RUKYECİLİK VE MUSKACILIK

Bölüm 1

RUKYE YAPMAK VE YAPTIRMAK; DUÂ TİCARETİ

Rukye

İnsanın dünya hayatında karşılaştığı en büyük imtihanlardan biri de hastalıklardır. İnsan mübtelâ olduğu hastalıklardan tedâvî olarak kurtulamayınca alternatif tedavi yollarına başvurmuştur. Bu alternatif tedâvi yollarından biri de insanüstü güçlerden yardım isteme şeklindeydi. Kökü eski medeniyetlere kadar dayanan bu tedâvi yöntemi her ne kadar zaman içinde çoğalmış, azalmış ve şekil değiştirmiş ise de bir olgu olarak varlığını bugün dahi devam ettirmektedir. İşte İslam’ın doğduğu bölgede cahiliye insanlarının bu tür hastalıklar için uyguladığı tedâvi yöntemlerinden biri de rukyedir.[1] 

Çoğulu “rukâ, rakiyyu” olan, Arapçada “r.k.y” kökünden gelen “rukye”; yukarı çıkmak, afsunlamak ve “fî” harf-i cerriyle, kulağına fısıldamak anlamlarına gelir.

İslâmiyet’ten sonra “rukye”, hastalıkların iyileştirilmesi ve zararın defedilmesi isteğiyle Kur’an okumak ve duâ etmek anlamı kazanmıştır. Bazı kaynaklarda da Rukye: 'Bir hastalığa, musibete -humma, sâra vs.- uğrayan kişinin iltica maksadıyla yaptığı duâ olarak tarif edilmiştir. Günümüzde ise, daha çok, insana musallat olduğu iddia edilen cinin insan vücudundan çıkarılması için yapılan işlem ve okunan duâlara deniliyor.

İbn Manzûr’un izâhında, câhiliyyede rukye işinin nasıl uygulandığını îmâ eden anlam ise: rukyecinin, hastalıktan korunmak veya kurtulmak için kişi üzerinde taşınması gereken (muska, nazarlık, ip gibi) simgesel şeylere, sığınma dualarını okuyup üflemesidir[2] denilmektedir. Bunun için İslâm öncesi Araplarda belli kişilerin tatbik ettiği; uzmanlık alanlarından birisi de rukyedir. Rukyenin suya veya yiyeceğe okunarak verileni, yazılı olarak kişinin üzerinde taşınanı, hastaya sözlü olarak okunanı, yazılı belge halinde verileni, bunun doğrudan kişiye tatbik edileni, uygulanırken hastaya tükürerek yapılanı vardır. Ancak buradaki söz veya lâfızlar başkaları tarafından bilinmeyen ve anlaşılmayan ibarelerdir. Öyle ki, eski kültür ve dillerin ürünü olan bu ifâdelerin anlamını, bizzat uygulayanların bile bilmediğini zannediyoruz.

Rukyenin ne zaman ve kimler tarafından ilk olarak uygulandığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Hz. Peygamber Medine’de rukyeyi yasaklamıştı.

Câhiliyyede hastalıklara karşı ilaç veya tedavi edici unsur olarak başvurulan çarelerden biri de rukyedir.

Kur'an-ı Kerim'de “rukye” kelimesi geçmez. Ancak, bir yerde rukye masdarından türeyen “rãk” kelimesi, ism-i fâil kalıbında geçmektedir: Kıyâme Sûresinin 27. ayetinde "Tedavi edebilecek kimdir, denir." Kıyametin anlatıldığı bu sûrede ölümle burun buruna gelen insanlar tasvir edilmektedir. İnsanların kıyamet günündeki durumu, ölmek üzere olan bir hastanın başında, yakınlarının son bir ümit peşinde koşuşturdukları âna benzetilmektedir. “(Hayır, artık çok geç!) Can boğaza gelip dayandığında; ‘Yok mu bir rukyeci (okuyup tedavi edecek biri)’ dendiğinde; (Hasta) bunun beklenen ayrılış olduğunu anladığında; Ve bacaklar birbirine dolaştığında; İşte o gün sevk edilen yer sadece Rabbinin huzurudur.”[3]

 

 

Rukye Nedir?

Sözlükte “yukarı çıkmak; okuyup üfleyerek tedavi etmek” mânalarındaki rukye (raky, rukıyy) kelimesi terim olarak “şifa veya korunma amacıyla Kur’an’dan bir bölümü, ilâhî isim ve sıfatları yahut bir duâyı okuyup üflemek” anlamında masdar ve “üfürük, nazarlık, muska” anlamında isim olarak kullanılır.[4] Bu duâların kâğıt üzerine yazılıp taşınan şekline muska denir.

Rukye, kelime mânâsı itibarıyla okuyarak teda­vi etmek mânâsında kullanılmıştır. Câhiliye Arapla­rı arasında Rukye uygulaması, hem hastalık öncesi, hastalığa yakalanmamak maksadıyla yapılırdı; hem de hastalığa yakalanan birisinin tedavisinde kullanılırdı. Koruyu­cu hekimlik yönü, hastalık gelmeden önce yapılır ve bir nevi ön tedbir olarak düşünülürdü.

Câhiliye Araplarına göre, has­talık nedenlerinin başında cinler, şeytanlar ve kötü ruhlar gelmekteydi. İşte bunların vereceği zarardan korunmak için, onların iskân ettikleri yerler olabile­ceği düşünülen mekânlardan geçerken, "nazardan" korunmak için, zarar vermesinden korkulan şeyle­rin zararından emin olmak niyetiyle ve daha birçok ko­nuda özel, belli duâlar okumak sûretiyle rukye yapı­lırdı.

Hz. Peygamber, hastalıkların gerçek sebebinin Allah'ın yaratması ile olduğunu, görünen sebeplerin ise, O'nun koyduğu sünnetullahın yerine getirilme­mesinin bir neticesi olarak anlaşılması gerektiğini, bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak anlatmış­lardır. Temizlik kurallarına riâyet edilmezse, pislik­ten dolayı meydana gelecek hastalıklara yakalanırız. İşte bu bir sünnetullahtır. Ancak, hastalığın gerçek yaratı­cısı Allah'tır. Şifayı veren de Allah’tır. Bu temel düşünce mahfuz olmak şar­tıyla, içinde şirk unsuru olmayan, şirki ihsas ettirici bir nitelik taşımayan rukyeler, geleneksel ölçüler içinde, çoğunluk tarafından problem görülmemiş­tir.[5]

"Rukye", bir işin meydana gelmesi için tabiatüstü güce başvurmak mânâsına gelir. Eski Türkçede kıs­men afsun kelimesiyle karşılanır.[6] Afsun büyü, tılsım demektir. İbnü'l-Esir, “has­tanın (şifa bulmak için) kendisiyle ilticada bulundu­ğu afsun” olarak açıklar.[7] Rukyenin müsbet ve menfi çeşidi bulunmaktadır. Onun müsbet yönü, "okuma, duâ yoluyla tedavi" şekli; menfi yönü ise afsun olup daha ziyade büyücü ve cadıların[8] nâhoş işleri olarak görülmektedir. Öyleyse Arapçadaki Rukye'yi hem afsunlama hem de duâ ile tedavi diye anlamamız daha uygun olacaktır.[9]

“Rukye”; Sözlüklere ve Tanımlara Bakıldığında, Hiç de Mâsum Durmuyor

 

Sözlüklere ve Ansiklopedilere Göre Rukye Nedir?

Rukye: Sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şey, afsun. Rukye-hân: Rukye ve afsun okuyan, üfürükçü.[10]

Rukye: Büyücülerin okuduğu duâ, afsun. Rukyehan: Osmanlı Devletinde üfürükçülere verilen ad.[11]

Müfredât adlı meşhur Kur’an lügatında şu açıklama yapılır: “Büyü, afsun yaptım ve onun büyüsünün, afsununun üzerine tükürdüm” anlamına gelen “rakıytu” fiili “rukyetun” (Rukye, büyü, afsun) kökünden gelir.  “Ve kıyle men rãk[12] Yani, kim büyü, afsun yapar?  Büyü, afsun yaparak onu himâye edecek, koruyacak hiçbir büyücünün, afsuncunun olmadığına dikkat çekmek için böyle denmiştir.[13]

Şamil İslâm Ansiklopedisi; rukyeyi “duâ, afsun, muska; sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şeyler” diye tanımlamıştır.[14]

Rukye kelimesi terim olarak “şifa veya korunma amacıyla Kur’an’dan bir bölümü, ilâhî isim ve sıfatları yahut bir duâyı okuyup üflemek” anlamında masdar ve “üfürük, nazarlık, muska” anlamında isim olarak kullanılır.[15] Bu duâların kâğıt üzerine yazılıp taşınan şekline muska denir. Rukye ve muskacılık Câhiliye Arapları’nda uygulanmaktaydı.[16] 

Rukye: Hastanın şifâ bulması için kullanılan ifadeler, vesileler, sözler veya kendisine nazar değene ve yılan sokana şifa versin diye yapılan uygulamadır. Ya da kötü ruhları kovmak için yapılan işlemler… Rukye ile yakın anlamlı kelimeler de vardır ve hepsi müşrik Arapların geleneğinde tedavi maksatlı kullanılan usûllerdir. Bunlar “nüşre”, “nefes” ve “temime”dir.[17] Rukye, putların ve şeytanların ismiyle yapılan uygulamalardır.”[18] Peygamberimiz nüşre için “şeytan işi”[19] değerlendirmesini yapmış, rukyeyi ve temimeyi şirk saymıştır.[20]  

Muhammed Fuad Abdulbâkî, “Rukâ”nın müfredi (tekili) “rukiyye”dir dedikten sonra “U’ze” anlamına geldiğini belirtir. Bununla Kur’an, menkul hadis ve me’sur duâlardan değil; putların ve şeytanların ismiyle yapılan uygulama kastedilir.”[21] 

Câhiliyyedeki tedavi tarzının, usûl ve araçlarının, sihir, büyü, uğursuzluk, fal, nücum ilmi gibi mahâretlerle, falcıların, arrâfların, müneccimlerin şifâ verme gücüne inanarak, kendilerine has şekliyle “rukye, sihir, büyü, nüşre, nefes, key (dağlama) ve nüsha (muska)” yaptıklarını, özellikle belirtmek istiyoruz. Elbette bu üstün sayılan kişiler, ücretsiz hizmet vermezlerdi; onlara “huluvânu’l kâhin” adıyla muayyen bir ücret de ödenirdi.[22]

Yeni müslüman olanların bile, Arap kültüründe fevkalâde vasıflara sahip kişilerin tedavi edici ve şifâ verici özelliklerini, Peygamber’e de yüklediği kanaatindeyiz. O bir şifâcı değil; güzel ahlâk ve gerçek Tevhîd inancını tebliğ etmek üzere görevli bir Nebî idi. Etrafındaki insanların sağlık problemlerini çözmek üzere, tebliğ ettiği dinin iman, ibâdet ve ahlâk prensiplerine aykırı olmayan geleneksel usûlleri bazen kullanmış bazen de ehil birine yönlendirmiştir. Câhiliye döneminde özellikle rûhî hastalıklar için başvurulan çarelerden bazılarının nefes, muska, sihir ve rukye gibi duâ türünden sözlü uygulamalar olduğunu biliyoruz. Yıllarca bunlardan fayda ummuş, ata ve dedelerinden böyle görmüş olan bir toplumun, içinde bulunduğu sıkıntıları gidermek ve câhiliyye kültüründen boşalan alanı müsbet usûllerle doldurmak için Hz. Peygamber’in bazı hastalara bizzat duâ ederek okuduğunu, bir kısım hastalara ise kendi kendilerine okumalarını tavsiye ettiğini biliyoruz.

Bizzat okuduğu hastalar dışında bazı hastalara ise, kendi kendilerine okumalarını tavsiye etmesinin bazı gayelerle yapıldığı söylenebilir. Bize göre bu maksatlardan biri; onlarda yerleşmiş olan sihirbaz, rukyeci ve müneccim gibi kişilerin otoritesini yıkmak; herkesin Allah’a yalvardığı ve O’ndan istediği takdirde hastalığına şifâ, dertlerine devâ bulacağı, muhayyel korkularından korunabileceği özgüvenini vermektir. Böylece insanın insana mahkûmiyetini kaldırmış ve insanları Yaratıcıyla muhatap kılmıştır. Ama kimseye “kendi kendine rukye yap” demediğini görüyoruz.[23] Fakat, Allah’ın, her kuluna “Bana dua edin!” dediğini görüyoruz. Peygamberimizin bazı hastalara duâ ettiğini biliyoruz. Ancak, Rasûlullah’ın yaptığı duâlara rukye demek doğru olmaz. Rukyeyi Peygamberimiz şirk olarak niteler.

 

Rukyecilik, İslâm’la Birlikte Ortaya Çıkmış Değildir; Rukye, Câhiliye Araplarının Uyguladığı Çok Çeşitli İşlemlerdir  

Rukye ve muskacılık Câhiliye Arapları’nda uygulanmaktaydı. Büyücüleri doktorların selefleri kabul eden Araplar, tıpla sihir kelimelerini birbirinin yerine kullanıyor, büyülendiğine inandıkları kimseye “matbûb” diyorlardı. Bu anlam yakınlığı sebebiyle hadis kitaplarında sihir konusuna rukye, nazar ve tıp konularındaki rivayetlerle bir arada, çoğunlukla da “Kitâbü’t-Tıb” içinde yer verilmiştir.

Câhiliye Arapları, gizli güçlerin etkilerini yok etmek ve nazardan korunmak amacıyla boyunlarında “nüfre, temîme, nüşre, azâim, ta’vîz (ûze), tivele” gibi adları olan farklı muskalar taşıyor, hastaların başını veya ağrıyan organını tutarak okuyup üfleyen kâhin ve büyücülerin onlara sıhhat verdiklerine inanıyorlardı. Câhiz, evlere musallat olan Âmir adlı cini istihdam etmek, (azâim) ve duâlar okuyup ipe düğüm atmak sûretiyle büyü yapan rukyecilerden ve atılan düğümleri çözen okuyuculardan söz eder.[24] Dolayısıyla câhiliye döneminin şirk kabul edilen uygulamaları İslâm’dan sonra da aynen uygulanmaya devam etmiş, günümüze kadar hakla bâtıl karıştırılarak uygulana gelmiştir.

Cevâd Ali de birçok câhiliye şairinin rukyeden bahsettiğini ve onun etkisini onayladığını kaydeder; Araplar’ın en çok başvurdukları rukyeler arasında muhabbet ve nefret rukyeleri geldiğini bildirir.[25] Kur’an’da hastaları tedavi eden okuyuculardan[26] ve ipe üfleyerek düğüm atan üfürükçülerden[27] söz edilerek bu geleneğe işarette bulunulur. Çeşitli hadis rivayetlerinde İslâmî dönemde bazı müslümanların yahudilere başvurup kendilerine okumalarını istedikleri, onların da İbrânîce ve Süryânîce duâlar okudukları, durumdan haberdar olan Rasûl-i Ekrem’in bunu yasakladığı ve bu işleri yapanların başında Lebîd b. A’sam’ın geldiği kaydedilir.[28] Müslim’in el-Câmiu’s-Sahîh’inde yer alan rivayetlerden,[29] rukyenin hükmünü öğrenmek üzere Rasûlullah’a başvuran Câbir b. Abdullah’ın dayısının câhiliye döneminden beri bu işi yaptığı anlaşılmaktadır.

 

Câhiliye Döneminde Uygulanan Rukye Çeşitleri

Câhiliyyenin mânevî yöntemlerle tedavi ve koruma vasıtalarındaki çeşitliliğe genel olarak rukye denilir. Rukye, câhiliye devrinde en çok müracaat edilen bir teda­vi usûlüdür. Birçok hastalık ve zehirlenmelere kar­şı rukye yapıldığı, bunu meslek edinen kimselerin bulunduğu bilinmektedir.

 

Câhiliye Döneminde uygulanan rukye çeşitlerini şu şekilde sayabiliriz: Tefl, nefh (üfleme), nüşre, temîme, ûze, ved’a, tivele, vâhine, tenfîr, muska takma, ayn (nazar), teşe’üm, tehayyur, tıyara, fe’l.

Tefl: Arapçada tükürmek ve ağzınaki suyu boşaltmak anlamına gelen bu kelime, Arapların tedavi için tatbik ettikleri rukye geleneğinde, hastaya okuyup üfürürken tükürmek anlamında kullanılmaktadır. Buna dâir rivâyetler; Seriyye Hadisi’nin bazı tariklerinde, İlaka b. Suhâr ve Dımâd b. Sa’lebe’nin gayr-i müslim bedevîlere yaptığı rukyelerde görülmektedir.[30] Ancak genel olarak ne Hz. Peygamber’in ne de bir sahabînin bir başka sahabîye rukye yaparken tükürdüğü sözkonusudur. Hatta, kitabın ilerleyen sayfalarında daha geniş açıklayacağımız gibi, Peygamberimizin yaptığı dualara ve uygulamalara da biz, kendisinin şirk diye hükmettiği “rukye” adını vermeyi doğru görmeyiz. Yani, Peygamberimiz hastalara dua etmiş, fakat hiç rukye yapmamıştır.

Rasûlullah’a nisbet edilen merfû uygulamada O’nun, parmağına tükrük bulaştırıp yere dokundurarak “memleketimizin toprağı ve bazılarımızın tükrüğü” tabirini kullandığı nakledilmektedir.[31]

Rivâyetlerin hiçbirisinde Rasûlullah’ın hastalara yaptığı dua esnasında veya sonrasında üflerken aynı zamanda tükürdüğüne dair bir bilgi nakledilmemektedir.[32]

Bu vasıflarda birisinin gerek bedensel artık ve atıkları gerekse kullandığı eşyanın şifâ kaynağı ve zararlı şeylere karşı koruyucu olarak nitelendirilmesi canlı geleneğin hazırladığı bir durumdur. Oysa ne Kur’ân’da ne de hadislerde bunlara açıkça delil teşkil edecek hiçbir bilgiye rastlamamaktayız. Kur’an der ki: “De ki: "Ben de sadece sizin gibi bir beşerim; bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyedilmiştir, doğruca O’na yönelin, O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a şirk koşanların vay haline!”[33] O, aynen bizim gibi etten-kemikten bir insandı. Onun vücut yapısı, bizimkinden farklı değildi. Onun vücut atıklarının normal bir insanınki gibi değil de mûcizevî özellikler içermesi, “beşer rasul” inancıyla bağdaşmaz. Bazılarının onun burnundan veya ağzından çıkan sıvılara kutsallık ve şifa vasfı vermeleri, Rasulü ve dini doğru anlamamalarıyla ilgilidir. O’nun yanında ve hayatında olduğu gibi, gıyabında veya vefatından sonra da o artıkların veya eşyanın sağlık, şifâ veya bereket getireceği veya zararlardan koruyacağı anlayışı Kur’an’ın tanıttığı rasul tanımına tümüyle terstir. Günümüzdeki bazı uygulamaları, vefat etmiş olan insanın veya herhangi bir canlının, bitki ve hayvan kalıntısının, iskeletin ya da diş, boynuz, kuru kafa, pençe gibi bazı parçaların kullanılması geleneğinin devamı olarak, animist inanç kalıntılarıyla irtibatlı sayılmalıdır.[34]

 

Nefh (Üfleme): Bize gelen rivâyetler arasında Hz. Peygamber’in: “Ağzına üfleme yerine, ağzına ilaç uygulayın[35] buyurduğu bildirilmektedir.

Nüşre: “Nüşre; Deli ve hasta grubuna hastalık sebebini açıp yaymak ve hastalığı dağıtmak (yok etmek) için tedavi kastıyla uygulanan rukye ve afsuna denilir.”[36]

“Rasûlullah’a nüşre hakkında soruldu; O da “o şeytan işidir” dedi.[37] Nüşre kelime olarak açmak, yaymak, yayınlamak, dağıtmak, deliye veya hastaya muska yazmak, ölüyü diriltmek, ağacın yapraklanması, baharda tabiatın yeşermesi gibi anlamlara gelmektedir.

Nüşre, kendisine cinin musallat olduğu iddia ve zan edilen kişiye yapılan duâ ve özel uygulamalara denilmektedir. Câhiliyye âdeti üzere yapılan diğer uygulamalar gibi nüşre de nebevi hükümle yasaklanmıştır. Günümüzdeki rukyeciler, aslında nüşre yapmaktalar. Yani, onlar rukyeci değil, nüşrecidirler. Yaptıklarını “Nebevî”, “sünnete uygun” diye reklam etseler de, aslında Peygamberimizin yasakladığı câhiliyye âdetini uygulamaktadırlar.   

 

Temîme (Bir Çeşit Nazarlık): Bu büyüsel malzeme “Nazara karşı çocuklara takılan alaca ve benekli göz boncuğuna denir,[38] nazardan ve ruhlardan korumak için Arapların çocuklarına taktığı şeydir.”[39]

Diğerleri gibi Temîme de koruyucu uygulamalardan biridir. Araplar bununla çocuklarından ayn’ı (nazarı) uzaklaştırmış olduklarına inanırlardı. Oysa Rasûlullah onu bâtıl saydı.[40]

“Temîme’yi (tamamlayıcı) takanın isteğini Allah tamamlamaz, Ved’a (belayı [41]savuşturan) takana ise huzur ve sükûnet vermez”[42] şeklindeki rivâyette görüldüğü üzere Araplar, lügatteki kelimelerin anlamlarında majik (büyüsel) bir çıkarım yaparak, takılan şeylerden bekledikleri işleve göre isim vermektedirler. Temîme kelimesinin geçtiği başka bir rivâyete göre Hz. Peygmber: “Kim Ved’a takınırsa Allah onu korumaz, kim de temîme takınırsa Allah onun işini tamama erdirmez[43] buyurmuştur. “Rukye, temîme ve tivele şirktir.[44]

Câhiliyye tarzında hazırlanıp, zindelik vermesi, kötülüklerden koruması, güç ve sağlığı tam olarak muhâfaza etmesi veya huzur ve sükûnet vermesi için, bu anlamları içeren ve aynı adlarla anılan diğer türlerin de varlığı söz konusudur.

 

Ûze: Bu sembolik malzeme de câhiliyye geleneksel korunma ve tedavi inancının izlerini kesin olarak yansıtan çeşitlerden birisi olup adına “ûze” denilmektedir. Ta’vîz ile aynı kökten gelen ve “sığınma” anlamında kullanılan bir türdür. Bu tür sığınma putların ve şeytanların isimleriyle hazırlanır.[45] Dolayısıyla kendisini koruyacak olan varlık veya varlıkların adıyla hazırlanması, üzerinde durulması gereken bir durumdur.

Ved’a: Ved’a kelimesi, denizden çıkarılan ve çocukların boynuna asılan deniz hayvanı kabuğuna verilen isimdir. Daha ziyade nazar değmesinden korunmak için takılır. Fiil olarak kullanıldığında, emaneten bırakmak, geçici olarak terk etmek, kesmek, durdurmak ve bir şeyi bir şey içinde korumak, muhafaza etmek anlamlarına gelir.

Temîme (tamamlayıcı)’yi takanın isteğini Allah tamamlamaz, Ved’a (belayı savuşturan) takana ise huzur ve sükûnet vermez.[46]

Tivele: Fiil olarak kullanıldığında anlamı, sihir ve büyü yapmak olan tivele, sihir, büyü, tılsım, sihir boncuğu, musîbet ve âfet anlamlarına gelir. Bu uygulama genel olarak kadının kocasına sevimli gösterilmesi için yapılırdı. Genel olarak sevgi büyüsü denilen bu uygulamanın en eski örneği sayılabilir. Bekâr kız ve erkekler arasında sevgi meydana getirmek üzere başvurulan bir nevi sihir olup halk arasında rukye ile karıştırılmaktadır. Aslında, sevgisizliğin hastalık sayılması tartışılır, ama aşırı sevgi, yani karşılıklı cinslerin arasındaki aşk, kesinlikle bir hastalıktır. Çünkü âşık olan, ya kendisine ya da karşı tarafa zarar vermekte veya zarar verici davranışlara sebep olmaktadır. Bu açıdan tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak algılanabilir. Ancak burada yapılmak istenilen şey, şahısları birbirine meftun kılmaktır… Bunun da İslâm öncesi Arap kabilelerinde tatbik edilen ve kadim kültürlerden kalma bir gelenek olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Hz. Peygamber tarafından, Allah’ın takdirine müdahele anlamı ve amacı taşıyan bu türlü davranışlar yasaklanmıştır. Tivele’nin yer aldığı bir rivâyet şöyledir: “Rukye, temîme ve tivele şirktir.”[47]

 

Vâhine: Zayıflık ve gevşeklik anlamına geldiği gibi bu kelimenin dünyaya aşırı bağlanmak ve ölümden korkmak anlamları da vardır. Buna göre câhiliyye insanı bu özel halkayı iki amaçla takmaktadır diyebiliriz. Birisi bedenen güç kazanmak, diğeri de ruhsal olarak ölüm korkusundan kurtulmak. Yani bu vâhine ile sadece biyolojik değil, aynı zamanda psikolojik olarak güç elde etmek istenmektedir.  Çünkü aşağıdaki rivâyetin çeşitli tariklerinde yer alan “Ölürsen câhiliyye ölümü üzere veya fıtrata mugâyir ölürsün” şeklindeki ifadeler bu anlamı desteklemektedir. Vâhine hakkında Peygamberimiz, “Emâ innehâ lâ tezîduke illâ vehnen…, (Bak dikkat et! o senin zayıflığını artırmaktan başka işe yaramaz) buyurmuştur. Vâhinenin insana güç ve kudret verdiğine olan inancın, tevhid inancına aykırı olmasından dolayı Rasûlullah şöyle buyurmuştur: Bu şekilde bunun faydalı olduğuna inanarak ölürsen fıtrata mugâyir ölmüş olursun.”[48] Bir rivâyette nakledildiği üzere bir kişi Rasûlullah’ın yanına geldi. Pazusunda sarı bakır veya tunçtan bir halka vardı veya elinde sarı bakır ya da tunçtan yüzük vardı. Ona; “Bu nedir? diye sordu. Adam; “Bu, vâhine’ye karşı koruyucudur” dedi. Rasûlullah: “Çıkar onu. O senin zayıflığını artırmaktan başka bir işe yaramaz” dedi.[49] 

Vâhine, omuzda ve elde olan damardır ki ondaki bir hastalıktan dolayı rukye yapılırdı. Başka bir anlam olarak vâhine, pazuda oluşan bir tür hastalıktır denilmiştir. Bazen bundan dolayı pazuya çeşitli taşlardan boncuk takılırdı. Buna da hırzu’l-vâhine denilir. Arap geleneğine göre bu maraz kadınlara değil erkeklere ârız olur.[50] Bu sebeple bunu erkekler takınırdı.

