekdir, âdildir. O'nun âdil olması fiillerinde çirkin ve kötü olan fiillere yer vermemesiyle anlaşılır. O'nun fiillinden kötü bir şeyin meydana gelmesi doğru değildir. Öyleyse, bütün fiillerinde âdil olan ve kötü iş yaratmayan Yüce Allah'ın insanların faydasına olan tekliflerde bulunması gerekir. Çünkü bu konu, daha önce de geçtigi üzere, Allah'ın yegâne tek oluşu ve O'nun adâleti konusuna girer. Âdil olan Allah'tan ise, insanların zararına olan, dolayısıyla kaldıramayacakları bir teklifin yüklenmesi beklenemez. Zira bu, zulüm olarak telâkki edilmektedir.
Bu farklı görüşlere rağmen, Mu’tezile, teklife külfet ve meşakkat mânâlarını vermekle Ehl-i Sünnetle bir yakınlık ortaya çıkarmakta, bir nevi aynı görüşü paylaşmaktadır.
Buraya kadar sayılan teklif ile ilgili görüşlerin sıralanmasından sonra; bu konuda şöyle genel bir değerlendirmede bulunmak mümkündür:
İnsana güç verip vermeme doğrudan doğruya Yüce Allah'ın kudreti dâhilindedir. Bu konuda da Allah'ın bir mecbûriyeti yoktur. Allah insana yapılması imkânsız olan bir şeyi yüklemekte tamamen kendi irâdesine sahiptir. İnsana yapılan teklif insanın yapabileceği ölçüdedir. Bu durum ise, Allah'ın adâleti, sünneti doğrultusundadır. Bunları yaparken tamamen mutlak ve hür iradesiyle yapıyor olup, bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. İşte Mûtezile ile temelde ayrılan nokta burasıdır. Onlar Yüce Allah'ın insana ancak kaldırabileceği kadar bir teklifi yüklemesini zorunlulukla izah edip, bunu tevhid anlayışlarına bağlamaktadırlar. Ehl-i Sünnet ise, meselenin sonucunda yani teklifinin ancak kapasiteye göre olacağında birleşip, bunun zorunlulukla değil hür irâde ile Yüce Allah'ın sünnetine göre olduğunu kabul etmektedirler. [81]
Teklif kelimesinin kökü olan "kelef" bir şeyi sevmek, bir şeye düşkünlük anlamındadır. Teklif ise, bir insanı sevdiği şeyi elde etmede bazı zorlukları göğüslemekle yükümlü tutmaktır. O halde teklifin esâsında yine insanın hür irâdesi ve içten sevip benimsemesi vadır. Aynı kökten gelen külfet, zorluk anlamında, tekellüf ise külfete meydan verme, bir işin olmasını külfete bağlama anlamında kullanılır. Kur'an'da teklif, daima fiil şeklinde 7 yerde, tekellüf de bir yerde kullanılmıştır.
Teklif konusunda Kur'an'ın temel anlayışı şudur: "Allah hiçbir benliği gücünü, kapasitesini aşacak şekilde teklife muhâtap kılmaz." [82] Bu ilke, değişik cümle yapılarıyla, fakat hep aynı kelimeler kullanılarak birkaç kez tekrarlanır. [83] Bunların hepsinde "kişinin güç ve kapasitesini ifâde eden "vüs'at" kelimesi kullanılır ki, esas anlamı genişliktir. Vüs' etimolojik gelişimi içinde zamanla, güç ve kapasite anlamını almış bulunuyor ki Kur'an da onu aynı anlamda kullanmaktadır. Aynı kökten se'â kelimesi de Kur'an'da ekonomik-mâlî genişlik anlamında, yine teklif prensibine yer veren bir âyette kullanılmıştır. Bu âyet, teklifin ekonomik-mâlî yönünü prensibe bağlarken de şöyle diyor: "Genişliği olan, genişliğinden, bağışta bulunsun... Allah hiçbir benliği, ona verdiği nimet dışında bir şey vermekle yükümlü tutmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık sunacaktır." [84]
Kur'an'ın teklif konusundaki bu kabulü şöyle formüllendirilmiştir: "Güç yetirilemeyen şeyle yükümlü kılmak yoktur." Allah'ın kanunu bu olduğuna göre, O'nun güvenilir elçileri nebîler de aynı prensibe uymak zorundadırlar. Kur'an, peygamberlere şu emri veriyor: "De ki... Ben tekellüfe (külfete, zorluğa) yol açanlardan değilim."[85] Peygamber, tekellüfe ancak kendi benliğinde gidebilir. O alan, onun hür irâdesiyle kayıtlar ve zorluklar getirebileceği tek alandır. Hitap ettiği kitleye ise tekellüf getiremez, onları sadece teşvik eder, özendirir. Şu âyet, Kur'ânî espriyi Rasûlullah'a hitap ederken şöyle ifâdeye koyuyor: "Allah yolunda çarpış. Sen ancak kendi nefsini külfet altına sokabilirsin. Mü'minlere gelince onları teşvik et, özendir." [86]
Kapasite üstünde yükümlülük (teklif mâ lâ yutak) fıtrata, Allah'ın irâde ve kanunlarına terstir. Allah, dine bu sakatlığın girmemesi için Kur'an'da gerekli önlem-prensipleri getirmiştir. Bu prensipleri çiğneyenler kendi arzuları yönünde insanları saptıran bilgisiz azmış-zâlimler olarak tanıtılıyor.[87] Bunlar, Allah'ın açık açık bildirdiği haram ve helâllere ilâvelerde bulunanlardır. Bunlar, Allah için iş yapmanın güzelliği yerine, Allah adına iş yapmaya kalkıp sonunda örtülü bir biçimde tanrılık iddiâ etme durumuna düşen karanlık ruhlulardır. Allah'ın, tekelinde tuttuğu haram kılma yetkisini kullanmaya kalkarak, gâfil bir biçimde şirke düşerler de hâlâ Allah için iş yaptıklarını sanır, hiyânet ve sapıklıklarını da Allah'ın dinine fatura ederler. Böylelerinin dine ve Allah'a en büyük hizmetleri, dinden uzak durmalarıdır, ama çıkarları ve kurdukları menfaat tezgâhları buna müsâade etmez. Allah'ın dinine iftira ederler de hâlâ kendilerine mücâhid, ehl-i takvâ, sünneti ihyâ edenler vs. gibi sıfatlar vermekten çekinmezler. Eğer bunların iddiâlarında zerre kadar doğruluk olsaydı Kur'an'ın dinine bağlı olanlar bugün böylesi perişan duruma düşerler miydi?
Teklifin işaret edilen Kur'anî boyutlarını destekleyen birkaç prensibi daha verelim: "Allah sizin için hafifletme ister. İnsan zayıf yaratılmıştır."[88]; "Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez."[89]; "Allah sizin için dinde zorluk yaratmak istemez. O'nun istediği sizi temizleyip arıtmaktır."[90]; "O size din içinde zorluk getirmemiştir." [91]; Allah'ın kendisine farz kıldığı hususlarda nebî üzerine herhangi bir zorluk yoktur." [92]
"Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez."[93] Güneşe çevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar dal, insana taşıyabileceği sayıda el takmış. Devenin yükü ayrı, karıncanınki ayrı. Balığa uçmayı, aslana yüzmeyi teklif etmemiş.
İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri oranında hatta bir lütuf olarak, güçlerinin çok altında teklifte bulunmuştur. Allah'ın bütün emirlerini işlemek bütün yasaklarından sakınmak her insanın gücü dâhilinde. Bizim gücümüz için son hudut, namazı beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır! İnsanlar bu hakikati iyi değerlendirseler, sabretmesini bilip irâdelerini hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en önemlisi birbirlerine yük olmasalar, hepsi de yüklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan meydanından yüzlerin akıyla ayrılıp gidecekler.
Zengin olmayan kişinin zekât vermekten sorumlu olmayacağı, kezâ eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını yıkamaktan sorumlu olmadığı Bakara, 286. âyetten çıkarılan hükümlerden. Akaid ilimleri ise "güç yetirme" meselesini "akıl" yönüyle ele almış ve sıkça sorulan bir soruya şöyle açıklık getirmişler: "Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!" Mücerret aklı, "kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nûruna muhâtap olamamış, rehbersiz bir akıl" şeklinde târif edebiliriz.
“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insanın İslâm Dinini bilmesi mümkün değildir. Bu adam, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?” Mâsum bir soru gibi gözüken bu sorunun arkasındaki anlayışı doğru değerlendirmek gerekir. Annesine hakaret, babasına isyan eden, en yakın dostlarını dar zamanlarında yüzüstü bırakan, “benden sonra tûfan” felsefesiyle yaşayan bir adam; bakıyorsunuz, dünyanın öte ucundaki, tanımadığı birinin imanını dâvâ etmeye kalkışıyor! Hemen kararınızı veriyorsunuz: Bu adamın derdi başka!...
Kendisiyle biraz konuşuyor, iç âlemini kurcalıyorsunuz. Karşınıza sinsi ve menhus bir gâye çıkıyor: “Allah’ın adâletine itiraz!” Aslında, bu sanıldığı gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış, halledilmiş, rafa kaldırılmış bir konu. Şu kadar var ki, “dünyanın öbür ucu” denmemiş de, “ıssız bir dağda, toplum hayatından habersiz yaşayan bir adam” denmiş. Yahut buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.
“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.”[94] Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Fertleri güç yetirebilecekleri işlerle mükellef kılar. Her gövdenin üzerine, götürebileceği kadar bir baş yerleştirir. Allah, dağına göre kış verir. Atom çekirdeğine gezegenleri bağlamaz. Âlimlerimiz bu âyeti çeşitli yönlerden tefsir etmişler. Fıkıh âlimleri, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen “güç yetme” meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânada birleşmişler: “Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.”
Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhâtap olmamış, kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz. İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş: İtikat imamlarından İmam Mâturîdi, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” görüşündedir. Ve böyle bir insanın Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibâdetlerden ise sorumlu olmayacağını ifâde eder. Bir diğer itikat imamı olan Eş’arî ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa “necat ehli” yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.
Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu. Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. O’nun ilmine havâle ederiz. [95]
Mükellef
Mükellef: Yükümlülük sahibi kişi, yükümlü kılınan kişi; Arapça "teklîf" mastarından ism-i mef'ûldür. Bir Fıkıh terimi olarak; "İslâmî emir ve yasakların muhâtabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. "Allah bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" [96] âyeti sorumluluğu gücün yetmesi ile sınırlar.
Dinî emir ve yasaklara muhâtap olabilmesi için kişinin akıl ve fizik bakımından belli olgunluğa ulaşması gerekir. Kişinin, insan varlığına ait hak ve borçlara ehil olma vasfına "ehliyet" denir. Bu ehliyet anne karnındaki ceninden itibaren rüşd yaşına kadar çeşitli safhalar geçirir. Ehliyet, vücub ve edâ ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Vücub ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübûtuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir. Bunun dayanağı insanlık sıfatıdır. Yaş, akıl ve rüşd ile ilişkisi yoktur. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Eksik vücub ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz. Cenin sağ doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen mala sahip bulunur, yine lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden nesebi sabit olur. Aleyhine olan medeni haklar ise sâbit olmaz. Meselâ, babasının cenin adına bir şey satın alması veya cenine ait bir malı başkasına hibe etmesi geçerli değildir. Yine cenin, nafaka vb. malî yükümlülüklere muhâtap olmaz.
b. Tam vücub ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz idrâk ve muhâkeme teşekkül etmediği için bunlarda edâ ehliyeti yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir. Ayrıca onu borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin gibi medenî akitler velî veya vasî tarafından onun adına yapılır. Bunların semere ve sonuçları akıl hastası veya gayr-i mümeyyiz küçüğe ait olur.
Diğer yandan gayri mümeyyiz küçük, haksız fiillerinden veya velî yahut vasîsinin onun adına yapacağı tasarruflardan doğan borçlardan bizzat sorumludur. Ancak bu bedenî değil yalnız malî bir sorumluluktur. [97]
Akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçükler malî bütün borçları öderler. Ancak bunlar ibâdetle yükümlü olmadıkları için Ebû Hanîfe'ye göre zekâtla yükümlü bulunmazlar. İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise zekât mal nimetinin külfeti kabilindendir. Böyle olunca bunların da zekâtta sorumlu tutulmaları gerekir. Ancak bunu velî veya vasî, onun adına öder.
2. Edâ ehliyeti: Kişinin medenî hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabîî bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Kısaca vücup ehliyeti, her şahısta bulunan pasif bir ehliyet iken, edâ ehliyeti aktif ehliyet halidir. Edâ ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Eksik edâ ehliyeti: Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamışda (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki ehliyeti ifade eder. Mümeyyiz küçük iyi ile kötüyü, alma ile vermeyi, satmayla satın almayı birbirinden ayırt edebilen fikrî, zihnî ve beden olgunluğuna ulaşan kimsedir. İslâm hukukçuları uygulamada kolaylık olsun diye yedi yaşın tamamlamasını temyiz çağının başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Bu yaşın tercih edilmesi Hz. Peygamberin şu hadisine dayanır: "Yedi yaşına girdikleri zaman çocuklarınıza namazı emredin."[98] Bu hadis yedi yaşına giren çocuğun namazın ve ibâdetin mânâsını anlayabilecek bir fikir olgunluğuna ulaştığını gösterir. Bu duruma göre; Mümeyyiz küçüğün namaz, oruç, hac gibi ibâdetleri yapması büluğdan önce farz değilse de, edâsı sahihtir ve sevâbı ana-babaya gider.
Hibe ve sadakayı kabulü, mubah malları mülk edinmesi gibi tamamen lehine olan tasarrufları geçerlidir. Bu konuda velî veya vasîsinin izni de aranmaz. Yine başkasına vekil olarak alış veriş, nikâh, talâk, dâvâ ve kabz gibi işlemleri de geçerlidir. Çünkü bunlarda muhtemel zararlar müvekkile âittir. Üstelik bu gibi muâmeleler çocuğun yetişmesine yardımcı olur. Tamamen zararına olan tasarruflar bâtıldır. Bağış, sadaka, vakıf, âriyet verme, borca kefil olma ve boşama gibi tasarrufları geçersizdir. Bunlar, onun adına velî veya vasîsi tarafından da yapılamaz.
