KOCA BİR YALAN! CİNLERİN İNSANA MUSALLAT OLMASI

Bölüm 1

Cinler İnsanlara Musallat Olabilir mi?

Cinlerin İnsanın İçine Girip Musallat Olabileceği Yalanı

Bazı yalanlar vardır, yalanlayanlar yeterli sayıda ve yeterli şekilde ortaya çıkıp yeterli şekilde mücadele etmeyince, ispatlanmış delili olan doğrudan daha doğru kabul edilmeye başlanır. Kur’an’ın “atalar yolu” dediği hurâfeler, bâtıl inançlar ve bid’atler buna örnektir.

Uzay dâhil, dünyanın her tarafına kısa zamanda gidip istediği yerde yaşama özgürlüğünde olan cinler, onca güzel yerler var iken, cinlerin insan vücudunun içine girip gıda artıklarının ve atıklarının, kanların, değişik kimyasal karışımların ve ortaya çıkan çok farklı sıvıların içinde yaşamayı tercih eden cin, eğer gerçekten böyle bir tercihi yapıyorsa, o cinde insana zarar verecek kadar bile aklın olmadığı anlaşılır. İnsana musallat olmaya kalkan cin, kendisi insanın içinde hapis hayatı yaşayarak aslında kendisini tasallut altında bırakıp insanın musallatı altına girmiş olmaz mı? Aylarca, yıllarca kendisini başka şeylerden nasıl soyutlayacak,  gıda, aile hayatı ve birçok ihtiyaçlarını insan bedeninin içinde nasıl karşılayacak? İnsan bedeni içinde yiyecek bulsa bile, tuvalet ihtiyacını nasıl karşılayacak? Onlar insan vücudunu zehirlemeyecek mi? İnsan vücudunun içinde nasıl nefes alacak, oksijene mi neye ihtiyacı varsa onu nasıl temin edecek? Vücudun içinde uslu çocuklar gibi varlığını hissettirmeden yaşamasını sürdürecek. Ve insan bedeni, içindeki cini hissetmeyecek… Taa bir rukyeci bulunup onun bazen haftalarca süren seanslarına katılıncaya kadar iki kişi bir bedende yaşamaya devam edecekler…

Niye insanın içine girme ihtiyacı hissetsin ki cin? İnsanı kontrol edecekse, onu istediği gibi yönetip yönlendirecekse, bu durum, cinin insanın midesine, böbreğine, damarlarına yerleşmesini mi gerektirir? İnsanın iç organlarında mı onun direksiyonu? İnsana vereceği zararın Kur’an’da sadece vesvese ile sınırlı olduğu bildirildiğine göre, bunun için insanın içine girmesi gerekmediği halde, niye insan bedeninin içine girmeyi tercih ediyor? Durup dururken bir insana girmezmiş bu cin. Ya nasıl girermiş? Biri büyü yaparmış, o büyünün etkisiyle cin büyü yapılan insana musallat olurmuş. Peki, Kur’an büyünün hayalden ibaret, göz boyama ve halüsinasyondan ibaret olduğunu, büyüyü Allah’ın iptal edip bozacağını, büyücülerin başarılı olamayacağını belirtmesi bir hakikat olduğuna göre, tesiri olmayan ve insan kandırmaya yarayan uyduruk bir büyü, kendi halinde yaşayan bir cin’i insan vücuduna nasıl sokuyor? Yapılan büyü, cinin çirkin ve rahat olmayan yerde yaşama mecburiyeti vererek cin aleyhine mi yapılıyor? Çok rahat olduğu için mi insan vücudundan çıkmayı istemiyor? Cini çıkarmak için yapılan uygulamalar nereden alınmış? Allah mı öğretmiş, Rasul mü rukyecilerin yaptığı şekilde cin çıkarmış? Eğer bu iddia varsa, Buhârî, Müslim gibi hadis kitaplarında niye bahsedilmez? Peygamberimiz böyle cin çıkarma seansları tertip etmediyse, nasıl sünnete göre rukye, Nebevî rukye, Kur’anî rukye, Kur’an rukyesi diye ad vermekten çekinmezler? Kur’an’da hangi âyet, cinlerin insana musallat olabileceğini belirtiyor, ama musallat olamayacağını belirten âyetler var. Allah, kendi yarattıklarını en iyi bilen değil midir?   

Kur’an, şeytanın (kâfir cinlerin) hilesi zayıftır diyor. Hâlbuki, insanın içine girip insan vücudunu tümüyle işgal edip ele geçirerek insanı tümüyle egemenliği altına aldığı iddia edilen cinin hilesi, tuzağı kuvvetli olmuş olmaz mı? İnsanın vücuduna giriş yapabileceği deliklerden hangisini tercih ediyor cin? Birini tercih ettiği söylenecekse ki, öyle söyleniyor; o zaman bedeni var; bir ışın gibi cisme tümüyle nüfuz etmiyor. Ebatı ne kadar? Küçük bir böcek kadar mı, karınca büyüklüğünde mi? Daha mı küçük? Karıncadan daha büyük ise, insan vücudunda nasıl rahat durabiliyor? Karıncadan daha küçük ise, koca insanı bu küçücük böcekten mi korkutuyorsunuz? Ve bu küçük böcek mi insana musallat olacak her istediğini yaptıracak? Daha büyük ise, insanın burnundan nasıl sığıyor girmek ve çıkmak için? Yok, duvarın içinden geçebilecek şekilde ise, niye insanın burun gibi deliklerinden girmek zorunda? Ve ışın gibi varlığı bir yerden çıkarmanın ne anlamı olur o zaman? Az sonra bir daha, bir daha girer.

Koca insanla evlendiği söylenen, bu karıncadan küçük varlık mı? Cismi yok ise, ışın gibi ise bu evlilik de ne demek olur? O zaman devekuşunun da babası deve, anası kuş. Hollywood filmlerinde insanın göğsünden çıkan canavar gibi şeyin aynısı olmasın bu cin? Bazen dev, bazen Guliver’in küçük adamı mı yoksa? Yakalarsam sosyete semtlerine göndereceğim. Oralara hiç gitmiyor, hep gariban, fazla okumayan, kültürü belirli seviyede olan adamları ve çoğu örtülü hanımları, çocukları tercih ediyor, neden? Büyüyüp küçülüyorsa, küçüldüğünde ayağımızın altında nasıl ezilmiyor? Kuvvetli şekilde hapşırdığınızda içinizdeki cin de pat diye aşağıya düşüyormuş. Her zaman mı o kadar, yoksa küçüldüğünde mi o kadar oluyor? Eğer bedeni varsa, bedeniyle insan vücudunda nasıl rahat edecek, bedensiz ise, niye ağız-burun gibi yerlerden girsin? Bu cinler vücuduna girdiği insanın lisanını ne çabuk öğreniyorlar? Her dili çok kısa zamanda öğreniyorsa, bunlardan iyi yabancı dil hocası olur. İyi de cin Türkçe’yi iyi biliyorsa rukyeci, niye Arapça uhruc, uhruc diye bağırıyor? Kendisinin Arapça bildiğini ispatlamak için mi? Yoksa, cin “çık!” kelimesini ezberlememiş, onu anlamıyor mu? Bu cin çıkarma showlarına mı inanalım, Kur’an’ın bu konuda verdiği bilgilere mi?  

Çıkmamakta direnen cini çıkmaya zorlamak için niye hasta insanı dövüyorlar? İnsan dayak yiyince acısını cin mi tadıyor? İnsanın sırtı, kolu, bacağı acıyınca cin o insanı sevdiği veya acıdığı için insafa mı geliyor da aman adamı dövmeyin, ben çıkacağım diyor? Rukyeciler bu cin çıkarma icraatı yaparken onlara İslâm’ı tebliğ ediyorlar. Üç beş cümleden sonra bazıları “iman ettik” diyorlar, İslâm’ı çok kolay kabul ediveriyorlar. Peki, insan vücuduna girmeyen cinlerin hidayetine niye çalışmıyor bu rukyeciler? Bir de insan vücudundan çıkmak istemeyen inatçı cinler var. Bunları rukyeciler bir-iki tehditten sonra yakıp öldürüyorlar, daha doğrusu öldürdüklerini iddia ediyorlar katil rukyeciler. Bedenden çıkmadığı için öldürüldüğüne göre, ölü cin insanın içinde mi kalıyor? Ölü cinin insan vücuduna zararı olmuyor mu? Cenaze töreni ve onlar için kabir hayatı, insan vücudunda mı oluyor? Rukyeci cini yaktığında daha başka cinlerin oraya gelmesine mi sebep oluyor? Öldürülen cinin yakın akrabaları o rukyeciye bir zarar vermiyorlar, intikam almak istemiyorlar da teşekkür mü ediyorlar? Kur’an âyetleri okuyarak cinler öldürülebilir mi? Bu cinleri öldürebilenler, hadislerde cin diye belirtilen virüsleri, meselâ korona virüsü niye öldüremiyorlar? Cin öldürmek dinen câiz mi? Delili ne? Hangi hallerde öldürülebilir cinler? Bu kadar kolay müslüman olan veya bu kadar kolay öldürülebilin cinler nasıl insan vücuduna girip insanı oyuncak edinebiliyor? Yeryüzünün halifesi cinler mi? Cinler insanlardan daha mı üstün, kim kime hâkimiyet kurabilecek şekilde ve ahsen-i takvim (en güzel kıvamda) yaratılmış?

Bu tür soruları çoğaltmak mümkün. Ama iknâ edici tarzda bunların cevabını rukyecilerin vermesini bekliyorsanız, cehennemden de saraylar, köşkler bekleyebilirsiniz.

Hastanın halüsinasyonlarına, kendi yaptıkları telkinlere, hipnozlara “cin musallatı”, “cinler bu kimseye musallat olmuş” diyerek insanları kandırıp onları maddî ve mânevî yönden istismar edenler, bir de bunu rukyecilik adına sünnet ve dinin tavsiyesi gibi gösterenler cinayet gibi büyük suç işlemektedir. Yalandır, halkı kandıran ve etkisi çok geniş büyük bir yalandır bu; bundan daha fecîsi, bu yalanın din kullanılarak söylenmesi, bu yalana dinin âlet edilmesidir.

Tıp bilgisi halk düzeyinde olan, beyni ve beynin hastalıklarını hiç bilmeyen, şizofrenleri cin çarpmış, içine cin girip musallat olmuş diye tanıtıp şizofren hastayı da, cinlerin kendi isteğiyle cinlerle dostluk yapan müşriklerin irâdelerini kullanarak cinle ilişkilerini konu dışı yaparsak; Allah’ın hiçbir kuluna musallat olamayacakları, hele tevekkül sahibi bir müslümana musallat olamayacağını da bilmeyen, cin konusunda doğru olmayan bilgileri ilim diye takdim eden, hasta psikolojisiyle tutanacak dal arayanlara umut olarak gözüküp sonra onları sukut-ı hayâle uğratmakta bir sakınca görmeyen cinciler… Rukyecilik adıyla cincilik yapanlar… dünyada bile genellikle iki yakanız bir araya gelmiyor; ya âhiretiniz ne olur, hiç düşünmüyor musunuz?   

Kur’an, “Şeytanı dost kabul edip onun gönüllü askeri durumunda olan müşrikler, kendi tercihleriyle ilişkileri dışında, diğer insanlara cinler musallat olamaz” derken, bunun tersini kim iddia ederse etsin, müslüman, Allah’ı tasdik eder; O’nun hükmüne ters hiçbir görüşü kabul edemez. “Bir mü’min erkek veya bir mü’mine kadının, Allah ve Rasûlü bir emir ve hüküm verdiğinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve Rasûlünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.”[1]

Bu konuyla ilgili âyetleri hatırlatayım: “Şüphesiz, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin, tasallutun olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!”[2]; “Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun, musallatlığın olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.”[3] “Doğrusu şeytanın iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu, musallat olması yoktur.”[4] Devamındaki âyette onların müşrikler olduğu belirtilir: Onun nüfûzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah’a şirk/ortak koşanlar üzerindedir. (O, sadece onları kandırabilir).”

Bilindiği gibi; bu âyetlerde geçen “sultân” kelimesine, mealler; “hâkimiyet, ağırlık, yaptırım gücü, nüfuzu, etkili gücü, sulta, saltanat, musallat olma, etki, kandırmaya gücü, etkin gücü” şeklinde anlam verirler.

“Gerçek şu ki; şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti, musallat olması yoktur.”[6] Bu âyette bahsedilen şeytandır. Şeytan, cinlerin en şerlilerinin adıdır. Şeytanın gücü bu ise, diğer cinlerin daha büyük değildir.

Yine, şeytanın âhiretteki itirafı: “İş bitirilince şeytan da diyecek ki: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zâlimlere elem dolu bir azap vardır.”[7]

 

 

Sultan ve Tasallut Kelimelerinin Anlamı

Türkçede cinlerin insanın bedenine girip orada hâkimiyet kurarak ona istediği gibi hükmetmesi, eziyet vermesi, irâdesine yön vermesi gibi durumlara “cinin musallat olması” denilir. Kur’an’da bu “musallat olma” kavramı, “sultân” kavramıyla karşılanır. Aslında her iki kelime, kök itibarıyla aynı kökten türemişlerdir. Her ikisi de “s-l-t” (sin, lâm, tı) kökünden türemiştir. Yani, Kur’an’da şeytanın onlara yönelik “sultanı” yok demesi, musallat olması yok demektir. 

 

“Sultan” kelimesi: “Hâkimiyet, zorlayıcı güç, saltanat, yönetme” anlamlarına gelir. Elmalılı Hamdi, Hıcr sûresi 42. âyetin tefsirini yaparken “sultan” kelimesini de şöyle açıklar. “İnne ıbâdî”: Hakikaten kullarım “leyse leke aleyhim sultânun” üzerine senin sultanın yoktur. Yani ne kavlen ilzam edecek huccetin, ne fi’len tasallut ve tasarruf edecek kudret u saltanatın yoktur. “İllâ men ittebeake mine’l-ğâvîn”: Ancak, sana ittibâ eden azgınlar müstesnâ. Yani ancak bunları sürükleyebilirsin. Fakat o da senin sultan ile değil; onların ihtiyarlarını sûi isti’mal ederek sana uymaları, arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yoksa, muhlaslara (ihlâs verilmiş kullara) tasallut edemediğin gibi diğerlerine de edemezsin.”[8]

Kur’an’da hangi kelimenin hangi anlama geldiği konusunda ilk akla gelen ve en önemli kaynak kabul edilen Müfredat’a bakalım. O nasıl açıklıyor “sultan” kelimesini:

 

“Es-selâtah: Gâlip, üstün gelmeye, yenmeye, boyun eğdirmeye veya hâkim olmaya muktedir olmak ya da muktedir hale gelmek. Fiil olarak: “Onu, gâlip, üstün gelmeye, yenmeye, boyun eğdirmeye veya hâkim olmaya muktedir hale getirdim. O da buna muktedir hale geldi” anlamında. “Sellattuhû” “feteselleta” şekillerinde kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Velev şâallahu lesellatahum” (Allah dileseydi onları size musallat ederdi.”[9] Yine şöyle buyurmuştur: “Ve lâkinnallahe yusellitu rusulehû alâ men yeşâ’ (Ama Allah, peygamberlerini dilediği kimselere üstün kılar.)”[10] “Sultan” adı da buradan hareketle verilmiştir. “sultânun” sözcüğü “selâtatun” anlamında da kullanılır. Örneğin, “ve men kutile mazlûmen fe kad cealnâ liveliyyihî sultânen…” / “Ve her kim mazlum olarak katledilirse, onun velîsi için Biz bir tasallut hakkı vermişizdir.”[11]; “İnnehû leyse lehû sultânun alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn” / “Gerçek şu ki o şeytanın, iman etmiş olanlar ve rablerine dayanıp güvenenler üzerinde bir hâkimiyeti olamaz.”[12]; “İnnemâ sultânuhû alellezîne yetevellevnehû / Şeytanın hâkimiyeti ancak onu kendilerine velî edinenler ve onun yüzünden müşrik olanlar üzerinde geçerlidir.”[13]; “Lâ tenfuzûne illâ bi-sultân / Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç (sultân) olmadıkça geçemezsiniz.”[14]

Ayrıca, “sultân” sözcüğü “selâta sahibi olan kimse” için de kullanılır ki, en çok bu anlamda kullanılır.

“Tasallut” gücüne sahip (yani gâlip, üstün gelmeye, yenmeye, boyun eğdirmeye veya hâkim olmaya muktedir).[15] 

Sultan kelimesinin mâzisi olan “selita”: Sert olmak, güç, otorite, ispat, delil, inandırıcı delil.[16]

Kur’an, insan şeytanlarından da bahsediyor; şeytanların insanlardan da olduğunu belirtiyor. Bir insan, nasıl başkasının içine giremez ve ona musallat olamazsa, cinlerden olan şeytanın da insanın içine girip ona musallat olması, bu âyetlerden yola çıkarak düşünülemez. Cin ve insan şeytanları, insanları Allah’tan uzaklaştırarak dünyayı ve günahları faydalı ve güzel gösterip âhireti unutturmak için faaliyet yaparlar. Bunu hangi yolla ve nasıl yaptıklarını Kur’an net olarak bildiriyor: Vesvese. İnsanın içine girerek şeytanın yapacağı bir şey yoktur. Cinler insan içine girebiliyorlarsa veya birileri büyü yaparak bir cin’i insan içine girecek şekilde onları yönlendirebiliyorsa makinelerin içine de, özel bilgisayarların ve füzelerin içine de girebilirler veya birileri büyü ile cinleri o hassas aygıtların içine yerleştirebilir. İddia edildiği gibi insanın zihnini karıştırdığı ve düzenini bozduğu gibi bilgisayarların da sistemlerini karıştırıp bozabilir. İnsana güç yetirebilen, makinelere haydi haydi güç yetirebilir. Böyle bir dünya düşünebiliyor musunuz? Nasıl bir kaos olur? Dünya ve içindeki eşya, robotlar, çeşitli makineler ve insanlar cinlerin oyuncağı olurdu. Cinlerin böyle evrensel çapta fesat çıkarabilecek şekilde sünnetullahı değiştirecek yetenekte kabul edilmesi, onları tanrılaştırmak demektir. Şeytan dediğimiz kâfir cinlerin böyle gücü olsaydı, şeytan her istediğini yapabilen bir tanrı seviyesinde olur; Allah’ın dünyaya yerleştirdiği değişmez ve değiştirilemez kanunları olan sünnetullah diye bir şey olmazdı.

“Şüphesiz, azgınlardan sana uyacak olanlar dışında, kullarım üzerinde senin hâkimiyetin (sultan, musallatlığın) olmayacaktır."[17] Yani, “Benim kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Senin gücün ancak sana uyan azgınlara yeter.” der. Peki, şeytana uyan azgınların durumu nedir? Ona uyanlar, cehennemliklerdir: “Kuşkusuz cehennem, o sana uyanların tamamının buluşma yeri olacaktır."[18] Şeytanın, Allah’ın hiçbir kulu üstünde bir sultasının bulunmadığını, aksine onun hâkimiyetinin (musallat olmasının) sadece azgınlara ve kendi irade ve isteği ile ona uyanlara yönelik olduğunu, bu uymanın da İblis’in zorlaması ile olmayacağını bu âyetler[19] bildiriyor.

Yine, benzer şekilde, Allah Teâlâ’nın İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği şu söz de aynı hakikati ifade eder: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfuzum (saltanatım ve musallat olmam) yoktu. Yalnız, ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icâbet ettiniz.”[20] Yüce Allah, kendisine samimi olarak ibâdet eden ve emirlerini tutan kullarını şeytanın sultasına karşı bizzat koruduğunu ve desteklediğini bildirerek, “Doğrusu o benim kullarım yokmu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin (musallat olman) yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.”[21] buyurur. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği şu hadis, aksine mü’minin şeytan üzerindeki hâkimiyetini gösterir: “Sizden birisi yolculukta hayvanını nasıl istediği gibi sürerse, mü’min de şeytanını öyle emri altında idare eder.”[22] Şeytanın insan üzerinde egemenliğinin olmaması, sadece mü’minlere has değildir. İbrahim sûresi 22. âyete ve İsrâ sûresi 65. âyete göre geneldir, bütün insanlık için sözkonusudur. Yani şeytanın insana musallat olamaması, bütün insanlar için geçerlidir. [23]

İnsanın şeytanın egemenliğini kabul edip onun emrine girmesi, kendi tercihiyle ilgilidir. Büyüyle veya şeytanın öyle bir gücü olduğundan değildir. O yüzden Kur’an insana şöyle hitap eder: “Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? Sizden bu konuda söz almadım mı?”[24] Burada şeytana tapmak, şeytana itaat anlamındadır. Demek ki, şeytana kulluk yapar gibi ona itaat, kişinin kendi tercihiyle olmaktadır. Şeytan, insan üzerine hâkimiyet ve saltanatı ile değil; esas işi ve temel faaliyeti olan “vesvese” ile gündeme gelir.

                                         

Kur’an’da “Sultan” Kelimesi

Kur’an’da “sultan” kelimesi otuz yedi yerde geçmektedir. Soyut anlamda kullanılmış olup siyasî bir içeriğe sahip değildir. Yani, Kur’an’da kullanılan sultan kelimesi, hiçbir âyette padişah, kral anlamında kullanılmaz. Herhangi bir kişi Kur’an’da böyle bir unvanla anılmaz. Sultan kelimesi, Kur’an’da genel olarak iki anlamda kullanılır: Birincisi, hâkimiyet (güç, kuvvet, otorite) kurma anlamında; ikincisi, burhan ve delil anlamında. Biz, ikinci anlamda kullanılan sultan kelimelerini, konu dışı olduğu için buraya almayacağız.

 

Şeytanla ilgili “sultan” kelimesinin (hâkimiyet kurma, güç, kuvvet ve otorite anlamında) Kur’an’da kullanılışı:

 

“Doğrusu benim mü'min kullarım üstünde senin bir sultanın (zorlayıcı gücün, hâkimiyetin) olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.”[25]

 

“And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış, inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı. Oysa İblis'in onlar üstünde bir sultanı (nüfuzu) yoktu.[26]

 

“Benim sizin üzerinizde bir sultânım (yani, sizin üzerinizde, sizi şirk koşmaya kahren mecbur edecek, sizi zorlayacak bir sultan'ım (gücüm) yoktu. Sadece çağırdım, siz de geldiniz. Öyleyse beni değil, kendinizi kınayın”[27]

 

“Dedi ki: "Rabbim! Andolsun beni saptırdığın için onlara yeryüzünde (kötülükleri) süslü göstereceğim ve onların tümünü muhakkak saptıracağım (iğvâ). Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Allah) şöyle buyurdu: İşte bana varan dosdoğru yol budur. Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin (sultân) yoktur. Ancak azgınlardan (ğâvîn) sana uyanlar müstesna. Muhakkak cehennem, onların hepsine vaad olunan yerdir.”[28]

 

“Gerçek şu ki o şeytanın, iman etmiş olanlar ve rablerine dayanıp güvenenler üzerinde bir hâkimiyeti (sultân) olamaz. Onun (Şeytanın) hâkimiyeti (sultânuhû) ancak onu kendilerine velî edinenler ve onun yüzünden müşrik olanlar üzerinde geçerlidir.”[29]

 

“Bizim, sizin üzerinizde bir sultânımız (yani, sizin üzerinizde, sizi şirk koşmaya kahren mecbur edecek bir hükümranlığımız) yoktu. Bilâkis siz taşkınlık eden bir kavimdiniz.”[30]

 

“And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış, iman edenlerden bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı. Oysa İblis'in onlar üstünde bir sultânı (nüfuzu) yoktu.[31]

“De ki: Rabbim! Beni girilecek yere hoşnutluk ve esenlikle girmemi nasip et. Çıkaracağın yerden de esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir sultân (güç) ver.”[32]

 

“Malım bana fayda vermedi. Sultânım (gücüm) de kalmadı.”[33]

Bu âyetlerde geçen “sultân” kelimesinin anlamı, Mukatil bin Süleyman’a göre de benzer şekildedir. Mukatil’e göre; “es-sultân”, kahredici kral, kahren mecbur edici hükümranlık mânâsında kullanılır; şu âyetlerde olduğu gibi:

 

“Benim sizin üzerinizde bir sultânım (yani, sizin üzerinizde, sizi şirk koşmaya kahren mecbur edecek bir hükümranlığım) yoktu.”[34]

 

“Bizim, sizin üzerinizde bir sultânımız (yani, sizin üzerinizde, sizi şirk koşmaya kahren mecbur edecek bir hükümranlığımız) yoktu. Bilâkis siz taşkınlık eden bir kavimdiniz.”[35]

Es-selâtatu: Gâlip, üstün gelmeye, yenmeye, boyun eğdirmeye veya hâkim olmaya muktedir olmak ya da hale gelmek. Fiil olarak, (“O’nu, gâlip, üstün gelmeye, yenmeye, boyun eğdirmeye veya hâkim olmaya muktedir hale getirdim. O da buna muktedir hale geldi” anlamında) sellattühü feteselleta şekillerinde kullanılır.  Sultan adı da buradan hareketle verilmiştir.[36]

 

 

 

Allah, Mükerrem Şekilde Yarattığı İnsana Cinlerin Musallat Olmasına Yönelik İzin Vermez

Rukyeciler delil olarak ciddi bir şey bulamadıkları için iddia şöyle diyorlar: “Büyü, kendisine büyü yapılan kimseyi öldürebilir veya onun tabiatını ve davranışlarını değiştirebilir. İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler."[37] Ben bu sözün doğruluğuna da, Ahmed bin Hanbel’in bu görüşte olduğuna da inanmıyorum. Çünkü o, Peygamberimizin şöyle söylediğini kitabına alıp rivayet etmiş kişidir: “Cinlerin insanların yollarını şaşırtacak şekilde bir güce sahip olması yoktur.”[38]

Yine, İmam Şâfiî’nin ve diğer müctehidlerin Kur’an’dan bu kadar uzak olacaklarını, Kur’an’ın cinlerin ve şeytanın insanları egemenliği altına alacak gücünün olmadığını, hileli düzeninin çok zayıf olduğunu[39] bilmemeleri ne kadar mümkündür? Büyünün bir hileden, göz boyamadan ibaret olduğunu belirten âyetleri okumamış olabilirler mi bu imamlar, müctehidler? Onlar veya onlar adına başkaları böyle yorumlasalar da, Kur’an’ın ve sahih sünnetin yoludur mü’minlerin yolu. “O büyük âlimler öyle dediklerine göre vardır bir bildikleri” demek, mü’minlere yakışmaz. Onların, önce Kitabımız ne diyor, sonra o kitabı bize tebliğ eden Rasûl ne diyor, onu öğrenip uygulamaları lâzımdır.

Ebû Dâvud, Kitâbu’t Tıb’da bir bâbın başına şöyle başlık atmış: “Cin Çarpması Diye Bir Şey Var mıdır?” ve altına şu hadisi yerleştirmiş: Câbir bin Abdullah’tan (r.a.) rivâyete göre, Rasûlullah’a (s.a.s.) “Nüşre (Cin çarpmasından dolayı okuyup üfleme işi) var mıdır?” diye soruldu. O da: “O bir şeytan işidir” cevabını verdi. [40] Demek ki, cin çarpması, cinlerin musallatı diye bir şey yok ki, cin çıkarma iddiasıyla okuyup üflemeye kalkanların yaptıkları Rasûlullah tarafından “şeytan işi” denilerek karşı çıkılıyor. Demek ki yaptıkları iş, sünnete uygun olmak bir tarafa, şeytan işi yapıyorlar.

 

Yine delil olarak rukyeciler şunları da söylüyorlar: “Büyü (sihir), -Allah Teâlâ diler ve takdir ederse- kendisine büyü yapılan kimsenin bedeninde etkili olabilir, belki de onu öldürebilir.”[41] Allah dilerse küfür dediği büyüye böyle insan bedenine etki edecek ve onu öldürebilecek bir güç verebilir demek; şirk koşanlara, Allah dilerse dünyada huzur, âhirette cennet verebilir, Allah dilerse şirke hac sevabı verebilir” demek gibidir. Eyvallah, Allah’ın her şeye gücü yeter. Bu tür iddialarda bulunanları Allah dilerse sümüklü böceğe de çevirebilir. Ama Allah böyle bir şey dilemez. “Büyü, Allah dilerse etkili olabilir” denilmiş. Allah, neyi dileyip neyi dilemeyeceğini Kur’an’da belirtmiştir. Bunlar, Kur’an’dan uzak bir din anlayışına sahip olduklarından, gayet rahat Kur’an’ın açıkladığı esaslara ters görüşler ileri sürebiliyorlar. Bir müslüman, Allah’ın küfür dediği büyü için hikmetler arayamaz, onu övmeye çalışamaz.  Allah diyor ki: "Sizin bu yaptığınız şey sihirdir. Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işlerini düzeltmez.”[42] Allah, sihri tesirsiz bırakacak, iptal edecektir.[43] Yine Allah, büyücülerin, nereye gitseler başarılı olamayacağını belirtir.[44] Kur’an net olarak sihre bâtıl, sihri iptal eden mûcizeye de hak demektedir.[45] Ve büyü gibi tüm bâtıl olanlar için Kur’an’ın hükmü şöyledir: “Şübhesiz ki bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.”[46] Kur’an’ın hükümlerini mi kabul edeceğiz, yoksa bazı âlimlere atfedilen Kur’an’a taban tabana zıt görüşleri, rivayetleri mi? Kur’an’a mı tâbi olacağız, yoksa delil diye Kur’an’a tümüyle zıt rukyecilerin görüşlerine mi? “Büyü, Allah dilerse etkili olabilir” diyen rukyeciler, Kur’an’ı önemseyip onu ölçü kabul etselerdi, Allah’ın büyüyü etki vermediğini, böyle bir şeyi dilemediğini bilirlerdi. 

Allah her şeyi bir sebebe bağlı yaratmıştır. İnsanların belli sebeplere yapışmadan netice beklemeleri sünnetullaha terstir. Demek ki, ancak Yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke mü’minin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:

Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak Yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği veren Allah'tır. Allah, ateşin yakma ve elin yanma yeteneğini kaldırmış olsa, yeryüzündeki düzen bozulur. Allah da düzeni bozmaz. Şeytan ve cinlere de Allah, insanı ele geçirme, içine girip onu yönetme izni vermez. Sünnetullah’ta bu yoktur.  

O her şeye kadirdir, irade buyurduğunu yapandır. O, yarattığı ve kurduğu nizamı bizzat ve kararlılıkla devam ettirmektedir. Allah’ın güç sahibi olması, sünnetullah denilen kâinatta işlettiği kendi değişmez kurallarına göre kurduğu nizamı bozması veya vaadini yerine getirmemesi söz konusu olamaz. Allah, zâlim bir kral gibi istediği zaman kendi kanunlarının dışına çıkmayı istemez, kanunlarını değiştirmez ve değiştirtmez. Bu Onun vaadidir. O yüzden şeytan ve cinlerin insan iradesini ele geçirmeleri, insanı robot hale getirmeleri mümkün değildir.

 

“Rabbin dileseydi onları tek bir ümmet yapardı.”[47] Ama dilemiyor ve yapmıyor.   “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi.”[48] Dileseydi herkes iman ederdi, ama dilememiş. Aynen böyle; Allah cinlerin ve şeytanların insanlara musallat olmasını, insan üzerinde egemen olmasını murad etmemiştir.

Allah insanı mükerrem şekilde yarattığı ve onu yeryüzünde halife kıldığı için, onu cinlerin, şeytanların elinde oyuncak kılmamış, cinlerden ve şeytanlardan daha üstün yapmıştır. O yüzden şeytanların, cinlerin insanın iradesi dışında onu yönlendirmesi, ona musallat olup onu kukla haline getirmeleri söz konusu değildir. İnsan, özgür iradesi sayesinde dilediğini seçme, dilediğini terk etme yeteneğine sahiptir. Dilerse iman eder, dilerse inkâr eder. O kendinden çok daha âciz ve hilesi zayıf şeytanların[49] ve cinlerin elinde robot gibi iradesiz ve oyuncak olamaz. “Allah dilerse cinler ona musallat olabilir, iradesini yok edebilir” de diyemeyiz. Çünkü Allah bunu dilemez. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın yeryüzündeki değişmez yasalarını Allah değiştirmez. 

 

“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır, ona dolanır. Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu bekliyorlar. Sen Allah’ın sünnetinde (kanununda, O’nun tuttuğu yol ve yöntemde) hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.” [50]

Sünnetullah, bize görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen tüm şeytanî tuzaklardan kurtulabilme gücümüzün var olduğunu öğreterek ümit vermektedir. Rabbanî yasaların Allah’ın yardımlarının kolektif bilinci içinde harekete geçirmek koşulu ile yanımızda olduğunu bilip özgüveni tazelemektir.

 “Hiçbir günahkâr başkasının yükünü yüklenmez insana kendi yapıp ettiklerinden başkası yoktur ve ne yapıp ettiği de yakında görülecektir.”[51]

“Herkesin kazandığı kendinedir.”[52]

“Size gelen her iyilik Allah’tandır. Başınıza gelen her kötülük de kendinizdendir.”[53]

 

 

Rukyecilere Göre Cinler ve İnsanlara Musallat Olması

Cinler Öncelikle Kimlere Musallat Olurlarmış, Rukyeciler Ne Diyor?

Rukyeciler bu konularda ittifak halindedirler. Onlardan birinin cinlerin kimlere ve nasıl musallat olduğunu açıklayan bir yazısını görelim:

“Cinler her insana musallat olabilir. Ancak daha çok bebeklere, küçük çocuklara, genç kızlara, hamile ve loğusalı hanımlara, yalnız yaşayan yaşlı kişilere, ruhsal ve bedensel yönden aşırı rahatsızlıkları olanlara, gerek evde gerekse dışarıda aşırı dekolte giyinen bayanlara, kahve, tarot vb. fallara sıklıkla bakan ve baktıranlara, fincanla ruh (!) çağıranlara ve kontrolsüz, bilinçsizce aşırı zikir çekenlere, bu varlıklardan sıklıkla bahsedenlere ve çok sigara içenlere musallat olurlar…”

“Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun, musallatlığın olamaz...”[54] ve şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti, musallat olması yoktur.”[55] şeklinde Rabbimiz aksini diyedursun; rukyeciler “cinler her insana musallat olabilir.” diyorlar; demek ki kendi başlarına gelmiş, oradan biliyorlar.

“Gerçek şu ki; şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti, musallat olması yoktur.”[56]

Allah’ın izni olmadan kimseye zarar veremeyeceklerine göre,[57] Allah, şirk koşanlara, şeytanı dost kabul edenlere, İslâm düşmanlarına, gayri müslimlere değil; ama bebeklere, çocuklara, hamile kadınlara ve aşırı zikir çekenlere cinlerin, şeytanların zarar vermesini murad etmiş(!) Hangi akla ve hangi nakle (yani vahye) onaylatmak mümkündür bu anlayışları? Allah izin vermeden bu şeytanlar zarar veremeyeceklerine göre, Allah bebeklere, hamilelere, zikir çekenlere haksız yere ceza veriyor, öyle mi? Bebeklerin, hamile kadınların üzerine cinleri, şeytanları gönderip onlara suçsuz yere eziyet etmelerini isteyen Allah, Kur’an’ın bize tanıttığı Allah değildir. Tam tersine; şeytanın herhangi bir vesvesesine karşı kendisine sığınanlara yardım eden bir Allah’a inanıyoruz. Daha, ilk adımda, Allah’a inanç konusunda çizgiler ayrılıyor. Demek ki, Kur’an’da özellikleri beyan edilen, insanları çok seven (Vedûd olan), çok merhametli bir Allah’a biz iman ederken; onlar da şeytanın ve cinlerin, önüne gelen masum bebeklere ve hamile kadınlara zarar vermesine izin veren bir tanrıya inanıyorlar. Kur’an’da bahsedilen Allah, kullarının üzerinde şeytanın bir nüfuzunun, musallat olmasının mümkün olmadığını söylüyor. Şeytanın, ancak kendisine tâbi olan müşrikler üzerinde etkisi olabileceğini belirtiyor.

Rukyecilere göre ise, Allah kimlere eziyet vermekten hoşlanıyor veya o zulümlere fırsat veriyor: Bebeklere, hamile ve loğusalı hanımlara, yalnız yaşayan yaşlı kişilere. Başka kimlere musallat oluyormuş cinler? “Gerek evde, gerekse dışarıda aşırı dekolte giyinen bayanlara” Evde dekolte giyinen bayan, suç veya günah mı işlemiştir ki cinler musallat oluyor? Kaldı ki, büyük günah işleyen içkicilere, zina edenlere, hırsızlara değil de, evinde dekolte giyen kadınlara cinler zarar verecek. (Nedense, bu cinler müşrik ve kâfirlere; plajdaki açık kadınlara değil de; açık gezmeyen Anadolu kadınlarına çoğunlukla musallat oluyor; sebebini bilmiyorduk, şimdi öğrendik; evlerinde yatakodalarında dekolte giydikleri için cinler zarar veriyormuş.) Hâlbuki cincilerin kapılarını aşındıran kadınların dörtte üçünden çok fazlası dekolte giymekten uzak, açık-saçık olmayan ev kızı ve ev hanımıdır.

Cinler başka kimlere musallat olurmuş? Rukyeci anlatıyor: “Bilinçsizce aşırı zikir çekenlere” Kur’an namaz’ı da zikir olarak tanıtıyor. Namaz kılanlara da mı Allah musallat olsunlar diye Allah cinleri yolluyor? Kur’an, “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.”[58] diyor. “Zikredin, çokça zikredin de ben bunun cezası olarak cinlerin içinize girip size eziyet vermesi için musallat edeyim” mi diyor? Demek ki Allah’ın emrini yerine getirene Allah şeytanları musallat ediyor… Delil ne? Hangi âyet ve hadis? Tam tersine, Allah “böyle kimselere cinler musallat olamaz” dediği halde? Bu kişiler mi Kur’an ve sünnete tâbi olan kimseler? İçki içenlere değil de, sigara içenlere cinler musallat oluyormuş. Bahsettikleri hep palavra. Hâşâ, Allah’tan da daha iyi bilip tanıyorlar sanki bu cinleri… Allah böyle demiyor. Allah’ın sözüne muhalif hangi söz doğru olabilir? Allah en küçük bir yalan söylemeyeceğine göre, O’nun sözüne ters düşen kimseler yalancıdır. Ve cinlerin kimlere musallat olacağı konusunda bu rukyeciler ittifak etmişlerdir. Hep benzeri şeyleri tekrar ederler.

Bizim Rabbimiz de kendi kullarına, özellikle tevekkül eden müslümanlara cinlerin ve şeytanların musallat olması sözkonusu değildir[59] diyor:  

 

 

Cinler Fiziki Hastalıklara Sebep Olabiliyorlar mı?    

Rukyecinin yazısını okumaya devam ediyoruz:

“Cin insan vücuduna girerek sâra hastalığına sebep olmaktadır. Aynı şekilde cinler damar tıkanıklığına, çocuk düşmesine, şiddetli baş ağrılarına vb. rahatsızlıklara sebep olabilmektedirler. Eğer musallat oldukları kişiye âşık olmuşlarsa, bedenine girdikleri kişi evli ise eşinden boşandırmaya, nişanlı ise nişanı atmaya, bekârsa da karşı cinsten uzak tutmaya çalışırlar.”

Demek ki sebebi bilinmeyen baş ağrılarının (migren) sebebi bu cinler imiş. Sâra (epilepsi), tıbbî bir hastalık değil, cinlerin musallat olmasıyla oluşan cinlerin oluşturduğu bir anormallikmiş. Damar tıkanıklığının sebebi de artık tespit edildi: Şeytanın damarlarda gezinmesi. O damarlarda gezerken, damar tıkanıyor. Boşanmalar niye arttı, diye sebep arıyorsanız, sebebi rukyeciler tarafından keşfedildi: “İnsanın içine girip musallat olan bu cinlerden dolayı.” Kendisi evlenecek o adamla, eski karısını boşattırması lazım önce. Boşanma sebeplerinin başında demek ki cinlerin o kişiye âşık olması geliyormuş. Bütün bunları insana musallat olup bedenine girmeden yapamıyorlar mı? Başınız ağrıyorsa, önce rukyeciye, cinciye gideceksiniz; şeytanî bir baş ağrısı mı, onu tespit ettireceksiniz. Tabii oralara giderseniz, hasta olmadığınız gibi bir ihtimalden bahsedilmez. Yolunacak kaz geldi, fırsat değerlendirilmesin mi yani? Ve cinciler, istedikleri kimselere cinlerini gönderip onları şiddetli ağrılarla ve ciddi sorunlarla rahatsız edebiliyorlar da, bu müslüman rukyeciler, cinciler niye İslâm düşmanlarına bu cinlerinden bazılarını gönderip onları müslümanlarla uğraşmaktan vazgeçirmeye çalışmıyorlar?

 

 

Cinlerin İnsanlara Verdikleri Psikolojik Rahatsızlıklar Nelerdir?

Devam ediyoruz, rukyecinin yazısını okumaya:

“Kişinin yaşının üzerinde aşırı dalgınlık, unutkanlık, kararsızlık, geleceğe ait ümitsizlik, sevdiklerine karşı sebepsiz agresif davranışlar ve intihar duyguları başlıcalarıdır. Bu rahatsızlıklar fizyolojik ve psikolojik olduğu gibi cinlerden de kaynaklanabilmektedir.

 Cinler özellikle beynin bazı noktalarına rahatlıkla nüfuz ederek o kişiyi moral değerler ötesinde düşünceye sevk edebilmektedirler. Çok inançlı bir kişiyi agnostisizme (şüpheci düşünce) sürükleyebilmekte, ibâdetlerini sürekli erteletebilmektedirler.” 

Kişi, yanlış düşünüyorsa, şüpheci ise ve intihar düşünceleri içinde ise suçu kişinin kendisinde aramamak icap ediyor. İçine giren cindir suçlu olan. Bir kimse, ibâdetlerini sürekli erteliyorsa, Allah suçlu olarak cine değil de, niye bu zavallı cinin oyuncağı haline gelmiş kimseye azap edecek? Kur’an’da böyle kimselerin cezasını onları buna sürükleyen cinlere vereceğiz mi deniliyor?

Rukyeci, yazısının devamında şunları söylüyor: “Eğer musallat oldukları kişiye âşık olmuşlarsa, bedenine girdikleri kişi evli ise eşinden boşandırmaya, nişanlı ise nişanı atmaya, bekârsa da karşı cinsten uzak tutmaya çalışırlar. Çoğunlukla da, o kişinin aurası zayıfsa yani halk dili ile yıldızı düşük ise bu işlevlerinde başarılı olurlar. Dünya dans şampiyonu tanınmış bir manken bana bu durumunu itiraf etmiş, hatta onlardan 4 ve 6 yaşında iki kız çocuğu sahibi olduğunu da belirtmişti.” 

Dünya Dans şampiyonu tanınmış bir manken, rukyecimize durumlarını itiraf etmiş… Hamdolsun, biz öyle tanınmış mankenleri, dans şampiyonlarını ta-nı-mı-yo-ruz ve hamdolsun onlar da bizi tanımıyor da, bizim yanımıza gelip itiraflarda bulunmuyorlar. Över gibi mi anlatıyor bu vasıfları ve kendisine gelmesini övünerek mi anlatıyor, yoksa rahatsızlık mı duyduğunu belirtiyor? Şeytan bunun neresinde? 

 

 

Şeytan, Mescidde İnsanlara Musallat Olur mu?        

Rukyeci, anlatmaya devam ediyor:

“Mescidde dahi olsa şeytan mutlaka insanoğluna musallat olmaya çalışır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Saflarınızı düzeltip perçinleyin, aralık bırakmayın. Omuzlarınız aynı hizada olsun. Muhammed’in canı elinde olana yemin ederim ki ben şeytanın küçük kara koyun şeklinde safların arasından girmekte olduğunu görüyorum” (Ebu Davud).

Mecazi ifadeleri gerçek gibi al ve mescidde safların arasında şeytanı ara. Ama, internette hiç arama, televizyonun içine girmez bu şeytan, oralarda arama. Camiye giren şeytan, meyhaneye, kumarhaneye hiç girmez, oralarda arama. Namaz kılınan yerlerde arayın, ama şeytanı haram işleyenlerin yanında aramayın, okullarda, mahkemelerde, plajlarda, mecliste ve cin çıkardığınız yerlerde aramayın şeytanı. Oralara şeytan uğramaz nasıl olsa… Kendi kafalarınızda da aramayın, kafanızda damar yok ki, orada da gezinsin.

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Cinlerin İnsan Çarpma Olayına Delil Var mıdır?            

“Klasik anlayışın görüşü şöyledir: Cinler şehvet, aşk, kin ve nefret gibi çeşitli sebeplerden dolayı insanların bedenine girer. Cinin insan bedenine girmesi İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi ehl-i Sünnet ve el-Cemaat’in ittifakıyla sâbittir. Bakara Sûresi 275. ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Faiz yiyenler, mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” Sahih-i Buhari’de de Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle demektedir: “Şüphesiz şeytan, Âdemoğlunun kanının dolaştığı yerde dolaşır.”[60]

Bu konuda ehl-i sünnetin ittifak ettiği söylenen husus, konuyla ilgili âyetlere taban tabana zıt. Neyi tercih edecek mü’minler? Kaldı ki, ehl-i sünnet âlimlerinin bazıları büyünün hak ve hakikat olduğunu, etki edebileceğini kabul etmez. Dolayısıyla bu ehl-i sünnet âlimlerine göre cinler insan bedenine de girmez. Yani, bu konuda ittifak filan yoktur. Bunlar arasında Ebû Hanife vardır, Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, sihrin etkisinin ve cinlerin insan içine girip insana musallat olmasının doğru olduğunu kabul etmemektedirler.

Ehl-i Sünnetim diyerek, isterse bu konudaki ehl-i sünnetin görüşü ittifak halinde kabul görmüş olsun, Kur’an’a zıt ise, bir mü’min, Kur’an’la uzlaşmayan bir görüşü, fetvayı, ictihadı kesinlikle kabul etmez, edemez, etmemelidir. Akaidde mezhep olmaz, olmamalıdır. Kur’an’daki akaid esasları bütün mü’minleri bağlayan esaslardır, ilkelerdir. Mezhep akaidi, yorumdur, ictihaddır. Akaidde inanç esasları, beşerî yorumlara, zan içeren ictihadlara dayanmaz; mütevâtir olan Kur’anî hükümlere dayanır.   

Bakara sûresi 275. âyetten ne anlaşılması gerektiğini, bazı müfessirlerin açıklamalarıyla birlikte az ileride “Şeytan Çarpmış Gibi Kalkmak” başlığı altında uzun uzun açıklayacağız. Hadis rivayetine gelince… Mecaz nedir, bunu önemsemeyen, Kur’an’da ve hadislerde mecaz yoktur deyip mecazî ifadeleri gerçek anlamıyla anlayan zihniyet, bu rivayeti gerçek anlamda ele alacak, şeytanı insanın damar yollarında tur atarken düşünecek.  

 

Cinlerin İnsana Musallat Olduğu İddiası ve Rukyecilerin Cin Çıkarttığını Söylemeleriyle İlgili Rukyecilere 20 Soru                                                  

Bu konuyla ilgili âyetleri hatırlatayım: “Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun, musallatlığın olamaz. Ancak sana uyan sapıklar (müşrikler) bunun dışındadır.”[61]

 

“Şüphesiz, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin, tasallutun olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!”[62] Bilindiği gibi; bu âyetlerde geçen “sultân” kelimesine, mealler; “hâkimiyet, ağırlık, yaptırım gücü, hiçbir gücü, nüfuzu, etkili gücü, sulta, saltanat, musallat olma, etki, kandırmaya gücü, etkin gücü” şeklinde anlam vermişler.

 

“Gerçek şu ki; şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti, musallat olması yoktur.”[63] Bu âyette bahsedilen şeytandır. Şeytan, cinlerin en şerlilerinin adıdır. Şeytanın gücü bu ise, diğer cinlerin daha büyük değildir.

Yine, şeytanın ahiretteki itirafı: “İş bitirilince şeytan da diyecek ki: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zâlimlere elem dolu bir azap vardır.”[64]

 

Bu âyetler ışığında cinlerin insana musallat olması konusunda şu sorulara cevap bulma ihtiyacındayız:

1- Sünnetullah denilen, Allah’ın tabiattaki değişmez ve değiştirilemez yasaları var. Cinlerin insanın içine girip onun iradesini insana rağmen tümüyle farklı şekilde yönlendirmesi, onu etki altına alması, onu hastalandırması, hatta öldürmesi, sünnetullah’la nasıl bağdaşır?

2- İnsan yeryüzünün halifesi[65] olduğuna göre ve “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı”[66] denildiğine ve cinlerin de insan için (insana hizmet etsin diye) yaratılan ve insandan daha âciz varlıklar olduğuna göre cinler, insanı nasıl ele geçirir ve iradesini yok edecek şekilde onu yönlendirebilir? Yaşatan ve öldüren Allah’tır. İnsandan âciz varlıklar insanı nasıl mağlup edebilir, rezil edebilir ve onu öldürebilir?

3- Delil denilince, öncelikle Kur’an ve Sünnet akla gelir. Kur’an cinlerin, şeytanların özellikle mü’minlere musallat olamayacağını net olarak haber vermiyor mu? “Gerçek şu ki; şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti musallat olması yoktur.”[67] Bu âyetle, bunca Müslümanın içine girdiği ve hâkimiyet kurduğu iddia edilen insanın içine cin girmesini nasıl bağdaştıracağız? Kur’an iman eden ve tevekkül edene onların egemenliği olmaz demesinden yola çıkılarak; insanlara rukye adıyla uzun seanslar yapılacağına, niye sahih iman ve yalnız Rabbe tevekkül anlatılarak, konu çözümlenmiyor.

4- Cinlerin en şerlisine, en zararlısına şeytan denildiğine ve şeytanın sadece vesvese verebileceği, başka bir gücü olmadığına göre, insanı emrine alıp iradesini yok edecek şekilde zararı şeytan veya onun askeri nasıl verebiliyor? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tâğut'un yolunda savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.”[68]

5- Cinlerle insanların cinsleri, yapıları çok ayrı olduğu halde, cinlerin insanlarla evlenmeleri, mümkün olabilir mi? İslâm hukuku böyle bir durumu kabul eder mi? Etmiş olsaydı, miras gibi, çocuğun cin mi, insan mı kabul edileceği vb. birçok ahkâmın düzenlenmesi gerekmeyecek miydi? Onlarla cinsel temas yapıp çocuk sahibi olmak mümkün olabilir mi? Zinâ yaparak hâmile kalıp doğum yapan bir kadına: “bu çocuğun babası kimdir?” diye sorulduğunda bu kadının, “cindir” şeklinde cevap vermesi kabul edilecek bir husus mudur?

6- İnsanın bedeni, cinler gibi, dünyanın nice güzelliklerini de bilip tanıyan varlıklar için rahat edilecek, güzel bir mekân mıdır ki, cin giriyor ve aylarca, yıllarca orada yaşıyor? İnsan vücudunun içinde ne yiyor, ne içiyor, evliyse ailesiyle ilişkileri nasıl devam ediyor?

7- Gözle görülmeyen cin, girdiği ifade edilen vücutta nasıl farklı reflekslere sebep olabiliyor? Nasıl konuşuyor? Türkçeyi nereden öğrenmiş, nasıl biliyor? Lisan öğrenme yetenekleri bu kadar iyi ise, Kur’an’ı, İslâm’ı niye öğrenmemişler?

8- Niye bu cinler sosyetelerin, kültürlü insanların içine hiç girmiyor? Niye Amerikalılara, Avrupalılara girmiyor da hep Müslümanlara, Müslümanların içindeki garibanlara giriyor? Eğer cinler böyle önüne gelen insana giriyorsa, ashabın içine niye girmedi? Eğer birçok sahabînin içine girmiş olsaydı, Peygamberimiz de bugünkü cinciler gibi onlarca, yüzlerce cini insanlardan çıkarmaya çalışırdı.

9- Cin çıkartanlar, birkaç basit cümle ile cinleri imana getiriyorlar. Bunların imana gelmesi bu kadar kolay ise, mü’min cinler bugüne kadar kâfir cinleri niye Müslüman yapamamışlar?

10- Cinci bunları yakıyor, azap ediyor, öldürüyor. Bir-iki duâ ile kolayca bunları yapıyor. Cin insana hükmedecek kadar güçlü, ama kendisine kolayca azap edilecek kadar âciz; cinci (rukyeci) onlara lânet ediyor, kızıyor, onları yakabiliyor, öldürebiliyor.  Nasıl oluyor bütün bunlar?

11- Bu konularla ilgili olarak ilmu’l-azâim adlı bir bilim dalının meydana getirildiği de öne sürülmektedir. Bu ilmin İslâm’la, İslâmî ilimlerle alâkası nedir? Eğer cinler istedikleri kimsenin içine girebiliyorsa, Kur'an ve Sünnet, insanın içine giren cinle ilgili hükümler koyardı, Cinlerin emriyle, mecbur etmesiyle yapılan işlerin hükmünü açıklardı. Meselâ bir insanın içine giren cin, kişinin namaz kılmasına engel olabiliyorsa; bu kimsenin elinde olmayan bir suçtan ceza görmesi sözkonusu olmadığına göre namazsız bu kimsenin hükmü nedir? Böyle ölürse ne olacaktır?

12- Cini öldürmek caiz mi, cezası var mı, yok mu; dinin bu konudaki hükmü nedir? Din, hiçbir şeyi eksik bırakmamış. Eğer cinler bizim hayatımızda ve içimizde olsaydı, bizimle ilgili bu kadar karmaşık durumlar bulunsaydı, Kur'an bundan mutlaka bahsederdi. Sünnette de, bunlar belirlenmiş olurdu. Cin-insan ilişkileriyle ilgili kapsamlı bir fıkıh oluşması gerekmez miydi?

13- İnsanın içine girebilen ve onun iradesini karıştırıp yönlendirebilen bir cin, otomobilin motoruna da girebilip ona da hükmedebilir mi? Bilgisayarların içine giren virüsler yoksa birer cin mi? Cinleri yönlendirebilen cinciler, bir uçağın bilgisayarının içine bir cini gönderip uçağı rahatlıkla istedikleri yere indirebilirler mi? Bir füzenin bilgisayar çipine müdahale edebilirler mi? En azından bir devlet başkanına, bir komutana, bir bilgisayar işlemcisine, füzeleri ateşleyebilecek programa müdahale edebilirler mi? Şeyhlerin yattıkları yerden (kalkarak veya kalkmayarak) aynı anda ve bir anda savaşa müdahale edip geldikleri gibi; madem bir insanın içine girip iradesini yönlendirebiliyorlar, niye Müslüman cinler de tâğutların, zâlim ve emperyalist yöneticilerin içine girip de onları Allah rızası için iradelerini ele geçirmiyorlar? Ya da kâfir cinler niye âlimlerin doğru fetva vermemeleri, insanları saptırmaları için onların içine girip onları kullanmıyor? Öyle olmuş olsa, hatta bu ihtimal verilmiş olsa, İslâm âlimlerine nasıl güvenilecektir? Fetvalarına cinin yön verdiği âlim… Herhangi bir âlimin de böyle olma ihtimali olduğundan hiçbir âlime güvenmemek mi gerekiyor? Âlimin içine girmiyorsa, neden? Tedavi olanların çoğu gariban, başörtülü, sakallı insanlar. Onlara nasıl giriyorsa diğer Müslüman büyüklere de giremezler mi?   