Hz. Peygamber’in ‘Imrân b. Husayn’in kolunda görüp de çıkarttığı sarı renkte (bakır) bir halka olan “Vâhine” (zindelik verici)[51] vardı ki, yukarıdaki hadislere göre Rasûlullah, Allah’a rağmen takılan bu şeyin insanı tâkatsız bırakacağını belirtmek istemiştir.

 

Tenfîr: Ürkmek, ürkütmek, tiksindirmek, birine kötü lâkap takmak anlamlarına gelir. Bu anlamların üçünün de müşterek olduğu kültürel fenomen açısından meseleye bakılırsa, Câhiliyye Araplarının çocuklarına kötü isim veya lâkap takmaları âdeti vardı. Çünkü kötü isim veya lâkapla çağrılan çocuğa cin ve şeytan dokunamaz, göz de değmez[52] diye inanılmasından dolayı olduğu kanaatindeyiz. Bu da bir nevi kötülüğü ve zararlı olanı ürkütmek ve uzaklaştırmak maksadına hizmet etmesi itibariyle majik (büyü ile ilgili) tedâvînin bir türüdür.

Bu geleneğe göre çocukları koruma işi, henüz doğumundan itibaren ve isim veya lâkab koyma ile başlamaktadır. Zaten en çok şer ve zararından korkulan da cin, şeytan ve nazardır. Bu durumda Araplar, sağlığa kavuşmak veya sağlıklı kalabilmek için tedbire önem vermektedirler. Bu tedbirler bütünü içerisinde henüz çocuğa isim vermekle başlayan bir korunma ve sağlıklı yaşama beklentisinin göstergesidir. Gerçi Arapların isim üzerine geliştirdikleri inanç ve kültür çok yönlüdür. Antlaşma ve savaşlarda, geçim ve yaşamda, badiye ve çölde, ticaret, ziraat, hayvancılık, avcılık ve ticarette kazançlı, başarılı, sağlıklı olmak için isimlerin kişi üzerindeki tesiri bakımından oldukça önemli fonksiyonu olduğuna inanılmaktadır. Böylece isimlerden hareketle Câhiliyye Arap folklorunun veya herhangi bir şahsın kültürel coğrafyasını veya hayat tarzını “taşıdığı isim veya lâkaptan” tahmin etmek mümkün olabilir.

Câhiliyye ve İslâm döneminde Araplarda isim verme ve bunun etrafında gelişen inanç ve folklorun tesbit edilmesi, birçok bilinmeyenin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Nitekim korunma amaçlı isim vermenin en belirgin örnekleri arasında onların bazılarının, “abdüluzzâ, abdülmenât ve abdüllât gibi meşhur putlarla birlikte taşıdıkları isimlerdir. Bir yönüyle şirk anlamı taşımasından diğer yandan şifanın ve koruma kudretinin sadece Allah’a ait olduğunu göstermek bakımından Hz. Peygamber’in, Müslüman olan birçok kişinin ismini “Abdullah veya Abdurrahman…” şeklinde değiştirdiğini biliyoruz

Koruma amaçlı isim koyma hususunda Türklerin ve Kürtlerin de aynen câhiliye Arapları gibi İslâm öncesindeki bâtıl uygulamaları günümüze kadar uygulaya geldiğini söyleyelim.[53]

Muska Takınma: Arapların tedavi veya tıbbi amaçlı uygulamalarından birisi olan muska ve benzeri şeyler taktıklarına dair rivâyet şöyledir. “Kim bir şey takınırsa, işleri (âkibeti) ona havale edilir.”[54]

Teşâüm, Tahayyur: Uğursuz sayma ve hayırlı sayma şeklinde tercüme edebileceğimiz bu iki uygulama, câhiliyyede oldukça ilginç ve yaygın bir inanç biçimidir. Bu uğurlu veya uğursuzluk inancı, bir hayvanın hareketi, bir kuşun nereye doğru uçtuğu, yapılacak şeyin uğurlu veya uğursuz olacağı anlayışına geldiğine inanmaktır. Öyle ki, irade sahibi bir insanın iradesiz ve bilgisiz bir hayvanın kendince yaptığı hareket ve uçuşuna göre niyet ettiği işten vazgeçmesi veya ona teşebbüs etmesi, câhiliye insanının aklını kullanmadığının bir göstergesidir. Bu uğursuzluk inancı, bir nevi, daha bilgili ve irade sahibi olanın, bilgisiz ve iradesiz bir hayvana veya onun hareketlerine kendini ve iradesini mahkûm etmesi anlamına gelmektedir.[55]

 

Tıyara: Ümmü Kürz’den nakledilen bir hadiste “Kuşu yuvasında bırakın” denilmektedir.[56] Aşağıda Ebû Dâvud Sicistânî’den aktaracağımız hadiste vurgulanmak istenen, cahiliyye âdet ve inançlarına göre bir kişi bir işe teşebbüs edeceğinde, o işin kendisi için hayırlı uğurlu olup olmadığını önceden kestirmek için gökyüzünde süzülen veya yuvasına girmiş bir kuş bulur ve onu ürkütürdü. Bu uygulamaya “tıyara” denilirdi. Eğer kuş sağ tarafa doğru uçarsa kişi, düşündüğü işin hayırlı uğurlu netice vereceğine inanıp icraata koyulur, kuş sol tarafa doğru uçarsa vazgeçerdi. Bunun için Rasûlullah’ın; “bağırıp çağırarak hayvanları ürkütmeyin, Allah’ın takdir ettiği yerlerinde bırakın. Çünkü onların ne zararı ne de faydası vardır.”

Yani onların nereye konduğu ve ne tarafa uçtuğu, kuşların bilinçli ve belli işaretleri vermek maksadıyla yaptıkları hareketler değildir, demek istemiştir.[57] 

Bu ve benzeri uygulamaların diğer adı da “teşâüm” yani uğursuz sayma inancıdır. Bunun tam tersi olan anlayışa da “tahayyur” denilir. Bu da hayırlı sayma inancı demektir. Burada kullanılan hayvan sadece kuş olmak zorunda değil; geyik, ceylan gibi hayvanlar da olabilir. 

Hadislerde “tıyara” kelimesinin yerine “teşâüm” tabirinin de kullanıldığı görülmektedir. “Tıyara şirktir[58] hadisindeki “tetayyur, tıyara”, bir şeyi uğursuz saymak mânâsındadır. “Tehhayyur, hıyara” ise hayırlı saymak demektir. Tetayyur, kuş ve geyik gibi hayvanlardan uğurlu uğursuz neticeler çıkarmaktır. Bu inancın başka kelimelerle ifade edildiği de olur. Misâl “Sânih”, uğurlu, “Bârih” de uğursuz meş’ûm anlamına gelir. Böylece câhiliyye Arapları amaçlarından buna göre vazgeçerlerdi ki, din bunu yasaklamıştır. Çünkü bu faydalı olanı elde etmede zararlı olanı uzaklaştırmada hiçbir tesire sahip değildir. Başka bir rivâyet, “Iyâfe, tıyara ve tark cibttendir (şirktendir).”[59] şeklinde gelmektedir.

Kenzu’l-Ummâl’deki açıklamaya göre Iyâfe, kuşun uzaklaştırılması, kovalanması, ürkütülmesi ve onların isimleriyle, sesleriyle veya gidiş güzergâhıyla fal bakmaktır. Bu inanç şekli Arabın yaygın âdetlerinden olup şiirlerinde de çokça zikredilir. Bu kelime öngörme ve zannetme anlamlarına da gelir. Cibt kelimesi ise put, kâhin, sihirbaz vs. için kullanılır.”[60]

“Rasûlullah hiçbir şeyden uğurlu uğursuz neticesi çıkarmazdı. Bir memur görevlendirdiğinde adını sorardı. Görevlinin ismi hoşuna giderse bundan dolayı ferahlardı ve mutluluğu yüzünden belli olurdu. Yok, eğer görevlinin adından hoşlanmamışsa o da mimiklerine yansırdı. Yolculuk yaparken bir yerleşim yerine uğradıklarında o beldenin adını sorardı, hoşlandığı bir isimse bundan dolayı sevinirdi ve mutluluğu yüzüne yansırdı. Eğer o yerin adı hoşuna gitmemişse yüzü asılırdı.[61]

Fe’l, bir adam hasta olduğunda diğerinin de bunu duyup “yâ sâlim” diye seslenmesi veya kayıp bir şey arayan bir adamı gören bir başkasının “yâ vâcid (bulan)” demesidir. Böyle bir durumda, şununla fe’l yaptı, denilir. Burada fe’l (fal), bir şeyi hayra yormak, bir kimsenin gelmesini veya bir sözü uğurlu kabul etmek demektir. Bir hadiste Peygamberimiz’in fe’li (Türkçe ifadeyle falı) sevdiği ama tıyarayı kötü gördüğü şu ifadelerle nakledilir. “Kuraşî der ki, “Rasûlullah’a “Tıyara”yı sordum. O da, “En güzeli, müslümanı niyetinden (kararından) vazgeçirmeyen fe’ldir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse, “Allahım! İyilikleri ancak sen yaratırsın. Kötülükleri de sadece sen uzaklaştırırsın. Güç ve kudret ancak seninle mümkündür” diye dua etsin[62] buyurdular. Özellikle uğursuz sayma konusunda cahiliyeden kalma çok sayıda bâtıl anlayış vardır.[63]

 

Mânevi tedâvi adıyla kasdettiğimiz, sihir, büyü, dua, afsun vb. uygulamaların çeşitli örneklerini, kabile hayatı yaşayanlardan devlet ve medeniyet kurmuş topluluklara kadar hemen her toplumda görmekteyiz.

Toplumlar, ülkeler, birbirlerine karşı; bir ailenin komşularıyla ilişkilerine benzer ilişki içindedir. Karşılıklı etkilenmeler kesinlikle sözkonusudur. Bu tarz tedavi yöntemlerindeki kültürler arası benzerliklerin, birbirinden etkileşim sonucu olduğu büyük ihtimaldir. Din değiştirdiği halde, câhiliye inanç ve kabullerinden olan, ama İslam’ın kesin şekilde reddettiği nice hususlar müslümanlar arasında yaygın şekilde kabul görmeye devam etmiştir, ediyor. Etraftaki kültürel seviye her zaman etkileşimde bulunduğu kültürleri tabir caizse aşılamış veya emzirmiştir. Benzer inanç ve davranışların, yani geleneksel mirasla ilgili nice şeyin adının bile çoğu zaman benzer olduğu, bu görüşün delillerindendir.

Bitkisel ve hayvansal ilaçlar gibi maddî vasıtaların, tecrübî ve geleneksel olması bakımından rukye gibi değerlendirilse de üzerinde durulmaya değer olan rukyedir. Çünkü câhiliyye gelenekleri olarak maddî ilaç kültürünün ve tedavi geleneğinin İslâm döneminde de devam etmesi, hem itikadî hem de amelî bakımdan bir sakınca içermese de; rukye, sihir, büyü ve uğursuzluk inancının devam etmesi önemli problemlere yol açacaktır. [64]

 

 

Kur’an’da Rukye Kelimesi


 Kur’ân-ı Kerîm’de “okuyup üfleme” anlamında Kıyâme sûresinde[65] “râk” (râkī), Felak sûresinde[66] “neffâsât” kelimeleri geçmektedir. Birincisinde ölmek üzere olan kişinin canı boğazına geldiğinde, “Onu bu durumundan kurtaracak ve tedavi edecek biri yok mu?” diye seslenen akrabalarının tabip (kurtarıcı) arama arzuları “okuyup üfleyici” (râkī) kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelimeye İkrime el-Berberî “okuyup üfleyen”, Ebû Kılâbe el-Cermî, Dahhâk b. Müzâhim ve Katâde b. Diâme “tabip ve şifacı”, İbn Zeyd “tabip veya muskacı”, İbn Abbas “melek” anlamı vermiştir.[67] Zemahşerî ve Fahreddin er-Râzî ise “tedavi edici” ve “melek” mânalarını tercih etmişlerdir.[68] Elmalılı Muhammed Hamdi, bunun “çaresizlik durumunda son bir tedbir olarak başvurulan okuyucu” mânasına geldiğini kaydeder.[69]

 

Kur’an’ın Şifa Olması

Çeşitli âyetlerde Kur’an’ın şifa olduğu kaydedilmektedir.[70] Ancak bu âyetler incelendiğinde şifanın inanç ve ahlâk gibi daha çok mânevî hayata yönelik hastalıklara dair olduğu anlaşılır. Ayrıca Kur’an’da kötü yaratıkların şerrinden, özellikle şeytanın, vesveseleriyle insana yaklaşmasından Allah’a sığınılması öğütlenmektedir.[71]

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. Kur'an şifadır. Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. Kur’an’ın nasıl şifa sebebi olduğunu bir örnekle açıklayalım. Meselâ Kur’an, bozuk ekonomiye şifadır. Hile, kandırma, kara borsa, tekelcilik, fâhiş fiyat, yalan, malın kusurunun söylenmemesi ve abartılı reklam gibi haramlardan kaçınıldığı ve özellikle faizden tümüyle sakınıldığı, karz-ı hasen, infak gibi yardımlaşmaların yaygın şekilde uygulandığı ve israf gibi yasaklara riâyet edildiği durumda Kur’an’ın ekonomi hususundaki şifalarını görmüş ve yaşamış oluruz. Diğer hususlar için de Kur’an’ın şifa olması, benzer şekilde Kur’an’daki emir ve yasakların uygulanmasıyla mümkündür.

Kur’ân-ı Kerîm’in insan sağlığına zarar veren şeyleri yasaklaması, tehlikelerden sakınmayı emretmesi, Hz. Peygamber’in sağlığın korunması için tedbir alınmasını istemesinin yanı sıra, şifalı olduğu bilinen bal vb. şeylerle tedavinin önerildiği bilinmektedir. Kur’an ve Sünnet’te Allah’a sığınma, okuma ve duâ etme yoluyla ruh ve beden sağlığının korunmasına yönelik bu tür tavsiye ve işaretlerin psikolojik destek niteliği taşıdığını söylemek gerekir.

 

Hadis Rivayetlerine Göre Rukye Câiz mi, Yasak mı?

En-Nihâye sahibinin dediği gibi; “Rukyenin cevazına olduğu gibi, nehyine dair de hadisler vardır.”[72] Gerçekten, rukye hakkındaki hadis kaynaklarında yer alan rivâyetlerin arasında çok ciddi çelişkiler vardır.    

 

Rukyenin cevazını savunan âlimler şu hadis rivâyetlerini delil gösterirler:

Rasûlullah’ın rahatsızlığı esnasında Cebrâil gelerek ona okumuş,[73] Rasûlullah da hem kendisine, hem ziyaret ettiği bazı hastalara okuyup üflemiş,[74] torunları Hasan ve Hüseyin için şeytandan, zehirli haşerattan, kem gözlerden korunmaları yolunda duâ etmiş,[75] vefat hastalığı sırasında Hz. Âişe, Rasûl-i Ekrem’e okuyup üflemiş ve onun eliyle bedenini meshetmiştir.[76] Hz. Peygamber nazara, yılan ve akrep sokmasına karşı rukye yapılmasına izin vermiş,[77] Câbir b. Abdullah’ın dayısının ve Avf b. Mâlik el-Eşcaî’nin müracaatları üzerine, içinde şirk unsurları bulunmayan rukye metinlerine müsaade etmiş,[78] misafir oldukları kabilenin yılan veya akrep tarafından zehirlenmiş reisini rukye yoluyla iyileştirerek ücret aldıklarını bildiren kafilenin başkanı Ebû Saîd el-Hudrî’yi onaylamış,[79] Ümmü Seleme’nin evinde gördüğü, yüzü sararmış bir çocuğa rukye tedavisi yapılmasını istemiştir.[80]

 

Rukyenin câiz olmadığını ileri sürenler ise şu rivayetlere dayanır:

Hz. Peygamber, Allah’a tevekkülleri sebebiyle rukyeye ve üfürükçülüğe başvurmayanları müjdelemiş,[81] tedavi amacıyla dağlanan ve rukye yaptıran kişinin Allah’a tevekkülü terketmiş olacağını söylemiş,[82] ipe üfleyerek düğüm atanın büyü yapmış, büyü yapanın ise Allah’a şirk koşmuş olacağını, muska takanın bu muskasının âhirette kendisine musallat kılınacağını belirtmiş,[83] nazarlık ve “tivele”nin (kadınların, kocalarının kendilerini sevmesi için yaptırdıkları rukye), putperest inancı taşıma ihtimali büyük olan Arapça dışından ve mânaları anlaşılmayan kelimelerle rukye yapmanın, nazarlık taşımanın, büyü yapmanın ve yaptırmanın şirk olduğunu beyan etmiştir.[84]

 

Son hadisi rivayet eden Abdullah b. Mes’ûd, nazardan korunmak için muska (temîme) bağlayan câriyesinin muskasını kolundan çekip koparmıştır.[85] Her şeyden önce Rasulullah (s.a.s.) rukye yapmanın şirk olduğunu belirtmiştir.[86]

Çelişkiler, Çelişkiler…

Rasûlullah, Şirke İzin Verir mi? Birbiriyle Çelişen Bunca Söz Söyler mi?

 

“Lâ rukyete illâ min aynin ev hâmetin / Göz değmesi ve zehirli hayvan sokmasından başka hiçbir hastalıkta rukye yoktur.”[87]

 

“Lâ rukyete illâ min aynin ev hâmetin ev demin yerkau / Göz değmesi ve zehirli hayvan sokmasından ve kanamadan başka hiçbir hastalıkta rukye yoktur.”[88] Hadisin râvîlerinden Abbas, göz kelimesini zikretmedi.

“Allah rasûlü, ensardan bir aileye, zehirli hayvan sokması ve kulak (ağrısından dolayı) rukye yapma izni verdi.”[89]

Ensardan bir adamın Şifa binti Abdullah’tan rukye yapmasını istediği, Şifa’nın da Peygamber kendisine izin verinceye kadar rukye yapmadığı hadis kitaplarında zikredilir.

“Peygamber (s.a.s.) zehirli hayvan sokması, çıban ve göz değmesinden dolayı rukye yapılmasına izin verdi.”[90]

“Peygamber (s.a.s.) Hazm ailesine, yılan (sokması) rukyesi (yapmaya) izin verdi.”[91]

Ashab, Rasulullah ile otururken, içlerinden birini akrep sokar. Bunun üzerine bir adam, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ona rukye yapayım mı?” diye sorar. Allah Rasûlü de şöyle buyurur: “Sizden her kim, din kardeşine faydalı olabiliyorsa, olsun”[92]

Ebû Süfyân’ın Câbir’den rivayetine göre de Rasûl-i Ekrem, Medine’ye hicret ettiklerinde rukye yapılmasını yasaklamış, ancak akrebin soktuğu arkadaşlarına okumak için izin isteyen Amr b. Hazm oğulları uyguladıkları işlemi kendisine arzedince izin vermiş,[93] yine bu işle uğraştığı anlaşılan Ebü’l-Lahm’ın hizmetçisi Umeyr’den nakledildiğine göre o da yaptığı işlemi Rasûlullah’a arzetmiş, Rasûlullah da, “Şu kısmını at, şu kısmıyla rukye yap!” demiştir.[94]

“Rasûlullah (s.a.s.) Muavvizetân sûreleri denilen Felâk ve Nâs sûreleri nâzil olunca, diğer okuduğu şeyleri bıraktı ve bu iki sûreyi okumaya başladı.”[95]

 

“Rukye kesinlikle şirktir”[96] diyen Rasûlullah, sonra, şirk olduğu halde iki şeye; göz değmesi ve zehirli hayvan sokmasına izin verecek; bunlardan başka hiçbir hastalıkta rukye yoktur diyecek, ancak, râvilerden biri Rasûlullah “göz değmesi” demedi diyecek,  daha sonra, şirk dediği bazı uygulamalara ayrı ayrı izin verecek! “Göz değmesi ve zehirli hayvan sokmasından başka hiçbir hastalıkta rukye yoktur.” dedikten sonra çok sayıda uygulamaya izin vermiştir. “Rukye yoktur, şirktir” diyen kendisi değilmiş gibi, hemen her şey için rukyeye izin vermiş. Kanamayı ilâve edecek, sonra kulak ağrısından dolayı rukyeye izin verecek, çıban için izin verecek, sonra yasağı tümden kaldırarak; “Sizden her kim, din kardeşine faydalı olabiliyorsa, olsun”[97] diyecek, ama kendisi Felâk ve Nâs sureleri indikten sonra diğer okuduğu şeyleri bırakacak. Bununla birlikte nüşreyi şeytan işi, rukyeyi şirk olarak tanımlayacak. Bütün bu rivayetlerin, birbirleriyle çelişen ifadelerin hepsi sahih damgası yiyecek ve hepsi Rasul’ün ağzından bu şekilde çıktı kabul edilecek… Rasûlullah’a bu kadar birbirini tutmaz, çelişkili sözler isnad edenlerin, şirk olarak tanımladığı ve şeytan işi olarak vasfettiği çirkinliklere izin verdiğinin, “yoktur” dediğine sonra “vardır” dedirten anlayış sahiplerinin, ilimle ve akılla ilişkilerini sorgulamalarını istemek kalıyor bize. Dolayısıyla Peygamberimizin izin verdiği rukyeler diye başlayan ifadelerin hepsine kocaman bir soru işareti koymak gerekiyor. Kaldı ki, günümüzdeki rukyecilerin hiçbiri, bu izin verilenlerin hiçbirini yapıyor değil. Onlar basbayağı nüşre yapıyorlar. Nüşre, cine tutulduğu, cinin musallat olduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'dan nüşre hakkında sorulmuştu: "O şeytan işidir!" buyurdu."[98] Günümüzde rukyeci olduklarını iddia edenlerin yaptıkları şeytan işi rezilliği, sevap diye, sünnet diye halka ilan etmekten çekinmediklerine şahit oluyoruz.

 

Âlimler, her konuda olduğu gibi, bu konuda da ihtilaf etmişler ve statükoya, mevcut uygulamalara ciddi biçimde karşı çıkanların sayısı hep az sayıda olmuştur. Kur’an, kulun kula kulluğunu en büyük suç kabul ettiği ve köleliğin kaynağını kuruttuğu halde, geleneksel çizgiyi savunan çoğunluk, bu itikadî konuda net ve cesur adımlar atmadığı gibi, rukye konusunda da aynı uzlaşmacı ve tavizci tavrı ortaya koymuştur. Daha önce yaşayanlar, olaya gerekli netlikte bakıp kesin yasak koymayınca, sonra gelenler de öncekilere muhalefet etmeye cesaret edememişler. Aslında net olan nebevî usûl, sahih olmayan rivâyetlerle çelişkili hale getirilmiştir.

 

Aynı Rasûl’e, aynı konu ile ilgili birbirine zıt ifadeler isnad edilmesi, öncelikle bu rivâyetlerin bir grubunun Rasûlullah’a ait olduğunda ciddi şüpheler uyandırır. Bu rivayetlerin bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmektedir. Bundan da önemlisi Kur’an’la çelişmektedir. Bu tür rivâyetlere göre Rasûlullah, şirk dediği bir uygulamaya izin vermekte, hatta tavsiye ve teşvik etmektedir; bu olacak şey değildir. O yüzden, Rasûlullah’ın bazı şartlarla da olsa şirk olan bir uygulamaya izin vermesi, onu tavsiye etmesi mümkün değildir. Akla, çıkarları bozulan rukyecilerin Peygamberimizin söylemediği sözleri ona söyletmeleri geliyor. Ve şu geleneksel te’vile yapışmaktan başka çözüm bulamıyorlar. Rasûlullah, içinde şirk kelimeleri olan rukyeyi yasakladı, diğerlerini serbest kıldı. Bu te’vili geçerli saysak bile; dün Peygamberimizin içinde şirk unsuru olup olmadığı şeklindeki inceleme görevini bugün kim yapacak ve içinde şirk bulunan rukyelere kim yasak koyacak? Aynı anlayışa göre, bazılarının içinde şirk unsuru var diye tümünü yasaklayan Peygamberimizin yasağına uyulması gerekmez mi? Bilindiği gibi şirk, en büyük zulümdür. İçinde Allah’ın affetmeyeceği yegâne suç olan şirk bulunan rukyeden insanlar nasıl fayda bekleyebilirler? Engel olunmadığında sedd-i zerîa dediğimiz şirke giden yol, nasıl tıkanacaktır? Bir kimse, hem mü’min olacak ve Peygamberimizin sünnetini önemseyecek, hem de Peygamberimizin şirk dediği uygulamaları, değişik te’villerle savunacak ve kendisi onu uygulayacak; bu nasıl olabiliyor, anlayabilmiş değiliz. Yine, Peygamberimiz rukye yaptıran kişinin Allah’a tevekkülü terketmiş olacağını söylemesi,[99] muska takanın bu muskasının âhirettte kendisine musallat kılınacağını belirtmesi,[100] tivele denilen sevicilik rukyesinin şirk olduğunu ifade etmesi[101] rukyenin ve rukyeciliğin en küçük çapta savunulmayıp terk edilmesi gerektiği için yeterli deliller değil midir?