Alış-veriş, kiraya vermek, kiralamak, rehin vermek ve almak gibi hem menfaate, hem de zarara ihtimali bulunan tasarruflar velînin icâzetine bu gibi iki yönlü olabilen tasarruflar geçerlidir. Velisinin izin verdiği mümeyyiz küçük "me'zûn"; izin vermediği ise "mahcûr" adını alır.
b. Tam edâ ehliyeti: Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibâdetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine her türlü hukukî tasarrufu yapma ehliyetine erişmiş olur. Büluğ, kişide erkek çocuğun ihtilâm olması, kız çocuğunun aybaşı hali veya gebe olması gibi birtakım fizikî belirtilerin görülmesiyle başlar. Bazen bu belirtilerde gecikme olabilir. Bu takdirde, çoğunluk fakihlere göre büluğ çağının başlangıcı kız çocuklarda 9, erkek çocuklarda 12, sonu ise her iki cinste de 15 yaştır. Ebû Hanîfe'ye göre ise, büluğ çağının sonu erkek çocukları için 18, kız çocukları için 17 yaştır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Şâfiî ise, ergenlik belirtisi görülmeyen erkek ve kız 15 yaşını tamamlamakla büluğ çağına ermiş sayılır. [99]
Büluğ çağının asgarî ve âzamî sınırları arasında bulunan erkeğe "mürâhik", kadına "murâhika" denir. Akıl ve bâliğ olan kimse malî tasarruflar dışında diğer iman, ibâdet, hukukî ve sosyal nizamın gerektirdiği bütün görevleri ve sorumlulukları yüklenir ve malı olanlar dışında tam edâ ehliyetine sahip olur. Kendisine namaz, oruç, hacc ve zekât farîzaları gerektiği gibi, haksız fiillerden hem malen hem de bedenen sorumludur. Birisini öldürse kısas uygulanır, zina etse had cezasına muhâtap olur. Ancak had cezalarının uygulanması için suçun işlendiği beldede İslâmî yönetimin iş başında olması gerekir. Çünkü fert olarak hadleri uygulama imkânı ve gücü bulunmaz.
Rüşd sözlükte mâkul davranmak, doğru yolu bulmak demektir. Mecelle'deki tarifi şöyledir: "Rüşd, malın muhâfazası hususunda takayyüd ederek sefeh ve tebzirden tevakkî eden kimsenin vasfıdır. Bu vasfı taşıyana "reşid" denir. Reşidin zıddı "sefih''tir. Sefih malını boş yere sarf ile masarifinde tebzir ve israf ile İzaa ve itlaf eden kimsedir." [100]
Rüşd, temyizden farklıdır. İnsan iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırır da, malını ve servetini iyi bir şekilde idare etmeyi beceremez. Çünkü malın idaresi ve işletilmesi ayrı bir tecrübe ve yetenek gerektirir. Rüştle büluğ aynı şeyler değildir. Rüşd yaşı eğitim, kültür, iklim şartları ve benzeri etkenlerin altında büluğdan önce teşekkül edebilir. Ancak çoğu zaman büluğdan sonra bu olgunluk hali ortaya çıkar.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin."[101] Bu âyete göre, mümeyyiz küçük büluğ çağına erişince hemen malı kendisine teslim edilmez ve reşid olup olmadığı araştırılır. İslâm rüşd yaşını belirleme hususunu yöneticilere bırakmıştır.
Ebû Hanîfe'ye göre büluğa eren şahıs sefih ve israfçı da olsa üzerinden malî velâyet kalkar ve tasarruf özgürlüğüne kavuşur. Ancak malı, bir ihtiyat ve tedbir amacıyla reşid oluncaya veya yirmi beş yaşını dolduruncaya kadar kendisine teslim edilmez. Çünkü yirmi beş yaşındaki kimse dede olabilecek bir yaşa gelmiş, bedenî ve fikrî olgunluğa erişmiştir.[102] Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, kişi reşid oluncaya kadar malı kendisine verilmez. Osmanlı devrindeki uygulamada 1288 tarihli bir irâde, yirmi yaşını doldurmamış şahısların rüşd dâvâlarının reddedilmesi kuralını getirmiştir. [103]
İşte akıl ve fizik bakımından gelişmesini rüşdle tamamlayan bir müslüman artık İslâm'daki bütün emir ve yasakların, malî, bedenî ve cezaî her çeşit hükmün muhâtabı olur. Artık onun fiilleri farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh veya müfsit olmak üzere sekiz maddede değerlendirilir. Bu fiillere ef'âl-i mükellefin (yükümlülerin fiilleri) adı verilir. [104]
Güç-Tâkat (ve Kolaylık)
Güç: Fizik, düşünce ve ahlâk yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet ve kudret demektir. Sınırsız ve mutlak güç Allah'ın gücüdür. Esas anlamıyla O'ndan başka güç ve kuvvet kaynağı yoktur. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh = Güç ve kuvvet ancak Allah'a aittir." İnsan ve diğer yaratıklar, Allah'ın verdiği kadar, sınırlı ve geçici bir güce sahiptir; onlardaki gücün kaynağı, kendileri değil; Allah'tır.
İnsan, zayıf yaratılmıştır; âcizdir. "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır."[105] Dinî teklifler ve vazifeler, birer yük ve zorluk değildir; tam aksine, insanı dünya ve âhiret hayatında çıkmaza düşmekten, altından kalkamayacağı veya kendisine fayda yerine zarar getirecek olan iş ve davranışlara girmekten alıkoyan, böylece yükünü hafifleten temrinler, düzenlemeler ve irşadlardır. "Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur."[106] Zâlim ve nanköler, görmek istemeseler de tüm güç sadece Allah'a âittir. "... Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a âit olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." [107] İnsana zayıflık ve güç veren Allah'tır: "Sözi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir."[108]; "Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar Bizim âyetlerimizi (mûcizelerimizi) inkâr ediyorlardı." [109]; "Senin şehrinden -ki ora (nın halkı) seni çıkardı- daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı." [110]; "Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." [111] İnsana kuvvet veren Allah olduğu gibi, tevbe edip Allah'tan bağış dilemesiyle insan, O'nun gücünden yardım almış olur. Yağmur vermesiyle O, insanın kuvvetine kuvvet katandır.[112] "Allah güçlüdür, kuvvetlidir. O'nun cezâsı şiddetlidir." [113]; "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür."[114]; "Allah: 'Elbette Ben ve rasüllerim/elçilerim gâlip geleceğiz' diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir."[115]; "Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi..."[116] İnsan, bazen kendini yeterli zanneder ve Allah'a ihtiyaç duymadığı anlayışıyla tuğyan eder (azar, taşkınlık yapar). "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek tuğyan eder/azar." [117]
Bakara Sûresi 286. âyette geçen "ısr=zorluk" kelimesi, önceki dinlerde bulunan bütün zor hükümlerdir. O zorluklar, ağır yükler, İslâm'dan kaldırılmıştır. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.), insanlar üzerindeki bu ağır yükleri kaldırmak, kolay dini yerleştirmek için gönderilmiştir. "O (Peygamber) kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar..."[118]; "Allah size dinde bir güçlük yüklemedi." [119] âyeti de dinde zorakî, güç bir görev olmadığını; gönülsüz yapılan eylemin din olmayacağını vurgulamaktadır.
Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. [120]
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir .
Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.[121] Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler. [122]
Dinde Kolaylık Esastır: Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” [123]
İslâm’ın amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil, aksine her türlü kolaylığı göstererek, onların iyi birer insan olup İlâhî mükâfatları hak etmelerini sağlamaktır. “Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.”[124] İslâm, fıtrat (yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uygun tekliflerini İslâm adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıklıyor: “Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” [125]
İslâm’ın prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları yokuşa sürmek, zor tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacaklarını emredip de onları bunaltmak değildir. Allah (c.c.) -hâşâ- kullarına işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz. İslâm’ın bu kolaylık prensibini birçok konuda görmemiz mümkündür. Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın, öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır.[126] Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır ki, takvâ sahiplerini müjdelesin, inatçı toplulukları da uyarsın. [127]
Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’an’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar, bu konuda bir sınırlama yoktur.[128] Peygamberimize hitâben söylenmiş şu gerçek, Kur’an’ın asıl amacını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir: “Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. ‘İçi titreyerek korku duyanlara’ ancak öğüt ve hatırlatma olsun (diye indirdik).”[129] Allah (c.c.), Peygamber tebliğini güzel yapsın diye O’nun işini kolaylaştırır, önündeki engelleri aşması için O’na yardım eder. [130] Kur’an, ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlanmasını tavsiye ederken,[131] Kıyâmet günü ameli iyi olanların hesabının çok kolay, ameli kötü olanların ise hesabının çok zor olacağını haber vermektedir.[132] Allah (c.c.) takvâ sahiplerine işlerinde kolaylık göstereceğini müjdeliyor.[133] Demek ki, Din’in ve ona ait tekliflerin insana kolay gösterilmesinin sebebi takvâdır ve Allah (c.c.) bu İlâhî bağışı da muttakîlere vermektedir.
Bir başka deyişle takvâ sahibi mü’minler, Allah’a ihlâslı bir şekilde ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları için, Din’in tekliflerini kolaylıkla yerine getirirler, onlarda bir zorluk görmezler. Diğer taraftan İslâm karşısında inatçılık edip, Allah’a boyun eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar, bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dökerler, zorluğundan bahsederler, kendi statülerine ve zamana uymadığından dem vururlar ve onun hükümlerini tartışmaya açmaya yeltenirler. İnsan, Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz Din’in emirleri ona çok kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getirdiği zaman ölçülemeyecek kadar çok karşılığa kavuşacaktır.
Hata ve Hataların Örtülmesi
Hata: İnsanın düşünüşünde ve amelî bir işinde yaptığı yanlış hareket; sehiv; dikkatsizlik yüzünden yapılan sehiv; hedefe erişemeyiş demektir. Bir terim olarak hatâ, kasıt unsuru taşımayan bir söz veya fiil olup, asıl iradeye aykırı olarak vukû bulur. Hatâ kelimesi ve türevleri Kur'ân'da yirmi iki kadar âyette kullanılır. Çoğulu hatâyâ'dır.
İslâm ceza hukuku ile ilgili olarak âyette; "Hatâ dışında bir mü'min diğer bir mü'mini öldüremez. Kim bir mü'mini hatâ ile öldürürse, bir mü'min köle âzâd etmesi, bir de ölünün ailesine diyet vermesi gerekir"[134] buyurulur. Günlük hayatta kişinin söz ve fiillerindeki hatâları için Allah'a duâ etmesi istenir: "...Ey Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma..."[135] Şu âyette, kişinin yanlışlıktan sorumlu olmadığına işaret edilir: "Çocukları yanlışlıkla babalarından başka birinin adıyla çağırmanız hâlinde size bir günâh yoktur. Fakat bunu kasten yaparsanız günaha girersiniz."[136] Hatâ ile günâh birbirinden farklı terimlerdir. Âyette: "Kim bir hatâ yapar veya günâh işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o, iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur"[137] Çeşitli âyetlerde hatâya düşmenin ağır bir günâh olmamakla birlikte çirkin bir hal olduğuna da yer verilmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: "Yûsuf'a dönerek: "Yusuf, sen bu olayı görmemiş ol"; Karısına da, "Sen de işlediğin günâhtan ötürü tevbe et. Şüphesiz sen günâh işleyenlerden (hatâ edenlerden) oldun" [138]; "Onun irinden başka yiyeceği de yoktur. Onu ancak, günahkârlar (hatâ edenler) yer." [139]
Hadiste şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyi (n hükmünü) kaldırmıştır." [140]
Hatâ hâlinde Allah hakkı ile ilgili günâhın kalktığında görüş birliği vardır. Meselâ, kıble yönünü araştırdığı halde, isâbet edemeyip namazını başka yöne doğru kılan kimse, daha sonra namazını yeniden kılmaz ve günahkâr da olmaz. Müctehid ictihadında yanılsa bile sevâba nâil olur. Hadiste şöyle buyrulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır."[141] Yalnız peygamberler mâsûmdur. Günâh işlemez söz ve fiillerinde yanılmazlar; daha doğrusu beşer olarak onlar da hata edebilir, ancak Peygamber söz ve fiillerinde yanılırsa Allah ona doğruyu gösterir. Peygamberlerden başkası için böyle bir teminat yoktur. Bir müctehidin ictihadı yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Müctehid mutlaka kendi görüşünün doğru olduğunu iddia edemez. Onun devamlı olarak isabet etmesi gerekmez. Hatâ etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden, Ebû Hanife; "Bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun" demiştir. İmam Şâfiî'nin de şöyle dediği nakledilir: "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü terk edin."[142] Mu'tezile'ye göre, her müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü Allah nezdinde hüküm müctehidin ictihadına tâbidir. Aksi halde insanların güç yetirilemeyecek yükümlülüklerle karşı karşıya bulunması gerekir.[143] İmamiyye, Mutezile'nin bu görüşünü takip ederek kendi müctehidlerinin yanılmadığını söylerler ve onları mâsum (günâhsız günâh işlemez) sayarlar. [144]
Hatâ, kul haklarını düşürmeye elverişli değildir. Bu yüzden bir kimse başkasının malını yanlışlıkla telef veya istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Yanılarak yapılacak boşama geçerlidir. Çünkü boşama arzusu kalple ilgili olup başkasının buna muttalî olması güçtür. İmam Şâfiî'ye göre, hatâ ile boşama geçerli olmaz. Çünkü yanılanın kastı yoktur. Hatâ yolu ile suç işleyene yalnız mâlî sorumluluk vardır. Bedenî ceza gerekmez. Hatâ ile bir mü'mini öldürene diyet ve keffâret cezası gerekir;[145] kısas gerekmez. Hatâ ile yaralamalarda da kısas değil maddî tazminat uygulanır.