14- Bir kimse şöyle dese: “Din, Allah’ın ve Rasülünün haber verdikleridir; dinin özü Kitap ve Sünnetle sınırlıdır. Bazı âlimlerin cinlerin insan içine girip insanın iradesini yönlendirmesini, onu hasta edip hatta öldürebilmesini kabul etmeleri, şahsi kanaatleridir; şahsi kanaat dini belirlemez. Aynen bu satırları yazanın görüşlerinin dini belirlemediği, sadece bir yorum olduğu gibi. Eski âlimlerin de duydukları, kendi tecrübe ve kanaatleri de din olmaz. Meselâ; Eski âlimler, sâra/epilepsi hastalığının tıbbî bir hastalık olduğunu bilmediklerinden, buna insanın içine giren cinin sebep olduğunu sanıyorlardı. Çoğu âlimin en önemli delili, sâra hastalığıdır. Bu hastalığın tıpla ilgili bir rahatsızlık olduğu, teşhisi ve tedavisinin mümkün olduğu, cinle ilgisinin bulunmadığı bugün kesinleştiği için o âlimlerin de en önemli delilleri suya düşmüş olur.” demesine nasıl cevap verilebilir?

Yine şu görüşlere nasıl cevap verilir? Cin ya da şeytanların insanların iradesini ele geçirip onun üzerinde egemen olmasıyla ilgili bir gücü ve fonksiyonu yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde Yüce Allah, “Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun, musallatlığın olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır”[69] buyurarak bu hususa işaret etmiştir. O zaman kâfir cin ya da şeytanların insanlar üzerindeki etkisi, gücü, sadece onları doğru yoldan saptırıp azdırmak, haram ve yanlış yollara sevkederek, Allah’ın kendilerine buğzetmesini temin etmek için kalplerine vesvese vermek, kötü telkinlerde bulunmaktır. Bu açıdan cin şeytanları ile, insan şeytanları aynı görevi yapmakta, her iki grup da telkin yoluyla insanları etkilemeye, tesir altına alıp kandırmaya çalışmaktadırlar. Şeytanların insanlara vesvese verdiği, onların insanın gönlüne getirdiği bu vesveselerin, gizli fısıltıların şerrinden, kandırmasından Allah'a sığınmak gerektiği Kur’an’da haber verilmektedir.[70]

 

“Doğrusu şeytanın iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu, musallat olması yoktur. Onun nüfûzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah'a şirk/ortak koşanlar üzerindedir. (O, sadece onları kandırabilir).”[71] buyurulmuştur. Bu âyetten cin ya da şeytanların telkin ve vesveselerine şirk koşanlarla şeytanı dost edinen günahkâr kimselerin kapılabileceğini anlıyoruz. İster büyücü, ister sihirbaz tarafından gönderilsin, ister cin ya da şeytan kendisi gitsin, kulağına fısıldayarak, gönlüne vesvese vererek etki altına aldığı kimse, demek ki şeytanın dostudur. Ona dost olanın da şu veya bu zorlamayla değil; yukarıdaki âyette[72] kendisinin de itiraf ettiği gibi özgür arzu ve irâdesiyle bunu yaptığı, şeytanın telkinine kapıldığı açıktır.

Bu durumda da uğranılan zarardan sorumlu ve suçlu yine büyücü vs. değil; cüz’î irâdesini o yönde kullanan insandır. Sihirbazın sorumluluğu ayrı bir konudur. O zaman ister nüsha (muska) yazarak, ister çeşitli yollarla sihir yaparak, isterse düğümlere üfleyerek faâliyette bulunsun, büyücü ya da sihirbazların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Cin ya da insan şeytanlarının şerri de, insanlara vesvese vermesi, kulaklarına fena şeyleri fısıldaması, onlara yanlış ve zararlı hususları telkin ederek dünya ve âhirette hüsrâna uğratmasıdır. Nitekim Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî, ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun, cinlerin vesvese vermek sûretiyle insanlara etkili olabileceklerini söylediklerini kaydetmektedir.[73]

15- Bir kimse, şöyle dese: “Cin çıkarma seanslarının cinle bir ilgisi yoktur. Hasta kimse, içinde cin olduğuna kesin şekilde inandırılıyor. İçinde cin olduğuna inandığı için onun ikinci kimliği gibi cin acayip bir şekilde konuşuyor gözüküyor. Hâlbuki konuşan, hastanın kendisi. Onun ağzından çıkıyor ses. Kendi sesi olduğu halde, içinde cinin varlığına inandırıldığı için sanki cin konuşuyor, o cevap veriyor gibi yapıyor hasta. Hasta da aynen hipnoz altındaki kişiler gibi telkin altında hayal dünyasında farklı şekilde yaşıyor. İçinde cin yok ki çıkan cin olsun. İş, telkinle hastaya bunu inandırmaya bağlı. Gerisi kendiliğinden geliyor.” dese, nasıl cevap verirsiniz?

16- “Allah’ın izni olmadıkça onlar, hiçbir kimseye onunla (sihirle) asla zarar verici olamazlar.”[74] Allah, kullarına zerre kadar zulmetmeyeceğine göre, dünya da ceza görme yeri olmadığına göre, Allah niye bazı insanlara cinlerin musallat olmasına izin versin?

17- Cinlerin insanların emrine girmesi mümkün müdür? Bazıları cinlerin Hz. Süleyman’a hizmet etmeleriyle ilgili âyetleri delil olarak alıp cinlerin diğer insanlara da boyun eğip onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürüyor. Cinlerin Hz. Süleyman’a boyun eğmelerinden bahseden âyetler; 21/Enbiyâ, 82; 27/Neml, 17, 38-39; 34/Sebe’, 12-13; ; 38/Sâd, 36-38 âyetleridir. Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğunu savunan âlimlerin delil gösterdiği bu âyetler, Hz. Süleyman’la ilgilidir ve bu işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın verilmediği Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. “Süleyman: ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk/hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[75]

18- Cinlerin eşyanın yerini değiştirmeye güçleri yetse bile, Cenâb-ı Hakk’ın buna izni var mıdır? Bu iş “sünnetullah”a aykırı değil midir? Böyle bir şeye müsaade edilseydi, insanoğlunun tâbi olduğu hukuk sistemi altüst olurdu. Onların canları istediği zaman şekil değiştirmeleri; hatta peygamberlerin, âlimlerin veya diğer insanların kılığına girmeleri de, Allah’ın koymuş olduğu öteden beri devam edip gelen kanunlara aykırı değil midir? Böyle bir şey insanoğlunun dinini ve hukuk düzenini bozacağından Yüce Allah tarafından buna izin verilir mi?

19- Cinlerin insan içine girip insana egemen olması, her şeyiyle tanınmayan ve görünmeyen düşmanın insanı ele geçirme endişe ve korkusu, dünyayı çekilmez hale getirir. Korku filmlerindeki gibi insanı ele geçiren şeytanın, cinin korkusuyla hayat insana zehir olur. Tevhid; Allah Teâlâ’nın kâinat üzerindeki mutlak egemenliğini kabul etmektir. Ve bu hâkimiyette O’nun hiçbir ortağı olmadığına inanmaktır. O yüzden Allah’tan başka korkulacak bir güç, insan üzerinde egemen olabilecek bir varlık kabul etmemektir. Takvâ sahibi mü’minlere korku ve üzüntünün olmayacağını çeşitli âyetlerde Kur’an bildirir.[76] Bütün bu insana musallat olan cin konusu, tevhid inancıyla nasıl bağdaşır? Ayrıca, insanın koruyucu melekleri (hafaza melekleri) olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Onlar, bizi Allah’ın izniyle âciz ve zavallı bir cinden korumuyorlarsa, niye hafaza meleği deniyor? “Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (melekler) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip korumaktadırlar…”[77]

20- Cinler insanların içine girebiliyor ve onlara musallat olabiliyorsa ve insanın içinden cin çıkarmak için rukye gerekiyorsa, rukyeye Kur’an’a uygun rukye, Furkan rukye, Kur’an terapisi gibi iddialı adlar vermekten çekinmez ve yapılan rukyeleri Kur’an ve Sünnete uygun, hatta unutulan sünnetin ihyâsı olarak görürse rukyeciler; şu aşağıdaki hadislere ve görüşlere nasıl cevap verebilirler?

Rasûl-i Ekrem: “Rukye yapan kişi mütevekkil değildir”[78] buyurmuştur.

Rukyeciler, genellikle şöyle savunur kendilerini: “Biz insanlara zarar vermiyoruz, büyü yapmıyoruz. İnsanlara faydalı olmak için yapılan büyüyü rukye ile bozuyoruz.” Rukyeyi sadece hastaya yapılan büyüyü çıkartmak için kullandıklarını söyleyebilirler. Bu konuda da hadis rivâyeti şöyledir: Câbir (r.a.) diyor ki: Sihri bozmak hakkında Rasûlullah’a (s.a.s) sorulduğunda şöyle buyurdu: “O bir şeytan işidir.”[79]

Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında sorulmuştu: "O şeytan işidir!" buyurdu."[80] (Nüşre rukye'nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr,  bunu "Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç" olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)

İsa İbn Hamza anlatıyor: "Abdullah İbn Ukeym’ın (r.a.) yanına girdim. Kendisinde kızıllık vardı. "Temîme (muska) takmıyor musun?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi: "Bundan Allah'a sığınırım. Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:  "Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez)."[81]

Şâbi ile Katâde, Said b. Cübeyr ve diğer bir cemaate göre rukye mekruhtur. Mü’mine gereken Allah’a tevekkül ederek bunu yapmamaktır. Çünkü rukyenin Allah halketmedikçe bir zarar veya faydası yoktur.[82]

 

Bir Cinin mi, Yoksa İçdünyanızın mı Tutsağısınız?

İslâm kültüründe az da olsa uygulanan “Şeytan/Cin çıkarma (exorcism)” daha çok Hristiyan kültürüne ait bir inanıştır. Bu, özellikle orta çağda uygulanmakta olan bir yöntemdi. O dönemlerde, cadı, büyücü ya da şeytan/cin tarafından ele geçirilmiş diye tanımlanan ve çeşitli hastalıklar yaşayan kişilerin özellikle “Psikoz, Şizofreni, Konversiyon Bozukluğu (Histeri) ya da Tourette Sendromu” yaşayan kişiler olduğu yüzyıllar sonra yapılan bilimsel araştırmalarla açıkça ortaya konulmuştur. Bu demektir ki, bu kişiler metafizik bir varlık tarafından kontrol edilmemekteydi. Yalnızca psikolojik ya da nörolojik bir hastalık yaşamaktaydılar. Şimdi nice insanların psikolojik yönden hasta olduğu gibi…

Psikozların, şizofreninin (psikozlardan biridir), epilepsi ya da histerinin dışsal ve metafizik bir varlığın neden olduğu hastalıklar olduğu iddiası tarih kadar eskidir. Bu hatalı iddiaların nedeni, eski zamanlarda bu hastalıkların kökenleri ve tedavisinin anlaşılamıyor olmasıyla ilgiliydi. Ancak bugün böyle bir iddia ciddiye alınabilir değildir.

Örneğin, bugün nörolojik bir hastalık olarak bilinen ve tedavi edilen Tourette Sendromuna sahip bir bireyde; sıklıkla; göz kırpma, kol sallama, omuz silkme, tekme atma, homurdanma, başkalarının söylediğini tekrarlama vb. belirtiler görülür. Bununla da kalmaz birçok vakada bireyin -sanki bir başka varlık tarafından kontrol ediliyormuş gibi- kaba ve çirkin sözler söyleme dürtüsüne karşı koyamadığı, hatta bazı çocukların, olması gerekenden çok daha ince sesler çıkardığı görülmüştür. Bir kız çocuğunun da kendini ateşin üzerine attığı kaydedilen Tourette Sendromlu vakalar arasındadır. Tüm bu belirtiler, bu hastalığı tanımayan aileler ve bunu yaşayan çocuk ya da yetişkinler için dehşet vericidir ve daha da önemlisi gizemlidir. Tüm dünyadaki insanların açıklayamadığı, anlayamadığı gizemli görünen olayları cinlerle ya da benzeri varlıklarla açıklama eğilimi bu yüzden pek de şaşırtıcı değildir aslında. Binlerce Torurette Sendromu hastası vardır ve onlar hiçbir cin çıkarma âyinine gerek olmadan nörolojik yöntemlere tedavi edilmektedirler.

Benzer biçimde, Konversiyon bozukluğu (eski adıyla histeri) olan bireylerde ise, hiçbir fizyolojik kökeni olmadan, körlük, çift görme, sağırlık, dokunma, ağrı duyumu kaybı, felç, bayılma, ses kısıklığı, kendini gebe sanma gibi ilginç belirtiler görülür. Bunu yaşayan kişiler bütün bunların gerçek yani fizyolojik olduğundan emindir. Ancak bu yaşadıklarının hiçbiri fizyolojik temelli değildir; psikolojiktir. Bu durum temelde bireyin çevresiyle iletişim kuramamasıyla ve bilinçdışı çatışmalarıyla ilgilidir. Bu sorunları yaşayan bireyler, aslında ruhsal olarak sıkıntı yaşadığını ve kendisine ilgi gösterilmesini istediğini sağlıklı bir iletişim yoluyla değil de burada bir kısmını saydığımız konversiyon belirtileriyle ifade etme hastalığından muzdariptirler. Buradaki belirtiler de, bu hastalığı tanımayanlar için yine gizemli ve anlaşılması oldukça güçtür. Hâlbuki histeri de günümüzde bilimsel olarak tedavi edilen hastalıklar arasındadır. Şizofreni açısından bakıldığında; kişide hareketsiz donuk beden duruşu (katatoni), hareketleri tekrar etme, karşısında birisi varmışçasına kendi kendine konuşma, hareketlerini yönlendiren sesler duyma, görüntüler görme, kendine zarar verme gibi davranışlar görülebilmektedir. Bu durum da yine konu hakkında bilgisi olmayan çevre için olağandışı, ürkütücü görünebilir. Ancak bu ve benzeri durumlar günümüzde tıbbî olarak açıklanabilmekte ve tedavi sürecinde belirtiler kontrol altına alınabilmektedir.

Burada şuna dikkat çekmek gerekir. Histeride ya da Tourette Sendromlu hatta epilepsi ve şizofrenide cin/şeytan çıkarma âyinlerinin olumlu bir sonuç veriyormuş gibi görünmesi aldatmacadır/illüzyondur ve maalesef tehlikeli bir illüzyondur. Bu yöntemlerin tehlikesi, medyadaki haberlere baktığınızda göreceğiniz gibi, cin çıkarma uygulanırken, kişinin omuzuna şiddetle darbe vurulduğu ya da üzerine çıkarak tepinildiği için bazı yetişkinlerin ya da çocukların istemeden de olsa ölümüne neden olunmuştur. Diğer taraftan bu tür inanışlar kişilerin sağlıklı destek ve tedavi almalarının da önüne geçmektedir.

Özellikle histeri vakalarında yaşanan plasebo etkisinin (aslında hiçbir etkisi olmayan ilaç görünümü verilmiş bir maddenin ya da yöntemin) sadece birey inandığı için bireye iyi gelmesidir. Örneğin içinde un bulunan hap şeklinde ambalajlanmış yalancı hapın, ağrı azaltıcı bir ilaçmış gibi sunulduktan sonra, sırf birey buna inandığı için bireyin şiddetli ağrılarını dindirmesi şeklinde rol oynamasıyla ilgilidir. Plasebo etkisi, ilaç ya da telkin yöntemlerinde, dinî ritüellerde sıklıkla ortaya çıkar. Şizofreni, epilepsi, Tourette Sendromu ya da histeri gibi hastalıklarda cin çıkarma ya da benzeri dini ritüellerin iyi geliyormuş gibi görünmesi plasebo etkisiyle de ilgilidir. Bu uygulamalarda başlangıçta hasta birey sanki iyileşiyormuş gibi görünür, ancak tıbbî ilaçlar ya da psikoterapilere devam edilmediği sürece hastalık düzelmeyecek, belki de belirtileri şiddetlenecektir. Çünkü uygulanan yöntemin etkisi plaseboya bağlı olduğu için plasebo etkisi ortadan kalktığında, yani örneğin histerik bir birey, kendisine cin çıkarma âyini yapılırken, hem ailesinden hem çevresinden hem de kendisine âyin yaparak ona kendisini “çok özel” hissettiren bir rukyeciden, üfürükçüden yoğun ilgi gördüğü için; süreçteki yoğun ilgiye bağlı olarak, bir cin tarafından yaptırılıyormuş gibi görünen davranışların ortadan kalkma ihtimali vardır. Bu “ilgiye” bağlı olarak ortadan kalkan, cin çarpmasıymış gibi görünen belirtiler, okuma üfleme yapan hocanın, ailenin ve çevrenin ilgisi, desteği sona erince şüphesiz tekrar edecektir. Diğer taraftan şizofreni gibi hastalıkların belirtileri her zaman görünür şekilde devam etmeyebilir ya da hasta birey dönemsel bir duruma bağlı olarak hastalık benzeri belirtiler gösterebilir. Okuma-üfleme ya da âyin benzeri uygulamaların yapıldığı süreçte bu belirtilerin ortadan kalkması, aslında şizofreni hastalığının belirtilerin kaybolduğu döneme (remisyon) girmiş olması nedeniyle de iyileşmiş gibi görünebilir.

Zaten bir cin çarpması olmayan, psikolojik ya da nörolojik olan bu hastalıkların metafizik yollarla tedavi ediliyormuş gibi görünmesi bir yanılsamadır. Hastalığın iyiye gitmesi çoğunlukla geçicidir ve süreç kişinin sağlığı açısından da çok tehlikelidir. Dolayısıyla, -sözde- bir cin çıkarma ayininde şeytan ya da cinlerle değil, bireyin psikolojik ya da nörolojik sorunlarıyla savaşılmaktadır! Bu nedenle günümüzde, nedeni ve tedavisi belli olan bu hastalıklar için insanların, kendi sağlıklarına gerçekten önem veriyorlarsa, tıbba ve ruh sağlığı uzmanlarına güvenmeleri gerekir.

Ayrıca bir cinin/şeytanın insana musallat olmasının (vesvese/obsesyon ile karıştırmamak gerekir) ve cin/şeytan çıkarma yönteminin İslâm dini âlimlerinin pek çoğu tarafından din dışı kabul edildiğini hatırlamakta da yarar var.[83]

 

Cin Çarpması mı, Çoklu Kişilik Bozukluğu mu?

Eşiniz, Gecenin Bir Yarısında Yataktan Doğrularak Erkek Sesi Çıkartıp Size Saldırsa Ne Yaparsınız?

Ülkemizde halk arasında “cin çarpması”, “içine cin girmiş”, “cinlenmiş” şeklinde bilinen durumlar oldukça yaygın. Kim ne derse desin yüzyıllardır cinci hocalar bu alanda halkın itibar ettiği çözüm noktası…

Kişinin normal zamanlardaki durumundan farklı olarak, durumunda alışılmışın dışında değişimler olması; kendi sesinden farklı bir sesle konuşması, yüz ifadesinin değişmesi, normalde olmayacak davranışlar sergilemesi, saldırgan, küfürlü bir tavra girmesi şeklinde ortaya çıkan ve etraftaki herkese korku salan bu rahatsızlık halk arasında kişinin “içine cin girmesi” şeklinde yorumlanıyor.

Elbetteki oldukça narin, normal hayatında nezih ve zarif olan bir hanımefendinin bir gece âniden kalın bir erkek sesiyle konuşup, kocasını dövmesi ya da sokağa çıkıp üstünü başını yırtmasını gören halk korkuyla dehşete kapılırken, bu durumu ancak cinlerin insanları kontrol etmesi şeklinde anlamlandırıyor. Çoğu zaman ruh sağlığı uzmanlarından çok, cinci hocalara müracaat edebiliyorlar.

 

Halkın Cin Zannettiği Şey, Aslında…

Hipnoz ve Bilinçaltı Değişim Uzmanı Mehmet Başkak, aslında cin zannettiğimiz şeyin cin olmadığını söylüyor. Peki, cin değilse nedir?

Hipnoz Uzmanı Mehmet Başkak’ın hemen herkesin merak ettiği bu ruh halleriyle ilgili değerlendirmesi şöyle:

“Ülkemizde inançlarımız gereği cinlerin varlığına inanıldığından bizim halkımız sorunu “cin çarpması”, “içine cin girmiş” şeklinde adlandırıp çözümü cinci hocanın “cin çıkartmasında” ararken, Batıda; Hristiyanlık’ta “içine şeytan girmiş” şeklinde düşünüyor ve çözümü de papazların “şeytan çıkartma” âyinlerinde arıyorlar.

Oysa modern psikoloji “Çoklu Kişilik Bozukluğu” şeklinde adlandırdığı bu rahatsızlığı tanımlamış ve anlamlandırmıştır. Bütün dünyada hipnozu bilen ruh sağlığı uzmanları tarafından bu rahasızlık hipnotik trans altında sağaltılmakta ve iyileştirilebilmektedir.

 

Korkunç Gülüşler, Küfürler, Tehditler…

Halkımızın cin zannettiği bir başka kişi ise, aslında hastanın bilinçaltı düzeyde zaman içerisinde oluşturduğu birbirinden farklı karakterler arasındaki geçişlerdir. Erken yaştaki travmalar, çocukluk dönemine ait cinsel istismar ya da başka sebeplerden dolayı bilinçaltı düzeyde kişilik bölünmesi olur ve alter denilen alt kişilikler oluşur.

Bu alt kişilikler birbirinden farklı, erkek, kadın, çocuk, öfkeli, saldırgan vb. değişik yapılarda olabilir. Kişi, tetikleyen bir unsur olduğunda otomotik olarak bilinçaltındaki oluşmuş olan o alt kişilik otomatik devreye girer ve davranışlara yön verir. Kişi aslında bu davranışlar içindeyken bir trans durumundadır. Hipnotik trans durumunda asıl kişiliğin özellikleri değil, bilinçaltından devreye giren alt kişiliğin özellikleri görünür.

Kişinin normal halinden tamamen zıt karakterde olabilecek bu alter devredeyken etraftaki insanlar için ürkütücü olabilecek çılgınca gülmeler, küfürler, tehditler, normal dışı infial uyandırabilecek davranışlar çokça görülür. Bir süre sonra otomatik transtan çıkan kişi normal haline döner. Oldukça yorgundur ve genellikle olan biteni hatırlamaz. Halkımızın cin zannettiği, aslında kişinin bilinçaltında oluşan alt kişiliklerdir ve bu, tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır.

Cinin insan vücuduna girip hiç de güzel olmayan o yiyecek artıklarının, kan ve çirkin sıvıların bulunduğu ve dışarıya atılması gereken bozulmuş gıdaların içinde ne işi var ki, insanın içine giriyor? İnsanı esir almak için insanın içine girmesi mi gerekiyor? Aslında, insan vücudunda yaşamış olsa, kendini zindana mahkûm etmiş, kendisi esir olmuş olur. Bir cismi ele geçirmenin yolu, o cismin içine girmek değildir. Bu yanlış anlayış, sanırım hadis rivayetlerindeki mecazî ifadelerin gerçek anlamda zannedilmesinden kaynaklanıyor.

"Kocası gurbette olan (yabancı) kadınların yanına girmeyin. Zîra şeytan, her birinizin içinde, vücudunuzda kanın dolaştığı gibi, (kendisini hissettirmeden) dolaşır."[84] Burada da bir benzetme yapılmış, yoksa şeytanın içimize girip kan gibi damarlarımızın içinde seyahat yaptığından bahsedilmiyor.

"Şeytan insanoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allah'ı zikredince siner, çekilir, gaflet etse vesvese verir."[85] Burada bahsedilen kalp, insanın kan pompası olan yürek değil, gönül dediğimiz manevi kalptir.

“Muhakkak ki şeytan, insanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır.”[86] Bu hadiste büyük ihtimalle vücutta gözle görülmeyen varlık anlamında bakterilerden “şeytan/cin” diye bahsedilmiş.

Selefî mezhebinin Kur’an’da mecaz olduğunu kabul etmeyişinin de bu yanlış anlayışta etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

  

Cin Musallat Olmuyor, Kişi Hipnoza Giriyor

Burada anlaşılması gereken şey, cinlerin varlığını inkâr değildir elbette. Cinler vardır, ama normal olarak insan bedenine girip kişileri yönetmeleri, idareyi tamamen ele almaları, yani insana musallat olmaları sözkonusu değildir. Bu durum, şeytanla, cinle ilgili değil; kişinin tedavisi olan bir hastalığa düçar olmasıdır.

Bu olağandışı durum; Kişinin elinde olmadan, tetikleyici bir unsurla otomatik bir biçimde kişinin farkında olmadan kendi kendine hipnoza girmesiyle ortaya çıkar. Bütün dünyada genellikle bu rahatsızlığın tedavisi hipnoterapi ile yapılmakta ve bu tür rahatsızlıkları tedavi etmeye yönelen uzmanlar, genellikle hipnoz öğrenmektedir. Hipnozla çözülebilmesi oldukça olağan bir durumdur, çünkü rahatsız olan kişi otomatik bir hipnoz durumunda bu karakter ve kişilik değişimini yaşar.”

 

Bu Tür Hastalar Nasıl Düzelir?

Hipnoz Uzmanı Başkak, bu durumdan muzdarip olan kişilerin bu halden çıkış yolu hakkında şu bilgileri veriyor:

“Ruh sağlığı konusunda uzman, kişiyi hipnoza alır ve normalde otomatik olarak ortaya çıkan alt kişilikleri kontrollü bir şekilde ortaya çıkartır. Kullandığı özel hipnoterapi teknikleriyle de kişinin bilinçaltı düzeyde müstakilleşmiş alt kişilikleri sağaltır, bünyeye dâhil eder ve kişinin iyileşmesini de bu yolla sağlamış olur.

Tamamen bilgisizlikten kaynaklanan sebeplerle “cinlerin insanın bedenini ve beynini kontrol ettiği” şeklinde halk arasında yaygın olan bu durum, konuya spesifik olarak eğilen ve hipnozu bilen uzmanlar tarafından sağaltılmakta ve insanların iyileşmesi sağlanabilmektedir. Yapılması gereken, “cin çarpması” ile açıklanan bu durumlar için hipnozu bilen, bu konuya özellikle yoğunlaşmış bir ruh sağlığı uzmanına müracaat etmektir.”[87]

 

Şeytan Çarpmış Gibi Kalkmak

Kur’ân-ı Kerim'de, faizin haram olduğu ve yiyenlerin kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacakları bildirilmektedir:

“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar (Şeytanın dokunup sersemlettiği kimseler gibi davranırlar). Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.”[88]

Şeytanın veya cinnin insana musallat olduğuna inanan, fakat ciddi bir delil getiremeyen nice insan, Bakara sûresi 275. âyetten kendilerine göre iki tane delil getirmeye çalışır. Birisi, âyete bir kelime ekleyerek, ikincisi, âyetteki mecâzî anlatımı, deyimi fark etmeyerek veya bilinçli şekilde görmezden gelerek, âyetin mealine şöyle ilavede bulunuyorlar:  “Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar” bu meale, genellikle “kabirlerinden” kelimesini parantez içinde ilave ederler. Hâlbuki, bu âyetin âhiretle, kabirden kalkmayla ilgili hiçbir işaret yoktur. Faiz yiyenler, kıyâmet günü kabirlerinden, başka türlü değil, ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaklardır.” Diye meal vermiş, Ömer Çelik. Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar.” (Diyanet Vakfı meali) “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” Diyanet İşleri Başkanlığının eski meali bu şekilde iken, hatalarını anlamış olacaklar ki, yeni meallerinde şöyle: “Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” Allah, kabirden veya mahşerden gibi bir kelime kullanmadığı halde, bu kelimeyi kullanmayı gerekli gösterecek hiçbir karîne olmadan “kabirden” veya buna yakın bir kelimeyi, sanki âyetten bir parça imiş gibi parantez içinde de olsa bir kelime ilave ederek, cümledeki anlamı tümüyle saptırmak, meal yazma seviyesine gelen bir kişi için büyük vebal taşır.

İkinci hata da; deyim olarak kullanılan bir ifadeyi gerçek anlamda, lügat anlamında anlayıp o şekilde kullanmak da yanlıştır. Zaten benzetme ifadesidir. Kendisine benzetilen ifade yanlış olursa, benzeyen için de hüküm yanlış olur. “Şeytan çarpmış gibi”, “şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” Kur’an’da buna benzer tâbirler vardır: “…ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir!”[89]; “Mutlu olanlar da, artık onlar cennettedirler. Rabbinin dilemesi dışında, gökler ve yer sürüp gittikçe (durdukça), orada süresiz kalacaklardır. Bu kesintisi olmayan bir ihsandır.”[90] âyetlerinde de benzer tabirler, benzetmeler vardır. Bunun yanında, aşağıda bazı meallerde görüleceği gibi, “yetehabbetuhu’ş-şeytanu mine’l-mess” ifadesinin farklı ve daha uygun anlamlarını değil de; şeytan çarpması anlamını tercih etmenin de doğru bir tercih olmadığını ifade edebiliriz.    

“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” Âyetinde geçen şeytanın çarpması, bir deyimdir, mecazî anlatımdır. Bu âyetten şeytanın kamyonun insana çarpması gibi veya elektrik çarpması gibi çarpabileceği bir gücü olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü Kur’an’ın en doğru tefsiri, yine Kur’an’la yapılan tefsirdir. Kur’an şeytanın ne yapıp yapamayacağını diğer âyetlerde açıklıyor. Eskiden bu topraklarda yaşayan insanlar da felçli, çaprazlama el ve ayağında felç olup çarpık yürüyen ve eli bükülmüş olanların durumunu “çarpılmış, inme inmiş” gibi deyimlerle ifade ederlerdi. Bu mecazî ifadeyi bazı mealler (meselâ Abdullah Parlıyan) şöyle ifade eder: “Şeytanın dokunup sersemlettiği kimseler gibi davranırlar.” Nice meallerde ise, âyet metninde olmadığı halde, “kabirden” kelimesinin ilave edildiğine de üzülerek şahit oluyoruz.

Bunun yanında, üçüncü bir yanlışlık veya gösterilmesi gereken hassâsiyet ve tercih, “tehabbut” kelimesine verilen anlamla ilgilidir. Bu kelimeye “çarpma” anlamı verilebileceği gibi, “aklı giderme” anlamı da verilebilir.

Abdulaziz Bayındır, biraz farklı bir tercüme ile, âyeti şöyle meallendirmiştir: “Faiz yiyenler, şeytanın aklını çeldiği kimsenin davranışından farklı davranış göstermezler.” Bana göre diğer meallerden daha doğru bir çeviri. Âyetin tefsirini yaparken şu açıklamayı yapmışlar: “Âyette geçen, “tehabbut” kelimesi, genellikle “dokunup çarpma” şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme manayı doğru aktarmamaktadır. “Tehabbut”, “takılıp aklını çelme ve aklını bozma”[91] anlamlarına da gelir.

Allah’ın elçisi “faiz sadece borçtadır” demiştir. Faiz borçtan elde edilen gelirdir. Bir kimseye verilen borç fazlasıyla almak için verilirse bu faizli işlem olmaktadır. Alınan fazlalık ise faizdir. Alım satım paranın mal ile değeri karşılığında değiştirilmesidir. Alışverişte satın alınan mal arttıkça fiyatı düşürme imkanı olabilir. Para peşin verildiğinde farklı, veresiye verildiğinde farklı olabilir. Faiz ise bu durumun tam tersidir, alınan borç yükseldikçe ödenecek faiz miktarı artar. Çünkü risk artar. Alım satım ile faiz birbirinden çok farklı iki ayrı sistemdir. Günümüzde faizin ekonominin bir parçası haline getirildiği kapitalist ekonomilerde; ticari kuruluşlar ile faizli kuruluşların denetimleri, kuruluş şartları, kanunları tamamen birbirinden farklıdır. Tamamen birbirinden ayrı iki farklı yapı oluşturmaktadır. Bakara 275. ayette bu farktan bahsedilmektedir. Faiz yiyenlerin davranışı şeytana kapılmış, çirkin şeyleri güzel gören bir kişinin yaptığı gibidir. Bu kimselerin bahanesi alım satımın faizli işlem gibi olduğunu iddia etmeleridir. Halbuki alım satım faizli işlem gibi olsa idi herkes alım satım yaptığı gibi faizli işlem de yapabilirdi.[92]

Peygamberimizin zaman zaman şöyle duâ ettiği rivayet edilir: “Allahumme eûzu bike en yetehabbetaniye’ş şeytanu mine’l mess / Ey Allah’ım! Şeytanın aklımı çelmesinden Sana sığınırım.”[93] Burada, Peygamberimizin “şeytanın dokunup çarpmasından” dediğini düşünmek doğru olmaz. Bu hadiste de kullanıldığı gibi, tehabbut kelimesine aklı çelme anlamı verildiğini görüyoruz.

   

Şeytanın Kabirden Kalkarken Fâiz Yiyenleri Çarpması

"Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar." ifadesi müfessirlerin aklına şu soruyu getirmiştir:

 

“Bu Kalkış Dünyada mıdır, Yoksa Öldükten Sonra mıdır?”

Eski müfessirlerin çoğu, faiz yiyenlerin yeniden dirilip kabirlerinden kalkarken veya buradan mahşerdeki hesabın sonuna kadar sersemlemiş, sâraya tutulmuş insanlar gibi çırpınacaklarını, yolda doğru yürüyemeyip sağa sola yalpalayacaklarını ifade etmiş, âyeti böyle anlamışlardır. Âyet böyle anlaşılırsa, mecaz ve deyim anlamı iptal olur; hakikat mânasına çekilmiş olur.

Şeytanın âhirette ilk dirilen varlık olup, kabirlerinden kalkan insanlardan faiz yiyenleri tanıyıp bilmesi, onları çarpması, sakat hale getirip onları cezalandırması; daha ameller tartılmadan, hesaplar sorulup insanlar sorgulanmadan cezanın, hem de orada azabı bekleyen isyankârların başı şeytan tarafından bu cezanın verilmesi, Kur’an’ın beslediği bir akıl için kabul edilebilir bir husus değildir. Kabirden kalkışla birlikte Kur’an’ın “din günü” dediği zaman başlamış olacaktır. Dünyada bir hâkimiyeti olmayan şeytanın, hele âhirette hâkim bir güç olacağını iddia etmek Kur’an’da bahsedilen hakikatlerle bağdaşır mı?

 

"(Allah), Din gününün mâliki (gerçek sahibi)dir."[94] "Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir."[95]

 

Fahruddin Râzi Bu Âyeti Nasıl Anlamış?

Fahruddin Râzî, bu konudaki yorumları naklettikten sonra kendi tercih ettiği yorumu özetle şöyle ifade etmiştir: "Buradaki şeytan çarpması veya dokunması, cinnet ve sâraya yol açan ve böylece insanların psikolojik ve biyolojik dengelerini bozan bir etki değildir; “Takva sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda düşünüp hemen gerçeği görürler.”[96] mealindeki âyette söz konusu edilen saptırıcı fikrin etkisi de ahlâkî ve mânevidir."

"İnsanlara iki yönden telkin ve çağrı gelir: Şeytan maddî hazlara, şehvetin doyurulmasına ve hayatı, Allah'tan başka şeylerle doldurmaya çağırır. Melek de dîne ve takvaya davet eder."

"Şeytanın çağrısına uyanlar arasında faiz yiyenler de vardır. Bunlar dünyaya ve geçici nimetlere düşkündürler ve bu düşkünlük içinde ölünce Allah ile aralarında bir perde hâsıl olur. Şeytanın çarpması (telkini, çağrısı, verdiği vesvese) buna uyanları, dünyada Allah'tan uzak kalan, maddî lezzetler peşinde koşarak geçirilen bir hayata mahkûm eder. Ömrünü böyle tamamlayanlar âhirette de Allah'ın eşsiz lütuf ve yakınlığından mahrum olurlar."[97]

İbn Atıyye, bu zâlimce kolay kazanma hırsının faizcileri, deliler gibi hareket etmeye sevk ettiğini, âyette bu halin deliler ve sâralıların haline benzetildiğini (mecazî mânanın kastedildiğini) ifade etmiştir.[98]

Kaldı ki, sâra denilen tıp dilindeki epilepsinin, beyindeki elektrik akımının bozulması ile ilgili bir hastalık olduğu, EMG ile tespit edilebildiği ve tedavisinin de mümkün olduğuna göre, “şeytan çarpması”nın mecazî anlama geldiği veya âyette geçen “tehabbut” kelimesinin “aklı çeldirmek” anlamında kullanıldığı apaçık bir hakikattir.   

Çağdaş bazı tefsirciler de "cin ve şeytan çarpmış gibi hareket etmek"ten maksadın "dengesiz, düzensiz, bozuk hareket" olduğunu, bunun öldükten sonra değil, dünyada yaşanacağını; fıtrata ve tabii olana aykırı bulunan faizciliğin yaygın olduğu toplumlarda düzenin bozulacağını, sosyal adalet ve dengenin ortadan kalkacağını, ahlâkın fesada uğrayacağını, nihayet çatışmaların iç savaşa dönüşebileceğini söylemişlerdir.[99]

 

Elmalılı Hamdi Yazır’ın İzahı

Ayette geçen “şeytan çarpmış gibi”, ifadesini Merhum Elmalılı ise, Tefsirinde şöyle açıklar: "Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri gelen fena hastalıklar olduğu için, cinlere ve şeytana nisbet edilerek 'cin tutmuş', 'şeytan çarpmış' denile geldiği de herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış ise de burada asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere dayandığını göstermektir."

"Bunlar faiz ile emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pek çoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerinerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları faiz düşüncesi ile ve onun dedikodusu ile geçer, düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar…"[100]

 

Mevdudi’nin Açıklaması Şöyle

Kur'an faizle borç vereni deli bir adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki, şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, bencilliğinin ve açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez. Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada sanki deli bir adam gibi davranır. Ahiret'te de aynı bu dünyadaki gibi deli olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse ahiret'te o konumda dirilir.[101]

 

Seyyid Kutub da Şöyle Diyor

Bu, gerçekten korkunç bir hamle ve son derece ürpertici bir tasvirdir. "...Şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..." Hiçbir mânevî tehdit, bu somut, canlı ve hareketli tablo kadar duygular üzerinde etkili olamaz. Şeytan tarafından çarpılmış ve donakalmış insan tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir tablo... Ayet-i Kerime, bu tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki uyarıcı rolünü yerine getirmesi, faizcilerin duygularını harekete geçirmesi, onları sarsıp ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr sağlayan hırslarından çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo, eğitici etkisi bakımından yerine göre yararlı bir araç olduğu gibi aynı zamanda gerçek bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük çoğunluğunda bu korkunç tablodaki "kalkış"ın, diriliş günündeki kalkış olduğu kanısı yer almaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan hayatında bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek Allah ve Rasûlüne karşı savaşmaktan korkutan ayet-i kerimeye de uygun düşmektedir. Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, faiz düzeninin ağına düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına musallat olduğunu görüyoruz.

Çağdaş kapitalist düzenin, geçen dört asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe sözkonusu olmuş olsa bile bu asırların deneyiminde şüpheye asla yer kalmamıştır.
Bugün içinde yaşadığımız dünya; aklı başında olan kişiler, düşünürler, bilginler ve araştırmacıların itiraf ettiği ve Batı uygarlığının merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki maddî uygarlığın tüm görkemine, sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri kamaştıran maddî refahın tüm görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı, ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.
Üstelik bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü ve sinirsel savaşların orada-burada bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi altındadır.

Bu maddî uygarlığın, maddî refahın birçok bölgedeki kolaylığının, geçim sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi ortadan kaldıramadığı iğrenç ve uğursuz bir bedbahtlıktır.
Görmemek için kendi kendine gözlerini perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüz yüze geleceği bir gerçektir bu. Amerika, İsviçre ve maddî refahı olan birçok ülkede insanların genelde maddî açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir. Ancak insanlar mutlu değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden okunuyor. Yoğun üretim faaliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını yiyip bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar ile, kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve ruhi sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçma ihtiyacını duyarlar, kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar, intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar. Sonra bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor, rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?

Tabiatıyla bunun başlıca sebebi, insanların dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız ruhlarının, bunca maddî gelişmişliğe rağmen, ruhun gıdası olan imandan, Allah'a güvenden, bir de Allah'a imanın ve O'nun ahdine ve şartına uygun yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği büyük insanlık hedeflerinden yoksun olmalarıdır.

Bu belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını da faiz belası ve gelişen ve fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm insanlığa aynı düzeyde dağıtmak sûretiyle dengeli ve eşit bir şekilde gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına kapanan bir avuç para babası faizcinin menfaatini gözeten ekonomi belası oluşturmaktadır. Bu faizci para babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli faizlerle borçlandırmakta, böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili geçim sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak şekilde insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade milyonların ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün insanlığın hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına da olsa en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır. Şüphesiz Yüce Allah en doğrusunu söylüyor: "Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..." İşte biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki pratik hayatımızda görebiliyoruz.”[102]

 

 

Ali Küçük de Bu Âyeti Şöyle Açıklıyor

"Fâiz yiyenler ancak şeytan çarpmasından do­layı ne yapacağını bilemeyen ve ayakta da duramayan kimsenin kalktığı gibi kalkacaktır…"[103]

İflas eden bankaların önünde insanlıktan çıkmış bir vaziyette etrafla­rına saldıracak şekilde delirmiş insanları gördükçe âyetin ne kadar da güzel anlattı­ğını anlıyoruz.

Deli bir adam nasıl ki dengeli bir davranış sergileyemiyorsa, ne yaptığını bilmez bir durumdaysa aynı şekilde fâizle insanların kanlarını emebilmek için onlara borç veren kişi de bu ge­lire ulaşabil­mek için o kadar dengesini kaybeder ki şuurunu kay­beder. Para hır­sıyla aklı gitmiş, gözü dönmüş vaziyetiyle bu ada­mın çevresine nasıl zarar verdiğini bir düşünün.

Bir de bu dünyada şeytan bazı insanları çarparak onları Al­lah yolundan uzaklaştırır. Bakın Sâd sûresinde bir âyet-i kerîme­sinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır: "İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin ederim ki on­lar­dan, ihlâslı (seçkin) kulların müstesna hepsini azdıracağım."[104]

Fâiz yoluyla insanların mallarına göz dikenler, bu yolla kan içenler hem dünyada hem de âhirette şeytanların çarpmasına maruz kalacaklardır. Dünyada akıllarını, fikirlerini, zamanlarını sırf para ka­zanmanın peşine takıp, maldan, paradan, kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale geldikleri için aklı başında normal insanlar gibi hare­ket edemezler. Aklı başında insanlar onları gördükleri zaman denge­sizliklerini, anormalliklerini hemen anlarlar. İşte görüyoruz dünyalık elde edeceğiz diye, daha çok para kazanacağız, daha lüks yaşaya­cağız diye borsaların pe­şine, dükkânların, tezgâhların peşine takılmış, bir oraya bir buraya koştururken durup düşünecek, Allah’ın rızasını kazanacak, ilim öğrenecek, çoluk çocuğunu müslümanca eğitecek en küçük bir zamanları bile kalmamış insanlar bunlardır. Şeytanın kötü vurduğu insanlar. Bu durum, bunların dünyadaki halleridir, âhirette ise bunla­rın du­rumu çok daha korkunç olacaktır.[105]

Bu durumda da bu âyet, akıl hastalıklarının cin ya da şeytan çarpmasından kaynaklandığına dair bir delil olmamalıdır. Nitekim aralarında Şâfiîlerden Kaffâl’ın da bulunduğu bazı İslâm âlimleri, cin ve şeytanların insanları çarpmaya kudretlerinin olmadığı, sâra, çarpılma (felç) ve benzeri hastalıkların onlardan değil, Cenab-ı Hakk'ın bu konuda koymuş olduğu tabii kanunlar gereği meydana geldiği görüşündedirler.[106] Fahrüddın er-Râzî de, cin ve şeytanların insanları çarpmaya, akıllarını gidermeye kudretlerinin olmadığını kaydetmiş ve onlarda bu güç olsaydı, şiddetli düşmanı oldukları insan neslinin çoğunu, kendilerine aşırı düşman oldukları âlimleri, faziletli kimseleri, zâhidleri çarpıp delirtmeleri gerekirdi. Hâlbuki onların bu konuda herhangi bir güçleri yoktur. Kur’an'ın bildirdiğine göre şeytan da 'Benim sizin üzerinizde herhangi bir gücüm yoktu' diye itirafta bulunmuştur,[107] demektedir.[108] Bu durumda, cinlerin insanları çarpıp delirteceğine dair kanaat, önceki kültürlerden geçmiş olmalıdır. Hristiyanların bu konudaki inançları ve uygulamaları ilim adamları tarafından dile getirilmektedir. Câhiliye döneminde de bu tür inançların halk arasında yaygın olduğu bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır.

 

 

 

Sâra (Epilepsi) Bir Hastalıktır, Cinlerle Bir Alâkası Yoktur!

Epilepsi hastalığı maalesef sanıldığından çok fazla görülen bir hastalıktır. Dünya nüfusunun yaklaşık % 1’inde görülmektedir. Klinik deneyimlere göre, saklanma oranları çok yüksek olduğu için gerçek epilepsi hastasının ancak yüzde 20’sinin doktora başvurduğu düşünülmektedir.

Bunun da muhtemel nedeninin bu hastalıkla ilgili çeşitli farklı inanışlar olduğudur.  Bu hastalık, zaman zaman halk arasında hurafelerden kaynaklı olarak, cinlerle ilişkilendirilmekte olup, epilepsi bir ruh hastalığı veya delilik olarak nitelendirilebilmektedir.

 

Epilepsi (Sâra) Nedir?

Beynimiz, duyusal ve bilişsel merkezimiz, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli organımızdır. Milyarlarca hücreden oluşan beyin karmaşık bir sisteme sahiptir. Sâra olarak da bilinen epilepsi, beyindeki sinir hücrelerinin elektriksel aktivitelerinin fiziksel veya kimyasal nedenlerden ötürü geçici olarak kontrol dışına çıkması ve bunun sonucunda meydana gelen tekrarlayıcı ve kısa süreli hareket, duyu veya bilinç bozukluğu ile tanımlanan nörolojik bir hastalıktır.

Epilepsi her yaşta ortaya çıkabilirken; sıklıkla hayatın ilk yıllarında ve 60 yaşından sonra görülmektedir. Epilepsi nöbetlerinin çok farklı türleri vardır. Halk arasında epilepsi veya sâra dendiği zaman anlaşılan tonik-klonik nöbetlerin yanı sıra bazı hastalarda, yakınlarının bile fark edemediği epilepsi nöbetleri görülebilmektedir. Nöbetin türüne göre birkaç saniye ya da birkaç dakika sürebilir. Bu nöbet tipleri, hangi ilacın kullanılması gerektiği hakkında doktorlara yön verebilmektedir. Her hastanın nöbeti kendine özgü özellikler taşıyabilir. Bu yüzden bazı hastalarda epilepsi tanısı konmayabilir ya da başka hastalıklara bağlı oluşan bozukluklar yanlışlıkla epilepsi tanısı alabilmektedir. Ama gelişen tanı yöntemleri ile bu durum giderek azalmaktadır.

Nöbet sırasında yapılacak şey hastanın kendisine zarar vermesini önlemektir.
Başını ve vücudunu yana çevirip, başının altına yumuşak bir yastık konulmalıdır. Dilini ısırmaması için nöbet geçiren kişinin çenesi açık tutulmaya çalışılmalıdır.

Sâranın hastalık olduğu ve tıbbî tedavi ile kısa süre içerisinde iyileştiğinin bilinmediği daha önceki zaman dilimlerinde bu rahatsızlığı, cinlere yüklüyorlar, cinlerin insana musallat olmasının bir delili olarak bu olayı kullanıyorlardı. Tıbla ilgili bir hastalık olduğu ispat edildikten sonra kısa bir zaman sessiz kalındı. Sonra, şöyle uydurma bir görüş ortaya atıldı ve cinciler, rukyeciler hep bu uydurma görüşü savunurlar: “Sâra (Epilepsi) iki çeşittir. Birinin sebebi bilinir, bu doktorların tedavi edeceği bir hastalıktır. İkinci bir sâra daha vardır ki, bunun sebebi normal olarak bilinmez. Bu, tıbla tedavi edilmez, bunu biz tedavi ederiz” derler. Söyledikleri hiç de doğru değildir. Sâra denilen epilepsinin bütün çeşitleri tıpla tedavi edilebilmekte, hiçbir çeşidi, cincilerce gerçek anlamda tedavi edilememektedir. Rukyeciler, cinciler bu konuda doğruyu söylememektedir.         

 

 

Sâranın Tıbbî Hastalık Olduğu Bilinmediği Zamanlardaki Müfessirlerin Görüşleri

Eş'ari, ehl-i sünnet ve’l cemaat makalelerinde der ki, "cin sâralının bedenine girer." Allahu Teâlâ'nın da ayette buyurduğu gibi; "Faiz yiyenler ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar."[109]

Taberi tefsirinde, “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar: Kıyamet gününde bunlar, mezarlarından kalkarken, şeytanın çarptığı ve delirtip sâraya düşürdüğü kimseler gibi kalkacaklardır. Kur’an, onları, şeytanın çarpıp deliye döndürdüğü sâralı ve mecnun bir kimse olarak tasvir ediyor. Bedeni çarpık, aklı kaçkın kimseler gibi hezeyan savurup sağa sola çarpılırlar.[110]

 

Kurtubî, faiz âyetine şöyle meal verir: “Ribâ yiyenler kabirlerinden ancak kendilerine çarpmaktan dolayı şeytanın sâraya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar…” Açıklaması da şöyledir: “Yüce Allah’ın “kabirlerinden ancak kendilerine çarpmaktan dolayı şeytanın sâraya düşürdüğü kimse gibi kalkarlar” buyruğu konusunda bazıları şöyle demektedir: Onunla birlikte onu boğmakla görevli bir şeytan var eder. Bütün müfessirler hep birlikte şunu söylerler: Faiz yiyen kimse mahşer halkının önünde bir ceza olmak ve Allah’ın gazabı üzerinde görülsün diye deli gibi diriltilecektir… Bu âyet-i kerimede cinler tarafından sâraya düşürülmeyi kabul etmeyen, bunun karakterlerin (tabiatların) etkisi ile ortaya çıktığını iddia eden, şeytanın insan içerisinde yol alabileceğini ve şeytanın insanı çarpmayacağını söyleyenlerin görüşlerinin tutarsızlığına bir delildir.”[111] 

Kurtubî, "bu âyet cinin insanı çarpıp sâralattığına işarettir" der. Kurtubî, sâranın cinlerden olduğunu inkâr edip doktorluk olduğunu iddia edenlere delidir demektedir. Kurtubi’ye göre günümüzdeki bütün doktorlar, araştırmacılar, ilim adamları deli kabul edilmelidir. Çünkü onlar, ilmî verilerle sâranın tıpla ilgili bir hastalık olduğunu, bunun bilimsel verilerle ispatlanmış olduğunu kabul ederler. 

 

Sâra hastalığını da şeytan çarpması olarak bu ayetle bağlantı kuran müfessirler, yukarıda isimleri geçen Taberî, Eş’arî ve Kurtubî’nin yanında, İbn Kayyim el-Cevziyye,[112] Nesefî,[113] Mehmet Vehbi,[114] İsmail Hakkı Bursevî’yi[115] sayabiliriz. Bunlar, Bakara sûresi, 275. âyete: “Kabirlerinden şeytan çarpmış gibi ve şeytan tarafından çarpılıp sâraya tutulmuş gibi kalkarlar” diye meal verirler. Hem âyette olmayan “Kabirlerinden” anlamını ilave ederler, hem şeytanın çarpma yeteneğinden, hem sâra hastalığının sebebinin şeytanın çarpması ve cinin insan içine girmesi olduğundan bahsederler.

 

Bu meşhur eski müfessirlerin bu görüşlerinde isabet ettiklerini söylemek mümkün değildir. Kur’an’ı merkez alıp onu hakem kabul eden bir kimsenin bu görüşleri delil kabul etmesi sözkonusu olamaz. 

 

Bilgisini insanları Allah’tan ve Kur’an’dan uzaklaştırmak için kullanan, son devrin en meşhur Bel’am’ı, ateist müftülerden ve İslâm düşmanlığıyla meşhur Turan Dursun, İslâm âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye (v.1350) ile İbn Teymiyye'nin (v.1328) bu konuyla ilgili, fakat kendi çağlarının görüşlerini yansıtan ve bilimsel olarak hatalı olduğu günümüzde ortaya çıkan fikirlerini naklediyor. Onların cin çıkarma ile ilgili olarak hastaya dayak atılması lazım geldiğini söylediklerini, cin çıkarma ile ilgili hadisler olduğunu kaydettiklerini naklediyor. Yine onların, sâra ve benzeri hastalıkların cin ve şeytanlardan ileri gelmediğini söyleyerek, birtakım tıbbî açıklamalar ileri süren doktor ve düşünürlere "câhil ve dinsiz" dediklerini kaydediyor.[116] 

Geçmişte bazı İslâm âlimlerinin yaptığı gibi bazı asılsız ya da zayıf rivayetlere dayanarak, sâra ve deliliğin cinlerden olduğuna inanmayanları dinsizlikle suçlamak asla doğru değildir. Bundan 6-7 asır önce, ellerindeki imkân ve zamanın tıp bilgisine, içinde yaşadıkları çağın kültürüne bağlı olarak, delilik ya da sâra hastalığının cinlerden meydana geldiğini, hastaya dayak atılarak bu cinlerin çıkarılabileceğini ileri süren İbn Kayyım el-Ceziyye ve İbn Teymiyye'nin bu konudaki görüşlerini din sanarak, bunları İslâm'a mâletmenin yanlışlığı ortadadır. Turan Dursun bu konuda insaflı davranmamaktadır. Tarihî, sosyal birtakım gelişmeleri gözardı etmekte, çağının telakkisine göre davranan İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'yi ayıplamaktadır. Acaba Turan Dursun, İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'nin devrinde yaşasaydı bu konuda hangi görüşe sahip olurdu, doğrusu insan merak ediyor.