 

Rabbimiz (c.c.), Rasulünün (s.a.s.) "ben ancak bana vahyolunana uyuyorum"[102] dediğini bildirmektedir. Peygamberine, "Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım"[103] dedirtir Rabbimiz. 

        

Bunlar, Rasulullah'ın da (s.a.s.) ancak vahye uymak zorunluluğu ve vahyi hayatta uygulamaya geçirerek şahidlik sorumluluğu olduğunu, asla vahye aykırı bir söz ve fiilinin olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.

 

Peygamberimizin Kur’an’a ters söz söylemeyeceğine göre ve şirk olan bir uygulamayı tavsiye etmesi beklenemeyeceğine göre, rukyeye izin verdiği veya onu tavsiye ettiği görülen rivayetler, senet açısından sağlam bile olsalar, metin açısından problemli rivayetlerdir. Din, böyle problemlere dayanmaz. Ayrıca, Fıkıh Usûlü kaidesidir ve Mecelle’de şu şekilde ifade edilir: “Def’-i mazarrat, celb-i menfaatten evlâdır.” Bir zararın giderilmesi, faydanın gelmesinden daha önemlidir. Yani, bazı faydalar elde edilecek diye, şirk olma ihtimali olan bir uygulama kesin şekilde terk edilmelidir. Aynen içki ve kumar konusunda olduğu gibi: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: 'Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür.' Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: 'İhtiyaçtan artakalanı.' Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.”[104] Bazı haramlarda bazı küçük faydalar olsa bile; Allah’ı sevmediklerinin en başında gelen şirkten hiçbir fayda da yoktur. Şirk olma ihtimali yüzde bir bile olsa, bir mü’mine yakışan o işi terk etmek, o işten uzaklaşmaktır. İçki ve kumar yasağını çiğnemek insanı şirke düşürmez. Ama rukye için aynı şeyi söyleyemiyoruz: “Kesinlikle rukyeler, temîmeler (muskalar), tiveleler (sevicilik muskası, muhabbet rukyesi) şirktir.”[105] Rukye şirke düşürdüğüne göre, içki ve kumar gibi değil; onlardan çok daha berbat olduğu hükmüne varırız.  Ebû Süfyan’ın Câbir’den rivayetine göre Rasûlullah, Medine’ye hicret ettiğinde rukye yapılmasını yasaklamıştır.[106] “Kur’an rukyesi yapıyoruz, Sünnet olan rukye için bize gelin!” diyenlerin samimiyet testidir bu rukye yasağı.  

Yine, belirtelim ki, Peygamberimiz herhangi bir kimseye “sana büyü yapılmış”, “sana cinler musallat olmuş, içinde cinler var” şeklinde bir teşhiste bulunmamış, yine bugünkü rukyeciler gibi, insanın içinden cin çıkarma seansları düzenleyip değişik işlemlerle cin çıkarmaya kalkmamış, muska yazmamış, suya okuyup üfleyerek bunu iç dememiş, mürekkepli kalemle duâ yazıp herhangi bir kimseden o kâğıdın suyunu içmesini istememiş, herhangi bir kimsenin içinden, olmayan cini çıkarmak için o kimseyi dövmemiştir. Hasta için duâ edip ondan hiçbir şekilde para almamıştır. Bugünkü rukyeciler, hemen herkesin cinlerin kendisine musallat olduğunu belirtip onun için günlerce devam edecek sünnette olmayan şekilde ve sünnette olmayan sözlerle yaptıkları “cin çıkarma” programlarına rukye dediklerine şahit oluyoruz. Hâlbuki cin değmesine mâruz kaldığı iddia edilen, kendisine cin musallat olduğu sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan rukye demek olan “nüşre”ye, "o şeytan işidir!"[107] diyordu Rasûlullah. Bugün rukyecilerin yaptığı hemen hiçbir şeyin, sünnette karşılığının olmadığını, câiz ve meşrû olmadığını görüyoruz.   

Nu'man İbn Beşir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:

"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helâl olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası vardır. O sağlıklı olursa cesedin (bedenin) tamamı sağlıklı olur, eğer o bozuk olursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası, kalptir."[108] 

 

 

Bu konuda âlimlerin tavrı nasıl olmuş, kısaca görelim:


           Rukye ile ilgili rivayetleri nesih açısından değerlendiren Hâzimî bu nakillerde görülen çelişkilerin bir kısmının Câhiliye âdeti olarak devam ettirilmek istenen ve içinde şirk unsuru bulunan, bir kısmının ise tevhid inancına aykırı düşmeyen duâlarla yapılan rukyeleri konu edinmesinden kaynaklandığını söylemektedir.[109] Hüseyin Remzi de söz konusu rivayetleri telif yoluna giderken rukyenin şifayı okuyanda sanarak hakiki şâfî olan Allah’ı unutan için yasak, onu bir vesile sayan için câiz olduğunu kaydetmektedir.[110]

Hadis rivayetlerinin hiçbirinde Peygamberimiz bu tür bir gerekçe ileri sürmemiş, sadece rukyeyi yasaklamış, onun şirk olduğunu ilan etmiştir. Rivâyetlere göre, istisnâ olarak birkaç kişiye özel olarak izin verdiği söylense bile, Allah Rasulü’nün şirk olduğunu belirttiği bir uygulamaya izin vermesi mümkün değildir.


           Hadislerde yer alan farklı içerikli rivayetlere paralel biçimde din âlimleri de farklı değerlendirmelerde bulunmuştur. İbn Abbas, Atâ b. Ebû Rebâh, Mücâhid b. Cebr ve Ebû Kılâbe el-Cermî hastaya ve yılanın soktuğu kimseye okumak, muska yazdırıp taşımak, suya okuyup içirmek şeklinde rukye yaptırmanın mubah olduğunu ileri sürerken İkrime el-Berberî, Şa’bî, Katâde b. Diâme, Saîd b. Cübeyr, İbrâhim en-Nehaî, Dahhâk b. Müzâhim ve Hasan-ı Basrî gibi âlimler okumanın mubah, bunun yanında üfleme, ipe düğüm atma ve elle meshetme gibi işlemlerin haram veya mekruh olduğunu söylemişlerdir.[111] Öte yandan özellikle bazı Eş’arî kelâmcıları rukyenin Allah yerine başka şeylere sığınmaya sebep teşkil ettiğini, O’nun izni olmadan hiçbir şeyin fayda veya zarar veremeyeceğini belirterek muska yahut nazarlık taşıma gibi uygulamalara karşı çıkmış, tevhide aykırı unsurlar bulundurmayan uygulamaları ise câiz görmüştür. Câhiz bazı kelâmcıların, rukye yapan kişilerin cinleri kullanmak sûretiyle evlerde yuvalanan yılanları uzaklaştırmalarının mümkün olduğunu söylediklerini, bazılarının ise kendilerine yaklaşan insanlardan kaçan hayvanlar gibi yılanların da üfürükçülerin çıkardığı sesler yüzünden deliklerinden çıkıp kaçtığını, ancak insanların onları üfürükçülerin uzaklaştırdığını zannettiğini kaydetmektedir.[112]

 

İbnü’l-Esîr ve İbn Hacer, Allah’ın kelâmı, isim veya sıfatlarıyla yapılması, Arapça olması ve faydanın Allah’tan umulması durumunda rukyenin câiz olduğunu, zararın ortadan kaldırılması veya faydanın elde edilmesini Allah yerine rukyeye isnat etmenin ise şirk sayıldığını bildirmiştir.[113] Ebû Süleyman el-Hattâbî (ö. 388/998) de Rasûlullah’ın, bazı mânevî hastalıklara karşı temiz kalpli ve güzel ahlâk sahibi kişilerin Kur’an okumasına müsaade ettiğini, ancak kendi yaşadığı dönemde bu işin afsuncu ve cincilerin eline geçtiğini, dolayısıyla tesirli olmadığı gibi meşrûiyetinin de kalmadığını ifade etmiştir.[114]

Fakihler rukye karşılığında ücret alınıp alınamayacağını da tartışmış, Tahâvî gibi ilk dönem fakihleri bunun ibâdet değil tedavi olduğunu, bu sebeple ücret alınabileceğini söylemiştir.[115] Ancak bu görüş inançların istismar edilmediği ve meselenin bir ahlâk problemi haline gelmediği dönemlere ait iyimser bir bakışın ürünüdür.


            Kur’an ve Sünnet ile sahâbîlerin uygulamalarında muska yazılmasının veya taşınmasının cevazına dair güvenilir bir delil bulunmamaktadır. Okuma duâdan öteye geçmez, şifayı veren ise Allah’tır. Buna karşılık muskacılık yapanların içinde kendilerini şifa dağıtan olarak takdim edenler, insanların yanlış inançlara sapmasına zemin hazırlayanlar ve kazanç temini yoluna gidenler vardır. Bu kişiler ayrıca kendilerini hoca diye tanıttıkları için kamuoyunda âlim ve hoca imajının sarsılmasına sebep olmaktadır.[116]

 

 

Hangi Rukye Câizdir, Hangi Rukye Sakıncalıdır?

 

“Rukye hakkında hadis kaynaklarında yer alan rivayetlerin bir kısmı onun cevazına, bir kısmı da yasaklanmasına delâlet eder.” diyor TDV İslâm Ansiklopedisi. Bu ifade; ya serbest bırakan veya yasaklayan hadis rivayetlerinden bir bölümü zayıftır veya uydurmadır” anlamına gelir. “Peygamberimiz bazı özellikler taşıyan rukyeleri câiz görmüş, diğerlerini yasaklamıştır” demek için bir delil gerekir. Böyle bir delil yoktur; tam tersine; bütün rukyeleri ve muskaları yasaklayıp bunları şirk ilan eden hadis rivayetleri vardır.   

Rukye hakkında câizdir ya da câiz değildir demek yerine; rukyenin temelde câhiliye kültürünün ürünü olduğunu, hadislerde yasaklandığını, Medine’de tümüyle yasaklandığını, ama istisnâ olarak bazılarına izin verildiğiyle ilgili bazıları sahih kabul edilen zayıf rivayetler olduğundan yola çıkarak; genel olarak rukyelerin yasak edildiğini kabul etmek durumundayız. Peygamberimizin rukyeye şirk demesine[117] rağmen, cin musallat olmuş diye iddia olunan kimsenin tedavisi için başvurulan rukye demek olan “nüşre”ye, "o şeytan işidir!"[118] diye hükmetmesine rağmen, Peygamber, hâşâ kendisi İslâmî hükümlere isyan edecek, şirk ve şeytan işi dediği uygulamaları ümmetine tavsiye edecek… Olur mu böyle şey? Kur’an şöyle diyor: “Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): 'Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.”[119] Allah’ın affetmeyeceği tek suç olan şirki, Peygamberimiz rukye için hükmetmesine rağmen uygulamaya devam edecek ve dinle alay edercesine; hâşâ Kur’an’a uygun şirk, Sünnete uygun şirk, der gibi yaptıklarına “Kur’an rukyesi”, “Sünnete Uygun Rukye” adı verecekler… Peygamberimizin şirk dediği uygulamaları Selefî geçinip rukyeciliği meslek edinen bazıları, “biz Kur’an’a uygun, Sünnete uygun rukye yapıyoruz!” diye utanmadan ilanlar verecekler… Cin çıkarma işlemlerine denilen “nüşre” uygulamasına Rasulullah “şeytan işi” derken bu kimseler “Sünnete uygun cin çıkarma” diye dini istismar etmeleri yetmiyor gibi, bir de Rasûlullah’a iftira edebiliyorlar. Cin çıkarma adıyla uydurdukları programlarda showa dönüştürdükleri uygulamalardaki okuduklarına da “rukye” diyorlar. Rukye, onlara göre; olmayan tasallutla ilgili sünnette olmayan şekilde eski gelenekteki bazı sözleri söylemekten ve bazen de cinin inatlaşıp çıkmak istemediğini öne sürüp hastayı dövmekten ibarettir.   

Sonunda söylenmesi gereken hükmü, ben baştan ifade etmiş olayım:

 

Bugünkü rukyecilerin yaptığı rukyeler, Rasûlullah’ın yaptığı veya izin verdiği rivayet edilen uygulamaların aynısı veya bir benzeri değildir. Dolayısıyla bugünkü rukyecilerin yaptığı ne sünnete uyar, ne geleneksel anlayışa göre ruhsat verilen, câiz görülen rukye sınıfına girer. Çünkü bugünkü rukye adıyla yapılanların ekserisi, rukyenin istismarından başka bir şey değildir. İslâm’ın kabul etmediği, sünnette ve ashabın uygulamasında hiç yeri olmayan ve Nebevî ölçüye ve hükme göre şirk olma ihtimali büyük olan birçok şey, rukye adı altında icrâ edilmektedir.

Tasavvufçulara, tasavvufun itikadî açıdan nice tehlikelerinden bahsedince; “tabii, tarikatlara birçok hurafe karıştırmışlar, nice sapıklıkları tarikat adına yapıyorlar, bunlara biz de karşıyız. Bizim tarikatımız öyle problemlerden uzaktır, bizimkisi doğrudur.” diyorlar. Aynen onlar gibi, rukyeciler de benzer şeyler söylüyorlar. “Başka rukyeciler kötü olabilir, biz doğruyuz, hak üzereyiz, bizimki câiz” derler. Ben, sünnette uygulanan, Rasûlullah’ın yaptığı duâların dışına çıkmayan, rukye diye, nüşre diye şirk uygulamalarına rağbet etmeyen, sünnette görmediği bir uygulamadan kaçınan bir rukyeci bilmiyorum, olduğunu da sanmıyorum. Son yıllarda bu rukyeci geçinenlerin sayısında hayli artış oldu. Selefi geçinen gençler bu işe merak sardı, dünya açısından kârlı bir iş olarak görüp insanları istismar etmeye yöneldiler. İşte, sünnete uygun rukye yaptığını iddia eden rukyecilerden rukyeyi nasıl yaptıklarını yazılarından takip etmek hiç de zor değil. Rukyecilerden birinin rukyenin nasıl yapıldığını anlatan yazısı:         

 

 

Bugünkü Rukyecilere Göre Rukye Nedir, Hangi Durumlarda ve Nasıl Yapılmaktadır?

 

Selefi geçinen bir rukyecinin rukyenin ne olduğunu, çeşitlerini ve nasıl yapıldığını anlatan yazısı:

 
            Rukye; Kur’an’dan bazı sûre, âyet, duâ, şifa ayetleri ve peygamber (s.a.s.) duâlarını okuyarak duâ edip hastaya sürekli okumayı tekrar ederek Allah’tan şifa istemeye denir.

Rukyeler, helâllık, haramlık yönüyle 3’e ayrılır:

 
           1. Şirk olan rukye: İçinde Kur’an ve sünnetten olmayan ve içinde şeytandan, cin isimlerinden,  melek isimlerinden yardım dileyerek çeşitli vefk ve tılsımlar yoluyla cinleri, şeytanları kullanarak yapılan rukyeler,


           2. Haram olan rukye: İçinde şeytana ibâdet olmayan, ancak çeşitli vefk ve ebced hesaplarıyla yapılan rukye,

3. Helâl olan rukye: Sûre, ayet, duâ, şifa ayetleri ve peygamber duâlarını okuyup duâ ederek hastaya sürekli okumayı tekrar ederek Allah’tan şifa istemeye denir. 

Yapılış şekliyle ilgili olarak da rukye üç çeşittir:

 
            1. Büyü yapılmış hastada, yapılan büyüyü bulup imha etmek yoluyla hastaların iyileşmesi yönüyle rukye. Bu, âlimlerimizin de belirttiği gibi, en kolay yöntemdir.


             2. Rukye: Büyü bozan ayetler ve nebevi duâ, esmaul husna isimleriyle yapılan duâlarla habis ruhları bedenden çıkartmak selvi ruhlarla mümkündür, selvi ruhlar, melekler rukye ile, büyü bozan ayetler okununca Allah (c.c.) görünmez ordularıyla büyünün hükmünü iptal edip hastaya şifa verir.

 

3. Çeşitli bitki ve zeytinyağı sürülerek, hacamat yapılarak tedavi edilmesi: Rukye yapacak kişi hastaya rukye yaparken, o esnada hastadaki sihrin çeşidini öğrenip ona göre program yapar, hastaya da evinde yapacağı programı yapmasını tavsiye eder. 1 hafta devam edilecek programdan sonra hastayı tekrar tedaviye alır; iyileşinceye kadar rukyeye devam eder. Sihir ve cinin âşık olması ise, tedavisi en zor olanlardan biridir, sabır ve sebatla rukyecinin programına devam etmesi gerekir. Adım adım iyileşmeler sürer, bazen üçüncü seansa kadar iyileşmeler yüzde 50 ile yüzde 80 arası olur. Hasta bunu yüzde yüz zanneder,  tedaviyi bırakır. Oysaki bu tür hastaların 3 ilâ 6 ay veya bir sene rukyecinin vereceği programa göre tedavisi devam eder.


           Acemi rukyeciler hastaya fayda vereceğine içindeki cini azdırabilir; kontrol edemez ve cin hastaya karşı savaşı açıktan yapar. Kişi kendi kendine de yapmaya kalkarsa yine cin azgınlardansa hastayı daha sıkıntıya sokabilir. Tecrübesi olan bu ilmi teoriden öteye geçirip pratikte tecrübeli olanlar bu azgınlaşma döneminde hastasını nasıl kontrol edeceğini bilir, ona göre davranır. 
Sidr (Arap eriği), yaprağını yeşil olarak ya da kurutulmuş olup toz haline getirilmiş 7 yaprak ezerek ya da toz haline getirip biraz su alarak sihir bozan ayetler okur, üfler. Rukyecinin okuduğu verdiği suyu çoğaltır. Bu sudan 3 yudum içilir ve bu su sidr tozu katılarak çoğaltılır, bu suyla gusül alınır. 7 gün üst üste tekrarlanır. Gerekirse 21 veya 40 gün de yapılması tavsiye edilir. Sidr bulamazsa toz halindeki defne yaprağı ile de yapabilir.[120]

Bugünkü Rukyecilerin Yaptıkları, Rasûlullah’ın İzin Verdiği Rivâyet Edilen Rukyeler ile Hiçbir Alâkası Olmayan Uygulamalardır

 

Yukarıda kendilerinin rukye diye yaptıklarını anlattıkları ifadelerden yola çıkarak, Selefi geçinen veya çıkarları dışında hiçbir dâvâ ile ilgisi olmayan rukyecilerin rukye diye tanımlayıp uyguladıkları şeylerin Kur’an ve Sünnetle, sünnetullahla hiçbir ilgisinin olmadığı gayet rahat anlaşılmaktadır. Onların rukye diye anlattıkları şeyin yanlışlığını kısaca açıklayayım:

Tanımda ifade ettikleri gibi “duâları okuyarak, duâ edip hastaya sürekli okumayı tekrar ederek Allah’tan şifa istemeye denir.” şeklinde devamlı ve ısrarlı tekrarlamanın hadislerde tavsiye edildiğini bilmiyorum.

Rukyecilerin kendilerinin de kabul ettiği gibi, günümüzde uygulanan rukyelerin bir kısmı şirk, bir kısmı haram. Tabii, “benim yaptığım rukyede haram veya şirk vardır” diyen çıkmaz. Acaba var mıdır diye sorgulayan da pek çıkmaz. Günümüzde yapılan bunca rukye çeşidi arasında “sünnet olan rukye” diye bir bölüm açamıyorlar. Saydıkları ve kendilerinin uyguladığı bunca rukye çeşidinin câiz olduğuna dair delil getiremedikleri halde, kendilerinin zinhar yanına yaklaşmadıklarını iddia ettikleri ve başkalarının uyguladığı haram ve şirk olarak kabul ettikleri rukyelerin dışındakilerde, yani kendi yaptıklarında hiçbir sakınca olmadığını iddia edip câiz görüyor ve uygulayabiliyorlar.

 

Yapılan büyünün nasıl yapıldığını ve hangi çeşit olduğunu anlayıp bilen kimse, o tür işlemleri cüzdanı kalın kimselerin isteklerini gerçekten geri çevirip başkalarına hiçbir şekilde büyü yapmayan kimseler mi bunlar diye sorgulanmalıdır, demiyorum. Çünkü olmayan bir etkinin kaldırılmasından bahsediliyor, sihir adına tümüyle insanları kandırmaya yönelik uygulamalar, bunların yaptıkları.


            Büyü bozan ayetlerden bahsediliyor. Etkisi bulunmayan, hile ve kandırmacadan ibaret olan “büyü”yü bozan âyetler varmış, bunlar okunmalıymış. Kim tespit etmiş olmayan büyüyü bozan bu âyetleri? “Büyü bozan ayetler okununca Allah (c.c.) görünmez ordularıyla büyünün hükmünü iptal edip hastaya şifa verir.” denilmektedir. Peygamberimizin izin verdiği rivâyet edilen rukyede, sadece bazı âyetlerin okunması sözkonusu idi. Burada rukyelerden rukye beğenin. Bu rukye çeşitlerinden hangisinin ne kadar câiz olduğunu nasıl ispat edebilirler? “Allah (c.c.) görünmez ordularıyla büyünün hükmünü iptal edip hastaya şifa verir.” denilmiş. Rukyecinin yaptığı iş, sanki melekler ordusunu harekete geçirip büyünün hükmünü iptal ettirmek, bir cinle yapıldığı iddia edilen, insanın içine girip musallat olduğu iddia edilen bir tek cin için Allah, görünmez ordusuyla da değil; görünmez ordularıyla, etkisi olmayan büyünün hükmünü iptal ettirecek…


            Deniliyor ki: “Rukye yapacak kişi hastaya rukye yaparken, o esnada hastadaki sihrin çeşidini öğrenip ona göre program yapar, hastaya da evinde yapacağı programı yapmasını tavsiye eder. İyileşinceye kadar rukyeye devam eder.” Ashâbın uyguladığı rukyenin hiçbirinde böyle günlerce devam eden bir programdan bahsedilmez. “Sihir ve cinin âşık olması ise, tedavisi en zor olanlardan biridir, sabır ve sebatla rukyecinin programına devam etmesi gerekir. Bu tür hastalar 3 ile 6 ay veya bir sene rukyecinin vereceği programa göre tedavisi takip eder.” Rukyecilere göre cinler, insanlara düşman idi. İnsanlara musallat olmak için yol ararlardı. Şimdi de insanlara âşık olan cinler, onlarla evlenmek isteyenler çıktı. Cinlerle insanların cins ayrımlarından dolayı böyle bir şeyin olmasının mümkün olmadığını nakil ve akıl yoluyla ileride cinlerden bahseden 2. kitabımızda “Cinlerle Evlilik” başlığında genişçe izah edeceğiz. Yine, bu şekilde aylarca tedavi süresinin olduğu, rukyecinin program yapıp aylar boyu rukye denilen ne yapıldığı belirsiz şeylere caiz demek mümkün değildir.


            “Acemi rukyeciler hastaya fayda vereceğine içindeki cini azdırabilir; kontrol edemez ve cin hastaya karşı savaşı açıktan yapar.” Hastanın içine cinin girmesinin mümkün olmadığını, Kur’an ve Sünnetten yola çıkarak ispat edip ikinci kitapta gündem edeceğim. Cinin insana musallat olduğu ve bunu çözme iddiasıyla yapılan şey, rukye diye uygulansa da, rukyecinin kendisini ve hastayı kandırmasından başka bir şey değildir. “Biraz su alıp sihir bozan ayetler okur, üfler.” Sihrin etki edeceğini kabul etmeyen Kur’an’da, “sihir bozan âyetler” diye âyetler olduğunu iddia etmek, olaya ne kadar Kur’an ve Sünnet dışından bakıldığını gösterir. “Rukyecinin okuyup verdiği suyu çoğaltır.” Aslında suya okumak da ashabın, selefin yaptığı bir şey değildir.  Ne yani, bunlar mı rukye? Peygamberimiz bunları mı tavsiye etti, bunlar, psikolojik hasta olan herkesin içinde cin olduğu, sihir yoluyla cinlerin insana musallat olduğu inancına dayanan ve insanın içinden sihri, cini çıkarmak adına uydurma işlemlerden ibârettir. Peygamberimizin câiz gördüğü rivâyet edilen rukye ile bunların ne ilgisi var?


“Tekrar rukyeli su ile banyo yapılır” deniliyor. Peygamberimiz rukyeli su ile banyo yapmayı tavsiye etmiş filan değildir. Ya da bu tür işlemi câiz görmüş değildir.

 

Acı çehre tohumu, meyankökü şerbeti ve hacamat gibi işlemler de Peygamberimizin caiz gördüğü rukye kapsamına girip girmeyeceği tartışılacak uygulamalardır. Ve insana musallat olduğu varsayılan cinlere, sihre karşı bugünkü rukyeci diye geçinen üfürükçülerin bir uygulaması olduğu anlaşılmaktadır; bu uygulamaların rukye ile, Peygamberimizin caiz gördükleriyle hiçbir ilgisi yoktur.

Rukyeyi Kur’an ve Sünnet yasakladığı halde, bazı hadis rivayetlerindeki izin verilen istisnâî kısmı öne çıkartan rukyecilere göre, rukyenin hangi hallerde yapılabileceği hadis rivayetlerinde belirtilmiştir. Bugünkü rukyecilerin yaptıkları Kur’an’a uymadığı, ama onların bunu önemsemediği, Kur’an’dan daha öne çıkarttıkları hadislere de kesinlikle terstir.

 

Rukye Karşılığı Koyun Sürüsü Alan Ashabla İlgili Hadis Rivayetinin Tahlili

Rukyeciler, rukye yapmayı, âyet okuma ve dua etme karşılığında ücret almayı yasaklayan çok net hükümler içeren Kur’an âyetlerini ve rukyeyi yasaklayan hadisleri yok sayarlar; yaptıkları rukyeye delil olarak bu rivayeti ısrarla gündeme getirirler. Bu hadis rivâyeti dışında rukye karşılığı para veya mal alma hususunda önemsenecek delilleri yoktur. Hâlbuki, bu rivayet sahih olsa bile, bu rivayette sahâbîlerin ücret almalarının gerekçesi vurgulanmış; tedavi edeceği kimsenin ve çevresindekilerin yüzüne karşı da bu gerekçeyi söylemişler.