Hatâ üçe ayrılır. Fiilde hatâ: Belli bir hedefe atıp, yanlışlıkla bir şahsı öldürmek veya yaralamak gibi. Kasıtta hatâ; Av hayvanı zannederek ateş edilmesi, sonradan insan olduğunun anlaşılması. Bu iki kısma giren hatâ mâlî yükümlülükleri kaldırmaz. Fakat bedenî cezaları kaldırır. Takdirde hatâ: Buna örnek olarak doktorların yaptığı bazı hatâlar zikredilebilir. Teşhiste hatâ ile verilen ilaç, hastanın ölümüne sebep olsa; yanlış teşhisle bir uzuv kesilse; ameliyat sırasında yapılan bir hatâ sonucu hasta ölse, bütün bunlar takdirde hatâ sayılır. Doktor o hastalığın mütehassısı ise ve elinden gelen bütün gayret ve ihtimamı göstermişse sorumluluk terettüb etmez.[146] Hanefîlere göre hatâ ile yapılan akitler geçerlidir. Ancak yanılma, karşı tarafın yalan ve hilesi sonucu meydana gelmişse akdi bozma imkânı olabilir. [147]
Hataları Örtmek: İnsan, hata işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır. Onun bu zaafı, nefsi aklına galebe çaldığı zaman daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Bazen de insan farkında olmaksızın, bilmeyerek hata işler. Kısacası insan, beşeri özellikleri sebebiyle, zaman zaman kusur ve hatalar işleyebilir. Ancak, farkına vardığı zaman hemen Allah Teâlâ'dan af veya hakkına tecavüz ettiği kişiden özür dilemesi, güzel bir ahlâk örneğidir. Çünkü "hatadan dönmek de bir fazilettir."
İsimlerinden biri de "Settâr" olan Allah Teâlâ, kullarının kusur ve hatalarını, günahlarını örterek gizler ve diğer kulların bilmesine engel olur. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı da "Settâru’l-Uyûb" (ayıpları örten, gizleyen) dur. Eğer O'nun bu ismi kulları üzerinde tecelli etmeseydi, insanlar birbirlerinin kusurlarına muttali olur ve birbirlerine karşı rezil olurlardı. Böylece toplum içinde çeşitli huzursuzluklar meydana çıkardı.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde, mü'minlerin kusur ve hatalarını örttüğünü ifade buyurmaktadır. "İman ederek sâlih amel işleyenlerin hatalarını andolsun ki, örteriz ve onları yaptıkları amellerden daha güzeli ile mükâfatlandırırız." [148]
Allah Teâlâ'nın, kullar tarafından işlenen hataları örttüğünü bildiren bu gibi âyetlerde bazı ön şartlar vardır. Yani kişinin, Allah'ın affına ve hatalarını gizlemesine ulaşabilmesi için, bazı özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu özellikler ise sözkonusu ettiğimiz âyetlerde açıkça görülmektedir. Bunların başında "iman" gelmekte ve hemen ardından "sâlih amel" şartı zikredilmektedir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:
"(Allah) İman eden erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar ve onların hatalarını örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur." [149]; "Allah'a iman eden ve sâlih amel işleyenlerin ve Muhammed'e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inanan kimselerin hatalarını Allah örter ve durumlarını düzeltir." [150]; "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o gün, kimin aldandığını ortaya çıkaracağı bir gündür. Kim Allah'a inanmış ve sâlih amel işlemişse, Allah onun hatalarını örter, onun içinde ebedi kalacağı, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Büyük kurtuluş işte budur." [151]
Allah Teâlâ hataları örtmeyi iman şartına bağlamaktadır: "Şâyet Ehl-i kitâb (Hristiyan ve Yahûdiler) iman edip de Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları ni'met cennetlerine koyardık." [152]
Konuyla ilgili diğer âyetlerde göze çarpan bir diğer özellik de "takvâ" şartıdır.
"Bu Allah'ın size indirmiş olduğu buyruğudur. Kim Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınırsa, Allah da onun kötülüklerini diğer ve mükâfatını yüceltir." [153]; "Zira Allah (takvâ sahibi) mü'minlerin yaptıkları hataları örter ve onlara işledikleri amellerin en güzeliyle karşılık verir." [154]
Allah'ın haram kıldığı günahlardan kaçınmak da bir takvâ işaretidir. "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız," kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz." [155] Bu âyetlerin yanında, "Ey mü'minler! Yürekten tevbe ederek Allah'a dönün ki, Rabbiniz de sizin kötülük ve hatalarınızı örtsün, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koysun" [156] âyetinden "tevbe"nin de bir şart olduğunu anlıyoruz.
Kişinin, Allah'ın af ve müsamahasına ulaşabilmesi için, tamamlayıcı bir şartın da "ihlâs" olduğu sâbittir. "Sadakalarınızı açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bununla Allah hatalarınızı örter. Allah işlediklerinizden haberdardır."[157] Allah Teâlâ tarafından "akıl sahipleri" olarak nitelendirilen mü'min kulların duası, bu konuda mü'minler için en güzel örnektir: "Onlar ki şöyle derler: Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, "Rabbinize iman edin' diye inanmaya çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Sen de bizim günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve canımızı iyilerle birlikte al." [158] Bu âyetin devamında da duâlarının kabul edildiği bildirilmektedir: "Rableri duâlarını kabul etti. Sizden kadın olsun, erkek olsun, yaptığınız ameli boşa çıkarmam (dedi). Hicret edenlerin, memleketinden zorla çıkarılanların, benim yolumda savaşan ve öldürülenlerin kusurlarını elbette örteceğim. Andolsun ki, Allah katından bir nimet olarak onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Nimetin en güzeli ise Allah katındadır." [159]
Zikredilen âyetlerin ışığında denilebilir ki, insan gerçek anlamda iman edip, sâlih amel işler, takvâ üzere bulunur ve hatalarından dolayı pişman olup tevbe ederek Allah'a yönelirse, bu kişi Allah'ın affına ve müsamahasına hak kazanır. Dünyada olduğu gibi âhirette de hataları, Allah tarafından gizlenir. Hataları örtmek hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s.) mü'minleri teşvik etmektedir: "Kim, dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını âhirette gizleyip kapatır." [160]
Buna karşılık, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Din kardeşini, bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemedikçe ölmez."[161] buyurarak, müslümanların, hatalarından dolayı birbirlerini kınamaları ve hor görmelerinin, kendileri için ne derece kötü bir sonuca yol açtığına dikkat çekmiştir. "Kusursuz dost arayan dostsuz kalır" sözü gereği, insan başkalarının kusurlarıyla uğraşmamalı ve hataları örten kişi olmalıdır. Bu konuda mü'minin rehber edineceği prensip Allah Teâlâ tarafından şu âyetle açıklanmıştır: "İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur." [162]
Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
Kur'an'da, muhâsebe anlamında “hısâb” kelimesi ve türevleri, 48 âyette geçer. Hesaba çekmek, sorgulamak anlamında “Suâl” kelimesi ve türevleri ise 22 âyette kullanılır.
Güç yetirebilmek anlamında “Tâkat” kelimesi ve türevleri 3 âyette geçer: 2/Bakara, 184, 249, 286. Güç, kapasite anlamında “Vüs’at” kelimesi de 5 âyette zikredilir: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62. İş, vazife yüklemek, mükellef kılmak anlamında “Teklîf” kelimesi ve türevleri 8 âyette geçer: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7. Yüklenmek, ağır yük olan günahlar anlamında “Haml” ve türevlerinin geçtiği âyetler ise şunlardır: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5 (toplam yedi âyet).
Hesap günü olan din/ceza günü; kıyâmetle ilgili âyet-i kerimelerde kıyâmet gününde kimseden kimseye fayda gelmeyeceği belirtilir: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19). Herkesin kendi derdine düşeceği vurgulanır: 14/İbrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.
Hesap günü mahşerde vücut organları dile gelerek neler yaptıklarını Kur'an şu âyetlerde dile getirir: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15. Hesap gününün bir ayırdetme günü olduğu vurgulanır: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17. Hesap gününde amel defterleri çıkarılır: 25/Furkan, 25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10. Hesap gününde dünyada yapılan bütün işler açıklanır: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11. Hesap gününde ameller, sevap ve günah yönünden tartılır: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9. Hesap gününde hesap vermekten kurtuluş olmadığı bildirilir: 55/Rahmân, 31, 33, 35. Hesap gününde herkese kazandığı verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar, 1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.
Hesap gününde kişi, kötü amelinden kaçmak isteyecek, ama tabii ki kaçamayacaktır: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11. Hesap gününde günahkârlar yüzlerinden tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41. Hesap gününde kitabı (amel defteri, karnesi) sağdan verilenler, kurtuluşa erip Cennetle ödüllendirilir: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18. Kitabı (amel defteri) soldan verilenlerin feci durumundan şu âyetlerde bahsedilir: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20. Hesap gününden korkmak ve dünyada iken ona göre tedbir almak gerekir: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7. Hesap gününde peygamberler de sorulacak, sorguya çekilecektir: 7/A’râf, 6-7.
Kur'ân-ı Kerim'de sorumluluktan bahseden âyetler de yeterli açıklıktadır. Herkesin kazandığı amel, kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmayacak, her insan, ancak kendi günah yükünü çekecektir: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38. Çünkü dünyada iken işlediği amellerle günah kazanan, kendi aleyhine kazanmış olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.
İnsanlar sorumlu olarak yaratılmıştır; bu sorumluluk ruhlar âleminde verilmiştir: 7/A’râf, 172-174. O yüzden insanlar sadece "inandık" demekle sorumluluktan ve imtihana çekilmekten kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4. Çünkü insan, başıboş bir varlık değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36. Vücut organları, yaptıklarından sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24. Allah, peygamber ve şeriat göndermeden kullarına sorumluluk yüklememiştir: 39/Zümer, 71. Allah, kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü7minûn, 62; 65/Talâk, 7. Bazı ameller insana zor gelebilir. Bunun için de insan, gücünün dışında bir şeyle sorumlu tutmaması için Allah'a duâ etmelidir: 2/Bakara, 286. Yine insan, unutarak ve yanılarak işlenecek hatadan sorumlu tutmaması için de Allah'a duâ etmesi gerekir: 2/Bakara, 286. İnsan, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı emâneti yüklenerek sorumluluğa tâlip (istekli) olmuştur: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
İnsan, sadece kendinden değil; çevresinden ve özellikle âilesinden de sorumludur. Kendini ve âilesini ateşten koruma sorumluluğu ve görevi vardır: 66/Tahrîm, 6. Kur'an, insanın kendini devamlı gözden geçirmesini, nefis muhâsebesi yapmasını emreder: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41. İstiğnâ duygusu, sorumluluktan kaçmaktır, sorumsuzluktur: 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.” [163]
“Doğrusu Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.” [164]
“Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.” [165]
“Onlardan bir kısmı da: ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir hasene/güzellik, iyilik, âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru’ derler. İşte onlar için, kazandıklarından (âhirette) büyük bir nasip/hisse vardır. Şüphesiz Allah’ın hesaba çekmesi sür’atlidir.” [166]
“... Bir insan, ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara girmemeli...” [167]
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve iltimas bulunmayan gün (kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz azıklardan hayır yapın (zekât ve sadaka verin). Gerçekleri inkâr eden kâfirler elbette zâlimlerdir.” [168]
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (fark etmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.” [169]
“Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.” [170]
“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” [171]
“... Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” [172]
"De ki: 'İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kaadirdir. Herkesin, iyilik ve kötülük olarak yaptığı her şeyi karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesâfe bulunsun. Allah, kendisine (karşı gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına oldukça şefkatlidir." [173]
“...Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” [174]
“...Hesap sorucu olarak Allah yeter.” [175]
“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın...” [176]
“... Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” [177]
“...Onların (Kâfirlerin) hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur...” [178]
“(Allah’ın azâbından) korunanlara, onların (kâfirlerin) hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki korunup sakınırlar.” [179]
“... Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz...” [180]
“Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz. O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.” [181]
“İman edip de sâlih amel işleyenler -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz- işte onlar cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalacaklardır.” [182]
“İşte Rablerinin emrine uyanlar için (mükâfatın) en güzeli vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında onun bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka fidye verip fedâ ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır!” [183]
“...Onlar (akıl sahibi mü’minler) Rablerinden huşû duyup sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” [184]
“Allah herkese kazandığıyla cezâ vermek için (onları diriltecektir). Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görendir.” [185]
“O bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar, Kur’an’ı parça parça edenlerdir. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsine yaptıklarından soracağız.” [186]
“Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptığınız işlerden mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” [187]
“Her insanın amel defterini boynuna astık. İnsan için kıyâmet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” [188]
“... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” [189]
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” [190]
"Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. 'Vay halimize!' derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!' Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." [191]
“İnsanların hesap günleri yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler.” [192]
“Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” [193]
"Biz kıyâmet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz." [194]
“Biz, hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Yanımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” [195]