Ancak, bu fikrî yanlışlarının yanında, Kur’an ve Sünnete tümüyle ters olan hastaya dayak atarak cin çıkarmayı tavsiye etmenin savunulacak bir tarafının da olmadığını belirtelim. Ayrıca,  o âlimlerin hayatları üzerinden yüzlerce sene geçtiği halde, körü körüne o şahısların yanlışlığı ispat edilmiş Sâra hastalığının ve deliliğin cinlerle ilişkili olduğu görüşünü aynen alan kimseler, kınanmayı hak etmektedirler. Rukyeciliğin nice uygulamalarını da bu âlimlerden  aynen almanın nice problemlere sebep olduğunu da hatırlatalım. Yanlış, kim tarafından yapılırsa yapılsın, onun yanlışlığı doğru görülemez. Hele bu yanlış, Kur’an’ın beyanlarına zıt düşen yanlış ise ve çok sayıda insanın yanlışına sebep oluyorsa…  

 

Sonuç

Şeytan veya cinlerin insana musallat olmasına, insanın hareketlerine yön vermesine, sihrin insanı ve eşyayı değiştirebileceğine dair Kur’an’da hiçbir âyet olmadığını gördüğümüz gibi, Bakara 275. âyetinde de bu hükme ters bir hüküm vermek için delil teşkil edecek hiçbir şey yoktur.

       İnsan Bedenine Cin Girmesi ve Cin Çıkarılması ile İlgili Kur’an Ne Diyor?

 

  • Allah insanı yeryüzünde halife olarak yaratmış,[117] ona çokça ikram etmiş, cinlerden üstün kılmıştır. “Andolsun Biz, Âdemoğullarını yücelttik, üstün ve saygıdeğer kıldık. Onları karada ve denizde (bineklerle ve araçlarla) taşıdık. Temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.”[118]; “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” [119]
  • Kâinatta Sünnetullah denilen Allah’ın değişmez ve değiştirilemez yasaları hâkimdir.
  • İnsan iradeli varlıktır; dilediğini yapabilecek durumdadır. Cinler de bu yönüyle insanlara benzerler. Ancak, iradesini kullanan bu varlıklar, kendi cinsleriyle ilgili olarak olumlu ve olumsuz fiiller ortaya koyarlar. Cinler, kendi âlemlerinde, kendi boyutlarında yaşarlar. İnsanların cinlere saldırması ya da onlarla evlenmesi nasıl mümkün değilse, cinler için de insanlık âlemi, her istediğini yapabileceği bir alan ve ortam değildir. Kötü cinlerin, yani şeytanların insana zarar olarak sadece vesvese vermesinden bahsedilir Kur’an’da, Onların zorlayıcı güçlerinin olmadığı, insan istemediği halde ona musallat olmaları, insanı tümüyle ele geçirmeleri sözkonusu değildir.
  • Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. Daha büyük suçlular varken daha küçük suçluları cezalandırmaz.
  • Dünya ödül ve ceza yeri değildir. Cinlerle cezalandıracağı da Kur’an’da yer almaz. Cinler Allah’ın insanları cezalandırma aracı değildir.
  • Allah bir kimseye herhangi bir zarar verecek olursa, O’ndan başka o zararı giderebilecek yoktur. “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” [120]
  • Allah dilemeden hiçbir varlık insana zarar veremez. İnsan, nasıl cinlere zarar veremezse, cinler de insanlara zarar veremez. Kötü cinlerin (şeytanların) vereceği zarar, fısıltı cinsinden olan vesvesedir. İnsan istemeden cinlerin insana zorla müdâhele etme güçleri yoktur.
  • Cinler ve şeytan Allah’a rağmen, O’ndan habersiz ve Sünnetullahla bağlantısız bir güç sahibi değildir. İnsan için de bu hüküm geçerlidir.
  • Allah dilemeden insan başka varlıklara zarar veremediği gibi, hiçbir varlık da Allah dilemeden insana zarar veremez.
  • En zararlı cin şeytandır; onun da neye gücünün yettiğini Allah belirtmiştir.
  • Cinler hakkında Kur’an’da ve hadislerde bize lâzım olacak bilgi ile yetinildiğinden ve insanoğlunun gerekli-gereksiz merakı gereği, cinlerle ilgili nice uydurmalar din kılıfıyla da gündemleşmiş, bu konuyu istismar eden nice insan dini küçük düşürme pahasına insanları sömürmektedir.
  • Bazı insanlar, dinin ve aklın tasvip etmediği, âyetlerden ve duâlardan geçinme mesleğini “Kur’an Terapisi”, “Furkan Rukye”, “Kur’an ve Hadis Rukyesi”, “Kur’an ve Hadislerle Şifa Merkezi” gibi adlar altında Kur’an kavramlarını mesleklerine âlet edip istismar etmekte ve sanki faziletli bir iş yaptıklarını iddia edebilmekte, çoğu selefiler de bunları desteklemektedir.
  • Bir Müslümana “sende cin var”, “sen cinlenmişsin” demek, psikolojik yönden kişiyi çökertici, gerçeklik bakımından da bir iftiradır.
  • İnsanın bedeni hastalandığı gibi beyni de hastalanır; psikoloisi de bozulur, iç dünyası huzur ve tatminden uzak olabilir.
  • Psikolojik rahatsızlıklarda ne yapılması gerektiği Kur’an’da açık şekilde beyan edilmiştir. Duâ ve zikir çok önemlidir.
  • Hasta olan kimsenin kendisinin duâ etmesi esastır. Rabbimiz duâ ettirmeyi değil; duâ etmeyi emretmiştir.
  • Para ile Kur’an okumak, okunanı ibâdet olmaktan; para için başkasına duâ etmek de duâdaki ihlâstan insanı uzaklaştırır.
  • Peygamberimizin hastalara duâsı O’na has bir durumdur. Meselâ kimse Hz. Ebû Bekir’e gidip de hastasına rukye yaptırıyor değildi.
  • Rukye yaptığı rivâyet edilen ashâbın durumunun anlatıldığı rivâyet, Kur’an’a ve Sünnete kesin şekilde aykırıdır. Ashab dinin yasakladığı şeyleri yapmazlar. Ashab yapsa bile Peygamberimiz bu yasakları benimseyip kendi de ortak olmaz. Rukyeyi yasaklayan, onu şirk ve şeytan işi ilan eden Rasulullah bu rivayetteki olayları kesinlikle onaylamaz. Rukyeyi meslek edinenlerin bu rivâyetten kendilerine delil çıkarmaları mümkün ve doğru değildir.
  • Selef âlimlerini örnek aldığını söyleyenler, hangi selef âlimi rukyeciliği meslek edinmiş, cin çıkarma seanslarıyla geçimini temin etmiştir, söyleseler de biz de öğrensek. Bu işi meslek edinen, bundan geçinen bir tane selef âliminden bahsedilebilir mi? Bu işin Selefîlikle ilgisini kurmak için hem selefi tanımamak, hem bu mesleği tanımamak gerekir.
  • Bir tasavvufî tarikatın şiş sokma gösterisi ne ise; cin çıkarma gösterisi de odur. Birini nasıl izah ediyorsanız, ötekini de öyle anlamalısınız. Videolar sayesinde olay bir şova dönüştürüldü. Roller o kadar içten oynanmaktadır ki, çok geçmeden Hollywood da bu sahneleri kullanır, korku filmi adıyla İslâm’la alay ederse şaşmamak gerekir.
  • Müslümanların otoritesi olmadığı için bu ticaret, gittikçe rağbet görüyor. Meselâ Hz. Ömer zamanında bu hasta sömürücüleri bu tür meslek icrâ etseydi, o bunlara nasıl davranırdı?
  • Cin çıkarma ile ilgili Allah’ın Kitabında ve Rasûlün sahih sünnetinde bir emir ve tavsiye yoktur; Azaim ve havas ilmi denilen ilim adına hurafeler, Kur’an ve Sünnet kaynaklı değildir. Cincilik, cin çıkarma, muska yazma, hangi hastaya hangi duâ ile rukye yapılacağı, suya okuma gibi konularla ilgili sahih kanallarla bize ulaşan ve İslâmî ilimlerle ilgili eserlerde nakledilen bilgi yoktur.

 


           “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana duâ edin, duânıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.”[121]


            Günde beş vakit namaz kıldığımız zaman Fâtiha okuduğumuzda ve her rekâtta bunu söylemiyor muyuz: “Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım isteriz”[122]

Kimin vermeye gücü var ki? Güç O’nun, varlık O’nun. Onun verdiğini kimse geri çeviremediği gibi vermediğini de kimse veremez. Dünya bir araya gelse ve bir kimseye zarar vermek isteseler, Allah istemediği müddetçe kılına bile zarar veremezler. Bir araya gelip birleşerek zarar vermek isteyenler ister insan olsun, ister cin…

Allah, daha baştan hem insanlara, hem cinlere irade serbestliği vererek onları imtihan ederken her iki varlığın boyutlarını farklı kılmıştır. İstisnâ dışında birbirlerinin alanlarına giremezler. Kendi cinsleriyle imtihan olurlar. Kur’an şeytanı insan için apaçık düşman ilan ederken, onun zararının sadece vesvese ile ilgili olduğunu ve telkinle kötülükleri câzip gösterip bizi kandırmaya çalışacağını belirtir. Yoksa, onun insan üzerine hâkimiyeti, musallat olmasından en küçük çapta bahsedilmez. Tam tersine, onun insanı ele geçirme ve onun üzerine hâkimiyet kurma, musallat olma gücünün olmadığını belirtir.

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil kılarsın. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.”[123]

“Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[124]

 

İnsanlara Musallat Olan Cinleri Çıkardığını İddia Edenler! Haydi, İşbaşına! Korona İnsanlara Musallat Oldu

2020 Yılının Mart ayı. Korona virüs, yüz binlerce insanın bu hastalığın pençesinde inlediği ve binlerce insanın öldüğü korona virüs salgınının olanca şiddetiyle sürdüğü günlerde facebook’ta şöyle bir yazı yazmıştım:

“İnsanlara musallat olup içlerine girdiğini iddia ettikleri cinleri, insan bedeninden çıkardıklarını iddia eden, bunu rukyecilik adına yapan cincilere, üfürükçülere çağrı yapıyorum: Madem sizde öyle bir ilim, öyle bir güç var; bunu bize ispatlamanız için işte önemli bir fırsat… Korona virüsten kurtulmak için dünya ülkeleri milyar dolarlar ayırıyor ve harcıyorlar. Okuyup üfleyerek, muska yazıp uğraşarak aldığınız paranın milyonlarca katı para kazanmak istiyorsanız, tam size uygun zaman…

Haydi, insanın içine girip gerçekten musallat olan şu virüsleri insan bedeninden çıkarın da insanlığa büyük hizmet etmiş ve size inanmayanları da iknâ etmiş olun. Gücünüz yetmiyorsa, “cinler insanlara musallat oluyor, ben de onları insan içinden çıkarıyorum” deyip insanları kandırmayın!

“Ben cin çıkarıyorum, virüs değil” demeye de kalkmayın! “Cin”, gözle görülmeyen canlı varlık; “ins”in (insan) mukabili demektir. Ve nice hadiste de, gözle görülmeyen küçük varlıklara (mikroplara) cin denilmiştir.

Rukyeciler, üfürükçüler! Haydi, ne duruyorsunuz, madem öyle kabiliyetiniz var, çıkarın da görelim şu insanlara musallat olan Korona virüs adlı cinleri.

Peygamberimiz ne diyor: Rasûlullâh (s.a.s.), ashabın tâun hastalığı hakkında sordukları bir soruya, "Cinlerden olan düşmanlarınızın dürtmesidir ki o bütün şehidlerde vardır.”[125] Bu hadiste “Cin” kelimesini Peygamberimiz “mikrop ve virüs” anlamında kullanmıştır.” İleriki sayfalarda mikrop ve virüs gibi gözle görülmeyen varlıkların cin diye isimlendirilmesi, hadislerden örnekler verilerek genişçe açıklanacaktır.

 

Cin Çarpmaz, Ama Cinci Çarpar!

“Lâ kuvvete illâ billâh / Kuvvet yalnız Allah’ındır.”

Medyumlara, cinci hocalara hiç gittiniz miydi?

Ben gittim, gördüm, konuştum…

İlginçtir onların görüşleri, gerçekten ilginç. Her tarafları cin doludur.

Şimdi gülüyorsunuz… Sende cin var diyorlar!

Ağlıyorsunuz… Cin ağlattı!

Ciddi duruyorsunuz… Cin var!

Konuşuyorsunuz… Cin konuşturuyor!

Susuyorsunuz… Cinler konuşturtmuyor!

Ayağa kalkacaksınız... Cinler kaldırtıyor!

Oturacaksınız… Cinler ayakta, oturmana mani oluyorlar!

Eleştiriyorsunuz… Cinler şeytanlar söyletiyor!

Övüyorsunuz… Yok, bu sefer cinler değil…

Her şeyi de cinlerden bilmeyin canım… Övdüyseniz siz övdünüz… ”

Estağfirullah efem, teveccühünüz” derler…

Zaten hep derler.

İlginçtir, gerçekten medyumlar, cinci hocalar, cinci bacılar. Onlar hep derler…

Soruyorsunuz: “Bana cin gösterebilir misiniz, hiç görmedim de!”

– Hâşâ! Çarpar seni cin!

– İyi de seni çarpmıyor…

– Ben eğitimini aldım da ondan!

– Ben de eğitim alayım? Olmaz mı?

– Olmaz, eğitimi cinler verir!

– Eee nasıl yani? Hem cinleri göremezsin, hem de eğitimi onlar veriyor!? Anlayamadım…

– Sus! Vallahi’l-azim çarparlar seni… Bu keşif yoludur, Ledün ilmidir. Sen anlayamazsın…

Hep böyledir, biz anlayamayız.

Zaten anlaşılacak bir şey de değil, işin gerçeğini isterseniz…

Bir başkasına gidiyorsunuz, soruyorsunuz:

– Efendim siz cinlerle görüşebiliyormuşsunuz, doğru mudur?

– Tabii ki efendim, tabii ki. Nasıl yardımcı olabilirim size?

– Ben de cin görmek istiyorum.

– Siz göremezsiniz!

– Niye?

– Allah seçtiği kullarına gösterir!…

Bu da sahte peygamber kılıklı cinci hocalardır… Onları Allah seçmiş…

Yani aslında onlar peygamber, siz bilememişsiniz…

Bilmiyorsunuz ya, cin vardır içinizde, yoksa bilirdiniz…

Yüzlerce tehdit yedim, Cinleri musallat edeceklerdi, büyü yapacaklardı, astral seyahat edip geleceklerdi…

Adresimi verdim, astralcılar gelmedi…!

Büyü dediler, hiçbir değişiklik görmedim…!

Cinleri musallat edeceğiz dediler, hiç bir cin gelmedi, görmedim…!

Görsem bilirdim!

Ve ben bunu söyleyince bana bir cinci hoca şöyle dedi:

“Sen cinlenmişsin, cinler senin içine girmişler, onun için sana görünmezler!”

Yahu meğer ben cinliymişim de haberim yokmuş…

Yukarıda demiştik ya, ne deseniz şansınız yoktur… Baştan beri belli; “Siz cinlisiniz!”

Simdi siz bu mantığı anlayamıyorsanız, boşuna uğraşmayın…

Siz de cinlisiniz…

Ve bir miktar para karşılığında bu cinlerden kurtulursunuz…

(Paranızdan kurtulmak, onların dilinde cinden kurtulmak)

Daha da ilginç soruyorsunuz:

– Kur’an okusam cinler çıkmaz mı benden?

– Sizin okumanız bir şey ifade etmez!

– Neden?

– Sizi cinler dinlemezler!

– Peki, Allah’a güvensem? Acaba Rabbim yardım etmez mi?

– Etmez, çünkü Allah cinlere karışmaz!..

Şimdi, bu size şaka gibi geliyor olabilir, ama aldığım cevaplar böyle!!!

Allah cinlere, büyülere karışmaz imiş (hâşâ… !)…

Şimdi siz bunları eleştirirseniz, sizin ardınızdan “kâfir, zındık” derler...

Zaten hep derler…

Bu kadar ciddiyetin üzerine bir de komik bir anımı anlatayım:

Soruyorum Medyuma:

– Kur’an; “Allah’tan başka kimse gaybı bilmez” diyor, sizin cinler nasıl biliyor?

El cevap: Benim cinler müslüman değil ki?

Ve ben kahkaha ile gülünce verdiği karşılık “Sen gülüyorsun; seni çarparlar, gülme!”

Ama ben güldüm, hep güldüm... Halen de gülüyorum…

Çarpılmadım!

Belki ben gülmesini bilememişimdir… Cince gülmek gerekiyordur belki.

Bizim gibi cahiller ne bilsin cince gülmesini…[126]

 

Bir Rukyeciyle Hâtıram

Sonradan, konuşma sırasında rukyeci olduğunu öğrendiğim Selefî geçinen, uzun sakallı ve molla görünümlü bir arkadaş, bazı soruları olduğunu söyleyerek evime ziyarete gelmişti. Konuşma esnâsında; “rukyecilik yaptığını, insanlara bu şekilde hizmet ettiğini, kendisine ait birçok cini olduğunu, kendisine hizmet ettiklerini ve emirlerini genellikle yerine getirdiklerini” anlatmıştı. “Birkaç tanesini sat bana; yok, yok! Aman ha, istemem. Sana ait olmayanı nasıl satacaksın? Sahi, madem sen cinlerle görüşüyorsun. Bu cinleri biz niye göremiyoruz?” dediğimde “herkese görülmez bu varlıklar. Bunun için yıllarını vereceksin, özel olarak kendini yetiştireceksin, haramlardan sakınacak, takva sahibi olacaksın…” gibi kendinde olup bizlerde olmadığını işaret ettiği vasıflar saydı. Sonra “eşek; cinleri, şeytanı görür mü?” diye sordum. Buhârî ve Müslim, müttefekun aleyh olarak rivayet etmişlerdir ki; “Eğer bir eşek anırması işitirseniz şeytandan Allah’a sığının. Zira o şeytanı görmüştür.” Peygamberimiz böyle diyor diye cevap verdi. Ben tekrar sordum: “Şeytan da cinlerdendir, değil mi?” “Evet.” Ben cinleri görüyorum, onları kullanıyorum, çünkü ben sizden farklıyım diye kendini normal insanlardan üstün gösterip eşeklik yapan kimseye hak ettiği cevabı yapıştırdım: “Anlaşıldı; demek ki cinleri görmek için gerçekten insandan farklı özelliklere sahip olmak gerekiyormuş; eşekler görebiliyormuş cinleri, şeytanları, anlaşıldı.” Ve akabinde eûzü çektim. Yüzü, aynen gökkuşağına benzedi; morardı, kızardı, sarardı… Ne cevap verebildi, ne bir söz söyleyebildi.

Devam ettim: “Anlaşılan, cinlerin yardıma gelmedi, olsaydı cinlerin seni eşeklere benzemekten kurtarırdı” dedim. Bir süre düşündükten sonra söz aldı: “Cinler her zaman, herkesin yanına gelmez. Sonra, sen “eûzü” çekerek onların gelip bana yardım etmesine engel oldun.” “Bir eûzülük canı olan, bir eûzüye dayanamayan cinlerin seni şimdi olduğu gibi, kurtuluşa değil, felâkete götürür” dedim ve devam ettim: “Sen cinlerine sığındın, onlardan yardım istedin; sana yardım edemediler. Ben Allah’a sığındım; senin, emrinde olduğunu iddia ettiğin cinler pes ettiler, seni de yardımsız bıraktılar. Benim Allah’ım, kendisine yönelenleri yardımsız bırakmaz. Hâlbuki ben senin cinlerine karşı eûzu çekmiş de değildim, çünkü senin doğru söyleyip emrinde cinler olduğuna inanmıyorum. Ben “eûzü”yü Peygamberimizin tavsiyesi üzerine çektim.” “Hangi tavsiyesi?” diye sordu. Hadis okumuştun ya, “eşek anırmasını işitirseniz şeytandan Allah’a sığının, eûzü çekin; zira o eşek şeytanı görmüştür” diye. Ben o tavsiye üzerine eûzü çekmiştim.” deyince; boğuk bir sesle kendini savunmaya çalıştı: “Hocam, bana eşek demenize bir şey demedim; şimdi anırdığımı söylüyorsunuz, bu kadar kabalık size yakışır mı?” Cevabım hazırdı: “Ben, şeytanı, cinleri gören, bunu sesiyle belirten varlığa karşı Peygamberimiz neyi tavsiye ettiyse onu yerine getirdim. Hani siz Peygamberimizin sünnetine insanları çağırıyordunuz. Sünneti yerine getirip eûzü çekmek ne zamandan beri kabalık oldu?” Ve müsaade istedi, ben de yolu gösterdim. Onu uğurlarken de nasihatimi yapmayı sürdürdüm: “Bırakın insanları kandırmaya çalışmayı. Cincilik, üfürükçülük yapıyorsunuz; rukyeciyiz, hocayız diye çalım satıyorsunuz. Cinlerle uğraşacağınıza Kur’an’la haşır-neşir olun…”

 

Klasik Cinciler Gibi Düşünen F. Gülen’den “Cinlerin Zararları”

İktidardaki hükümetin 10 yıl koalisyon ortağı gibi çalışan, devlet başkanının “hoca efendi”si olan, devlet dininin organizatörü Fetullah Gülen cinler konusunda da klasik anlayışın akla ve nakle ters düşen en uç noktalarını şöyle gündem ediyordu:

“Rasûlullah’ın hadisi: “Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır!”; sanki alyuvarlaşır veya akyuvarlaşırmış gibi...

Şu halde, başta şeytan olmak üzere, bütün cin tâifesinin insanlara zarar verebilecek şekilde yaklaşarak, maddî-mânevî tahribata yol açabilmeleri mümkün görünmektedir. Şeytanın yaklaşmasını, açtığı yaraları ve bunlardan korunma yollarını İnşaallah bir sonraki mevzûda ele alacağız.”

Fetullah Gülen’den Gülünecek Saçmalar: “Şeytan ve cinler, doğrudan doğruya fizyolojik hastalıklara da sebep olabilirler. Alyuvarlarımıza binip, damarlarımızın içinde dolaşabildiklerinden dolayı, bu her zaman mümkündür. Ne biz bu mevzûda mübâlağaya kaçalım, ne de hekimler bu gerçeği reddetsinler. Sözgelimi, biri kalkıp, “İhtimal, kanser hâdisesinde hücrelerin anarşisine sebep olan da bu habis ruhlardır” iddiasında bulunur, buna karşılık siz de “olamaz” derseniz, bu takdirde peşin hükme saplanmış olursunuz. Durum, gerçekten belki de böyledir; en azından, mülâhaza dairesini açık tutmak gereklidir. Kanser hakkında bugüne kadar söylenen sözler ve yapılan tariflerin en ma’kulü, onun bir hücre anarşisi olduğudur; vücudumuzdaki en küçük parçaların anarşisi; yani, vücudun normal nizam ve âhengine başkaldırma ve normal hücre gelişme faaliyetini bozma. Bu, hem iç, hem de dış uzuvlarda olabildiği gibi, kanserli hücrelerin yavaş üreyeni de vardır, sür’atli üreyeni de. Cinlerin kanser bölgesine yerleşip, bir örgüt çalışması gibi hücre anarşisi oluşturmaları, her zaman mümkündür. Cinler nasıl görünmeyen varlıklarsa, kanser de çok kere baştan belli olmayıp, kendini geç hissettirmekte, hissettirdiği zaman da, artık ilaçlar fayda vermemektedir.

Kanser gibi sâra hastalığında da habîs ruhların te’sirini kabûl etmek, mâkul bir yol olsa gerek. Kimbilir belki de cinler, beyinde bir kısım guddelerin normal çalışmasına ve fonksiyonlarını icra etmelerine mâni olmaktadırlar.

Yine, habîs ruhlar, insan aklını bozma ve sinir sistemine tesir edip, cinnete yol açmada da tesirli olabilirler. Gerçi, hekimler şizofreninin bütün çeşitlerini maddeye vermekte ve bazılarını da irsî görmektedirler, ama cinlerin damarlara girip kişinin muvazenesini bozmaları, sinir sistemini harap ederek, zaman zaman dengeli olunurken, bazen de çılgınlığa yol açmaları da mümkündür. Yanlış anlaşılmasın; ne sar’â, ne de şizofreni mutlaka cin eseridir demek istemiyorum; fakat, “olması mümkündür” diyorum. Çünkü bu hastalıklar, çok defa duâlı bir ağzın ciddî bir okumasıyla geçmektedir.

(Fetullah Gülen, bu hastalıkların duâlı bir ağzın ciddî bir okumasıyla geçeceğine inandığı gibi, o duâlı ağzın ciddi okumasına ve vücudunun her yanını kaplamış bir kanser hastasına duâlı ağzın kim gibi olacağına örnek vermekten de çekinmiyor:) Arkadaşlarımızdan biri, yaşlı bir kadının duâ isteğini getirdi. Bu yaşlı kadıncağız için doktorlar, “Kanser metastaz yapmış ve her yanını kaplamış; bir hafta kadar ya yaşar, ya yaşamaz... Götürün, son günlerini evinde geçirsin” demişler. Kadıncağızın şahsıma büyük hüsn-ü zannı varmış; arkadaşımızı araya koyup ısrarla, “Duâ etsin, şifa bulurum” demiş. O ma’sumeye nasıl duâ ettiğimi şimdi hatırlamıyorum. Altı ay sonra arkadaşıma “O kadına ne oldu?” diye sordum; “Yaşıyor” dedi. Sonra aradan iki yıl gibi bir zaman geçti, “ne oldu?” diye yine sordum; “Hacca gitti geldi, torunlarını büyütüyor” cevabını aldım.

Yine, bir sâralı hasta getiriliyor; devamlı rahatsız ve nöbeti olan bir adam. Bir hoca efendi açıyor Kur’an'ı ve üç-beş âyet okuyor; hasta şifa bulup gidiyor. Bu vâkıaları maddenin fonksiyonlarıyla izah etmek mümkün değildir. Hap vermek sûretiyle beyinde belli bir temas temin etmeğe muvaffak olabilirsiniz; bunun bir te’siri de olabilir, ama okuma da şifaya sebep olabilir.

Tıbbın ve doktorların altından kalkamadıkları öyle vak'alar, öyle misâller var ki, hemen hergün bir tanesini duyar veya yaşarsınız. Son olarak, yıllar önce Balçova karakolunda bekçilik yapan bir zâtın bizzat yaşayıp anlattığı bir vak'ayı nakletmek istiyorum: Bu adamcağızın ilk yedi çocuğu doğumlarının 17. gününde boğulup ölmüşler. Sonunda, ağzı duâlı bir hoca efendiye bir şeyler yazdırmış ve artık sekizinciden itibaren çocukları yaşamaya başlamış...

Nasıl şimdi, Avrupa ve Rusya'da görünmeyen kuvvetleri haberleşme gibi bir kısım hizmetlerde istihdam etmeye başlamışlarsa, büyük ihtimal ilerde de cinnî hastalıklara karşı duâ ve benzeri tedavi yollarını kullanır hale gelecekler, hattâ, belki de cinlerle tedavi popülerlik kazanıp, üniversitelerde ayrı bir kürsüye bile kavuşacaktır. Bugün bile ülser tedavisinde telkin yolunu kullanan hekimler var; ayrıca mûsikî dinletip, hastanın moralini yükseltmekle tedavi denemeleri de yapılıyor. Bütün bunlar ruhun varlığını ve tedavide bile ma'nânın ne derece önemli olduğunu göstermektedir. O halde, şuurlu habis ruhların ve hastalıklara yol açan cinlerin mevcudiyetlerini inkârda ne ma'nâ var?![127]

Kur’an’da ve hadislerde mecazın olduğunu kabul etmeyen başta selefîler ve bazılarının kaynaklardan yola çıksa bile dini yanlış anlamalarına bir örnektir şeytanın insan kanında dolaştığı hadisinin gerçek anlamda yorumlanması. Şeytan insan kanında, insan damarında niye dolaşsın? Önce, bu sözün vürud sebebini değerlendirelim:

Rasûlüllah (s.a.s.) Efendimiz'in zevcesi Safiye (r.a.), itikâfta bulunan Rasûlüllah'ı ziyarete gelmiş, yemek getirmiş ve geceleyin ikisi birlikte dışarı çıkmış­lardı ki, Rasûlüllah (s.a.s.) onu evine kadar götürmek istiyordu. Derken yol­da Ensar'dan iki adamla karşılaştı. Onlardan birisi Üseyd b. Hudayr, diğeri de Abbad b. Bişr'di. Onlar Rasûlullah'ı görünce ora­dan süratle ayrılmaya koyuldular. Rasûlüllah onlara seslenerek: “Biraz yavaş olun! Bu yanımdaki kadın Safiye bint Hay'dir.” O iki adam “Sübhânallah yâ Rasûlallah! (Senin hakkında şüphe mi ederiz?)” dediler. Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki şeytan, Âdemoğlunun kan kanalından (damarlarından) girer (şeytan insanın bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaşır). O bakımdan şeytanın sizin kalbinize bir şey, bir şer atıp fısıldamasından endişe ettim.”[128]

Böyle bir ortamda söylenen bu sözün bir teşbih olduğu, mecazî anlamda söylendiği hiç tartışma götürür mü?

Kadı Iyâz gibi birkaç âlim, bu ve benzeri hadisleri zahiri­ne göre mânâlandırmışlar ve Allah'ın şeytana in­sanın damarlarında dolaşacak gücü verdiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak diğer âlimler de bu ifâdede bir benzetmenin söz konusu olduğunu söyleyerek, nasıl ki kan insan vücûdundan ayrılmaz ise, şeytan da in­sanı saptırmak maksadıyla vesvese vermekten geri kalmaz ve asla insandan ayrılmaz, demişlerdir. Hadiste zâhirî anlam değil, bir teşbih kasdedildiğini, başka bir ihtimal olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Peygamber Efendimiz mescidin dışına kadar eşlik etmiştir hanımına. Bu esnada iki sahabi de oradan geçmektedir. Peygamber’i (s.a.s.) görürler, yanında bir hanım vardır… Ancak hanım nikâb içerisinde olduğu için tanınmamaktadır. Sahabelerin gönüllerinden ne geçer ne geçmez bilinmez ama hızla yüzlerini çevirir ve görmezlikten gelerek yollarına devam etmek isterler.

Zan, gerçeğe dayanmayan, kesinliği ispatlanmamış ihtimaller üzerine hüküm vermektir. Sû-i zan (kötü zannetmek) ise insanın, birisi hakkında kesin bir bilgiye dayanmadığı halde kötü düşüncelere sahip olmasına denir. Kötü zan, şeytan tarafından insanın içine atılmış bir düşüncedir ve sözlerin en yalanıdır.

Karşılarındaki bir Peygamberdir. Canlarını, mallarını, dünya ve ukbâlarını teslim ettikleri Peygamber… Ama “Şeytan da insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşmaktadır.” Yani insanların zaaflarından yararlanarak kalplerine vesvese vermekte ve onları sû-i zanna sürüklemektedir…

Ancak buradan ‘başkaları için sû-i zan edilebilir’ diye bir anlam çıkarılmamalıdır. Allah Rasûlü (s.a.s.) "Sû-i zandan çekininiz. Çünkü sû-i zan sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız. Birbirinizin özel hayatını araştırmayınız. Menfaatte bencillik yapmayınız. Hasetleşmeyiniz. Birbirinize nefret etmeyiniz. Birbirinize arka dönmeyiniz. Ey Allah'ın kulları! Hepiniz kardeşler olunuz."[129] buyurmaktadır. Peki, bu nasıl olacak? Gerekirse kulaklarımızı tıkayacağız, ama Müslüman kardeşimiz hakkındaki olumsuz sözlere kulak vermeyeceğiz; gözlerimizi yumacağız, ama kardeşimizin olumsuz yönlerini araştırmayacak, hatalarını görmeye çalışmayacağız. İnsanlar hakkında onların bir sözüne, bir haline, bir hareketine dayanarak peşin hüküm vermeyecek, sû-i zanda bulunup gönlümüzü kirletmeyeceğiz.

Örneğin telefonda konuşurken, olur ya, birden ses kesiliverir ve telefon kapanır. Bizi hemen bir zan kaplar: ‘Acaba telefonu bilerek mi kapattı? Yoksa benimle konuşmak istemiyor mu?’ Hâlbuki kontörünün veya şarjının bitebileceği ihtimali de vardır. Biz bardağın hep boş tarafını görmeyi tercih ederiz. Kardeşimiz için hüsn-i zanda bulunmak esasında hiç de zor değildir. Ama hadiste belirtiyor ya; ‘Şeytan, insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır.’ İşte şeytan için bir fırsat çıkmıştır ve insanın zayıf bir ânını yakalamıştır. Sonra verip veriştirmeye başlarız… Unutulmamalıdır ki takva ve güzel ahlak sahibi olmamız, haram kılınmış şeylerden yalnızca fiiliyatta kaçınmakla değil, onları gönlümüzden bile geçirmemekle mümkündür.

Kimsenin hakkında kötü düşünmeyeceğimiz gibi, kimsenin de bizim hakkımızda kötü düşünmesine fırsat vermeyeceğiz. Kötü ve şüpheli düşüncelere sevk edici fiillerden uzak duracağız. Peygamber (s.a.s.) de öyle yapmamış mıdır? Hanımı Hz. Safiyye’yi yolcularken yanlarından gelip geçen sahabelere içlerinden bir şey geçebilir endişesiyle 'olduğunuz yerde kalın' diye emrediyor ve sonra da Safiyye annemizin yüzünü açarak 'Bakın, bu benim hanımım Safiyye'dir' yani ‘bir başkası değildir’ diyor ve böylece sû-i zan kapısını kapatıyor.

İşte biz de bu anlayıştan hareketle söz ve davranışlarımızın sağa sola çekilip yanlış yorumlanmasına meydan vermemeli, insanları zan altında bırakmamalıyız. Ve unutmamalıyız ki, günaha girmemekle mükellef olduğumuz kadar başkalarını da günaha sokmamakla mükellefiz.

 

 

Cinlerin Zararı, Çarpması

Cinlerin insanlara zarar verebileceği, çarpacağı, büyü yaparak cinler vasıtasıyla diğer insanların etki altına alınıp istenilen yöne sevkedileceği, öldürülebileceği, hastalandırılabileceği, hayvan şekline dönüştürülebileceği iddiaları, câhiliye döneminin birtakım yanlış kanaatleri olmalıdır. Bize göre, günümüzde bazı bilim dallarınca da kullanılan hipnoz vs. yollarla telkin, iknâ, şartlandırma, beyin yıkama durumları hâriç bir insanın irâdesinin etki altına alınması söz konusu değildir. Bir insan, bir konuda şu ya da bu yolla iknâ olabilir, etki altında kalabilir, ama attığı her adımda, her davranışında cüz’î irâdesini kullanması söz konusudur. Deli değilse, irâdesini kullandığı şeylerden de sorumludur. Çünkü Allah, irâdesini hayır ya da şerde kullanmakta serbest bırakmış, insanın davranışlarından sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Ayrıca bir insanın hipnoz vs. yollarla devamlı bir sûrette telkin altında tutulup, başkasının emri altına girmesi de mümkün değildir. Çünkü bu durum, bir nevi uyku halidir. Bir kimseyi irâdesi dışında hipnotize etmek de mümkün değildir.[130] Bu sebeple de cinlerle irtibat kurarak ya da onları emri altına alarak, başkalarını öldürecek, eşinden boşattıracak ya da birisini istemediği bir kimseye âşık edecek davranışları yaptırtabilmek, mümkün değildir.

Bu iddialarda bulunanlar, ilgili şahısla doğrudan irtibatta bulunup onlara söz vs. yollarla telkinde bulunmuyorlar. Yazdıkları birtakım muskalarla ya da yaptırdıkları birtakım hurâfe mahsûlü, Bâbil, Âsur, Süryânî kalıntısı büyülerle hedef şahsı etki altına alabildiklerini ileri sürüyorlar. Bu iddialarını desteklemek için de cinleri kullandıklarını, onların kendi emirleri altında bulunduğunu iddia ediyorlar. Cinlerin insanların emrine girmeleri mümkün olmadığına göre, geriye bu iddiada bulunan sihirbaz ve büyücülerin cinler ve şeytanlarla dost olmaları kalıyor. Bu durumda, bu tür kimselerin cin ve şeytanlarla irtibat kurduklarını kabul etsek bile, başka insanları hasta ettirip hatta öldürebileceklerini, onları tesir altına alıp istedikleri her şeyi yaptırabileceklerini kabul etmek mümkün değildir. Çünkü hayat veren ve öldüren yegâne güç Allah’tır. Bunlar O’na mahsus fiillerdir.[131]

Cin ya da şeytanların bu konuda bir gücü ve fonksiyonu yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde Yüce Allah, “Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun, musallatlığın olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır”[132] buyurarak bu hususa işaret etmiştir. O zaman kâfir cin ya da şeytanların insanlar üzerindeki etkisi, gücü, sadece onları doğru yoldan saptırıp azdırmak, haram ve yanlış yollara sevkederek, Allah’ın kendilerine buğzetmesini temin etmek için kalplerine vesvese vermek, kötü telkinlerde bulunmaktır. Bu açıdan cin şeytanları ile, insan şeytanları aynı görevi yapmakta, her iki grup da telkin yoluyla insanları etkilemeye, tesir altına alıp kandırmaya çalışmaktadırlar. Şeytanların insanlara vesvese verdiği, onların insanın gönlüne getirdiği bu vesveselerin, gizli fısıltıların şerrinden, kandırmasından Allah'a sığınmak gerektiği Kur’an’da haber verilmektedir.[133] Nâs sûresinde ise bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “De ki: ‘İnsanlardan ve cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların İlâhı, insanların Hükümrânı ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım.” [134]

Yine Kur’an, şeytanın kıyâmet günü Allah’ın huzûrunda şöyle diyeceğini haber vermektedir: “İş olup bitince şeytan; ‘doğrusu Allah size gerçek vaad etti. Ben de vaad ettim, ama sonra caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum, musallat olmam da yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil; kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a şirk/ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zâlimlere can yakıcı bir azap vardır’ der.”[135]

Yine bu konuda: “Doğrusu şeytanın iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu, musallat olması yoktur. Onun nüfûzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah'a şirk/ortak koşanlar üzerindedir. (O, sadece onları kandırabilir).”[136] buyurulmuştur. Bu âyetten cin ya da şeytanların telkin ve vesveselerine şirk koşanlarla şeytanı dost edinen günahkâr kimselerin kapılabileceğini anlıyoruz. İster büyücü, ister sihirbaz tarafından gönderilsin, ister cin ya da şeytan kendisi gitsin, kulağına fısıldayarak, gönlüne vesvese vererek etki altına aldığı kimse, demek ki şeytanın dostudur. Ona dost olanın da şu veya bu zorlamayla değil; yukarıdaki âyette[137] kendisinin de itiraf ettiği gibi özgür arzu ve irâdesiyle bunu yaptığı, şeytanın telkinine kapıldığı açıktır.

Bu durumda da uğranılan zarardan sorumlu ve suçlu yine büyücü vs. değil; cüz’î irâdesini o yönde kullanan insandır. Sihirbazın sorumluluğu ayrı bir konudur. O zaman ister nüsha (muska) yazarak, ister çeşitli yollarla sihir yaparak, isterse düğümlere üfleyerek faâliyette bulunsun, büyücü ya da sihirbazların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Cin ya da insan şeytanlarının şerri de, insanlara vesvese vermesi, kulaklarına fena şeyleri fısıldaması, onlara yanlış ve zararlı hususları telkin ederek dünya ve âhirette hüsrâna uğratmasıdır. Nitekim Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî, ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun, cinlerin vesvese vermek sûretiyle insanlara etkili olabileceklerini söylediklerini kaydetmektedir.[138]

İnsan şeytanlarının telkin vs. yollarla, medyayı kullanarak, ya da ferdî hareket ederek, kişide, âilede, toplumda nasıl tahribat yapabildiklerini yukarıda açıklamaya çalıştık. Eski sihirbazların daha dar imkânlarla hakkı bâtıl, bâtılı hak göstererek küfrü yaymaya, hâkim kılmaya çalıştıkları gibi, günümüzde de daha geniş çapta insanları telkin altına alıp gözlerini boyayarak, beyinlerini yıkayarak, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterip şerri, fitne ve fesâdı hâkim kılmaya çalışan modern büyücü ve sihirbazlar vardır. Bunların zarar ve etkisinden korunmak için Allah’ın yardımını dilemek, O’na sığınmaktan başka çare yoktur. O zaman, eski sihirbazların da, yeni büyücülerin de, şeytanların da başvurdukları yol “telkin”dir ve hedefleri de insanları şirk ve küfre düşürmek, ahlâksızlığa ve çirkin bir hayata sevketmektir.

Buraya kadar saydığımız şu hususların şerrinden Yüce Yaratıcı’ya sığınılmasını gerektirecek büyük felâketler olduğu açıktır. İnsanoğlu bu felâketlere, bu acı sonuçlara kendisini insan ya da cin şeytanlarının telkinlerine teslim etmesi, irâdesini bu yönde kullanması sebebiyle uğramaktadır. O halde kişi, suçu büyücü ve sihirbazda, şeytan ya da cinde değil; kendisinde aramalıdır. Tarih boyunca Cenâb-ı Hakk’ın bu konudaki Sünnetinin, sihrin iptal edilmesi (tesirsiz bırakılması), büyücülerin perişan ve mağlûp edilmesi şeklinde tecellî ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir.[139] Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda, “büyücü nereden gelirse gelsin, başarı kazanamaz.”[140]; “Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara, ‘atacağınızı atın’ dedi. Attıklarında Mûsâ ‘Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah fesatçıların/bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular/günahkârlar istemese de Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir’ dedi.”[141] buyurulmaktadır.

 

Şeytan İnsanlara Zarar verebilir mi? Verirse Nasıl Verir?

Kur’an’da çok net ifade edilen âyetlerden de anlaşılacağı gibi, cin şeytanlarının insan üzerinde zorlayıcı güçleri yoktur. Onlar sadece kötülüğe çağrıda bulunabilirler. Bu çağrıya uyup uymamak ise insanın kendi tercihidir. “Hepsini bir araya toplayacağı gün: ‘Ey cinler (şeytanlar) topluluğu, (der), siz insanlarla çok uğraştınız.’ Onların, insan dostları derler ki: ‘Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık.’ (Allah da) buyurur ki ‘Durağınız ateştir. Allah’ın, dile(yip affet)mesi hâriç, orada ebedi kalacaksınız.’ Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.”[142]

“Gerçek şu ki; şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır (o, sadece onları etkileyebilir).”[143]

“Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman düşünür, (gerçeği) görürler.”[144]

“Şeytan, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İman edenlerden bir grup dışında hepsi ona uydular. Hâlbuki (İblis'in) onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktu. (Zaten İblis'e insanları baştan çıkarma izni vermişsek,) âhiretin varlığına (gerçekten) inananları ona şüphe ile bakanlardan kesin bir şekilde ayırt etmek için (vermişizdir). Çünkü Rabbin her şeyi görüp gözetendir.”[145]

 

Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklar olarak yaratılmışlardır.[146] Allah’a inanıp, O’na ibâdet eden, iyi amel sahibi olan cinler olduğu gibi; insanlara zarar vermek isteyen ve onları iman ve güzel amelden alıkoymaya çalışan kâfir cinler de vardır. Kur’ân-ı Kerim’de insan ve cinlerin şeytanlarından söz edilir: “İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.”[147] Bu âyette işaret edildiği üzere şeytan işi amel işleyen cinlere şeytan denmektedir. Şeytanların başı olan İblîs’in cinlerden olduğu Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zâlimler için ne kötü bir bedeldir!”[148]


Genel olarak Kur’ân-ı Kerim’e, özel olarak da Türkçe meallerini zikrettiğimiz bu iki âyete bakıldığında şeytanların ve dolayısıyla cinlerin kötülerinin insanlara zarar vermek istemeleri öncelikle inanç ve amel bakımındandır. Zira Kur’an’a ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) açıklamalarına bakıldığında şeytan ve şeytan işi ameller işleyen cinlerin düşmanlığı ancak insanları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek sûretiyle olmakta, maddî ve fizikî bir zarar vermeden söz edilmemektedir. Bunun için Yüce Allah, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”[149] buyurmuştur. Burada şeytanın adımlarını izlememekten maksadın şeytanların ve cinlerin vesvesesine kapılarak kötü ameller işlememek olduğu açıktır. Kerim Kitabımızda şöyle buyrulmaktadır: “Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da, cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.”[150] Bu âyette açıklandığı üzere cinlerin insanlara zarar vermesi Yüce Allah’ın açık ikazına rağmen insanların cinlere sığınıp onlarla iletişim kurma ve medet umma hevesleri yüzündendir.


Bunun için Felak ve Nâs sûrelerinde bu duruma işaret edilerek insanların, cinlerin ve her türlü yaratığın şerrinden ve vesvesesinden her şeyin Rabbi olan Yüce Allah’a sığınmaları teşvik edilmiştir. Bu demektir ki gerçekten Allah’a iman edenler üzerinde şeytanların ve cinlerin hâkimiyeti, bir baskı kurması ve zarar vermesi söz konusu değildir. Şeytanın ve cinlerden şeytanların hâkimiyeti ve zararı sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar için söz konusudur.[151]

 

 Bu bakımdan mü’minlerin cin ve insan şeytanlarının her türlü şerrinden, zarar vermesinden Allah’a sığınması ve onlardan korkmaması gerekir. Onlara hiçbir şekilde meyletmeyen ve iradesini sadece hak ve hakikat doğrultusunda kullanan kimseler ise cin ve şeytanlardan gelebilecek her türlü etki ve zarardan korunmuş olurlar.[152]

 

 

Allah’tan Başkası Fayda veya Zarar Verecek, Öyle mi?

Tahtadan, ağaçtan, tunçtan, betondan putlar, heykeller, ruh, melek, cin ve insan; bir fayda veya zarara mâlik değildirler. Onların tümü fayda ve zarar dokunduramamakta eşittirler. Allah'ın izin vermediği hiçbir şey gerçekleşmez. O'nun takdir ettiğinden başkası olamaz. Olup bitenler, hep O'nun bilgisi dairesinde olup bitiyor.

Allah’tan başka hiçbir şeyin mutlak anlamda bir fayda ve zarara gücü de yetmez. "Şayet Allah bana bir zarar dilerse onların gücü bunu gidermeye yetmez. Ya da bana merhamet etmeyi dilerse onlar O'nun rahmetini kesebilirler mi? De ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler O'na tevekkül ederler."[153]; "De ki: ‘Allah'a karşı kim sizin için bir şeye güç yetirebilir? Şayet sizin için bir zarar veya fayda dilerse? Şüphesiz Allah, işlemekte olduklarınızdan haberdardır."[154]

 

"Şayet Allah sana bir zarar dokundurursa O'ndan başka onu giderecek kimse yoktur. Sana bir hayır da dilerse lütfünü geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine verir. O, ğafurdur, rahîmdir."[155]

İnsanlara ve cinlere verilen irade serbestisi, kendi cinslerinin dışında birbirlerine zarar verecek boyutta değildir. Her varlık, kendi boyutunda, kendi imtihanını vermektedir. Kâfir cinlerin, yani şeytanların insana ne tür zarar verebileceği Kur’an’da ayrıntılı olarak bildirilir. Ama, Kur’an’a göre cinler insanlardan daha üstün varlıklar değildir. Tam tersine, insanın şerefi, izzeti ve üstünlüğü kesindir. Yeryüzünün halifesi insandır.[156] Cinlerin insan üzerine egemenlik kurması, insanları baskı altına almaları, onları istedikleri gibi yönetmeye ve yönlendirmeye kalkmaları, insanın “yeryüzünde halifeliği” makamına aykırıdır. Ahsen-i takvîm üzere yaratılan cinler değil, insanlardır.[157] İnsan, özünde şeref yüceliğini taşır. Allah, onu diğer varlıklara nazaran daha üstün yaratmıştır. Fakat kendi üstünlük ve şerefinin kaynağını sezmezse, aşağılığa ve esarete düşer.[158] Yeryüzündeki bütün nimetler insan için yaratılmıştır. Diğer yaratıklar onun hizmetine verilmiştir.[159]

Allah’ın faziletli kıldık, üstün yaptık, ikram ettik dediği insandır, cin değil. O yüzden Allah’ın yücelttiği, daha üstün ve daha şerefli kıldığı varlık, kendisinden daha alt seviyedeki varlığın oyuncağı olmaz. Alt seviyedeki varlık ona musallat olup eline geçiremez, zihnini işgal edip ona eziyet edip istediği rahatsızlıkları ona yükleyemez. Eğer bunları yapabiliyorsa, o zaman Allah’ın insanı daha üstün kılmasının bir anlamı olmaz.

“Allah’ın, göklerde ve yerde bulunan şeyleri hizmetinize verdiğini, nimetlerini gizli ve açık olarak önünüze bolca serdiğini görmez misiniz? İnsanlardan öyleleri vardır ki bir bilgi, bir rehber ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında tartışmaya kalkışırlar.”[160]

“Andolsun, Biz Âdemoğlunu yücelttik; onları karada ve denizde (çeşitli araçlarla) taşıdık, temiz, güzel şeylerden rızıklandırdık ve yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”[161]  

“O (Allah) ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” [162]

“O (Allah) göklerde ve yerde ne varsa hepsini size (hizmet için) boyun eğdirmiştir. Elbette burada düşünen topluluklar (insanlar) için birtakım ibretler vardır.” [163]

Zarar, Allah'ın koyduğu fıtrî kanunlara karşı hareket ettikçe insanın başına gelecek bir sonuçtur. Fayda da sünnetullah denilen bu kanunlara uygun davranmanın neticesidir. Yüce Allah, yürürlükteki kanunun sonucu bir zarar sana dokundurursa, sünnetine tâbi olmaktan başka onu giderecek bir güç yoktur. Biliniyorsa şayet, hayırlı sonuçların sebeplerini terketmek zarara sebebiyet teşkil eder. Kanun uyarınca hareket etmen sonucu Yüce Allah, sana bir iyilik dokundurursa, O'nun yarattıklarından hiç kimse senden bu iyiliği çeviremez. Bu sebepler onun genel dileyişine ve eşyaya yerleştirdiği sünnetine uydukları oranda kullarından dilediğine verdiği bir fazilettir. Hiç kimse, Allah istemediği müddetçe bir zararı gidermeye muktedir değildir.

 "De ki, iddia ettiklerinizi çağırın, sizden bir zararı gidermeye ve değiştirmeye güçleri yetmez."[164]

 Kullarının kaderine mutlak egemen olan Allah'tan başka hiçbir kimse bir zararı gidermeye ve onu değiştirmeye güç yetiremez. O her şeyin Rabbi, Yaratıcısıdır ve her şey O'nun elindedir. “Kendilerine bir fayda ve zarara güçleri yetmeyenleri, Allah'tan başka dostlar mı edinirsiniz?..."[165]

İnsan niçin Allah'tan başkasını dost edinir? 

Yaşamakla emrolunduğu İslâm'a muhalefet etmek sûretiyle Allah'ın yasakladığı şirkin girdabına neden düşer?

Bunun sebebi dünya hayatında bir faydayı elde etmek ve bir zararı uzaklaştırmak mıdır? 

Zarar anında insanların yardımını ummak ya da bollukta insanların faydasını beklemek midir?

Oysa bunların tümü Allah'ın elindedir. Sebepler üzerindeki mutlak güç Allah'ındır. Aynı zamanda O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Vermenin ve men etmenin hikmeti ve bilgisi O'nun yanındadır.

 İster kendi halinde birisi olsun, ister zâlim, tâğut gibi birisi; hiç kimsenin şirk, haram ve fesat işlemeye, herhangi bir şerri yapmaya ihtiyacı yoktur aslında. Akl-ı selim, zarar ve faydanın Allah'tan geldiğini kabul eder. 

 İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Bir gün Rasûllullah’ın (s.a.s.) arkasında yürüyordum. Bana dedi ki; "Ey delikanlı, sana bazı sözler öğreteceğim. Onları koru ki, Allah seni korusun. Koru ki, Allah'ı yanında bulursun. Bir şey istediğin zaman, Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman, Allah'tan dile. Şunu bil ki, şayet bütün ümmet, sana bir yarar dokundurmak için bir araya gelseler, Allah'ın senin için yazdığının dışında bir yarar dokunduramazlar. Aynı şekilde, sana bir zarar vermek için toplansalar, Allah'ın senin için yazdığından başka bir zarar veremezler." [166]

 

 

Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler

Şeytanın kendilerine tesir edemeyeceği kimseler de Kur'an'da şöyle belirtilmiştir:

"Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı zikrederler ve hemen gerçeği görürler."

"Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu (hâkimiyeti, musallat olması) sadece, onu dost edinenler ve Allah'a şirk koşanlar üzerindedir."[168]

Allah'ın hâlis kullarına tesir edemeyeceğini, şeytan, bizzat kendisi de itiraf etmiştir.[169]

Âyetlerden de anlaşılıyor ki, Allah'a içtenlikle iman ederek ibâdet eden insanlar üzerinde, tabanca kurşununa karşı çelik yelek giyilmiş gibi şeytanın hiçbir etkisi olamamaktadır. Allah'a iman edip emirlerine uyan ve Peygamberimiz'in (s.a.s.) gösterdiği yoldan giden kişiler, şeytana galip gelmişler demektir. O halde, şeytana boyun eğmemenin tek yolu, Allah'a samimi olarak inanmak ve ibâdetleri tam yapmak, Peygamber'in gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. Her işimize başlarken de şeytandan Allah'a sığınıp, Allah'ın ismini anmalı; "besmele" ile başlamalıyız.       

 

Allah’tan Korkanlar, Cinlerden ve Cincilerden Korkmazlar!