 

Önce, Hadis Rivayetini Görelim

Ebu Said Hudri (r.a.) rivayet etmiştir: Rasûlullah'ın (s.a.s.) sahabelerinden bir grup seferde idiler. Arap yurtlarından birine rastlayıp orada misafir olmak istediler. Ancak onlar bunu kabul etmek istemedi. O sırada kabilenin reisini akrep sokmuştu. Her ne yaptılarsa çaresini bulamadılar. İçlerinden bir kısmı “Şu gelen insanlara bir müracat etseydiniz, belki onlarda bunun bir çaresi vardır.” dedi. Sababelere gelip dediler ki "Reisimizi akrep soktu. Elimizden geleni yaptık, fakat çare bulamadık. Siz bir şey yapabilir misiniz?" Sahabelerden birisi "Vallahi ben hasta okumasını bilirim. Ancak bizi misafir etmenizi istedik, siz kabul etmediniz. Eğer bunun karşılığında bir şey vermezseniz hastanıza okumam." dedi. Bunun üzerine, bir sürü koyun üzerine anlaştılar. Sonra gidip hastaya Fâtiha'yı okuyarak üfledi. Hasta (sanki) bağlandığı ipten kurtuldu, bir deve gibi sapasağlam oluverdi.

Ebu Said der ki: sonra onlar sözlerini yerine getirip koyunları verdiler. Sahabelerden birisi "koyunları taksim edin." dedi. Hastaya okuyan Sahabi, “Hayır! Önce Peygamber’in (s.a.s.) yanına varalım. Meseleyi anlatalım, bakalım ne buyuracak? Ondan sonra taksim ederiz." dedi.

Rasûlullah'ın yanına geldiler ve hâdiseyi anlattılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) hastaya okuyana "Fâtiha Sûresi'nin böyle bir duâ olduğunu nereden biliyordun? Payınıza düşen koyunları aranızda bölüşün, bana da bir hisse ayırın." buyurdu.

Bir başka rivayet de şöyledir: Bu grup içinde bulunan sahabelerden bazıları bunu hoş görmeyerek hastaya okuyan arkadaşlarına, “Allah'ın kitabı karşılığında ücret aldın.” dediler. Medine'ye geldikleri zaman da Rasûlullah'a “Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, Allah'ın kitabı karşılığında ücret aldı" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah'ın kitabı karşılığında alınan ücret, ücretlerin en helâl olanıdır."[121]

Öncelikle belirtelim ki, Allah Rasûlü, Allah’a muhalefet etmez, Allah’ın kitabının yasakladığı bir şeyi, bir haramı, “en helâl” ilan etmez. Kur’an’a arzedildiğinde kaç yönden Kur’an’a ters hususlar içerdiği için bu rivayet, sahih olamaz, Allah rasûlü bu tür Kur’an dışı, akıl dışı sözü söylemiş olamaz.

Peygamberimize neler söylettiriliyor, bakalım: Allah'ın kitabı karşılığında alınan ücret, ücretlerin en helâl olanıdır." Peygamberimiz bu sözü söyler mi? “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun”[122] âyetine ters düşüp âyetin zıddını hüküm olarak ilan eder mi? Rasûlullah’tan rivâyet edilen şu sözlerine bakalım: “Kim Kur’an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyâmet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir.”[123] Bu tür sözlerine ters hükümler verir mi? Kur’an, kimlere şifâdır? Kur’an’a soralım bu soruyu: “Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Zalimlerin ise zarardan başka bir şeylerini artırmaz.”[124] Bu âyetin hükmüne göre, aç yolcuların karınlarını doyurmayan kâfir ve zâlimlerin zararlarını arttırması gereken Kur’an, onlara şifa oluyor; bu olmayacak bir iştir. Kaldı ki, olay, bir akrep sokması, vücuda yerleşen bir zehir Fâtiha okunur okunmaz iyileşiyor; vücuttaki zehir Fâtiha okunarak tedavi edilebilir mi? Sünnetullaha uygun mudur bu beklenti? Vücuda giren zehir cinsinden bir şeyi, güncel örnekle korona virüsle komalık olmuş birini başka tedavilere ihtiyaç duymadan sadece Fâtiha sûresi okuyarak tedavi etmeye kalkmak sünnet mi kabul edilecek? “Bu tür hastalara Fâtiha okuyalım, tedavi masraflarından hastayı ve ülkeyi kurtaralım” diyebilir miyiz?  

 

 

Hadis Rivâyetinin Tahlili

Yaptıkları rukyeye ve karşılığında aldıkları yüklü bir bedele en önemli delil olarak bu rivayeti bulan rukyecilerin bu rivayetlerin kendi akıllarıyla ve kendi din anlayışlarıyla da çeliştiğini göstermeye çalışacağım. Bu rivayeti sahih ve kendi rukye adıyla yaptıkları anormalliklere delil kabul edenlerin çelişkilerini göstermek sadedinde şunları söyleyebiliriz: “Sizler bizi konuk edip yemek yedirmediniz. Biz de, sizler bızim için bir ücret ta'yîn etmedikçe size rukye yapmayız!” Demek ki, herkesten ücret alarak rukye yapmak yok, kendilerine insanî muâmele yapmayan, misafir ve aç oldukları halde önlerine yiyecek koymayan kimselerden ücret istiyorlar. Kıyas yapıp bu hadisi delil getirmek için onların ücret aldığı kimseler de mü’min olmamalı, insanî özelliklerden de mahrum olmalı. Buhârî, bu hadisi Fâtiha-i Şerîfe ile duâ mukabilinde bir ücretin verilip alınmasının hükmüne dair bir bâbında sevk etmiştir. Bu rivâyete göre o sahabi de sadece Fâtiha okumuştu. Bugünküler rukye deyince sadece Fâtiha’yı okumaktan mı bahsediyorlar?  

Tevhid ehli, Allah’tan korkan, kendisine “hoca” denilen ve dini temsil eden kişiler ağızlarından çıkan ve başkasından kendisine yönelik sıvıdan insan fıtratı hoşlanmaz. Kaldı ki, içinde nice mikrop ve zararlı bakteri de olabilir. Şifa gelsin derken, hastalığa sebep olabilir. Sözgelimi korona virüs, bu tür yolla çok rahat bulaşabilir. İnsanlar bu tür sıvı yüzünden para kazanıyorsa ve din adına bunu savunuyorsa kıyameti beklemek gerekir. Ashab, “Peygamberimize sormadıkça bu sürüden almayız” dediler. Bu insanlar da önce Kur’an’a, sonra Peygambere sormadan mı yapıyorlar rukyede yaptıklarını?

 

 

Bu Hadis Rivâyetinden Çıkan Hükümler

Bu hadis rivâyetine ters düştüğü için bazı âyetleri ve bu rivâyete ters düşen hadisleri yok sayan kimselerin bu rivayetui esas aldıkları zaman, bu rivayetten kendileri için ancak şu deliller çıkar:

1- Hastaya sadece Fâtiha sûresi okunmalı. Bu hadis, hastaya Fâtiha dışında Kur’an’dan herhangi bir âyet ve sûreyi veya başka bir şey okumayı değil, sadece Fâtiha okumayı rukyecilere câiz kılar.


             Atâ ile Ebû Kâbe'ye göre hastanın üzerine Fâtiha okuduğu için ve Fâtiha'yı öğretmek mukabilinde ücret almak caizdir. İmam Mâlik ile, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Sevr'in mezhebleri de budur. Zührî 'ye göre ücret mukabilinde Kur'ân öğretmek mekruhtur. Ebû Hanife ile diğer Hanefî imamlarına göre ücret mukabilinde Kur'an öğretmek câiz değildir.

Meseleyi, kendilerinin rukyeci olduğunu ileri sürenler Peygamberimizin müsaade ettiği Fâtiha sûresi okumakla sınırlı rukyecilik yapıyorlarsa, yapabilirler, sadece Fâtiha sûresini okuyarak bunun ücretini alabilirler. Tabii, bunu yapmak için Allah’ın Kur’an âyetleri konusundaki uyarılarını yok saymak, Peygamberimizin Kur’an okuma, rukye yapma karşılığında kalkan ve benzeri bir şey alınca, bunu cehennemlik bir suç ilan eden kaç tane hadisini görmezden gelmek gerekiyor. Fâtiha suresini okumakla yetinmeyip Kur’an’da ve sünnette olmayan nice şeyleri de rukye adıyla tedavi programlarına kattıkları, muskacılık yaptıkları, uydurma cin çıkarma seansları tertip ettikleriyle ilgili en küçük bir delil bu hadis rivayetinde yoktur. Psikolojisi bozuk veya beyninde hastalık olan kimselere ya da epilepsi (sâra) hastalığı gibi tıbbî çözümü olan hastalığa sahip olanlara doktor tavsiye edeceğine muskalar yazarak tedavi etmeye kalkanların, Rasûlullah’ın izin verdiği rivayet edilen rukye kalıbına girmeyen başka şeyler yapanların ve bu vesile ile hastaların ümitleriyle oynayıp onların sukut-ı hayale uğramasına vesile olanların ve onların rahatsızlığını kendilerine geçim kaynağı ve istismar alanı bulanların bu hadis rivâyetinden veya benzeri başka rivayetlerden bir delil yoktur. Tevhid ehli bir kimseye bu işleri yapmak bir tarafa, bu tür işleri savunmak bile züldür.

 

 

Fâtiha Sûresi ve Kur’an Âyetleri Şifâdır

"Kur'an şifadır."[125] Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.

Kur’an şifadır; emir ve yasakları uygulandığı durumda mânevî hastalıklarımıza, huzursuzluğumuza, psikolojik sıkıntılarımıza şifadır. Şu kadar sayıda okuyup üfleyerek, ağzımızdan tükrükler saçarak, tüh tüh diyerek değil; okuyup amel ederek Kur’an’dan şifa beklemeliyiz. Kur’an, hidayet kitabıdır, fal kitabı, üfürük kitabı değildir. Dünyevî çıkarlara âlet edilecek, okuyup üflenip geçim sebebi kabul edilecek, rukye adıyla duâ edip para kazanılacak bir kitap değildir. Kur’an’da şerrinden Allah’a sığınmamız emredilen üfürükçü kimdir, rukyeci kimdir? Aralarında nasıl bir fark vardır? Kimse “ben üfürükçüyüm” demiyor, demez. Üfürükçüler kendilerini hep rukyeci olarak tanıtırlar. Hem de Kur’an ve Sünnete göre hacamat ve rukye yaptıklarını söylerler.

Kur’an’da hacamat kelimesi bile geçmediği halde, Kur’an’a göre nasıl hacamat yapılıyorsa, Kur’an’da geçmeyen rukye, nasıl suya üfleniyor, muska yazılıyorsa ve bütün bunlar Kur’an’a uygun nasıl hacamat ve Kur’an’a uygun nasıl rukye oluyorsa, bu konudaki uzun sakallı rukyecilerin Kur’an adını nasıl istismar ettiklerini görmüş oluyoruz. 

2- Kendilerinden rukye ücreti alınan kimselerin kâfir olması gerekiyor. Bu rivayete göre, ashâbın rukye ücreti aldığı ve Peygamberin bu ücreti onayladığı kimseler kâfirlerden almıştı bu rukye ücretini. Kıyas yapıp bu hadisten delil getirmek için rukye karşılığı ücret istenip para veya mal alınabilecek kimseler de mü’min olmamalı. Peki, kâfirlere okunan Kur’an âyetleri şifa verir mi? Kur’an şifayı mü’minlere hasrederken, zâlimlerin hüsranını arttıracağından bahsediyor. Bunlar aç yolculara yiyecek ikram etmemiş insanlar, en azından zâlim insanlar. Âyetler ise zalimlerin zarar ve ziyanını arttıracağını açıklıyor.[126]   (“Ondan kolay ne var, çoğumuz tekfirci, olmayanlarımız da tekfirci oluruz, mü’minlerden para almamış oluruz” derler mi, eh, diyebilirler. O zaman da biz deriz: Nice mü’minleri dışlarken, kâfirlere üç kuruş para için bu yardım, onların hidâyeti dışında onlar için samimi duâlar ne kadar câizdir? Cinleri imana dâvet ediyorsunuz da, bu garibanları niye imana dâvet etme ihtiyacı hissetmiyorsunuz? Mü’min olurlarsa, rukye parası alamayız diye mi?) 

 

3- Ücret alınan kimseler, insanî özelliklerden de mahrum olmalı. Bu hadis rivâyetinde sahâbîlerin ücret almalarının gerekçesi vurgulanmış; tedavi edeceği kimsenin ve çevresindekilerin yüzüne karşı da bu gerekçeyi söylüyorlar: “Sizler bizi konuk edip yemek yedirmediniz. Biz de, sizler bızim için bir ücret ta'yîn etmedikçe size rukye yapmayız!” Demek ki, herkese ücretle rukye okumak yok, kendilerine insanî muâmele yapmayan, misafir ve aç oldukları halde önlerine yiyecek koymayan kimselerden ücret istenebilir. Rukye karşılığı ücret için para alınan kimseler insanî özelliklerden de mahrum olmalı. Mü’min hastalara değil, insanî özelliklerden de mahrum kâfirlere sadece Fâtiha okunuyorsa rukye olarak bu hadisten delil getirip caiz bir iş yaptıklarını söyleyebilir rukyeciler.

Ayrıca o sahabinin ne yaptığı o hadis rivayetnde açıklanıyordu: “tükrüğünü topluyor ve o hasta adamın üzerine tükürüyordu.” (hadisler, insanın hoşlanmayacağı bu tür ifadeleri barındırmaz. Mevzuat kitaplarındaki ölçüye göre, bir rivayetin sahih olmadığını anlamak için içinde hoş ve kibar söz yerine, kaba ve çirkin sözlerin bulunması kastedilir.) Rukyeci olduğunu söyleyen bugünkü bu tür işler yapanlar da mı bu rivayetteki gibi yapıyor? Madem bu rivayeti delil kabul ediyor bir rukyeci, aynen bu şekilde yapmak zorunda. Hadis rivayetinin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek olur mu? Kur’an okuduğu için değil de, o mübarek ağız suyunu toplayıp hasta adamın üzerine boca ettiği için para alabilir bir rukyeci. Çünkü hiç olmazsa bir şey sarf etmiş oluyor, kendinden bir şeyi satmış oluyor. Allah’ın kitabını satmaya cevaz verilemez, ama rukyeci ağzından çıkanı satabilir. Tabii, bu şekilde insanı mı hastalandırırlar, şifaya mı sebep olurlar? Korona virüs gibi bulaşıcı hastalıklar daha çok insanın ağzından bulaştığına göre, bu rukye hastalandırıcı rukye olmaz mı? Tevhid ehli, Allah’tan korkan, kendisine “hoca” denilen ve dini temsil eden kişiler, insan fıtratının rahatsız olacağı şekildeki bir uygulamayı savunuyorsa kıyametimiz kopmuş da farkında değiliz demektir.

4- Bu rivâyeti delil alanlar için; ücret alımı, bir defalık olmalı, kimse bu işi meslek haline getirmemeli. Kur’an’a ve sünnete ters düşen bu rivâyeti sahih kabul edip kendileri için delil kabul edenler, unutmamalı ki, burada belirtilen sahâbî, bir defa böyle şey yapmış, rukye karşılığı koyunun caiz olup olmadığı konusunda önce şüpheye düşmüştü; bu şartlarla Peygamberimiz bu rivayete göre bu ücreti onaylamıştı. Bu sahâbî, rukyeciliği meslek edinmiş ve devamlı bundan geçimini sağlıyor değildi.

Bu şartlar, bu rivayeti diğer hadislerin ve ayetlerin önüne çıkaranların bu rivayeti delil olarak alabilmeleri için uymaları gereken şartlar. Eğer gerçekten bu rivayeti temel alıyorlarsa, kendi içlerinde tutarlı olmaları beklenir. En azından kendi vicdanlarında kendi yaptıklarını aklayacak bir rivayet olmuş olur. Bu şartlara uymadıkları müddetçe en küçük bir delilleri yoktur, kendilerini ve toplumu kandırmış olurlar sadeceç Bakın; Buhâri, Tecrid-i Sarih şârihi de diğer hadislerle ve âyetle bu rivâyetin çeliştiğinin farkında olduğu için, yaptığı açıklamalarda şunları da söyler: İzahıyla meşgul bulunduğumuz Ebu Said-i Hudrî hadisi ile bunların teâruzuna gelince: Buna İbn-i Cevzî şöyle cevap veriyor: 1) Ebû Said-i Hudrî’nin reislerine duâ ettiği Arab kabilesi kâfir idi, onların mallarını almak câiz idi. 2) Hakk-ı dayf (misafirlik hakkı) ve misafirperverlik vâcib iken bunlar bir İslâm seriyyesini kabul etmemişlerdi.” Bu açıklamaya göre, bu rivayeti delil almak için, mallarını almanın câiz olduğu kâfirlere rukye yapılması gerekiyor ve müslümanlara zulmeden birisine rukye yapılması gerekiyor. Peki, mü’min kâfire dua edebilir mi? Kâfire ve zâlime rukye câiz mi? Kur’an, Kur’an’ın zâlimlere şifa olduğunu değil; hüsranını, zarar ve ziyanını arttırdığını bildiriyor. Bunlara nasıl cevap verilecek?      

Mü’minlerden hastalara karşı, insanî özelliklerini kaybetmemiş kimseler için ve Fâtiha’dan başka duâlar okuyup işlemler yaparak, rukyeciliği meslek edinen kimseler açısından bu rivâyet, delil olmaz. Rukyeciler, sanırım bu sayılan şartların hiçbirine riâyet etmedikleri halde, bu hadis rivâyetinden yola çıkarak rukye ücretini câiz görüyorlar. Meselâ, hiçbir rukyecinin bir hastaya karşı sadece Fâtiha okuduğunu sanmıyorum. Sadece Fâtiha sûresi okuyana, kimse “hoca” demez, para da vermez. Hadis rivâyetini rukyeciler kendilerine delil alıyorlar. Görüldüğü gibi incelendiğinde bu rivâyetin rukyeciliği meslek edinmiş kimseler için delil olması sözkonusu değildir. Peygamberimiz ne kendisi rukye için bir ücret almış, ne de herhangi bir sahâbînin rukyeciliği meslek edinmesine, bunu geçim kaynağı olarak kabul etmesine onay vermiştir. Bu rivâyete göre ashab, Peygamberimize sormadıkça bu sürüden almayız dediler. Peygamberimiz de Fâtiha sûresiyle rukye yapılmasına ve o tür insanlardan mal alınmasına (Kur’an’a ve kendisinin nice sözlerine ters olduğu için, izin vermesi, hele "Allah'ın kitabı karşılığında alınan ücret, ücretlerin en helâl olanıdır." demesi, mümkün değildir ve o yüzden Kur’an’a ve Sünnet’e ters düşün bu rivayet sahih olamaz.) Sahih kabul edenler için de rukyeciliği meslek haline getirip duâ ettiği için para talep edenler için en küçük bir delil yoktur bu rivâyette. Fâtiha’yı okuma dışında bütün yaptıklarına, Peygamberden onay almış gibi sesleri nasıl da çıkıyor, hayret!

Mevdûdi şöyle diyor: Bu hadisten muskacılık ve üfürükçülük dükkânı açmaya cevaz çıkarmadan önce, Arap toplumunun o zamanki şartlarına göz atalım. Ebu Said Hudrî'nin hangi şartlar altında bunu yaptığı önemlidir… Arabistan'da durum şöyleydi. Bir yerleşim merkezi diğerinden 50-100 km uzaktaydı. Ve ikisi arasında hiçbir insan yoktu. O dönemde yerleşim merkezleri arasında otel, han ve benzeri yerler de yoktu. Bu durumda günlerce sürecek yolculukta yiyecek satın alabilmek de sözkonusu değildi. Bunun için Arabistan'da, bir yere misafir gelen kişiyi ağırlamanın ahlakî sorumluluğu vardı. Misafirleri ağırlamayıp onlara ikram etmemek, misafirlerin canına mal olabilirdi. Misafir kabul etmemek Arabistan'da çok ayıp sayılırdı. Bu nedenle Rasûlullah, ashabını misafir etmeyi reddeden kabilenin reisini tedavi etmenin karşılığı olarak olayı değerlendirmiştir… Rasûlullah burada, Allah'ın kitabı ile amel etmekten daha iyi ne olabileceğine işaret etmiştir. Bunun yanısıra, bu yolla Arap kabilesine Hakkın tebliği de yapılmış oluyordu. Nitekim onlar Allah'ın kitabının bereketinden de haberdar edilmişlerdi. Bu olay şehirlerde ve yerleşim merkezlerinde oturan, muska ve üfürükçülük dükkânları açarak bunu kazanç aracı edinenlere delil olamaz. Böyle bir amelin benzerine ne Rasûlullah, ne ashab, ne tabiin ve ne de eimme-i selef dönemlerinde rastlanamaz.[127]

Rukyeciliği meslek edinmiş, rukyecilik adı altında üfürükçülük yapan, muska yazan, cin çıkarma işleriyle uğraşan, Fâtiha dışında duâ diye neler okuduğu belli olmayan bu kimseler hadis rivayetlerini ve hadis şerhlerini Kur’an’daki delillerden daha fazla önemseyip buralardan hüküm çıkarttığı için, delili oralardan vereyim:

Buhârî’nin şerhinde şunlar ifade edilir: Eimme-i mezâhib (mezhep imamları) ise bu bâbta ihtilaf etmişlerdir (Niye ihtilaf etmişler, çünkü bu rivayete zıt, caiz olmadığını kesin şekilde belirten sahih hadisler ve her şeyden önce âyetler vardır da onun için). Zührî, ücretle ta’lim-i Kur’an edilmesini kerih görmüştür ki, İmam Ebu Hanife ile ashâbının mezhebi de böyledir. Sâdât-i Hanefiyye (Hanefî mezhebinin önde gelen âlimleri) ta’lim-i Kur’an mukabilinde ücret alınması caiz değildir, demişlerdir.

Hurmet-i istîcâre kail olan eimmenin mebnâ-yı ictihadları şu asl-ı fıkhîdir (Ücret karşılığı Kur’an okumanın haram olduğunu savunan imamların ictihadlarının dayanakları şu fıkhî esastır): Her tâat ki, edâsı Müslümana hastır; o tâat üzerine istîcâr câiz değildir. (Edâ edilmesi Müslümana has olan sevaba girilecek şeylerden olan bütün ameller karşılığında ücret almak câiz değildir.) Bunların edâsı mukabilinde Allah’ın (âhirette) ihsan edeceği hazine ve lütfundan başka bir yerden ücret alınması câiz değildir. Ücret almanın haram olduğuna kail olan Hanefilerin hüküm çıkarttıkları naklî deliller de şunlardır:

 

“Kur’an okuyunuz, fakat Hazret-i Kur’an’ı me’kel ve vesîle-i intifâ’ edinmeyiniz!” kavl-i şerifidir.

"Kur'an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin."[128]

Rukyenin, hem de para karşılığı yapılabileceğiyle ilgili en önemli delil kabul edilebilecek, ancak Kur’an okuma karşılığında para ve mal almayı yasaklayan âyet ve hadislerin anlamlarına zıt olan bu hadis hakkında, öncelikle bu hadisi şerh edenlerin sözlerine yer verelim: Buhârî, bu hadisi Fâtiha-i Şerîfe ile duâ mukabilinde bir ücretin verilip alınmasının hükmüne dair bir bâbında sevk etmiştir ki, bu hadisin ifade ettiği hüküm cevazdır. (Demek ki, Buhârî, bu rivayeti, Fâtiha’nın duâ olarak okunduğunda ücret konusunda hüküm için bu hadis kullanılabilir. Fâtiha dışında bir duâ için ücret alınma konusunda bir delil olmaz. –parantez içi açıklamalar bana, Ahmed Kalkan’a aittir).

 

Müslümanın yapması gereken sevap umulan ibâdet cinsinden bir ameli yapma karşılığı ücret almak câiz değildir. Çünkü öğretme, hatırlatma, ezan okuma, imamlık yapma; iyilik, tâat ve Allah’a yakınlıktır ki, bu amelleri işleyenlerden bunları yerine getirmelerini şâri olan Allah istemişti. Bunların işlenmesi karşılığında Allah’ın lütuf ve ikramının dışında başka bir yerden ücret alınması câiz değildir.

 

Kur’an büyü yapanlar felâha ulaşamaz, ne yapsa, nereye gitse başarıya erişemez[129] diyor. Büyüyü bir hile (aldatma) olarak açıklıyor. Büyüyü hayal olarak ifade ediyor. Cinlerin ve şeytanın insanlara ve özellikle mü’minlere musallat olamayacağını belirtiyor.[130] Kur’an, Allah’ın ayetlerini ucuz para karşılığında satmayın[131] diyor. Hiçbir peygamberin yaptıkları karşılığında insanlardan herhangi bir ücret almadığını[132] belirtiyor. Kur’an okuma karşılığında para ve kalkan gibi eşya almayı, birçok hadis cehenneme gitmek olarak beyan ediyor. Dinimiz insanları kandırmayı yasaklıyor. Muskacılığı nice âlim büyük günahlardan sayıyor, hatta şirk diyen nice âlim vardır. 

Rukye ile uğraşan, para karşılığı duâ ederek geçimini temin edenler! Yaptığınız işleri Kur’an ve Sünnet aynasında bir tartın. Size yakışmaz bu tür şeyleri yapmak, savunmak. Adınıza hoca deniliyor, hocaları muskacı seviyesine düşürüyorsunuz, hocaların vebalini de sırtlanıyorsunuz. Halkın İslâm’a ve âlimlere karşı bakışını da olumsuz hale getiriyorsunuz. Bunların vebalini önemsemeden, onca delili bir tarafa bırakıp sadece Fâtiha okuyunca ücret alınabileceğini ve bu şekilde rukye yapılabileceğini hiç kendi mesleğinle ilgili düşünme. Hayır! Kur’an okuma karşılığında da ücret alınmaz. Yaptığınız iş ne para almayı hak ettiriyor, ne savunmayı. Hele bir de kalkıp Peygamberimiz de benzerini yaptı diye Peygamberimize iftira atmayın.