“Sûr’a üflendiği zaman artık ne aralarında soy sop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır. Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.” [196]
“İnkâr eden kâfirlere gelince, onların amelleri, ıssız çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihâyet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah’ı bulmuştur. Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah, hesabı çok çabuk görür.” [197]
“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu iyi bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber’e düşen, sadece açık-seçik tebliğdir/duyurmaktır.” [198]
“O gün ne mal, ne de evlât fayda verir. Ancak Allah’a sağlam ve temiz (iman etmiş) bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa erer).” [199]
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Yoksa, günahları/kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!” [200]
“Kâfirler, iman edenlere; ‘bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Hâlbuki onların hiçbir günahını yüklenecek (onlardan günahı kaldıracak) değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler. (Fakat gerçek şu ki,) elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” [201]
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı ve evlâdın da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” [202]
“... Allah’a verilen ahid/söz, mes’ûliyet gerektirir.” [203]
“...Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.” [204]
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok zâlim, çok câhildir. [205]
“De ki: ‘Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz. De ki: Rabbimiz (kıyâmet günü), hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” [206]
“Artık bugün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak dünyada yaptıklarınıza karşılık alırsınız.” [207]
“O gün, onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıklarını (yaptıkları iyi ya da kötü amelleri) bize elleri anlatır. Ayakları da şehâdet eder.” [208]
“De ki: ‘Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendimden bir şey teklif edenlerden de değilim. Bu Kur’an, ancak âlemler için bir öğüttür.” [209]
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. (Allah onlara sorar ve cevabını verir:) 'Bugün hükümranlık kimindir?' 'Kahhâr olan tek Allah'ındır!' Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. Onlara yaklaşan günün tehlikesini anlat. O zaman gamla dolu ve yutkunur oldukları halde, yürekleri gırtlaklara dayanmıştır. Zâlimlerin ne dostu, ne de dinlenecek şefaatçisi vardır. Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir." [210]
“Allah’ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir. Derilerine, ‘niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Onlar da, ‘her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte Rabbinizi böyle sanmanız, sizi mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer tekrar dünyaya dönüp memnun olmak isterlerse, memnun edilecek değillerdir.” [211]
“Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir ikaz ve öğüttür; yakında ondan sorguya çekileceksiniz.” [212]
“Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek hazır bulunmasın. Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, ‘İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir’ denir. Sûr’a üfürüldümü, işte bu, geleceği vaat edilen gündür. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şâhitle beraber gelmiştir.” [213]
“... Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir zorluktan sonra bir kolaylık yaratır.” [214]
“Rabbinin ve O’nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler halkı vardır ki, Biz onları çetin bir hesâba çekmiş ve onları şaşkınlık verecek azâba çarptırmışızdır.” [215]
“O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size âit hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağ tarafından verilen, ‘alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesâbımla karşılaşacağımı zâten biliyordum’ der.” [216]
“Kitabı sol tarafından verilene gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; Saltanatım da benden (koptu) yok olup gitti.” [217]
"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman! (İşte) o gün insan, 'kaçacak yer neresi?' diyecektir. Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur! O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir. Artık insan, kendi kendinin şâhididir. İsterse özürlerini sayıp döksün." [218]
“Tuğyan eden azgınlar, orada (cehennemde)çağlar boyu kalırlar, orada serinlik ya da bir içimlik meşrûbat tatmazlar, ancak dünyada yaptıklarına uygun karşılık olarak kaynar bir suve irin tadarlar. Çünkü onlar, bir hesap günü olduğunu ummazlardı (buna inanmazlardı).” [219]
“Kulakları patlatan gürültü geldiğinde, İşte o günde kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, onlardan her birinin, başından aşan işi (ve derdi) vardır. O gün birtakım yüzler sevinçli, güleç ve müjdelidir. Birtakım yüzlerin de üzerini toz kaplamış ve karanlıklar örtmüştür. İşte onlar kefere-i feceredir/günahkâr kâfirlerdir.” [220]
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman; Yıldızlar düşüp söndüğü zaman; Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman; Yabanî hayvanlar bir araya toplandığı zaman; Denizler kaynatıldığı zaman; Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman; Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman; Amel defterleri açıldığı zaman; Gök, yerinden oynatıldığı zaman; Cehennem alevlendirildiği zaman; Cennet yaklaştırıldığı zaman; İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” [221]
“Cezâ günü nedir, bilir misin? Nedir acaba o cezâ günü? Hiç kimsenin başkasına hiçbir hususta fayda ya da zarar vermeye mâlik olmadığı gündür. O gün, herkesin işi Allah’a kalmıştır (O gün emir Allah’ındır, yalnız Allah emreder).” [222]
“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek. Ve sevinçli olarak âilesine dönecek. Kimin kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı temenni edecek ve alevli ateşe girecek. Bilinsin ki, dünyada âilesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarıktı. O, hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sandı.” [223]
"Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesap gününde insan için Allah'tan başka ne güç veren vardır, ne de yardım eden." [224]
“Sen hatırlatıp öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin. Ancak, yüzçevirip inkâr eden kâfir hâriç. İşte öylesini Allah en büyük azap ile cezâlandırır. Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesabı/sorguya çekilmesi de Bize âittir.” [225]
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [226]
"Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı, kalplerde ve gönüllerde olanlar ortaya konduğu vakit düşünmez mi o insan? Acaba hali nice olur? Şüphesiz Rableri o gün onların her halini bilir." [227]
“Kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur. Ameli hafif olana gelince, işte onun anası ağlamıştır! Nedir o, bilir misin? Kızgın ateş!” [228]
“O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” [229]
Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
Hesap kelimesi, çeşitli hadislerde sözlük ve terim anlamıyla zikredilmiştir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadisin bazı rivâyetlerinde Hz. Peygamber iman esasları içinde âhireti zikrettikten sonra hesabı ayrıca vurgulamış,[230] diğer bir hadiste de akıllı kimsenin, kıyâmette hesaba çekilmeden önce dünyada kendini hesaba çekmesini bilen ve davranışlarına ölümden sonrasını göz önünde bulundurarak yön veren kimse olduğunu bildirmiştir.[231] Dünyanın bir iş görme (amel), âhiretin ise karşılık bulma (ceza) yurdu olduğu şüphesizdir. Karşılık, yapılan işin türüne göre nimet veya azap şeklinde olacak, bunun da tespiti hesap ilkesi çerçevesinde yapılacaktır. Kur’an’da yer alan hesap kavramına ve hadislerin açık ifadesine göre kıyâmet gününde inceden inceye hesaba çekilecek kimse hüsrâna ve azâba mâruz kalacaktır.[232] Çünkü yaratana karşı kulluk görevini, yaratılmışlara karşı insanlık vazifesini hakkıyla yerine getirip bunun hesabını vermek imkânsız denecek kadar zordur.
Bununla birlikte gönlü Allah’a bağlı olup genel yönelişi hak çizgisi üzerinde bulunan bir mü’minin yaşı ilerledikçe rûhen erginlik kazanıp Allah’a yaklaşacağı, elli ile yetmiş yaşları arasında kalbindeki İlâhî muhabbet ateşinin alevlenip Allah’ın kendisini seveceği ve hasabını kolaylaştıracağı Enes bin Mâlik’ten rivâyet edilen bir hadiste belirtilmiştir.[233] Bütün mükelleflerin hesabını görme yetkisi şüphesiz ki hesap gününün mâliki olan Allah’a âittir. Allah kulların hesabını çabuk görecektir. Ancak hadiste de belirtildiği üzere[234] kıyâmet gününde hesap öncesi bekleyiş uzun sürecek ve insanlar bundan büyük bir ıstırap duyacaktır. Nihâyet son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) niyazı üzerine başlayacak olan hesaba onun ümmeti çağrılacaktır.[235] Birçok hadis rivâyetinde Muhammed ümmetinden yetmiş bin kişinin hesaba tâbi tutulmadan cennete gireceği haber verilmiştir. Bu rivâyetlerin bazılarında yer alan ve her bin kişi ile birlikte bin kişinin daha bulunacağı, hatta bunun da ilâvelerinin olacağı tarzındaki nakillere bakılırsa bu ifadelerin çokluktan kinâye olup gerçek sayının bilinmediği anlaşılır. Hesaba tâbi tutulmayacak veya hesabı hafif geçecek olan kişilerin başında Allah yolunda savaşıp şehid düşenler gelir.[236] Buna karşılık zenginlerin çetin bir muhâsebeden geçirileceği ifâde edilir.[237] İslâm dininde namaz, en çok tekrar edilen, bu sebeple de îfâsı sürekli azim ve irâde isteyen, dinî hayatın en belirgin göstergesi konumunda bulunan bir ibâdet niteliği taşıdığı için olmalıdır ki, imandan sonra en değerli amellerden kabul edilmiş[238] ve kıyâmet gününde hesabın namazdan başlayacağı haber verilmiştir. [239]
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir." [240]
Açıklama: Akıllı diye tercüme ettiğimiz keyyis, "işlerini iyi çeviren", "işlerini rıfkla, tatlılıkla yürüten", "hayra ulaşmakta en iyi kararı veren" gibi mânâlara da gelmektedir. Şu halde nefis muhâsebesi bu vasıflara uyan bir davranış olmaktadır. İbn Arabî der ki: "Büyüklerimiz, konuştuklarını ve yaptıklarını bir deftere yazarak, yatsıdan sonra kendilerini muhâsebeden geçirirlerdi. Deftere bakıp kendilerinden sadır olan söz ve fiil hepsini gözden geçirirlerdi. Bunlardan tevbe gerekenler için tevbe, istiğfar gerekenler için de istiğfar, şükür gerekenler için de şükrederlerdi. Onlar bu muhâsebeyi yaptıktan sonra uyurlardı. "Acizin Allah'tan temennisi bazı kuruntulardır. Yani, nefsine uyup, günahlarda ısrar ettiği, tevbe edip dönüş yapmadığı halde, Allah'ın kendisini affedeceği, cennetine koyacağı hususundaki temenni ve ümittir.
"Biz, ümmetlerin sonuncusuyuz ve hesabı ilk görülecek olanlarız. Orada: 'Ümmî ümmet ve peygamberi nerededir?' denilir. Bilesiniz, biz sonuncu olan ilkleriz (yani, dünyaya gelişte sonuncuyuz, kıyâmet günü hesabı verip cennete girmede ilkleriz.)" [241]
Zübeyr bin Avvâm, şöyle der: "O gün, naîmden (dünyada kazanıp harcadığınız, yediğiniz nimetlerden) hesâba çekileceksiniz." [242] âyeti indiği zaman dedim ki: "Ey Allah'ın Elçisi, biz hangi nimetten sorulacağız? Elimizde olan şu iki siyah: Hurma ile su'dur (başka nimetimiz yoktur). Buyurdu ki: "İşte o olacaktır (onlardan sorulacaksınız)." [243]
"Kıyâmet gününde, kula sorulacak ilk nîmet sorusu şöyledir: 'Biz senin bedenine sağlık vermedik mi, sana su içirmedik mi?" [244]
"Kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça kul bırakılmaz: Ömrünü ne işte geçirdiği, malını nereden kazandığı, nereye harcadığı ve ne iş yaptığı sorulur." [245]
"Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." [246]
"Kötülük yapmak isteyen bir kimse, onu yapmazsa (içindeki kötülük dürtüsünü uygulamayıp içinden atarsa), ona bir iyilik yapmış gibi savap yazılır." [247]
"Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki o düzeldimi bütün vücut düzelir. O bozuldumu bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir." [248]
Bir gece, Allah'ın Elçisi (s.a.s.), evinden çıktı. Ebû Bekir ve Ömer'e rastladı: "Sizi bu saatte evinizden çıkaran nedir?" dedi. "Açlık yâ Rasûlallah" dediler. "Nefsimi elinde bulunduran hakkı için sizi çıkaran şey, beni de çıkardı, kalkın!" dedi. Birlikte ensârdan bir adamın (Ebu’l-Heysem Mâlik bin Teyyehân’ın (r.a.) evine vardılar. Ebu’l-Heysem: "El-hamdü lillâh, bugün benden daha şerefli konukları olan yoktur!' dedi. Gidip onlara, üzerinde yeni kızarmış, yarı ve tam olgunlaşmış hurmalar bulunan bir hurma dalı getirdi: "Buyurun, bundan yiyin" dedi. Bıçağı aldı, Peygamber (s.a.s.) ona: "Sakın sağılı hayvan kesme!" dedi. Ensârlı onlara (bir koyun veya oğlak) kesti. Koyundan ve hurmalardan yediler, su içtiler. Yemekten doyup suya kanınca, Rasûlullah Ebû Bekir ve Ömer'e: "Nefsimi elinde bulunduran hakkı için kıyâmet gününde size bu nîmetlerden sorulacaktır. Açlık sizi evlerinizden çıkardı, bu nîmet size erişmeden dönmediniz." buyurdu.[249] Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” [250]
“Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifâde eder ki?” [251]
"Kim hidâyete/doğru yola çağırırsa, kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin savapları kadar sevap alır. Ötekilerin sevâbından da bir şey eksilmez. Kim de sapıklığa çağırırsa kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin günahları kadar günah alır. Ötekilerin günahından da bir şey eksilmez." [252]
"Allah, yanılarak, unutarak yaptıkları veya zorla kendilerine yaptırılan şeyleri ümmetimden affetti." [253]
"Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorumlu değildirler): Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifâ buluncaya kadar bunamıştan." [254]
Açıklama: 1- İslâm fıkhında büyük bir ehemmiyet taşıyan bu hadis, bütün fukahâca benimsenmiştir. Bu hadis, kişiyi fiilinden sorumlu kılmada aklı ve irâdeyi vazgeçilmez bir şart kabul eder. Aklî kemâle ermeyen çocuğun hukuka ehil olmaması, onlar hakkında himâye edici pek büyük bir rahmet olmuştur. Çağlar boyu Avrupa dahi, bütün cemiyetlerde çocuklar ezilirken, İslâm dünyasında hukukî ehliyetsizlik sebebiyle büluğ çağına kadar sorumlu sayılmamış, mal ve can yönüyle velînin himâyesine tevdî edilmiştir.
İslâm âleminde çocuklar mahkemeye bile nadir hallerde ve belli yaşlardan sonra celb edilirken, Batı'da, işlenen suç sebebiyle büyüklerle aynı cezaya çarptırılarak gerekiyorsa idam bile edilmiş, büyüklerle birlikte aynı hapishanelere atılmıştır. Bu durumun çocuk fıtratına uygun gelmediğini Batı, ilk defa 19. asrın sonlarında anlamaya başlamış, çocukların hukukî ehliyetsizliği, ayrı mahkemelerde muhakemesi, hapisten ziyâde ıslah evlerine, koruyucu ailelerin yanına verilmesi gibi fikir ve müesseseleri geliştirmiş ve bu paralelde bir hayli yol almıştır. Oradan bize de "çocuk mahkemeleri" fikri gecikerek geçmiştir.