Haşyet, takvâ gibi insanın ihtiyacı olan güzel korkular, kişiyi daima Allah’ın rızâsını aramaya, nehyettiği hususları terk etmeye ve emrettiği hususları yapmaya sevk eder. Bundan dolayı Allah’tan, O’nun azâbınden korkmak, Allah'a iman hususunda bir rükün sayılmaktadır. “...Eğer mü’min iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!”[170]; “İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuştur. Bunlar hep Rabbinden korkan, O’na saygı gösterenler içindir.”[171]

  

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ancak Allah’tan ve kıyâmetten korkanları korkutup uyararak onların uyanmasını sağlayabileceği[172]; Kitab’ın Allah’tan korkanlara öğüt olarak indirildiği ve Allah’tan korkanların öğüt alacakları haber verilerek, haşyet ile iman arasındaki bağ belirtilerek açıklanır.[173] Mü’minlerin, Rablerinden korku duydukları[174]; bu haşyetle iman gereği titremekte oldukları bildirilir.[175] Bu, görülmeyen bir Rab’den olan korkudur ve korkuyu, ancak, ilim sahiplerinin duyabilecekleri haber verilmiştir.[176] Haşyet duymamak ise, ancak, kalbi hasta olanlar için söz konusudur.[177] O yüzden Allah’tan korkmayanın imanı yoktur. Bütün peygamberler, insanları Allah'a imana ve tevhide çağırırken, daha ilk mesajlarında Allah’tan korkmaya çağırmışlardır. Örnek olarak Hz. Nûh, kavmine şu dâvetle seslenmiştir: “(Allah'a karşı gelmekten korkmaz ve) sakınmaz mısınız (ittika)? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir rasûlüm/elçiyim. Artık Allah’tan korkun, Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”[178]; “Andolsun ki Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah'a ibâdet/kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ (Allah’tan) korkup sakınmaz mısınız?”[179]

Korku-tevhid ilişkisini anlatması açısından şu âyet çok mânidardır: “Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O, ancak bir İlâhtır; yalnız Benden korkun! Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur. Din de sürekli olarak yalnız O’nundur. Hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?”[180]

     

Haşyet ve Allah’a, âhirete iman; namaz ve zekât ile birlikte,[181] yine ittika ile birlikte haşyet, Allah’a ve Peygamber’e itaatin yanı başında anılabilecek ölçüde önemli bir tutumdur.[182] Kitap, Allah’tan gereği gibi korkanları ürpertir;[183] onlar insanlardan değil, Allah’tan korkmanın uygunluğunun[184] ve gerekliliğinin[185] idrâki içinde bulunmakla, tebliğ sırasında insanlardan çekinmezler.[186]

  

 

Şirk, Bütün Yanlış Korkuların Kaynağıdır

Tevhid inancı, emniyet ve huzurun kaynaklandığı bir güç ve kuvvet olduğu gibi; şirk de korku ve kuruntuların, vehim ve stresin, çeşitli fobilerin kaynağıdır. Hurâfelerden, çeşitli evhâm ve kuruntulardan, uğursuzluk anlayışından ve cinlerden, onların içine girip kendisine zarar vermesinden korkar durur müşrik. Ve onları çıkar için korkutur durur bazı cinciler ve cin çıkardığını iddia edenler. Ölüm, müşrik ve kâfir için, sevdiği her şeyin bittiği ve yok olmak demek olduğu için çok korkunç ve ürkütücü bir olaydır. Şirk ortamlarında, ortada bir sebep yokken korku, uğursuzluk görüşü ve evhâma kapılma gibi rûhî ve mânevî hastalıklar, insanda çokça ortaya çıkar. Yoksa, bunların sebebi cin filan değil, cinlik yapan İslâm dışı düzen, cahiliyye ortamı ve cincilik yapan korkutuculardır.

 

Allah Kimlerin Kalbine Korku Salar? “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allah’a şirk/ortak koşmalarından ötürü, kâfirlerin/inkâr edenlerin kalbine korku salacağız.”[187] Bu âyet, Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini korku sâracağını ifade etmektedir. Kalbin huzur ve mutluluğu ise, Allah’a iman ve O’na ibâdet/zikir ile mümkün olur.[188] Hidâyete tâbi olanlara, yani iman edip sâlih amel işleyenlere korku ve üzüntü yoktur.[189]

 

Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalıklar, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. Fıtrî olan insandaki korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrib eden bir musîbete dönüşecek ve insanı cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet[190] sahibi kılacaktır.   

 

Sevgili dostum Ferit Aydın Hoca’dan bir alıntı yapayım: “Büyü ve korku dini, büyü ve korkuyu din gibi önemsemek demek olan Fetişizme kapılan insanlar (fetişistler), ilkel insanlardır. Korkup ürktükleri hayvanlara, canavarlara ve tabiat güçlerine, onların şerrinden korunmak için büyü diyebileceğimiz bazı araçlara başvurmaktadırlar. Bu araçlar onlara göre kurtarıcı birer çaredir. Şirkin en rezil görüntülerinden biri de bu fetişist inanışlardır. Onu, uygar ve eğitimli insandan ayıran en karakteristik psikolojik özellik budur. İşte ilkel insanın maddî olmayan imajlara karşı duyguları ve değer yargıları da büyük ölçüde tabiat olaylarının yönlendirdiği bu psikolojinin ürünüdür. Uygar insan, ilkel insan gibi zaman zaman korkulu anlar yaşasa bile risklere karşı daha akılcı yollara başvurur. Din onun için riskleri önlemede öncelikli bir araç değil, bilakis yaratıcıya karşı sırf kulluk amacını taşır. İşte ilkel insandan uygar insana, din kavramının yüklendiği anlam ve değer farkı budur. Örneğin idam sehpasındaki bir mü’min, kutsal metinlerden bir şeyler okuyup üzerine üflediği, ya da iki rekât namaz kıldığı takdirde, burun buruna gelmiş olduğu (mukadder) bir ölüm tehlikesinden bu sayede kurtulacağına ihtimal vermez. Yani Allah (c.c.) dilememişse ibâdet yaparak ya da bu anlamda çeşitli rûhâni eylemlerde bulunarak bir şerri üzerinden defedemeyeceğine inanır. Buna rağmen sırf Allah'ın huzuruna imanla gitmek için yine duâ eder. Çünkü Allah'a kesin sûrette iman eden insanın temel amacı şu veya bu belâdan kurtulmak değil, bilakis Allah'a kul olmak ve kâmil bir imanla âhiret âlemine intikal etmektir. Zira ebedî mutluluğun şartı dünyevî felaketlerden kurtulmak değil, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır. İlkel insana gelince o, yaptığı bir büyü ile, örneğin bir vahşi hayvan saldırısına (veya cinin musallat olmasına) karşı kendini sağlama almış olduğuna inanır.

 

Fetişizm, çok ilkel bir şirk türüdür. Dolayısıyla müşrik kişi, eğer herhangi bir şeyi bilinçle, Allah Teâlâ'nın kâinât üzerindeki egemenliğini etkileyici veya O'nun egemenliğinden bağımsız bir güç olarak görüyor -bu nedenle- o şeyden korkuyorsa, bunu, ister bağımsız bir din adı altında, ister bir tören olarak, isterse bir büyü veya herhangi bir eylem olarak icra etsin, bunun adı şirktir. Bu bakımdan fetişist insan müşriktir.”[191] Burada anlatılan fetişizmle cinlerden korku arasında nice benzer yönler bulmak mümkündür. 

 

Kur’an, bütün duygularımıza istikamet gösterir, meşrû ve faydalı hedeflere yönlendirir. Aynı zamanda ifrat ve tefrit gibi aşırılıklardan koruyarak onların itidâlde kullanılmasını öğütler. Korku duygusu için de bunlar geçerlidir. Kur’an, insan fıtratındaki korku hissini yönlendirerek, bu duyguyu her çeşit sahte, sapık, yanlış ve boş hedeflerden alıkoymaya çağırır. Sonra da doğru hedef göstererek, bu duygumuzu esas korkulması ve sığınılması gereken Yüce Allah'a bağlar. İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse veya asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, kişi, bir sürü sahte otoriteye boyun eğmek zorunda kalır. İnsan, tarih boyunca böylesine lüzumsuz ve yanlış korkular yüzünden sayısız tanrı icat etmiştir. Doğa güçlerinden korkmuş, ateşi, gökleri, karanlıkları; firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş,  onları; açlıktan korkmuş, ekmek ve maaş verenleri; yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş, putları veya cinlerden korkmuş, üfürükçüleri veya cinleri ilâh edinmiştir. Bu lüzumsuz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur. Denize düşmüş, kurtarıcı diye yılana sarılmıştır.

İnsan, Allah’ın dışında başka şeylerden gerçek anlamıyla korkarsa, korktuğu çoğunlukla başına gelir; Allah korktuğu şeyi veya kimseyi ona musallat eder. Bu, yanlış korkunun dünyadaki zararlarındandır. Cinden çok korkan kimse, sanki içinde cin varmış gibi hisseder ve bu korkudan ancak cinciler ve cin çıkardığını iddia edenler yararlanır.

 

Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü üfürükçüler dünyasında da temelde pek farklılık yoktur; sadece yöntem ve araçlar daha farklı şekillerde insandaki korku hissine kendi çıkarları çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı yersiz korkuların elinde esir olmaktan kurtarabilmek için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden korku olmaz. Ne cinlerden korkar bir mü’min, ne cincilerden. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir.[192] Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği sınanmaktadır. Cinlerden, şeytanlardan mı korkuyor, Allah’tan mı?

İnsanları takvâya, Allah’tan korkmaya çağırmaları ve başka her türlü korkudan uzaklaştırmaları gereken nice insan, üç kuruşluk para için insanlara cinleri korkunç varlıklar olarak sunmakta, “içine girer, sana olmadık şeyler yaptırır, hasta eder, çarpar çırpar…” diye onları korkutarak korkuları üzerinden rant elde etmeye çalışırlar. Rabbimiz imanla korku arasında bağ kuruyor: “İşte o şeytan, yalnız kendi dostlarını korkutabilir. (Veya şeytan, sizi kendi dostlarından korkutmaktadır.) Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”[193] Şeytanın korkuttuğu dostları olmamamız gerektiği gibi, şeytanın dostlarından korkuttuğu korkaklardan da olmamalıyız. Eğer iman etmiş isek sadece Allah’tan korkmamız gerekiyor. Hidâyete tâbi olanlara, yani iman edip sâlih amel işleyenlere korku ve üzüntü yoktur[194] buyuruyor.

Ama gerçek mü’min, sadece Allah’ın kulu olduğunun bilincindedir. Müşriklerin korktuğu korkunç diye takdim edilen cinler, bostan korkuluğu gibi gözükür müttakî mü’minin gözüne. Bende olmayan hastalıkları bana varmış gibi sunarak, bir de kendilerine göre başka bir kanıt göstererek “bak, sen büyünün etki ettiğine, cin çıkardığımıza inanmıyorsun; öyleyse içinde cin var” diyerek cinlik yapmaya kalkan cinciler! Hiçbirinizden korkmuyorum, Rabbim yalancıları, üfürükçüleri, sihirle ve sahtekârlıkla uğraşanları başarıya ulaştırmayacağını söylüyor. Ben Rabbime inanıyorum, O’na güveniyor, O’na tevekkül ediyorum. 65 yaşı gerilerde bıraktığım hayatın bin bir sıkıntısını çekmiş ve (cinlerin değil) Rabbimin otuz kadar imtihan için verdiği hastalıkları sabırla başkalarına fark ettirmemeye çalışan, on iki ameliyat geçirmiş, vücudunda (cin değil) üç ayrı âlet/cihaz bulunan birisi olarak hiç şikâyetim yok, mutlu ve huzurlu birisiyim. Allah’tan başka korkulacak bir varlık olmadığını ifade etmek için anlamayanlara anlatmak adına diyorum ki: Ey duâ satarak rukyeyi geçim ve sömürü aracı yapanlar! “Öcü var öcü!” der gibi “içinde cin var!” diye saf insanlara korku salmaya ve şeytanın dostlarından korkutmaya çalışarak ve daha da çirkini; bu yaptıklarını Sünnetin ve selefin yolu diyerek onları da lekeleyerek işlerini sürdürenler! Ey cinciler! Cin çıkarma adıyla insanları cinlerden korkutanlar! Bütün cinlerinizi toplayın, gelin bana zarar verin! Allah dilemedikçe vallahi de, billâhi de zerre kadar zarar veremezsiniz; zerre şüphem ve korkum yok. Allah, biz mü’minleri böyle çirkin korkulardan uzaklaştırıyor. Siz bir taraftan “hayrihi ve şerrihi minallahi Teâlâ / hayır ve şer Allah’tandır” der; diğer taraftan şu hastalıklar, şu problemler cinlerden, içine cin girmiş o sana zarar veriyor” diye inancınızı yalanlayan insanlarsınız. “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[195]    

İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur. Bazı insanlardan korkmanın getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu yerleştirmiştir.

İki tane de hadis-i şerif: “Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.”[196]; “Aman dikkat edin! Halk korkusu, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın.”[197]

İmanlar, korku terazisiyle tartılmaktadır. Korkunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Ya sadece Allah’tan korkup takvâ zirvesine tırmanarak Allah katında en ekrem, yani ikram edilmeye en lâyık yiğit bir Allah eri olmak; ya da ayaklar altında ezilinceye kadar sümüklü böcek gibi, cinlerden, cincilerden korkarak yaşamak. İnsan özgürdür; bu iki yoldan birini seçebilir. Ama takvâ yolunu seçerse, bilmelidir ki, bunun gerekleri var: Korku hissinin tevhidî bilinçle, mü’mine has irâdeyle kontrol altında tutulması, şeytanın ve dostlarının korku oklarının fedâkârca savuşturulup karşı hücuma geçilmesi gerekecektir, hem de ömür boyu.    

 

Fetişizm; Büyü ve Korku Dini

İnsanoğlu maddî çarelerle hedeflerine ulaşamadığı ya da sorunla­rını çö­zemediği zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara başvurur. Bu tercih­ler es­kiden beri insanlar arasında genel bir eğilimdir.

Gizliliğin mazeretleri ve her zaman bir açıklaması vardır. Ancak gizem­lilik daima karmaşıklığını koruyacaktır. Bu nedenledir ki Kur’an-ı Kerîm'in onayladığı, hatta mü’minleri dâvet ettiği “duâ” hâ­riç, İslâm,  büyü ve fal gibi gizemli yolların bazılarını en ağır suç olan “küfür” diye nitelemiş ve kâfirlere lânet etmiştir. [198]

İnsanoğlu, geniş bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte, yaşa­dığı olaylar içinde henüz çözümleyemediği ve sırlarına bir türlü erişe­me­diği o kadar çok şeyler vardır ki bunlar hakkında bilginler, uzmanlar ve ilim adam­ları hâlâ susmayı tercih etmektedirler. Nitekim telepatinin, hipno­tizmanın, spiritüel enerjinin, meditasyonun ve çeşitli alternatif tıp sistemlerinin iç­yüzleri hâlâ bilinememektedir.

Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse amaç­ları itibariyle birbirinden son derece farklıdırlar. O kadar ki bunların bazı­ları, hayat ve kâinât olaylarının, şimdiye kadar çözüle­memiş, belki de çözü­lemeyecek olan şifreleridir. Dolayısıyla bilinsin ya da bilinmesin bun­lar esa­sen birer realitedir. Ancak gerçekle hiçbir iliş­kisi olmayan, buna rağmen yarı uygar toplumlarda, genellikle basit dü­şünen insanlardan çı­kar sağla­mak amacıyla -sözde- gizemli nitelikte yapılan büyü, fal, mü­neccimlik ve medyumluk gibi bazı işler daha vardır ki bunlar tamamen spekülatif muâmelelerdir. İslâm bunları hurâfe ve bâtıl inanç ola­rak değer(siz)lendirmiş, bunları ya­sakla­mış ve bu işlerle uğraşanların ceza­landırılmasını öngörmüştür. Çünkü bu insan­larda fetişist (müşrikâne) yaklaşımlar vardır.

Örneğin büyü yapan ve yaptıran insanlar (özellikle yaptıranlar), bü­yüye, amacı kestirme ve gizemli yollarla gerçekleştiren bir çare olarak inanırlar. Medyumlara ve kâhinlere başvuranların da inancı böyledir.

Düşmanını perişan etmek, başına dertler ve belâlar yağdırmak için silâh yerine büyüyü tercih eden insanın esasen ne istediğini şöyle açık­la­mak mümkündür:

Eğer silâh ya da herhangi bir şiddet yolunu kullanırsa yakalanacak ve ağır cezalara çarptırılacaktır. Hâlbuki büyüye başvurursa -kendince- hiç kim­senin sezinleyemeyeceği gizemli bir yolla bu amacını gerçekleş­tirmiş olacak­tır(!) Öyle ise büyüye inanan insana göre hayat ve kâinat olaylarını büyü ile yönlendirmek mümkündür. Bu ise Allah’ın (c.c.) kâ­inat üzerin­deki mutlak egemenliğini tanımamak, daha doğrusu, büyü gibi bir araçla İlâhî egemenlik sınırlarının delinebileceğine inanmak demektir. Bu ise açık bir şirktir. Çünkü Allah'ın kâinât üzerindeki egemenliği mutlaktır. Hiçbir şey bu egemenliğin dışında değildir, hiçbir olay bu hâkimiyetten bağımsız ola­rak cereyan edemez. Her şeyi Allah Teâlâ yönetmektedir.

Yarattığı ve yönettiği kâinat olaylarının, -ge­rek etki-tepki, gerek se­bep-sonuç, gerekse nötrleşme gibi- bilinen ve bılinmeyen fenomenle­riyle son de­rece karmaşık olan kozmozunu birbıriyle ilintili yasalar zinciri çerçeve­sinde disipline eden yine Allah Teâlâ'dır. Şu halde bu ya­salara göre hare­ket edil­medikçe büyü ve fal gibi gizemli çareler oldu­ğuna inanılan hayalî yol­larla amaca ulaşılabile­ceğine inanmak, her şey­den önce çok yanlış bir şart­lanma ve büyük bir bilgisizlik örneğidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ'ya karşı bir başkaldırı sayılır ki bir anlamda bunun adı şirktir.

Örneğin define arayan bir insan, eğer elde ettiği bir krokiye dayana­rak, pusula ve dedektör gibi birtakım araçlar kullanarak amacına ulaş­mak is­tıyorsa bu insan, itikadî bakımdan herhangi bir suç işlememek­tedir. Çünkü her şeyden önce aklını kullanmaktadır. Akıl ise Kur’an-ı Kerîm'e göre ger­çekleri yakalamada başvurulacak ilk ve en büyük araçtır. Çünkü akıl, sağ­lam, olgun ve reşit insanın, (Allah Teâlâ tarafın­dan belli kanun­larla çalıştırılan)  beyin mekanizmasında üretilmektedir. Bu açıdan define arayan Müslüman in­san, Allah'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini kabul et­miş demektir. Onun kullandığı pusula ve dedek­tör de yine Allah Teâlâ tarafından insa­noğluna sunulmuş çeşitli fizik, manyetik ve elektronik bilimlerinin tespit ettiği İlâhî kanun­larla çalışmaktadır. Dolayısıyla mü’min defineci, pusula, dedektör ve benzeri araç­lar kullanmakla yine Allah'ın mutlak egemenlığini tanımış demektir.

Hâlbuki bu araçların yerine fala başvuran insan, falcının bütün bu ka­nunları delebilecek ve Allah'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenlığinde O'na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduğunu bilerek veya bil­meyerek kabul etmektedir. Bu sûretle de şirk koşmaktadır.

İnsan, itikadî yönü olmayan en ağır suçları bile işlerken son derece bü­yük vebal ve günahların altına girmesine rağmen yine de küfre ya da şirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü ve fal gibi fetişist an­lamda öyle suçlar vardır ki, kişi onları, hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin gö­remeyeceği yerlerde ve yalnız başına işlese bile Allah Teâlâ'ya ortak koşmuş olur ki bu sûretle cinâyet işleyen bir kimseden daha çok Allah'ın öfkesini hak etmiş olur. Bunun mantıklı sebebi acaba ne olabilir? Sebebi gâyet açık­tır.

Cinâyet işleyen bir insan, bu suça girişirken bile Allah tarafından yara­tılmış bulunan ve yine O'nun koy­duğu belli yasalarla işlevini ye­rine getıren akıl, silâh, tasarı ve planlı komplo projeleri gibi araçlara başvurarak ama­cını gerçekleştirmeye ça­lışmaktadır. Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahşi bir amacın pe­şinde olmasına rağmen Allah'ın kâiinat üzerindeki mut­lak egemenlığini doğrularcasına O'nun koyduğu hayat kanunla­rına göre davran­maktadır. 

Hâlbuki büyüye veya fala başvuran insanın yargısı bundan çok fark­lı­dır ve Yüce Allah'ı daha çok öfkelendirici bir anlam taşımaktadır. Büyü yapa­rak veya yaptırarak birini kazanmak ya da birine zarar ver­mek iste­yen in­san, keza büyü veya fal aracılığıyla bilinmeyeni keşfet­meye çalışan insan, as­lında Allah'a ait otorite sınırları dışında çözüm arayan insan demektir. Bu ise bir anlamda Allah'ın (hâşâ!) egemen olamadığı bazı ba­ğımsız güçlerin ve alanların bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’an-ı Kerîm'de açıkça küfür olarak nite­lenmiştir.[199] Küfür ise Allah'ın (c.c.) otoritesini tanıma­mak anlamını ta­şır. 

 

Müslüman toplumlarda fetişist eğilimler (Büyü, fal, havas, astro­loji, râ­bıta, meditasyon vs.): Fetişist inançlara, Müslümanlar arasında “Hurâfeler” ya da “Bâtıl inançlar” denir. Hurâfe: Uydurulmuş, abartılmış, akla ve vicdana sığmayan asılsız inanç demektir. Bâtıl da, geçersiz, hükümsüz ve bağlayıcılığı olmayan şey anlamına ge­lir.

Ne yazık ki Müslümansı toplumlar, hatta Müslümanlar (daha doğrusu bilgisiz ve eğitimsiz mü’minler) ara­sında bile bâtıl inanışların tutunabildiği, inkâr edilemeyen bir gerçektir. İlginçtir ki sahâ­b­îlerden büyük şahsiyetler hâriç, diğerlerinin de zaman zaman bâtıl inanç­lara kapıldıkları ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şiddetle uya­rıldıkları bazı eserlerde nakledilmektedir.[200] Ancak sahâbî­ler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uya­rıları üzerine hemen tevbe etmiş ve kanaatlerini düzeltmiş­lerdir. 

Bâtıl inanç: Kulluk anlamını taşıyan imanî bir mesele olmaktan çok, insanın, ya ürküntü duyduğu şeylere karşı aklı sıra mânevî çare diye başvurduğu birtakım şarlatanlıklardır veya ha­yatta karşılaştığı sorunların çözümlenmesinde yardımlarını al­mak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi “yarıtanrı”lardan medet um­malar ve onlara ya­pılan duâ ve niyazlardır. 

Elbetteki Müslümanlar arasında da, bu şarlatanlıklara meyledecek ve ölülerden yar­dım dileyecek kadar basit düşünceli insanlar vardır. İşin ilginç ta­rafı, bu insanların hepsinin de eğitimsiz olmadıklarıdır. Medyumlardan medet uman, falcılara başvurup geleceğini onlardan öğrenmek isteyen nice oku­muş devlet adamlarının yaşadığı skandallar, toplumu zaman zaman meşgul etmiştir. Evet, insanlar baş edemeyecek­leri güçlere ve ne­reden geleceğini tahmin edemedikleri kaza ve belâlara karşı daima tedir­ginlik duyar. Bu psikolojik durum, yalnızca inançlı insanlarla da sı­nırlı değildir. Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek risk ve teh­likelere karşı önlem alma ih­tiyacını duyar. Bu, her insanın, ortama göre haklı olarak kapıldığı endışelerden kaynaklanmak­tadır. Ancak, örneğin sağ­lam kilitler kullanmak, değerli eşyaları güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarına uymak, aşı olmak ve bütün bun­lardan sonra da duâ etmek ve Allah'a tevekkülde bulunmak gibi endişe­leri giderebilecek akılcı ve meşrû ön­lemler varken; bazı kimseler, evlerınin, araç ve cihazlarının üzerine na­zar boncuğu, bebek pabucu ve nalça­cıklar asmak, üstlerinde çeşitli muskalar taşımak sûretiyle aklın ve Kur’an'ın ölçülerine sığmayan yol­lara başvura­rak sözde mânevî önlem(!) almaya çalışmaktadırlar. Bunlar bâtıl inanç­lardır ve şirktir!

Ne il­ginçtir ki Kur’an'ın feyiz ve nurundan yoksun bazı kimse­ler, hayattaki muh­temel risklere karşı -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan daha akılcı ve daha meşrû yollara başvurarak önlemlerini almaktadırlar. Nitekim Müslümansı topluluklar arasında yaygınlaşan hurâfe ve bâtıl inançlar yü­zünden, gerçek Müslümanlar her münasebette, akılcı geçinen müşrikler tarafından küçüm­senmekte ve alay konusu olmaktadırlar.     

Tekrar kaydetmek gerekir ki hastalığa ya da nazara karşı kurşun dök­türmek, tütsü yapmak, sıtma için el bileğine, okunup düğümlen­miş iplik bağlamak, eve, arabaya, ya da dikiş makinesi ve bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâdan koruması için) nazar boncuğu, nalça, bebek pabucu gibi tıl­sımlı sanı­lan şeyler takmak bâtıldır, çirkindir, şirktir. Çünkü bu yollara başvuran insan aslında nalın, pabucun, nazar boncuğunun, muskanın ve benzeri büyü araçlarının, Allah'ın egemenlik sınırları dışında birer güç olduğunu kabul et­miş sayılır ki bu, Allah'a açıkça ortak koşmaktan başka bir şey de­ğildir. Eğer bu insanlar yukarıda bir kısmı söz konusu edilen büyü araçla­rının, Kur’an-ı Kerîm'de yerleri olduğuna inanır­larsa bu takdirde de Allah'ın kitabında bu­lunmayan şeyleri ona mal etmekten dolayı kâfir olurlar!

Başta eğitimsizlik olmak üzere çeşitli çıkar odaklarının gayret ve pro­pa­gandalarıyla şartlanan insanlar arasında, özellikle bâtıl inanışlar daha çok ya­yılır. Şirke götüren bu tehlikeli anlayış ve kanaatler o kadar çok ve yay­gındır ki hepsini örneklerle sıralayıp anlatmak imkânsızdır. Bunları, hak ve ger­çek olan inançlardan ayırt edebilmek için Müslümanın iki ölçüsü vardır. Bunlar Kitap ve Sünnettir. Yani mânevî de­ğer olarak tanıtı­lan her­hangi bir şeyin öyle olup olmadığı, ancak onun Kur’an-ı Kerîm'e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına uyup uymama­sına göre anlaşılır. Dolayısıyla Müslümanların her konuda olduğu gibi bu noktada da başvu­ra­cakları mihenk taşları işte bu iki şeydir. [201] 

 

Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî

Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar

Eskiden müşrikler, İlâhî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani, şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir sandıkları esrarengiz rûhânî yaratıkları ilâh kabul ederek, onlara tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler, câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar olan cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar uydururlardı.

Cinler ve şeytanlar, insanların görmediği ve bilmediği birçok mânevî ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilâsına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi İlâhî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar ve istilâlarına uğramazlar. 

İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölge­sinde bir kısım Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibâdet ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı. Eğer onlara ibâdet eder, hürmette ku­sur etmezlerse onların, Alah katında kendilerine şefa­at edeceklerini düşünüyorlardı. "Câhiliye Araplarına göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde yahut Cin'in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya lâyık, fa­kat gözle görülmez bir varlık idi. Fakat tabiatüstü varlıklar hiyararşisinde, meleğin yeri belirlenmişti. O da: Câhiliye inancında bazen melek, Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Çok kere de kendisi tapın­ma objesi olarak kabul edilirdi." [202]

Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller/heykeller yapmışlardı.[203] Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki birer sembolleriydiler. "Biz onların sûretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Alah'ın katında bize şefaatçi olurlar" diyorlardı.[204] Hâlbuki bu düşüncelerinde dalâlet içindeydiler. Kur’ân-ı Kerim'de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir: "Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin diye emretmez..." [205]

Câhiliye Arapları, cinleri de ulûhiyet derecesıne çıkarıyorlar, onları ilah ediniyorlardı. Kur’an-ıKerim, onların cinler hakkındaki inançlarını şöyle dile getirir: "Allah ile cinler arasında soy bağı icad ettiler."[206]  “Cinleri Allah'a ortak koştular, bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”[207]

Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar ver­meye kadir oldukları, hastalıkların çoğunun on­lardan geldiği, tedavilerinin de ancak cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da câhiliye halkı arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman, evvela cinler için kurban keser­di. Bunu aldığı evde mutlu olmak, sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı.[208] Cinlere tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.

Şeytana tapma, onu Allah'a ortak koşma konusundaki inançları da, cinler hakkındaki inançların­dan farksızdı. Câhiliyyeye göre şeytanlar da cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri şeylerin içinde ika­met ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı gaybî bilgileri onlara haber verirler, birtakım gizli konularda kendilerine yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibâdet edilmeye saygı duyulmaya lâyık varlıklar olarak görünüyorlardı. [209]

Melek-Cin-Şeytan ve rûhânî varlıkları tanrı­laştırma inancı, aslında içinde bulundukları orta­mın, kendileri üzerinde meydana getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif dînî­nin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bırak­tıkları kültürel mirasın izlerini, başka başka varlık­lar üzerinde görme ve böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmakta­dır. Pek tabiidir ki, bu tür inançlar, beraberinde ke­hânet ve arâfet gibi düşüncelerin doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler, ye­gâne sığınak kabul edilmiştir.[210]

Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur'an ve Sünnet tarafından reddedilmiş inançlar­dır. Şirk koşma en büyük günah sayılmıştır.[211]

Cinleri inkâr şirke düşürdüğü gibi, cinleri Allah’a şirk/ortak koşmak da şirktir. Ayrıca, cinlerle uğraşan ya da cin konusunu istismar eden bazı kimselerin de şirk içine düştükleri görülmektedir. Şirk suçunun gerçekleşmesine neden olan sözler, eylem ve tavırlardan konumuzla dolaylı da olsa ilgili olanları şöyle değerlendirebiliriz:

 

a) Her türlü büyü:

Bütün tılsımlar; tütsüler; kurşun dökmek ve ipliklere üfleyip dü­ğüm­lemek gibi şarlatanlıklar;  (çeşitli baharat, mum, kıl, kemik, tırnak ve dışkı gibi)  atık ve necis maddelerle yapılan maksatlı ve gizli işler; Havâs denilen okuma, şekil, şema, yazı ve heykelcikler bu bölüme gırerler. Bu uğraşlar, sa­yılamayacak kadar çeşitlidir. Kenzu’l-Havas (Gizli İlimler Hazinesi), Şemsu’l-Maarif ve El-Lu'lu' ve'l-Mercan gibi büyü kitapla­rında bunların uygulama şekilleri ve sözde sırları(!) anlatılmak­tadır. Câhil insanların sır­tından kolayca geçinmek için cinci üfürükçü birtakım açıkgözler tarafından yapılan bu büyülerin, geçici bir psikolo­jik yönlen­dirmeden başka gerçek an­lamda hiçbir etkileri yoktur.

b) Fal ve her türlü kehanet:

Gerek günümüzde sosyete falı olarak bilinen tarot ve eskiden mü­nec­cimlik denilen astroloji (burçlar ya da yıldız falı), gerek daha çok bazı çingene­ler tarafından yarıdilencilik amaçlarıyla bakılan su, el ve ayna falı, gerekse şehir halkı arasında yaygın olan kahve falı bu kısma gir­mek­tedir.

Bazı kimselerin “Fala inanma, falsız da kalma” sözü açık bir çeliş­kidir. Şirk riskini ortadan kaldırmaz. İmânî açıdan son derece tehlikeli olan tüm eylem, söz ve tavırlar mizah konusu yapılamazlar. Nitekim ciddî anlamda olmasa bile bu tür sözleri sarfedenlerin yeniden iman etmeleri gerekir.[212] 

Câhiliyede Cin ve Şeytan İnancı: Câhiliye Araplarının cinler hakkındaki inanç­ları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançla­rın zıddı idi. "Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını (cinler ve şeytanlar) temsil ediyorlardı. Hz. Peygamber'in bi'seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı müşah­has ilahlar arasına girmekte idi."[213] Mekke Arapları, cinler ile Allah arasında nesep yakınlığı bulunduğu­nu söylüyorlar [214] ve onları Allah'ın şerikleri mertebe­sine çıkarıyorlardı.[215] Cinlere adaklar adayıp kurban­lar kesiyorlar[216] ve onlardan yardım talep ediyorlar­dı. [217]

Câhiliye Araplarının bu konudaki inançları in­celendiği zaman, onların cinleri, muhtelif sûretlere girebilen varlıklar olarak telakki ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, "Gûl", onlar için bir çe­şit cindir. "Suûlat", cindir. Bazı yılanlar (Engerek yı­lanı) ve ev yılanları, cindir. Siyah köpek, şeytandır (cin nevinden); hırçın deve (hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak olarak zara­rı dokunan, korkunç yaratıklardır. "Esas itibarıyla Tanrılar dost, cinler düşmandırlar."[218] Bu sebepten, kötülüklerin, hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve kâhinlerin de bilgi kay­nağıdır."[219] Bir kimsenin şair olabilmesi için görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi de kendi şahsî görüşü ile değil, cin denilen -onlara göre- üstün varlıkla derûni münasebetler kurmak sûretiyle elde edilir." [220]

Cinler ve şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye Arapları, bunları hep aynı cins­ten sayıyorlardı. İblis-şeytan ve cin kavramları, on­ların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve en­dişe, onları, bu tür varlıkların zararından korunmak için çeşitli sebeplere başvurmaya, sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların tasvirle­rini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve kurbanlar kesmeler sayılabilir.[221] Câhiliye Araplarının, cinler-şeytanlar hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır. “Şeytan çarp­mak”, “cin çıkarmak” gibi deyimler buna işaret etmek­tedir. Cinlerin-şeytanların vereceği zarardan korun­mak için başvurdukları sebeplerden; onların tasvir­lerini, timsallerini yapmak ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu hâriç, büyü yap­mak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onla­ra göre- başvurmak hemen aynıdır. [222]

 

 

 

 

 

 

Bölüm 2

CİN DEDİĞİMİZ, DOĞRU ŞEKİLDE BİLİP TANIMADIĞIMIZ VARLIK

 

 

Eksik ve Yanlış Bilgilerin Gölgesinde; Cinler Nedir, Ne Değildir? 

Cin Kelimesinin Lügat ve Terim Anlamı

“Cin” ismi, Arapça “cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır. Nitekim, toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan, göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme anlamı vardır. Bu esasa göre cin, gizli yaratıklar cinsine delâlet eden bir cins isimdir.

İslâm’a göre rûhânî varlıklar iki kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah’a itaat ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah’a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar. İkinci kısımdakilerin ise, hayırlıları ve Allah’a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah’a isyan edenleri de vardır. Bu şerli kısmı şeytanlardır. Bunlar, insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. İşte insanlar gibi imtihan için yaratılan ve kâfirleri de mü’minleri de olan bu rûhânî varlıklara cin denir.  

Cinler ve Özellikleri

Cinler dumansız alevli ateşten yaratılmıştır. Onların yaratılışı insanın yaratılışından önce olmuştur. Cinler akıllı, irâde sahibi, gözle görülmez varlıklardır.

Cinler yerler, içerler, evlenip çoluk-çocuk sahibi olurlar, ibâdet ederler. Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar.

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”[223]“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda) türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.”[224]

 

Cin; Mâhiyeti ve Hakkındaki İstismarlar, Yanlış Kabuller

“Cin”, gözle görülmeyen canlı varlık; “ins”in (insan) mukabili demektir. Kur’an’da bildirildiğine göre, cinler de insanlar gibi ibâdet için yaratılmıştır.[225] Bu yüzden cinler de insanlar gibi mükelleftir, sorumludur. Erkeği, dişisi, evlenmeleri ve çoğalmaları sözkonusudur. Her fânî gibi ölümlüdürler, dumansız ateşten (ışın) yaratılmışlardır. Bu yüzden vücut yapıları insanlardan farklıdır. İnsanlarla evlenmeleri, cinsleri ayrı olduğu için mümkün değildir. İnsanların cinlerle evlenmeleriyle ilgili olarak anlatılanlar, eski inanç ve kültürlerden geçen birtakım hurâfelerdir. İslâm hukuku böyle bir durumu kabul etmez. Onlarla cinsel temas yapıp çocuk sahibi olmak mümkün değildir.

Meselâ, zinâ yaparak hâmile kalıp doğum yapan bir kadına: “bu çocuğun babası kimdir?” diye sorulduğunda bu kadının, “cin” şeklinde cevap vermesi kabul edilecek bir husus değildir. Bunun gibi, “şurayı cinler soydu, şu eşyamı aldılar, kızımı onlar kaçırdı” gibi iddiaların geçersizliği ortadadır. Toplumumuzda, cinlerle evli olduğunu söyleyenler ya şarlatandır, ya da ruhsal açıdan rahatsız kimselerdir, tedaviye ihtiyaçları vardır. Cinlerin kâfir olanlarına “şeytan” denilmektedir. İblis (Şeytan) da cinlerdendir.[226] Onların gaybı bilmeleri sözkonusu değildir. Cinlerin ve onlarla irtibat halinde bulunduğunu iddia eden kâhin, falcı, cinci diye anılan kimselerin gaybı bilme iddiaları yalandan ibarettir. Bunların verdikleri haberlere dayanılarak birtakım insanlar suçlanamaz, böyle kişilerin sözleri mahkemelerde delil olamaz; bunlar iftiradan ibarettir.

Bu tür şahıslara gelecekle veya kayıp eşya ile ilgili sorular yöneltmek ve cevaplarına inanmak haramdır. İslâm’a göre, mahkemede cinlerin verdiği bilgiler değil; insan cinsinden âdil tanıkların şâhitliği geçerlidir. Cinlerle irtibat kurup onları emri altında çalıştırmanın, sadece Hz. Süleyman’a mahsus bir bir mûcize olduğu Kur’ân-ı Kerim’den anlaşılmaktadır. Diğer insanların onlarla irtibat kurdukları, emirleri altına aldıkları hususu, kendi iddialarından ibarettir ve bize göre yalandır.

Cinlerin eşyanın yerini değiştirmeye güçleri yetse bile, Cenâb-ı Hakk’ın buna izni yoktur ve bu iş “sünnetullah”a aykırıdır. Böyle bir şeye müsaade edilseydi, insanoğlunun tâbi olduğu hukuk sistemi altüst olurdu. Onların canları istediği zaman şekil değiştirmeleri de mümkün değildir. Peygamberlerin, âlimlerin veya diğer insanların kılığına girmeleri de, Allah’ın koymuş olduğu öteden beri devam edip gelen kanunlara (sünnetullaha) aykırıdır. Böyle bir şey insanoğlunun dinini ve hukuk düzenini bozacağından Yüce Allah tarafından buna izin verilmemiştir. [227]  

 

Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı

C-n-n kelimesi, değişik türevlerle Kur’ân-ı Kerim’de toplam 201 yerde geçer.  “Cinn” kelimesi, toplam 22 yerde zikredilir: 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6. 

Yine, cinler anlamına gelen “Cânn” kelimesi ise toplam 7 yerde zikredilir: 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.

Cinler ve cinnet/delilik anlamına gelen “Cinnet” kelimesi de Kur’an’da toplam 10 yerde geçer: 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6. Aslında cinlenmiş demek olan ve mecnûn, deli, akılsız anlamında kullanılan “Mecnûn” kelimesi ise toplam 11 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.  

Ayrıca aynı kökü paylaşan örtmek anlamındaki “cenne” kelimesi bir yerde[228] kalkan anlamına gelen “Cünnet” kelimesi Kur’an’da iki yerde[229] kullanılır. Örtülü olan, cenîn (anne karnındaki bebek) kelimesinin çoğulu olan “ecinne” kelimesi bir yerde;[230] yine, aynı kökü paylaşan “(ağaçlarla veya duygulara) örtülü ve bahçe anlamındaki “Cennet” kelimesi, Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam 147 yerde geçer.

 

Kur’an Cinleri Bize Nasıl Tanıtıyor?

Kur’ân-ı Kerim'de “Cin” kelimesi 22 kez, “Cinler” demek olan (cinin çoğulu) “Cann” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan “Cinneh” kelimesi de 10 kez geçmektedir. Bu âyetlerde cinler hak­kında verilen bil­giler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir kısmı ilginçtir. Bu bil­gileri şu şekilde özetleyebiliriz:

 

1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebile­cek özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir) ateşten yaratılmışlardır.[231] Âyette “Nâru’s-Semûm” olarak adlandırılan bu ateşin radyoaktif bir madde olabileceği akla gelmektedir. Ancak her radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vü­cudu (biyolojik özellikleri içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan be­denini oluşturan et, kan ve kemik gibi unsurların hiç biri cinsinden değil­dir. Binaenaleyh denebilir ki ilâhî bir sistemle mey­dana gelmiş olan bu dö­nü­şümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır. Bir karşılaş­tırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani cinler de büyük olasılıkla mevcut özellikleri içinde radyoaktif madde de­ğildirler. Ancak yaratılmış ol­duk­ları temel madde “Nar'is-Semûm” dur. Kötülük yapmış ve suç iş­lemiş cinlerin de cehenneme girecek­leri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur’ân-ı Kerim'de ifade edilmiştir.[232] Bu da onların mevcut bedenleriyle ateş olmadıklarını kanıtlamaktadır.

2- Allah’ın (c.c.) gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan ve cin­ler­den şeytanların bulunduğu, Kur’ân-ı Kerim'de haber verilmek­tedir.[233] Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde: Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün bu nitelikler an­cak akıl ve bilinçle bir­likte söz konusu olabilir. Âyetten çıkarılan bu so­nuç ise cinlerin de aynen insan­lar gibi akıllı ve bilinçli olduklarını ka­nıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk et­sinler diye yarattım.”[234] mealin­deki âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez. Kur’ân-ı Kerim'de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin daha başka kanıt­lar da var­dır.

 

3- Cinlerden bir grubun Kur'an dinledikleri, hatta o sırada birbirle­rine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine Kur’ân-ı Kerim'de anlatılmak­tadır.[235] Bundan anlaşılıyor ki cinlerin de mü’minleri ve kâfirleri vardır. Elbette ki buna bağlı olarak iyileri ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi'nin 11-15. âyetlerinde bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler saye­sinde cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlu­larının ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz. 

4- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler "...Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler."[236] Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sayesinde insanla­rın yapa­maya­cağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin, çok uzak mesa­felere anında ulaşır­lar. [237]

Cinlerin gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gizliyi, mutlak gaybı Allah'tan başkası bilemez.[238] Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli şeyleri öğrendiklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:

Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki dü­şünce ve inançlar, Allah'tan başka ne insan, ne de cin tarafından asla biline­mez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye ge­lince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve araç kullanmakla gizli bir maddeyi, bir rezervi ya da bir bilgiyi elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu var ki cin, yapısı itiba­rıyla daha seri ve daha esnek­tir. Bu sayede insanın giremediği dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir; Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elve­rişsiz arazilere ulaşabilir. Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine, dilediğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri şeyi yapabile­ceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla ilişki kuranlar, başta stratejik merkezler, devlet arşivleri, hazineler, borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve insanlı­ğın nizam ve düzenini altüst ede­cek, dünyayı oyuncak haline getirecek­lerdi. Cinler gerçekten aramızda do­laşıyor olsalar bile, onların da mut­lak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar ve kurallar ya da asla aşamayacak­ları doğal engeller vardır.

 

5- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.[239] Ancak nasıl yaşadık­la­rını ve nasıl çoğaldıklarını ayrıntılarıyla bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını ileri sürenlere inanmak güçtür. Fakat insanlarla sıkı ilişki içinde olduk­ları bir gerçektir. Özellikle Allah'ın emir ve yasaklarına uymayan in­san­ların he­men hepsi de şeytanların etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin; ahlâksız, suçlu, günahkâr ve kâfirleridir. Bunu Kur’ân-ı Kerim şöyle açıklamaktadır: En’âm Sûresi'nin 128'inci âyet-i kerimesi'nde, Allah Teâlâ'nın, bütün cinleri ve insanları bir araya toplayacağı kıyamet gü­nünde cinlere, insanlarla çok uğraştıklarını açıklayacağı ifade edilmek­tedir. Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran in­sanların da “Ey Rabbimiz! -gerçekten- karşı­lıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz.” diye itirafta bulunacakları, o sırada Allah Teâlâ'nın da: “(öyle ise) Durağınız ateştir!” diyeceği anlatılmaktadır.

Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından sıy­rılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin, te­ca­vüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları ihtimali var­dır.[240] Bu rol, zorlayıcı şekilde olmamakta, amellerini güzel göstererek kötülükleri teşvik şeklinde ve fısıltı diye tercüme edebileceğimiz vesvese vererek uygulanmaktadır.

"Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” [241]

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Derler ki: ‘Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz.’ Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler.” [242]

 

“Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”[243]  

"Andolsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır." [244]

“Âdem'e secde edin” demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O, cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz Benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Bu, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir!” [245]

"Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye giren yakıcı ateşten yarattık." [246]

“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” [247]

“Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı da Süleyman'ın buyruğuna verdik ve O'na katran kaynağını akıttık. Rabb'inin izniyle cinlerden kimseler O'nun huzurunda çalışırdı. Onlardan, kim em­rimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.” [248]

“Allah'la cinler arasında bir soy bağı icâd ettiler. Andolsun ki, cinler de kendilerinin (hesap yerine) götü­rüleceklerini bilirler.” [249]

 

"Hatırla ki, cinlerden bir grubu Kur’an'ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde: 'Susup dinleyin' dediler. (Okunması) bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: 'Ey kavmimiz, biz Mûsâ'dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin, ta ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın. Kim Allah'ın dâvetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakıcı değildir. Onun ondan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.'" [250]

"Cinleri de dumansız ateşten (mâric) yarattık." [251]

 

“Ey insan ve cin, sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cin ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden (atmosferden) geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"[252]

 

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.” [253]          

 

“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona İman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimıza asla şirk/ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” [254]

 

"Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah'ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O'na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi'ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz." [255]

 

“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.” [256]

 

“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım… Düğümlere üfüren üfürükçülearin şerrinden.” [257]

“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkim ve yöneticisine), insanların İlâhına sığınırım.” [258]

 

 

Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı

"Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de dumansız ateşten yaratıldı. Âdem de size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı." [259]

"Şu bir gerçek ki rukye, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler şir­ktir." [260]

 

"Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur."

 

"Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık boncuğu taşı­yanı Allah korumasın!" [261]

 

“Her birinizin melekten ve cinden bir arkadaşı vardır. ‘Senin de cinden arkadaşın var mı yâ Rasûlallah?’ dediler. “Benim de var, fakat Allah yardım edip beni ona galip getirdi de teslim oldu. Bana iyilikten başka bir şey emretmez.”[262]

“Hz. Peygamber, Ebuzer'e: “Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?” diye sormuş, Ebuzer: ‘İnsandan da şeytan var mı?’ diye sorunca, Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan daha şerlidirler.”[263]

 

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.), cinlere Kur’an okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (s.a.s.) bir grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada, şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi. (Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar üzerine şahâblar (Şahâb: Geceleyin görülen ve yıldız kayması tabir ettiğimiz, kozmoğrafyacıların da "atmosfere düşüp yanan göktaşı" dedikleri şeydir.) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler. Kavmi: "Ne var, niye (boş) döndünüz?" diye sordular. Onlar: "Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu, üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)" dediler. "Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin)."

(Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber’e (s.a.s.) (Nahle denen yerde) rastladı. Kur’ân-ı Kerim'in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar. "Bizimle semâvî haber arasına engel olan şey işte bu!" deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle dediler: "Biz hakikkaten hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız." [264]

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine (s.a.s.) vahyederek durumu bildirdi: "De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: "Cinden bir zümre (benim Kur’an okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: "Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor..." [265]

Zührî’den rivâyet edilmiştir: "Dediler ki, biz (yıldız kaymalarına dayanarak); "bugün büyük bir adam doğdu, bugün büyük bir adam öldü" derdik. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: "Yıldızlar hiç kimsenin hayatı veya ölümü için atılmazlar. Ancak Rabbimiz, bir işe hükmetti mi, semâvat ehli birbirine haber verir. Böylece haber dünya semâsına kadar gelir. Burada cinler haberi kapmak için kulak kabartırlar ve onu dostlarına ulaştırırlar." [266]

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Cinler semâya yükselip, orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de (kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave edilenler bâtıldı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan önce gökte şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara: "Nedir bu? Herhalde mühim bir hâdise var!" dedi. Askerlerini gönderdi. Onlar Rasûlullah’ı (s.a.s.) Mekke'de iki dağın arasında namaz kılyor buldular. İblis'e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O da: ‘Arzda meydana gelen hâdise işte bu! (Sizin semâdan haber almanız bu sebeple engelleniyor)’ dedi." [267]

"Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim Süleyman’ın (a.s.) şu sözünü hatırladım: "...Ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et."[268] Allah da onu hor ve hakir olarak geri çevirdi." [269]

 

Cinlerin Varlığının Delilleri

Cinlerin varlığı Kur'an ve sünnet ile sâbittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Cin sûresine ek olarak, Kur’ân-ı Kerim, birçok yerde onlardan bahsetmiştir. Onlardan birkaçı:

 

"Ben cinleri ve insanları sadece Bana ibâdet etsinler diye yarattım."[270]

 

"Hani cinlerden bir grubu Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik."[271]

Sünnet-i Nebeviye’de de cinlerin varlıklarını isbat eden ve onlardan haber veren birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan biri:

"Rasûlullah (s.a.s.) ashâbından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına gitmeye kastederek yola çıktılar. O tarihte şeytanlara gökten haber almak yasaklanmış; üzerlerine göktaşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara: "Size ne oldu?" demişler. Şeytanlar: "Semadan haber almaktan men edildik. Üzerimize göktaşları gönderildi." diye cevap vermişler. Kavimleri: "Bu mutlaka yeni meydana gelmiş bir şeyden olacak. Siz hemen yeryüzünün doğusunu batısını dolaşın da bakın semadan haber almamıza mâni olan bu şey nedir?" demişler. Tıhame taraflarını tutan takım Ukaz panayırına gitmekte olan peygamber (s.a.s.) Nahle denilen yerde ashâbına sabah namazını kıldırırken onun yanına uğramışlar. Cinler Kur’an’ı işitince onu dinlemişler ve (birbirlerine) semadan haber almanızı engelleyen işte budur." demişler. Sonra kavimlerine dönerek: "Ey kavmimiz! Biz doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi şirk koşmayacağız." demişler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Peygamberimize (s.a.s.): "De ki: Cinlerden bir topluluğun (Kur’an’ı) dinleyip şöyle söyledikleri bana vahyolundu…"[272] âyetini inzâl etti. [273]

Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Melekler Allah'a itaatten asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ'nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur'an ve sünnetle sâbit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler.[274]

Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve ger­çek­ler konu­sunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kay­nağı­mız Kur’ân-ı Kerim'dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyu­muzla asla algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyum­sar gibi oldu­ğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sayesinde insana ulaşmıştır.

 

Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir

Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları sâbittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz. Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak, muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.

Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı, aynı sebepten, varlığı şer’an sâbit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat bizim her bünyeyi görmemiz zaruri olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir.

Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, Yüce Allah’ın İlâhî kudretini ve evrenin kapladığı alanı bilmemekten başka bir şey değildir.        

Melekler, Cinler ve Şeytan, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde mevcut varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, bu gaybî varlıkların varlığını da yokluğunu da kesin delillerle isbat edemez. Fakat akl-ı selim, gözle görülmeyen bu yaratıkların varlığının imkânsız olmadığına, aksine onların da, vücudu câiz olan şeylerden olduğunu kabul eder. Çünkü, meleklerin, cinlerin ve şeytanın varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bugün ilmin mâhiyet ve hakikatini tesbit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ruhu da, aklı da, hayat gerçeğini de ve görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri de inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, mânevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar, gözlem ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi gaybî yaratıklardır.

Nitekim, özellikle Sokrat ve Eflatun gibi birçok eski filozof, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmışlardır. Bu günkü müsbet bilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi birtakım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebep olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin, cinlerin ve şeytanın varlığının aklen câiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler ve cinler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz, ama gözle göremediğimiz nice şeyin varlığına inandığımız gibi, Kur’an’ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği bu varlıklara mü’minler olarak iman ederiz.

Melekler, cinler ve şeytan gaybî varlıklardır. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.[275] Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe iman ise büyük bir imtihandır.  Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar; Bunlara karşı gözlerini yumamazlar. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara  ‘inanın’  demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik’ demeleridir. Gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.

Mü’minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden, hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız. O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki otları her şeye tercih eder. Kâinat; sadece mevcut olduğu açık olan, bilinen ve görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden daha başka varlıklar da mevcuttur ki biz bunları görmeden sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.

İnsan aklının bilinmeyen âlemleri/evrenleri idrâk edememesi, onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (Allah’ın vahyine, doğru habere) bırakmasıdır. Mü’min, öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lâzımdır. Fakat eskiden olduğu gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek, insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek istemektedirler. Mü’min, Allah’ın, Kitabında bahsettiği gaybî olan ne varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde iman eder. “Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”[276]    

İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak, cinlerle ortak şekilde irâde sahibi bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan olmak”[277] şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce kullanmasını sağlayan varlıklarla karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır. İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere imanı öne çıkarmak[278], tâğutu inkâr edip Allah'a iman edenin sağlam bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle[279] şeytanın varlığını ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere kulak vermeyi öngörmüştür.

Onlar atmosferin dışında da dolaşabildiklerine gö­re, solunuma ve oksijene ihtiyaçları olmamalıdır. Atmosferin dışında gökte karanlıklar içinde dolaşabildiklerine ve Hz. Peygamber'i sabah namazında gelip izleyebildiklerine gö­re,[280] görebilmek için bizim bildiğimiz anlamda ışığa ihtiyaç­ları olmamalıdır. Demek ki onlar, bizim mahiyetini henüz bilemediğimiz birtakım ışınlarla da görebilecek yapıdadırlar. Burada henüz dedik, çünkü Hz. Peygamber'in haber verdiği "Cinler"den bir kısmını meydana getiren mikroplar, günümüzde geliştirilen mikroskop, elektron mikroskop gibi âletler yardımıyla insanoğlunun bilgi ve görüş sahasına girmiştir. Fa­kat mikroplar gibi, cinler de hiçbir zaman insanoğlu tarafın­dan çıplak gözle görülemeyeceklerdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'de de haber verildiği gibi,[281] gözümüz onları görecek ya­pıda yaratılmamıştır. Kaydetmek gerekir ki, önceleri insanoğ­lunun bilgisinin dışında olan X, röntgen, ultraviyole vb. kızıl ya da mor ötesi ışınlar, radyo, tv. dalgaları günümüzde bilin­mekte ve kendilerinden yararlanılmaktadır. Burada karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır: Cinlerin de kendilerine göre ışın­dan yaratılan bir vücutları varsa ve bunlar bu evren içindey­se, bir gün keşfedilmeleri mümkün olabilir mi? Kanatimizce, meleği ve şeytanı, fiziğin imkânlarıyla keşfedebilmemiz nasıl imkân dışı ise, cinlerin birgün keşfedilmeleri de imkân dışıdır. Çünkü melek ve şeytan, bu dünya hayatına gönderilişimizdeki imtihan hikmetiyle ilgili varlıklardır ve bizden bu görmedığimiz varlıklara iman etmemiz istenilmiştir.

Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı, açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu görünmeyen cepheyi melekler ve cinler oluşturmaktadır.

           

Bazı Hadislerde “Cin” Kelimesi “Mikrop ve Virüs” Anlamında Kullanılmıştır

Cin kelimesi, örtmek gizlemek anlamına gelen “cenne” kökünden türemiştir ve gözle görülmeyen varlıklara bu ad verilmiştir. Melekler, cinler, kabirde bulunan cenazeler, ev yılanları bu ad altında zikredilmiştir.[282] Henüz doğmamış çocuğa da, anne rahminde gizli olduğu için aynı kökten "ce­nin" denilmektedir. Mikro dünyayı bilgi alanımıza sokan mikroskobun henüz keşfedilmediği, mikropların varlığının ilim dünyası tarafından tanınmadığı bir dönemde, Hz. Peygamber tarafından onların varlığına işaret edilip tesirlerinden bahsedildiğini bazı hadislerden anlıyoruz. Hz. Peygamber'den nak­ledilen bu hadislerde kullanılan "cin/şeytan" kelimesiyle mik­roplar kast edilmektedir.

"Câbir'den (r.a.) Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Kaplarınızı örtün, Kırbaların ağızlarını bağlayın. Ka­pıyı kilitleyin. Kandili söndürün. Çünkü şeytan hiçbir kırbanın ba­ğını çözemez. Hiçbir kapıyı açamaz ve hiçbir kap-kacak ağzını açamaz.”[283] Burada, şeytan (cin) kelimesiyle, virüslerden bahsedilmektedir.

Diğer bir hadislerinde de Hz. Peygamber, evlerde bırakılan çöplerin şeytanların (cinlerin, yani mikropların) toplantı yeri olacağını bildirmiş­tir.[284]

Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den nakledilen bir başka hadiste de Rasûlullâh (s.a.s.), ashabın Tâun hastalığı hakkında sordukları bir soruya, "Cinlerden olan düşmanlarınızın dürtmesidir ki o bütün şehidlerde vardır.” [285] buyurmuştur. Böylece burada da tâûn diye nitelendirilen bulaşıcı hastalığa sebep olan mikropları "cin" lafzıyla ifade et­mişlerdir.

Diğer bir sözlerinde de Tâûn hastalığının bulaşıcı olduğuna işaret ede­rek, "Bir yerde tâun hastalığı (yani, bulaşıcı hastalıklar) çıktığını duyduğunuz zaman ora­ya girmeyiniz"[286] buyurarak, müslümanların bundan korun­malarını istemişlerdir.

Hz. Peygamber’in hadislerinde bahsettiği Tâûn hastalığına günü­müzde Veba denilmektedir. Vebanın, insanlık tarihinin en kor­kunç salgın hastalıklarından olduğu bilinmektedir. Aslında “tâun” ve “veba” kelimeleri, Arapça’da bütün bulaşıcı hastalıklara verilen genel ad olarak kullanılmaktadır.

Hz. Peygamber'in bir çeşit karantina uygulanmasını emretmesi, bu hastalığın bulaşıcı özelliğini bildiğini göstermektedir. Buna benzer hadislerde de Hz. Peygamber'in kullandığı "cin/şeytan" keli­mesiyle mikropları kasdettiği açıktır. Mikrobun ilim dünyasında henüz keşfedilmediği dönemde Hz. Peygamber'in, onla­ra bazı özellikleriyle işaret etmesi ilginçtir.

Câbir'den (r.a.) nakledilen diğer bir hadiste ise Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Kabı örtün, tulumu da bağlayın, Çünkü senede bir gece Veba iner. Yanından geçtiği kapağı olmayan her kabın veya üze­rinde bağı bulunmayan her tulumun içine muhakkak bu vebadan iner." [287]

Nevevî, bu hadisi açıklarken şöyle der: Bu hadiste, vebanın bulaşacağı bu gecenin yılın hangi gecesi olduğu belirtilmemiştir. Veba salgını çıktığında, herhangi bir gün veya gece, bu mümkün olabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber, yiyecek ve içecek maddelerinin ağzının kapatılmasını emretmiş, salgın hastalıkların mikroplarının hava yoluyla da bulaşabileceğine işaret etmiştir. Günümüzde, birçok hastalığın teneffüs edilen hava, mikrop bulaşan yiyecek ve içecekler yoluyla insanlara geçtiği bilinen bir husustur. Hz. Peygamber'in, yiyecek ve içecek kaplarının ağızlarının kapatılmasını emretmesinin hikmetinin bu olduğu açıktır.[288]

Hadislerden rahatlıkla şu neticeyi tespit edebiliyoruz: Mikropların çıplak gözle görülmemeleri sebebiyle Hz. Peygamber onlara "cin/şeytan" lafızlarıyla işaret etmektedir. Cin kelimesi yerine Peygamberimiz “mikrop” demiş olsaydı, o günün insanları bu kelimeyi anlamayacak veya yanlış anlayacaktı. Peygamberimiz anlatmaya çalışsa da o günün insanları o günün şartlarında fitneye düşebilecekti. Rasulullah'ın hadislerinde cin kelimesiyle işaret etti­ği mikropların diğer bir özelliği, onların insan sağlığı açısından zararlı olmasıdır. Ki, Hz. Peygamber'in, yiyecek ve içecek kaplarının ağzının kapatılmasına dair emirlerinden bu durum ortaya çıkmaktadır. Hadiste işaret edilen bir diğer özellik ise, onların çöplüklerde, atık maddelerde çoğaldığıdır.[289] Bu da, günümüz biliminin mikropların üremesi ve çoğalmasıyla ilgili olarak tesbit ettiği bir gerçektir. Hadiste işaret edilen bir başka özel­lik de, bulaşıcı hastalıklara da (veba/tâûn) onların sebep oldukları hususudur. Yukarıda zikredilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, hadisler­de ve bazı İslâm literatüründe kaydedilen "cin" kelimesi ile sadece bildiğimiz özel manası ile iman veya inkâr eden, erkeği-dişisi, mü'mini- kâfiri olan cinlerin kast edilmediğidir. Bu durumda "cin" kelimesi ile, göze görünmeyen, fakat mevcudiyeti birtakım eserleriyle anla­şılan geniş bir varlıklar âleminden söz edildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, gözle görülmemeleri açısından mikroplar da birer cindir.   

Bazı hadislerde, fare haşerat gibi birtakım zararlı hayvanlarla, insan sağlığı açısından zararlı olan mikroplara, "Şeytan" lafzıyla işaret edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Câbir'den (r.a.) nakledilen bir hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "Kaplarınızı örtün, kırbaların ağzını bağlayın, kapıyı kilitleyin, kandili söndürün, Çünkü şeytan, hiçbir kırba bağını çözemez, hiçbir kapıyı ve hiçbir kap-kacak ağzını açamaz. Şayet sizden herhangi biriniz kapkacağını örtmek için üzerine enlemesine bir tahta parçası koymaktan başka bir imkân bulamazsa, Allah'ın adını anarak bunu yapsın. Çünkü küçük bir fâsık, ev halkı içerideyken üzerlerine evlerini yakabilir."[290]

Hadiste geçen, "küçük bir fâsık" lafzıyla, farenin kasdedildiği belirtilmektedir.[291] Yine, yukarıdaki hadiste "şeytan" lafzıyla, sadece zararlı haşerelerle fare gibi hayvanların değil; insan sağlığı için zararlı olan mikropların da kastedildiği anlaşılmaktadır. Câbir'den nakledilen bu konudaki bir hadis, bu hususu te'yîd etmektedir. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kabın ağzını örtün, tulumu da bağlayın. Çünkü senede bir gece veba iner. Yanına uğradığı kapağı olmayan her kabın yahut üzerinde bağı olmayan her tulumun içine mutlaka bu vebadan iner."[292]

 

Cin Kelimesi, Kur’an’da Yabancı (Tanınmayan) İnsan Anlamında Kullanılır mı?

Kur’an’da Cin kavramı, tümüyle kavram anlamında, yukarıda özelliklerini ifade etmeye çalıştığımız varlık anlamında kullanılmıştır. Sadece can ifadesi büyük çoğunlukla Cin, bazen de yılan anlamında kullanılmıştır. Ayrıca cinnet kelimesi deli anlamında kullanılmış, ama el-cinnetu şeklinde el takısı aldığında ise sadece cinler anlamında kullanılmıştır. Ancak hiçbir yerde cin kavramının geldiği kelime köklerinin hiç birisinde yabancı(tanınmayan insan) anlamında kullanılmamıştır. Bu nedenle Süleyman (a.s)’ın emrine verilen Cinleri yabancılar olarak anlamak imkânı yoktur. Nitekim harikulade şeyler yapan bu varlıklardan bahseden ayetlerin[293] sonunda şöyle buyrulmaktadır; “Böylece onun (Süleyman’ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara, asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp yaşamazlardı[294] Ahkaf sûresindeki ayetlerde[295] ise cinlerden bahsedilirken bizden farklı olan boyutlarına pek değinilmeden olay hikâye edilmektedir. Bu durum, Cin’in bir anlamının da yabancı/tanınmayan olduğu savıyla, bahsedilen kişilerin kavram anlamıyla Cin değil, sözlük anlamıyla yabancı kimse anlamında kullanıldığını söyleme imkânı tanıyabilir. Ama Cin’in Kur’an’da tümüyle bildiğimiz Cin anlamında kullanılmasından ve gerekse, yine Kur’an’da Cin’in tek bir sefer bile yabancı anlamında kullanılmayışından bu çok zorlama bir yorum olacağı açıktır. Bu nedenle kanaatimizce 46/Ahkaf, 29-32’daki anlatımda da kastedilen, gözle görülmeyen ve insan gibi mükellef olan varlıklar olan Cinlerdir.[296]

 

Cinlerin Azığı

"Cin" sözü ile Hz. Peygamber sadece, Kur’ân-ı Kerim'de kendilerinden bahsedilen, erkeği-dişisi, müslümanı-kâfiri olan cinleri kasdetmemiştir. Rasûlullah, farklı zamanlarda yeri geldikçe mikroplardan da bahsetmiş ve onların bilinmediği, mikroskobun keşfedilmediği o dönemde mikroplar için de "cin" lafzını kullanmış­tır. Bu husus günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Kısacası biz, çağımızdaki ilmî ve teknik gelişmelerin ışığında Hz. Peygamber'in "cin" kelimesi ile nerede mikropları, nerede de özel anlamda cinleri kasdettiğini anlayabilmekteyiz. Fakat geçmiş dönemlerde İslâm âlimlerinin, çağlarında henüz mikrop ve mikroskop keşfedilmediği için hadislerde geçen "cin" lafızla­rının tamamını, özel anlamıyla mükellef ve akıl sahibi olan, erkeği-dişisi, mü'mini-kâfiri bulunan cinler için kullanılmış kabul ettiklerini, açıklama ve yorumlarını bu doğrultuda yap­tıklarını görmekteyiz. Bu husus onların dönemleri için doğru kabul edilse, daha doğrusu yanılmaları ma’zur görülse bile, artık günümüzde bunları ayırd etmek ve Hz. Peygamber'in hangi sözünde cinleri, hangi hadisinde mikropları kasdettiğini belirtmek durumundayız.

Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.). Hz. Peygam­ber: "Tezek ve kemikle taharetlenmeyin, çünkü o cinlerin azığıdır” buyurdu.[297] Kanaatimizce "Kemik ile tezeğin cinlerin yiyeceği olduğuna" dair rivayetlerde de böyle bir durumla karşı karşıyayız. Aşağıda ke­mik ve tezeğin, taharetlenmede kullanılmasını yasaklayan hadisleri incelediğimizde bu görüşün daha isâbetli görülüp kabul göreceğini ümit ediyoruz.

Cin ve şeytanın, yaratılışlarına uygun birer beslenme tarzı olabilir. Bizim, hayatımızı devam ettirebilmek için gerekli olan enerjiyi sağlamak maksadıyla yıyip içtiğimiz gibi; onlar da, kendileri için gerekli olan enerjiyi hususî yollarla sağlayabilirler.[298] Ancak, bunun, mikrop yatağı tezekler ve kemiklerle olmadığı açıktır. Eğer onlar enerji sağlamak için bizim gıdalarımıza muhtaçlarsa, herhalde bunu kemik ve tezekten değil, bizim de hoşumuza giden temiz gı­dalardan sağlarlardı. Çünkü bazı hadisler­de, onların insanların sofrasına ortak olduğundan bahsedil­mektedir. Bu rivayetlerde mecazî yön kastedildiğine göre, cinlerin güzelim yiyecek sofralarını bıra­kıp, tezekle kemiğe sokulacaklarını düşünmek pek mantıklı görünmüyor. Onların bizim bilemediğimiz, kendilerine mah­sus ayrı enerji kaynakları, beslenme yolları, gıda maddeleri ol­duğunu kabul etmek en doğru yol olmalıdır. Bu sebeple, bazı hadis rivayetlerine göre şeytanlar ya da kâfir cinler, besmelesiz sofraya oturan müslümanların yemeklerine ortak olup dururken, gü­zel temiz yiyeceklerden yerlerken; Hz. Peygamber'e iman eden cinler niçin sadece mikrop ve bakteri yatağı kemiklerle yetin­mek zorunda kalsınlar? Bu hususun bir problem olduğu ve bunun burada "cin" lafzıyla mikropların kast edildiğinin ka­bul edilmesiyle çözümlenebileceği açıktır.

Nesâî, naklettiği bu hadiste ilave olarak, (riks/hayvan dışkısı, cinlerin yiyeceğidir) demektedir ki, bu husus burada "cin" lafzı ile mikropların kast edildiğine dair görüşü­müzü te'yid etmektedir. Günümüzde hayvan dışkısı ya da te­zeğin mikrop ve bakterilerin üreme yeri olduğu, onların bun­ları yiyerek çoğaldıklarını açıklamaya gerek yoktur. Bu mad­delerin bir mikroskop altına alınarak incelenmesi burada cin­lerin mi, yoksa bakteri ve mikropların mı bulun­duğunu göstermeye yeterli olacaktır. İbn Mes'ûd'dan nakledilen diğer rivayetlerde de Hz. Peygamber'in kemik, tezek ve kö­mürle taharetlenmeyi yasakladığı bildirilmektedir. [299]

Şu halde yukarıdaki hadisten de anlaşılabileceği gibi, Rasûlullah'ın tezekle taharetlenmeyi yasaklamasının sebebi, bunların cinlerin yiyeceği olduğu için değil; mikrop yuvası "pis" oluşundandır. Nitekim Hz. Peygamber bunla­rın "pis" olduğunu söylemiştir. Böyle maddeler ise mikrop kaynağıdır.

Teze­ğin cinlerin azığı olduğu hususunu, "mikropların üreme ortamı" şeklinde anlamak durumundayız. Aksi takdirde hadisi bir mu­amma haline sokar, aklımız ermiyor diye red mi edeceğiz, der dururuz. Hâlbuki burada inkâr değil, aksine hadisleri ve Hz. Peygamber'in bunlardan maksadını anlama söz konusudur.

Sahih kaynaklarda yer alan ve yukarıda kaydettiğimiz hadislerde Hz. Peygamber, kemik ve te­zekle taharetlenmeyi yasaklamış ve bunun sebebini cinlerle irtibatlandırmamıştır. Nesâî ise, tezek için, "Cinlerin yiyece­ğidir" demiştir.[300] Bununla da mikropların kast edildiğinin açık olduğu yukarıda da kaydedilmişti.

Buraya kadar naklettiğimiz hadislerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, kemik, tezek ve kömürle tahareti yasak­lamış, kemik ve tezekte mikropların üremesine uy­gun bir ortam bulunduğunu kasdetmiştir. Bu rivayetlerde "cin" lafzı ile mikropların kast edildiği hususunun dışındaki tüm konular, önceki İslâm bilginleri tarafından gerek fıkhî hükümler, gerekse hadislerin şerhi dolayısıyla kaynak eserlerimizde zikre­dilmiştir. Bu âlimlerimiz, pis olup taharetlenmeye elverişli ol­mamalarını, cinlerin azığı olmalarını kemik ve tezekle taharetin yasaklanmasına gerekçe olarak göstermişler; fakat cinlerle mikropların da kast edilmiş olabileceği üze­rinde durmamışlardır.[301]

Besmele çekilmeyen yemeklerden şeytanların da yediğinden bahseden bazı hadisler de vardır.[302] Şeytan diye cinlerin kâfir olanlarına denilmektedir. Besmele çekmeden yemek yiyen, Allah'a inanmayan nice insanlar vardır ve bunların sofrasından kendilerinin yediğinin dışında herhangi bir şey eksilmemektedir. O zaman "Şey­tanların da besmele çekmeden sofraya oturan insanlarla beraber yemek yediğinden" bahseden rivayetleri mecazî manada anla­mak gerekmektedir. Buna göre bu hadislerde, şeytanın bizim gibi yemek yediği değil; mü'minlerin, feyz ve bereketli olma­sı, yemeğe başlarken Yaratıcımızın adını anmaları gerektiği, Allah’ın verdiği nimetlere şükredilmesi icap ettiği hu­susu anlatılmak istenmektedir.[303]

 

 

Hadislerde “Cin” Diye Zikredilen Mikrobun, (Korona)Virüsün Mâcerâsı

Mikropları ve Karantinayı Dünyaya İlk Olarak Rasûlullah Tanıttı

“Karantina” kelimesi, sözlükte “yolcuların gözetim altında tutulma süresi” demek olan ve İtalyanca “kırk” anlamına gelen quarantenadan gelir. Bulaşıcı hastalıklar sebebiyle çeşitli tedbirlerin alınması ve hastalığa yakalanmış olanların tecrit edilmesi anlamında kullanılır.

“Bir yerde veba olduğunu işitince oraya girmeyin; bulunduğunuz yerde veba çıkacak olarsa, oradan ayrılmayın.”[304]

 

 “Tâunu işittinizmi, bulunduğu yere girmeyin. Bir yerde zuhur eder de, siz de orada bulunursanız ondan kaçmak için oradan çıkmayın.”[305]

Aynı şekilde cüzzamlı hastalardan kesinlikle uzak durulmasını isteyen Rasûl-i Ekrem,[306] kendisine biat etmek üzere Medine’ye gelmekte olan Sakīf kabilesi heyetinde cüzzamlı bir hastanın bulunduğunu haber alınca onun geri dönmesini istemiş ve biatının kabul edildiğini bildirmiştir.[307] Hz. Peygamber, hastalıklı hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrı tutulması gerektiğini de belirtmiştir.[308]

Mikrop diye küçük canlı organizmalarının varlığının kimse tarafından bilinmediği bir zaman diliminde, Rasûlullah (s.a.s.) mikropları, virüsleri tanıdığı, onların insandan insana hastalıkları bulaştırdıklarını bildiği gibi, çözümün karantina olduğunu söylemiş ve insanlığa tıb yönüyle büyük yol açmıştır. Mikroskobun bulunmasıyla, mikro organizmaların varlığının bilimsel yönden kesinlik kazanması 17. Y.Y.’ın ikinci yarısına aittir. Batının bu buluşundan en az bin sene önce, 7.  Y.Y.’ın ilk yarısında Rasûlullah hastalıkların nasıl bulaştığını ve nasıl yayıldığını tespit etmişti. Evet, dünyada ilk defa mikropları en doğru şekilde tanıyan, hastalıkların onlar aracılığıyla bulaştığını tespit edip çözümünün de karantina olduğunu belirten zât, Peygamberimizdir. Bundan on dört asır önce bu bulaşıcı hastalığı doğru tanımlayıp doğru çözüm yolu göstermesi, onun kendi kendine yapabileceği bir şey değildir. Kur’an, onun hakkında şöyle der: “…Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lutfu gerçekten büyük olmuştur.”[309] Salât ve selâm olsun ona…

  

Rasûlullah’ın Emrine Uyulsaydı, Korona Virüs Çıktığı Yerde Yok Edilecekti

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah’ın emrine uyulmuş olsa ve bulaşıcı hastalık olan yerden kimse başka bir yerleşim yerine çıkmamış olsaydı, bu belâ dünyaya yayılmayacaktı. Rasûlullah, sadece belirli bir zümreye değil; âlemlere rahmet olarak gönderilmişti çünkü. Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderilen peygamberimize[310] insanlar, itaat etmedikleri için böyle bir belâya çarptırılıyorlar.  Rasûlullah’ın karantina emrine uymamak, hem Allah’a itaatsizlik, hem peygamberine ve hem de Allah’ın tabiattaki kanunlarına, O’nun değiştirilemeyecek olan sünnetine karşı çıkmak demektir. O yüzden cezası da ağır olacaktır. Bunun cezası genel anlamda şöyle belirtilir: 

“Rasûl’ün çağrısını aranızda, herhangi birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın (fitnenin) gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!”[311] 

Mecburiyet hissettiklerinden ve ölümden korktukları için insanlar, başlarındaki yöneticilere ve küresel yönlendiricilere kesin bir itaat içindeler. Biz müslümanlar, devlet “evde kal!” demese bile, devletin yasak koymasından önce, Rasulullah’ın koyduğu yasağa uymalıyız. Rasûl’e bu konuda ve Kur’an’ın hayata geçirilmesine yönelik onun emirlerine ve örnekliğine muhâlefet etmenin cezası, başına belâyı bulmak veya can yakan bir cezaya çarpılmaktır.

 

Vee Kur’an’ın Temizlik Konusundaki Emirlerine Uyulsaydı, Bu Virüs, Ortaya Çık(a)mazdı.[312]

Bu Virüs, Mü’minlere Rahmet Olabilir mi?

“Tâun (veba, bulaşıcı virüs) hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minlere rahmet yaptı…”[313]

 

 

Cinler Bir Eşyayı Tahrip Edebilir veya Yerini Değiştirebilir mi?

Kur’an-ı Kerîm, cinlerin ışından yaratıldıkları­na, akıl, irâde ve göklere çıkabilecek kabiliyetleri olduğuna işaret etmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, cinler insanlara nisbetle çok yüksek hıza sahip varlıklardır. Günümüzde Fizik ilmi, ışığın saniyede üç yüz bin (300.000) km. hızla gittiğini söylemektedir. Şu halde dumansız ateşten, yani ışından yara­tılan cinler de en azından bu hıza sahip olma durumundadır­lar. Onların gök katlarına çıkabildiklerine dair âyetler ile on­ların Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştırıldıkları dönemde Sebe Melîkesi'nin tahtının getirilmesinden bahseden âyet bu konu­da bize ipucu vermekte ve onların sahip oldukları yüksek sü­rate işaret etmektedir.

Kur’an-ı Kerîm'de bildirildiğine göre, Hz Süleyman'ın emrinde, cinler, insanlar ve kuşlardan meydana gelen bir ordu bu­lunuyordu.[314] Hz. Süleyman bu ordusunu teftiş etmiş ve Hüdhüd kuşunu göremeyince onun nerede olduğunu sormuştu. Daha son­ra Hüdhüd kuşu gelerek, Hz. Süleyman'a Sebe' halkının güneşe taptıklarını ve başlarında güçlü bir kadın hükümdar bulunduğu­nu haber vermişti. Hz. Süleyman da bir mektup yazarak, onları, kendisine karşı büyüklük taslamadan teslim olarak huzuruna gelmeye çağırdı. Hüdhüd bu mektubu götürüp, Sebe’ Melikesi Belkıs'ın tahtına bıraktı. Belkıs, Hz. Süleyman'ın mektubunu oku­yup danışmanlarıyla istişare etti ve Ona hediyeler yolladı. An­cak Hz. Süleyman, Melîke'nin elçisine: 'Dön, onlara söyle, teslim olsunlar, yoksa onların asla karşı koyamayacakları ordularla ge­lir, oradan sürer çıkarırım' dedi. Elçi, durumu kadın hükümdara iletince, o yine danışmanlarını topladı ve teslim olarak Hz. Sü­leyman'ın huzuruna gelmeye karar verdiler.[315] Onlar yoldayken Hz. Süleyman danışmanlarını topladı ve “Ey ileri gelenler! Onla­rın bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?’ dedi. Cinlerden bir ifrit, ‘Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, bunu yapmaya gücüm yeter’ dedi. Yanında kitâb'dan bir ilim bulunan kimse de, ‘Sen gö­zünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim’ dedi. (Süley­man) tahtı yanına yerleşmiş görünce, ‘Bu, Rabbimin lütfundandır. Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, Rabbim zengindir (onun şükrüne muh­taç değildir), Kerimdir’ dedi.”[316]

Yukarıda kaydettiğimiz âyetler, cinlerin yüksek bir hıza sahip olduklarını gösterdiği gibi, onların aynı süratle eşyayı bir yerden diğer bir yere nakletme gücüne sahip olduklarını da ortaya koymaktadır. Hz. Süleyman'ın, Sebe Melikesi'nin tahtının nakledilmesi konusundaki emrine, cinlerden olan ifrît, "Sen makamından kalkmadan önce, ben onu sana getiririm" diye cevap veriyor. Bu onun sahip olduğu yüksek hıza işaret ediyor. Ancak kendisinde Kitâb'dan ilim bulunan kim­se, "Sen gözünü açıp yummadan ben ona sana getiririm" diyor ki bu durum, bu zâtın cinlerden olan ifritten daha sürat­li, daha hızlı hareket edebilme imkânına sahip olduğunu, bu yönüyle de cinlerden üstün olduğunu ortaya koyuyor. Kısaca­sı bu kimsenin yanında, cinlerden olan ifrit, sürat açısından demode olmuş bir konuma düşmüştür ve Hz. Süleyman da bu işi cine değil, yanında Kitâb'dan bir ilim bulunan şahsa yaptırtmıştır. Bu kimsenin, Hızır, Cebrail (a.s.) veya Hz. Süley­man'ın kendisinin olduğu kaydedildiği gibi, onun veziri Âsaf b. Berhıyâ olduğu da nakledilmektedir.[317]

Burada konumuzla ilgili olan husus, cinlerden olan ifrît'in Sebe' Melîkesi'nin tahtını getirmeye gücünün yettiğidir. Kendisi bu konuda, "Bunu yapmaya gücüm yeter ve bana güvenilir" demiştir.[318] Sebâ, vaktiyle Yemen'de kurulmuş bir devlet­ti.[319] Hz. Süleyman ise, Filistin'de, Kudüs'te ikamet etmektey­di. Kısacası, Melîke'nin tahtının nakledileceği mesafe olan Yemen-Kudüs arası uzun bir yoldu (Yemen’in başşehri San'a ile Kudüs arası kuş uçuşu direkt mesafe 2038 kilometre). Şayet kendisine görev veril­seydi, cinlerden olan ifrit, tahtı herhalde ışık hızıyla (saniyede 300.000 km) nakledecekti, çünkü kendisi ışından yaratılmış­tı. Fizik bilginleri, ışık hızına ulaşabilmek için, cisimlerin küt­lesinin enerjiye dönüşmesi gerektiğini, aksi takdirde bunun mümkün olamadığını dile getiriyorlar. Bu durumda adı geçen cinin, Sebe' Melîkesi'nin tahtını Yemen'den alıp, Kudüs'e getırebilmesi için, tahtı enerjiye, yani ışına dönüştürüp, o mesafe­yi katettikten sonra, Kudüs'te tekrar yoğunlaştırarak eski haline getirebilmesi gerekir. Aksi takdirde böyle bir işleme tâbi tutmadan, böylesine yüksek bir hızın yapacağı etkiye Melîke'nin tahtının dayanması mümkün gözükmediği gibi, tahtın enerjiye (ışık) dönüşmeden, cismini (kesafetini) koruyarak ışık hızını elde etmesi de imkân dâhilinde olmamalıdır. Bura­da konumuz, cisimlerin ışık hızıyla uzak mesafelere nasıl nak­ledilebileceği değil, cinlerin buna güç yetirip yetiremeyeceği hususudur. Yukarıda kaydettiğimiz âyette, cinlerden olan ifrît, bu işe gücünün yettiğini söylemektedir.[320]

Cinin bu işi nasıl yapacağı konusunda ayrıntılı bilgi yoktur. Cin sadece, bu işi "Hz. Süleyman makamından kalkmadan" yapabileceğini söyle­yerek, hızına işaret etmektedir. Bütün cinler bu tür şeyleri yapmaya güç yetirebilirler mi? Yoksa bu sadece o ifrite mi mahsustu, gibi sorular da meçhul kalmaktadır. Çünkü adı geçen cin, "Biz cinler bu işi yapabiliriz" dememekte, aksine "Bu işi yapmaya gücüm yeter ve bana güvenilir" diyerek sadece ken­disini kasdetmektedir. Hâlbuki Kur’an'ın bildirdiğine göre Hz. Süleyman'ın emrinde sadece bir cin değil, daha başkaları da vardır. Dalgıçlık yapan, bina kuran cinler bunlardandır.[321]380 Ay­rıca onun ordusunun bir kısmı da cinlerden meydana gelmek­tedir.[322] 381 Hz. Süleyman danışmanlarını topladığı ve "Melîke'nin tahtını, onlar buraya gelmeden önce bana kim getirebilir" dediği zaman, diğer cinler niçin ses çıkarmamışlardır da, sadece o ifrît "Ben getirebilirim" diye cevap vermiştir? Hz. Sü­leyman'ın danışmanları içinde o mecliste cin olarak sadece o ifrît mi vardı? Yoksa başka cinler de danışmanların arasında mevcuttu da, o işe güçleri yetmediği için ses çıkarmadılar mı? Bu sorular da cevapsız kalan hususlardandır. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, cinlerin Hz. Süleyman'a zor­la boyun eğdirildikleridir.[323] Yoksa cinler, kendi arzularıyla Hz. Süleyman'ın buyruğuna girmemişlerdir. O halde, tahtı getirebileceğini söyleyen ifrît de, bu işi kendiliğinden değil, Hz. Süleyman emrettiği için yapacaktı veya yapması temin edile­cekti. Burada, cinlerin istedikleri gibi eşya üzerinde tasarruf edip edemeyecekleri sorusu karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, yukarıdaki âyetlerden, bir eşyayı, onun mahiyetini değiştirme­den, tahrip etmeden ışık hızıyla çok uzak mesafelere götürebilecekleri, ağır yükleri kaldırabilecekleri anlaşılan cinler, aca­ba insanın dünyasına müdahale etme hakkına sahip midir? Canları isteyince ya da kafaları kızınca insanın ektiği-biçtiği tarım alanlarını tahrip edip ormanları yok edebilirler mi? Yine, insanın yaptığı evleri, binaları, şehirleri, fabrikaları, tesisle­ri imha edebilirler veya insanın evine koyduğu eşyaları alıp başka yere atabilirler mi? Onların bu tür tasarruflarına izin ve­rilmiş midir?

Bu sorulara "Hayır" cevabının verilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü Allah (c.c), insanı kendisine halife seçmiş[324] ve Yeryüzü'nde tasarruf hakkını ona vermiş, şeytan­ların atası olan İblis'e bile Âdem’e secde etmesini emretmiş, o ise insanın emrine girmekten kaçınmış ve Kıyâmet'e kadar insanoğluna düşman olduğunu ilan etmiştir.[325] Allah (c.c.) da, vesvese ve kötü telkin yapmaktan başka kulları üzerinde onun bir hâkimiyeti bulunmadığını bildirmiştir.[326] Kullarına da, şeytan ve cin cinsinden düşmanlarına karşı sadece kendisine sığınılmasını bildirmiş, ruhanî olan bu düşmanlardan korunacak bundan başka bir silah vermemiştir.[327] Kısacası, Yeryüzü'nde halife olan kullarının, cin gürûhundan olan düşman­larına karşı korunmasını Kendisi üzerine almıştır. Bu durum­da cinlerin yukarıda saydığımız şeyleri yapabilmesi, insanın dünyasına girip onun evini, barkını, eşyasını, tarlasını tahrip etmesi ya da başka yollarla insana kasdetmesi mümkün değil­dir. Allah (c.c.) buna izin vermemiş, "Hafaza Melekleri" vasıta­sıyla kullarını kendi himayesine almıştır. Cinlerin ya da şeytanların, Allah'ın iradesi ve güçlü meleklerinin denetimi dışına çıkarak insanoğluna karşı herhangi bir azgınlıkta bulunmaları mümkün değildir. Allah'ın melekleri, çılgın ateş azabı, delici ışınları herhalde konulan sınırları korumak için hazır beklemektedir. Tabii bu konuda en iyisini Allah (c.c.) bilir.

Bir de, "sünnetullah" yani Allah'ın ötedenberi devam edip gelen ka­nunları bu şekilde düşünmemizi gerektirmektedir. Buna göre, zelzele, fırtına, yağmur, sel, zamanın eskitmesi gibi tabii sebep­ler dışında, yeryüzünde insanın meydana getirdiği eserlerin kendisinin dışında cin-şeytan vs. varlıkların eliyle yok edilme­si ya da insanın izni ve iradesi dışında yerlerinin değiştirilme­si, Allah'ın Sünneti'ne yani bu hususta koyduğu ötedenberi sü­regelen kanunlarına aykırıdır, insanlık tarihi boyunca, günü­müze kadar böyle bir şey görülmemiştir. Bir binanın, bir köş­kün, bir eşyanın cinler eliyle bir yerden alınıp, hiç bozulmadan başka bir yere taşınması asırlardır insanoğlunun hayallerini süs­lemiş, Alaaddin'in Sihirli Lambası gibi masallara konu olmuş, an­cak bunlar gerçekleşmemiştir. Çünkü bunlar Sünnetullah'a aykırı şeylerdir, Cenab-ı Hak ise, kendi koyduğu kanunlarında kısacası Sünnetullah'da bir değişiklik olamayacağını bildirmektedir.[328]

Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak: Allah'a inanan insanın cinlerin hiçbir kötülü­ğünden korkmaması gerekir.[329] Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu ba­hane ederek insanları cin hayalleriyle perişan­lığa iten insan tasallutudur. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar.[330] Yani, cin tasallutu yoktur, ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu var­dır. Kur'an işte bu ikinci tasalluttan korun­mamızı istiyor.

 

Vesvese Vermeleri

Peygamberlerin bile her devirde hem insan şeytan­larından hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuş­tur.[331] Bunlar, o elçiler aleyhine birbirle­rine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu kendi aralarında yaparlar, insana musallat olamazlar. Cinler her türden insana vesvese verirler,[332]Yani insanın içine kötü fikirler sokabilirler. Peygam­berler bu vesveselerden, Allah'ın gönderdiği vahiyle kur­tulurlar.

Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy sa­yesinde olacaktır. Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup denge­yi bozmaktan kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. Bu yo­lun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenlerse belâdan kurtulamazlar.

Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine inanmak: Kur'an bu konuda son derece sert bir uyarıda bulun­maktadır: "Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı."[333] Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye girip on­lardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spritüalist-medyum vs. kişilerin hangi halde olduklarını iyi dü­şünmek lâzım...

Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektö­rünün en verimli pazarlarından biridir. Bu pa­zarcılığın çok değişik görünümleri vardır. Medyum­luk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık, ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi vitrininde oturmuş, câhil ve duygusal halktan bir grubu başına toplayarak onla­rın ceplerini boşaltmaktadır. [334]

 

Gaybı Bilme İddiası  

Gayb; duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan şeylerdir. Câhiliyye dönemi Arapları, tanrı olarak taptıkları putlarının gaybı bildiğine inanırlardı. Yalnız, onların bu bilgisine direkt yollarla değil, endirekt yolla ulaşmaya çalışırlardı. Meselâ Mekke’liler, Hübel putunun yanındaki okları çekerek, başvurdukları iş hakkında tanrılarının ne düşündüğünü anlamaya çalışırlardı.

Kur’an, gaybı bildiği iddia edilen sahte tanrıların gaybı bilemeyeceklerini şöyle ifâde eder: “Onlar, diriler değil; ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.[335] Gaybı bilmek, ulûhiyetin özelliklerindendir. Psikolojik bir gerçektir ki, insanoğlu taptığı varlığın gaybı bilmesini istemektedir. Çünkü gaybı bilmek, tek başına bir üstünlüktür. Aynı zamanda, başkalarına üstünlük kurmanın yollarından birisidir. Tabii ki insanın bu merakı, birçok bâtıl inanç ve hurâfenin de kaynağını oluşturmaktadır. İnsanoğlunun bu zaafı, gaybı bildiğini iddia eden birçok insanın da ortaya çıkıp diğer insanları kandırarak sömürmesine sebep olmuştur. 

 

Mutlak Gaybı Allah’tan Başka Kimse Bilemez

De ki, Allah’tan başka yerde de gökte de kimse gaybı bilemez.”[336]

“Kim bir arrâfa veya kâhine gider, gaybdan verdiği haberi tasdik ederse; şüphesiz ki o Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilmiş vahyi inkâr etmiştir.”[337]

“Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başka kimse gaybı bilmez.”[338]

“De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilirim demiyorum.”[339]

“De ki: Allah’tan başka göklerde ve yerde (bulunan) hiç kimse gaybı bilmez.”[340]

 

 

Allah, Peygamberlerinden Dilediğini Dilediği Kadar Gayba Muttalî Kılar

“Allah, sizi gayba muttali kılacak değil; fakat Allah, Rasûllerinden dilediğini (gaybe muttali kılmak için) seçer.”[341]

“Allah, gaybı bilendir. Hiç kimseyi gaybına vâkıf etmez. Ancak beğenip seçtiği Rasûl(ler müstesnâ.)”[342]

“De ki: Allah’ın dilediği müstesnâ, kendi nefsim için bir zarar def edip bir menfaat sağlayamam. Eğer gaybı bilseydim hayırdan çok (şeyler) yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, başka değil, ancak iman eden bir toplum için müjdeleyici ve bir uyarıcıyım.”[343]

Müşrikler, çeşitli vesilelerle, beşer tâkatinin ulaşamadığı bazı şeylerin bilgisini veya onların icadını Rasûlullah’tan istiyorlardı. Zira onlar, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin insanüstü bir güce sahip olması, sebepler kanununun dışında, istediği zaman gayb haberlerine vâkıf olması ve olağanüstü işleri yapmaya her an muktedir olmasının gerekliliğine inanıyorlardı. Bundan dolayı, Allah’ın Rasûlü, Rabinden aldığı vahiylerle gaybı bilen ve her şeye gücü yetenin ancak Allah olduğunu, Allah bildirmedikçe kendisinin gaybı bilemediğini onlara tebliğ ediyordu.

Bâtıl ve sapık inançlardan biri de gayb âleminde birçok tasarruflar yapmaya yetkisi bulunan İlyas, Hızır, Gavs, Kutup ve Ricâlu’l-Gayb gibi ölmüş veya hayalî varlıklara inanmaktır. Çoğu kez bu hayalî şahıslara olan inanç bağı ve bağlılık onların ilâhlaştırılmasına kadar gidiyor, dolayısıyla tevhidden saptırıp şirk batağına sürüklüyor. 

Konumuzla ilgili olarak da, cinciler, değişik hile ve teknik âletleri kullanarak veya saf insanları kandırarak gaybı bildiklerini, kayıpları bulabileceklerini, kimin kime muska yazdığını, kimin içine cin girdiğini ve musallat olduğunu ve daha nice gaybla ilgili bilgilere sahip olduğunu iddia edebiliyorlar. Allah’tan korkmayanlar halktan da utanmıyor ve çok rahat insanları kandırabiliyorlar. Üç kuruş dünya menfaati ve bilinmeyeni biliyor şeklinde kendini göstererek insanlardan daha yetenekli olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Ne ucuza satıyorlar cenneti. Ne kadar basit şeylere değişiyorlar âhireti…

 

Cinler Kaybolan ya da Çalınan Şeyleri Bilebilir mi?

Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceği haber verilmektedir. “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan daneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir.”[344]; “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.”[345]; “De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur.”[346]; “O, gaybı bilendir, gaybına da kimseyi vâkıf kılmaz.”[347]; “Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil mi?’ diyorlar. De ki: ‘Gayb Allah’ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” [348]

Bu âyetlerin ışığında gaybı Allah’tan başkasının bilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerim’den, kendisinden başkasının vâkıf olması mümkün olmayan gaybın bir kısmını, Allah’ın, dilediği peygamberlerine bildirdiğini öğrenmekteyiz: “Allah size gaybı bildirecek değildir; fakat O, peygamberlerden dilediğini seçip ona gaybı bildirir.” [349]

Cinler de gaybı bilme konusunda insanlardan farklı durumda değildir. Onlar da gaybı bilmezler, bilgileri de gördükleri şeylerle sınırlı olup geleceği ve meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan şeyleri bilemezler. Cinlerin gök katlarına çıkarak meleklerin konuşmalarını dinleyip kulak hırsızlığı yapmaları, çaldıkları haberleri kâhinlere iletmeleri Allah tarafından yasaklanmış, gökler şihâblarla korunmuştur. Kurân-ı Kerim’de yer alan âyetlerden, kulak hırsızlığına teşebbüs eden cinlerin şihâblarla imhâ edildiği anlaşılmaktadır.[350] Bunun hikmetinin, gaybdan haber verdiklerini ileri süren kâhinlerin, insanları saptırmalarının engellenmesi olduğu açıktır.

Hz. Süleyman’ın vefatından bahseden bir âyet, cinlerin gaybı bilmediklerini açıkça ifade etmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şâyet cinler, gaybı/ görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı.”[351] Âlûsî, bu âyetin tefsîriyle ilgili olarak, gaybın sadece istikbalde meydana gelecek olaylara tahsis edilemeyeceğini, vukua geldiği halde kişinin bilgi sahibi olmadığı şeylerin de gaybın muhtevâsına girdiğini söylemektedir.

İslâm öncesi çağlardan günümüze kadar birtakım kimseler, cinlerle irtibat kurduklarını, kendilerinin dostu olan ya da emirleri altına girmiş olan cinlerin onlara birtakım gaybî haberleri bildirdiklerini iddia edegelmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber, kâhin denilen bu kimselerin verdikleri haberlere inanılmamasını emrederek onlara bir şey sorulmasını yasaklamışlardır: “Kim bir kâhine, ya da arrâfa gider ve onun sözlerini tasdik ederse, Hz. Muhammed’e indirilene küfretmiş olur.”[352] Bu durumda, ister yıldızlara bakarak (burçlardan ve astrolojik haritalardan yola çıkarak), ister cinle konuşarak, isterse remil yoluyla gaybdan haber verdiğini iddia etsin, kâhine, müneccime, arrâfa bir şey sormak, onların, kaybolan ya da çalınan şeylerin yerleri hakkında söylediklerini tasdik etmek şiddetle yasaklanmış oluyor. Bu yüzden de cinlere, çalınan şeyler hakkında soru sormak câiz olmadığı gibi, onlardan alındığı iddia edilen haberlere inanmak da doğru olmaz. Cinlerden alındığı ileri sürülen bu tür haberler şer’î ve hukukî bir delil olamaz. İslâm’ın bu tür konularda beyyine/delil olarak kabul ettiği husus, âdil kimselerin (tabii ki insanların) şâhitliğidir. Bu açıdan, günümüzde birtakım şahısların, cinlerle irtibatlı olduğunu söyleyen kimselere başvurarak onlardan kayıp ve çalınan şeyler hakkında bilgi istemeleri apaçık bir hatadır. Onların verdiği haberi tasdik etmeleri, akîdelerine zarar veren, müslümanlıkla bağdaşmayan bir çirkinliktir. Sorularına karşılık olarak aldıkları cevapların da şer’î/hukukî bir delil olması söz konusu olamaz. [353]

 

Cinlerin Şekil Değiştirmesi (Farklı Hayvan Şeklinde Görünmesi)


Câhiliye Araplarına göre cinler (şeytanlar ve melekler) istedikleri sûrete girebilirler. Buna Mesh denilir. Bu anlayış, aynen müslümanlara da geçmiş. Şimdi, doğru olmadığına inandığımız uydurma rivâyetlerden ve bu rivâyetleri doğru kabul edip ilmî hakikatmiş gibi bunları açıklayan ulemânın söylediklerini içeren bazı örnekler görelim:

Aynî’ye göre cinlerin pek çok türü vardır. Gûl, çok farklı sûretlere bürünebilen bir ifrittir. Cinlerden bir diğeri si’lât’tır. Eğer bir insanı yenip de onu ele geçirirse onunla dans eder ve kedinin fareyle oynadığı gibi onunla oynar. Yemen ve muhtemelen Mısır civarında da bulunan Gadâr, cinlerin bir diğer türüdür. İnsan onu görünce korkudan bayılır ve bu Gadâr da onun üzerine kapaklanır (tecavüz eder). Bir diğeri, denizin karaya çıkardığı insan cesetlerini yiyen Velehân’dır. Bir diğeri, boylamasına yarım adam şeklinde olan Şıkk’tır. Cinlerden insanlara ünsiyet kesbeden ve insanlara eziyet etmeyenler olduğu gibi, bakire kızları kapıp götürenler de vardır. Kertenkele ve köpek sûretinde olanlar da vardır.[354]

Rivâyetlere göre cinler/şeytanlar en çok yılan sûretinde görünür. İbn Ömer; “Kim yılanları sağ bırakırsa, bizden değildir.” Âişe; “Kim ki öldürdüğü yılanın eşi ondan intikam alacağı korkusuyla onu sağ bırakırsa Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onun üzerine olsun.” İbn Mes’ud; “Kim ki bir yılan öldürürse bir müşrik öldürmüş gibidir.” İbn Abbas ise; “Şüphesiz maymunlar İsrâiloğullarının maymuna dönüştürülmüş haliyse, yılanlar da (cinlerin/şeytanın hayvana) dönüştürülmüş halidir” ifadesine yer verir. Çünkü peygamber kertenkeleye “fuveysika/ fâsıkçık” ismini vermişti. Arapların kertenkele yememelerinin nedeni, onların mesh ile biçim değiştirmiş Yahudi olduğuna inanmalarıdır. Hadis rivâyetlerinde bulunan yılan, kertenkele ve köpek öldürmeye teşvik bununla ilgili olmalıdır. Keleri ise ilk vuruşta öldürmeye yüz sevap vaad edilmiştir. İkincide ve üçüncüde kademeli olarak sevap azalır. Kâbe’de bile olsa kertenkele öldürülmelidir. [355]

Arapların kertenkele yememelerinin nedeni, onların mesh ile biçim değiştirmiş Yahudi olduğuna inanmalarıdır.

Tefsir ve hadis kitapları, Bakara, 65-66 ve Mâide, 60 gibi âyetlerde geçen Yahudilerin maymuna ve domuza dönüştürülmesi konusuna dair hikâyelerle doludur. Meselâ Müslim’de yer alan bir rivâyette şöyle denilir: “İsrâiloğullarından bir ümmet kayboldu. Onlara ne olduğu bilinmiyor. Ben onların fareden başka bir şey olmadıkları kanaatindeyim. Görmüyor musunuz, onların önüne deve sütü konsa içmezler, koyun sütü konsa içerler.”[356]

Muhammed Fuad Abdülbakî’ye göre deve eti ve sütü İsrâiloğullarına haram kılındığından bu mesh olmuş fareler, yani fare görünümlü lânetli Yahudiler bu yüzden deve sütü içmezler.

Ayrıca domuzun haram kılınmasında “onların mesh olmuş (sûret değiştirmiş) Yâhudi” inancının da rolü olabilir.[357]

(Tefsir ve hadis kitaplarına kadar giren tavsiyelerin bir kısmı şöyledir:) Şeytan pek çok sûrete girebilir. Kara köpeklerin her birini öldürün, çünkü o şeytandır. Kara köpek, köpeklerin şeytanıdır. Cinler en çok onun sûretine girer.

İbn Abbas; “Köpeklerin bir kısmı cinlerdendir, cinlerin zayıf olanlarıdır.”[358] “Şeytan; deve, inek, köpek, kedi hassaten kara kedi ve kara köpek sûretine bürünür.”[359]


(Kimi fıkıh kitaplarında şöyle yazar:) “Musallînin (namaz kılan kimsenin) önünden geçen eşek, kadın, kara köpek ve domuz namazını bozar.” Süheylî (ö. 581/1186) cinlerin üç sınıf olduğunu söyler; birincisi yılan sûretinde olanlar, ikincisi kara köpek sûretinde olanlar, üçüncüsü; yel gibi, rüzgâr gibi olanlardır. Belki de yemeyen ve içmeyen bu sınıftır. Eğer doğruysa cinler rüzgâr gibi yemez ve içmezler. Bazı râviler bunlara si’lât ve gûl (gûlyabanileri) (tecavüzcü cinleri) de ilâve eder.

Peygamberin yerdeki haşerat deliklerine bevletmeyi yasaklamasının nedeni buraların cinlerin meskeni olmasıdır.[360] Bir hadis rivâyetinde, “Eğer bir eşek anırması işitirseniz şeytandan Allah’a sığının. Zira o şeytanı görmüştür.”[361] denilir. Özetle; câhiliye Arabının algısına göre kuşlar, sürüngenler, haşerât gibi hayvanların hepsi hayvan sûretine bürünmüş birer cin/şeytandır. Onun girmediği şekil, renk yoktur. Hatta Yemen’de bir kavmin kıtlık günlerinde kurtlara dönüştüğüne, tekrar insan sûretine dönmek isterlerse yerde eşek gibi anırmalarının yettiğine inanılır.[362] Yine şeytan en çok yılan sûretine bürünür. Zaten Cân hem yılan hem de İblis demektir. Çevik, hızlı yılana teşbihten dolayı şeytan ve cin denilmiştir. Şeytan; görünümü çirkin yeleli bir yılandır da denilmiştir. Yine Arap masallarında şeytan kelimesinin yılan anlamında kullanıldığı rahatlıkla görülebilir. Bu şeytan, Âdem ile Havvâ’yı cennette kandıran yılan sûretinde ortaya çıkar.[363] Çoğu Doğulunun zihninde yılan tahrike, isyana ve şerre işaret eden bir semboldür. Zerdüşt öğretilerinde de şerir /kötülük yılan sûretinde zuhur etmiştir. Şerri insanlara bir yılan sûretinde görünen Ehrimen öğretmiştir.[364] Tevrat’ta Havvâ’yı kandıran yılan, Kur’an’da şeytan olarak zikredilmiştir ki şeytan zaten yılan demektir.

Cinlerin görülüp-görülemeyeceği mevzusunun temelinde cinlerin diledikleri sûrete, şekle girebilme gücüne sahip oldukları inancı yatmaktadır. Câhız’a göre Araplar, Allah’ın cinlere, şeytanlara, evlerde bulunan yılan şeklindeki ruhlara (ammâr) gûlyabanilere diledikleri sûrete bürünme imkânı, diledikleri hayvan şekline girme gücü verdiğine inanırlar. Onları böyle düşünmeye sevk eden o çağın epistemoloji ve ontolojisidir. Onlara göre; bir cin türü olan Cebrail’in Dıhye b. Halîfe el-Kelbî sûretinde gelmesiyle cinlerin değişik sûretlere bürünmesi olayı birbirine benzer. Yine meleklerin insan sûretinde gelmesi, İblis’in Süraka b. Mâlik, Necid’li şeyh sûretinde gelişi onların cin tasavvurlarının oluşmasında etkili olmuştur. Bunun yanında meleklerin farklı hayvan sûretlerinde geldiğine dair de pek çok haber vardır. Meleklerden bazıları adam, bazısı öküz, bazısı kartal sûretindedir. Haliyle bu kimseler meleklerin farklı sûretlere ve bünyelere girmeleri doğru ise, İblis’in, şeytanın ve gûl’ün de sûret ve beden değiştirmesi mümkündür diyeceklerdir. Onlar yine rivâyetlere dayanarak, Allah’ın Cafer b. Ebî Tâlib’i kuşa çevirdiğini söyler; onu Caferi Tayyâr olarak isimlendirirler.[365] Yine Araplar Kâbe’de zina eden İsâf ve Nâile adlı iki gencin taşlaştığına, mesh yöntemiyle yapı/mahiyet değiştirdiğine de inanıyorlardı.

Bu kadar meleğin, şeytanın ve insanın biçim değiştirdiğine dair birçok rivayet varken neden melekler gibi cinler, gûlyabaniler sûret değiştiremesin? Bu kabullerin arkaplanında “mesh” teorisi yatar. O çağın yaygın kabullerinden olan mesh teorisi Azazil denen güzeller güzeli meleğin İblis’e dönüştürülmesini mümkün kılar. Sihirbazların eşeği insan, insanı eşek yapabildiği, simyacıların abraka dabra ile değersiz metalleri altına çevirebildikleri, her tarafın ruhlarla, cinlerle, perilerle dolu olduğu animist bir zihniyetin egemen olduğu bir âlemi tasavvur etmek gerekmektedir. Böyle bir egzotik dünyada cinlerin farklı sûretlere bürünmesini çok görmemek gerekir.