 

Bu hadisin Müslim şerhinden önemli bölümlerini aktarayım: Âyetle yahut menkul duâlarla rukye yapmak caizdir. Maamafih mesele ihtilaflıdır. Şâbi ile Katâde, Said b. Cübeyr ve diğer bir cemaate göre rukye mekruhtur. Mü’mine gereken, Allah’a tevekkül ederek bunu yapmamaktır. Çünkü rukyenin Allah halketmedikçe bir zarar veya faydası yoktur.[133]

 

Buhârî Şerhinden Tavsiye

Buhârî muhtasarı Tecrid-i Sarih şârihi Kâmil Miras, sözün sonunda şu tavsiyelerde bulunur: Muharrir-i âciz bir Buhârî hâdimi olmak itibarıyla eslâfın nassa müstenid olan tarik-ı ictihâdını ta’kib ve müteahhirînin istihsan yolundan udûl etmek kanaat ve mevkiinde bulunuyorum. Size de bu tarik-ı selefi iltizam etmenizi tavsiye ederek derim ki: Yukarıda terceme ettiğimiz ehâdîs-i şerifenin bize ilham ettiği hakikate göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz Kur’an-ı Azimü’ş-Şân’ın bir metâ-ı ticaret gibi îcar ve istîcâra tâbi tutularak ibtizâlini istemiyor. Maddî hayatımızdaki şerâit edâ ve istîfâdan müteâlî bulunması ve böylece Allah kelâmının mevkı-i bülend ve ihtirâmda mahfuz kalması matlûb-ı şâri’dir. Bu âlî gâyenin tahakkuku için Hz. Kur’an’ın ulüvv-i şânına izâfetle hamele-i Kur’an’ın yalnız Allah’ın hazîne-i kerem ü inayetine arz-ı ihtiyaç etmelerini tavsiye ve hamele-i Kur’an’ı îcâr ve isticar yoluyla halka el uzatmaktan tenzih ederim. Kur’an için istîcâr, Kur’an ile teberrük değil, Kur’an’dan ve tilâvet-i Kur’an ile matlûb olan mukaddes gâyelerden tamâmıyla tebâuddür.[134]

Belki bu Osmanlıca ifadeyi anlamayanlar vardır. Ben sadeleştirmeye çalışayım: Buhârî hizmetkârı âciz bir yazar olarak seleflerin nassa dayanarak tutmuş oldukları ictihad yolunu takip ve müteahhirînin (sonradan gelenlerin) istihsan yolundan dönme kanaat ve mevkiinde bulunuyorum. Size de bu selefin yoluna tutunmanızı tavsiye ederek derim ki: Yukarıda tercüme ettiğimiz hadis-i şeriflerin bize ilham ettiği hakikate göre, Rasûl-i Ekrem Efendimiz Kur’an’ın bir ticaret metâı/eşyası gibi kiralanarak hor kullanılmasını istemiyor. Maddî hayatımızdaki şartları yerine getirip tümüyle ihtiyacımızı karşılamaktan çok daha yüce olması ve böylece Allah kelâmının yüce konumunu ve saygınlığını koruması Şâri’nin (Allah’ın) isteğidir. Bu yüce gayeye ulaşmak için Hz. Kur’an’ın yüce şânına izâfetle Kur’an ehlinin yalnız Allah’ın cömertlik ve yardım hazinelerine olan ihtiyaçlarını (yalnız Allah’a) arz etmelerini (Kur’an karşılığında başkalarının eline bakıp şahsiyetlerini rencide ettirmemelerini) tavsiye ve Kur’an hâfızlarının okuduklarını satar, kiralar gibi halka el açmaktan onları uzaklaştırırım (sakındırırım). Kur’an karşılığında para istemek, Kur’an’la teberrük (bereketlenme) değil; Kur’an’dan ve Kur’an okumakla beklenen mukaddes gâyelerden tamamıyla uzaklaşmaktır.  

Rukyeciliği Meslek Edinmek ve Para Karşılığı Hastalara Duâ Etmek

Büyünün ne olup olmadığını, cinlerin insana musallat olup olamayacağını, beyinle ilgili sâra gibi hastalıkların istismarını, rukyelerin içeriğini ve rukye adıyla yapılan muskacılık, cin çıkarma gibi hurafelerle hastalığı istismar eden ve hastaları sömüren zihniyeti daha sonra ele almayı düşünüyorum.

Bir hastaya duâ edilecekse, Allah rızası için duâ edilir. Hiç duâ ettim diye hastadan para talep edilir mi? “Efendim, biz belirli bir ücret söylemiyoruz. Verirlerse alıyoruz.” Yani, “yan cebime koy” hesabı. “Ücreti ne kadar?” “Gönlünüzden ne kopuyorsa… Tabii biliyorsunuz, malzemeler pahalı, biz de uzun süre program yapıyoruz. Ne uygun görürseniz…” Duâ ibâdettir, hem de ibâdetlerin özü, iliği. İbâdet para karşılığı yapılmaz. Para karşılığı yapılan ibâdetin kabul olacağı düşünülemez.   

  

Rukye Karşılığında Ücret Almanın Câiz Olmadığına Dair Deliller

Ücret Karşılığı Kur’an Okumayla İlgili Âyet ve Hadisler

 

“Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Ancak Benden korkun.”[135] Kur’an ile tedavi yaptığını söyleyen bir kimse, Allah’ın ayetlerini duâ olarak bir kimseye okuma karşılığı, bir menfaat elde edebilir mi? Ederse bu âyetin hükmüne girmez mi? Konuyla ilgili diğer iki âyeti de kaydedeyim:

"Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, 'nasıl olsa bağışlanacağız' diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah'a karşı hakdan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz alınmamış mıydı ve onlar Kitab'ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?"[136]

"...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."[137] Bu âyetler, öncelikle bir çıkar karşılığında Allah’ın âyetlerinin gizlenmesi ya da uygulamadan kaçınılması yahut da menfaat temin edenin çıkarına uygun te’vil edilip anlamının değiştirilmesi ile ilgili olsa da, Allah’ın âyetlerini okuduğu için karşılık olarak menfaat temin edenler için de anlaşılıp değerlendirilmesine engel bir şey yoktur. 

Zayıf ve uydurma rivayetleri değil, sahih hadisleri bu konuda delil olarak sunacağım: "Kur'an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin." [138]

Rukyeci geçinenler rahatlıkla diyebilir ki, “biz para almıyoruz. Hastaya okuyoruz. Gönlünden kopan ne ise, onu hediye olarak veriyor. Bunlar gibi yapan sahabiye Peygamberimiz ne demiş bakalım: Übeyy bin Kâ'b: "Bir adama Kur'ân-ı Kerim öğrettiydim de, bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah'a söylediğimde: "Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir" buyurdular, ben de sahibine geri verdim.”[139]

Sahabi, cehennemde ateşten bir hediyeye döneceğini duyunca, aldığını sahibine geri vermişti. Rukyeyi meslek edinenler de, sahabinin yaptığını yapabiliyorsa, onları örnek şahsiyet olarak ilan edeceğim. Güya sahabiden delil getiriyor, selefi çizgi olarak onların yolunu takip ettiklerini iddia ediyorlar, Peygamberimizin sünnetini yaptığını iddia ediyorlar ya; bu konu onların samimiyet testinden geçtiğinin delili olsun. Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe'den birçok kimselere Kur'an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye etti. -Kendi kendime- 'Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım' dedim. Bununla beraber, Nebî’ye (s.a.s.) bu olayı arz ettim. Rasûl-i Ekrem cevaben şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ'nın Kıyamet gününde boynuna ateşten bir halka takmasını arzu edersen kabul et!"[140]

"Kim Kur'an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten bir yay kılâde yapıp boynuna takar." [141]

"Kim Kur'an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyamet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir."[142]

"Kur'an okuyan, onunla Allah'tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek, Kur’an’ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir."[143]

Buhârî, Sahih-i Buhârî'nin "Fedâilu'l-Kur'an" bölümünde "Kur'ân'ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar" diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır: "Dünyanın sonunda birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah'ın kelâmını okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez…"[144] Buhârî'yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapar: "Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur’an’ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur'an okuma, Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş ya yeme vesilesi ya da benzeri bir şey için olacaktır."[145]

Peygamber ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar Kur'an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan sahâbîlerden biri: 'Hepimiz Allah içiniz, O'na aidiz ve O'na döneceğiz. Peygamber Efendimiz'i şöyle derken işitmiştim: "Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’an’ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz."[146]

 

Ücretle Kur’an Okumanın Fıkıhtaki Yeri

Âyet ve Hadislerden delilleri görmüş olduk. Şimdi Fıkıhtaki yerini görelim: Allâme İmam Birgivî bu konuda şunları söyler: "Onlardan kim âhiret işini dünyalık için yaparsa, artık âhirette onun hiçbir payı yoktur." O yüzden böyle bir okuyuşun sevabı olmadığına göre gerçekte sevabın satışı olan bu ücret nasıl câiz olabilir? Ma'dûmun (olmayan bir şeyin) satışı ise câiz değildir. Var olduğu kabul edilse bile, teslimi mümkün değildir." Teslimin de mümkün olduğu kabul edilse bile, bu, menfaatin bir şey karşılığı temlik edilmesidir. Buradaki menfaat ise sevaptır, kıraat değildir. Zira ücret veren sevabın hâsıl olmadığını bilse, mücerred okuma karşılığı bir kuruş bile vermez. O yüzden sevap teslim edilmeden ücrete hak kazanılamaz. Verdiğinin kıraat şartına bağlı olmayan bir sıla (hediye) olması, okuyanın da sırf Allah için okumuş bulunması mümkün değildir. Çünkü veren verdiğini, ancak muradına göre okunması için verdiğindendir ki, okunup okunmadığını izlemektedir. Okuyan da bir şey verilmemesi halinde okumayacaktır.[147]

Kur'an-ı Kerim okumak da, bedenî bir ibâdet olma bakımından, namaz ve oruç gibidir. Onun için, nasıl namaz ve oruca ücret almak câiz değilse, Kur'an okumaya ücret almak da câiz değildir. Bu, gerçekte bir sevap satma işidir ki, insanın geçmiş zamanlarda yaptığı amellerin sevabını satışa çıkarmasına benzer. Bunun da câiz olamayacağı nasıl ihtilâfsız bir gerçekse, berikinin de câiz olmadığı aynıdır.[148]

El-İhtiyâr ve Mecmau'l-Fetâvâ'da: "Kur'an için herhangi bir şey almak câiz değildir. Zira bu, ücret gibidir" denmektedir. Ücrete benzeyen câiz olmazsa, ya ücret olarak alınan nasıl câiz olacaktır?[149]

Hayreddin Karaman, bu konuyla ilgili şu açıklamayı yapar: "Pazarlıklı veya pazarlıksız menfaat karşılığında başkalarına Kur'an okumanın ve okutmanın, Kur'an'a ve sünnete uygun ve faydalı telâkki edilmesine imkân yoktur. Çünkü dört mezhebin müctehid âlimleri ve mûteber kitapları şu noktalarda ittifak etmişlerdir:

1- İbadette ihlâs, yani ibâdeti Allah rızası için yapmak şart olduğu için menfaat karşılığı yapılanlar ibâdet değildir.

2- Menfaat karşılığı okumak ve okutmak câiz değildir. Alan ve veren günah işlemiş olur.[150]

“Rukye sünnettir” diyerek rukyeciler yaptıklarını Peygamberimiz’e mal etmeye kalkamazlar. Peygamberimiz Kur’an’dan âyet okudu ve şifa için duâ etti. Onun okuduklarının ve onun duâlarının dışına çıkmak meşrû rukye sayılmaz. Sünnet hiç değildir. Peygamberimiz duâ ettiğinden dolayı kimden para aldı, kimden duâ gibi bir ibâdet karşılığı hediye aldı? Rukyeyi meslek edinip geçim kapısı yapmak; bu yol, yolmaktır, ama doğru yol değildir.

   

Kendilerine Rukyeci Diyen Üfürükçülere Tavsiyelerimiz

Daha önce, sosyal medya üzerinden kendisine uyarıda bulunduğum bir rukyeciye, daha doğrusu rukyeciyim diyen üfürükçüye yazdığım bir tavsiye yazısını buraya aynen aktarıyorum.

Yapılan işin bir müslümana, özellikle tevhid ehli şahıslara yakışmayacak, ciddi anlamda vebali olan iş olduğunu hatırlatıyorum. Zaten cinlerin insana ve özellikle Müslümanlara musallat olamayacağını, büyünün etki etmediği anlayışını kabul etmediğinizden yola çıkarak; anlaşılıyor ki, nice hasta insanlara, “senin içine cin girmiş” diyerek tuhaf tuhaf uygulamalar yaparak onların hastalığını istismar edenlerden biri olabilirsiniz. Çoğunlukla üfürükçülüğü, muskacılığı kabul etmez ve rukyeci olduğunuzu iddia edersiniz. Siz yaptığınız işe rukye deseniz de, sizin ne yaptığınızı tam olarak bilmemekle birlikte; savunduğunuz ve yaptığınız işin, Peygamberin müsaade ettiği Fâtiha sûresi okumakla sınırlı rukyecilikten öte şeyler içerdiğini, Fâtiha okuduğunuz için ücret aldığınızı iddia edemeyecek, bir sürü problemler içinde olduğunuzu sanıyorum. Ve bunları savunmak yerine, ahiretinizi öne çıkartarak bir muhasebe yapın, özeleştiri ile düşünün; siz o hasta ve cahil insanların yerinde olsaydınız, sizin gibi birinin eline düşmek ister miydiniz? İnsanları kandırmayın, onların hastalığını istismar ve geçim kaynağı yapmayın. Ruhsal tedavi adıyla insanların psikolojisiyle oynamayın, yanlış yere onlara ümit vermeye kalkmayın. Dinimizin müsaade etmediği uygulamaları terk edin. Ey rukyecilik yaptığını söyleyenler! Sizin ne yaptığınızı siz daha iyi bilirsiniz. Ama ben sizin çoğunuzun muskacılık yaptığınızı biliyorum. Uydurma cin çıkarma seansları tertip ederek cin çıkarmaya kalktığınızı, hatta çoğunuzun cin çıkarma işlemlerine rukye diye ad verdiğinizi biliyorum. Büyü ile hiç uğraşmadığınızdan emin değilim. En azından büyü bozduğunuzu iddia etmediğinizi sanmıyorum. Korkarım, cinlerle iş yaptığınızı, belki gaybla ilgili bazı şeylere muttali olduğunuzu da iddia edebilirsiniz. Bunların bir kısmını yapıyor, bir kısmını yapmıyor da olabilirsiniz. Ama, sizin gibi şahıslar bunları da, daha fazlasını da yapıyor, gariban cahil hastaları kandırıyorlar. Hastalar, hoca dedikleri muskacı ve üfürükçülere ümit bağlıyorlar, bu üfürükçülerin ise, o zavallıların hastalıklarını arttırmaktan ve paralarını almaktan başka bir faydaları olmuyor. Günahtır bunlar! Psikolojisi bozuk veya beyninde hastalık olan ya da epilepsi (sâra) hastalığı gibi hastalığı olanları doktora yönlendirmeniz gerekmez mi? O hastaların çoğu, beyinlerinde hastalık bulunan ve tıp açısından bazılarının tedavi imkânı olduğu kimseler.

Hastalara doktor tavsiye edeceğinize muskalar yazarak tedavi etmeye kalkmanız, bilmiyorum başka rukye kalıbına girmeyen daha neler yapmanız ve bu vesile ile hastaların ümitleriyle oynayıp onların sukut-ı hayale uğramasına vesile olmanız ve onların rahatsızlığını kendinize geçim kaynağı edinip istismar fırsatı bulmanızdan bahsetmek gerekiyor. Hacamatın ücretinden, rukye diye iddia ettiğiniz üfürükçülükten para alınması caiz mi, demekten önce; insanları kandırmak, onların zor durumlarından yararlanmak caiz mi, büyü diye, cin insan içine girmiş diye olmadık şeyleri var diye göstermeniz caiz mi, bunu hesaba katın. Sizi bilmem, siz bunları yapmıyorsanız bile, rukye adıyla bu tür şeyleri, hatta daha da çirkinlerini yapanları savunur durumda olmayın. Bâtıl ve haramlara kapı aralayacak şekilde üfürükçülüğü (size göre rukyeciliği) savunmaya çalışmayın. Önce, tevhid ehli bir kimseye bu işleri yapmak bir tarafa, bu tür işleri savunmak bile züldür. Kur’an şifadır; emir ve yasakları uygulandığı durumda mânevî hastalıklarımıza, huzursuzluğumuza, psikolojik sıkıntılarımıza şifadır. Şu kadar sayıda okuyup üfleyerek, ağzımızdan tükrükler saçarak, tüh tüh diyerek değil; okuyup amel ederek Kur’an’dan şifa beklemeliyiz. Kur’an, hidayet kitabıdır, fal kitabı, üfürük kitabı değildir. Dünyevî çıkarlara âlet edilecek, okuyup üflenip geçim sebebi kabul edilecek, rukye adıyla duâ satılıp para kazanılacak bir kitap değildir. Kur’an şöyle dememizi emreder: “Düğümlere üfüren üfürükçülerin şerrinden (Allah’a sığınıyorum).”[151] Kur’an’da şerrinden Allah’a sığınmamız emredilen üfürükçü kimdir, rukyeci kimdir, aralarında fark var mıdır, varsa ne kadardır? Bu eleştiri ve soruları gönlünüzün tatmin olacağı, yarın hesaba çekileceğiniz hususlar ışığında ele almaz, Kur’an ve Sünnet merkezli araştırmalar yapmazsanız, yarın çok geç kalmış olabilirsiniz.

 

 Rukye Konusunda Uyarılar

  • Hastalanınca Tedavi Olmak: İnsanın bedeni hastalandığı gibi, beyni de hastalanır, iç dünyası, psikoloisi de rahatsız olur. Her çeşit hastalık için tedavi olmak dinin tavsiye ettiği husustur.

 

“Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifâ veya devâ yaratmıştır. Ancak bir dert müstesnâ; o da ihtiyarlıktır.”[152]

Kendi hatamız veya imtihan vesilesi olarak hastalanınca, hem sabretmeli, hem duâ etmeli, hem de esas olarak tedâvi olmalıyız: “Her derdin bir devâsı vardır. Onun için, derdin devâsı bulunduğu zaman o dert iyi olur.”[153]    

Rasûlullah, Mescidinin yanında bir çadır hastane yaptırmıştı. İslâm tarihinde ilk hastane sayılan bu çadırda, Rufeyde isimli bir hanım sahâbî, hastabakıcılık görevi yapar, yardıma muhtaç olanların yardımına koşardı. Rufeyde, ilk müslüman hemşire ve doktor kadın sayılır.[154] Hendek Savaşında kol damarı kesilmiş bulunan Sa’d ibn Muâz da bu hanım sahâbînin çadırında tedâvi görmekte iken, Kurayza olayında hakem olarak atanınca buradan alınıp Kurayza yurduna götürülmüştür.    

 

2- Şifanın; ilaçta, doktorda, rukyecide tedavi cinsinde olmadığını, şifanın Allah’ın elinde olduğunu kabul edip ona inanmak. Şâfî olan, şifa veren sadece Allah’tır. “(O Allah) Hastalandığım zaman bana şifâ verendir.”[155] “Ben şöyle bir tedavi uygularım, hiçbir şeyin kalmaz. Ben seni iyi ederim, şunu yapınca iyileşirsin.” gibi ifadeler yanlış ve tevhidî inanca zarar veren sözler olduğu gibi; rukye yapılan yere “şifa merkezi” gibi adlar vermek, “ben rukye yapayım, sâra hastalığından kurtulursunuz” gibi sözler de câiz olmayan sözlerdir. Hele, “sana cin musallat olmuş, bunu ben çıkaracağım”, “sana büyü yapılmış, ben etkisiz hale getireceğim” gibi Kur’an’da cin ve büyü hakkındaki hükümlere ters sözler söylemek, insanları kandırmak, mümkün ki cenneti dünya karşılığında satmak anlamına gelebilir.

 

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse onu gideremez. Ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O her şeye kadirdir."[156]

 

"Ağrıyı kaldır ey nâsın rabbi! Şifa ver, Sen şifa verensin. Senin şifandan başka şifa yoktur.”[157] diye duâ ederdi Peygamberimiz.

3- Tedavi için öncelikle tıp alanında uzman olanlara müracaat edilmelidir. Yaralanıp kanı kesilmeyen bir adam için Hz. Peygamber Benû Enmâr kabilesinden iki kişiyi çağırıp “Tıp ilmini hanginiz daha iyi biliyor?” diye sorunca, birisi “tıbbın faydası var mıdır?” diye sormuştu. O zaman Rasûlullah şöyle buyurdu: “Derdi veren dermânını da vermiştir.”[158] 

 

4- Hastalıklar için öncelikle ilaç kullanmak, bu ilaçlardan da bitkisel ilaçları tercih etmek tavsiye edilir. “Allah Teâlâ hastalığı da ilâcı da indirmiş ve her hastalığa bir ilâç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak, haram olan şeyle tedâvi olmayın.”[159]

5- Kur’an da mü’minlere şifadır. Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir.[160] Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.[161] O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir.[162]

Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,[163] onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır,[164] Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca ziyanını arttırır.[165] İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür.[166]

Kur’an, mü’minlere şifa iken, zâlimlerin ziyanını artıran bir fonksiyon icrâ ettiğine göre,[167] rukyecilerin zâlim, fâsık, hatta müşrik kimselere rukye olarak âyetler okuyup tedavi etmeye kalkmasında hiçbir fayda beklenmemelidir.

 

6- Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık (nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.[168] Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için sözkonusudur. Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere de verilmiştir. Bu hastalıkların imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur. 

 

7- Cihad, şifa sebebidir. Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi için de bir sebeptir.[169] Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir diyebiliriz.

 

8- Tedavi için ilaç gibi sebeplere yapışmakla birlikte, duâ etmek de ısrarla tavsiye edilen hususlardan biridir. Duâ ibâdettir. Her insan, nasıl ibâdet olan namazını kendisi kılıyorsa, duâsını da kendisi yapar; esas olan budur. Peygamberimizin kendisi için duâ ettiği gibi; “Allah’ım! Bedenime, gözlerime ve kulaklarıma sıhhat bahşet.”[170] Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: "Rasûlullah hastalandığında kendi üzerine muavvizât sûreleri (İhlâs, Felak, Nâs sûreleri) okumak îtiyadında idi."[171] Osman bin Ebi'l-Âs, müslüman olduğu günden beri vücudunda bir rahatsızlık hissettiğini söyleyince Hz. Peygamber (s.a.s.) ona: "Kendi elini vücudunda ıstırap duyduğun yerin üzerine koyarak üç defa 'bismillâh' de, yedi defa: 'Eûzü billâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidü ve ühâziru' (Hissetmekte olduğum ve sakınıp sığınmaya çalıştığım şeyin şerrinden Allah'a ve O'nun kudretine sığınıyorum) de" buyurdu. Ben de bu şekilde yaptım ve Allah bendeki ağrıyı giderdi. Şimdi âileme ve başkalarına hep bunu tavsiye ediyorum."[172] Rasûlullah bir müslüman hastayı ziyâret etmiş, ona şöyle duâ etmeyi öğretmiştir: “Allahumme Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve gınâ azâbe’n-nâr (Allah’ım, bize dünyada her çeşit güzellik ve iyilik ver, âhirette de güzellik ve iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru).”[173]

 

9- Ama Peygamberimiz ve ashâb gibi istisnâlar hâriç hiç kimse, bir başkasının iyileşmesini, kendi iyileşmesi kadar önemsemeyeceğinden, kendisi için yaptığı duâ kadar başkasının duâsı samimi olmaz. Tamam, Allah rızâsı için mü’minin mü’mine duâsı değerlidir ve gereklidir. Ancak, esas önemli olan hasta ile Allah arasında duâ ile bir diyalog, bir iletişim oluşturmaktır. Başkası onun yerine duâ edince, duâdan beklenen nice hikmetler gerçekleşmemiş olacaktır. Hele, para karşılığı duâ yapanların gönül dünyalarını duâya katmaları beklenemez. Kaldı ki, Arapça duâ metinlerinin hemen hepsinde “bana şunu ver, benden şunu gider” diye birinci tekil şahıs zamiri kullanılır. Duâyı kim yapıyorsa, kendisi için bir şey istemiş olur. Meselâ, Felak ve Nâs sûrelerini birisi, başkası için okuyunca “İnsanların rabbine sığınıyorum” der, kendisi sığınmış olur, karşıdaki hasta sığınmış olmaz Allah’ın kalesine.

Felak ve Nâs sûresini tekrar örnek vereyim: Psikolojik hastalıklar için okunması tavsiye edilen Felak ve Nâs sûrelerini kişi kendi rahatsızlığı için okunması gerektiği gibi okursa hemen tedavi olmuş olur. Bu sûreler, İhlâs sûresiyle birlikte tevhidî bilinç sûreleridir. Bu sûreleri inanarak ve Allah’a gönülden duâ ederek okuyan kimse, ameliyatlık bir tedavi görmüş olur ve iyileşmeyi beklemek için belirli veya belirsiz zaman geçmesini beklemeden hemen iyi olmak demektir. Bu netice, “koruyan sûreleri” tam bir iman ve teslimiyet içerisinde ve samimi bir duâ edâsı içinde okumakla gerçekleşir. “Gul”: Allah böyle deyin dediğine göre, Allah kabul edeceği duâyı yapmamızı ister. “İnsanların Rabbine sığınıyorum.” Kendisine sığınılan, kendisinden sığınılandan sığınan kimseyi korumaya gücü yeten biridir. Çünkü O, tüm insanların Rabbidir. Aynı zamanda meliki, yöneticisidir, ilâhıdır. Bu vasıflara sahip sığınılan zât, sığınan kimseyi bütün zararlı ve şerli şeylerden korumaz mı hiç?