2- Âlimler, bu hadise dayanarak çocukların şer fiillerinin yazılmadığını kabul ederken, başka hadislerden hareketle hayırlı fiillerin yazıldığını, bu fiillerin, hem çocuğun terbiyecileri durumundaki anne ve babasına ve hem de kendisine uhrevî faydalar sağlayacağını belirtirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.), "çocuğun haccının makbul olduğunu, ona hacc yaptıran annesine de sevab geleceğini" beyan etmiştir. Keza bir başka hadiste "Çocuklara namazı emredin" buyurulmuştur. Kısacası çocuklar hakkında hayır kaleminin yazmaya başladığını gösteren rivâyetler mevcuttur. [255]
"İnsanlar kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira'lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır." [256]
Açıklama: Kıyâmet günü, hesap verme esnâsındaki ahvalle ilgili olarak muhtelif hadisler gelmiştir. Bunların bir kısmı ter hâdisesi ile ilgilidir. Sadedinde olduğumuz hadis, insanların, hesap vermenin sıkıntısıyla yerin dibine yetmiş arşın inecek ve yerin üstünde de kulaklara kadar yükselip insanları konuşamaz hale getirecek bir derya teşkil edecek kadar çok terleyeceklerini ifade etmektedir. Âlimler, bu ter herkesin kendi teri midir, müşterek terleri midir, bu konuda ihtilâf ederler. İyâz: "Bundan kişinin müşâhede ettiği korkunç haller nispetinde salacağı terin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hem kendi, hem başkasının teri kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha hafif sıkıntı verir. Bütün bunlar, insanların izdiham ve birbirlerine sıkışmasından terin yerin altına yetmiş arşın nüfuz etmesinden sonra, yer üstünde akıp birikmesinden meydana gelir. Tıpkı suyun toprak tarafından emilmesinden sonra bir vadide akması gibi" der. İbn Hacer, bu terleme hâdisesini, bir başka hadisin yardımıyla daha güzel açıklar. Hadis şudur: "Kıyamet günü güneş arza (bir mil kadar] yaklaşır. İnsanlar terlerler. Kimi vardır, teri ökçesine kadar yükselir, kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna kadar yükselenler, böğrüne kadar yükselenler, omuzuna kadar ve hatta ağzına kadar -ve eliyle işaret eder- yükselenler, vardır. Ağzına kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen bürür -ve bunu söylerken elini başının üzerine vurur.-" Bazı rivâyetlere göre hesap gününün sıkıntısı o kadar şiddetlidir ki, insanlar: "Ey Rabbimiz, cehenneme giderek de olsa bizi bundan kurtar!" diye talepte bulunurlar. Müslim'in bir rivâyetinde tere batmanın, kişinin ameliyle mütenâsip olacağı belirtilmiştir.
Bir başka hadiste bu bekleme müddetinin kırk yıl olacağı; bir diğerinde bir günün yarısının, dünya zamanına göre elli bin yıl olacağı, ancak mü'mine bu günün, güneşin batma anı gibi hafif geleceği belirtilmiştir. Beyhakî'nin bir hadisinde bu sıkıntılı halin kâfirlere mahsus olduğu açıklanmıştır.
"O günün sıkıntısı kâfire çok şiddetlenir. Öyle ki ter onu gemler!" Denildi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü mü'minler nerede olurlar?" Buyurdular ki: "Onlar altın kürsüler üzerindedirler, onlara bulutlar gölge yapar." Bazı rivâyetlerde de "amelleri gölge yapar", bazı rivâyetlerde de "güneşin, insanların başlarına iki yay boyu yaklaşacağı" ifade edilmiş ise de, (imanda kemal sahibi) mü'minlere bu harâretin zarar vermeyeceği belirtilmiştir.
Özetle, hesap günü uzun bir müddettir, sıkıntısı çok büyüktür. Ancak mü'minler, amellerine göre o günün sıkıntısını az veya çok az bir derecede atlatacaklardır. İbn Ebî Cemre: "Sadedinde olduğumuz hadis bu sıkıntının bütün insanlara şâmil olacağını ifâde ederse de; başka hadisler, bunun onlar çoğunluk da olsa birkısım insanlara mahsus olduğunu açıklar; peygamberler, şehidler ve Allah'ın diledikleri bundan istisnâ edilmiş, en şiddetli ter sıkıntısının da kâfirlere, sonra kebâir (büyük günah) ehline, sonra bunları tâkip edenlere olacağı, mü'minlerin kâfirlere nispetle az oldukları belirtilmiştir. "İbn Ebî Cemre, bu hadislerden akla gelebilecek: "İnsanlar muhtelif bazda oldukları halde hepsi nasıl kulaklarına kadar tere banar, bu arada ter bir kısmının ayağını bürümez...?" gibi sorulara: "Bunlar uhrevî, gaybî ihbarlardır, aklî izahı yoktur, kuvvetli iman sahipleri tasdik eder..." mânâsında cevap verdikten sonra der ki: "Bu durumu haber vermenin maksadı dinleyenleri uyarmak, mü'minleri bu korkunç hallere düşmekten koruyacak amellere teşvik etmek, günahlardan tevbeye sevketmek, kerim ve bağışlayıcı olan Rab Teâlâ'ya ilticâ etmeye, bu hallerden ve ateşten koruyup, rahmet ve cennetine dâhil etmesini talep etmeye bir sevktir."
"Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (kıyâmet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde o gün, sâlih bir ameli varsa, o zulmü nispetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı (sevapları) yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir." [257]
Açıklama: Hadis, mü'minleri, mü'min kardeşine karşı haksızlık yapmamaya, şâyet yapmış ise helâlleşmeye tevşik etmektedir. Bu haksızlık, "ırz"la ifade edilen mânevî varlığına karşı olabilir. "Başka bir şey" tâbiriyle de "bütün çeşitleriyle mal", "yaralama", hatta "tokat"a varıncaya kadar her şey kastedilmiştir. Nitekim Tirmizî'nin rivâyetinde "ırz ve mal nevinden..." denmiştir. Müslim'de bu mânâ bir başka üslûpla ifâde edilmiştir: "Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki: Kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını yemiştir. Hasenâtı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar bitmeden hasenâtı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine yüklenir ve böylece ateşe atılır." Bu hadis, "Bir günahkârın günahı diğerine yüklenmez" [258] âyetine muhâlif düşmez. Zira bu kimse, kendi fiili ve zulmü sebebiyle cezalandırılmıştır. Çünkü hasenâtı, Allah'ın kullar hakkındaki adâleti gereği, seyyiâti mukabilinde alınmıştır. Humeydî, Kitabu'l-Muvâzene'de demiştir ki: "İnsanlar üç kısımdır: Hasenâtı seyyiâtına üstün gelenler. Seyyiâtı, hasenâtına üstün gelenler. Hasenâtı ve seyyiâtı eşit olanlar.
Birinciler, Kur'an'ın nassı ile kurtuluşa ereceklerdir. İkinciler, sevâbından fazla olan günahı sebebiyle, nefhadan (İsrafil'in sûra üflemesinden) ateşten çıkanların sonuncusuna kadar, şerrinin azlığı çokluğu nispetinde azap edilecektir. Üçüncüler, a'raftakilerdir (A'raf cennet ve cehennem arası bir yerdir). "Bu görüşü bazı âlimler: "Allah'ın azâb etmeyi murad ettikleri" diye kayıtlaması, keza üçüncü kısım için de: "Üç görüşten en kuvvetli olanı" diye açıklaması gerekirdi diye tenkit etmişlerdir. Ayrıca Humeydî, "Seyyiâtı hasenâtına galebe çalanlar da iki kısımdır: "Azap çekip şefaatle ateşten kurtulanlar, günahı affedilip, hiç azap çekmeyenler" demiştir.
"Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak." (Râvî Ebû Hureyre) der ki: "Biz şunu da işitirdik: "Kıyâmet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: "Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!" [259]
Açıklama: Nevevî, hadisi açıklama sadedinde der ki: "Bu hadis, hayvanların da kıyâmet günü haşredileceği ve tıpkı teklif ehli insanların, çocukların, delilerin ve kendilerine tebliğ ulaşmayanların iadesi (yeniden diriltilmesi) gibi, onların da iade edileceği hususunda bir açıklamadır. Bu hususta Kur'an ve sünnette deliller mevcuttur. Âyet-i kerimede Rab Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Vahşi hayvanlar haşr edildiği zaman" [260] Âyet ve hadiste gelen bir kelimenin zâhirini esas almaya aklî veya şer'î bir engel yoksa onu zâhirine hamletmek vâcip olur. Âlimler derler ki: "Kıyâmet günü, yeniden diriltilme ve haşredilmek için mücazât, mükâfat veya sevap şart değildir. Boynuzlu keçinin kabış/boynuzsuz keçi için kısas olması, teklif kısası değil, mukabele kısasıdır."
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlulullah (s.a.s.): "Âhirette kimin hesabı münâkaşa edilirse, azaba mâruz kalacak demektir!" buyurmuşlardı. Ben: "Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): "O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek"[261] buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil mi)?" dedim. "Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet günü hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!" [262]
Açıklama: Burada geçen münâkaşatü'l-hesâb tâbiri, hesâbın tahkik ve tedkikini ifâde eder. Zemahşerî, Fâik'te "hesap münâkaşası"nı "hesapta zorluk çıkarmak, az çok hepsini ortaya dökmek, sayıya dâhil etmek" şeklinde açıklar. Kişinin helâk olması, burada "yapılan ince hesap sonucu, fazla gelen günahları sebebiyle azap çekmesi"dir.
Rasûlullah'ın arz diye ifade buyurduğu âyet-i kerime, inceden inceye yapılan bir hesabın sonucunu bildirmemiş olmakta, amelin arzını ifade etmektedir. Tîbî der ki: "Hadiste geçen "bu arzdır" ifadesinin mânâsı şudur: "Âyette mezkür olan hesap, kulun eksikliklerine rağmen Allah'ın dünyadaki lütfunu ve bu eksikliklerin âhiretteki affını bilmesi için mü'minin amellerinin bir arzıdır. "Rasûlullah, bu hadislerinde "hiçbir kimsenin ameliyle cennete gidemeyeceğini" ifade ettiğine göre, ebedî cennet, insanların dünyada yaptıkları amellerin neticesi değildir. Şu halde inceden inceye, amellerimiz üzerine yapılacak hesabın sonucu olarak cennete gitmek mevzûbahis olamaz. Cennet, lutf-u İlâhînin neticesidir. Allah'ın lütfu tecelli edenlerin kitapları sağından verilmiş olacaktır. Şüphesiz ki, İlâhî rahmetin tecellîsinde amel defterinin muhtevâsı etkendir.
"Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teâlâ: ‘Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın eksikleri nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir." [263]
Açıklama: Hadis, kişinin Allah'a karşı borçları arasında en önemlisinin namaz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadis, insanlar arasında kıyâmet günü hesabı görülecek ilk şeyin kan olacağı hususundaki hadise ters düşmez. Çünkü bu ikinci hadis, insanlar arasındaki hukuktan; öbürü ise Allah'a karşı olan hukuktan bahsetmektedir. Âlimler bu iki hukuktan hangisi öncelik kazanır, sorusu üzerinde de durmuş ve önceliğin Allah'a karşı olan hukuk olduğunu belirtmiştir. Deliller bunu göstermektedir.
Hadis, hesap sırasında farzlarda çıkacak eksikliklerin, kulun sünnet ve nâfile nevinden kılmış bulunduğu namazlarla tamamlanacağını, onların da hesaba gireceğini belirtiyor, yeter ki kişinin amel defterinde bu çeşitten ibâdetler yapılmış olsun. Farzdaki eksiklik nedir, sorusu farklı ihtimaller getirmiştir; Bir ihtimale göre, bununla farz namazların miktarca noksanlığı değil, farz namazlarda yerine getirilmesi gereken huşû, zikirler, duâlar gibi farz sevabını artıran bazı sünnetler ve meşrû heyetlerin noksanlığı kastedilmiş olabilir. Bu duruma göre, kişi bu sünnetleri farzda ihmal etmiş ve fakat tatavvu (nâfile) namazlarda yerine getirmişse, burada oraya aktarma sûretiyle oradaki eksiklik tamamlanılacak demektir.
Yine; "bu ifade ile, farz namazların farzları ve şartlarında ortaya çıkacak eksikliklerin kastedilmiş olması da muhtemeldir" denmiştir. "Bizzat farz namazlarının terki ile hâsıl olan eksikliğin sünnetlerle telâfi edileceği de kastedilmiş olabilir" de denilmiştir. Öyleyse, hadiste, diğer farzlarda bu muhtevada yapılacak eksiklikler, nâfilelerle tamamlanacaktır. Cenâb-ı Hak vaad edince, o, yerine mutlaka gelir. Rasûl-i Ekrem'i de, O'nun nâmına haber verir.
"Kıyamet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır." [264]
Bu hadis, insanlarla ilgili hukukta ilk hesaba çekilecek meselenin "kan"la ilgili meseleler olduğunu ifade etmektedir. Bir önceki hadiste ise, ilk hesabın namazla ilgili olduğu belirtilmiştir. Zâhirde bir zıtlık görülür ise de, aslında yoktur. Çünkü biri Allah hakkına ait meselelerde ilkle; diğeri ise kul hakkına ait meselelerde ilkle ilgilidir. Nitekim Nesâi'de gelen bir rivâyet ikisini birlikte zikretmektedir: "Kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır. İnsanlar arasında (cereyan edenlerden) ilk hesabı yapılacak şey de, kandır." İbn Hacer: "En mühim olanla başlamak, prensip olması sebebiyle, bu hadis, kan meselesinin ehemmiyetini nazarlarımıza arzediyor" der. Bazı âlimler: "Kazâ (hüküm) insanlara hastır, hayvanlarla ilgili olarak kazâ yoktur" demiş ise de, İbn Hacer, "Bunun hatalı olduğunu, hadisin insanlar arasındaki kazânın önceliğinden bahsettiğini; bu ifadede, meselâ insanlar arasındaki hükümden sonra hayvanlar arasında da hüküm olacağının nefyedilmediğini" belirtir. Yeri gelmişken kanın ehemmiyetini ifade eden bir başka hadis daha kaydetmek isteriz: "Dünyanın zevali, Allah indinde mü'min bir kulun (haksız yere) öldürülmesinden daha hafif kalır" veya "Mü'minin katli Allah indinde dünyanın zevalinden daha büyük (bir cürüm)dür." Dünyanın zevâlinde, pek çok mü'minin helâki de bulunması sebebiyle hadisin ifadesinde müşkillik bulunduğu ifade edilmiş ise de, daha önce de açıklandığı üzere, burada "Allah nazarında" tâbiri meseleyi halleder: Hadislerde Allah nazarında sinek kadar değeri olmadığı belirtilen dünya, ehl-i hevânın dünyasıdır, dünyanın isyanlarla, cinâyetler ve haksızlıklarla dolu olan yönüdür, nefs-i emmâreleri tatmin eden yönüdür. Bu yönüyle dünyanın Allah nazarında sinek kanadı kadar değeri yoktur. Öyleyse hadiste, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsının tecelligâhı veya âbid kullarının ibâdet edip, âhiret için ekim yaptıkları dünya maksut değildir.
"Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından ve vücudunu nerede çürüttüğünden." [265]
Açıklama: Bu hadis, başka tariklerden de gelmiştir. Yine Tirmizî'de gelen bir başka veçhine göre "Kişiye beş şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tüketti, gençliğini nerede çürüttü, malını nerede kazandı, nereye harcadı ve bildiği ile ne derece amel etti?" Bu rivâyette, gençliğin ayrıca mevzubahis edilmesi, insan hayatı içerisinde onun ayrı bir ehemmiyet taşıdığını ifade eder. Ehemmiyetlidir, çünkü ibâdet vs.yi yapmada güç kuvvet bulunan bir devredir. Bu devrede yapılan ibâdetler daha kıymetlidir.
Yine Tirmizî'nin bir hadisi, kişinin Allah huzurunda tek başına hesap vereceğini daha açık olarak ifade eder: "Sizden herbirinize mutlaka, arada herhangi bir tercüman bulunmadan Rabbi, kıyâmet günü konuşacaktır. Kişi sağına bakacak, hayatta göndermiş olduğu (sâlih) amelden başka bir şey göremeyecek. Sonra soluna bakacak, yine dünyada iken gönderdiği (kötü) amelden başka bir şey görmeyecek. Sonra karşısına bakacak, ateşin kendisini beklediğini görecek." Rasûlullah (s.a.s.) bu noktada şu tavsiyede bulunur: "Sizden her kim kendini ateşe karşı, bir yarım hurmayla da olsun, koruyabilirse onu yapsın."
"Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzûr-ı İlâhî’ye) getirilir. Allah Teâlâ: ‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) Beni unuttuğun gibi!’ buyuracak." [266]
Açıklama: Hadis, sayılan nimetlere mazhar olan bir kimsenin, nimetlere şükürle mukabele etmemesi halinde kıyamet günü, Cenâb-ı Hakk'ın da onu nisyâna (unutulmaya) mahkûm edeceğini bildirmektedir. Allah'ın kulu unutması, onu azâba terk etmesi, rahmetini tecelli ettirerek azaptan kurtarmaması demektir.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "(Ashâb, Rasûlullah'a): ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?’ diye sordular. Allah’ın Rasûlü: "Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?" diye sordu. Ashab: ‘Hayır!’ deyince: "Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ deyince: “Nefsim yed-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Rab Teâlâ: ‘Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi?’ diye soracak. Kul: ‘Evet ey Rabbim!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?’ diyecek. Kul bu soruya: ‘Hayır!’ karşılığını verecek. Rab Teâlâ da: ‘Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen beni unuttuğun gibi!’ diyecek. Sonra ikinci kul Allah'ın karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: ‘Evet! ey Rabbim!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?’ diye sorar. Kul: ‘Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!’ der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) hayır senada bulunur. Rab Teâlâ: "Bu hususta lehine şehadet edecek biri var mı?" diye soracak. Kul: ‘Hayır, yok!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Şimdi senin aleyhine bir şahit gönderilecek!’ der. Kul kendi kendine: ‘Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?’ diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: ‘Haydi konuş!’ denir. Uyluğu, eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah'ın gadabına uğrayan münâfıktır." [267]
"Mü'min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himâyesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: ‘Şu şu günahlarını biliyor musun?’ Mü'min kul, iki kere: ‘Evet ey Rabbim, biliyorum!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!’ buyurur. Sonra ona hasenât defteri verilir. Ama kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlûkatın huzurunda: ‘Bunlar Allah namına yalan söylemişler (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah'ın lâneti zâlimleredir’ diye nidâ olunur." [268]
Açıklama: Daha önce de temas edildiği gibi, her kul Allah'ın karşısına çıkarılıp, birer birer hesaptan geçirilecektir. Bu muhâsebede Allah mü'min kuluna bir rahmet olarak hususi şekilde hitap edecek, kusurlarını, başkaları duymayacak şekilde sayıp dökecektir. İşte bu hitap necva kelimesiyle ifade edilmiştir. Necvâ, fısıldamak, baş başa konuşmak, gizli konuşmak gibi mânâlara gelir. Kirmânî: "Bu hitaba necvâ denmesi, kâfire olan hitabın alenî olması sebebiyledir" der.
Hadiste, kişinin gizli yaptığı günahları başkasına açmamasına bir telmih mevcuttur. Çünkü Cenâb-ı Hak dünyada gizli kalan günahları kıyamet günü affettiğini ifade etmektedir. Bu ifadenin mânâ-yı muhâlifinden, alenî yapılan veya aleniyet kazanan günahların affı hususunda garanti olmadığı mânâsı çıkar. Şârihler bu sadedde gelen hadislere dayanarak, kıyâmet günü âsi mü'minlerin iki kısım teşkil edeceğini söylemişlerdir.
Birinci kısım: Günahı kendisi ile Rabbi arasında kalanlar. İbn Ömer hadisi, bunların da iki kısma ayrıldığını ifade eder: 1- Günahı dünyada örtülenler, Allah kıyamet günü bu günahları onlara karşı örtecektir. 2- Günahları âşikâr olanlar. Hadis bunların kıyâmet günü öncekilerin hilâfına muâmele göreceğini ifade eder.
İkinci kısım: Günahı kendisi ile kullar arasında olanlar. Bunlar da iki kısımdır: 1- Günahları, sevaplarına galebe çalanlar: Bunlar ateşe girerler, şefaatle tekrar çıkarlar. 2- Günah ve sevapları eşit olanlar: Bunlar da aralarında kısaslaşmadan cennete giremezler.
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek: ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihânet ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): "Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri, isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin ceza ise, eğer cezan onların günahları nispetinde ise, başa baştır; ne lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır" buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü dedi ki: "Sen Allah'ın kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Mealen): "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (mizana koyarız). Hesaba çekenler olarak da Biz yeteriz."[269] Adam tekrar: ‘Allah'a yemin olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Ben hem kendim ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum. Seni şâhid kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)’ dedi." [270]
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) güldüler ve: "Neye güldüğümü biliyor musunuz?" buyurdular. Biz: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!’ dedik. "Kulun Rabbine olan hitabından!" buyurdular ve şöyle devam ettiler: "Kul şöyle der: ‘Ey Rabbim, Sen beni zulümden korumadın mı?’ Rab Teâlâ: ‘Evet korudum’ buyurur. Kul da: ‘Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını asla istemiyorum’ der. Rab Teâlâ: ‘Bugün sana tek şâhid olarak nefsin, çok şâhid olarak da kirâmen katibîn kâfidir’ buyurur. Rasûlullah devamla dedi ki: "Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: ‘Konuş!’ denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim’ der." [271]
"Aziz ve celil olan Allah (kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı mahlûkatın üstünden seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar: "Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?" Kul: "Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)" der. Rab Teâlâ sorar: "(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?" Kul der:"Hayır! Ey Rabbim!" Aziz ve celil olan Allah: "Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!" buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir)" yazılıdır. Sonra, Rab Teâlâ der: "Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!" Kul sorar: "Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?" Rab Teâlâ der: "Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan'ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah'ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz." [272]
Ebu Mes'ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü, dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?" Şu cevabı verdiler: "Müslüman olduktan sonra iyi olana, Câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm'daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır." [273]
Açıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman olan bir kişinin daha önceki hayatından suale mâruz kalıp kalmama meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir. İslâm olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var. Hattâbi der ki: "Bu hadisin zahiri, ümmetin icma ettiği "İslâm, öncesini siler" hükmüne muhalefet eder. Allah Teâlâ: "O küfredenlere söyle ki: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir" [274] buyurmuştur." Hattâbî devamla der ki: "Bu hadisin mânâsı şöyle olmalıdır: "Kâfir, Müslüman oldu mu geçmişinden muaheze olunmaz. İslâm'da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte, aşırı, şiddetli masiyetlere girerse, İslâm'da işlediği cinâyeti sebebiyle muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır. Sanki şöyle denir: "Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı? Müslümanlığın seni bunlardan men etmedi mi?" İbn Hacer, bu görüşü: "Önceki amelinden yapılacak evvelki muâheze, başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi, cezalandırma suretiyle olacaktır" diye özetler. Hadiste geçen "isâe" (günah, kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü "küfür", "isâe"nin nihâyeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu hadisi "Büyük günahların en büyüğü şirktir" hadisinden hemen sona zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş olmaktadır."
"Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) davet etmiş olsa dahi!" Sonra şu âyeti okudu. (Meâalen): "Onları hapsedin, çünkü onlar mes'uldürler" [275]
Açıklama: Burada kişinin, propagandasını yaptığı şeyden sorumlu olduğu ifade edilmektedir. İnsanları, bir kişi bile olsa her neye davet etmişse ondan ayrılmayacak ise, kötülüğe çağıran kimse, kötülüklerin yer aldığı cehennemde olacak demektir. Âyetteki "mes'uldürler" ifâdesini müfessirler, "akidelerinden, sözlerinden ve hareketlerinden" diye açmışlardır.
Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Kevser havzının kapları nedir?" Şu cevabı lutfettiler: "Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman'dan Eyle'ye olan mesâfe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır." [276]
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen geri çekilecekler."Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım!" derim. Ama bana:"Senden sonra bunların ne bid'atlar yaptıklarını sen bilmezsin!" denilir. Ben de:"Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten uzak olsun!" derim." [277]
Müslim'in bir diğer rivâyetinde Ebu Hureyre'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı devesinden başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları kovarım!" Yanındakiler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizi tanıyacak mısınız?" dediler."Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: "Ey Rabbim onlar benim ashabım, onlar benim ashabım!" diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip:"Senden sonra onlar ne bid'alar ortaya çıkardılar biliyor musun?" diyecek."[278] Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: "Havuzum Eyle ile Aden arasınaki mesâfeden daha geniştir. Onun rengi kardan daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onun maşrabaları yıldızlardan daha çoktur."
Yezid İbn Erkam (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!" Yezid'e: "O gün siz ne kadardınız?" diye soruldu da: "Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!" diye cevap verdi." [279]
Açıklama: Hadisin Ebû Dâvud'daki aslında şu ziyâde var: "Biz (bir seferde) Rasûlullah (s.a.s.)'la beraber idik. Bir yerde mola verdik. (Bu sırada) buyurdular ki: "...Kaydedilen bu ziyade, Yezid İbn Erkam'ın "Kaç kişi idiniz?" sorusuna verdiği cevaptaki isabetlilik hususunda kanaat verir. Aksi takdirde: "O sıralarda bütün Müslümanların sayısı ne kadardı?" gibi bir muhtevâda anlamak gerekir ki, buna verilen cevap daha az yakin hasıl eder. Ancak Rasûlullah’ın (s.a.s.) burada rakamın hakikatını değil de, kesrette mübâlağa kasdetmiş olması da muhtemeldir.
Son hadisler, âhiretteki havuzla ilgili farklı bilgiler sunmaktadır. Havuz, Kevser havzı diye de adlandırılır. Kur'an-ı Kerim'de Kevser Sûresinde bahsedilen kevserle de bu havzın kastedildiği kabul edilmiştir. Kevser, mütevâtir denecek kadar çok sayıda sahâbî tarafından zikredilmiş gaybî bir hakikattir, inanılması şarttır. Bazı tahkiklerde kevserle ilgili rivâyette bulunan sahabilerin sayısı elliden fazladır. Rasûlullah (s.a.s.), Kevser sebebiyle de diğer peygamberlere bir üstünlüğe sahip olacaktır. Rivâyetler, cennetteki kevserin, cennet kapılarının yanında ve el'an mahlûk olduğunu ifade eder. Makbul görüşe göre iki adet kevser mevcuttur. Biri cennetin içindedir, diğeri sırattan öncedir ve mahşer yerindedir. Bir hadis, her peygamberin bir kevseri olduğunu belirtiyor. Ancak onlar Rasûlullah'ın kevseri kadar büyük değildir.
Kevser, sırattan sonra ümmetin bir toplanma yeridir. Rasûlü Ekrem'le bir buluşma, görüşme yeridir. Rasûlullah, oraya kadar gelebilen bir kısım kimselerin oradan kovulacağını belirtmiştir. Bu kovulanlar kimlerdir, bu hususta ihtilaf vardır. Bunlara: "Münafıklar ve mürtedler" diyen olmuş. "Rasûlullah zamanında mü'min olup da sonradan irtidat edenler" diyen olmuştur. Ancak Hattâbî: "Ashâb-ı Kiram'dan irtidat eden yoktur, irtidat edenler çöl Araplarıdır" demiştir. Bazıları: "Bunlar, mü'min olarak ölen büyük günah sahipleri ile bid'atları küfür derecesine ulaşmayan ehl-i bid'attır" demiştir. Bunların cehenneme gitmeleri kat'î değildir. Günahları, kusurları sebebiyle havzın yanından kovulmuş olsalar da, Allah'ın rahmetine mazhar olarak cennete girmeleri de muhtemeldir. İbn Abdilberr: "Havuzdan kovulacaklar zümresini, ehl-i bid'at ile dinde bid'at çıkaranlar, zulümde ileri gidenler, haksız yere mal yiyenler, günah-ı kebireyi alenî işleyenler teşkil edecek" der. Bunların havza kadar yaklaşmalarının, kıldıkları namazların tesiriyle, abdest uzuvları ve alınlarında zuhur eden nur ve parlaklık sayesinde olduğu belirtilmiştir.