Eş’arî, İslâmî fırkaların şeytanın insan ya da başka şekillere girip giremeyeceği hususunda ihtilaf ettiklerini; bir kısmı şeytanın isterse insan, isterse yılan olmak üzere istediği sûrete girebileceğini söylerken; Mu’tezile ve diğerlerinin ise bunu mümkün görmediğini nakleder.[366] Pek tabii, Eş’arî, Mu’tezile ne tarafta ise o karşı taraftadır. Eş’arî de şöyle der: Bu şeytan ve cinlere Allah, istedikleri vakit, istedikleri şekilde farklı hayvan ve insan sûretinde görünme imkânı verebilir.[367]

Kaynaklarda yer alan bazı rivayetlerde cinlerin yı­lan şekline girebildiklerinden bahsedilmektedir. İmam Mâlik b. Enes ve Müslim tarafından Ebû Sa'îd el-Hudrî'den bu konuda nakledilen bir hadis aynen şöyledir: "Kısam b. Zühre'nin hımayesindeki Ebü's-Sâib, Ebû Sa'îd et-Hudrî'nin (r.a.) yanına uğ­ramıştı. Ebû Sa'îd el-Hudrî o esnada namaz kılıyordu, sonunda namazını bitirdi. Bu sırada evin bir tarafında bulunan hurma sal­kımlarının kurumuş sapları içinde bir kıpırtı işitti. O tarafa dön­düğünde bir yılan gördü, onu öldürmek üzere yerinden sıçradı. Ebu Sa'îd el-Hudrî de ona, otur! diye işaret etti. Ebü's-Sâib de oturdu. Ebû Sa'îd (r.a.) namaz kıldığı yerden ayrılınca bir eve işaret ederek: 'Şu evi görüyor musun?' dedi. O da: 'Evet, görüyo­rum' dedi. Bunun üzerine Ebu Sa'îd (r.a.) şöyle anlattı: 'O evde, ashâbdan yeni evlenmiş bir genç vardı. Bizler Rasûlullah ile be­raber hendek kazmaya çıkardık. Bu genç gündüzün ortalarında Hz. Peygamber'den izin alıyor ve ailesinin yanına dönüyordu. Yine bir gün Rasûlullah'tan müsâde istedi. Nebî (s.a.s.) ona: 'Sila­hını üzerine al. Çünkü ben Kureyza yahudilerinin sana bir kötülük yapmasından endişe ediyorum' dedi. Bunun üzerine o delikanlı silahını yanına aldıktan sonra evine döndü. Eve vardığı za­man karısını iki kapı arasında dikilmiş olarak gördü. Dürtmek üzere mızrağı ona doğru uzattı, çünkü kendisine bir kıskançlık gelmişti. Karısı da ona hitaben: ‘Mızrağını geriye çek de eve gir ve beni dışarıya çıkaran şeyin ne olduğunu gör’ dedi. Bunun üze­rine genç içeriye girdi, bir de ne görsün, yatağın üzerine çöreklenmiş kocaman bir yılan duruyor. Derhal mızrağı ona sapladı ve çöreklenmiş vaziyetteki yılanın vücudunu ona geçirip diziverdi. Sonra bu vaziyete dışarı çıktı ve mızrağı avluya dikti. Yılan mız­rak üzerinde bir debelenip çalkalandı (derken gencin üzerine atıldı). Bundan sonra artık hangisi önce ölmüştür, yılan mı yok­sa o zât mı, bilinmiyor. Bundan sonra biz Rasûlullah'a gittik ve olayı kendisine anlatıp, 'Allah'a duâ et de onu bizim için tekrar diriltsin' diye ricâ ettik. Hz. Peygamber (s.a.s.), 'Arkadaşınız için Allah'tan mağfiret dileyiniz' dedi. Sonra da, 'Medine'de, müslüman olmuş bir grup cin vardır. Siz onlardan bir şey gördüğünüz­de üç gün ilan edip kovunuz. Şayet bundan sonra yine size görü­nürse artık onu öldürünüz. Çünkü o bir şeytandır' buyurdu."[368] Müslim ile İmam Mâlik’in rivayet ettikleri hadisin metni aynıdır. Müslim'in bu nakline göre, Hz. Peygamber (s.a.s.): "Muhakkak ki Medine'de, müslüman olmuş cinlerden bir cemaat vardır. Her kim şu uzun ömürlü ev yılanlarından birini görürse onu üç defa ilân edip kovsun. Bundan son­ra kendisine yine görünürse artık onu öldürsün. Çünkü o bir şeytandır" buyurmuştur.[369]

Nevevî, yukarıdaki hadislerin yorumuyla ilgili olarak şunları kaydetmektedir: "Mazırî, 'Medine yılanları bu hadisler­de açıklandığı şekilde ihtar edilmeden öldürülmez. İkaz edildiği halde yine gitmezlerse öldürülürler. Diğer yerlerin ve evlerin yı­lanlarını ise ihtarsız öldürmek mendubdur. Çünkü bu hususta birçok sahih hadis mevcuttur. Medine yılanlarının uyarmadan öldürülmemesi, hadiste açıklandığı gibi yılan şeklindeki cinlerden bir taifenin Medine'de müslümanlığı kabul etmiş olmaları sebebiyle­dir' demektedir. Âlimlerden bir grup, hadisteki nehyin genel oldu­ğunu, bu yüzden nerede olursa olsun evlerde yaşayan yılanların ihtar edilmeden öldürülemeyeceği görüşünde olduklarını belirt­mişlerdir. Kırlarda yaşayan yılanlar ise bu âlimlere göre, ihtar edilmeksizin öldürülürler, İmam Mâlik'e göre, mescidlerde bulu­nan yılanlar öldürülürler. İhtar etmenin nasıl olacağı hakkında İbn Habîb, Hz. Peygamber'in: 'Süleyman b. Davud'un (a.s.) biz­den aldığı söz hakkı için bize eziyet etmemenizi ve görünmemenizi dilerim' dediğini nakletmiştir. İmam Mâlik'e göre üç defa zorlamaktan maksat, 'Seni, Allah ve Âhiret günü aşkına bize gö­rünmemeye ve eziyet vermemeye zorluyorum' demektir, ihtardan sonra yılan yine görünmeye devam ederse, bunun evlerde yaşa­yan yılan veya müslüman bir cin olmadığı anlaşılır. Şeytan oldu­ğu bildirildiğinden artık öldürülmesinde sakınca yoktur."[370] Yukarıdaki yoruma katılmak pek mümkün görünme­mektedir. Çünkü bu görüşlerin dayandığı İmam Mâlik ve Müslim tarafından nakledilen hadisler bize göre, metin açısından problemlidir. Tahminimize göre bunların problemli hali, rivayeti Ebü's Sâib'den alan ravi Sayfi b. Ziyâd'dan kaynaklan­maktadır. Kısaca söylemek gerekirse, ravi Sayfî b. Ziyâd'daki bir zabt kusuru İmam Mâlik ve Müslim tarafından kaydedilen bu hadisin metnini müşkil duruma sokmuştur.[371]

Kaydettiğimiz rivayetlerde problemli olan hususlardan birisi, cinlerin yılan şekline bürünmeleri ya da yılanların cin olduklarına dair kanaattir. Bu rivayetlerdeki anlaşılmaz diğer nokta da, evlerde görülen yılanların üç gün ilân edilip kovul­ması, gitmedikleri takdirde de öldürülmelerine izin verilmesıdir. Bunun hayatın gerçekleri açısından uygulanma şansı olmadığı ortadadır. Evinize ya da yatağınıza çöreklenmiş yılanın üç gün o halde durmasına nasıl izin vereceksiniz? Kapınızı ka­patıp çoluk çocuğunuzla başka bir yere üç günlüğüne misafir­liğe mi gideceksiniz? Diyelim ki, gitmesi için yılana ihtar ettıniz ve kapıyı kapatıp çıktınız, geri geldiğinizde yılanın gitmiş olduğunu gördünüz, fakat evinizden uzaklaştığından nasıl emin olacaksınız? Kap kacağın, yatak yorganın, eşyaların ara­sına girmediğini, siz yatıp uyurken yeniden ortaya çıkmayaca­ğını nereden bileceksiniz? Hanımınızı, çocuklarınızı bu ürkü­tücü psikolojik baskı ve korkudan nasıl kurtaracaksınız? Onları eve sokmaya hangi yolla muvaffak olacaksınız?

Bu açıdan, bu rivayetleri şu haliyle sahih kabul etmek, bizce, Hz. Peygamber'in, ashabına ve ümmetine, uygulanabilirliği olmayan, hayatın gerçeklerine ve insanın yapısına uymayan emir ve tavsiyeler verdiğini kabul etmek demektir. Rasûlullah açısından bakıldığında bu durumu kabul etmenin söz konusu olmadığı ortadadır.

 

Kaydetmek gerekir ki, yılanların cin şekline girebildiklerine dair inancın kökü, kanaatimizce çok eski kültürlere da­yanmaktadır ve bize göre Hz. Peygamber, evlerde rastlanan yılanların müslüman olan cinler olduğuna dair her­hangi bir şey söylememiştir. Râvîler, içinde büyüdükleri top­lumun Câhiliye döneminden gelen birtakım yanlış kanaat ve kültürel değerlerinin tesirinde kalarak bu meseleyi karıştır­mışlar, bir muamma haline sokmuşlardır. Nitekim, yılanların cin olduğu şeklindeki inancın eski kültürlerden geldiğine da­ir elimizde bazı ipuçları vardır. Söz gelimi Tevrat'ta, Hz. Âdem ve Havva'nın Cennet'ten çıkarılmalarında rol oynayan ve Hav­va'yı kandırarak yasak meyveyi yedirenin yılan olduğu anlatıl­maktadır:

"Ve Rab Allah'ın yarattığı bütün kır hayvanlarının en hilekârı olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçek, Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemeyeceksiniz dedi mi? Ve kadın yılana dedi: ‘Bahçe­nin ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz’ Fakat bahçenin ortasın­da olan ağacın meyvesi hakkında Allah: 'Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz' dedi. Ve yılan kadına dedi: 'Katiyen ölmezsiniz. Çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak. Ve iyiyi kötüyü bilerek Allah gibi olacaksı­nız...' Ve Rab Allah kadına dedi: 'Bu yaptığın nedir?' Ve kadın de­di: 'Yılan beni aldattı ve yedim.' Ve Rab Allah yılana dedi: 'Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin, karnın üzerinde yürüyeceksin ve Ömrünün bütün gün­lerinde toprak yiyeceksin. Ve seninle kadın arasına ve senin zürriyetinle onun zürrıyeti arasına düşmanlık koyacağım, o senin başına saldıracak ve sen onun topuğuna saldıracaksın." [372]

Konumuzla ilgili enteresan bir husus da şudur ki, Tâbiîn müfessirlerinden olan Kâ'bü'l-Ahbâr, Hz. Âdem, Havva, İblîs ve yılanın indirildikleri yerlerden bahsetmektedir.[373] Yuka­rıda kaydettiğimiz Tevrat kaynaklı haberin, bazı müfessirler tarafından Kur’an-ı Kerîm'in ilgili âyetlerini açıklamak maksa­dıyla kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Nitekim et-Taberî tarafından Vehb b. Münebbih'ten nakledildiğine göre, “İblis yılanın içine sokularak Cennete girmiş, Âdem ve Havva ile konuşarak onları kandırmıştır.”[374] Yine, Taberî tarafından İbn Abbâs ve Muhammed b. Kays'tan alındığı zikredilen, aynı konu­daki diğer rivayetlerin de Tevrat kaynaklı olduğu anlaşılmak­tadır. Eski Mısır Dini'ndeki telakkiye göre ise, cinler, genel­likle yabanî hayvan, yılan ve kertenkele gibi sürüngen veya kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup, Eski Mısır tanrısı Ra'nın düşmanı sayılırdı. Ölüler Kitabı'nda anlatıldığına göre, özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dünyaya sık sık gidebilirlerdi. [375]Yılanın cin ya da şeytan ol­duğuna dair inanç, Yahudilik kanalıyla Hristiyanlığa da geç­miştir.

Câhiliye döneminde ise, Araplar her evin bir cini oldu­ğuna inanırlardı. Bu sebeple yeni bir ev yapan şahıs, inşaatı bıtirdiği zaman evin cini için bir kurban keser ve böylece onun evde yaşayanlara bir zarar vermeyeceğinden emin olurdu.[376] Hz. Peygamber bu Câhiliye inancını reddetmiş ve bu şekilde kesilen kurbanların etlerinden yenilmesini yasaklamıştır.[377] Burada konumuzla ilgili olarak Arapların "el-Cânn" kelimesıni bir taraftan "Beyaz yılan" anlamında kullanırken, diğer ta­raftan "Şeytan/Cinlerin Babası" manasına da kullandıklarını gözden uzak tutmamak gerektiği kanaatindeyiz.[378] Nitekim el-Aynî, Arapların yılanı şeytan olarak adlandırdıklarını kay­detmektedir.[379] Câhiliye Araplarının yılanları cin sandıkları, onlarla cinler arasında ilgi kurdukları bilinmektedir. Kayde­dildiğine göre, bunlar iri bir yılan öldürdükleri zaman cinin intikam almasından korkarlar ve bir tezek parçasını ölü yıla­nın başına koymak sûretiyle, onun cin vasıtasıyla öc almasın­dan korunmaya çalışırlardı. Bazen de yılanın başına kül döker, senin intikamın yok, seni göz değmesi öldürdü, derlerdi.[380] Hz. Peygamber ise, onların bu bâtıl inancını reddetmiş ve "Cinler tarafından intikam alınma korkusuyla yılanları öldür­meyi terkeden kimse bizden değildir" buyurmuştur.[381] Câhiliye Arapları bazen de, söz konusu ev yılanlarından korunmak için üzerlerine tavşan ayağı asarlardı.[382] Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayete göre ise, İbn Abbas "Maymunların İsrâiloğulları'ndan mesholunduğu gibi, yılanların da cinlerin mesholunan kısmı olduğunu" söylemiştir.[383] Hâlbuki bu konuda nakle­dilen diğer hadislere göre, Allah, meshettiği hiçbir kavme ne­sil ve takipçi vermemiştir.[384] Dolayısıyla meshe konu olduk­larından bahsedilen maymunlar ve domuzlar nasıl ki daha ön­ce de var idilerse, yılanlar da bir hayvan türü olarak mevcut idiler. Nitekim yine İbn Abbâs'a dayandırılan bir rivayete gö­re, meshedilen bir kavim üç günden fazla yaşayamaz. [385]

İbn Abbas'ın yılanlar hakkındaki bu görüşünün Tevrat kaynaklı olduğu ve o dönem Arabistan'ın bu konudaki bir inancını yansıttığı hatıra gelmektedir. Kanaatimizce bu inanış, ravi Sayfi b. Ziyâd tarafından, Müslim ve İmam Malik'in kay­dettiği ev yılanlarının cin olduğundan bahseden rivayetlere de sokulmuştur.

Bu konuda, Müslim'in, Muhammed b. Râfi', Vehb b. Cerîr, Cerîr b. Hâzim, Esma b. Ubeyd, Ebü's-Sâib vasıtasıyla yine Ebu Saîd el-Hudrî'den naklettiği bir rivayet daha vardır ve ha­disin naklinde kullanılan edâ sığaları ile metin açısından biz­ce Müslim'in bu nakli daha sahih ve problemsizdir. Aynı ko­nudaki bu hadis şöyledir: "Ebu's-Saib şöyle demiştir; 'Biz, Ebu Saîd el-Hudrî'nin yanına girdik. Beraber oturduğumuz sırada birdenbire sedirin altından bir hareket işittik. Bir de baktık ki bir yılan!' Râvî, bundan sonra hadisin bütününü İmam Mâlik hadisi tarzında naklettikten sonra dedi ki: 'Rasûlullah (s.a.s.): 'Muhakkak ki şu evlerde uzun ömürlü ev yılanları vardır. Onlardan birisini gördüğünüzde onu üç defa kovunuz- Gider kay­bolursa ne âlâ. Aksi takdirde onu öldürünüz- Çünkü o bir kâfir­dir' buyurdu. Bir de Rasûlullah (s.a.s.), Ebu Saîd ve beraberindekilere hitaben: 'Artık gidin de o (yılanın soktuğu) arkadaşınızı defnediniz' buyurmuştur."[386]

Gerek son hadiste, gerekse önceki rivayetlerde yer alan Hz. Peygamber'in kovulunca gitmeyen yılanın "kâfir" ya da "şeytan" olduğuna dair sözleri de mecazî anlamdadır. Nebî (s.a.s.), kovulduğu halde gitmeyen yılanın zararlı olduğunu belirtmek için bu sözleri söylemiş olmalıdır. Yoksa bir insanın, şeytanı ya da ruhanî varlıklar olan cinleri, taş ya da sopayla, kesici âletlerle öldürebileceğini sanmak pek doğru olmasa gerektir. Böyle bir şeyi kabul etmek, onların şe­kil değiştirebileceğini, ışın halindeki vücut yapılarını cismanî bir şekle sokabileceklerini söylemek demektir. Yukarıdaki hadisten anlaşıldığına gö­re, Hendek savaşı sırasında yeni evli olduğu için izin alarak evine giden ve burada yatağındaki yılanı mızrağına geçirip dı­şarı çıkaran ve bu esnada can çekişen hayvan tarafından sokulan ve vefat eden sahabinin durumunu haber alınca Hz. Pey­gamber çok üzülmüştür. Buna benzer olayların tekrarlanma­ması için, ashabına, evlerde uzun ömürlü yılanların yaşadığı­nı, bunların hemen öldürülmeye teşebbüs edilmemesini, koğulmalarını öğütlemiştir. Çünkü bu hayvanlar zehirli olabilir ve hadiste anlatılan olay tekrarlanabilirdi. Ya da Nebi (s.a.s.), doğal çevrenin korunması açısından, yılan gibi insanın hoşu­na gitmeyen soğuk yüzlü bir canlı da olsa, onların da bizim bilemediğimiz birtakım faydaları ve yaratılış hikmetleri olduğu­nu göz önünde bulundurararak, bunların zehirsiz olanlarının öldürülmemelerini istediği için hadiste anlatıldığı şekilde tavsiyede bulunmuştur. Bu da İslâm'ın, insanın içinde yaşadığı tabiata ve çevreye verdiği önemi gösteren bir husustur.

Cinlerin, müslüman oldukları halde Medine'de ya da diğer beldelerde yılan şekline girerek, din kardeşlerinin harîm-i ismetine, yataklarına çöreklenip, onların hanımlarını, çocuklarını, kendilerini korkutacaklarını doğrusu akıl kabul edemiyor. İnsan, böyle bir davranışın müslümanlığa yakışma­dığını, onların böyle bir harekete tevessül etmeyeceklerini dü­şünüyor. Bu açıdan yukarıdan beri açıklamaya çalışığımız ha­dis rivâyetlerinde Hz. Peygamber'in, ev yılanlarının cin olduğuna dair herhangi bir şey söylemediği, bunun ravînin yanlış kanaat ya da hatasından kaynaklandığını tahmin etmekteyiz. Rasûlullah, zehirli yılanların (engerek yılanı, arkası iki çizgili azılı yı­lan vs.) Harem'de, namaz esnasında bile öldürülmelerini em­retmiştir. Sahih kaynaklarımızda bu konuda bazı hadisler yer almaktadır.[387] Görüleceği üzere Hz. Peygamber, bunların zehirli olan­larının öldürülmesini emretmiş, temellerde ve evlerde yaşayan yılanların (Avâmir) öldürülmesi konusunda kesin bir emir vermemiş, bunların koğulmalarını, gitmedikleri takdirde öldürülmelerini istemiştir. Kanaatimizce Nebî (s.a.s.)'in bu tu­tumu, onların cinlerden olduklarından değil; doğal çevrenin, dengenin korunması açısındandır. Nitekim Nebi Bozkurt bu konuda şunları söylemektedir: "Evlerde bulunan zehirsiz yılan­ların öldürülmelerinin istenmemesi, bunların, farelerin, tahta ve kerpiç evlerde çok kolay yuva yapabilen ve özellikle eskiden, un, zahire, hatta çamaşır konulan çuvallara, deriden yapılmış dağarcıklara verdiği zararı önlemek, daha çok fareler vasıtasıyla yayı­lan veba gibi hastalıklara mâni olmak için olmalıdır."[388]

Kanaatimize göre Hz. Peygam­ber, ev yılanlarının cin olduğuna dair herhangi bir şey söyle­memiştir. Bize göre, Câhiliye kültüründe yer alan yılanla­rın cin olduğuna dair inanç, daha sonraları hadis şekline so­kulmuştur.

Bu hususta dikkat çekici bir husus şudur ki, Câhiliye döneminde, horoz, karga, güvercin, tavşan, keler ve yılan gibi hayvanlarda cin bulunduğuna inanıldığı gibi, bunların cinlerden bir grup olduğunu zannedenler de mevcuttu.[389] Bu açıdan, yukarıdaki rivayetlerin hadis olmadığı, bunların Câhiliye inancını yansı­tan birtakım nakiller olduğu hatıra gelmektedir.

İslâm âlimlerinden bir kısmı, bu konudaki bazı hadis rivâyetle­rini delil olarak alarak, melekler gibi, şeytan ve cinlerin de yara­tılmış oldukları aslî sûretlerinin dışında başka şekillere bürünebildiklerini söylemişlerdir. Bunların delilleri arasında Hz. Peygamber'in namazda kendisine saldıran şeytanı mağlup et­mesi, boğması ve Mescid-i Nebev'ı'nin direklerinden birisine bağlamak istemesi ile, yine şeytanın miskin bir adam kılığı­na girerek Ebû Hureyre'nin hurmalarını çalmak istemesine da­ir hadisler ve cinlerden bir ifritin Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtı­nı Hz. Süleyman'a getirebileceğinden bahseden âyet[390] var­dır.[391]

İslâm âlimlerinin diğer bir kısmı ise, melek, cin ve şeytanların kendi irâde ve istekleriyle yaratılışlarını değiştirmeye, aslî şekillerinden başka sûrete girmeye kudretlerinin bulun­madığı görüşündedirler. Fahruddin er-Râzî, cinlerin başka şekillere, diğer insanların sûretlerine giremeyeceklerini, böyle bir şeyin kabu­lü durumunda, dünyada insanlara güvenin kalmayacağını, bu kişinin arkadaşının, dostunun, babasının, karısı ve çocuğu­nun, cin değil de kendileri olduğunun bilinemeyeceğini kay­detmektedir.[392]

Yine er-Râzî, onların Peygamberlerin sûretle­rine giremeyeceklerini, aksi takdirde dinden olan hiçbir şeye güven kalmayacağını, âlim ve zâhidlerin sûretine de giremeye­ceklerini, aksi halde onları öldürmenin, memleketlerini harap etmenin, eserlerini parçalamanın insanlara vâcib olması ge­rektiğini söylemektedir.[393] Muhammed b. Hüseyin Ebû Ya'lâ el-Ferrâ ise, Allah'ın irade ve kudretiyle yapması müstesna, cin, şeytan ve meleklerin aslî şekillerini değiştiremeyeceklerini, onların kendiliklerinden başka kılık ve şekillere girmelerinin mümkün olmadığını söylemiştir.[394]

 

 

Rukyecilere Göre Cinlerin Görünme ve Konuşma Şekilleri

Cinlerin Görünme Çeşitleri

1) Bir insana direkt olarak hiçbir sebeb olmadan görünmesi hali (örneğin peygamberler zamanında cinlerin âşikâr sebepsiz olarak görünmesi).


            2) Bir insana musallat olduklarında görünmesi hali (örneğin insanın bedenine girmemiştir etrafındadır ve ona musallat olarak ya da halüsinasyon olarak görünür veya kendisini hissettirir).


            3) Bir büyüye sebep yedirilerek ya da domuz yağı gibi büyü çeşitlerine sebep bedenin içine cin girmesi sonucu etrafında halüsinasyon ya da cinleri görmesi (insan bu durumda yanında olmayan kişiyi varmış gibi görebilir ve onunla konuşabilir. Cin bu durumda beyne çıkar ve oradan bu şekilde gösterir. Bu durumda büyüye uğrayan kişi etrafında olmayan sesler işitebilir. Etrafındaki olayları da farklı görebilir. Bu kişiler genelde çok uyur ya da çok tembel olur. Eğer bir cin ile evliyse bu evli olduğu cin ifrit ya da mârid ise bu cin insana gündüz de görünür ve onunla tanıdığı biri ya da tanımadığı biri kılığında görünür ve konuşabilir. (Örneğin bu cin ile evli olan kişi, etrafındaki insanları kötü görür, olmayan şeyleri olmuş gibi algılayabilir ya da söylenmeyen sözleri söylenmiş gibi duyabilir. Bunu kişinin içindeki cin beyne çıkarak yapar. Sebebi, bu insanın kurtulmasını asla istemez. Çünkü bedene girip evlenen cin o insanı kendine eş olarak seçmiş olduğu için onu bırakmak istemez.


            4) Hayvan kılığında görünmesi hali (bazı cinler gündüzleri hayvan kılığında insanlara görünebilir. Yarasa, baykuş, karga, yılan, maymun şeklinde görünebilir.


            5) Bazen bir evliya kılığında görünebilir (Bazen şeytan böyle bir hile yapar artık sen evliya oldun; zikir çekme, namaz kılma gibi tavsiyelerle tuzak kurabilir).

 

Rukyecilerin İddialarına Göre Cinlerin Konuşma Çeşitleri

1) Hz. Âdem peygamberden bu yana gelmiş geçmiş bütün insanların konuştuğu tüm dilleri bilirler.             

2) Bütün hayvanların dillerini bilirler, onlarla konuşabilirler.

3) Evliya olan cinler Allah'ın izniyle bitkilerle konuşabilmektedirler.

4) Cinler büyü yapan ya da cin çağıran insanlarla konuşabilirler.

 

Rukyecilere Göre Cinler, Rukye Esnasında da Konuşabilirler

Bu Durum 5 Çeşittir:

  • Rukyeci Kur'an okurken bedenin içinde yanan cin, insanın el, kol ve ayaklarını hareket ettirerek “artık okuma, yeter!” dercesine tepki verir.
  • Rukyeci Kur'an okurken cin insanın beynine çıkar, insanın sesini değiştirerek konuşur.
  • Rukyeci Kur'an okurken cin beyne çıkar ve insanın sesi değişmeden konuşur (Bu durum bazı insanlarda rukye yapmadan da insanın kendi sesi değişmeden gündüz de olabilir).
  • Telepati yöntemiyle
  • Rabıta yöntemiyle.[395]

Rukyeciler ve cinler bu anlatılanlara inanmamızı bekliyorlar. İnananalım mı?

 

Cinlerin İnsanlara Görünmesi

Bazı İslâm âlimleriyle, Mu'tezile mezhebi mensupları cinlerin görülemeyeceğini ileri sürmüşler ve bu konuda Kur’an-ı Kerîm'de yer alan bir âyeti delil göstermişlerdir. Âyet şöyledir:

 

"Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennet'ten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytan­ları inanmayanların dostları yaptık."[396]

Âyette, Hz. Âdem ve Havva'nın Şeytan tarafından kan­dırılıp Cennetten çıkarılmaları hatırlatılmakta, insanların, Al­lah'ın başka insanlara gösterilmesini yasakladığı yerlerini açıp teşhir etmemeleri istenmekte, edeb, hayâ ve takvâ elbisesinin giyilmesi, Şeytan'ın tuzaklarına karşı uyanık olunması emredilmektedir. Bu vesile ile de, "Çünkü o ve kabilesi, sizin onla­rı göremeyeceğiniz yerden sizi görürler" denilerek onların ma­hiyeti hakkında bilgi verilmektedir. Müfessirler, âyetteki "O ve kabilesi" ile Şeytan ve onun taifesi olan cin sınıfının kasdedildiğini söylemişlerdir.[397] Fahrüddin er-Razî, âyetin tefsirinde, İslâm âlimlerinin, Allahu Teâlâ’nın gözlerinde bir kabiliyet yarattığı için cinlerin insanları görebileceğini, ancak gözlerinde bu konuda bir yetenek yaratmadığı için insanların cinleri göre­meyeceğini söylediklerini kaydetmektedir.[398]

Mu'tezile mezhebine mensup âlimler ise, bu konuda, "Vücut yapılarının ince ve şeffaf olmasından dolayı cinlerin insanlar tarafından görülemediğini, insanların vücut yapılarının kesafetinden dolayı da cinlerin insanları görebileceğini, Allahu Teâlâ'nın, cinlerin bakışlarındaki şuayı artırıp kuvvetlendirmesi sebebiyle birbirlerini görebildiklerini söylemişler ve Allah bizim gözlerimizdeki görme kuvvetini de artırsaydı, birbirimizi göre­bildiğimiz gibi, cinleri de görebilirdik, şayet Allah, cinlerin vücutlarına kesafet verip, biz de şu halimiz üzere kalsaydık, cinle­ri görebilirdik" demişlerdir. Bu durumda Mu'tezile'ye göre, insanların cinleri görebilmeleri, ya cinlerin yoğunluk (kesafet) kazanmasına ya da insanların bakışlarının yeterince güçlen­mesine bağlı olmaktadır.[399] Yine er-Râzî, âyetteki: (Min haysü lâ teravnehum / Sizin onları göremediğiniz yerden) lafzının insanların cinleri göremediğine delâlet ettiğini söylemekte­dir.[400]

Ehl-i Sünnet'e mensup bazı âlimler ise, cinlerin görüle­meyeceği konusunda Mu'tezile'ye muhalefet etmişlerdir. Kadı Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, "Cinlerin ince ve şeffaf olmaları ya da kesif olmaları mümkündür. Ancak bu konuda bir müşahede veya Allah ve Rasülünden gelen bir haber olmadığı sürece, cinlerin vücutla­rının kesif mi (yoğun mu), yoksa şeffaf mı olduğunu bilmek mümkün değildir. Her iki husus da meçhul olduğuna göre, cinlerin cisimle­rinin şeffaf ve ince olduğunun söylenmesi doğru olmaz"[401] de­miştir.

İmam eş-Şâfi’nin yukarıda kaydettiğimiz âyeti delil getirerek cinlerin görülemeyeceği kanaatinde oldu­ğu anlaşılmaktadır. er-Rebi b. Süleyman'ın naklettiğine göre eş-Şâfiî'nin bu konuda şöyle dediği kaydedilmektedir: "Adalet sa­hibi kimselerden olduğu halde kim cinleri gördüğünü ileri sürer­se, şahitliği reddolunur. Allahu Teâlâ'nın, 'O ve kabilesi, sizin on­ları göremediğiniz yerden sizi görürler' âyetine muhalefet etmesinden dolayı da azarlanır."[402]

İmam eş-Şâfi'î'nin görüşünün bu konuda hayatın ger­çeklerine uygun ve İslâm inancının derli toplu bir ifadesi ol­duğu ortadadır. Melekleri Peygamberlerden ve istisnâî olarak peygamberlerin yakın çevresindekilerden başkası göremez, görememiştir. Peygamberlerin melekleri bile (istisnâ dışında) aslî yapılarıyla değil, başka bir şekle büründükleri halleriyle gördüklerini değerlendirdiğimizde, peygamber çevresindeki insanların da cinleri ve şeytanı aslî yapısıyla gördüğünü kabul etmemiz mümkün değildir. Çünkü onların boyutları farklıdır; bizim gözlerimiz o boyutu görecek durumda değildir. Diğer insanların bu konudaki iddiaları bir tahminden/zandan ibarettir. Cin ve şeytanı da Peygamberler görmüşlerdir. Allah onların gözlerini bu konuda elverişli kılmıştır, ya da cin ve şeytanlara kesafet (yoğunluk) kazandırmıştır. Veya Peygamberler onları gönül gözleriyle görmüşlerdir. Bu konuda İs­lâm âlimlerinin farklı yorum ve yaklaşımları vardır. Ancak İmam eş-Şafiî'nin de kesin olarak belirttiği gibi, diğer insanla­rın cinleri görmeleri söz konusu değildir. Gerek insanla­rın tarihî müşahede ve tecrübesi, gerekse ilgili âyetin aksini bildirmesi sebebiyle, diğer insanların cinleri görebildikleri konusunda bize güvenilir bilgiler ulaşmamıştır. Diğer insanların bu konudaki iddiaları herhalde birtakım yalanlardan ve hayal ürünü şeylerden ya da halüsinasyonlardan ibarettir. Bu sebeple de İmam eş-Şâfiî, bu tür idialarda bulunanların yalancı olduklarını, âyete muhalefet et­meleri sebebiyle de ta'zîr cezasına çarptırılmaları gerektiğini söylemiştir. İmam eş-Şâfiî bu hükümden Peygamberleri hâriç tutmuştur.

Sonuç olarak, normal insanların onları göremeyecekle­rini, cinlerin ve insanların vücut yapılarının buna uygun yara­tılmadığını, Peygamberlerin Allah'ın izni ve iradesiyle cinleri görebildiklerini söyleyebiliriz. Burada, İslâm Hukukçularının, cinleri gördüğünü ileri sü­ren kimselere yalancı gözüyle bakıp, onların şahitliklerini ka­bul etmemeleri hususunun çok isabetli olduğunu kaydetmek yerinde olacaktır. Kanaatimizce cinleri gördüğünü iddia eden kimseler, ya yalancı, ya da ruhsal dengesi bozuk, psikolojik rahatsızlığı olan kimselerdir. Cinleri gördüğünü iddia edenleri kabul etmek; yılanların, siyah renkli kedi-köpek, keçi vs. hayvanların cin olduğuna dair halk arasında yaşayan ve İslâm öncesi kültürlerin kalıntısı olduğu bilinen birtakım hurafe ve yanlış inançların doğru sayılmasını gerektireceği açıktır.[403]

 

Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün müdür?

Bazı âlimler, cinlerin Hz. Süleyman’a hizmet etmeleriyle ilgili âyetleri delil olarak alıp cinlerin diğer insanlara da boyun eğip onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuyla ilgili olarak ilmu’l-Azâim adlı bir bilim dalının meydana getirildiği de öne sürülmektedir. Cinlerin Hz. Süleyman’a boyun eğmelerinden bahseden âyetler 21/Enbiyâ, 82; 27/Neml, 17, 38-39; 34/Sebe’, 12-13; ; 38/Sâd, 36-38 âyetleridir. Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğunu savunan âlimlerin delil gösterdiği bu âyetler, Hz. Süleyman’la ilgilidir ve bu işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın verilmediği Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu durum, cinlerin insanlara itaat etmelerinin mümkün olduğunu ileri süren ve bu görüşlerine bu âyetleri delil gösteren âlimlerce gözardı edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Süleyman’ın bu konuda şöyle duâ ettiğinden bahsedilmektedir: “Süleyman: ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk/hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[404]

Sonuç itibarıyla, Hz. Süleyman’ın emrine verilen cin ve şeytanların, ondan sonra başkalarının emir ve hizmetine verilmesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber için bile böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bunun diğer sıradan insanlar için mümkün olabileceğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Çünkü âyet ve hadislerde cinlerin Hz. Peygamber’in emrine verilip Ona da Hz. Süleyman’a yaptıkları gibi kaleler, mâbedler, havuzlar vs. yaptıklarından bahsedilmemektedir. Hz. Peygamber’in cinlerden hizmetçileri yoktu, Mescid-i Nebeviyye’yi ashâbıyla beraber bizzat kendisi çalışarak inşâ etmişti. Düşmana karşı korunmak için Medine’nin etrafına kazılan hendekte bizzat kendisi de kazma-kürek çalışmıştı. Ev işlerini de hanımları ve kendisi görmüştü. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.

Günümüzde ve daha sonraki asırlarda müslümanlar, cin ve şeytanları kendilerine boyun eğdirip onları çalıştırmayı hayal etmek yerine; kendileri çalışmayı öğrenmeli, dünya ve âhirette hor ve zelil olmaktan kurtulmalıdırlar. Hz. Peygamber’in yukarıda sayılan davranışlarında, ümmeti için bu konuda gerekli olan uyarı vardır. Müslümanlar, cehâlet, hurâfe ve saflık içinde, tarlasının burçağını yoldurduğunu, ekip biçtirdiğini ileri süren, yerin altında gizli altın ve gümüşlerin, definelerin, hazinelerin yerini cinlerden öğrendiğini iddia eden cinci denilen yalancı kimselerin kendilerinde kudret ve üstünlük olduğunu göstermek için ortaya attıkları sözlerine kanmamalıdır. Aksine kafa ve gönüllerini Kur’an’ın aydınlığına açmalı, bu tür hayâlî şeylerden medet beklemekten vazgeçerek çalışmalı, ilmin verilerine kulak vermelidir. Cinlerden yerin altındaki hazinelerin yerini öğrenmeyi bekleyeceklerine, yerin altındaki cevherleri, madenleri, petrolü keşfedip yeryüzüne çıkartarak zenginleşmek ve zilletten kurtulmak için bunların bilimsel yollarını öğrenip tatbik etmelidir.

Hz. Süleyman’ın Kur’ân-ı Kerim’de haber verilen durumu hâriç, dünya kuruldu kurulalı cinlerin insanlara itaati söz konusu değildir. Elimizde bunun aksini ortaya koyacak deliller bulunmamaktadır. Cinlerin insanlara itaati, onların tabiatlarına da aykırıdır. Onlar kendi arzularıyla insanın emrine girmemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’den, onların Hz. Süleyman’ın emrine de kendi istekleriyle girmediklerini anlıyoruz: “Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırdık.”[405]

Bu âyetten, cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine girmelerinin ancak Allah’ın izin ve müsaadesiyle, yani emriyle mümkün olduğu anlaşılıyor. O zaman, cinleri emirleri altına aldığını iddia eden insanların bu konuda kendilerinin delilleri nelerdir? Allah’ın izin vermediği bir şeyi yapmaya muktedir olduklarını nasıl iddia edebiliyorlar? Âyette, cinlerin Hz. Süleyman’ın (a.s.) emrine, Allah’ın buyruğuyla girdikleri, buna itaatsizlik edenlerin alevli bir ateşle cezalandırıldıkları haber veriliyor. Demek ki cinler isteseler de Hz. Süleyman’ın emrinden çıkamazlardı; aksi takdirde azab olunarak imhâ ediliyorlar ya da zorla itaate sokuluyorlardı. Yine, Kur’an’da cinlerin zorla Hz. Süleyman’ın emrine verildikleri ve o vefat edinceye kadar bu durumdan kurtulamadıkları bildirilmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şâyet cinler gaybı/görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azabın içinde kalmazlardı.”[406] Şu halde, Allah’ın zorla Hz. Süleyman’ın buyruğuna verdiği, ondan sonra da kimsenin emrine vermediğini Süleyman (a.s.) ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle haber verdiği cinleri, başkalarının emri ve hizmetine verdiğini iddia etmek, büyük bir yalan olmalıdır.

Cinlerin kendi istekleriyle insanoğluna itaati ta ilk baştan beri söz konusu değildir. Çünkü onların büyükleri olan İblis, Hz. Âdem yaratıldığı zaman, Cenâb-ı Hakk’ın ona boyun eğmesi konusundaki emrini dinlemeyerek isyan etmiş, büyüklük taslayarak kâfirlerden olmuştur. Bu durum, Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde haber verilmektedir.[407] İslâm âlimlerinin çoğu, bu âyet-i kerimelerdeki “secde” kelimesi ile, Hz. Âdem’e ibâdetin değil; ona itaat ve boyun eğmenin kastedildiğini söylemektedirler. Bu durumda, yaratıldığı günden beri insana karşı büyüklenen, kendisini üstün gören İblis ile onun soyu olan cinlerin, kendi istek ve arzularıyla bazı insanların emrine girdiğini, onlara hizmet ettiğini ileri sürmek boş bir iddia olmaktan öteye gidemez. Bu konularda yazılan ve halkın elinde dolaşan kitaplar, İslâm’dan önceki câhiliyye toplumlarının inanç, gelenek ve kültürlerinden geçmiş asılsız şeyler ve hurâfelerle doludur. Bunlar, Yıldıznâme, Gizli İlimler Hazinesi vb. adlarla insanların ellerinde bulunan derlemelerdir. Yıldıznâme denilen kitaplardaki bilgilerin yıldızlara tapan Sâbiîlerden geçen hurâfelerle dolu olduğunda şüphe yoktur. Gizli İlimler Hazinesi denilen kitaplar da Bâbil, Âsur, Sümer, Hitit, Eski Mısır vs. kültürlerden geçmiş safsatalarla doludur.[408]

 

Cinlere İnsandan Peygamber Olur mu?

Peygamberimiz Cinlere de Gönderilmiş Bir Peygamber midir?

Peygamberimiz için “ins ve cin peygamberi”, Rasûlu’s sekaleyn” yani iki cinsin (insan ve cinlerin) Rasûlü gibi ifadeler kullanıldığına şâhit oluyoruz. Eski âlimlerin görüşünün böyle olduğunu biliyoruz. Bu konuda, Kur’an, Sünnet, Siyer ve selim akıl ışığında halk arasında kabul gören bu anlayışı tahlil edelim.

Öncelikle, Kur’ân-ı Kerim, Muhammed aleyhisselâm’ın kimlere gönderildiğini söylüyor? Cinlere de peygamberlik yaptığına, tebliğ ettiğine dair bir delil var mı? Peygamberimizin böyle bir açıklaması var mı? Bu sorulara cevap bulmak zorundayız.

 

1- Kur’an, İnsanlara İnsan Peygamber Gönderildiğini Söyler.

 

Allah sadece insanlardan peygamber seçmez. Her cinsin kendilerinden peygamber olur: “Allah meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Doğrusu Allah işitir ve görür.”[409] Meleklere meleklerden peygamber, insanlara insanlardan peygamber olacağına göre, cinlere de cinlerden peygamber gönderilmiş olması gerekir.

 

Eğer yeryüzünde yaşayanlar insan değil de melek olsaydı, o zaman onlara meleklerden bir peygamber gönderilirdi: "De ki: Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.”[410] İnsan aklı da, insanlara kendilerinden bir peygamber gönderilmesini ma’kul görür. İnsan dışında başka bir varllık peygamber olarak gönderilseydi o zaman kâfirler, “biz ona nasıl uyalım, o farklı bir varlık; biz onun gibi olamayız ki” derler ve insan olmayan bir peygambere itaat edemeyeceklerini söylerlerdi. O yüzden peygamberimizin yaratılış ve ontolojik açıdan aynen bizim bir benzerimiz olduğu ifade edilir: “De ki: ‘Ben, ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Şu halde O'na yönelin ve O'ndan bağışlanma dileyin. Şirk koşanların vay hallerine!”[411]  Bize gönderilen peygamber de aynen bizim gibi bir beşer olmalı.

 

Kur’ân-ı Kerim ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır. Söz gelimi, “Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmet olmasın…”[412] âyetinde olduğu gibi hayvanlar ve kuşlar da birer ümmettir. Peygamberimiz (s.a.s.), köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtiyor.[413]

 

Cinlerin de haydi haydi bir ümmet olduğu anlaşılmaktadır. Ve her ümmete kendilerinden peygamber gönderilmiştir: “Her ümmet, kendi peygamberine tâbi olur.”[414];

“Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri kendilerine gelince, aralarında adaletle hükmedilir, hiçbirine zulmedilmez.”[415]

“…Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.” [416]

"Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım."[417]

Cinler de insanlar gibi ibâdet için yaratıldığına göre, onların ibâdetleri nasıl olacaktır? Onların birbirleriyle ve insanlarla, diğer varlıklarla ilişkilerinde helâl ve haramlar nelerdir, Kur’an bunları izah etmez. Demek ki onların kendilerine yönelik kitapları vardır, dinlerini kendilerine anlatan peygamberleri vardır. Ayrıntılı olarak nasıl kulluk yapacakları, hangi görevlerle ve hangi yasaklarla muhatap oldukları ifade edilmiş olmalıdır.

Her Peygamber Kendi Kavminin Diliyle Gönderilir: “Biz her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın. Artık Allah dilediğini sapıklığa düşürür dilediğini de doğru yola eriştirir. O, yücedir, hakîmdir.”[418] Rasûlullah cinlere de gönderilmiş olsaydı, onların diliyle gönderilmesi gerekecekti. Hâlbuki Hz. Muhammed’in (s.a.s.) cinlerin dilini bildiğine, onları toplayıp onlara İslâm'ı anlattığına dair bir bilgimiz söz konusu değildir. Bilseydi vahiy yoluyla ya da kendi beyanıyla öğrenirdik. Tebliğ edebilmesi için onların dilinden anlaması gerekirdi. Bu durumda Hz. Peygamber'in cinlere tebliğinden söz edilemez. Hâlbuki o risaletini açıkça duyurmakla mükelleftir. Duyurmazsa görevini yapmamış olur.[419]

Kur’an Açık Şekilde Peygamberimizi, İnsanlara Rasûl Olarak Gönderdiğini Söylüyor: Allahu Teâlâ'nın Hz. Peygamber (s)'e, "Biz seni insanlara bir rasûl/elçi olarak gönderdik."[420] şeklindeki hitabıyla onun insanlara peygamber olarak gönderildiği ifade edilmektedir. Cinlere veya meleklere "tebliğ eden" bir peygamberden Kur'an söz etmemektedir.

 

Cinler Rasûlullah’ı (s.a.s.) dinlerken o, cinleri görmediği gibi onların onu dinlediğinin farkında da değildi: "De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’an dinleyip şöyle dedikleri bana vahyolundu: Biz harikulâde güzel bir Kur’an dinledik."[421] Farkında olsaydı, "şöyle dedikleri bana vahyolundu" yerine "şöyle dediler" derdi. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) cinlerden herhangi biriyle konuşarak kendisine indirilen Kur’an’ı ona tebliğ ettiğini ve kendisine inanmadıkları takdirde kâfir olacaklarını söyleyip cehennem azabıyla onları tehdit etiğini göremiyoruz. Zaten Hz. Peygamber'in cinlere de tebliğ etme yükümlülüğü olsaydı, Kur'an bir yerinde bu görevi belirtir ve onlara tebliğ etmesini söyler, tebliğ karşısında nasıl tavır takındıklarını anlatırdı.

İbn Abbas'ın naklettiği "Hz. Peygamber, cinlere Kur’an okumadığı gibi, onları görmedi de."[422] şeklindeki rivayet de Hz. Peygamber (s.a.s.) ile cinler arasında karşılıklı bir diyalogun olmadığı fikrini desteklemektedir.

Kur'an, tüm insanlar için hidayet kaynağıdır. Kur’an’ın insanlar için hidâyet kaynağı olduğu vurgusu yapılır,[423] ama cinlerin hidayet kaynağıdır ya da insan ve cinlerin hidayet kaynağıdır denilmez. 

 

Meleklerden Peygamber ve İnsanlardan Peygamberden Bahseden Kur’an “Cinlerden Peygamber” Olduğunu Söylüyor mu? Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınızı bildirerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?”[424] Âyetin metninde “rusulun minkum” / “Sizden Rasûller, sizin kendi cinsinizden peygamberler” deniliyor. O yüzden cinlere cinlerden peygamber olduğu anlaşılıyor. Bu âyetten anlaşılan; insanlara olduğu gibi cinlere de kendi içlerinden peygamber gönderilmiş olmasıdır.

"Biz, bir rasûl göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz."[425] Cinler de kulluk için yaratıldıklarına[426] ve iman etmeyenlerin azaba uğratılacağına göre,[427] kendilerine peygamber gönderilmiş olması gerekir.

Cin Sûresindeki Âyetler Bu Anlatılanlarla Çelişmiyor mu? Kur’an’a baktığımızda Cin sûresinde Kur’an dinleyip hayran kalan cinlerden bahsedilerek onların bazı özellikleri bize anlatılmakla birlikte; cinlerin nasıl ibâdet edeceği, hangi hükümlere nasıl muhatap oldukları, onlara Rablerinin özel emirleri ve duyuruları söz konusu edilmemektedir. Yani, Kur’an insan ve cinlerin ortak kitabı gibi değerlendirilemez. Peygamberimizin de cinlere peygamberlik yaptığı, onların problemlerini çözdüğü, onlarla sık sık görüştüğü sözkonusu değildir. Zaten cins farklılığı vardır. Her topluma kendilerinden bir peygamber gönderilir. 

Cinlerin Kur’an’ı dinledikleri ve bir kısmının iman ettiği Cin sûresinde açıklanır.[428] Bu, Kur’an’ın önemini vurgular. Bu ayetten cinlerin de Kur’an’a hayran kaldığını ve Allah’ın kitabı olarak iman ettiklerini anlıyoruz.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur'an'da net olarak Hz. Muhammed'in hem insanların hem de cinlerin peygamberi olduğu (Rasûlü’s-sakaleyn) ifade edilmemektedir. Makul olan cinlere cinlerden peygamber gönderilmiş olmasıdır. Cinleri imanî ve amelî açıdan hidayete sevk etmenin en münasip yolu, onlara kendi türlerinden elçilerin gelmesi ve onlara rehberlik etmesidir. Aksi takdirde Rasûlullah'ın okuduğu Kur’an’ı dinlediği Kur'an'da ifade edilen cinler -bildiğimiz anlamda cin iseler- tabiatlarının farklı olması nedeniyle Kitab'ın ancak bir kısmına uyabilirler.

 

En doğrusunu Allah bilir.

 

Cinlerle Evlenmek

İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerim'de yer alan bazı âyetlere dayanarak cinlerin kendi aralarında evlenip yapılarına uygun aile hayatı yaşayarak çocuk sahibi olduklarını söylemişlerdir.[429] Bu âlimlerin görüşlerine delil gösterdikleri âyetlerden birisinde şöyle buyrulmaktadır: “Oralarda, gözünü yalnız er­keklerine çevirmiş (öyle dilberler) vardır ki, bunlardan önce ne bir insan, ne de bir cin asla kendilerine dokunmamıştır.”[430]

55/Rahmân, 56; 18/Kehf, 50 âyetleri, cinlerin de yapılarına uygun bir şekilde cin­sel ilişkide bulunduklarını ve zürriyete sahip olmak için kendi aralarında evlendiklerini göstermektedir. Bu konuda İslâm âlimleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı göze çarpmamak­tadır. Ancak cinlerle insanlar evlenebilir mi? Cinlere mensup bir kadın ile insan neslinden bir erkek, ya da bir kadın ile bir cin erkeği evlenebilir mi? Bu mümkün mü ve İslâm'a göre caiz olur mu? Bu konuda İslâm âlimleri arasında bazı görüş farklılıkları olduğu anlaşılmaktadır.

Önceki kültürlerin bir incelemesi, insanlarla cinlerin evlenebildiklerine dair inancın çok eskilere dayandığını ortaya koymaktadır. Nitekim eş-Şiblî'nin kaydettiğine göre, babası insan, annesi cin olan kişilerden doğan kimseye Araplar "el-Has" demekteydiler. Yine, insan ile cin sihirbazın­dan dünyaya gelene de "el-Amlûk" diyorlardı.[431] İbn Cerîr'in, Atâ'dan naklettiğine göre ise, İbn Abbâs: "Kişi karısıyla hayızlı haldeyken cinsel birleşmede bulunursa, şeytan o adamdan daha önce davranır da, o kadın muhannese (eşcinsel) hâmile kalır. Muhannesler cin çocuklarıdır."[432] demiştir. İbn Abbâs'ın bu rivayetinin, devrin yanlış tıp bilgisini yansıttığı açıktır. Ar­tık günümüzde, hayızlı haldeyken kadının hamile kalmayaca­ğı, bu durumun kadının rahmindeki yumurtanın parçalanma­sı sonucu oluştuğu, çocuğun meydana gelmesinin ise erkeğin sperminin kadının rahmindeki yumurtaya yerleşmesi neticesi meydana gelen döllenmenin sonucu olduğu, hayız halinde kadının rahminde döllenecek yumurta bulunmadığından, cinsî ilişkide bulunulsa bile döllenmenin söz konusu olmayacağı bilinmektedir. İbn Abbâs'ın, Kur’an-ı Kerîm'de yer alan bu ko­nudaki yasağı açıklamak için başvurduğu tahmin edilen bu rıvayetin Câhiliye kökenli olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü yanlış bir tıp bilgisinin ürünü olan bu rivayetin, Allah katın­dan vahiy alan Hz. Peygamber'e nisbet edilemeyeceği açıktır. İbn Abbâs, bunu Ehl-i Kitâb'dan da almış olabilir. Çünkü onlarda da bir erkeğin hayızlı halde hanımına yaklaşması yasak­tır.[433] Kur’an-ı Kerîm'in bu konudaki yasağının, bu durumda­ki kadınların ruh ve beden sağlıklarının korunmasına yönelik olduğu hususu açıklanmaya muhtaç değildir.

İslâm âlimlerinden bir grup, Kur’an-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerle, bir kısım hadisleri delil göstererek, cinlerle evlenmenin mümkün ve bu­nun dince caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir, İbn Nuceym, el-Hasenü'l-Basrî'ye cinlerle nikâh hakkında sorulduğunda, onun böyle bir nikâhın şâhidsiz olarak caiz olduğunu söylediğini kaydetmektedir.[434] ed-Demirî ise, Kur’an ve ilim ehli bir zat tanıdığını, bu kişinin kendisine, birer birer olmak üzere cinlerden toplam dört tane kadınla evlendiğini söylediğini kaydetmektedir.[435] eş-Şiblî ise cinler hakkında te'lif etmiş ol­duğu eserinde, cinlerle nikâhın mümkün olduğunu savun­maktadır. eş-Şiblî bu konuda şunları söylemektedir: "Hz. Peygamber'in cinlerle evlenmeyi yasaklaması, fukahânın, cinlerle insanlar arasında nikâh caiz değildir demeleri, Tâbiin'den bazı kimselerin bunu hoş karşılamaması, böyle bir şeyin mümkün ol­duğunu gösterir. Çünkü mümkün olmayan bir şeyin caiz olduğu­na veya meşru olmadığına hükmedilmez.[436] eş-Şiblî'nin Rasûlullah'ın cinlerle nikâhı yasakladığını bildirdiği rivayet, sahih kaynaklarımızda yer almayan mürsel bir nakildir ve hadis âlimlerinden Zührî'ye nisbet edilmektedir.[437]

Şiblî, cinlerle insanların evlenmelerinin mümkün olduğundan başka, bunun meydana geldiğine dair bazı hikâ­yeler de kaydediyor.[438] Şiblî’nin cinlerle insanların evlenmesinin mümkün olduğuna dair delilleri ve bu konudaki görüşü ise şöyledir: "Bunun imkân ve vukuuna gelince, insanların cinlerle veya cinlerin insanlarla evlenmesi mümkündür. Seâlibî der ki: insanlarla cinler arasında evlenmek ve çoluk-çocuk sahibi olmak mümkündür. Çünkü Allah, 'Mallarına, çocuklarına ortak ol' bu­yurmuştur. Allah Rasülü de şöyle buyurmuştur: “Kişi hanımı ile cinsel ilişki kurduğunda besmele çekmezse, şeytan onun erkeklik organına hulûl eder ve onunla beraber cima eder.”[439]

Cins ayrılığından dolayı cinlerle insanla­rın evlenmesinin mümkün olmadığına dair İslâm âlimleri ta­rafından delil gösterilen âyetler olaya netlik kazandırmaktadır. İmam Mâlik'in, zina yoluyla hamile kalan kadınlara, bu çocuğun babası kimdir? diye sorulduğunda, "Cindir" diyerek hukukî sorumluluktan kurtulmak isteyeceklerini, böylece toplumda fesadın, fuhuş ve ahlâkî çöküntünün yayılacağını, bu açıdan cinlerle nikâhı şahsen hoş karşılamadığını söylediği ifade ediliyor. Hâlbuki dinen yapılmasında bir sakınca görülmeyen hususların toplu­mun fesadına değil, ıslâhına ve faydasına hizmet edeceği açık­tır. Toplumun bozulmasına sebep olan hususları yapmanın dinen sakıncalı olduğu herkesçe malumdur. O zaman, müslümanlar arasında zina ve fuhşun yaygınlaşmasına, fesadın yer­leşmesine sebep olacağı biidirilen "Bir insanın cinlerle evlen­mesi hususu" dinen nasıl sakıncalı olmaz? Bunu kabul etme­nin mümkün olmadığı açıktır. Her iki cinsin evlenme­leri, cinsel ilişkide bulunup çocuk sahibi olmaları zaten yara­tılışları açısından mümkün değildir. Çünkü cinler ruhanî, insanlar cismânî varlıklardır.

Şiblî, insanlarla cinler arasında cins ayrılığı olduğu­nu kaydetmekte ve Cenâb-ı Hakk'ın bize kendi cinsimizden eşler yarattığını söyleyerek bazı âyetleri bu konuda delil getirmektedir. Onun görüşüne göre, cinler kendi cinsimizden olma­dığına göre, Allah (c.c.) onları bize eş olarak yaratmamıştır. Kendi cinsimizden olan kadınları, onlarla yaşamamız için yaratmıştır. Şiblî, cinlerle insanların evlenmesi konusunda şer'î engel de bulunduğunu kaydederek, nikâh ile eşlerin bir arada tat­lı tatlı yaşayıp gitmelerinin hedef alındığını, evlilikte karşılık­lı sevgi ve saygının olması gerektiğini, oysa cinlerle insanlar arasında sevgi ve saygı bulunmadığını kaydetmektedir.[440] Şiblî'ye göre, iki cins arasında düşmanlık hâlâ devam etmektedir ve: “(Allah da): ‘Birbirinize düşman olarak inin. Siz yeryüzünde belli bir süreye kadar kalacak ve orada geçim süreceksiniz’ dedi.”[441]

 

“Allah size kendi cinsinizden (min enfusikum) eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar türetti; sizi güzel ürünlerle rızıklandırdı.”[442]

 

“Kendileriyle huzura kavuşacağınız kendi türünüzden (min enfusikum) eşler yaratıp aranıza “meveddet ve rahmet” (sevgi ve şefkat duyguları) yerleştirmesi de O’nun âyetlerindendir (varlığının ve birliğinin belgelerindendir). Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır.”[443]

Bu iki âyette de eşlerin kendi cinsimizden, kendi türümüzden olacağı “min enfusikum” şeklinde belirtiliyor. Başka türden bir varlıkla evlenmemimizin mümkün olmadığını bu âyetlerden net olarak çıkarabiliriz. 