Bu okuduğu âyetlerdeki kavramları doğru şekilde öğrenip “Rab”, “Melik”, “İlâh” insan hayatında nasıl bir yer kapladığını ve Allah’ın nasıl her şeye hükmeden ve her şeye kaadir olduğunu imanla birlikte diliyle ve gönlüyle dillendiren ve bu inancını tazeleyen kimsenin zihninde ve gönlünde oluşan bütün korkular, rahatsızlıklar, düzelmeyeceğini düşündüğü şerli ve zarar verdiğini değerlendirdiği her şey küçülecek ve kendisine sığındığı Allah’ın yardımını ve kendi kalesine sığınanları açıkta bırakmayacağını, onları koruyup gözeteceğine imanını vurgulayan kimse, bütün korku ve vehimlerinden, şeytanî düşünce ve vesveselerin etkisinden kurtulur. Eğer düşüne, düşüne, inana inana okursa Felak ve Nâs sûrelerini, psikolojik açıdan tedavi olmuş olur.

Allah’ın rahmeti, insanın da gayreti olmadan kimse kötülüklerden korunamaz. Ne var ki para için insanlara okuyan rukyeciler, sanal koruyucu konumundadır, bu yaptığı okuma işi de, içine gönlün ve samimiyetin girmediği formaliteden öte gitmez.

 

10- Başkası için yapılan duâlar, anlaşılmayan kelimelerle, âyet ve hadislerdeki duâlardan farklı başka ifadelerle olmamalıdır.

 

11- Suya okumak, okunmuş suyu içmek gibi uygulamalar sünnette yoktur.

 

12- Mürekkeple yazılan duânın mikroplu suyunu içmek veya kullanmak şeklinde sünnette bir uygulama yoktur. Din, temiz olan yiyecek ve içeceklerden yararlanmayı emreder.

 

13- Muska ile tedavi olmaz. Bir duâyı veya uydurma ve hurafe simgeleri bir muska şeklinde boyna asmak yoktur.  Hiçbir rivâyette Peygamberimiz'in, duâ cümlelerinin herhangi bir şeye yazılıp boyuna veya vücudun herhangi bir yerine asılmasını tavsiye ettiğini görmemekteyiz.

Hiçbir devenin boynunda kılâde/gerdanlık kalmasın.” Mâlik: Zannederim bu yasak nazardan dolayı olacak” demiştir.[174] Ebû Ubeyd’in beyanına göre halk nazar isabet etmesin diye develerin boynuna kirişten gerdanlık takarlarmış. Peygamber (s.a.s.) onların hiçbir işe yaramadığını göstermek için takılmasını yasak etmiştir.

 

“(İçerisinde sihre ya da küfre ihtimali bulunan anlaşılmaz sözleri) okuyarak (hasta) tedavi etmek (rukye yapmak), muska takmak ve sevgi rukyesi yapmak şirktir."[175]

 

“Düğüm atarak üzerine üfleyen kimse sihir yapmıştır. Sihir yapan ise şirk koşmuştur. Üzerine (muska, nazarlık gibi) bir şey takan kimse, (Allah’a değil; taktığı şeye) güvenmiş olur.”[176]

Kur'an âyetlerinin yazılarak insan üzerinde taşınması Rasûlullah'tan bize ulaşmış bir sünnet değildir. Sünnet olan, hasta kimseye okunmasıdır, boyuna asılması değil.

 

14- Cinciliğin her çeşidi sakıncalıdır. Cin çıkarma, cinlerle evlenme iddiaları, cinlerle konuşma vb. hususların hemen hepsi hastaları kandrırıp onları sömürme araçlarıdır.

Cinlerin nasıl bir varlık oldukları,  insana musallat olup olamayacağı, büyünün insana etki edip etmeyeceği, hastalık için duânın önemi gibi konuları, inşaAllah bu kitabın devamı mâhiyetindeki bu serinin diğer kitaplarındaileriki sayfalarda istifadenize sunulacaktır.  

 

15- Üfürükçülük gibi şerlerinden Allah’a sığınılacak çirkinlikler: Üfürükçülük, câhiliyye Araplarının kendilerini âfetlerden koruduğu inancıyla, cinlerden yardım dileyerek söyledikleri bazı yabancı ve anlamsız ifâdelerdir. Kur’an, üfürükçülük ve sihir yapanları, “düğümlere üfleyenler”[177] olarak tanıtır ve şerlerinden Allah’a sığınılmasını tavsiye eder. Düğümlere üfleyenler, sihir ya da büyü yapan kimselerdir. Bunlar, insanların duyu ve sinir sistemlerini etkileyerek yanıltabilirler; daha doğrusu, telkine müsait olan kişileri kandırabilirler. Bunu gerçekleştirmek için, büyülerinde iplik veya mendil gibi bir şeye düğümler atarak üzerine üflerler.

 

“İnne’r-ruka ve’t-temâime ve’t-tivelete şirkun /Kesinlikle rukyeler, temîmeler (muskalar), tiveleler (muhabbet muskası) şirktir.[178]

 

“Her kim dağlama yaptırır veya başkasından kendisine rukye yapmasını isterse, tevekkülden uzaklaşmış olur.[179]

 

 

Rukyeciliği Meslek Edinmenin Zararları

Rukyeyi savunan, onun câiz olduğunu ileri süren neoselefî Suud’lu profesörlerden el-Uleyyânî, rukyeciliği savunsa bile, rukyeciliği savunamıyor ve rukyeciliği meslek edinmenin birçok zararı olduğunu şu şekilde gündeme getiriyor:

“Rukyede esas olan; hasta kişinin kendisinin Allah’ın kitabından bir şeyler okuyup duâ etmesidir. İbâdet olan duâ, para karşılığı yapılmaz. Para karşılığında ibâdet satılacak yerler açılmaz. Rukyeciliği meslek edinen kişiler hem kendilerine ve hem de diğer insanlara birçok zarar verir. Bunlardan bazılarını sayalım:

Rukye yapan kimselere çok sayıda gelen gidenin olması dolayısıyla, halk kalabalığa bakara, rukye yapan kimsenin çok özel bir kimse olduğunu zanneder. Bu durumda insanların gözünde; okuyan kimse, okunan şeyden, yani Allah’ın kelşâmından daha önemli bir konuma gelmiş olur. Hatta pek çok insan, okunan kelâmın önemini ve faydasını düşünmez bile. Aksine gözler, sadece okuyana çevrilir.

Hem Peygamber ve ashâbının, hem de ilim ve faziletine güvenilen İslâm âlimlerinin hayatlarını incelediğimizde, onların hiçbirinin işini gücünü bırakıp sadece rukye yaparak hastaları tedavi etmekle uğraştığını görmemekteyiz. Aynı şekilde onlardan birinin bu işi meslek edindiğini ve bu alanda insanlar arasında adı bu işle anılacak derecede meşhur olduğunu da görememekteyiz. Halifelerden hiçbirinin hâkim tayin ettikleri gibi hastalara rukye yapması amacıyla “okuyucular” tayin ettiklerini bilmiyoruz. Hele bu işten para kazanıp geçimini rukyecilikten temin eden hiç kimse bilmiyoruz.

Şayet kendini hastaları rukye ile tedavi etmeye adamak, bu işi meslek edinmek ve insanlar arasında bu işle şöhret bulmak iyi bir şey olsaydı, bunu bizden önce yapan birileri olurdu.

Hiç kimse sanmasın ki bu zamandaki hastalar diğer zamanlardaki hastalardan daha fazladır. Büyük âlimlerin, mezhep imamlarının kapısına yığılmadıkları halde, günümüz insanlarının rukye yapmakla meşhur olan insanların kapısına yığılmalarının sebebi, hasta sayısının çoğalması değildir. Rukye yapanlara şöhret kazandıran esas neden; onların özel bir mekânlarının olması, hastaları orata istedikleri zaman karşılamaları ve onlara doktor ve fabrikatörlerin yaptıkları gibi randevu vermeleridir.

İbn Teymiyye, hastalara rukye yapmak amacıyla bir dükkân açsaydı, istedikleri zaman onları orada karşılasaydı, bir satır bile kitap yazamazdı. Dolayısıyla ehl-i sünnet âlimleri, bu işi sırf ince anlayışları ve derin bilgileri nedeniyle yapmamışlar.

Bazen şeytanlar, insanların herhangi bir şahsa bağlandıklarını gördükleri zaman, o şahsa -hem de o farkına varmadan- yardım ederler. Nitekim insanlar, hastalara okuyan birinin yanına, ancak onun hakkında anlatılan ilginç hikâyeleri işittikleri zaman gidip kapısında izdiham oluştururlar. Bu hallerin şeytanların hile ve aldatması olmadığından emin olunmaz.

İnsanların kapısına akın ettiği bir “okuyucu”, yaptığı rukye ile iyileştirdiği(!) hastaların çokluğunu gördüğü zaman, kendisinin önemli bir kişi olduğunu zannedip gurur ve kibre kapılabilir.

Sözünü ettiğimiz türden bir rukyecinin durumu, insanların kapısına yığıldığı bir doktor gibi değildir. Çünkü doktor, belli bir ilaçla tedavi uygular ve ilacın sadece kendisi tarafından tarif edilirse faydalı olacağını düşünmez. Aksine tedavinin kendi şahsına değil, ilaca bağlı olduğuna inanır. Fakat rukye yapan şahsın durumu böyle değildir. Zira o, tedavinin, okuduğu Allah kelâmına değil de kendi şahsına bağlı olduğunu düşünebilir. Çünkü bütün müslümanların evinde Kur’an-ı Kerim vardır ve çoğu kimse de Kur’an okuyabilir. Buna rağmen onlar, ille de o şahsın okumasını arzu ederler. Bu da o şahsın gurur ve kibre kapılmasına ve kendi kendine farklı düşüncelere kapılmasına neden olabilir. Böyle bir durumdan uzak kalmak ise hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.

Bazı sahabîler duâlarının makbul olmasıyla meşhur olmuşlardır. Meselâ Allah rasûlünün duâsının makbul olması için duâ ettiği Sa’d bin Ebî Vakkas gibi. Buna rağmen müslümanların duâ talep etmek amacıyla grup grup bu şahısların kapılarına yığıldıklarına dair bir bilgi bize ulaşmamıştır.

Bir şahsa aşırı ilginin o şahsı fitneye düşürmeyeceğinden ve kibre yöneltmeyeceğinden emin olunamaz. Bu tür durumlar; gurur, kibir ve riyâya sebep olur. Bu, tıpkı bir kişiyi yüzüne karşı övmek gibidir, hatta ondan daha tehlikelidir.

Rukyecilik, insanlar için,  özellikle avam tabakası için zararlıdır. Çünkü onlardan bazıları, Allah’tan ve O’nun kelâmından daha çok rukyeciye güvenip bağlanmakta, hatta şifanın rukyecinin zâtıyla alâkalı olduğunu zannetmektedir. Bunun nedeni ise, onların, pek çok sâlih âlim dururken hastaların o şahsın kapısında izdiham oluşturduklarını görmeleridir. Bu tür okuma, rukyecinin kendisi için de zararlıdır. Çünkü bu tür okumada şöhret, gurur, kibre kapılma ve rukye konusunda selefin uygulamadığı bir yöntemlere başvurmak sözkonusudur.

Sadece insanlara rukye yapma işiyle meşgul olan bir kişinin durumu, yalnızca insanlar için duâ etmekle meşgul olan birinin durumuna benzemektedir. Zira rukye ve duâ aynıdır. Dolayısıyla bir ilim ehlinin insanlara; “gelin, sizin için duâ edeyim!” demesi ve (sonra onların para vermelerini beklemesi) hiç yakışır mı? Selefin yolu bu mudur? Ömer bin Hattab, diğer sahâbîler ve tâbiîn, kendilerinden duâ istenmesinden hoşlanmazlar, “biz peygamber miyiz?” derlerdi.

Bu tür okuma yönteminin yaygınlaşması, halk tabakasının ve ilim sahibi olmayan insanların, rukye konusunda doğru olanın bu yöntem olduğunu zannetmelerine neden olabilmektedir. Böylece insanlar, hep başkalarından rukye talep eder hale gelmekte ve bu konudaki sünnet unutulmaktadır. Nitekim sünnet olan, insanın kendi kendine rukye yapması, göklerin ve ve yerin Rabbinin huzurunda boyun bükerek O’ndan şifa talep etmesidir.”[180]            

         

Rukyecilerin Terk Etmeleri Gereken Yanlışları ve Bırakmaları İcap Eden Meslekleri

 

  • Tedaviyi, tıbbı kabul etmeyip uzmanlığı önemsememek ve ehil olmadığı alanda doktorluk yapmaya kalkmak,
  • Şifayı sadece Allah’a ait kabul etmemek, kendisinin hastaları iyi ettiğini ilan ve reklam ederek eş-Şâfi’ye ortak olmaya kalkmak,
  • Tedavinin öncelikle tıp ağırlıklı olması gerektiğini kabul etmemek,
  • Hastanın sağlığına kavuşması için fiilî duâ cinsinden şifa talebi olarak ilaç ve ameliyat gibi tedavileri terk etmek,
  • Kur’an’ın şifa kaynağı olduğunu kabul edip onu yaşamayı önemsememek, İlacın nasıl kullanılacağını tarif eden âyetleri yaşayıp hayata yansıtmanın gerekliliğini önemsememek ve hastalara bu yolda nasihat etmemek,
  • Kur’an’ın hastalık deyince esas olarak mânevî hastalıkları önemsediğini, onun da nifak ve şirk gibi hastalıklar olduğunu; onların tedavisinin çok daha önemli olduğunu unutmak,
  • Allah yolunda cihadın stres gibi psikolojik hastalıklar için önemli bir ilaç kabul edildiğini yok saymak,
  • Duâda esas olanın, hastanın kendisinin veya en yakınlarının duâsı olduğu, Rabbimizin mü’minlerden kendilerinin dua etmesini istediğini, bunun daha önemli olduğu gerçeğini gizlemek,
  • Başkasının (özellikle para karşılığı ve meslek icabı) duâsının Peygamber ve ashabın duâsı gibi istisnalar dışında kişinin kendi duâsından daha önemli ve emredilen cinsten olmadığını değerlendirememek,
  • Rukyecilik yaparken, yaptığı duâların Kur’an’daki duâlar ve sünnette Peygamberimizin yaptığı duânın dışına taşmaması gerektiğini düşünmemek,
  • Suya okumak, okunmuş suyu hastaya içirmek gibi uygulamalar yapmak, mikroplu suyu şifalı diye hastaya içirmek,
  • Yazı mürekkebi, zaferan veya filan hayvanın kanı gibi yazı araçlarıyla yazılan yazıyı hastaya içirmek,
  • Dinimizin yasak saydığı muskacılıkla uğraşmak,
  • Cin çıkarma, büyü önleme görüntüsü altında cinlerle iletişim gibi yalana dayalı uygulamalar yapmak,
  • Kur’an’da kendisinden Allah’a sığınılması istenen üfürükçülük yapmak gibi sapkınlıklardan sakınmaları gerekiyor. Cinlerin iman edip Allah’a tevekkül edenlere hiçbir nüfuzları, etkileri olmayacağından, hastalara tevhidî bilinç vermeye çalışmaları gerekir. Rukyeci geçinen ve bu işi meslek edinen kimseler, rukyecilik gibi bir mesleğin hiç tavsiye edilmediğini ve hele bugünkü uygulandığı şekilde hiçbir şekilde câiz olmadığını bilmeleri gerekiyor.

 

Şa’bi, Katade, Said b. Cübeyr ve diğer bazı âlimlere göre ise, rukye tedavisi mutlak şekilde mekruhtur.[181] Onlara göre; sihir şâibesi olmamak şartıyla ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli duâlarla kişinin kendi kendisine rukyesi (okuyup üflemesi) câiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınıp duâ etmek için başkasının aracılığını dilemek manasını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. Hele bugünkü uygulamalar kesinlikle câiz değildir.

Kur’an’da Ruh Sağlığı, Psikolojik Denge ve Huzur

Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!”[182] Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.

Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek, ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde önüne geçer.

Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”[183]

“Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?”[184]

 “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.”[185]

Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında “zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır.

Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor:

“Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”[186]

Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, namaz kılmak, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak, Allah’la beraber olmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.

Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder.

Her çeşit ibâdet ve zikir, insanı Rabbine yaklaştırır. Kendisinin O'nun koruma ve gözetiminde olduğu duygusunu verir; bağış umudu güçlenir, içinde gönül rahatlığı oluşur, üstüne sekînet ve huzur iner. "İyi bilin ki kalpler, ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur, huzur bulur."[187]; "Allah'ı çok zikredin; umulur ki bu sâyede kurtulursunuz."[188]

Rasûlullah (s.a.s.) da, Allah'ı zikretmenin insanın içinde huzur ve sükûnet yaydığını dile getirmiştir: “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekine (huzur, feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.”[189]

Allah'ı zikretmeyen kâfir veya gâfiller, dünyada da ıstırap ve stresden, bunalım ve şikâyetlerden kurtulamaz, huzûr-ı kalp denilen saâdeti yakalayamaz. Ve esas mutluluğun âhirette olduğunu bilen ve unutmayanlar için, bu istekleri de zikir sâyesinde olacaktır: "... Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar için Alla bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."[190] Şeytanın vesvese ve tuzaklarına, haramları güzel gösterip mü'mine Allah'ı ve kendisinin müslümanlığını unutturmasına karşı en etkili silâh; kişinin diliyle, kafasıyla, gönlüyle ve her organı aracılığıyla yaptığı eylemleriyle zikretmektir, duâ etmektir.  

Allah'ın zikri, kulunu kendine yaklaştırır, onu gözetimine alır, nimet ve rızâsıyla dolar, kendini güven ve huzur duyguları kaplar. Zikir, kesinlikle ruhu canlandırır. Allah'ın rızâsı ve bağışı yolunda umudunu güçlendirir, rahatlama ve mutluluk duyguları verir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidir.”[191] Zikir, stres ve kaygıya sebep olan anlayış ve psikolojiyi giderir. Kalp, âdeta Allah'ı zikretmek için yaratılmıştır. Zikir, kalbin kasvetini, katılık ve karanlığını giderir; Gam ve kederi, hüzün ve tasayı, gönül darlığı ve can sıkıntısını dağıtır. Allah'ı zikreden insan, nimetlerin farkına varıp şükreden insandır, zikir ve şükrü yüzünden anlaşılan, devamlı tebessüm içinde olan kimsedir.

Kalplerin ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olabileceğini bildiren Ra'd sûresi 28. âyetini açıklarken, Bayraktar Bayraklı şunları söyler: "Âyette yer alan "zikir" kavramı, Allah'ı anmak ve düşünmek mânâlarını ifade etmektedir. İnsanın Allah'ı düşünmek üzere yoğunlaşması, kalpte bazı değişimleri meydana getirmektedir. Bu değişimlerin en önemlisi, en dirini ve en kalitelisi, tatmin denen doyum merhalesini yakalamasıdır. "Kalp", gelişme ve değişme süreci içinde daima yeni merhalelere geçer ve geçmeye de âşıktır. Doyuma ulaşmadan, onu daha aşağı bir seviyede tutmak ve onu orada hapsetmek, ona yapılacak en büyük zulümdür. Mânâsı değişim olan "kalp", daima daha şerefli merhalelere uzanarak huzurunu bulacaktır. Madde âleminde duyulacak olan lezzet ve doyumun ötesinde daha kaliteli lezzet ve doyumların olduğunu kalp bilir ve daima onlara sevdâlı olduğunu insana hissettirir. Kalp ile akıl, beraberce ilâhî bilgi ve ilâhî nur sâyesinde bu merhaleleri aşmak isterler. Bu merhalelerin en sonu, Allah'ı düşünerek varılan doyum noktasıdır. Kalp o noktada bir karara ulaşır. Bütün değişimlerden geçerek değişmeyene ulaşma merhalesi dediğimiz bu mertebe, mutluluğun en son noktası olmaktadır."

Zikir şuurları diri tutar, gönülleri gafletten korur. Zikir ilaçtır, zikir iksirdir, zikir âb-ı hayattır, zikir canlara can katan merhemdir. Zikir yoksullukları kanaat zenginliğine, yalnızlıkları ebedi ve bitmez dostluğa, mahrumiyetleri ilâhí ilgiye dönüştürür. Zikir dünyalık korkuları giderir, endişeleri umuda çevirir, hayalleri götürür; onun yerine solmaz gerçekleri yerleştirir. Zikir boş kuruntular (ümniyye) yerine Allah’ı bilme, takdir etme, önünde kul olarak eğilme ve O’ndan isteme cesareti arama ümidini verir. İnsan, zikir sâyesinde, iç dünyasında oluşan huzur, sükûnet, doygunluk, tatmin ve ilâhî aydınlığın yardımıyla, hayatın geçici ve iğreti çemberini yarıp zorlukları aşarak, geldiği yer olan ana vatanı, baba ocağı Cennet'e geldiği gibi saf ve temiz bir şekilde geri dönme imkânını elde eder. Zikirle insan ayrı bir güç ve olgunluk kazanır. Allah'ın da insanı zikretmesi, ancak kişinin gereği gibi Allah'ı zikretmesiyle mümkün olacaktır.[192] İnsan, Allah'ı zikretmez, unutursa; Allah da onu terkeder, hidâyet ve rahmetini keser; yani mecâzi anlamda Allah da onu unutur:

"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu!"[193]

Zikir çeşitlerinin en üstünü, Kur'an okumaktır. Bu yüzden, kalbin temizlenmesinde, psikolojik problemlerinin çözümünde ve ruhun şifa bulmasında büyük yeri vardır.

"Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Zâlimlerin ise ancak hüsrânını/ziyanını artırır."[194]

"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifâ, mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir."[195]

"... De ki: 'O, iman edenler için hidâyet/doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifâdır. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır..." [196]    

Günahların bağışlanması, Cehennemden kurtulmak, Cennete girmeyi başarmak için Kur'an okumanın faziletini ortaya koyan hadisler, günahkârlık duygusundan doğan nefisteki stresten kurtulmak için, Kur'an'ın çok önemli bir ilaç olduğunu gösteriyor. Kur'an, yalnızca günahkârlık hissinden dolayı insanın içinde oluşan gerginliğin değil; aklî ve psikolojik bunalımlar ve ruhî rahatsızlık durumlarının hepsi için bir ilaçtır. Kur'an, kalplerde olanın, gönüllerdeki şüphe ve aşırılıkların şifasıdır.

Onda hakkın bâtılı nasıl giderdiğinin, eşyayı olduğu gibi görmeyi sağlayan bilgi, düşünce ve kavramayı bozan şüphe hastalıklarını nasıl yok ettiğinin açıklaması vardır. Onda hikmet, korkutma, özendirme ve kalbin iyi olmasını sağlayacak ibret alınması gerekli şeyleri hikâye etme yollarıyla güzel öğüt verme vardır. Kalbi kendisine yararlı şeylere teşvik eder, zararlı olacak şeylerden uzaklaştırır. Kalp, daha önce yanlışın bağımlısı, doğrunun düşmanı olsa bile, böylece doğruyu sever, yanlıştan nefret eder.

Kur'an, bozuk irâdenin nedeni olan hastalıkları giderir. Kalp düzelince, irâde de düzelir, yaratıldığı hale, fıtrata döner. Ayrıca beden de normal haline kavuşur. Vücudun, gelişim ve güçlenmesi gibi kalp de, temizleyici ve güçlendirici olmaları sebebiyle iman ve Kur'an'la beslenir. Kalbin gelişmesi, bedenin gelişmesi gibidir.

Müslüman, Allah'ın zikrine devam ettiği zaman, kendisinin Allah'a yakın, O'nun himayesi ve gözetiminde olduğunu hisseder; bu durum da, içinde metânet ve güce bağlı bir şuur ile güven, dinginlik ve mutluluk duymasına neden olur. Allah'ın zikri, insanın gönlünde güven ve tatmin hissi uyandırdığı için, hayatın sıkıntı, zahmet ve tehlikelerinin önünde zayıflık ve âcizlik duyulduğu ve hiçbir güvence ve yardımcı bulunamadığı zamanda, insanın hissettiği stresin ilacı olmaktadır.

"Kim Benim zikrimden (Beni zikretmekten) yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır (onun dar bir geçimi, geçim sıkıntısı vardır)."[197]

Başta namaz olmak üzere bütün ibâdetler, zikirdir veya zikre yardımcı birer unsurdur. Namaz kılan kişi, namazda, her biri birer zikir olan tekbir getirmekte, Kur'an okumakta, tesbih etmekte, Allah'a hamd ü senâ etmektedir.

"... Bana ibâdet/kulluk et; Beni zikretmek için namaz kıl."[198]

Zikretmeyenler, ya da zikirden yüz çevirenler ebedî açlığa, doyumsuzluğa, mutsuzluğa, sıkıntılı bir hayata ve yalnızlığa mahkûmdurlar. Kur’an; bedenin, kalbin ve toplumun mutluluğunu şu veciz ifadeyle ortaya sermektedir:

“Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (doyar).”[199]      

“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen hak/gerçek için kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?...”[200]

 

Duânın Psikolojik Cephesi

Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, çeşitli iç sıkıntılarına yol açar. Duâ ile en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz. İçimize eşsiz bir rahatlık verir, gerginlikleri gideririz. Duâ ile kendimizi Allah'a daha yakın hissederiz. Duâsız bir insan, ışıksız bir mahzene benzer. Duâsız insan, yalnızlığın karanlık hapishanesi içinde çırpınan bir zavallıdır. Duâ ile benlik duvarlarını aşabiliriz. Çünkü duâ, engel ve uzaklıklar tanımaz. Zaman ve mekânlar ona engel olamaz. Duâ ile sonsuz aczimizi Yüce Allah'ın sonsuz kudretine bağlama saâdetine ereriz. Duâ ile ruh gücümüzü kanatlandırırız. Duâda iç varlığımız aydınlanır. Duâda kendi gücümüzle değil, Allah'ın sonsuz gücüyle iç ve dış düşmanlarımıza meydan okuruz.