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Ateşi hatırlayıp ağladım. Rasûlullah (s.a.s.): "Niye ağlıyorsun?" diye sordu."Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?" dedim."Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı; yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar." [280]
Açıklama: Gaybî olan hakikatlerden biri mizandır. Ahirete imanın bir cüz'üdür. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, bi'l-icmâ "Mizan haktır" demiştir. Hadislerden başka, Kur'an'la da sâbittir. Âyet-i kerimede: "Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz" [281] buyurulmuştur. Mizan, kıyâmet günü kurulur. Kulların amellerinin yazılmış olduğu defterler mizanda tartılır. Bu mizanın iki kefesi vardır; biri hasenatın tartılması için, diğeri de seyyiatın. Hasan Basrî'den gelen bir rivâyete göre mizanın bir de dili vardır. [282]
İnsan Bu Mes’ûl...
İnsanoğlu, dünyada geçirdiği ömürden, sıhhat ve âfiyetten, kazanıp harcadığı mal-mülk ve servetten, harcadıklarından, harcamayıp geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir. Buhârî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık ve boş vakit.” Zira kazanmak ve hayır yapmak bunlara bağlıdır. İnsan, yapması gerekirken yapmadıklarından ve yapmaması gerekirken yaptıklarından, söylemesi gerekirken söylemediklerinden ve söylememesi gerekirken söylediklerinden sorulacaktır. “O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”[283]; “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [284]
İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına sahip irâdeli bir varlıktır. Âhirette, dünyada işlediklerinden tek tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını görür. Dilediğini yapan, dilemediği karşılığı alır. Elbette, dünya ceza ve ödül yeri değil; imtihan yeri olduğundan, nice suçlar dünyada cezasız kalabilir. Allah imhâl eder ama ihmâl etmez. Hiçbir suçun ve hayrın karşılığını ihmâl etmez, ama dilediğini sonraya erteler; bu sonra bazen âhiret olur.
İrâde sahibi olup seçme hakkına sahip olmak; sorumluluk doğurur, sonuçlarına katlanmayı gerektirir. İnsan nelerden ve neye karşı sorumludur? Esas sorumluluk Allah’ın emir ve yasaklarına karşı O’na olan sorumluluktur. Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratılan insan,[285] bu kulluğu ne oranda yapıp yapmadığıyla ilgili sorguya çekilecektir. Ruhlar âleminde Rabbini tanıyıp[286] O’na kulluk yapmaya söz veren insan, bu ahdinden sorumludur. Dünyada bu sorumluluğu unutan bir tavırla yaşayınca, esas olarak âhirette sorguya çekilecek, bunun karşılığını görecektir. Sorumlu tutulmanın temel şartları: Ergenlik, akıl ve hürriyettir. Allah’a karşı sorumluluk; öncelikle itikadî konularda olur. Allah’ın en büyük hakkı, hiçbir şeyi kendisine şirk/ortak koşmadan O'nu bir’leyip ibâdet/kulluk yapmaktır.[287] Sonra bu imanın gereği olarak itaat etmek, sâlih amel dediğimiz kulluk görevlerini yapmak, her davranışını Allah’a ibâdet bilinciyle ve O’nu görür gibi yerine getirmektir. İnsan O’nu görmüyor olsa da O kendisini her an görmekte, her yaptığı yazılmakta ve tek tek hesabının sorulacağı gün için kayda geçirilmektedir. Bu sorumluluk içinde aynı zamanda ahlâkî ilkeler de yer almaktadır.
Kimlere karşı sorumlu olduğumuz şu âyet-i kerimede belirtilmektedir: “De ki: ‘Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, Rasûlü de, mü’minler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilene (Allah’a) döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir.”[288] Bu âyette sorumlu olduğumuz ilk ve esas mercînin Allah olduğu vurgulanır. Yani O’nun mahkemesi, ceza günü, âhirette hesaba çekilmek. Sonra Rasûl ile ifâdelendirilen İslâmî otorite, şeriat mahkemesi. Diğer bir sorumluluğun “mü’minler” şeklinde ifadelendirildiği görülür, yani kamuoyu mahkemesi. Ve nihâyet kendimize karşı sorumluyuz, yani vicdan mahkemesinde yargılanmamız sözkonusudur.
İnsan, kendine karşı da sorumludur. İnsanın hangi çeşit olursa olsun günah işlemesi, öncelikle kendine karşı bir zulümdür, sorumsuzca davranıştır. Zulüm, hak edene hakkını vermemek demek olduğundan, vücudumuz, organlarımız Allah’a itaat etmek için yaratılmıştır. Allah’a her isyanda insan öncelikle kendisine, kendi organlarına zulmetmiş olmaktadır. Bu zulüm, âhirette cezalandırılarak insan kendine ve organlarına yazık etmiş olacaktır. “Vücut benim değil mi, istediğimi yapar, dilediğime satar, istediğimle yatarım” diyen insan, sorumsuz ve akılsız bir zâlimden başkası değildir. Müslüman bilir ve inanır ki, kalbi, aklı ve vücut organları dâhil, gerçek anlamıyla hiçbir şeyin sahibi değildir. Herşeyin gerçek sahibi, mülkün sahibi Allah’tır. İnsan sadece emânetçidir. Allah dilediği kadar nimeti dilediği kimselere emânet olarak vermiş ve her nimeti nereye kullanması gerektiğini bildirmiş ve bunu yerine getirip getirmediğinden de insanı sorumlu tutacağını açıklamıştır. İnsan, sahip olduğunu zannettiği her şeyin sadece bekçisi ve emânetçisidir, esas sahibi emânetlere ihânet edip etmediğinden onu hesaba çekecektir. Bir veznedar kendisine emânet olarak teslim edilmiş olan paraları istediği şekilde kullanırsa, ne tür bir şeyle karşılaşacaksa; her insanın, emânet edilen imkânları da istediği gibi kullanması aynıdır. Mal, ömür, sağlık, zaman, emrimiz altında bulunanlar, aile üyeleri, el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, bilek ve yürek, kısaca tüm nimetler bizden sorulacaktır. İnsanoğlu, hem nefsinin/hevâsının ve hem de emânet olarak verilenlerin çobanıdır. “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmeyin.”[289] İnsan için toplam kalite, sorumluluk bilincine sahip müttakî bir mü’minlikle mümkündür. Dünyanın imtihan dünyası olması, bu sorumlulukla, her şeyden sorguya çekilecek olmasıyla ilgilidir. İmtihanda gülüp oynamak, gafletle vakit öldürmek, herkesin gözü önünde birçok hata yapmak ne kadar yanlışsa; bu dünyadaki Allah’tan uzaklaştıran oyalayıcı şeylerle çocuk gibi oynayıp durmak da o kadar yanlıştır.
İnsan; beden, akıl ve ruhtan meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın kendine karşı vazifeleri de: Bedenî, aklî ve rûhî olmak üzere üçe ayrılır. Hepsine hak ettiği kadar hakkını vermek, emânet bilincine sahip sorumlu bir şahsiyet olmak demek olduğu gibi, aynı zamanda bu üç gücü dengelemek, uyumlu ve huzurlu bir insan olmanın dünyadaki güzelliğini tatmak için de şarttır.
Temizlik, sağlığı korumak ve bu konuda tedbirler almak, temiz ve güzel/helâl yiyecek ve giyecekle donanmak, çevre temizliğine dikkat etmekle insan bedenine karşı sorumluluğunu yerine getirir. Akıl ve ruh sağlığı için sağlam bir imanın şart olduğunu belirtelim. Fıtrat olarak sağlam bir şekilde emânet edilen akıl ve ruhun sağlığını korumak için ana kaynak iman ve takvâdır. İlme, yönelmek, ibâdetlere devam etmek, ahlâkî özelliklere riâyet etmek akıl ve ruh sağlığı açısından da çok önemlidir. Akla ve ruha zarar verecek her şeyden sakınmak, içki, kumar, tembellik, ibâdetsiz bir hayat, sorumsuzca bir yaşayıştan kaçınmak bu açıdan da önemlidir. Güzel bir çevre seçmek, çevre şartlarını güzelleştirmek, akla ve ruha gıda verebilecek arkadaşlık ve cemaat tercihinde bulunmak, şahsiyet, özgüven ve güçlü bir irâde, cihad rûhu da akıl ve ruh sağlığı konusunda çok önemlidir.
Özgürlük çığlıklarıyla nefsini/hevâsını putlaştıran, günümüz insanı sorumluluklarından kaçmak istiyor. Görev bilincinden, ne yapması gerektiğinden önce, özgürlüklerinden ve haklarından yola çıkıyor. Kendine kimsenin karışmasını istemiyor. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin kendisine yapılmasını da, kendisinin bu görevleri başkalarına yapmasını da istemiyor. “Özgürlük var” diyerek, kendi nefis putuna toz kondurmuyor.
İnsan, bunun dışında nelerden sorumludur? Yaptıklarından: Yapmaması gerektiği halde yaptıklarından. Terkettiklerinden: Yapması gerektiği halde yapmadıklarından. Kötü örnek olduklarından: Özellikle kendisini örnek alan kişilere güzel örnek olması gerektiği, hal diliyle iyiliği tavsiye etmesi gerektiği halde, kötü örnek olduğu her durumdan. Sebep olduğu şeylerden, iş veya olaylardan. Vesîle olduklarından. Emrettiklerinden ve yasakladıklarından. Seyirci kalıp değiştirmeye çalışmadığı kötülük ve zulümlerden. Kısaca; tüm eylemlerinden, ömrününü nerelerde tükettiğinden, ilminden, malından (nasıl kazanıp nerelere sarfedip etmediğinden) sorumludur. Ehlinden, çoluk çocuğundan, eşinden, sözünü dinleyebilecek akrabâlarından, idâresi altında iş yapanlardan, yöneticiyse yönettiklerinden ve yönetiminden, çevresinden ve değiştirmek için ne tür gayret sarfettiği konusunda düzenden sorumludur.
Dünya keyfi, rahat ve zevkleri, eğer hesap günü olmasaydı, belki önemli olabilirdi. Ama her şeyden hesaba çekileceğimiz bir durum, ölüm ve ölüm ötesi, tercihlerimizi belirlemelidir. Unutmayalım ki; sorumsuzluk sorunluluktur. Sorunlu olmamak için sorumlu olduğumuzu unutmayan bir yaşayışımız olmalıdır.
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir."[290] Ölmeden evvel, büyük hesap günü gelmeden, her şeyin hesabı sorulmadan önce kendini hesaba çeken, bu muhâsebeyi yeterli sıklıkta yapanlara ne mutlu!
‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” [291]
Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi, Mes’ûliyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur'an'da, Muhâsebe Anlamında “Hısâb” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 4/Nisâ, 6, 86; 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 52, 69; 13/Ra’d, 18, 21, 40, 41; 14/İbrâhim, 51; 17/İsrâ, 14; 21/Enbiyâ, 1; 23/Mü’minûn, 117; 24/Nûr, 39; 26/Şuarâ, 113; 33/Ahzâb, 39; 40/Mü’min, 17; 65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe’, 27, 36; 84/İnşikak, 8; 88/Ğâşiye, 26.
B- Hesaba Çekmek, Sorgulamak Anlamındaki “Sual” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 119, 134, 141; 7/A’râf, 6, 7/A’râf, 6; 15/Hıcr, 92; 16/Nahl, 56, 93; 17/İsrâ, 34, 36; 21/Enbiyâ, 13, 23; 25/Furkan, 16; 28/Kasas, 78;29/Ankebût, 13; 33/Ahzâb, 8, 15; 34/Sebe’, 25; 37/Sâffât, 24; 43/Zuhruf, 19, 44; 55/Rahmân, 39; 102/Tekâsür, 8.
C- Güç Yetirebilmek Anlamında Tâkat Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 184, 249, 286.
D- Güç, Kapasite Anlamında “Vüs’at” Kelimesi: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62.
E- (İş, Vazife) Yüklemek, Mükellef Kılmak Anlamında “Teklîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7.
F- Yüklenmek, Ağır Yük Olan Günahlar Anlamında “Haml” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5.
G- Hesap ve Hesap Günüyle İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Kıyâmet Gününde Kimseden Kimseye Fayda Gelmez: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19.
b- Hesap/Kıyâmet Günü Herkes Kendi Derdine Düşer: 14/İsrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.
c- Hesap/Kıyâmet Günü Mahşerde Vücut Organları Dile Gelerek Neler Yaptıklarını Anlatacaktır: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15.
d- Hesap Günü Bir Ayırdetme Günüdür: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17.
e- Hesap Günü Mahşerde Amel Defterinin Çıkarılması: 25/Furkan, 25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10.
f- Hesap Gününde Bütün İşlerin Açıklanması: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11.
g- Hesap Gününde Amellerin Tartılması: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9.
h- Hesap Gününde Mahşerde Hesap Vermekten Kurtuluş Yoktur: 55/Rahmân, 31, 33, 35.
i- Hesap Gününde Herkese Kazandığı Verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar, 1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.
j- Hesap Gününde Kişi, Kötü Amelinden Kaçmak İsteyecektir: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11.
k- Hesap Gününde Günahkârlar Yüzlerinden Tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41.
l- Hesap Gününde Kitabı Sağdan Verilenler: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18.
m- Hesap Gününde Kitabı Soldan Verilenler: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20.
n- Hesap Gününden Korkmak: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7.
o- Hesap Gününde Peygamberler de Sorulacaktır: 7/A’râf, 6-7.
H- Sorumluluk
a- Herkesin Kazandığı Kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38.
b- Her İnsan Kendi Günah Yükünü Çeker: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38.
c- Günah Kazanan, Kendi Aleyhine Kazanmış Olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.
d- Sorumluluk Ruhlar Âleminde Verilmiştir: 7/A’râf, 172-174.
e- İnsanlar Sadece İnandık Demekle Kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4.
f- İnsan, Başıboş Bir Varlık Değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36.
g- Vücut Organları, Yaptıklarından Sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24.
h- Allah, Şeriat Göndermeden Kullarına Sorumluluk Yüklememiştir: 39/Zümer, 71.
- Allah, Kimseye Gücünün Yettiğinden Başkasını Yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü7minûn, 62; 65/Talâk, 7.
j- Gücün Dışında Bir Şeyle Sorumlu Tutmaması İçin Allah'a Duâ: 2/Bakara, 286.
k- Unutarak ve Yanılarak İşlenecek Hatadan Sorumlu Tutmaması İçin Allah'a Duâ: 2/Bakara, 286.
l- İnsanın Sorumluluğa Tâlip (İstekli) Olması: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
m- Nefsi ve Âileyi Ateşten Koruma Sorumluluğu: 66/Tahrîm, 6.