Müfessirler, kaydettiğimiz son âyette geçen (rahmet) kelime­si ile cinsel ilişki, (el-meveddet) kelimesi ile de çocuk kasdedildiğini bildirmişlerdir.[444] Bu durumda, bu âyetten, insanlarla cinler arasında cinsel ilişki ve çocuk sahibi olma husu­sunun mümkün olmadığı, bunun ancak insanla insan arasında mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Kısacası bu âyet, cinle insanın cinsel ilişkisinin ve bu yolla çocuk sahibi olunmasının imkân dâhilinde olmadığına işaret etmektedir. İbn Nuceym, bazı İslâm âlimlerinin, kaydettiğimiz bu âyetleri insanların cinlerle nikâhının haram olduğuna delil saydıklarını kaydet­mektedir.[445]

İnsanlarla cinler arasında nikâhın müm­kün olmadığını, konuyla ilgili olarak zikredilen dinî delillerin sadece bunun caiz olmadığını değil, aynı zamanda böyle bir şeyin fiilen imkân dâhilinde olmadığına delâlet ettiğini kay­detmek durumundayız. Halk arasında rastlanılan konuyla ilgili riva­yetlerin asılsız olduğunu, cinlerle evli olduğunu ileri süren kimselerin ruhsal açıdan rahatsız olduklarını ve tedaviye ihtiyaçları olduğunu belirtmek istiyoruz.[446]

 

 

Cinler, Vahye Müdâhale Edebilir mi? Garanik Olayı Gerçekleşmiş midir?

Bilindiği gibi Garanik olayı yaklaşık olarak şöyle rivayet edilir. Şeytanın etkisiyle Rasûlüllah’ın (s.a.s.) Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerine, Kâbe’nin yanında Necm sûresini okurken, Şeytan’ın etkisiyle dilinden müşriklerin putlarını övecek şeyler çıktığı rivayet edilir. Bu olayın etkisiyle müşriklerin de, peygamber ile beraber secdeye gittikleri ve bunu haber alan Habeşistan’daki müslümanların da olayı Müşriklerin İslâm’ı kabul ettikleri şeklinde anlayarak, Mekke’ye geri döndükleri anlatılır.

Böyle bir olayın gerçekleştiği iddiası asla kabul edilemez. Zira Yüce Allah peygamberini şirki övmesi için değil, ondan sakındırması için göndermiştir. Seçtiği elçiler de hiçbir zaman bunun dışına çıkamazlar. Şayet (hâşâ) çıkarlarsa ânında bütün kudretlerini kendilerinden giderecek şekilde kendilerine müdahale edeceğini bildiren de Allah’tır; “Eğer o, (Muhammed), bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip alıverirdik.”[447] Kaldı ki şeytanların peygamberlere değil de kendilerine uyup Allah’ın korumasından çıkanlara müdahale edebileceklerini de yine Kur’an apaçık bir şekilde bildirmektedir; “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, 'gerçeği ters yüz eden', günaha düşkün olan her yalancıya inerler. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları da yalan söylerler.”[448]

Diğer yandan Garanik olayıyla ilgili olduğu söylenen Necm sûresindeki ayetlere baktığımızda da, böyle bir olayın asla söz konusu bile olamayacağını kolaylıkla görebiliriz. “(Allah’ı bırakıp taptığınız) Lât(ın), Uzzâ (nın) ve (bunların) üçüncüsü olan diğer Menât (ın herhangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı?) Bize haber verin. Erkek size, dişi Allah'a mı? Eğer böyleyse, bu, çarpık bir paylaşma. Bu (putlar) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili 'hiçbir delil' indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” [449]

Dolayısıyla Hac sûresi elli ikinci ayetini bu olayın olduğuna değil, olmadığına delil görmek daha doğru olacaktır. “Biz, senden evvel hiçbir Rasûl, hiç bir nebi göndermedik ki o, (bir şey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında ille (bir fitne meydana) atmış olmasın. Nihayet Allah, şeytanın ilka edeceği (o fitneyi) giderir, iptal eder. Yine Allah ayetlerini sâbit (ve mahfuz) kılar. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[450] Görülüyor ki Allah, şeytanın peygamberin daveti ile ilgili oluşturmak istediği kirleri ve zihin karışıklıklarına izin vermeyeceğini ve peygamberini ve hak daveti koruyacağını beyan buyurmaktadır.[451]

 

Cinler Hastalıklara Sebep Olabilir mi?  

Akıl Hastalıklarının Cinlerle İlgisi

 

Yahudi ve Hıristiyanlarda, delirme vakalarının cinlerden meydana geldiğine dair bir kanaatin mevcut olduğunu, İnciller'de Hz. İsa'nın bir mucize olarak cinleri kovmak sûretiyle delileri iyileştirdiğinden söz edildiğini görmekteyiz.[452]

 

Birtakım İslâmî rivayetlerde de, bazı delilerin okunmak sûretiyle tedavi edildiğinden bahsedilmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda, ashabdan bazılarının bu işlemi yaptığı nakledilmektedir. Hz. Peygamber'in bizzat okumak sûretiyle cinleri kovup, delileri tedavi ettiğinden söz eden rivayetlerin sayısı çok azdır. Sahih hadis kaynaklarımızda ise, Rasûlullah'ın böyle bir uygulamasından bahseden rivayete rastlanılamamıştır.

Konuyla ilgili rivayetlerden bir tanesi ed-Dârimî tarafından İbn Abbâs'tan (r.a.) nakledilmiştir. Buna göre, bir kadın Hz. Peygamber'e çocuğunu getirmiş ve "Bu çocuğumu cin çarpıyor, sabah akşam onun aklını alıyor ve üzerimize pisliyor" dîye şikâyet etmiştir. Hz. Peygamber de bu çocuğun göğsünü sıvazlamış ve duâ etmiştir. O zaman çocuk derhal kusmuş ve içinden "siyah köpek yavrusu gibi" bir şey çıkarak koşup gitmiştir.[453]

Ancak, Hz. Peygamber'in deli çocuğu iyileştirdiğinden bahseden ed-Dârimî'nin yukardaki rivayeti zayıftır.[454]

ed-Dârimî, aynı olaydan bahseden bir başka rivayeti Câbir'den (r.a.) nakletmiştir. Bu rivayet olaya biraz daha açıklık getirmektedir. Buna göre, "Hz. Peygamber'le beraber bir sefere çıktıklarında, bir kadın Rasûlullah'a başvurarak, 'Ey Allah'ın Elçisi.' Bu oğlumu şeytan her gün üç kere tutuyor' dedi. Hz. Peygamber çocuğu aldı ve onu bineğinin ön tarafına kucağına oturttu. Sonra üç kez: ‘Uzaklaş ey Allah'ın düşmanı, ben Allah'ın Elçisiyim’ buyurdu. Sonra da çocuğu kadına verdi. Yolculuğu bitirerek oraya uğradıklarında, o kadın çocuğuyla beraber Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı. Yanında iki tane koç getirmişti. 'Yâ Resülallah! Hediyemi kabul et. Seni hakla gönderen Allah'a yemin olsun ki, daha sonra (çocuğumu tutan şeytan) bir daha geri gelmedi' dedi. Hz. Peygamber de 'O koyunlardan bir tanesini kabul edin' buyurdu.[455] Ancak, ed-Dârimî'nin bu ikinci rivayeti de sahih değildir.[456]

Konumuzla ilgili olarak ibn Mâce'nin kaydettiği iki rivayet vardır. Bunlardan ilki, Ebû Leylâ el-Ensâri'den (r.a.) nakledilmiştir. Buna göre, Hz. Peygamber'in yanına bir bedevi gelerek, 'Hasta bir erkek kardeşim var', demiştir. Hz. Peygamber de, 'kardeşinin hastalığı nedir?' diye sorunca bedevi: 'Kardeşimde bir çeşit delilik (lemem) var' deyince, Hz. Peygamber de bedeviye, 'Git, onu bana getir' buyurmuştur. Bedevi kardeşini getirdikten sonra, Hz. Peygamber, şifâya kavuşması için Allah'a sığınarak ona Fâtiha, Bakara sûresinin başından dört âyet, ortasından “Ve ilâhukum ilâhun vâhıd” âyetiyle, Ayetü'l-Kürsî, Bakara'nın son üç âyeti, Âl-i İmrân sûresinden bir âyet: “Şehida'llahu ennehû lâ ilâhe illâ Hû”, A'râf sûresinden “İnne Rebbekumu'llezi haleka” âyeti, Mü'minûn sûresinden  “Ve men yed'u me'a'llahi ilâhen âhara” âyeti, Cin sûresinden “Ve ennehû Te'âlâ Ceddu Rabbinâ ... âyeti, Saffât sûresinin başından on âyet, Haşr sûresinin sonundan üç âyet, İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okudu. Bedevi de şifâya kavuştu ve hiçbir sıkıntısı kalmadı.”[457]

Ancak yukarıda kaydetmiş olduğumuz bu rivayet de sahih değildir.[458]

İbn Mâce'nin kaydettiği diğer rivayet ise, Osman b. Ebi'l-Âs'tan (r.a.) gelmektedir. Buna göre Osman b. Ebi'l-Âs, Tâif valiliğine tayin edildiği dönemde, namazda kendisine bir hal olmaya başladığını, ne kıldığını bilemez duruma geldiğini, bunun üzerine kalkıp Medine'ye gittiğini, Hz. Peygamber’e durumu arzettiğini nakletmektedir. Rasûlullah, Osman b. Ebi'l-Âs'tan durumu öğrenince: 'Anlattığın şey şeytandır, onu bana yaklaştır' buyurdu. Osman da, Hz. Peygamber'in yanına vararak diz çöktü. Rasûlullah (s.a.s.) mübarek eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükürdü ve: 'Çık, ey Allah'ın düşmanı' dedi. Bu işi üç defa tekrarladı. Sonra da Osmân b. Ebi'l-Âs'a: 'Git vazifenle meşgul ol' buyurdu. Osman (r.a.): 'Hayatıma andolsun ki, ondan sonra şeytanın bana sokulduğunu zannetmiyorum' dedi.[459] el-Hâkim, bu rivayetin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Bu durumda bu rivayetin metninin problemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu rivâyet, ilmî açıdan tam sekiz delilden dolayı sahih değildir. [460]

Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in Osman b. Ebi'l-Âs'dan şeytanı çıkarıp kovduğuna dair İbn Mâce rivayetinin sahih olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple yukarıdan beri kaydedip değerlendirmeye çalıştığımız bu rivayetlere güvenilerek bu konu hakkında kesin bir kanaate varmak doğru değildir.

Bu rivayetlerin güvenilir olmadığı ortadadır ve İslâm dünyasında bunları güvenilir sayacak bir tek ilim adımı da yoktur. Kur'an ve sahih hadislerde ne cin çıkarma vardır, ne de cin çıkarmak için hastaya dayak atma vardır. Bunlar daha önce de belirttiğimiz gibi toplumda yaşayan, ancak kaynağının İslâm olmadığı; aksine Bâbil, Âsur, Yahudilik, Hristiyanlık, Cahiliye dönemi olan uygulamalardır. Hristiyanlık'ta hastadan cin çıkarmak için başvurulan yöntemler çok meşhurdur ve kaynağı İncillerdir.[461] Ortaçağ Batı dünyası, içine şeytan girmiş diye hastaları meydanlarda diri diri yakıyordu. Söz gelimi Fransa'da I. Fransuva (1515-1547) devrinde yüz binden fazla akıl hastası "içine şeytan girmiştir" diye meydanlarda diri diri yakılmıştı.[462] İslâm'dan önce, Câhiliye döneminde toplumda bu işi meslek edinmiş, bu işten menfaat sağlayan birtakım kimselerin mevcut olduğu ilmî delilleriyle ortadadır.[463]

Bu rivayetler, Cahiliye dönemi inancı ve uygulamalarıyla karışmış, İslâm'ın aydınlık ve berrak bakış tarzını yansıtmayan asılsız rivayetlerdir. Bunların, ötedenberi bu işi meslek edinmiş, menfaatperest bazı kimseler tarafından yaptıkları işe meşruiyet kazandırmak için ortaya atılmadıklarını kim garanti edebilir? Bu açıdan, toplumumuzda yer alan cin çıkarma metodlarını İslâm'a maletmek doğru değildir. Bunlar Anadolu kültüründe, Anadolu İslâm'laşmadan önce de çok yaygın olarak vardı. Burada yaşayan Hristiyan halktan bu konuyla ilgili bazı malzemenin, müslüman halka da geçtiğini, bu malzeme ve uygulamaların olabildiğince İslâmî kimliğe büründürülmeye çalışıldığını tahmin etmek zor değildir.[464]

Ateist olduğu halde müftülük yapacak kadar samimiyetsizliği tescilli olan İslâm düşmanı Turan Dursun, İslâm âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye (v.1350) ile İbn Teymiyye'nin (v.1328) bu konuyla ilgili, fakat kendi çağlarının görüşlerini yansıtan ve bilimsel olarak hatalı olduğu günümüzde ortaya çıkan fikirlerini de naklederek onları ağır şekilde suçluyor. Onların cin çıkarma ile ilgili olarak hastaya dayak atılması lazım geldiğini söylediklerini, cin çıkarma ile ilgili hadisler olduğunu kaydettiklerini naklediyor. Yine onların, sâra ve benzerî hastalıkların cin ve şeytanlardan ileri gelmediğini söyleyerek birtakım tıbbî açıklamalar ileri süren doktor ve düşünürlere "cahil ve dinsiz" dediklerini kaydediyor.[465] Dinden olan şeylerle olmayan şeylerin iyi ayırt edilmesi gerektiği açıktır. Karşıdaki insanı dinsizlikle itham etmek için dinden olan ya da olmayan hususların net ve kesin bir şekilde ortaya konulması gerekir. Bu konuda İslâm'ın görüşü şu şekilde ortaya konulabilir: Melekler gibi, cin ve şeytan denilen ruhanî varlıklar mevcuttur. Bunların mahiyetleri ne ise ona iman etmek gerekir. Tıbbî sebeplerine sarılıp gerekli tedaviye yapıştıktan sonra, bir mü’min sonuçta şifâ verenin Allah olduğuna inanmak durumundadır. Kur’an ve hadislerdeki duâlar da, birtakım ruhsal sorunların ve bunlara bağlı maddî rahatsızlıkların giderilmesinde moral açıdan yararlı olabilir. Bu açıdan Kur’an, mü'minler için bir şifâdır, faydalıdır. Kanaatimizce bu tür hastalara okunacak âyet ve duâlar moral kazandırma yönüyle fayda verebilir.

Geçmişte bazı İslâm âlimlerinin yaptığı gibi birtakım asılsız ya da zayıf rivayetlere dayanarak, sâra ve deliliğin cinlerden olduğuna inanmayanları dinsizlikle suçlamak asla doğru değildir. Bundan 6-7 asır önce, ellerindeki imkân ve zamanın tıp bilgisine, içinde yaşadıkları çağın kültürüne bağlı olarak, delilik ya da sâra hastalığının cinlerden meydana geldiğini, hastaya dayak atılarak bu cinlerin çıkarılabileceğini ileri süren İbn Kayyım el-Cevziyye ya da İbn Teymiyye'nin bu konudaki görüşlerini din sanarak, bunları İslâm'a mâletmenin yanlışlığı ortadadır. İslâm’a ve âlimlere karşı düşmanca tavırlarıyla meşhur Turan Dursun, bu konuda insaflı davranmamaktadır. Tarihî, sosyal birtakım gelişmeleri gözardı etmekte, çağının telakkisine göre davranan İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'yi ayıplamaktadır. Acaba Turan Dursun, İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'nin devrinde yaşasaydı bu konuda hangi görüşe sahip olurdu, doğrusu insan merak ediyor.

Hz. Peygamber'in bu yönünün, yani onun delileri iyileştirdiğinin ya da İslâm'ın, deliliğin cinlerden meydana gelip gelmediği, birtakım ruhsal rahatsızlıkların (deliliğin) okumakla tedavi edilip edilmeyeceği konusundaki görüşünün ne olduğunun gerçek delillere dayanması gerektiği kanaatindeyiz. Günümüzde tıbbın bu konuda herkesçe bilinen bir tutumu vardır ve tıp otoriteleri, bu konuda menfi bir tutum içinde olup, ruhsal sorunları olan hastaların halk kültüründe mevcut olan ve kaynağını dinden aldığı kabul edilen "Okunma Yoluyla Tedavi" metoduna başvurmalarını tavsiye etmemektedirler. Bazı Tıp otoriteleri, piyasada mevcut cinci ya da muskacıların kendilerine gelen hastaları muska vs. yollara başvurarak, aslında Psiko terapi'de de kullanılan "Telkin" metoduyla tedavi etmeye çalıştıklarını, bunun, geçici bir iyileşme sağlasa bile kesin bir tedavi yerine geçmesinin mümkün olmadığını, çünkü Psikoterapiyle hastanın iyileşmesi için sadece telkin metoduna değil, ilaç vs. gibi diğer tıbbî metodlara da başvurulduğunu dile getirmektedirler.

Kısacası, yukarıda sözünü ettiğimiz birtakım uydurma hadisler ile geçmişte bunları görüşleri için dayanak edinmiş bazı İslâm âlimlerinin İslâm'a maledilmiş yanlış görüşleri yüzünden, günümüzde bu konuda Din ile Tıp barışık görünmemektedir. Bu durum ise, toplumda zaman zaman yanlış uygulamalara yol açmaktadır. Gerek Tıp sahasında, gerekse Din sahasında halkımızın yanlış bilgi sahibi olması, acıklı sonuçlara yol açmakta, hastalar tedavide geç kalarak mağdur olmaktadırlar. Tıbbî tedaviye ihtiyacı olan hastalarımız yanlış kapılarda dolaşmakta, ameliyat ve âcil müdahale gerektiren durumlarda bile sanki dindenmiş gibi birtakım hurafelerin peşinde koşmakta, muskacı, rukyeci ve üfürükçü denilen, hem tıbbî açıdan hem de dinî açıdan yeterli bilgisi olmayan birtakım kimselerden medet beklemektedirler. Bu durum, gerçek bir dinî bilgiye sahip olmayan fakat dindar olan, ekonomik açıdan dar gelir düzeyinde bulunan kırsal kesimlerimizde ya da şehirlerimizin dinî bilgiden yoksun bazı kesimlerinde çokça görülmektedir. Kırsal kesimde yaşayan halkımız tabip yerine, daha kolay ve masrafsız görülen üfürükçüye giderken, şehirlerimizde gelir düzeyi yüksek, tıp kültürü yerinde, fakat dinî bilgisi zayıf olanlarımız da birtakım ailevî ve kişisel sorunları için, sihir/büyü yaptırarak problemi kolayca çözmek gayesiyle üfürükçülere ve rukyecilere başvurmaktadırlar.

Bu bir toplum gerçeği olup, tıp otoritelerinin böyle uygulamaları kabul etmemesi, “böyle bir tedavi yöntemi yoktur” şeklinde bilimin görüşünü seslendirmeleri ya da dinî otoritelerin, üfürük-muska işlerinin İslâm'da mevcut bulunmadığını, sihir/büyü vs. yapmanın haram olduğunu belirtmesi yeterli olmamakta, bu konuda toplum gerçeğini değiştirmemektedir. Cesaretle söylemek gerekirse, halkımızın başvurduğu bu yol, yani sihir/büyü/ilaç yaptırmak, ya da bilgisiz, istismarcı bazı kimselere muska yazdırmak veya okunmak sûretiyle tedavi olmaya kalkışmak, birtakım ruhsal sorunlardan kurtulmaya çalışmak bir ihtiyaçtan kaynaklanan toplumsal bir hâdisedir. Dinimizin bu konudaki gerçek görüşünün açık ve kesin bir şekilde gerçek delilleriyle ortaya konulmaması ya da bu görüşün halkımıza iyi öğretilmemesi bu sâhada bir boşluk meydana getirmiştir. Günümüzde toplumumuzda, hastaların ruhsal ihtiyaçlarına, manevî iç dünyalarına yönelinemediği, bedenin tedavisinde moral değerlerden yararlanma, stres, ruhsal baskı ve gerilimlerden kurtulmada bu değerlerden yardım sağlama yollarına yeterince başvurulamadığı kanaati hâkimdir. Ne yazık ki, yukarıda sözünü ettiğimiz bu boşluğu rukyeci denilen üfürükçüler ve bilgisiz muskacılar doldurmaktadır. Amerika ve Avrupa ülkelerinde her hastahanede bir papaz, rahip ve rahibe, hastaların ve hasta yakınlarının duâ edip, Tanrı'dan yardım isteyecekleri, ibâdet edip rahatlayacakları bir kilise mevcutken, ülkemizin sağlık kurumlarında ölümcül hasta sahiplerinin, can pazarına düşmüş hastalarımızın Allah'a yalvarıp duâ edecekleri, yardım isteyecekleri, stres ve gerilimlerden kurtulup rahatlayacakları küçücük birer mescid bile yoktur. Hastahanelerimizde, hastalara ve hasta yakınlarına gerekli telkinlerde bulunup, ruhsal gerilimlerden kurtulmalarını sağlayacak yüksek kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış, ciddi anlamda eğitim almış âlimlerimiz zaten yoktur. İnsanımız bu konuda bir mahrumiyet ve ihtiyaç içerisindedir.

Artık günümüzde birçok bedenî rahatsızlığın (Psikosomatik hastalıklar) ruhsal sorunlardan, stres ve gerilimden meydana geldiği bilinmekte ve dünyanın tıp otoritelerince kabul edilmektedir. Kanser, şeker, ülser vb. rahatsızlıklar bu konuda en belirgin örneklerdir. Artık bu durumu, halkımızın en az tıp bilgisine sahip bir ferdi bile öğrenmiştir. Çünkü haberleşmenin son derece yaygınlaştığı, TV kanallarının arttığı, her eve televizyonun girdiği, bilgisayarın yaygınlaştığı, internet kafelerin bollaştığı, ilköğretim düzeyindeki öğrencilerin elinde cep telefonlarının sıkça görüldüğü bir devirde yaşıyoruz. Bu sebeple Din ile Tıp bu konuda barışık bir konuma girerek, halkımızın bu ihtiyacına cevap vermelidir. Bu boşluk doldurulmalı, halkımız çoğu Bâbil, Âsur devrinden kalma birtakım malzemeyle faaliyet gösteren üfürükçü ve büyücülerin kapısından ve çağdışı hurafelerden medet beklemekten kurtarılmalıdır. Din ve Tıbbın bu konuda barışabilmesi için gerek Tıp ilminin verilerinin, gerekse Dinin bu konudaki görüşünün gerçek yönüyle ortaya konulması gerektiği açıktır. Tıp ve gerçek din olan İslâm, bu konuda birbirinden ayrılamaz, bunlar birbirini tamamlayıcı bir bütündür. İslâm, ilme ve tıbba karşı bir din olamaz, bilimin aydınlık yüzünü reddedip, hurafelere asla kucak açamaz. Kaydetmek gerekirse biz burada, sadece sosyoojik ve psikolojik bir ihtiyacı, bir problemi ortaya koymaya çalıştık. Burada bize düşen, dinimizin bu konudaki görüşünü ortaya koymaya çalışmak, bunu yaparken de sahih delillere dayanmaktır.

Halkımız da bütün hastalıkların okunmakla ya da muska yazdırmakla iyi olacağı, tıbbî tedaviye gerek olmadığı düşüncesinden mutlaka vazgeçirilmelidir. Muskacı ve üfürükçüler, ya da el altından ruhsal sorunları olan hastaları okuyan kimseler, akıl hastalıklarının cinlerden meydana geldiğini söylemekten vazgeçmelidir. Halkımız, çevresinde "okunma-telkin" yoluyla tedavi olup iyileştiğini, bayılmalardan, krizlerden kurtulduğunu, fakat tıbbî yöntemlerden çare bulamadığını söyleyen kimselerle sık sık karşılaşmaktadır. Bunları yok farzetmenin sonucu değiştirmeyeceği ortadadır. Bu yüzden bilim adamları bunları ele almalı, incelemeli, aslını ortaya çıkarmalıdır. Bunlar gerçekse, birtakım insanların hiçbir tıbbî tedaviye başvurmaksızın, sadece bazı kimselere okunmakla nasıl iyileşebildikleri, bu sıkıntılardan nasıl kurtulabildikleri net bir biçimde açıklanarak halkımız bilgilendirilmeli, büyücü ve üfürükçülerin kapısından kurtarılmalıdır.

Kaynaklarımızda ashabdan bazılarının akıl hastalarını iyileştirdiklerine dair birtakım rivayetler mevcuttur. Bunlar incelendiği zaman, ashabdan "rukye" yaparak delileri tedavi eden kimselerin bu işi müslüman olmadan önce de yaptıkları anlaşılmaktadır.[466] Nitekim Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel’in kaydettikleri bir rivayet böyle bir durumu ortaya koymaktadır:

"Âbi’l-Lahm'in kölesi Umeyr'den: 'Efendilerimle beraber Hayber gazasında bulundum. Rasûlullah'a konuşarak, benim köle olduğumu söylediler... Sonra Hz. Peygamber'e bir muska gösterdim. O muska ile akıl hastalarını efsunlardım. Onun bazı kısımlarını atıp, bazı kısımlarını muhafaza etmemi emretti."[467]

Hz. Peygamber'in, Umeyr'in (r.a.) muskasından çıkarıp atmasını istediği şeylerin şirk kokan unsurlar olduğu açıktır. Ayrıca rukye uygulamasının ilk defa Rasûlullah tarafından ortaya konmadığı, bu işin bir meslek halinde daha önceleri de mevcut olduğu yukarıdaki rivayetten anlaşılmaktadır. Bu durumda, Hz. Peygamber'in ashabdan daha önceleri de bu işi yapan yetenekli kimseleri denetledikten sonra onların bu konudaki faaliyetlerine izin verdiği ortaya çıkmaktadır. Peygamberimiz zamanında bir meslek durumunda olan "Rukye"nin, bugünkü Psikiyatri ve Psikoterapi'ye benzediği tahmin edilmektedir. Aşağıda kaydedilen rivayetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber bu meslek adamlarının ücret almalarına da karşı çıkmamış, hekimliği teşvik etmek istemişti:

"İlaka b. Sıhar es-Selîtî’den. Kendisi Hz. Peygamber'e gelerek müslüman oldu ve Rasûlullah'ın yanından geri dönerken bir kavme uğradı. Onların yanında demire bağlanmış bir deli vardı. Delinin ailesi kendisine: 'Bize bildirildiğine göre, senin sohbetinde bulunduğun şu zât hayır getirmiş, senin yanında bu deliyi tedavi edecek bir şey var mı?' diye sordular, llaka da deliye Fâtiha ile efsun yaptı, o da iyileşti. Bunun üzerine kendisine yüz koyun verdiler, llaka, Hz. Peygamber'e gelerek yaptığı efsunu haber verdi. Rasûlullah: 'Bundan başka birşey söyledin mi?' diye sordu. llaka da: 'Hayır' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Onların sana verdiğini al. Allah'a yemin olsun ki, bâtıl efsun karşılığında aldığını yiyen nice insanlar var, andolsun ki sen hayır olan bir efsun karşılığında aldığını yiyorsun" buyurdu.[468]

Hz. Peygamber'in “…Bâtıl efsun karşılığında aldığını yiyen nice insanlar var”[469] sözü, o dönemde bu işin bir meslek olduğunu, müslümanlarm dışında da bu işle geçinen birtakım yetenekli kimselerin mevcut olduğunu göstermektedir. Nitekim bir başka hadiste Abdullah b. Mes'ûd'un hanımının bir yahudiye rukye yaptırdığı nakledilmektedir.[470] Günümüzde de, biyo-enerji yoluyla birtakım hastalıkları ilaçsız ve ameliyatsız tedavi ettiğini ileri süren gayr-ı müslim doktorların veya el ya da herhangi bir araçla hastaya bir müdahalede bulunmadan, akrebin zehirini vücuda dağılmadan, soktuğu yerden dışarı çıkartan bazı müslüman kimselerin varlığını basın ve televizyon haber vermektedir.

Bu durumda o dönemdeki rukye uygulamasının mahiyetini iyi anlamak gerekmektedir. Bazı hadislerden, rukyenin bünyesinde hem duâyı, hem de tıbbî tedavi yöntemlerini taşıdığı anlaşılmaktadır. Çünkü ashabın her birinin rukye yapamadığı, bu işi ötedenberi bu sâhada uzmanlaşmış kimselerin yaptığı ortaya çıkmaktadır. Yılan ve akrep sokması olaylarında ashabın uyguladığı rukyenin böyle olduğu açıktır.[471] İnsana zarar verebilecek her hastalığın ya da zararlı bir hayvanın tesirini ortadan kaldırmak için yapılan okuyup-üfleme, el sürme veya yazı yazıp üstüne asma türünden yapılan işleme "Rukye" denilmektedir. Türkçemizde buna efsun veya nüsha (muska) adı verilmektedir. Bazı ruhsal rahatsızlıklara yapılan duâların moral değeri unutulmamalıdır. Hz. Peygamber'in rukyeyi şirk kabul ettiği için izin vermesi düşünülemez. O’nun izin verdiği veya kendisinin bizzat yaptığı duâlar, hastayı ruhsal açıdan dengeye getirici, rahatlatıcı, stres ve gerilimden uzaklaştırarak tedavi edici bir rol oynamış olmalıdır. İçine şirk karışmayan rukyelere izin verildiği gibi bir anlayış doğru olamaz. Hangi rukyenin içine şirk karışmış, bunu kim denetleyip kontrol edecek, uygulamada şirk unsurları girip girmediği nasıl tespit edilecek? İnsanların muska veya rukyeyi şifa kaynağı kabul ettiği durumu kim düzeltecektir?

 

Günümüzde Ruh Hekimliği'nin sahasına giren akıl hastalıklarının cinlerin müdahalesiyle meydana geldiğine ve bunların hepsinin okunmak sûretiyle tedavi edilebileceğine inanmak doğru olmasa gerektir. Öyle olsaydı tarih boyunca tüm ruh hastalıkları okumak ya da muska yazdırmak sûretiyle tedavi edilirdi. Hâlbuki İslâm'ın Hukuk sahasında delilerle ilgili olarak getirdiği birtakım hükümler mevcuttur. Bunlarda delilerin cezai sorumluluktan muaf tutuldukları anlatılmaktadır.[472] Hz. Peygamber de delilikten Allah'a sığınmıştır.[473] Diğer bir hadislerinde de delilerin mescidlerden uzak tutulmasını istemişlerdir.[474] Rukyelerle veya diğer metodlarla delilerin kesin olarak tedavisi mümkün olabilseydi, delilerle ilgili olarak yukarıda kaydedilen hadislerde yer alan hususlar söz konusu olmazdı. Ayrıca önemli bir husus da şudur ki, gerek Câhiliye dönemi Araplarında, gerekse Yahudi ve Hristiyanlarda birçok akıl hastalığının cinlerden kaynaklandığına dair bir inanç mevcuttur. Bu kanaat halkımız arasında da yaşamaktadır. Ancak bu tür rahatsızlıklara cinlerin sebep olduğuna dair elimizde ne tıbbî ne de dinî açıdan güvenilir deliller yoktur. Yukarıda da arzedildiği gibi, cinlerin deliliğe sebep olduğundan ya da onların kovulmasıyla delinin iyileştiğinden bahseden sahih hadise rastlanmamıştır. Dârimî'nin konumuzla ilgili olarak kaydedilen rivayetleri ise, sahih değildir.[475]

Hz. Peygamber'in, delilere rukye yapılmasına izin verdiğinden bahseden diğer rivayetlerde ise, cinlerin kovulmasından, hastadan cin çıkarılmasından ya da deliliğe cinlerin sebep olduğundan bahsedilmemektedir. Bu hadislerde bahsedilen rukye, bünyesinde tıbbî tedaviyi de bulundurmakta, tıbbî tedaviyi dışlamamaktadır. Delilere yapılan rukyeden bahseden hadislerden, bu rukyenin bir duâdan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan elde mevcut sahih hadis kaynaklarında bu konuda ciddi bir bilgi olmadığı halde, bazı zayıf rivayetlere dayanarak akıl hastalıklarına cinlerin sebep olduğunu söylemek doğru olmamalıdır. Câhiliye döneminin, Yahudi ve Hristiyanların, kısacası önceki kültürlerin bu konudaki inanç ve kanaatlerinin, Hz. Peygamber dönemi ve sonrası bazı müslümanlara da etki ettiği, bu tesirin bazı uydurma ya da zayıf rivayetlere de yansıdığı gözden uzak tutulmamalıdır.[476] Cin, bir defa gaybî ve mübhem bir varlıktır. Bu durumda, onlar hakkında Kur’an ve Sünnet'in bildirdiklerinin dışında şimdilik başka bir bilgi kaynağımız mevcut değildir.

Kur’an ve sahih hadislerde ise, onların deliliğe sebep oldukları, akıl hastalıklarında rol oynadıkları açık ve kesin bir şekilde bildirilmemiştir. Fakat vaktiyle bilinmeyen, âletsiz olarak gözle görülemeyen, fakat günümüzde tesirleri, faydalı ve zararlı yönleri bilinen X, Röntgen, ultraviyole ışınları, kızıl ve mor ötesi ışınlar, kozmik ışınlar, lazer, zararlı ve tahrip edici şualar ve benzerleri de, gözle görülmeyen şeyleri kasdetmesi açısından bu "Cin" lafzının kapsamında ifade edilmiş olmalıdır. Çünkü insanoğlu, tarihi boyunca karşılaştığı birtakım hastalıkları, bunların mahiyetini ve sebebini bilemeyince, bu anlamda bilerek veya bilmeyerek cinlere ve şeytanlara maletmiştir. Belki de o dönemlerde herhangi bir sebeple zararlı ışınlara maruz kaldığı için organları tahrip olan, felce maruz kalan kimselerin bu durumunu yine cinlerden ve şeytanlardan bilmiş, bu kimselerin cinler ya da şeytanlar tarafından "çarpıldığını" ileri sürmüşlerdir. Kısacası insanoğlu, tarihi boyunca mahiyetini bilemediği, hakkında kesin bilgi sahibi olamadığı şeylere "cin" demiştir. Günümüzde artık ilim âlemince sebebi bilinen birtakım rahatsızlıkları da vaktiyle cinlere ve şeytanlara maletmişlerdir. Bu durumun bilhassa Ortaçağ Avrupası'nda böyle olduğunu ilim adamları haber vermektedirler.

Geçmişte, cinlerin, şeytanların sebep olduğu söylenilen birtakım rahatsızlıklar, günümüzde ilaçla tedavi edilebilmektedir. Yine bazı ruhsal rahatsızlıkların musiki yolu ile tedavi edilebildiğini, Ruh hekimlerinin musikiye de yer verdiğini görmekteyiz.[477] Geçmişte akıl hastaları, Avrupa'da "içine şeytan girmiştir" diye meydanlarda diri diri yakılırken, müslümanlar bunları hasta kabul edip, musiki vs. yollarla tedavi etmeye çalışıyorlardı. Edirne ve İstanbul'da inşa edilen Bîmarhâne'lerde akıl hastaları, zamanına göre en modern metodlarla tedavi edilip, av etleri ile beslenerek, musiki ile ruhları dinlendiriliyordu.[478] Akıl hastalarının tedavisinde kullanılan bestelerin makamlarının, ritimlerinin geçmişte tekkelerimizde söylenilen ilâhi ve zikirlerin makamlarını çağrıştırması çok ilginçtir ve burada Kur’an-ı Kerîm'in bir âyetini hatırlamamak mümkün değildir:

"Onlar ki Allah'a inanmışlardır ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışır, iyi bilin ki, kalpler ancak Allah'ı zikretmekle sükûn bulur.”[479] Demek ki ruhsal rahatsızlıklarda musikinin tedavi edici bir rolü vardır. İlaçların, dinlenmenin, iyi beslenmenin, şiir okumanın, stres ve baskılardan kurtulmanın, maddî sıkıntıların giderilmesinin iyileştirici bir katkısı vardır. Bu açıdan ruhsal rahatsızlıkları, sebebini araştırmadan cin ve şeytandan oluyor diye hükme bağlamak, zannediyorum ki, mikropların, X, röntgen vs. ışınların bilinmediği çağların çaresizliğine yapışmaktır. Musikinin, ilacın, nasıl iyileştirici fonksiyonu varsa, duânın, Kur’an okumanın, Allah'a sığınmanın da bir insan için iyileştirici, moral verici bir rolünün olduğu muhakkaktır. Bu konuda Hamdi Yazır'ın "Cin Çarpması" hakkındaki görüşlerine katılmamak mümkün değildir:

"... Bunlar, insanlık tarihi boyunca aslına vâkıf olunamamış, gizli sebeplerden meydana gelen birtakım hastalıklar olduğu için cin ve şeytanlara nisbet edilerek, 'cin tutmuş, şeytan çarpmış' denilegelmiştir. Bu tür hastalıkların cin ve şeytana nisbet edilmesi hakikat mi, mecaz mı, meselesi münakaşa konusu olmuştur…"[480]

 

 

İfrît

İfrît, cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanına verilen isimdir. İfrit kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre "bir kimseyi yere serme, toza topra­ğa bulama; çok istenen bir nesnenin zıhinde hayal edilip göze bu şekilde gözük­mesi" anlamlarına gelen Arapça 'afr kö­künden türetilmiş olup, "kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kim­se" mânasındadır. İfrit, bu anlamları do­layısıyla cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecâzî anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe, Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü'1-Esîr gibi müellifler kelimenin taşıdığı "habîs, çetin, güçlü kuvvetli" an­lamlarına dikkat çekerek bunun hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları ifade edebileceğini belirtmek­tedirler. Nitekim Zü’r-rumme bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, "O, gece­nin karanlığında ifritin izinde parlayan yıldız gibidir" diyerek ifrit kelimesini cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdül-melik'i överken onu ifrite benzetip, "On­ların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mül­kün ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir" der.[481] İfrite bazan nifrit ile beraber ikileme biçimin­de de rastlanır. Bir hadiste, "Allah, malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğ­ramayan ifrit nifrit kişiye buğzeder" şek­linde geçmektedir. [482]

Ahd-i Atîk'te Hz. Süleyman ve Sebe me­likesinden söz edilmesine, Süleyman'ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süley­man'ın yanında çok sayıda ordunun bulunduğu bildirilmesine rağmen[483] cinlerden ve if­ritten bahsedilmemektedir. Eski Mısırlı­lar, kötü bir ölümle ölen kimsenin ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öl­düğü yeri ziyaret ettiğine inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen var­lıkları "hin" ve "cin" olarak iki gruba ayı­rırlardı; cinlerin insanlarla beraber otu­ranına "âmir", çocuklara musallat olanı­na "ruh", bunların zâlim, bozguncu ve az­gınlarına "şeytan", kötülükte daha aşırı gidenlerine "mârid"[484] ve en güçlü, en kötü olanlarına da "ifrit" adını verirlerdi.[485] Buna göre ifrit "kötülük ve şeytanlıkta çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuv­vetli, becerikli, ele avuca sığmaz bir hilekâr" demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas'a göre Sahr, Abdurrahman b. Abdul­lah es-Süheylî'ye göre Zekvân, Şuayb el-Cübbâî ve Nehhâs'a göre Kuzen olduğu rivâyet edilirse de ifrit kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere sahip olanlarını ifade ettiği için Kur’an-ı Kerîm'de yer aldığı gibi çoğunlukla "cinden", "insandan" vb. açıklama­larla kullanılmaktadır. Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin mâhiyetini tam olarak tesbit etmek zor­dur. Bir taraftan gûl ve sil'ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer taraftan Kur'an'daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı ol­mayıp Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere "âsi, mağ­rur" anlamına geldiği ileri sürülmektedir.

Kur’an-ı Kerîm'de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir.[486] Burada Hz. Süleyman'ın emrinde insan, kuş ve cinler­den orduların bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman'ın Belkıs'ın tahtını kısa zamanda kimin getire­bileceğini sorması üzerine "cinlerden bir ifrif'in, "Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim" dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini Sü­leyman'a tanıtırken güçlü ve güvenilir ol­duğunu belirtmiştir. Kur’an’ın cinler ara­sında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî'ye göre cinlerin reisi veya onların en güç­lüsü, Mücâhid ve Katâde'ye göre en azgı­nı, Ma'mer'e göre en zeki ve kurnazıdır. [487]

"Cinlerden bir ifrit" ifadesi bazı hadis­lerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyette cinlerden bir ifritin na­mazını ifsat etmek için Hz. Peygamber'in üzerine atıldığı, Rasûlullah'ın onu yaka­layarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat Hz. Süleyman'ın bir duâsını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi kovduğu bildirilmektedir.[488] Bu hadisin farklı bir rivâyetinde ifritin kedi sûretinde Hz. Peygamber'in karşısına çı­kıp yüzüne bir ateş parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe'ye at­fedilen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır. Yahya b. Saîd'den nakledilen bir rivâyet­te Rasûlullah'ın İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir. [489]

Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur'an'da cin­lerin güçlerinin sınırlı olduğuna işaret et­mek için "kitaptan ilmi olan kişinin" [490] Belkıs'ın tahtını ifritten da­ha çabuk getireceği vurgulanmıştır.

Halk edebiyatında ifrit dumandan ya­ratılmış dev gibi bir cin olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur'an'da yer alan, cinlerin "hâlis ateşten" yaratıldığı bilgisiyle[491] halk edebiyatındaki ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip bulunmasına rağmen bazı büyü vasıta­larıyla emir altına alınabildiği yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk kültüründe ifritin şekli, gücü ve yap­tığı işler çerçevesinde oluşan inançlar İs­lâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere dayanmakta­dır.[492]

 

Peri

Peri, pek güzel olduğu kabul edilen bir cin tayfası ve özellikle bunların dişi olanı hakkında kul­lanılır. Cin tayfasından oldukla­rından, lâtif varlıklardır, görün­mezler. İnsanların çok güzel olanları hakkında da zaman zaman bu kelime kullanılır ve "peri yüzlü, peri gibi" denilir. Halk arasında, bâzı ortamlarda yaşadıklarına inanılır.

Cinlerin pek güzel olarak tasavvur edilen dişisi olarak kabul edilen “peri” terimi, Türk Edebiyatında mecâzen çekici, güzel ve akıllı kadın için kullanılır. Eski Türk Edebiyatında peri, ancak sihir ve büyük yolu ile elde edilebileceği; çeşme, pınar ve hamamlarda bulunabileceği, insanlarla ünsiyete gelmemesi, onlardan kaçması, göze görünmemesi, son derece güzel ve tesirli oluşu, görenin aklını başından alması, bazen insanları kendisine âşık edip bağlaması, çeşitli kılıklara girmesi gibi inanışlar ile ele alınmıştır. Daha çok sevgilinin güzelliğini anlatmak için kullanılır. Şairler genellikle sevgililerinin güzelliğini dile getirmek için onları peri ile kıyaslarlar. Peri, divan edebiyatında ve halk edebiyatında olduğu gibi, Türk masal dünyasında da geniş yer tutmaktadır. Dede Korkut Hikâyeleri’nden Tepegöz’de, Sarı Çoban, pınar başında bir peri kızı ile birleşir. Masalların çoğunda peri, güzelliği kadar iyilikseverliği ile dikkati çeker. Bütün bu özellikleri peri’nin modern edebiyatta da kullanılan bir unsur olmasını sağlamıştır.   

 

Gûl ve Gûlyabanîler

a) Câhiliyede Gûl İnancı: Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inanılan, değişik sûret ve renkli şekillerde görünerek insanları yoldan saptırıp helâk et­tikleri kabul edilen cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayâlî varlıklara "Gûl" denir.[493] Bunların dişilerine ise, "Suulât" adı verilir.[494] İbn Sikkit (ö. 244/848) "insanı helâk eden her şey Gûl'dür"der.[495]

Bunların bir yolcuya görünmesi, uğursuzluk ka­bul edilirdi. Bu yüzden câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından, bu tür yerlerden geçerken "Bu vâdînin sahibine sığını­yorum" diyerek, bir nevi onlardan, zarar vermeme­leri için izin isterlerdi.[496] Eğer yolda bir Gûl'a rastla­nacak olsa, ne yapılacağı konusundaki inançları ise şöyleydi: "Gûl'a rastlanınca onu bir darbede öldür­mek gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tek­rar canlanır."

Câhiliye Araplarının Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenlerin, onlardan çoluk çocuk sahibi olanların varlığına dahi inanırlardı.[497]

Gûl ile evlenme, yani cinlerle evlenme inancı ülkemizde de yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı is­pat etmek çok güçtür. Cinlerle evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da buna dâhil­dir) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler, sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin ruhî bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.

Türkçede Gûl'e, "Gûlyabâni" denildiği gibi, câdu (cadı), hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsin­den korkunç yaratıklar kabul edilir.[498] Câhiliye Araplarının sahip oldukları Gûl inancının varlığı, Gûlya­bâni şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden ge­çerken, Câhiliye Araplarının yaptıklarına benzer şe­kilde "Tû destur!.." denilerek geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına inanılır. (Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabânîler hakkında H. Rahmi Gürpınar'ın "Gulyabânî" isimli eserini de hatırlıyoruz).[499]

b) Hadislerde "Gûl" İnancı: Câhiliye Arapları arasında yaygın olan "Gûl" inancının Hz. Peygamber’in hadislerinde hem müsbet hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım hadislerde zahiren "Gûl"ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği ifa­de edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye çalışalım.

Ebû Eyyüb el-Ensârî'den yapılan rivâyette "Gûl" ile yapılan bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. "Gûl" gelir ondan alırdı. Bun­dan Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Git, onu gördüğün zaman, ‘Bismillâh, Peygambere icabet et!’ de." Sonra Ebû Eyyüb, "Gûl"ü yakaladı. Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı. Müteakiben Hz. Peygamber’e geldi, Rasûlullah ona: "Esirin ne yaptı?" diye sordu. Ebû Eyyüb, "bir daha dönmeyeceğine yemin etti" dedi. Rasûlullah: "o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye de alışıktır." buyurdu. Ebû Eyyüb, "Gûl"ü bir kere daha yakaladı, o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onu yine serbest bıraktı. Sonra Rasûlullah'a geldiği vakit; "Esirin ne yaptı?" diye sordu. Ebû Eyyüb, "bir daha dönmeyeceğine ye­min etti. (bıraktım)" dedi. Daha sonra "Gûl"ü üçün­cü kez yakalayınca, ona "seni Rasûlüllah'a götürme­den bırakmayacağım." dedi. Bunun üzerine "Gûl" mukabelede bulundu. "Ben sana bir şey söyleyece­ğim... Âyet’el-kürsî; Evinde bunu oku, ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz." Ebû Eyyüb, Hz. Pey­gamber’e geldi. Rasûlullah ona: "Esirin ne yaptı?" dıye sordu. Ebû Eyyüb, "Gûl"ün dediklerini anlattı. Rasûlüllah: "Doğru söyledi, fakat kendisi yalancıdır" buyurdu.[500]

Tirmizi'nin[501] "Bu hadis hasen-gariptir" diyerek naklettiği bu hadise benzer, çok sayıda ha­dis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel, Ubey bin Kâ'b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit'in de bu konuda ben­zer rivâyetleri vardır.[502] Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği zaman farklı ifadelere rastlanmak­tadır. Şöyle ki: Bu rivâyetlerden Ebû Eyyûb el-Ensârî ile Ebû Useyd'in rivâyetlerinde geceleri hurma çalan varlık için "Gûl" tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bu­nun için "Şeytan" kelimesini kullanmış, Ubey bin Kâ'b ise, yeni buluğa ermiş delikanlı biri olduğunu anlatarak ona "Sen cin misin, insan mısın?" diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında, elinin köpek ayağına benzediğini, üze­rindeki tüylerinin de köpek tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde ise: "Birisi geldi", şeklinde meçhul bir şahıs­tan bahsedilmektedir.[503] Hadislerde anlatılan ortak konu ise, biriktirilmiş zekât hurmalarının çalınma­sı, çalanın yakalanarak Rasûlullah'a götürülmek istenmesi sırasında onun, Âyet el-Kürsi’nin faziletini haber vermesidir.

Tirmizi'nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin rivâyeti hakkında "Bu hadis Hasen-Garibtir" denil­miştir.[504] "Garip hadislerin ise, metin yönünden tek kalmış yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu biliyoruz."[505] "Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebepten tâbiîler, etbau't-tâbiîn ve daha sonraki nesillerin hadiscileri, garib hadislere pek rağbet etmemişler­dir. [506]

Buhârî'nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin muallak olduğu (Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç râvinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonuncu kişinin üst tarafındaki kişiden rivâyet edilen hadistir.), hatta İbn Arabi'ye göre Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.[507] Gerek Muallak ve ge­rekse Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır. [508]

Hadisin rivâyet farkından doğan değişik ifade­ler, râvilerin hurmaları çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı aktardıklarını an­lıyoruz. Çünkü hurmaları çalan, kimine göre, "Gûl" dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri kö­pek ayağına benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir şahıstır. Bu farklı ifadeler, her râvinin ya kendi hatırladığı veya kafasında öyle şe­killendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret et­mektedir.

Mezkûr hadislerin gerek ifade ettiği mânâdaki garabet gerekse sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhârî'nin naklettiği Ebû Hüreyre rivâyetin­de hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin tesbit etmiş olmaları[509] bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak ele almamızı gerektirmektedir. Yine Hz. Pey­gamber’in "Hastalığın bizatihi sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen bir şey de yok­tur" [510] hadisi de, kanaatimizi te'yid etmektedir. Sün­net, Gûl inancını reddetmiştir." Gûller sizi aldattığı zaman hemen ezan okuyunuz." [511] hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak için ezan okuya­rak Allah'ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü duygulardan uzaklaşınız manasındadır. Yoksa Gûl­lerin varlığını kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere bir dâvet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk arasında Albastı veya Alkarısı olarak bilinen ve çok kere de ezan okumakla kendisinden kurtulunacağı beklenen bir inancı da hatırlatmaktadır.[512]

 

 

Cinlerle İlgili Son Söz

Kur’ân-ı Kerim, cinlerle ilgili olarak bize ihtiyaç duyacağımız kadar bilgi vermiştir. Onlarla daha geniş ve farklı şekilde ilişkilerimiz sözkonusu olsaydı, bu konularla ilgili hukuku da Kur’an bize tâlim ederdi. İnsanoğlu meraklarıyla da imtihan olmaktadır. Gerek cin ve gerekse şeytan konusunda merak edilen birçok soru bulunmaktadır. Bunların bir kısmına yukarıdaki açıklamalarda cevap bulmuş olabilirsiniz; ama çoğuna, o sorulardan bahsettiğimiz ve kendilerine işaret ettiğimiz halde tam bir cevap bulamayacak veya âlimlerin ihtilâf ettiğine şâhit olacaksınız. Bu tür sorulara cevap bulunabilecek kitaplar varsa da, bu cevapların ne kadar doğru olduğu şüphelidir. Mü'minler için gerçeğin ta kendisi olan Kur’an, bu konularda akla gelebilen soruların çoğu hakkında bir cevap vermez. Çünkü her ne kadar insanın sınırsız merakı bu soruları doğuruyor ise de, bunları bilmek, insan için mutlaka gerekli değildir. Kur’an, konuları, insana yetecek sınırlar içinde ele alıp, merak edilen her şeye cevap vermediği için, konuyla ilgili her şeyi anlatmamıştır. Ama bu, Kur’an'da olanların dışında bir bilgi ve gerçek olmadığı mânâsına gelmez. Ama gerçek diye sunulanlardan hangilerinin doğru olduğunun tesbiti çok zordur. Bu yüzden Kur’an'da olanla yetinmek, Kur’an dışındaki bilgilere ihtiyatlı yaklaşmak, Kur’an'da olanı da doğru anlamaya çalışmak gerekir.[513] Özellikle gaybla ilgili konularda merakımızı dizginlemek ve yanlış inançlardan korunmak için Kur’an’da bilgi verilmeyen konularda susmak veya en azından, Kur’an’a ters düşebilecek yorumlardan kesinlikle kaçınmak en doğrusudur.

 

En Son Söz: Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

 

[1] 33/Ahzâb, 36

[2] 17/İsrâ, 65

[3] 15/Hıcr, 42

[4] 16/Nahl, 99

[5] 16/Nahl, 99-100

[6] 16/Nahl, 99

[7] 14/İbrâhim, 22

[8] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 5, s. 3065

[9] 4/Nisâ, 90

[10] 59 /Haşr, 6

[11] 17/İsrâ, 33

[12] 16/Nahl, 99

[13] 16/Nahl, 100

[14] 55/Rahmân, 33

[15] Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, Pınar Y. s. 739-740

[16] John Penrice, Kur’an Sözlüğü, İşaret Y., s. 151

[17] 15/Hıcr, 42

[18] 15/Hıcr, 43

[19] 15/Hıcr, 42; 16/Nahl, 99

[20] 14/İbrahim, 22

[21] 17/İsrâ, 65

[22] İbn Kesir, 4/327. Fakat, bu son âyetin sonundaki “Vekil olarak Rabbin yeter” ifadesi, mü’minin bu hâkimiyetinin ancak Allah sayesinde olduğunu gösterir. Çünkü eğer insanın şeytana rağmen hakka yönelip bâtıldan kaçması kendi gücü ile olsaydı, “İnsan kendine yeter” denilirdi. Ama böyle buyrulmayıp da, “Rabbin yeter” buyrulunca, ondan ancak Allah’ın yardımı ile korunabileceğimizi anlarız. Ama şunu da bilmeliyiz ki, Allah’a sığınmak da kulun elinde ve irâdesi dâhilindedir ve Allah Teâlâ, kendine samimi olarak sığınanları yardımsız bırakmaz.