Dolayısıyla duâ; ruhun, kalbin ve gönlün, kısacası insanın mânevî varlığının Allah'a yönelişidir. Duâ esnâsında insanın, bu yönelişe engel olan hususlardan ilgi ve alâkayı kesip duâ için hazır hale gelmesi gerekir. Duâ, çağırmak, dâvet etmek anlamında olduğu için, iç dünyamıza Rabbimizi dâvet edeceğimiz zaman, dâvetten önce, gelecek misafirin rahatsız olacağı şeylerden iç mekânımızı temizlememiz gerekiyor. İçimizde O'na aykırı duygular olmaması gerekir. Meselâ, parayı her şeyden çok seven bir insan, bu putu içinde taşıdığı müddetçe Allah'ı kalbine nasıl yerleştirecek?

Evimize çok saygı duyduğumuz bir kimse geleceği zaman tedirgin oluruz. Bu tedirginliği "acaba gereken hürmeti, saygıyı gösterebilecek miyiz? Rahat ettirebilecek miyiz? Bu konuda bir yanlışlık yapar mıyız?" diye yaşarız. İşte Rabbimiz gibi, varlığımızın kendisine fedâ olduğu ve karşısında bir "hiç" olduğumuz varlık karşısında duâ ederken aynı his ve duyguları duymamız gerekir.

Duânın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık, her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, acziyet ve zaafını Allah'a arz etmeli ve duâ ederken bu makamda olduğunu unutmamalıdır. İhtiyaçlarını sevgi ve saygıyla Allah'a sunmalıdır.

 

Nevzat Tarhan, Duânın psikolojik faydaları konusunda şöyle diyor: “Kulluğunu anlayan, gücünün sınırlarını bilen bir kimse, duanın faydalarını hemen görür. Birinci faydası yalnız olmadığını hissetmesi, ikinci faydası ümidi ayakta tutabilmesi, üçüncü faydası bir şeyler yapabilme konusunda ilk adımı atmış olması, dördüncü faydası tüm gücü ile uyanık, dopdolu olabilmesidir.

 

Ayrıca, psikolojik bütünlüğü bozulan ve kontrol duygusunu kaybetme hissi ile şiddetli sıkıntı yaşayan insan eğer zihinsel bir sığınak oluşturabilirse kaygısını azaltabilmektedir.

 

İnsan gücü sınırlı, ihtiyaçları sınırsız, arzuları sonsuz olan bir varlıktır. Sınırlı gücü olan varlık, sınırsız, mutlak güç, irade ve ilim sahibi ile münasebet kurmaya niyet etmeli. Böylece ilahî güç tarafından korunduğu duygusu oluşur. Sınırsız güç kaynağı ''Kadir-i Mutlak"la bağlantı kurma arzusu sarsılmaz bir güven ortaya çıkarır. Böyle bir yöneliş ve yakarış, özlü ibadet anlamına gelir.

 

Harwardlı Dr. Herbert Benson ''Handbook ofReligion and Health'' isimli kitabında inanmanın hastalıklar üzerinde % 60-90 iyileştirici etkisi olduğunu aktarmıştır.


           Benson, bu kitabında: “İbadetine düşkün ve düzenli dua eden insanlar daha seyrek hasta oluyorlar, hastanede kalma süresini dindarlık azaltıyor, kalp ameliyatı sonrası ölüm riski hiçbir dinî aktivitesi olmayanlara göre 14 misli daha az.'' tespitlerini yazmıştır. Dr. Benson son 30 yılını duanın insan fizyolojisi üzerindeki etkilerine adamış bir araştırmacıdır. 

           Dua halindeki insanların beyin MR görüntülemelerinde kompleks aktivitelerin gerçekleştiğini de rapor etmektedir. Bu anlattıklarınız, günümüz insanının en çok mağdur olduğu konulardan biri olan stresi hatırlatıyor. 

Hasta kişinin Yaratıcının kendisine yardım edeceği inancı, O’na güvenme, yalnız O’na inanma, yalnız O’ndan yardım isteme duyguları, kendini O’na teslim etmesi yani inanç ve güven, iyileşme beklentisini artırıyor. İyileşme beklentisinin artması, beyindeki serotonin, noradrenolin, noropeptid gibi ruh halini düzenleyen salgıları artırıyor. Bu salgılar da çeşitli yollarla savunma sistemini kuvvetlendiriyor. Böylece organizmamız kendi kendine yardım ve tamir işlevini başlatıyor.

            Dua ve ibadete yoğunlaşmış bir hastayı gören hekim, o hastanın iyileşme ihtimalinin daha yüksek olduğunu görür. 

Duanın kapı çalmak olduğunu, bir yöneliş olduğunu, iyi ve güzel olmaya zihinsel bir hazırlık olduğunu bilmek, olumlu sonuçlarını beraberinde getirir.”[201]

 

İyileşmek İçin Moralinizin İyi Olması Gerekir

Yüksek bir moralle birlikte maddî tedâvi için de mümkün olan her yola başvurmak gerekir. Bunun için ilk önce hastalığın doğru teşhisi gerekir. Bazen uzun süren hastalıklarda yanlış teşhis konabiliyor. Bunu yenmek için farklı, ama uzman doktorlara gidilebilir, iyi tahliller ve araştırmalar yaptırılabilir. Yanlış teşhis, hastalığın ilerlemesini ve tedâvisinin başarısızlığını netice verir. Doğru teşhisten sonra tedâvinin muntazaman sürdürülmesi gerekir. Bunun için de sürekli arayış içinde olunmalıdır. Çünkü, alternatif tıp denilen, farklı tedâvi usullerini bilmek, yeni gelişmeleri izlemek, kısa sürede iyileşmeyi sağlayabilir. Ağır ve uzun süren hastalıkların tedâvi giderleri çok fazladır. Bu konuda da arayış içinde bulunmak, sürekli fırsatları kollamak yeni ufuklar açabilir.[202] 

Bitkisel ilâçların yan etkisi sıfıra yakın olduğundan, yan etkileri olan ve pahalı ilâçlar yerine onları tercih etmek gerekir.

Hastayı huzurlu ve mutlu edecek davranışların, duâ ve ibâdetlerin insan psikolojisi üzerinde çok büyük olumlu etkileri vardır ve fiziksel hastalıklar dâhil her çeşit rahatsızlığın kesinlikle psikolojik boyutu vardır. Yaşadığımız zaman diliminde psikolojik hastalıklar, fiziksel hastalıklardan daha yaygın. Bu tür rahatsızlıkların ıstırabı ve olumsuz etkisi de daha büyük olduğu gibi, fiziksel hastalıkların birçoğunun ortaya çıkması, iyileşme süreci ve şiddeti de kişinin ruhsal durumuyla bire bir irtibatlıdır. “Haberiniz olsun ki, vücutta bir et parçası vardır, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur, o bozuk/kötü olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin o kalptir.”[203] hadisini konumuz yönüyle de değerlendirebiliriz.

Devamlı olarak sabır, şükür, duâ ve arayışla morali yüksek tutmak gerekir. Moral; sevinç, mutluluk, huzur ve gülümsemek demektir. Ağır bir hastalık geçiriyorsanız, ne yapıp edip sizi üzüntüye sevkedecek unsurlardan uzak durmalı, sizi sevindirecek yolları keşfedip uygulamalısınız. Tek başına “tebessüm”ün bile en zor hastalığı iyileştirdiği çokça görülen olaylardandır. Ağır hastaya kesinlikle kızmadan, onu kırmadan, sürekli iyi davranmak, güleryüzlü ve tatlı dilli olmak gerekir. Eğer hasta duâ ve tevekkülle kendisini besliyorsa iki kat mutlu olur.

 

 

Rukyecilik Ayrı Şeydir; Hastanın Kendisi veya Yakınlarının Duâ Etmesi Ayrı

Duâ ile Tedâvi; Hasta İçin Duânın Önemi

Doktora gidip tedâvi olmak, hastalığın ilâcını bulup kullanmak önemlidir, ama bunun yanında Allah’a duâ edip O’ndan şifâ dilemek de ihmal edilmemesi gereken öneme sahiptir. Hz. Muhammed (s.a.s.), hastalık ânında hem kendisi için, hem de âilesi için duâ ettiği gibi, kendisine gelen bazı hastalara da duâ etmiş ve duâ etmelerini tavsiye etmiştir. Çünkü duâ, hem şifâ kaynağını doğru bilip O’na yönelmeye, sabır, kader ve tevekkül gibi inanç ve sâlih amelle ilgili prensiplere kapı açar, hem ibâdet sevâbına ulaştırır ve hem de en azından hasta için çok önemli olan ruh sağlığına büyük katkıda bulunur. Duâ, insana moral verir. İnsan gönülden duâ eder de duâsının kabul edileceğine inanırsa bu hal, ondaki ruh gücünü, hastalığa karşı savunma sistemini faâliyete geçirir. Yani insanın moral gücünü işleve geçiren duâ, vücutta da bir doping yapar. Zaten Yüce Allah, insan organizmasını son derece mükemmel yaratmış, dışarıdan gelecek mikroplara karşı gayet güzel, düzenli bir savunma sistemiyle donatmıştır. Ama bu savunma sistemi tam çalışmazsa hastalıklar başgösterir. Bedende mikroplara karşı antikorlar vardır. İşte duâ, bu savunma sistemini tam kapasite ile işler duruma sokabilir. Psikologlar, psikiyatristler, duânın moral gücü üzerindeki olumlu etkisini tecrübe etmiş ve kanıtlamışlardır.

Normal insan beyninin, ancak % 7-10 kadar bir kapasitesi kullanılmaktadır. Beynin % doksanı kullanılmamaktadır. En zekî insanlarda bile kapasite kullanımı, %12-15’i geçmez. Belki peygamberlerde ve Allah’ı hakkıyla tanıyan takvâ sahibi mücâhid âlimlerde daha yüksek oranda beyin kapasitesi kullanılınca basîret, ferâset, hikmet, irfan dediğimiz açılımlar olmaktadır. İhtimal ki, bedendeki savunma sisteminin de tamamı kullanılmış olsa, insan vücudu, her hastalığı yenebilir. İşte duânın, savunma sistemi kapasitesini arttırmada büyük rolü vardır.

Peygamberimiz'in hadislerine ve uygulamalarına bakarak rahatlıkla diyebiliriz ki, Allah'tan şifâ istemek için duâ etmek ve âyet okumak câizdir, güzeldir. Ama, Peygamberimiz'in ve ashâbın hastaya nüsha (muska) yazdıklarına veya muska taşıdıklarına veya buna cevaz verdiklerine dâir hiçbir delil yoktur. Şifâyı Allah'tan değil de, afsuncudan, muskacıdan beklemek, Allah'a tevekkülü bırakıp üfürükçülerin peşine düşmek de câiz değildir. Duâ ve Kur'an okumak, ruhsal bir telkin ve tedâvidir, duâ, şifâ vermesi için Allah'a niyazdan, yalvarmadan ibârettir. Şifâyı veren Allah'tır. Bunun ötesinde muskacılık, üfürükçülük yapıp bu yolla geçim sağlamak, İslâm dinine ve Peygamber yoluna aykırıdır. Muska yapanları görüp onların şahıslarında müslümanlıkla alay edenlerin câhilliğine şaşmamak mümkün değildir. Bunlar, İslâm dininin muskacılığı, üfürükçülüğü emrettiğini; muskacılığın, bir İslâm geleneği veya emri olduğunu sanarak İslâm ile alay etmeye kalkarlar.

Onların bu tutumu, cehâletlerinin sonucudur. Düğümlere okuyup üfleyenlerden Allah'a sığınmayı emreden, büyüyü haram kılan, büyü yapanı da en ağır biçimde cezâlandıran İslâm dininin, muskacılıkla ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. O telkinden yararlanıp cin çıkarttığını iddia edenler, yazdıkları muskaların mikroplu mürekkeplerini hastalara içirip onları daha da perişan durumlara sokanlar elbette günah işlemektedirler. Peygamberimiz (s.a.s.): Bir düğüm bağlayıp ona üfleyen büyü yapmış olur. Büyü yapan şirk koşmuş olur. Vücuduna muska asan, ona havâle edilir (Allah ondan elini çeker, onu astığı muskaya bırakır)."[204] buyurmuştur. Bununla birlikte, iyi niyetle bir hastalığa Allah'tan şifâ dilemek için okumak, duâ etmek böyle değildir, bunu üfürükçülük ve muskacılıkla, büyücülükle karıştırmamak gerekir. Her şey Allah'ın yasaları çerçevesinde olur. Allah'a gönülden bağlılık ve içtenlikle O'na duâ, nice darlıkları, sıkıntıları kaldırmaya; nice onulmaz hastaları şifâya kavuşturmaya; nice umutsuzlara gönül ferahlığı, umut ve yaşama şevki vermeye vesile olur.[205]    

 

Savaşıyorsanız Yeneceğinize İnanın!

Evham, gereksiz korku, telâş ve panik, bir hastalığı belki de on katına çıkaracak kadar zararlıdır. Kişinin Allah’ın izniyle hastalığını yenebileceğine inanması ve onu küçük görmesi gerekir. Eğer savaşıyorsanız, karşınızdakini yenebileceğinize inanmalısınız. Basit bir nezle veya grip hastalığına yakalandınız diyelim. Eğer onu gözünüzde fazla büyütür, çalışmaya isteksiz görünürseniz yataktan kalkamazsınız. Ama onu yenebileceğinize inanır, azimli olursanız hastalığı ayakta atlatabilirsiniz.

 

Hastalar, Duâdan Önce Tedâvi Olmalıdır

Yüksek bir moralle birlikte maddî tedâvi için de mümkün olan her yola başvurmak gerekir. Bunun için ilk önce hastalığın doğru teşhisi gerekir. Bazen uzun süren hastalıklarda yanlış teşhis konabiliyor. Bunu yenmek için farklı, ama uzman doktorlara gidilebilir, iyi tahliller ve araştırmalar yaptırılabilir. Yanlış teşhis, hastalığın ilerlemesini ve tedâvisinin başarısızlığını netice verir. Doğru teşhisten sonra tedâvinin muntazaman sürdürülmesi gerekir. Bunun için de sürekli arayış içinde olunmalıdır. Çünkü, alternatif tıp denilen, farklı tedâvi usullerini bilmek, yeni gelişmeleri izlemek, kısa sürede iyileşmeyi sağlayabilir. Ağır ve uzun süren hastalıkların tedâvi giderleri çok fazladır. Bu konuda da arayış içinde bulunmak, sürekli fırsatları kollamak yeni ufuklar açabilir.[206] 

Bitkisel ilâçların yan etkisi sıfıra yakın olduğundan, yan etkileri olan ve pahalı ilâçlar yerine onları tercih etmek gerekir.

Hastayı huzurlu ve mutlu edecek davranışların, duâ ve ibâdetlerin insan psikolojisi üzerinde çok büyük olumlu etkileri vardır ve fiziksel hastalıklar dâhil her çeşit rahatsızlığın kesinlikle psikolojik boyutu vardır. Yaşadığımız zaman diliminde psikolojik hastalıklar, fiziksel hastalıklardan daha yaygın. Bu tür rahatsızlıkların ıstırabı ve olumsuz etkisi de daha büyük olduğu gibi, fiziksel hastalıkların birçoğunun ortaya çıkması, iyileşme süreci ve şiddeti de kişinin ruhsal durumuyla bire bir irtibatlıdır. “Haberiniz olsun ki, vücutta bir et parçası vardır, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur, o bozuk/kötü olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin o kalptir.”[207] hadisini konumuz yönüyle de değerlendirebiliriz.

“Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifâ veya devâ yaratmıştır. Ancak bir dert müstesnâ; o da ihtiyarlıktır.” [208]

“Her derdin bir devâsı vardır. Onun için, derdin devâsı bulunduğu zaman o dert iyi olur.” [209]

“Allah Teâlâ hastalığı da ilâcı da indirmiş ve her hastalığa bir ilâç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak, haram olan şeyle tedâvi olmayın.” [210]

Yaralanıp kanı kesilmeyen bir adam için Hz. Peygamber Benû Enmâr kabilesinden iki kişiyi çağırıp “Tıp ilmini hanginiz daha iyi biliyor?” diye sorunca, birisi “tıbbın faydası var mıdır?” diye sormuştu. O zaman Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Derdi veren dermânını da vermiştir.” [211]

“Kim, âilesi emniyette ve vücudu sıhhatli olarak sabahlarsa, yanında günlük yiyeceği de bulunursa, sanki bütün dünya ona verilmiştir.” [212]

“Allah, sıhhatte ve âfiyette olmanı sever.” [213]

“İnsanlardan çoğunun aldandığı (kıymetini bilemediği) iki nimet vardır: Vücut sıhhati, boş vakit.” [214]

“Allah’a göre, kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir.” [215]

 

Rukyeciler Gibi Doktorluğa Soyunanlar:

“Kim tıptan anlamadığı halde tabîblik (doktorluk) yapmaya kalkarsa, zararı kendisine ödettirilir.” [216]

 

Yapılmaması Gerekenler:

“Bu (bulaşıcı vebâ) hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyin. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde ortaya çıkarsa ondan kaçmak için sakın o yerden ayrılmayın.” [217]

“Muska asan, ona bırakılır (Allah ondan elini çeker).” [218]

“Yarasını dağlayan, afsun yaptıran tevekkülden uzak olmuştur.” [219]

 

Kur’an ve Hadislerde Hastalık ve Duâlar

Allah, sığınılacak tek Rabdir. Çünkü O, kendisine sığınanı korumaya kadirdir, O’na karşı koymak imkânsızdır. İnsan, canlıların akıllısıdır. Ama onun akıllıların hayırlısı (iyisi) olması, iman yönünden gelişmesine, Allah’a ibâdeti en kutsal görev bilmesine, Allah sevgisini ve rızasını da en yüksek gaye edinmesine bağlıdır.

Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye şifâ verendir.[220] Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir.[221] Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.[222] O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir.[223]

Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip[224] onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.[225] Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca ziyanını arttırır.[226] İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür.[227]

Bazı yiyeceklerde şifâ olduğu ve bu şifâ kaynağında Rahmânî vahiy ve ilhâmın, İlâhî rahmetin olduğu da Kur’an’dan anlaşılmaktadır. Vahiy/ilham gereği meyvelerin her birinden yiyip onların içindeki özlerden bal çıkaran arının bu ürününde insanlar için bir şifâ vardır.[228]

“Allah’ım! Bedenime, gözlerime ve kulaklarıma sıhhat bahşet.”[229]

Osman bin Ebi'l-Âs, müslüman olduğu günden beri vücudunda bir rahatsızlık hissettiğini söyleyince Hz. Peygamber (s.a.s.) ona: "Kendi elini vücudunda ıstırap duyduğun yerin üzerine koyarak üç defa 'bismillâh' de, yedi defa: 'Eûzü billâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidü ve ühâziru' (Hissetmekte olduğum ve sakınıp sığınmağa çalıştığım şeyin şerrinden Allah'a ve O'nun kudretine sığınıyorum) de" buyurdu. Ben de bu şekilde yaptım ve Allah bendeki ağrıyı giderdi. Şimdi âileme ve başkalarına hep bunu tavsiye ediyorum."[230]

Hz. Âişe diyor ki: "Bir kimse hastalandığı zaman Rasûlullah onu sağ eli ile mesheder ve şöyle derdi: "Ezhibi'l-be'se Rabbe'n-nâsi, ve'şfi ente'ş-Şâfî lâ şifâe illâ şifâüke, şifâen lâ yüğâdiru sakamen’ (Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider. Şifâ ihsan et. Ancak Sen şifâ vericisin. Senin şifândan başka hiçbir şifâ yoktur. (Yâ Rabbi, bu hastaya) öyle bir şifâ ver ki, hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın.)"[231]

“Kim, henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyâret eder de onun başucunda yedi kere; ‘Es’elullahe’l-azîm Rabbe’l-arşe’l-azîm en yeşfiyeke (Büyük arşın sahibi Yüce Allah’tan seni iyi etmesini dilerim)’ diye duâ ederse, Allah o hastayı iyi eder.”[232]

İbn Abbas (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Nebî (s.a.s.), hasta bir bedevîyi ziyâret etti. Her hastayı ziyâret ettiğinde yaptığı gibi ona da şöyle buyurdu: “Geçmiş olsun, hastalığın günahlarına keffâret olur inşâallah!” [233]

“Hangi müslümana hastalık isâbet ederse ağacın hazan vakti yaprakları döküldüğü gibi, Allah onun hatâ ve günahlarını döker.”[234]

“Müslümana fenâlık, hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısından tutun da bir diken batmasına kadar uğradığı her musîbete karşılık Cenâb-ı Hak onun suçlarını ve günahlarını örter.”[235]

Rasûlullah bir müslüman hastayı ziyâret etmiş, ona şöyle duâ etmeyi öğretmiştir: “Allahumme Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fi’l- âhireti haseneten ve gınâ azâbe’n-nâr (Allah’ım, bize dünyada her çeşit güzellik ve iyilik ver, âhirette de güzellik ve iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru).”[236]

“Kendisine isâbet eden bir zarardan dolayı sizden biriniz ölümü istemesin. Eğer mutlaka istiyorsa şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için hayat hayırlı ise bana hayat ver, ölüm hayırlı ise beni öldür.”[237]

“Ölmek üzere olanlarınıza ‘lâ ilâhe illâllah’ demeyi telkin ediniz!”[238]

 

Sözlü ve Fiilî Duâ

Dille duâ, vazifelerimizden sadece biridir. Sebeplere yapışmadan sadece dille yapılan duâ ile yetinmek, sünnetullahı, Allah'ın kanununu bilmemek ve ona uymamak demektir. İslâm'ın yeryüzüne hâkim kılınması, sadece duâ etmekle olacak olsaydı, insanlar içerisinde duâsı en çok kabul edilmesi gereken Hz. Peygamber’di (s.a.s.). O bu kadar eziyetlere katlanmak yerine duâ ederdi ve görevini tamamlardı. Yani o Mekke günlerini yaşamaya gerek yoktu. Fakat O böyle yapmadı. Önce üzerine düşen sorumluluğu fiilî olarak yerine getirdi. Arkasından da ellerini açıp duâ etti. Allah da onu mahcup etmedi. Hastalıktan kurtulmak için de böyle. Sadece dille duâ yeterli olsaydı, Rasûlullah tedâvi olmaya gerek duymaz ve kimseye bunu tavsiye de etmezdi. 

Biz bu noktadan hareketle duâyı iki kısma ayırabiliriz: Fiilî duâ, Sözlü duâ. Fiilî duâ, kişinin herhangi bir arzusu karşısında elinden gelen her şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Meselâ, hastasına Allah'tan şifâ dileyen kimsenin tıbbın gerektirdiği şeyleri, imkânları çerçevesinde yerine getirmesidir fiilî duâ. Bunu yerine getirmedikçe, ellerini açıp Allah'tan şifâ dilemesi yeterli olmayacaktır. Çünkü Allah yeryüzündeki her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. Gerçi Cenab-ı Hak, bazen sebepsiz de yaratır, sebepsiz de verebilir, ama bunu beklemek, Allah'ın hayata koyduğu kanunlara aykırıdır. Biz o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz.  

            

Sözlü duâ ise, kişinin elinden geleni yaptıktan sonra Allah'tan yardım istemesidir. Fiilî duâ her zaman sözlü duâdan önce gelir. Ama ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz. Çünkü fiilî duâ bedenin eylemi ise; sözlü duâ da rûhun eylemidir. Zaten insan bu beden ve ruh ikilisinden oluşan bir varlıktır. İslâm, duâyı sorumluluktan veya işten kaçmak için emretmemiştir. İslâm'ın emrettiği duâ, tüm hazırlıklardan ve işten sonra yapılan duâdır. Ancak tüm hazırlıkları eksiksiz yerine getirdikten sonra "artık bu iş tamamdır" deyip de duâdan uzaklaşmak da yanlıştır. İşler ancak duâ ile tamam olur.

Duâyı, sorumluluktan kaçan, tembel, acz içerisinde olan insanların ellerinden alarak sorumluluğun bilincinde olan ehil insanların ellerine verirsek, o zaman duâ bir anlam ve aksiyon kazanacaktır. Duâ mert çehrelerde güzellik kazanır. Hz. Ali gibi, kılıcı savaş alanında ölüm yağdırırken, dili âcizliğini, Allah’a yakarışını duyurur, gözleri yaş döker.

 

Ve Duâ…

Dr. Alexis Carrel diyor ki;

“Dua dünyanın çekim kuvveti gibi gerçek bir kudrettir. Hiç bir tedavinin fayda etmediği vak’alarda insanların sadece dua gücü ile hastalıklarından ve melankoliden kurtulduklarını gördüm. Her gün içten gelen bir coşkuyla dua ederseniz yaşayışınızın bütün bütün değiştiğini sezersiniz. Dua bütün davranışlarınızda silinmez izler bırakır. Devamlı bir huzur ve iç ferahlığı vardır.”

Gandhi daima dua eder ve şöyle söylerdi: “Dua ve ibadet olmasaydı çoktan çıldıracaktım.” 

Günde beş vakit namaz kıldığımız zaman Fâtiha okuduğumuzda ve her rekâtta bunu söylemiyor muyuz: “Yalnız sana ibadet eder yalnız senden isteriz."[239]

Kimin vermeye gücü var ki? Güç onun varlık o’nun. Onun verdiğini kimse geri çeviremediği gibi vermediğini de kimse veremez.

 

 

Duâ İbâdettir; İbâdette Asıl Olan, İbâdeti Kişinin Kendisinin Yapmasıdır

Duânın özü, kişinin kendisini Allah'ın karşısında acziyet içerisinde hissedip O'na yönelmesi ve taleplerini O'na arzetmesidir. Zaten ibâdet, bir varlığa boyun eğmek, O'nun karşısında küçülmek, O'na itaat etmek manalarını içerir. Kısacası duâ ile ibâdet mana olarak aynı şeyleri ifade etmektedir.