İ- Nefis Mücâdelesi: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41.
J- İstiğnâ (Sorumluluktan Kaçma, Sorumsuzluk): 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- TDV İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 240-242
- Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397; 4, s. 162-163, 338-339; c. 5, s. 430-432; c. 6, s. 170-172
- Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189
- Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 212-224; c. 19, s. 97-119; c. 20, s. 238-240
- Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 695-697
- Esmâu’l-Hüsnâ Konusuyla İlgili Kitaplar
[1] 2/Bakara, 284-286
[2] 65/Talâk, 8
[3] 7/A’râf, 6-9; 17/İsrâ, 13-14
[4] 2/Bakara, 202
[5] 2/Bakara, 284
[6] 2/Bakara, 286
[7] Kurtubî, Câmiu’l-Beyân, III/94-100
[8] 2/Bakara, 284
[9] İbn Kesir, II/113-117
[10] bk. 2/Bakara, 174; 3/Âl-i İmrân, 77
[11] Mecmûu Fetâvâ, IV/305-306
[12] Fahreddin er-Râzî, XIII/20; XVIII/19
[13] 18/Kehf, 54
[14] Emrullah Yüksel, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 240-242
[15] 14/İbrâhim, 51
[16] 7/A'râf, 6
[17] 17/İsrâ, I5
[18] 99/Zilzâl, 6
[19] 40/Mü'min, 17
[20] 3/Âl-i İmrân, 30
[21] 99/Zilzâl, 7-8
[22] 2/Bakara, 62
[23] 38/Sâd, 53
[24] 84/İnşikak, 7-9
[25] 69/Haakka, 19-20
[26] Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13
[27] Müslim, Birr, 59
[28] 38/Sâd, 16
[29] 88/Ğâşiye, 25-26
[30] 38/Sâd, 26
[31] 23/Mü'minûn, 102-103
[32] 69/Haakka, 25-26
[33] 23/Mü'minûn, 105
[34] 23/Mü'minûn, 106-107
[35] 23/Mü'minûn, 108-110
[36] 74/Müddessir, 42-47
[37] 23/Mü'minûn, 108-110
[38] 69/Haakka, 25-26; 84/İnşikak, 10; 17/İsrâ, 13
[39] 7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî, Mezâlim 2; Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397
[40] 33/Ahzâb, 39
[41] 4/Nisâ, 86
[42] 4/Nisâ, 6
[43] 17/İsrâ, 84
[44] 99/Zilzâl, 7-8
[45] 21/Enbiyâ, 23
[46] 90/Beled, 10
[47] 7/A'râf, 6
[48] Tirmizî, Kıyâme 9
[49] Müslim, Kitâbu’l-Vasıyye 3
[50] Buhârî, Cenâiz 32, Ahkâm 1
[51] 35/Fâtır, 18
[52] 24/Nûr, 54
[53] 31/Lokman, 33
[54] 16/Nahl, 25
[55] Müslim, İman 15; Tirmizî, İlm 14
[56] Tirmizî, Kıyâmet 9; Mustafa Öcal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 430-432
[57] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 162-163
[58] Muhammed Şakir Garbal, el-Mevsûâtü'l-Arabiyye el-Müyessere, teklif maddesi; Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc. Prof. Dr. Abdülkadir Şener, Ankara, 1973, 42
[59] Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11; el-Âmidî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, I/199, 200
[60] Abdülkadir Şener, a.g.e., 320-321
[61] Ta'rîfât, 58
[62] Usûlü'd-Din, İstanbul, 1928, s. 270
[63] el-Beyâdî, İşarâtü'l-Merâm, Kahire, 1368, 250
[64] Şerafettin Gölcük, Kelâm, Konya 1988, 222
[65] Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitabü't-Tevhid, Beyrut 1970, 266
[66] 2/Bakara, 286
[67] el-Beyâdî, a.g.e., 250
[68] Mâturîdî, a.g.e., 266
[69] Şerafettin Gölcük ve S. Toprak, Kelâm, 222
[70] Nurettin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Tah. Bekir Topaloğlu, Dimaşk 1979, 118; Ahmed Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 170-171
[71] Beyâdî, İşarâtu'l-Meram, 250
[72] Bk. Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, 220-23, Konya, 1988
[73] 2/Bakara, 286
[74] Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 222
[75] Sâbûnî, el-Bidâye, 118
[76] 11/Hûd, 20
[77] 18/Kehf, 101
[78] 2/Bakara, 286
[79] Bk. Ş. Gölcük S. Toprak, Kelâm, 223
[80] Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 221
[81] Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 171-172
[82] 2/Bakara, 286
[83] 2/Bakara, 233; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü'minûn, 62
[84] 65/Talâk, 7
[85] 38/Sâd, 86
[86] 4/Nisâ, 84
[87] Bk. 6/En'âm, 119
[88] 4/Nisâ, 28
[89] 2/Bakara, 185
[90] 5/Mâide, 6
[91] 22/Hacc, 78
[92] 33/Ahzâb, 38; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 584-586
[93] 2/Bakara, 286
[94] 2/Bakara, 286
[95] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189
[96] 2/Bakara, 286
[97] bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-28/1909-1910, VII,172; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; Bulak 1315-1317 H., VIII, 324 vd.
[98] Ebû Dâvud, Salât 26; Ahmed bin Hanbel, II/180, 187
[99] el-Kâsânî, a.g.e., VII, 172; el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Kahire 1392, II, 350 vd.; Mecelle, madde, 978; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 122 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, (t.y.), s. 331
[100] Mecelle, mad., 946-947; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 95
[101] 4/Nisâ, 6
[102]el-Kâsânî, a.g.e., V,169 vd.; el-Cezîrî, a.g.e., II, 352
[103] bk. Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 989. mad. şerhi
[104] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 338-339
[105] 4/Nisâ, 28
[106] 35/Fâtır, 15
[107] 2/Bakara, 165
[108] 30/Rûm, 54
[109] 41/Fussılet, 15
[110] 47/Muhammed, 13
[111] 51/Zâriyât, 58
[112] 11/Hûd, 52
[113] 8/Enfâl, 52
[114] 22/Hacc, 74
[115] 58/Mücâdele, 21
[116] 8//Enfâl, 66
[117] 96/Alak, 6-7
[118] 7/A'râf, 157
[119] 22/Hacc, 78
[120] 2/Bakara, 233, 286; 6/En'âm, 152; 40/Mü'min, 62; 65/Talâk, 7; 7/A'râf, 42
[121] 2/Bakara, 286
[122] 42/Şûrâ, 13
[123] 2/Bakara, 185
[124] 4/Nisâ, 28
[125] Buhârî, İman 29
[126] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
[127] 19/Meryem, 97; ayrıca Bk. 44/Duhân, 58
[128] 73/Müzzemmil, 20
[129] 20/Tâhâ, 1-3
[130] 92/Leyl, 7-10
[131] 2/Bakara, 280
[132] 84/İnşikak, 7-13
[133] 65/Talak, 4
[134] 4/Nisâ, 92
[135] 2/Bakara, 286
[136] 32/Secde, 5
[137] 4/Nisâ, 112
[138] 12/Yûsuf, 29
[139] 69/Haakka, 36-37
[140] Buhârî, Talâk 2, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk 16-20
[141] Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/187
[142] M. Ebû Zehrâ, Usûlü'l-Fıkh, s. 400, 401
[143] Ö. N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 243
[144] Seyyid Hüseyin Tabatabâî, Shi'ite İslâm, Houston, Inc.1979, s. 190-211; İran Anayasası, madde, 12; Said İsmâîl, Hakîkatü'l-Hılâf beyne Ulemâi'l-Şîa ve Cumhur Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale, s. 12, 13
[145] 4/Nisâ, 92
[146] M. Ebû Zehrâ, a.g.e, 354-355
[147] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 365-366
[148] 29/Ankebût, 7
[149] 48/Feth, 5
[150] 47/Muhammed, 2
[151] 64/Teğâbun, 9
[152] 5/Mâide, 65
[153] 65/Talâk, 5
[154] 39/Zümer, 35
[155] 4/Nisâ, 31
[156] 66/Tahrîm, 8
[157] 2/Bakara, 271
[158] 3/Âl-i İmrân, 193
[159] 3/Âl-i İmrân, 195
[160] Müslim, Birr 58, 72
[161] Tirmizî, Kıyâmet 53
[162] 41/Fussilet, 34; Mehmet Emin Ay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 366-367
[163] 2/Bakara, 48
[164] 2/Bakara, 119
[165] 2/Bakara, 134/141
[166] 2/Bakara, 201-202
[167] 2/Bakara, 233
[168] 2/Bakara, 254
[169] 2/Bakara, 284
[170] 2/Bakara, 285
[171] 2/Bakara, 286
[172] 3/Âl-i İmrân, 19
[173] 3/Âl-i İmrân, 29-30
[174] 3/Âl-i İmrân, 199
[175] 4/Nisâ, 6
[176] 4/Nisâ, 84
[177] 4/Nisâ, 86
[178] 6/En’âm, 52
[179] 6/En’âm, 69
[180] 6/En’âm, 152
[181] 7/A’râf, 6-9
[182] 7/A’râf, 42
[183] 13/Ra’d, 18
[184] 13/Ra’d, 21
[185] 14/İbrâhim, 51
[186] 15/Hıcr, 90-93
[187] 16/Nahl, 93
[188] 17/İsrâ, 13-14
[189] 17/İsrâ, 34
[190] 17/İsrâ, 36
[191] 18/Kehf, 49
[192] 21/Enbiyâ, 1
[193] 21/Enbiyâ, 23
[194] 21/Enbiyâ, 47
[195] 23/Mü’minûn, 62
[196] 23/Mü’minûn, 101-103
[197] 24/Nûr, 39
[198] 24/Nûr, 54
[199] 26/Şuarâ, 88-89
[200] 29/Ankebût, 2-4
[201] 29/Ankebût, 12-13
[202] 31/Lokman, 33
[203] 33/Ahzâb, 15
[204] 33/Ahzâb, 39
[205] 33/Ahzâb, 72
[206] 34/Sebe’, 25-26
[207] 36/Yâsin, 54
[208] 36/Yâsin, 65
[209] 38/Sâd, 86-87
[210] 40/Mü’min, 16-19
[211] 41/Fussılet, 19-24
[212] 43/Zuhruf, 44
[213] 50/Kaf, 16-21
[214] 65/Talâk, 7
[215] 65/Talâk, 8
[216] 69/Haakka, 18-20
[217] 69/Haakka, 25-29
[218] 75/Kıyâme, 7-15
[219] 78/Nebe’, 23-27
[220] 80/Abese, 33-42
[221] 81/Tekvîr, 1-14
[222] 82/İnfitâr, 17-19
[223] 84/İnşikak, 7-14
[224] 86/Târık, 9-10
[225] 88/Ğâşiye, 26
[226] 99/Zilzâl, 7-8
[227] 100/Âdiyât, 9-11
[228] 101/Karia, 6-11
[229] 102/Tekâsür, 8
[230] Ahmed bin Hanbel, I/27, 28; IV/129, 164
[231] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25
[232] Buhârî, İlim 35, Rikak 49; Müslim, Cennet 79, 80
[233] Ahmed bin Hanbel, II/89, III/217-218
[234] Müslim, İman 327
[235] Ahmed bin Hanbel, I/282, 296; İbn Mâce, Zühd 34
[236] Ahmed bin Hanbel, V/287
[237] Ahmed bin Hanbel, V/259, 427
[238] Müslim, İman 140
[239] Ahmed bin Hanbel, II/290, 475; Tirmizî, Salât 188; Ebû Dâvud, Salât 145
[240] Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
[241] Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604
[242] 102/Tekâsür, 8
[243] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
[244] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
[245] Tirmizî, Kıyâmet 1
[246] Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, II/285, 539
[247] Buhârî, Rikak 31
[248] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Büyû' 1
[249] Müslim, Eşribe 140, hadis no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebî 28, h. no: -2, 932; Tirmizî, Zühd 39, h. no: 2370
[250] 102/Tekâsür, 8
[251] Tirmizî, Kıyâme 8; Ahmed bin Hanbel, I/36; III/7
[252] Müslim, İlim 6, 16; Buhârî, İ'tisâm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15; İbn Mâce, Mukaddime 14; Ahmed bin Hanbel, II/397; Dârimî Mukaddime 44
[253] İbn Mâce, Talâk 16
[254] Ebû Dâvud, Hudûd 16, h. no: 4399, 4400, 4401, 4402
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/223-224
[256] Buhârî, Rikak 47; Müslim, Cennet 61, hadis no: 2863
[257] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, hadis no: 2421
[258] 6/En'âm 164
[259] Müslim, Birr 6, hadis no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422
[260] 81/Tekvîr, 5
[261] 84/İnşikak 7-9
[262] Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876; Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428
[263] Tirmizî, Salât 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232
[264] Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8, h. no: 1396; Nesâî, Tahrîm 2, h. no: 7, 83
[265] Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419
[266] Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430
[267] Müslim, Zühd 16, h. no: 2968
[268] Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir, Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h. no. 2768
[269] 21/Enbiyâ, 47
[270] Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163
[271] Müslim, Zühd 17, hadis no: 2969
[272] Tirmizî, İman 17, (2641)
[273] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, hadis no: 120
[274] 8/Enfâl, 38
[275] 37/Sâffât, 24; Tirmizî, Tefsir Saffat, hadis no: 3226
[276] Müslim, Fezâil 36, l hadis no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, hadis no: 2447
[277] Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, hadis no: 2297
[278] Müslim, Tahâret 37, hadis no: 247
[279] Ebu Davud, Sünnet 26, hadis no: 4746
[280] Ebû Dâvud, Sünen 28, hadis no: 4755
[281] 21/Enbiyâ 47
[282] Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604
[283] 102/Tekâsür, 8
[284] 99/Zilzâl, 7-8
[285] 51/Zâriyât, 56
[286] 7/A’râf, 172
[287] Buhârî
[288] 9/Tevbe, 105
[289] 8/Enfâl, 27
[290] Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
[291] 2/Bakara, 286