[23]  “Gerçek şu ki o şeytanın, iman etmiş olanlar ve rablerine dayanıp güvenenler üzerinde bir hâkimiyeti olamaz. Şeytanın hâkimiyeti ancak onu kendilerine velî edinenler ve onun yüzünden müşrik olanlar üzerinde geçerlidir.” Bu âyet de, bu gerçeğin diğer bir ifadesidir. Dolayısıyla kim şeytana itaat eder, onu dost edinip yaptığı işlere ve ibâdetlere onu ortak eder ise, yani ona itaat ederek onu âdeta tanrı yerine koymuş olursa; şeytanın hâkimiyeti altına girmiş olur. Görüldüğü gibi, bu hâkimiyet, insanların tercihinin neticesidir. Yoksa, aslında şeytanın insanoğlu istemedikten sonra, hiçbir beşer üzerinde tesiri yoktur.

[24] 36/Yâsin, 60

[25] 17/İsrâ, 65

[26] 34/Sebe, 20-21

[27] 14/İbrahim, 22

[28] 15/Hıcr, 39-43

[29] 16/Nahl, 99-100

[30] 37/Sâffât, 30

[31] 34/Sebe, 20-21

[32] 17/İsrâ, 80

[33] 69/Haakka, 28-29

[34] 14/İbrâhim, 22

[35] 37/Sâffât, 30; Mukatil bin Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Y., s. 327. Not: Mealler ve parantez içi açıklamalar kitaptan aynen alıntıdır.

[36] Râğıb el-İsfahanî, Müfredât, 739

[37] İdraru'ş-Şurûk fî Envâi'l-Furûk, c. 4, s. 149; Rukyeci Adil Beyazyıldız

[38] Müslim, Selâm 107; Ebû Dâvud, Tıb 24, h. No: 3913; Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 293

[39] 4/Nisâ, 76

[40]Ebû Dâvud, Tıb 9, h. No: 3868; İbn Mâce, Tıb 40; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 294

[41] Rukyeci Adil

[42] 10/Yunus, 81

[43] 10/Yûnus, 81

[44] 20/Tâhâ, 69; 10/Yûnus, 77

[45] 7/A’râf, 118

[46] 17/İsrâ, 81

[47] 42/Şûrâ, 8

[48] 10/Yûnus, 99

[49] 4/Nisâ, 76

[50] 35/Fâtır, 43

[51] 53/Necm, 38-40

[52] 6/En’âm, 164

[53] 4/Nisâ, 79

[54] 15/Hıcr, 42

[55] 16/Nahl, 99

[56] 16/Nahl, 99

[57] 2/Bakara, 102

[58] 33/Ahzâb, 41

[59] 2/Satada. 102; 15/Hicr, 42; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65; 14/İbrahim, 22

[60] “Selman Bin İslamm, Rukyeci Osman ile birlikte.” diye bir imza ile çıkmış. (Biri takma adı, diğeri kendisi. Selefî câmianın meşhur rukyecilerinden ikisi, pardon birisi.)

[61] 15/Hıcr, 42

[62] 17/İsrâ, 65

[63] 16/Nahl, 99

[64] 14/İbrâhim, 22

[65] 2/Bakara, 30

[66] 2/Bakara, 29

[67] 16/Nahl, 99

[68] 4/Nisâ, 76

[69] 15/Hıcr, 42; benzer ifade için bkz. 14/İbrâhim, 22; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65

[70] 6/En’âm, 112, 121; 41/Fussılet, 36; 114/Nâs, 1-6

[71] 16/Nahl, 99-100

[72] 14/İbrâhim, 22

[73] Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s. 226; Krş. Kılavuz, TDV. İslâm Ansiklopedisi, Cin Maddesi, 8/9

[74] 2/Bakara, 102

[75] 38/Sâd, 35

[76] Meselâ bkz. 10/Yunus, 62; 41/Fussılet, 30

[77] 13/Ra’d, 11

[78] S. Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi, D.İ.B. Y., c. 12, s. 88

[79] İbn Mâce, Tıb 40; Ebû Dâvud, Tıb 9, h. No: 3868; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 294

[80] Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868

[81] Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073

[82] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Neşriyat, c. 9, s. 629

[83] Rudolf Gete: Fractal Spirit

[84] Tirmizî, Radâ 17, 1172

[85] Buhârî, Tefsir, Kul eûzu birabbi'nnâs 1

[86] Müslim, Selam, 24

[87] http://www.aktuelpsikoloji.com/cin-carpmasi-mi-coklu-kisilik-bozuklugu-mu-16504h.htm

[88] 2/Bakara, 275

[89] 7/A’râf, 40

[90] 11/Hûd, 108

[91] Lisan’ul-Arab, Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâc’l-Arûs

[92] suleymaniyevakfi.org/kuran-dersleri/2-bakara-suresi-275-ayet.html

[93] Ebû Dâvud, İstiâze, h. No: 1552; Nesâî, 8/282; Ahmed bin Hanbel, 2/356.

[94] 1/Fâtiha, 3

[95] 82/İnfitâr, 17-18

[96] 7/A'râf, 201

[97] Fahreddin Râzî, Bakara, 275. âyetin tefsiri

[98] İbn Atıyye, Bakara, 275. ayetin tefsiri

[99] bk. Kur'an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tesfiri

[100] Hak Dini Kur’an Dili, Bakara, 275. ayetin tefsiri

[101] Tefhimu’l Kur’an, Bakara, 275. Âyetin tefsiri

[102] Fî Zılâli’l Kur’an, Bakara 275. âyetin tefsiri

[103] 2/Bakara, 275

[104] 38/Sâd, 82

[105] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, Bakara 275. âyetin tefsiri

[106] el-Ferrâ, et-Mu'temed, s. 174; Râzî, Mefâtih, VII. 89; Cebeci, Cin, Şeytan, s. 111

[107] 14/İbrahim, 22

[108] Râzî, Mefâtih. XIV, 54

[109] 2/Bakara, 275

[110] İmam Taberî, Taberî Tefsiri, Akide Y., c.1, s. 210 metin ve 1 numaralı dipnot.

[111] İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Buruc Y., c. 3, s. 590-592

[112] İbn Kayyim el-Cevziyye, Bedâiu’t Tefsir’inde, ilgili âyete şöyle meal verir: “Ribâ yiyenler, ancak şeytanın çarpmaktan dolayı kendilerini sâraya düşürdüğü kimse gibi (kabirlerinden) kalkarlar.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, Bedâiu’t-Tefsîr, Karınca Polen Y., c. 1, s. 386)

[113] Klasik tefsirlerden Nesefî, âyete direkt sâra hastalığı anlamı vermiş. “Lâ yekumune illâ kemâ yekumullezî yetehabbetuhu’ş-şeytânu mine’l-mess”/ Kabirlerinden diriltilip kalktıklarında âdeta sâraya tutulmuş kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Çünkü yaptıkları muâmelede çarpmaya ve aldatmaya kalkışmışlardır, dolayısıyla aynı şekilde cezalandırılacaklardır.

Habt kelimesi, önünü göremeyen, deve gibi doğru dürüst hareket edemeyen ve sağa sola, bir ileri bir geriye yalpalanma demektir. “Mine’l-mess” delilikten, çarpmaktan. Bu biraz önce geçen “lâ yekumune” kelimesine taallûk etmektedir. Yani, mana şöyledir: “Şeytan çarpmasından dolayı âdeta sâra hastalığına yakalanmış kimsenin uyanışı gibi kalkarlar.” Ya da bu, “yekumu” fiiline müteallıktır. Dolayısıyla: “Sâra hastalığına tutulan kimsenin bu nöbetinden kalkışı gibi kalkar.” Mefhumu şöyledir: “Bu faiz yiyenler kıyamet gününde âdeta sâra nöbetine yakalanan sâralı hastanın nöbetinden uyanışı gibi uyanır ve kalkarlar.” Çünkü bu onların hesap alanında bekleme sırasındaki hareketleridir. Bunlar bu özellikleriyle tanınıp bilineceklerdir. Bir yoruma göre de şöyle denmiştir: “Kıyamet gününde kabirlerinden çıkanlar sadece faiz sofrasına koşarlar. Oraya doğru koşup giderlerken hep sâra nöbetine yakalanmış olanlar gibi bir düşerler, bir kalkarlar. Çünkü yedikleri hep faiz idi. Allah bu faizi onların karınlarında artırarak büyüttü ve bu onlara bir ağırlık yaptı. Dolayısıyla yürümeye, hareket edip koşmaya güçleri kalmamıştır.” (İmam Nesefî, Nesefî Tefsiri, Ravza Y., c. 2, s. 171-172)

[114] Ribâ alan ve yiyen kimse, kabirden kalktığında şeytan dokunmuş sâralı olan kimsenin düştüğü yerden dertli kimsenin kalktığı gibi kalkar. Bu âyette şeytanın dokunup delirtmesiyle mecnun olmak ve şeytanın insanı zapt etmesiyle sâraya tutulmak demek, ribânın vereceği sersemliği anlatmaktır. Zira İslâm öncesi Araplar; cinnet, cinin temasından; sâra da şeytanın çarpmasından ibaret olduğunu itikad ederlerdi. Bugün bile (1926 civarı) sâranın, sebebinin ne olduğu doktorlarca tamamıyla bilinmemektedir. Çünkü; devâsını bulamadılar ve cinnet de böyledir. (Konyalı Mehmed Vehbi, Hulâsatu’l Beyan, Üçdal Neşr, c.1-2, s. 509-510)

[115] Rûhu’l-Beyan Tefsiri: Bu tefsirde de bu fâiz ayeti şöyle açıklanır: “Faiz yiyen kimseler kabirlerinden, kendisine şeytan çarpmış kimse gibi akılları bozulmuş ve çıldırmış olarak kalkarlar. Bu durum, faiz yiyenlerin alâmeti olur ve insanlar onları bu alâmetle tanırlar. Denilmiştir ki insanlar, kabirlerinden kalkarak bir grup halinde beraberce mahşer yerine giderler. Ancak faiz yiyenler hâriç. Onlar yürürken sâraya tutulmuş gibi düşüp kalkarlar.” (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyan, Erkam Y., c. 2, s. 569) 

[116] Turan Dursun, Din Bu, II, 371

[117] 2/Bakara, 30

[118] 17/İsrâ, 70

[119] 2/Bakara, 29

[120] 10/Yûnus, 107

[121] 40/Mü’min, 60

[122] 1/Fâtiha, 4

[123] 3/Âl-i İmran, 26

[124] 10/Yûnus, 107

[125] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 395

[126] Çelebi (Muhabbetçi)

[127] Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, Ruh-Melek-Cin ve Şeytan, Cin ve Şeytanların Hususiyetleri, https://darulkitap.kuranikerimde.com/kulliyatlar/fgulenkulliyati/Kitap/Kitap/Inancin_Golgesinde_1/2_ruh_melek_cin_ve_seytan/07_melek_cin_ve_seytanlarin_hususiyetleri.htm

[128] Buhârî, Bed’u’l-Halk 11, Hums 4, Ahkâm 21, Edeb 121, Mevakît 22, İtikâf 8, 11, Fezâilu’s-sahâbe 5;  Müslim, Selâm 23-24, Mesâcid 224, Fezâilu’s-sahâbe 29, 34; Ebû Dâvud, Savm 79, h. no: 2470; İbn Mâce, Sıyâm 65, h. no: 1179; Ahmed bin Hanbel, III/156, 285; VI/337

[129] Müslim

[130] Tahir Örs Özakkaş, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, s. 158/159

[131] Bkz. 2/Bakara, 258; 15/Hıcr, 23

[132] 15/Hıcr, 42; benzer ifade için bkz. 14/İbrâhim, 22; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65

[133] 6/En’âm, 112, 121; 41/Fussılet, 36

[134] 114/Nâs, 1-6

[135] 14/İbrâhim, 22

[136] 16/Nahl, 99-100

[137] 14/İbrâhim, 22

[138] Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s. 226; Krş. Kılavuz, TDV. İslâm Ansiklopedisi, Cin Maddesi, 8/9

[139] F. Râzi, T. Kebir,  3/273

[140] 20/Tâhâ, 69

[141] 10/Yûnus, 80-81

[142] 6/En’âm, 128

[143] 16/Nahl, 99-100

[144] 7/A’râf, 200, 201

[145] 34/Sebe’, 20-21

[146] 51/Zâriyât, 56

[147] 6/En’âm, 112

[148] 18/Kehf, 50

[149] 2/Bakara, 208

[150] 72/Cin, 6

[151] bk. 16/Nahl, 99-100

[152] Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

[153] 39/Zümer, 38

[154] 48/Fetih, 11

[155] 10/Yunus, 107

[156] Bkz. 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 165

[157] 95/Tîn, 4

[158] Bkz. 17/İsrâ, 7, 70;  95/Tin, 4 - 5

[159] Bkz. 2/Bakara, 29; 45/Câsiye, 13

[160] 31/Lokman, 20

[161] 17/İsrâ, 70

[162] Bakara: 2/29

[163] Câsiye: 45/13

[164] 17/İsra, 56

[165] 13/Ra'd, 16

[166] Tirmizî, Sıfatü'l-kıyâme, 59; İbn Hanbel, I, 293

[167] 7/A'râf, 200-201

[168] 16/Nahl, 98-100

[169] 15/Hıcr, 28-43; 17/İsrâ, 61

[170] 3/Âl-i İmrân, 175

[171] 98/Beyyine, 7-8

[172] 36/Yâsin, 11; 79/Nâziât, 45

[173] 20/Tâhâ, 3; 87/A’lâ, 10

[174] 13/Ra’d, 21

[175] 21/Enbiyâ, 25; 23/Mü’minûn, 57

[176] 21/Enbiyâ, 49; 35/Fâtır, 18; 50/Kaf, 33

[177] 5/Mâide, 52

[178] 26/Şuarâ, 106-108

[179] 23/Mü’minûn, 23

[180] 16/Nahl, 51-52

[181] 9/Tevbe, 18

[182] 24/Nûr, 52

[183] 39/Zümer, 23

[184] 33/Ahzâb, 37

[185] 5/Mâide, 3

[186] 33/Ahzâb, 39

[187] 3/Âl-i İmrân, 151

[188] 13/Ra’d, 28

[189] 2/Bakara, 38, 62

[190] 55/Rahmân, 46

[191] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, s. 138

[192] 2/Bakara, 155

[193] 3/Âl-i İmrân, 175

[194] 2/Bakara, 38, 62

[195] 10/Yûnus, 107

[196] S. Müslim Terc. 7/188

[197] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349

[198] 2/Bakara, 189, 161

[199] 2/Bakara, 102

[200] Hâfız bin Ahmed el-Hakemî, Meâricu’l-Kabûl, 1/273-274

[201] F. Aydın, a.g.e., s. 138-144

[202] 3/Âl-i İmran 80; İbn Kesir, Tefsir IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VIII, 5381; İzutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 19

[203] Âlûsi, Bulûğu'l-Erab, II, 197

[204] Yazır., M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4594; 39/Zümer, 3

[205] 3/Âl-i İmran, 80

[206] 37/Sâffât, 158

[207] 6/En’âm, 100

[208] M.N. el-Câhız, Edyânu’l-Arab, s. 125-126

[209] Âlûsî, a.g.e., II, 197

[210] İbn İshak, Sîre, s. 13; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, II, 173

[211] 4/Nisâ, 48; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 75-77

[212] F. Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 146-147

[213] Macdonald, B.D., "Cin" maddesi, İ.A., III, 192

[214] 37/Sâffât, 158

[215] 6/En’âm, 100

[216] 6/En’âm, 128

[217] 72/Cinn, 6

[218] Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 147-148

[219] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, III, 269; Ateş. S., Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, X, 98

[220] İzutsu, T, Kur'an'da Allah ve İnsan, 159

[221] 6/En’âm, 100; Alûsî, a.g.e., III, 197

[222] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 83-85

[223] 6/En’âm, 130

[224] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14

[225] 51/Zâriyât, 56

[226] 18/Kehf, 50

[227] A. Osman Ateş, ı.g.e. s.-337-338

[228] 6/En’âm, 76

[229] 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2

[230] 53/Necm, 32

[231] 15/Hicr,  27

[232] 32/Secde, 13

[233] 6/En’âm, 112

[234] 51/Zâriyât, 56

[235] 46/Ahkaf, 29, 30, 31

[236] 7/A’râf, 27

[237] 27/Neml, 39

[238] 3/Âl-i İmran, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26, 27/Neml, 65;

   34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41, 53/Necm, 35, 68/Kalem, 47, 72/Cinn, 26

[239] 18/Kehf, 50

[240] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, 321-325

[241] 6/En'âm, 112

[242] 6/En’âm, 130

[243] 7/A’râf, 27

[244] 7/A’râf, 179

[245] 18/Kehf,  50

[246] 15/Hicr, 27

[247] 34/Sebe’, 14

[248] 34/Sebe', 12

[249] 37/Sâffat, 158

[250] 46/Ahkaf, 29-32

[251] 55/Rahmân, 15

[252] 55/Rahmân, 31-34

[253] 51/Zâriyât, 56

[254] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14

[255] 72/Cin, 13

[256] 72/Cinn 26-27

[257] 113/Felak, 1, 4

[258] 114/Nâs, 1-6

[259] Müslim, Zühd 60

[260] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648

[261] Heytemî; Zevâcir, 1/130

[262] Müslim, Münâfikîn 69; Dârimî, Rikak 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/385, 397, 401, 460

[263] Nesâî, İstiâze 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/178

[264] 72/Cin, 1-2

[265] 72/Cin 1-...; (Cin'in sözü 15. âyette biter); Buhârî, Tesfir Cinn 1, Ezan 105; Müslim, Salât 149, h. no: 449; Tirmizî, Tefsir, Cinn, h. no: 3320

[266] Müslim

[267] Tirmizî, Tefsir, Cin h. no: 3321

[268] 34/Sâd, 35

[269] Buhârî, Salât 75, Amel fi's-Salât 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiyâ 40, Tefsir, Sâd; Müslim, Mesâcid 39, h. no: 541

[270] 51/Zâriyât, 56

[271] 46/Ahkaf, 29

[272] 72/Cin, 1

[273] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 66-67

[274] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315

[275] Bak. 2/Bakara, 3

[276] 2/Bakara, 3

[277] 67/Mülk, 2

[278] 2/Bakara, 177, 285

[279] 2/Bakara, 256

[280] Müslim, Salât 149; Tirmizî, Tefsir 72/2-3, No: 3323-3324

[281] 7/A'râf, 27

[282] İbn Manzûr, Lisânul-Arab, XIII, 92-101

[283] Müslim, Eşribe, 96; Ebû Dâvud, Eşribe, 22; Tirmizî, Et'ime, 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 301, 306,        319, 386; İmâm Mâlik, Muvatta, Sıfatû'n-Nebî, 10/21

[284] Abdürrezzak, Musannef, XI, 32

[285] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395

[286] Buhari, Tıb 30; Müslim, Selâm 92-94, 98, 100

[287] Müslim, Eşribe 99

[288] en-Nevevî, Minhâc, c. 13, s. 183, 186-187

[289] Abdurrezzak, Musannaf, XI, 32

[290] Müslim, Eşribe 96; Krş. Buhârî, B. Halk 11, 15; Müslim, Eşribe 97; Ebû Dâvud, Eşribe 22, hadis no: 3731-3733; Tirmizî, Et’ıme 15, hadis no: 1812

[291] Bkz. en-Nevevî, Minhâc, XIII, 183

[292] Müslim, Eşribe 99. Bu konuyla ilgili hadis rivâyetlerinin tahkiki için bkz. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 91-117

[293] 34/Sebe’, 12-14

[294] 34/Sebe’, 14

[295] 46/Ahkaf, 29-32

[296]  Abdülhakim Beyazyüz, Cinler, Melek veya Tanınmayan Varlıklar mıdır?, Haksöz

[297] Tirmizî, Tahâret, 14/18; Ebû Dâvud, Tahâret 20; Nesâî, Tahâret 36

[298] Bkz. Aynî, Umde XVI, 310

[299] Nesâî, Taharet 35/39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 457

[300] Nesâî, Taharet 38/42

[301] Nevevî, Minhâc III, 157; Kastallânî, İrşâdu’s-Sârî, I, 327; Aynî, Umde II, 299-301, 304; M. Hattâb es-Sübkî, Menhel, I, 137; Davudoğlu, Selamet Yolları, I, 137; Sahih-i Müslim Terc. Ve Şerhi, III, 226-227; Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Terc. Ve Şerhi, I, 501-502

[302] Bkz. Müslim, Eşribe 134-136; Ebû Dâvud, Et'ıme 16/3765-3766, 3768, 50/3845; Tirmizî, Et'ıme 11/1802-1803; İbn Mâce, Et'ıme 13/3278, Duâ 19/3887; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 383; IV, 336; V, 383

[303] Geniş bilgi için bkz. Ali Osman Ateş, a.g.e., s. 91-117

[304] Buhârî, Tıb 30

[305] Müslim, Selâm 92, hadis no: 2218

[306] Buhârî, Tıb 19

[307] Müslim, Selâm 126; İbn Mâce, Tıb 44

[308] Müslim, Selâm 104-105; Ebû Dâvûd, Tıb 24

[309] 4/Nisâ, 113

[310] 4/Nisâ, 64

[311] 24/Nûr, 63

[312] Dinimiz, temizliği iman ile irtibatlandırmış, nice ibâdeti temizlik şartıyla kabul edileceği açıklanmış, maddî temizlikle birlikte mânevî temizliği, gönlün arınmasını da öne çıkartmıştır. Temizliği imanla bağlantılı olarak, imanın yarısı şeklinde ele alan dinimiz, temizliğin kendisini de ibadet saymıştır. Abdest, gusül ve teyemmüm bu ibadetlerdendir. Temizlik hakkında çok şümullü alanları sayarak her alanda temizliğe önem vermeyi emretmiştir. Yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanmasını isteyerek, abdest ile, el ve yüz temizliğine dikkat çekmiş, tuvalette su kullanmayı ve çıkışta mutlaka elleri yıkamayı emretmiş, diş temizliği üzerinde ısrarla durmuş, gıdaların temiz olması gerektiğini hükme bağlamış, temizlik için sol eli kullanmayı emretmiş, aksırınca mendil kullanmayı veya sol elini kullanmasını istemiştir. Tırnak kesmeyi, etek ve koltuk altı tıraşı ve temizliğini istemiştir. Bütün bunların yanında çevre ve mekân temizliği ile ilgili hükümler bildirmiş, meydanların ve piknik alanlarının temizliğinden bahsetmiştir. Dinimizin çok kapsamlı olarak ele aldığı ve çok önem verdiği bu temizlik, bütün boyutlarda uygulansaydı, hiç korona görülür veya görülse bile üreyebilir miydi?

“…Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (2/Bakara, 222); "Temizlik, imânın yarısıdır” (Müslim, Tahâre, 1); "Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler." (Buharî, Savm, 27); "Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, şâyet sadece Allah'a ibâdet ediyorsanız O’na şükredin" (2/Bakara, 72)

[313] Buhârî, Tıb 31; Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 97; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 358.

Nasıl Rahmet Olur?

“Nice hoşlanmadığınız şey vardır ki, o sizin için hayırdır… Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216). Bu musibetleri uyarı olarak ele alır, kendi yaptıkları suçların bir cezası olarak, bu musibetleri bir uyarı olarak ele alır, muhasebelerini yapıp kendilerini hesaba çekerek tevbe etmeleri, Allah’a yönelip O’nun razı olacağı inanç ve amel içinde olmaya söz verdikleri zaman, rahmet olur. Böyle bir musîbetle sınandığında,  tevhidî bir iman içinde, Allah’ın takdirinden başka bir şeyin kendisine isabet etmeyeceğine inarak sabredip bulunduğu yerde aşırı korkulara kapılmadan ve isyan etmeden beklerse, işte o zaman bu musibet rahmet olur.     

Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) tâundan sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “O, sizden öncekilere Allah’ın gönderdiği bir azaptı. (Şimdi) Allah onu mü’minlere bir rahmet yaptı. Eğer bir kul tâuna tutulur da bulunduğu yerde sabrederek bekler, Allah’ın takdirinden başka kendisine bir şey isâbet etmeyeceğini bilirse, o kimseye şehid ecri kadar sevap verilir.” (Buhârî, Tıb 31, Enbiya 50, Kader 15; Müslim, Selâm 97; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 358)

[314] 27/Neml, 17

[315] Krş. 27/Neml, 17-37

[316] 27/Neml, 38-40

[317] Râzî, Mefâtih, 24/197

[318] 27/Neml, 39

[319] Çağatay, Câhiliye Çağı, s. 14-15

[320] 27/Neml, 39

[321] Krş. 21/Enbiyâ, 82; 38/Sâd, 34-39

[322] 27/Neml, 17

[323] 34/Sebe’, 12-13; 38/Sâd, 34-39

[324] 2/Bakara, 30; 6/En'âm, 165; 10/Yunus, 14; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26

[325] 2/Bakara, 34; 7/A'râf, 11-17; 15/Hicr, 36-40; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 38/Sâd, 79-82

[326] 14/İbrâhîm, 22; 15/Hicr, 42; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65

[327] 7/A'râf, 200-201; 16/Nahl, 98; 23/Mü'minûn, 97-98; 41/Fussllet, 36

[328] 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 62, 35, 43; 48/Feth, 23; Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 169-175

[329] 72/Cinn, 13

[330] bk. 72/Cinn, 6

[331] bk. 6/En'âm, 112

[332] bk. 114/Nâs, 6

[333] 34/Sebe', 14

[334] Y. N. Ö, a.g.e., s. 223

[335] 16/Nahl, 21

[336] 27/Neml, 65

[337] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122

[338] 6/En’âm, 59

[339] 6/En’âm, 50

[340] 27/Neml, 65

[341] 3/Âl-i İmran, 179

[342] 72/Cinn, 26

[343] 7/A’râf, 188

[344] 6/En’âm, 59

[345] 16/Nahl, 77

[346] 27/Neml, 65

[347] 72/Cin, 26

[348] 10/Yûnus, 20

[349] 3/Âl-i İmrân, 179

[350] Bkz. 67/Mülk/5

[351] 34/Sebe’, 14

[352] Ebû Dâvud, Tıb 21, hadis no: 3904; Tirmizî, Tahâret 102; hadis no: 135; İbn Mâce, Tahâret 122, hadis no: 639

[353] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 263-267

[354] Aynî, ‘Umdetü’l-Kaarî, c. 15, s. 183-184

[355] Rûdânî, Cemu’l-Fevâid, c. 2, s. 87-90, hadis no: 3965-3980

[356] Müslim, “Zühd” 61-62, hadis no: 2997

[357] Câhız, K. Hayevân, c.4, s. 280

[358] Aynî, Umdetü’l-Kaarî, c.15, s. 184

[359] Müslim, “Salat” 265, hadis no: 510

[360] Nesâî, “Taharet” 30

[361] Buhârî, “Bedü’l-halk” 15 (3303); Müslim, “Zikr” 82 (2729)

[362] Abdülmüîd Hân, Esâtîru’l-‘arabiyyeti kable’l-İslâm, s. 50

[363] Tekvin, Bab 3

[364] Stave-Kohler, “Ahrıman” Jewish Enc. c.1, s. 296

[365] Câhız, Kitabu’l-hayevân, c.6, s. 431.

[366] Eş’arî, Makalât, s. 441

[367] Saadettin Merdin

[368] Müslim, Selâm 139; İmam Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33

[369] Müslim, Selâm 141

[370] Nevevî, Minhâc. 14/230, 236; Krş. Ahmet Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, IX, 693

[371] Bkz. Müslim, Selâm 139, 141; İmam Mâlik, Muvatta', İzin 12/33

[372] Tekvin, 3/1-15

[373] Demiri, Hayâtu’l Hayavâni’l Kübrâ, I, 391; Aydemir, Tefsirde İsrâiliyât, s. 62

[374] Taberî, Câmiu'l-Beyân. I, 235; Krş. Aydemir, Tefsirde İsrâiliyât, s. 259

[375] M.S. Şahin, T.D.V. İslâm Ans. Cin Maddesi, VIII, 5

[376] Yuhanna'nın Vahyi 20/1-2

[377] Beyhakî, Sünen, IX, 314; Suyûtî Câmiu’s-Sağîr, II, 698; Halebî, İnsânü'l-Uyûn, I, 203

[378] İbnül-Esir, en-Nihâye, I, 308; İbn Manzûr, Lisânü'1-Arab, XIII, 97

[379] Aynî, Umde, II, 268

[380] Âlûsî, Bulûğu'l-Ereb, II, 358

[381] Ebû Dâvud, Edeb, 174/5248-5250; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348, 420; II, 432

[382] Âlûsî, a.g.e., II, 324

[383] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 348

[384] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 390, 395, 397, 413, 421, 466

[385] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1, 330; Demîrî, Hayâtu’l Hayavân, II, 204; Krş. Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, IX, 143

[386] Müslim, Selâm, 140

[387] Bkz. Buhârî, B. Halk, 15; Müslim, Selâm, 138; Ebû Dâvud, Menâsik, 39; İkame, 165; Nesâî, Hac, 83, 114, Sihir; 13; Tirmizî, Salât, 170; İbn Mâce, Sayd, 19, Menâsık, 91; İkame, 146; İmam Mâlik, Mııvatta, Hac, 91; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257, 348, 11, 22, 30, 50, 52, 233, 248, 255, 284, 432, 473, 475, 111, 3, 32, VI, 97, 203, 209, 238, 259

[388] Bozkurt, Hz. Peygamber Devrinde Folklor, s. 57

[389] El-Âlûsî, Bülû’l Ereb, II, 360

[390] 27/Neml, 39

[391] Aynî, Umdetü'l-Kârî, VII, 102

[392] Râzî, Mefâtihu-l-Gayb, XIV, 54

[393] Râzî, a.g.e., XXVI, 208

[394] el-Ferrâ, el-Mu'temed fi Usûli'd-Dîn, s. 174-175; Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 118 vd.

[395] Rukyeci Aytekin lülleci, Formun Üstü

Formun Altı

https://www.facebook.com/search/top/?q=rukye%20ve%20%C5%9Fi%CC%87fa

[396] 7/A'râf, 27

[397] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Vlll, 153

[398] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XIV, 54

[399] Râzî, a.g.e., XIV, 54

[400] Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, XIV, XIV, 54

[401] Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Mu'temed, s. 172

[402] Demîrî, K Hayavân, 1, 297

[403] Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 137 vd.

[404] 38/Sâd, 35

[405] 34/Sebe’, 12

[406] 34/Sebe’, 14

[407] Bkz. 15/Hıcr, 28-46; 2/Bakara, 34-38; 7/A’râf, 11-25; 17/İsrâ, 61-65; 18/Kehf, 50; 38/Sâd, 71-85; 20/Tâhâ, 116-125

[408] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 252 vd.

[409] 22/Hacc, 75

[410] 17/İsrâ, 95

[411] 41/Fussılet, 6

[412] 6/En’âm. 38

[413] Müslim, Selâm 38, 148, hadis no: 2241; İbn Mâce, Sayd 2, hadis no: 3205

[414] Buhâri, Tefsir sûre 17, 11

[415] 10/Yunus, 47

[416] 35/Fâtır, 24

[417] 51/Zâriyât, 56

[418] 14/İbrâhim, 4

[419] 5/Mâide, 67

[420] 4/Nisâ, 79

[421] 72/Cin, 1

[422] Buharî, Tefsir, Cin 1, Ezan 105; Müslim, Salat 149; Tirmizi, Tefsir, Cin

[423] 2/Bakara, 185, 3/Âl-i İmran, 4, 138;45/Câsiye, 20

[424] 6/En’âm, 130

[425] 17/İsrâ, 15

[426] 51/Zâriyât, 56

[427] 7/A’râf, 179

[428] 72/Cinn, 13

[429] Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, el-Mu'temed, s. 174

[430] 55/Rahmân, 56

[431] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân: s. 97; Garâibü ve Acâibü'l-Cin, s. 91; Terc. Cin­lerin Esrarı, s. 119

[432] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 91, 105; Garâibü ve Acâibü'l-Cin, s. 85, 99; Terc, Cinlerin Esrarı, s. 119

[433] Tevrat, Levililer, 15/19-24, 22/5-7

[434] İbn Nuceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, I, 302

[435] Demîrî, H. Hayavân, I, 302

[436] Şiblî, Ahkâm, s. 91; Garâib, s. 85-86; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 109

[437] Demiri, H. Hayavan. 1, 302; İbn Nuceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, s. 131

[438] Şiblî, Ahkâm, s. 94, 101; Garâib, s. 89-95; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 114-124

[439] Şiblî, Ahkâm, s. 91; Garâib, s. 85; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 109

[440] Şiblî, Ahkâm, s. 93-94; Garâib, s. 87-88; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 112-114

[441] 7/A’râf, 24

[442] 16/Nahl, 72

[443] 30/Rûm, 21

[444] Kurtubî, el-Câmi, XIV, 17

[445] İbn Nuceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâır, s. 131

[446] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 147 ve devamı

[447] 69/Haakka, 44

[448] 26/Şuarâ, 221-223

[449] 53/Necm 19-23

[450] 22/Hacc, 52

[451] Abdülhakim Beyazyüz, Haksöz

[452] Yuhanna, 8 / 48, 49; 10/ 19-21; 17/ 19-20; Luka 4 / 41; 7/28-34; 11 / 14-22; Matla, 4/ 24; 9/ 32-34; II / 11-19; 12 / 22-29; Markos 3/20-27; 16/9

[453] Dârimî, Mukaddime, 4, (Sünen, I, 11-12)

[454] Rivayetin senedinde yer alan râvîlerden Ferhad b. Ya'kûb es-Sebhî hadis âlimleri tarafından tenkîd edilmiş, sika olmadığı, hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiştir. Yine bu râvînin Ahkâm ve Sünnet'te delil olmadığı zikredilmiş, kendisi güvenilir hadisçilerden kabul edilmemiştir (Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidal, III, 345-346; İbn Hacer, T. Tehzîb, IV, 483-484). Hadis âlimleri, yukardaki rivayetin senedinde yer alan Hammâd b. Seleme hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Yaşlandığında hafızası bozulduğu için el-Buhârî tarafından kendisinden rivayetin terkedildiğı kaydedilmektedir (İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 12). Ayrıca Hz. Peygamber'e çocuğunu getiren kadının ve tedavi edilen çocuğun kimliği de meçhuldür. "Siyah köpek yavrusu gibi bir şey" olup, "çocuğun içinden çıkarak koşup giden şey" de müphemdir. Câhiliye Araplarında da "Siyah" rengin uğursuz sayıldığı, cin ve şeytanlara, kötü varlıklara, mahiyeti anlaşılamayan, insan bilgisinin ve idrakinin ulaşamadığı, iradesinin hükmedemediği yerlere bu rengin nisbet edildiği görülmektedir. Nitekim Eski Mısır Dini'ndeki telakkiye göre, cinler, kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup, Re'nin düşmanı sayılırlardı. Bu durumun günümüzde de böyle olduğu gözlenmektedir. Dilimizde de, "Kara Şeytan", "Kara Yılan", "Kara Dinli", "Kara Kâfir" gibi kullanımların mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu ve benzeri rivayetlerde câhiliye döneminin siyah rengi şer ve uğursuz sayan, siyah köpeği cin kabul eden anlayışının tesiri açıkça ortaya çıkmaktadır. Siyah derili Afrikalı veya Afrika kökenli insanlara, yani zencilere karşı ırkçı ve aşağılayıcı tavır da, renkleriyle ilgili olmalıdır.

[455] Dârimî, Sünen, I, 10-11 (Mukaddime, 4); Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171

[456] Hadisin isnadında yer alan râvîlerden Ubeydullah b. Musa'nın müfrit şiîlerden olup, zabtının zayıf olduğu, münker şeyler naklettiği kaydedilmiş, İsmâîl b. Abdilmelik'in de hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiştir (Krş. İbn Hacer, T, Tehzîb, I, 201; IV, 36-37). ed-Dârimî'nin yukarıda kaydedilen son rivayetiyle uygunluk arzeden ve Ahmed b. Hanbel tarafından Ya'lâ b. Mürre'den nakledilen bu konudaki iki rivayetin de (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171) bu hususta delil olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü bunlarda yer alan râvîlerden Abdurrahmân b. Abdilazîz el-Ümâmî (v.162) ile Minhâl b. Amr el-Esedî hadis âlimleri tarafından cerhedilmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171).

[457] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171

[458] Rivayetin senedinde yer alan râvîlerden Yahya b. Ebî Hayye Ebû Cenâb el-Kelbî el-Kûfî (v.147) hadis âlimleri tarafından şiddetle tenkid edilmiştir. Yahya el-Kattân, ondan rivayeti helal saymamış, hemen hemen bütün hadis âlimleri onun zayıf bir kimse olduğunu, münker şeyler naklettiğini, tedlîs yaptığını, meşhur sika kimselerden işitmediği şeyleri işitmişcesine naklettiğini, metruk olduğunu kaydetmişlerdir. (Zehebî, Mizânü'l-İ’tidâl, IV, 371; İbn Hacer, T.Tehzîb, VI, 129-130). Hâfızası zayıf ve bu yüzden metruk bir ravînin, bahsettiği hastalığa bir reçete mahiyetinde okunduğunu ileri sürdüğü bu âyetleri nasıl hatırında tuttuğu doğrusu ilginç bir husustur. Duymadığı şeyleri sika kimselerden duymuş gibi nakleden bir zâtın, bu rivayeti de uydurmuş olabileceği ister istemez hatıra gelmektedir. Bu sebeple bu rivayetin de konumuzla ilgili olarak delil olamayacağı açıktır. Bu rivayeti yine Ebu Cenâb el-Kelbî vasıtasıyla kaydeden el-Hâkim'in, "Bu hadis mahfuz ve sahihtir" şeklindeki görüşüne katılmak da mümkün değildir.

[459] İbn Mâce, Tıb 46, hadis no: 548

[460] İlmî olarak tam sekiz delilden dolayı bu rivayet sahih değildir. Açıklayayım:

1- Kur’an’da şeytanın Allah’ın kulları üzerinde bir hâkimiyetinin sözkonusu olamayacağı net şekilde ifade edilirken, bu rivâyet, Allah rasûlünün Taif’e vali olarak tayin ettiği seçkin bir sahabisinin şeytanın hâkimiyeti altına girdiğini, hatta şeytanın içine girip ona musallat olduğunu belirtiyor. Allah rasulü, Kur’an’a ters bir şey söylemez. Kur’an, Kur’an’ın beyanına göre “Furkan”dır; doğru ile yanlışı, sahih ile sahih olmayanı ayıran, belli eden bir kitaptır, bir sağlamadır. İbnu’l-Cevzî’nin mevzu hadisleri tanımak için tesbit ettiği kaidelerin ilki şudur: Hadisin Kur’an’a arzedilmesi: Eğer hadisin metni Kur’an nasslarına açık bir muhalefet içeriyorsa, bu hadis ya çok zayıf, ya merdud ya da mevzu’dur. Hâkezâ sahih, mütevatir, meşhur ve müstefîd olan hadise muhâlif olduğunda da reddedilir. İkincisi; Bir hadisin muhtelif rivayetlerinin birbirine arzedilmesi (İmam Şevkânî, Mevzu Hadisler, s. 101). İbn Kayyım el-Cevziyye’nin mevzu hadisin bilinmesiyle ilgili tespit ettiği kaidelerden on üçüncüsü: Hadisin, Kur’an’ın sarih nassına aykırı olması”, üçüncüsü ise: Hadisin çirkin manalı ve alay edilebilecek ifadeler içermesi” sayılır (Şevkânî, aynı yer). Aşağıda, son madde olarak Kur’an’a arzedeceğim bu rivayeti.

2- İbn Mâce'nin bu rivayetini nakleden râvîlerin zabt yönünden kusurlu oldukları ortaya çıkmaktadır. Çünkü olayı gerçek yönüyle zaptedip nakledememişlerdir. Ayrıca İbn Mâce'nin mezkûr rivayetinde Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.) "Ömrüne yemin etmektedir." Rivayete göre bu olay, kendisinin Tâif valiliği esnasında meydana gelmiştir. Bu da, İslâm'ın tebliğinin hemen hemen tamamlandığı, Hz. Peygamber'in ömrünün son zamanlarına rastlamaktadır. Çünkü Taif, Mekke'nin fethinden sonra kuşatılmıştır. İşte Osman b. Ebi'l-Âs, Taif valisi olduğu dönemde başına gelen bir olaydan söz ettiği bu rivayette "Ömrüne yemin etmektedir." Hâlbuki bu bir Câhiliye dönemi alışkanlığıdır (Bkz. Abdürrezzak, Musannef, VIII, 470; Necîramî, Eymânü'l-Arab, s. 31) ve Hz. Peygamber, ashabını Allah'tan başka şeylere yemin etmekten sakındırmıştır (Buhârî, Eymân, 4,5; Müslim, Eymân, 1-6; Ebû Dâvud, Eymân, 4/3248-3251; Tirmızî, Nuzur ve'l-Eymân, 8/1533-1535; Nesâî, Eymân, 4/3762-3706). Bu açıdan İbn Mâce'nin rivayeti metin yönünden de problemlidir.

3- İbn Mâce'nin bu rivayetinde yer alan ve Osman b. Ebi'l-Âs'a ait olduğu zikredilen, "...Bundan sonra şeytanın bana sokulduğunu sanmam" ifadesi de üzerinde durmaya değer problemli bir sözdür. Kur’an-ı Kerîm ve hadislerden, her insanın şeytandan bir yoldaşı olduğu ve onu saptırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm'de, "Yanındaki şeytan: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin bir sapıklıktaydı, der" (50/Kaf, 27) buyurulmaktadır. Bazı hadislerde de 'her insanın beraberinde bir şeytan bulunduğu, buna Hz. Peygamber'in de dâhil olduğu, ancak O'nun (s.a.s.) Allah'ın yardımıyla şeytanın şer ve fitnesinden korunduğu bildirilmektedir (Müslim, Münâfıkîn 69/70; Nesâî, İşret 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257). Bu durumda, Resûlullâh'tan başkasının şeytanın şer ve fitnesinden emniyette olmadığı anlaşılıyor. Çünkü Hz. Peygamber, kendisini kıskanan Hz. Âişe'ye, "Ne oldu yâ Âişe, şeytanın mı geldi?" demiştir (Müslim, Münâfıkîn 70; Nesâî, İşret 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 115). Bu sebeple Osman b. Ebi'l-Âs'ın, bundan sonra bir daha şeytanın kendisine sokulmadığına dair sözünü sahih kabul etmek mümkün görünmüyor.

4- Rasûlullah’ın bir sahabisinin ağzına tükürmesi, hem de bunu 3 defa tekrar etmesi, Peygamberimizin insan sağlığına gösterdiği özene, kibarlığına, insan psikolojisinin böyle bir şeyden hoşlanmayacağını bilmesine ters düşer. Peygamberimiz, başkalarının en küçük ihtimalle bile tiksineceği bir şey yapmaz; kimsenin ağzına tükürmez. Mevzu hadislerin bir ölçüsü de, hadisin çirkin manalar içermesidir. Şimdi, binlerce hadis rivayetinin içinden sahih hadis diye seçtiğiniz bu hadisi sahih kabul ederek, Peygamberimizin bu rivayette bahsedilen sünneti diye insanları tedavi ederken ağzını açtırıp üç defa tükürüyor ve bunu sünnet diye Peygamberimize mi atfediyorsun? İnsanlara dini ve Peygamberimizi ağza tükürmeyle anlatıyorsun? Hele, günümüzün musibeti olan koronavirüsün ağız ve burun yoluyla bulaştığını da önemsemeden sünnet diye Peygamberimize de iftira atarak ağzınızın mikroplu salyalarını başka birisinin ağzına tükürerek boşaltacaksınız. Böyle yapınca Allah razı olacak, hadislere inanmış olacaksınız, bu rivayetleri ilmî delillerle kabul etmeyenlere de çok rahatlıkla “hadis inkârcısı” diyeceksiniz, öyle mi? Sünnet diye insanların ağzına tükürün bakalım, mümkün o sünneti(!) birileri de size uygular. Sünnet sevabı daha büyük olsun diye, birisinin toplum içinde şu korona günlerinde toplumun içinde o fiili uygulasın, her ikiniz de sevaba girmiş olun. Cüppeli, sünnet denilince sümük anlıyor, siz de sünnet denilince ağza tükürmeyi anlıyorsunuz. Biz, sünnet denilince Kur’an’ın hayata geçirilişi, yaşanılan Kur’an olarak anlıyoruz.

5- Bu rivayeti, İbn Mâce’den başkası kitabına almamıştır. Ama aynı olay, Sahih-i Müslim’de şöyle geçer. Müslim'in rivayetinin, bu olayı daha iyi zabtettiği ortaya çıkmaktadır. Müslim’in rivayeti şöyledir: Osman bin Ebi’l Âs Peygamber’e (s.a.s.) gelerek: “Yâ Rasûlallah! Muhakkak şeytan benimle namazımın ve kıraatin arasına girdi. Onu bana karıştırtıyor” dedi. Rasulullah (s.a.s.) de: “Bu Hinzeb denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin vakit ondan Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür” buyurdu. Osman: Ben bunu yaptım; Allah da onu benden giderdi, demiş.” (Müslim, Selâm 68, hadis no: 2203; Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 9, s. 630-631). Aynı yerde farklı râvilerden aynı ifadelerle hadis tekrar ediliyor. Yani, aynı hadisi farklı râviler tarafından rivayet edilen iki ayrı varyantı daha vardır. Yine, bu Müslim’in rivayet ettiği hadis, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde de vardır.

6- Asahhu’l Kütüb’deki rivâyet tercih edilir: İmam en-Nevevî, Müslim’e yazdığı şerhin mukaddimesinde şöyle der: “Ulemâ, Kur’ân-ı Kerim’den sonra ‘asahhu’l-kütüb’ün Buhârî ve Müslim’in Sahih’leri olduğunda ittifak etmişlerdir. Bilindiği gibi “asahhu’l kütüb”, ihtivâ ettikleri hadisler bakımından “kitapların en sahihi” manasında kullanılan bir tâbirdir. O yüzden aynı olayla ilgili anlatılan rivayetin İbn Mâce’deki değil; Müslim’in Sahih’indeki rivayet daha sahih kabul edilir ve diğerine tercih edilir. Yukarıda geçtiği üzere; İbnu’l Cevzî de öyle diyordu: “Sahih, mütevatir, meşhur ve müstefîd olan hadise muhâlif olduğunda da o rivayet reddedilir.”

7- Sünen’ler içerisinde en çok eleştiri alan hadis kitabı İbn Mâce’nin Sünen’idir. Bu eserde birtakım uydurma rivayetlerin olduğu genellikle bilinen bir husustur. İbn Cevzi, bu kitaptaki uydurma hadisleri tespite çalışmıştır. Bu uydurmaların 34’ünü İbnu’l Cevzî, Mevzuat kitabına almıştır. Ez-Zehebî ise (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ adlı eserinde (cilt 12, s. 279), “İbn Mâce’nin Sünen’inde delil olması mümkün olmayan hadislerine gelince, yaklaşık bin civarındadır.” demiştir. Zaten ulemâ da, bir kimsenin sahih olanla olmayanı ayıracak bilgiye ve ehliyete sahip değilse, sırf İbn Mâce’de var diye bu kitaptaki hadisleri delil olarak kullanmasının doğru ve câiz olmadığını açıkça belirtmişlerdir (el-Leknevî, el-Ecvibetu’l-Fâdıla, s. 71; Harun Ünal, Mevzuat, s. 616-617).

8- Bu rivâyet, Kur’an’a terstir.

Bu rivâyetin Kur’an’a Ters Olmasına gelince…

“Şüphesiz, azgınlardan sana uyacak olanlar dışında, kullarım üzerinde senin hâkimiyetin (sultan, musallatlığın) olmayacaktır." (15/Hıcr, 42). Yani, Benim kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Senin gücün ancak sana uyan azgınlara yeter, der. Peki, şeytana uyan azgınların durumu nedir? Ona uyanlar, cehennemliklerdir: “Kuşkusuz cehennem, o sana uyanların tamamının buluşma yeri olacaktır." (15/Hıcr, 43). Bu âyetler ışığında Peygamberimizin güzide sahabelerinden ve onun tarafından Taif’e vali olarak gönderilen birisinin üzerinde şeytanın hâkimiyeti gerçekleşmiş olsun ve böylece cehennemliklerden olduğu kesinleşmiş olsun. Şeytanın, Allah’ın hiçbir kulu üstünde bir sultasının bulunmadığını, aksine onun hâkimiyetinin (musallat olmasının) sadece azgınlara ve kendi irade ve isteği ile ona uyanlara yönelik olduğunu, bu uymanın da İbls’in zorlaması ile olmayacağını bu âyetler bildirmiştir. Yine, benzer şekilde, Allah Teâlâ’nın İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği şu söz de aynı hakikati ifade eder: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfuzum (saltanatım ve musallat olmam) yoktu. Yalnız, ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icâbet ettiniz.” (14/İbrahim, 22). Yüce Allah, kendisine samimi olarak ibâdet eden ve emirlerini tutan kullarını şeytanın sultasına karşı bizzat koruduğunu ve desteklediğini bildirerek, “Doğrusu o benim kullarım yokmu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin (musallat olman) yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.” (17/İsrâ, 65) buyurur.

Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği şu hadis, aksine mü’minin şeytan üzerindeki hâkimiyetini gösterir: “Sizden birisi yolculukta hayvanını nasıl istediği gibi sürerse, mü’min de şeytanını öyle emri altında idare eder.” (İbn Kesir, 4/327). Fakat, bu son âyetin sonundaki “Vekil olarak Rabbin yeter” ifadesi, mü’minin bu hâkimiyetinin ancak Allah sayesinde olduğunu gösterir. Çünkü eğer insanın şeytana rağmen hakka yönelip bâtıldan kaçması kendi gücü ile olsaydı, “İnsan kendine yeter” denilirdi. Ama böyle buyrulmayıp da, “Rabbin yeter” buyrulunca, ondan ancak Allah’ın yardımı ile korunabileceğimizi anlarız. Ancak, şunu da bilmeliyiz ki, Allah’a sığınmak da kulun elinde ve irâdesi dâhilindedir ve Allah Teâlâ, kendine samimi olarak sığınanları yardımsız bırakmaz. Bu âyetten de anlaşılacağı gibi, şeytanın hâkimiyeti, ancak, putlara ibâdet etmekle ona ibâdet etmiş olan müşrikler ve diğer kâfirler için geçerlidir (Taberî, 14/116).

“Gerçek şu ki o şeytanın, iman etmiş olanlar ve rablerine dayanıp güvenenler üzerinde bir hâkimiyeti olamaz. Şeytanın hâkimiyeti ancak onu kendilerine velî edinenler ve onun yüzünden müşrik olanlar üzerinde geçerlidir.” (16/Nahl, 99-100). Bu âyet de, bu gerçeğin diğer bir ifadesidir. Dolayısıyla kim şeytana itaat eder, onu dost edinip yaptığı işlere ve ibadetlere onu ortak eder ise, yani ona itaat ederek onu âdeta tanrı yerine koymuş olursa; şeytanın hâkimiyeti altına girmiş olur (Taberî, 14/117). Görüldüğü gibi, bu hâkimiyet, insanların tercihinin neticesidir. Yoksa, aslında şeytanın insanoğlu istemedikten sonra, hiçbir beşer üzerinde tesiri yoktur. Şeytan, insan üzerine hâkimiyet ve saltanatı ile değil; esas işi olan “vesvese” ile gündeme gelir.

[461] Krş. Matta, 4/24; 9/32-34; 12/22-29; Luka, 1/32-34; 4/41; 8/1-3; 11/14-22; Markos, 3/20-27; 16/29

[462] Ayhan Songar, Kimlik Bunalımı, 10.2.1994, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi

[463] Müslim, Selâm 14; Tirmizî, Siyer 9/1447; Ebû Dâvud, Tıb 19/3896-3897; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210

[464] Ali Haydar Bayat, Türk Dünyasında Özellikle Anadolu Tıbbî Folklorunda Akıl Hastalıklarının Tedavi Yolları ve Kaynakları, Kültür Bakanlığı Y., s. 64-65

[465] Turan Dursun, Din Bu, II, 371

[466] Krş. Müslim, Selâm, 14

[467] Tirmizî, Siyer, 91, 1557; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210

[468] Ebû Dâvud, Tıb, 19/3896

[469] Ebû Dâvud, Tıb, 19/3896

[470] Ebû Dâvud, Tıb, 17/3883; Krş. İbn Mâce, Tıb, 39/3530; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 381

[471] Ebû Dâvud, Tıb 19/3897

[472] Buhârî, Hudud, 22; Talâk 11; Müslim, Hudud 22; Ebû Dâvud, Hudud, 16, 24; Nesâî, Talâk, 21; İbn Mâce, Talâk 15; Muvatta, Ukûl 3

[473] Ebû Dâvud, Salât, 367/1554; Nesâî, İstiâze, 36, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 89; III, 192

[474] İbn Mâce, Mesâcid 5

[475] Bkz. Dârimî, Sünen. 1, 10-11 (Mukaddime, 4

[476] Bkz. Bayat, a.g.m., s. 59-65

[477] Bu konuda bkz. O. Şevki Uludağ, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, s. 136-143; M. Sâdık Yigitbaş, Musiki ile Tedavi, s. 248 vd.; Ayhan Songar, Psikiyatri, s. 2-3; Ruhi Kalender, Ruh Hastalıkları Tedavisinde Musiki, AÜİFD. sayı: I, s. 271-281

[478] Songar, Türkler ve Ruh Hekimliği, Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos 1979, s. 42-44; Kimlik Bunalımı, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi 10.2.1994.

[479] 13/Ra’d, 28

[480] Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 957

[481] Kurtubî, XIII. 203

[482] İbnü'1-Esîr, "afr" md.; Lisânu'l-'Arab, "afr" md.

[483] I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12

[484] 37/Sâffât, 7

[485] Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709

[486] 27/Neml, 39

[487] Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197

[488] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298; Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40, Tefsir 38/2; Müslim, Mesâcid 39

[489] İmam Mâlik, el-Muvatta, Şi’r 10

[490] 27/Neml, 40

[491] 55/Rahmân, 15

[492] Ali Erbaş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516-517

[493] Kamus, III, 307; Alûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 340; Nevevî, Minhâc (Şerhu Müslim), XIV, 216-217

[494] Nedvî, İslâm Tarihi, Hazırlayan: E. Edib, I, 304

[495] İbn Manzur, Lisân, XI. 507

[496] İbn İshak, Sîre, s. 92; İbn Hişâm, Sîre, I, 201; İbn Manzur, a.g.e., XI, 508

[497] Âlûsî, a.g.e., II, 340

[498] Ozon, M.N. Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237

[499] Ali Çelik, a.g.e., s. 133-136

[500] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 158; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VIII, 183-184

[501] 279/892

[502] Aynî, Umdetü'1-Kâri, XII, 144-148

[503] Aynî, a.g.e., XII, 144-148

[504] Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'an 158

[505] Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102

[506] Uğur, M., a.g.e s. 139

[507] Aynî, a.g.e., XII, 144-148

[508] Uğur, M., a.g.e., s. 139

[509] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 185

[510] Müslim, Selâm, 107-108

[511] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/305-382

[512] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 136 vd.

[513] Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s. 398

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.