Biz her ne kadar duâ ile ibâdeti birbirinden ayrı iki olaymış gibi görüyorsak da aslında bu ikisi özde aynı şeydir. İbâdet olarak bildiğimiz namaz, oruç, zekât, hac gibi Allah'ın emirleri aslında duânın harekete dönüşmüş şeklidir. Bilindiği gibi Kur'an'da da geçen şekliyle Arapçada, namazın adı salât'tır. Fakat bu salât kelimesinin aynı zamanda duâ manasına gelmesi çok manidardır ve bir tesadüf değildir. Salât kelimesinin hem namaz, hem duâ manasına gelmesini şöyle izah etmek mümkündür:

Namaz, tüm ibâdetleri bünyesinde toplayan ve insanla Allah arasındaki ilişkiyi en net ve sık bir şekilde (günde en az beş defa) sağlayan ibâdettir. Zaten duâ da Allah ile kul arasındaki bir diyalog idi. Yani her ikisi de kulu Allah'a bağlaması yönüyle aynı kapıya çıkıyor. Rasûlüllah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyuruyor: "Duâ ibadetin ta kendisidir."[240]

Çünkü duâ ile kişi ihtiyacını teminde aczini idrak etmiş, bunu ancak her şeye kadir olan Rabbinin temin edeceğinin şuuruna ermiş ve bu sebeple O'na sığınmış olmaktadır. Esasen ibâdet de bundan başka bir şey değildir. Yine Rasûlüllah (s.a.s.) "duâ ibadetin özüdür, iliğidir."[241] buyurmak suretiyle duâ ile ibâdetin özde aynı şey olduklarına dikkat çekmiştir. Biz bu özü kulluk olarak ifade edebiliriz. Bu aynı zamanda insanın yaratılış amacı olmaktadır: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."[242]

Bizler kul olarak üzerimize düşeni yapmalı, gereken gayreti göstermeli, sebepler âleminde yapılacakları yaptıktan sonra ellerimizi açıp O'na yalvarmalı, halimizi O'na arz etmeliyiz. O şöyle buyuruyor: "Bizim uğrumuzda gayret gösterenleri Biz yollarımıza iletiriz."[243]

Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!”[244] Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.

Ve bunun çözümünün de rukyecilerde olduğunu söylemez; psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder: “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”[245] Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.

Psikolojisi bozuk olanlara rukyeciler, imanî durumuna bakmadan hemen duâ edip kendilerine göre tedavi edeceklerine; o kişiler önce Allah’ın istediği gibi bir imana çağrılmalıdırlar. Rukyecinin okumasıyla değil; gerçek anlamda iman ederek iyileşebileceklerini, Kur’an’a iman etmeden, Kur’an’ın ahkâmı doğrultusunda yaşamadan Allah’ın sağlık ve afiyet vermesinin beklenmemesi gerektiği hatırlatılmalı. İmanî bir teslimiyet ve tevhidî bir bakış açısı kazandırmadan başkasının çıkarı için dilinin ucuyla yapacağı dua ile şifa aramaması gerektiği hatırlatılmalıdır.

"Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte Bu Kitap Allah'ın insanlar için gönderdiği bir rehber (huden)dir. Allah onunla dilediğini hidâyete erdirir. Kimi de Allah saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur."[246]

“İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fâsık kimselerdir.”[247]

"De ki, bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve şifâdır."[248] Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. "Kur'an şifadır."[249] Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.

Kur'an'a ve Önderimizin hayatına baktığımızda duâ olgusunun merkezî bir konum arzettiğini görürüz. Yüzlerce âyet, insanın Rabbiyle bağlantı kurması ve iletişime geçmesi diyebileceğimiz duâ örneklerinden oluşmaktadır. Aynı şekilde hadis külliyatında duânın önemine dikkat çekilmekte ve pek çok güzel duâlar bu eserleri süslemektedir.

 

Rukyenin Fayda Ediyor Gibi Gözükmesi

Cin çıkarma esnasında okunan duâların insanı o anda rahatlatması tamamen hipnozdur, bir nevi Plasebo etkisi göstermektedir. Kişi o şeye inandığı için plasebo gibi kişiye etki etmekte, bunu bilmediği için rukyeci veya cinci hoca, “Kuran’dan ilgili âyetleri okuduğum için benim vasıtamla Allah şifa verdi” diyerek kendini kandırıyor o anda. Abdulkadir Geylânî’nin kabrine götürün hasta olduğu zaman ve o kişi şifa bulacağına bütün gönlüyle inansın, büyük bir ihtimalle o kişi orada ciddi şekilde rahatlayıp gelir, belki hastalığını da yener. Bu, kabirdekinin kimliğiyle ilgili değildir, bir papazın kabrine de şifa burada diye inansın, mümkün aynı neticeyi alacaktır. Niye? Çünkü o inanç, beyni olumlu etkiliyor. Olay tamamen psikolojik etki, o kadar.

Kur'an şifadır; burası kesin. Ama, bir ilacın içindeki prospektüsü okuyarak şifa beklenmez. O açıklama yazısını okuyup uygulayarak şifa beklenir. Kur'an ekonomiye şifalıdır; o konuyla ilgili ayetleri on kere, yüz kere okuyarak ekonomi kalkınsın diyemeyiz. Ekonomi ile ilgili ayetleri uygulayarak, meselâ faizin, hırsızlığın, yalancılığın, hilenin yasaklandığı ayetleri uygulayarak ekonominin şifa bulmasına dua etmiş oluruz.

Plasebo etkisine gelince... Telkin diyelim bunun adına. Kişi, Adıyaman'a gidiyor, içkiyi bırakıp geliyor. Niye? Kendi kendisine içkiyi bırakmaya karar verdi, daha önce. Bu kararını kesinleştirdi ve Adıyaman artık onun için bir sembol oldu, zaten kafasında bırakmıştı. Bir cincinin, üfürükçünün medhini, övgüsünü duydu kişi, onun kendisine faydalı olacağına inandı, kapısından adımını atar atmaz, psikolojik olarak hastalığı belirli düzeyde iyileşecektir. Bu böyledir. Rukyeciler de bunu biliyor ve bundan yararlanıyor. Ama gerçekten Allah'a gönlünü açıp samimi olarak yalvaran kimsenin, öncelikle psikolojisi düzelir, her şeye gücü yeten bir kimseden yardım istediğini idrâk ederek iyileşmek için büyük bir adım atmış olur. O'nun yardım edeceğini düşünerek güçlenir, öncelikle manevi destek bulmuş olur. Sonra, Allah dilerse, olmazlar olur, kapalı kapılar açılır. Ama elbette Allah her şeyi sebeplere bağlamıştır. Bazı şeyler yapılmadan dua uygun olmaz. Tarlaya tohum ekmeden ürün için dua etmek, ameliyatlık bir yaramız varsa, ameliyat olmadan şifa beklemek, Allah'ın sünnetine uygun değildir.

 

 

Rukyeci Gibi Başkaları Değil; Hasta, Kendisi Duâ Etmeli

Kur’an ve Sünnet, Hasta veya Sağlıklı, Kişinin Kendisinin Duâ Etmesini Emreder

 

"Kullarım sana, beni sorduğu vakit, de ki: Ben yakınım. Bana duâ edenin duâsını, bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar."[250]

 

"Rabbiniz buyurdu ki. 'Bana duâ edin, sizin için (duânızı) kabul edeyim. Şüphesiz Bana ibâdet (duâ) etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir." [251]

 

“Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.”[252]

 

“Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”[253]

 

"De ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?"[254] Gerçek böyle olduğu halde, yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah'a muhtaç olmakla beraber amaç; bu "muhtaç"lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline dönüştürmektir. İnsan kendini Allah karşısında ne kadar muhtaç hissederse Allah'a o kadar yakın olur. Alexis Carrel: "Duâyı açıklamak zorundayım. Duâ yoksulluk ve aşktır" derken herhalde bunu kasdetmiş olmalı.

İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın ve O'na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa insan, Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli hiçbir şey kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder ve insan Allah'a yakın olduğu derecede insandır.

İşte bu nedenle de; duâyı asıl geldiğimiz yer ile bizim aramızda doğal bir bağlantı aracı olarak algılamak ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi bir faâliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyişle, duâyı ruh ve cismimizin doğal bir pratiği, bir faâliyeti gözüyle bakmalıyız.

İnsanın ilâh edindiği varlıkta aradığı vasıflardan biri de, onunla bir münâcaat gerçekleştirebilmektir. İnsanın, en mahrem bir şekilde kendisini açacağı varlık, Allah'tır. Hiç kimseye söyleyemediğini O'na söyler. Ancak gaye, sadece "açılmak"tan ibaret tek taraflı bir konuşma sürdürmek değil; karşıdakinden cevaplar, mutmainlikler, feyizler de alabilmektir. Böylece sıbğa (fıtrat, boya)sının özlemini gideren, ebedîlik karışık bir sohbete, fâni dünyada nâil olmaktır. Allah, O’dur ki, insanın diliyle yaptığı duâları işitir. Diliyle yapmasa bile, haliyle ifade ettiğini bilir. Hatta kalbinin en derin köşelerinde yatan arzularına da muttalî olur ve bütün bunların gereğini yerine getirebilir.

Allah, kulunun duâ etmesini ister; bunu yapmazsa kendisine değer vermeyeceğini bildirir.[255] Kendisini unutmuş, yabancı ellere düşmüş olanların hidâyete ermeleri için, "yalvarsınlar diye" musibetler gönderir.[256] "Beni çağırın, Bana duâ ederek benden isteyin, duânıza icabet edeyim." der.[257]; "İçten yalvararak, gizli gizli Rabbinize niyaz edin, O duâda aşırı gidenleri sevmez."[258] Hikmeti gerektirirse, kulunun faydasına göre istenileni verir ().

Duânın ana hedefi, insanın halini Allah'a arzetmesi ve O'na niyazda bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü'min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. “Rabbinize alçak gönüllü olarak ve yüreğinizin ta derinliklerinden için için yalvarıp gizlice, sessizce dua edin. Doğrusu O, aşırı gidenleri sevmez.”[259]

"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak Allah'tır."[260]

Ebû Zer’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah azze ve celle buyurdu ki: 'Ey kullarım! Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim müstesna. O halde sizi yedirmemi isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir."[261]

 

Bir başkası için dua eden veya ettiği varsayılan birisi, Kur’an ayeti olarak, dua cümlesi şeklinde “Allah’ım beni affet!” demiş olsa gerçekten gönülden istese ve duası kabul olsa, Allah o duayı eden kimseyi affeder, kendisi için dua edilen kimse için böyle bir duadan bir fayda beklenilmez. Felak ve Nâs surelerini başkası için okumak da nasıl bir şeydir, kısaca tahlil edelim: “De ki: Sığınırım Felakın Rabbine...”; “De ki: Sığınırım insanların Rabbine…” Öncelikle Allah, tek tek bütün mü’minlere sesleniyor: “De ki…” Rukyeciler kendileri dua ettiği için, hasta mü’min bu emri yerine getirmemiş oluyor. Kim sığınıyor? Hasta mı, rukyeci mi? Kimden sığınılıyor? Cinlerden ve insanlardan olan şeytanların şerrinden. Vesvâsi’l-hannâs (sinsi vesveseci) olan Şeytanın şerrinden; “cinlerden ve insanlardan olan şeytanın şerrinden” Zaten bu âyetler şeytanın özelliklerinde bahsediyor ve şeytanların insanlardan da olduğunu belirtiyor. Bir insan, nasıl başkasının içine giremez ve ona musallat olamazsa, cinlerden olan şeytanın da insanın içine girip ona musallat olması, bu âyetlerden yola çıkarak düşünülemez. Ve bu âyetlerde kendisinden Allah’a sığınılan varlık olarak “üfürükçüler”den bahsediliyor. Rukyeci geçinenlerin çoğunun “üfürükçü” kategorisinde olmadığını iddia etmek, ispatı zor bir konudur. Kendilerinden Allah’a sığınılması gerekenler, senin için Allah’a sığınmış olacaklar, Allah’ın da böylesine şerli varlıkların senin yerine dualarını kabul etmesini bekleyeceksin, öyle mi?

Felak ve Nâs Sûreleri, üfürükçülerin para karşılığı okuyup üfleyerek hastaların şifa bulmaları beklenen sûreler olarak kabul görüyor. Hâlbuki Felak ve Nâs sûreleri, anlamından koparılarak ve başkasının okuyup üflemesiyle şifa beklenecek sûreler değil; insan gerçekten inanarak, okuduklarını düşünerek, tasdik ederek okuduğunda şifaya kavuşacağı % 100 olan tevhidî iman, dua ve çözüm sûreleridir. Nasıl mı? Cevabı: “Felak ve Nâs Sûreleri, Köklü Bir Tedavidir” başlıklı yazıda.

Bir başkasının, rukyeci veya üfürükçünün okuyuşu ise, bu etkileri kesinlikle oluşturmayacak, o, hastayı kandırmış olacaktır. Rukyeci bu sûreleri okurken, Rabbine kendisi sığınmış olacaktır. Hasta olana ne faydası olsun, onun “Ben sığınırım…” diye başlayan sûreleri okumasının? Okudukları kabul görse, kendisine faydası olacaktır; hastaya değil. Çünkü okuduğu sûrenin anlamları hastayla ilgili değil; okuyanın Allah’a sığınmasıyla ilgilidir. 

Ayrıca, rukyecinin para için, müşteri gibi gördüğü herhangi bir hastaya yönelik, ağzında tekerlemeye dönmüş ruhsuz şekilde telaffuz edilen dua metni ile hastanın duasını karşılaştıralım. Hastanın kendisi, iyileşmeyi candan isteyerek ve gönülden Allah’a dua edip yalvardığını düşünün bir de. Dilencilerin çoğunun kendinizden daha zengin olduklarını ve merhamet istismarcılığı yaptıklarını düşünerek dilencilerin hiçbirine para vermemeyi kararlaştırmış olun. Sonra bir dilencinin, sanatını kullanarak öyle yanık şekilde yalvarmasına şâhit oluyorsunuz ki, dilenciyi geçtikten sonra o yalvaran ses, sizi geri döndürebiliyor ve o sesin sahibine sadaka verme ihtiyacı hissediyorsunuz. Allah, samimiyetle gönülden yapılmış duâları kabul eder. Duâ edip karşılığını para olarak hastadan alan kimselerin formalite icabı sadece diliyle duâ kelimelerini mırıldanması “miş gibi yapması”… Hangi duânın kabul edilme ihtimali daha büyük olur? Elbette gönülden duâ edenlerin.

Hastaya bir başkası okuyacaksa, hastanın en yakınlarından birileri okusun. Hastanın annesi veya kardeşi gibi şahısların hastayı cidden sevdiklerini ve iyileşmesini çok istediklerini ispatlar şekilde duâ etmelerini düşünün. Hastanın iyileşmesini candan isteyen kişilerin gönüllerini de işin içine katarak samimiyetle Allah’a duâ etmelerini karşılaştırın ve tercihinizi yapın. Her halde (her durumda) rukyecinin duaya benzemeyen üslûbunu tercih etmezsiniz, etmemelisiniz.

Hz. Âişe (r.a) da Rasûlullah (s.a.s)'ın yatağına girdiğinde iki eline üfleyip muavvizât (İhlâs, Felâk ve Nâs) sûrelerini okuduğu ve vücuduna sürdüğünü rivayet etmiştir.[262] Vefat hastalığı sırasında Hz. Âişe, Rasûl-i Ekrem’e okuyup üflemiş ve onun eliyle bedenini meshetmiştir.[263]   

Kur’an’a göre yaratma, yönetme, mülk ve hâkimiyet Allah’a aittir. Ancak yaratılmışlar içinde insanın merkezî bir yeri ve önemi vardır. İşte insanın bu özelliğine işaret etmek için, Allah âlemlerin Rabbi olduğu halde bunu beyanla yetinilmemiş, ayrıca onun insanların Rabbi olduğu da belirtilmiştir. Çünkü insanı yaratan, onu akıllı, iradeli ve duygulu bir varlık haline getirip eğiten Allah’tır.

 

Hasta Olarak Kişinin Kendisinin Duâ Etmeye İhtiyacı Vardır

Duânın ana hedefi, insanın halini Allah'a arzetmesi ve O'na niyazda bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür.

Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü'min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama, duâ edilmeye tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir.

İnsan, sürekli yaratıcısına muhtaç olan, O'nsuz yapamayan ve O'nsuz bir değeri olmayan bir varlıktır. Allah'ı kendi varlığının dışına taşırmaya çalışan insan, Allah'ın karşısında bir "hiç"tir; bir "şey" değildir. "De ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?"[264] Gerçek böyle olduğu halde, yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah'a muhtaç olmakla beraber amaç; bu "muhtaç"lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline dönüştürmektir.

İnsan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah katında bir "hiç" yerine, bir "şey" olmak için duâ etmeli. Duâ, ibâdet olduğu için sağlıklı ve huzurlu günlerinde de duaya devam etmeli. Hele hasta iken bile Allah’a kendimiz duâ etmezsek, Allah nazarında ne değerimiz olur ki… İbadetler bireyseldir, kendi duamızı kendimiz yapmalıyız.

 

Felak ve Nâs Sûreleri; Köklü Bir Tedavidir

Felak ve Nâs sûreleri, vesveselerden, psikolojik rahatsızlıklardan korunmak için en önemli ilaçtır. Kesin çözümdür, sonradan faydası beklenecek bir duâ olmaktan öte, okur okumaz hemen faydası görülmeye başlanacak kesin bir tedavidir, köklü bir çözümdür. Nasıl mı? Anlamını tüm derinlikleriyle düşünerek, anlayarak inanarak okursanız, kendinizi tedavi etmiş olursunuz. Evet, bilgisayar CD’sinin okuması gibi anlamı bilinmeden isterse yüz defa okunsun, faydasını görmek zordur. Felak ve Nâs sûresini tekrar etmekten bahsetmiyorum; gerçekten Rabbimiz’in bu iki sûrede bahsedilen özelliklerini kabul edip inanarak, ondan ne konuda nasıl yardım istediğimizi düşünerek, en azılı düşman bile olsa, bizi düşmanlarımızdan koruyan bir sığınak ve kale olarak Rabbimiz’e sığınmış olsak, kendisine sığınılan o Rabbimiz bizi düşmanımızdan korumaya güç yetiremez veya bizi sığınağına kabul etmez mi? O ki, sadece bizim değil, tüm insanların Rabbi, eğiteni, tüm ihtiyaçlarını karşılayanı. Herkesin ihtiyacını karşılar da bizim ihtiyacımız olan sağlığı bize vermeye kadir değil mi? Tüm insanlara hükmünü geçiren melik olan, sultan olan Rab O. Tüm insanların meliki, yöneticisi, tek ilâhı. Çözümün kaynağı O. Kime sığınıyoruz, nasıl bir zâta müracaat ediyoruz? Bunları tefekkür edip inanarak O’na yönelen kulunu O boş çevirir mi hiç? Kabul etmeyeceği duâyı niye bizim okumamızı istesin? Yardım etmeyecekse, niye Bana sığının desin? Zaten O’nun bu vasıflarını kabul edip O’na yönelince insan tedavi olur. Bütün sıkıntıları o anda gider.

Biz bu teslimiyet ve yaklaşımla okumadığımız için faydasını görmemiş olabiliriz. Bir de bu şekilde içselleştirerek okuyalım bu sûreleri: Psikolojik hastalıklar için okunması tavsiye edilen Felak ve Nâs sûrelerini kişi kendi rahatsızlığı için okursa hemen tedavi olmuş olur. Bu sûreler, İhlâs sûresiyle birlikte tevhidî bilinç sûreleridir. Bu sûreleri inanarak ve Allah’a gönülden duâ ederek okuyan kimse, ameliyatlık bir tedavi görmüş olur ve iyileşme ümidiyle belirli veya belirsiz zaman geçmesini beklemeden hemen Allah’ın izniyle iyileşir. Bu netice, bu koruyan sûreleri tam bir iman ve teslimiyet içerisinde ve samimi bir duâ edâsı içinde okumakla gerçekleşir. “Gul / De ki”: Allah böyle deyin dediğine göre, Allah kabul edeceği duâyı yapmamızı ister. “İnsanların rabbine sığınıyorum.” Kendisine sığınılan, kendisinden sığınılandan sığınan kimseyi korumaya gücü yeten biridir. Çünkü O tüm insanların Rabbidir. Aynı zamanda meliki, yöneticisidir, ilâhıdır. Bu vasıflara sahip sığınılan zât, sığınan kimseyi bütün zararlı ve şerli şeylerden korumaz mı hiç? Bu okuduğu âyetlerdeki kavramları doğru şekilde öğrenip “Rab”, “Melik” ve “İlâh” olan zâtın insan hayatında nasıl bir yer kapladığını ve Allah’ın nasıl her şeye hükmeden ve her şeye kaadir olduğunu imanla birlikte diliyle ve gönlüyle dillendiren, bu inancını tazeleyen kimsenin zihninde ve gönlünde oluşan bütün korkular, rahatsızlıklar, düzelmeyeceğini, şerli ve zarar verdiğini düşündüğü her şey küçülecektir. Kendisine sığındığı Allah’ın yardımını ve kendi kalesine sığınanları açıkta bırakmayacağını, onları koruyup gözeteceğine imanını vurgulayan kimse, bütün korku ve vehimlerinden, şeytanî düşüncelerin etkisinden kurtulacaktır. Eğer düşüne düşüne, inana inana okursa Felak ve Nâs sûrelerini okuduğu anda psikolojik açıdan tedavi olmuş olur.

Ne diyoruz, nasıl sığınıyoruz Rabbimize Felak ve Nâs sûreleriyle?

 

Felak Sûresi

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!”

1. Ey Müslüman! Tehlikelerle dolu şu hayat yolculuğunda, insanlığa dünya ve âhirette kurtuluş yolunu göstermek üzere de ki: “Ben, felak’ın Rabb’ine sığınırım. Gönderdiği Kur’an sayesinde inkâr ve cehalet karanlıklarını paramparça eden, böylece aklımı ve gönlümü iman ve Kur’an nuruyla aydınlatan yüce Rabbimin benim için belirlediği kulluk sistemini bireysel ve toplumsal hayatıma egemen kılarak O’nun himayesi altına girerim. Bunun için:

 

2. O’nun yarattığı şeylerin şerrinden O’na sığınırım. O’nun yarattığı ve kullanılış amacına göre hem hayır hem de şer olabilecek bütün varlıkları O’nun talimatları doğrultusunda, O’nun isteğine uygun bir şekilde kullanarak dünya ve âhiret tehlikelerinden korunurum.

 

İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Allah için yapılan her meşrû amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ'nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Olaylara ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir.

Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah (3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20) sadece hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı her şey de şer. Haramlara hayır denilemeyeceği gibi; harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildir. Mü’minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O, duyu ve duygularının, hevâsının değil; Allah’ın kuludur. Hoşlandığı ve hoşlanmadığı her konuda Rabbine itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu ve duygularını da selim kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. O anda, Allah’ın emirlerindeki hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.

Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı kılmış olabilir.[265] Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar.[266] Müslüman, Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.

Hastanın durumuna göre ilaç verilmesi gerektiği bir vâkıadır. Aynı doktor, bir hastaya su içmeyi yasaklarken, başka bir hastaya bol su içmeyi tavsiye eder. Hatta aynı hastaya, bir zaman yasakladığı bir şeyi başka bir zaman tavsiye edebilir. Bu durum, doktorda çelişki ile izah edilemez.

 

3. İnsanlığın başına bir kâbus gibi çöken inkâr ve cehalet karanlığının şerrinden O’na sığınırım. Gerek bâtıl ideolojilerle, gerek din adına uydurulan bid’at ve hurâfelerle yıkıma uğratılan gönüllerin yeniden iman nuruyla aydınlanması için “Kur’an eğitimi” seferberliği başlatarak her türlü bağnazlığa, cehâlete, hurâfeye karşı topyekûn mücadeleye girişirim.

 

4. Düğümlere üfleyen üfürükcülerin şerrinden O’na sığınırım. Cincilik, muskacılık, kâhinlik, medyumluk, falcılık, astroloji gibi safsatalarla halkı aldatan sahtekârların, şeytanî taktiklerle kitleleri uyutarak hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeye çalışan “büyücülerin”, erkeklerin nicelerini yoldan çıkaran kadınların büyüleyen tavırları, yani aklı devreden çıkaran işvelerinin, yaldızlı kelimelerle insanların gözünü boyayarak gerçekleri çarpıtan sözde bilim adamlarının, türlü yol ve yöntemlerle kitleleri uyuşturup yönlendiren güç odaklarının, şerrinden Allah’a sığınırım.

5. Ve kıskançlığının etkileri ortaya çıktığı zaman, kıskancın şerrinden Allah’a sığınırım. Kin, haset, kıskançlık, çekememezlik ve benzeri ahlâki zaaflara düşmekten ve böyle kimselerin şerrine uğramaktan O’na sığınırım. İnsanı açgözlü bir canavara dönüştüren kin, haset, kıskançlık, çekememezlik gibi ruhsal hastalıkların tedavisi için Allah ve âhiret inancını yaygınlaştırırım. Farklı ırklar, kültürler arasında kin ve nefret duyguları yerine barış ve kardeşlik duygularının egemen olması ve her alanda toplumsal adaletin sağlanması için çaba gösteririm. Ve bu mücadelemde beni başarıya ulaştırması için, tüm kalbimle Rabbime yönelir, O’ndan yardım diler ve yalnızca O’na sığınırım.

İşte bunları başarabildiğim takdirde Allah’ın koruması altına girmiş, dünyada ve âhirette kurtuluşu hak etmiş olurum.[267]

 

 

Ve Nâs Sûresi

Bir önceki sûrede, kendilerinden Allah’a sığınmamız gereken kötülükler tanıtılmıştı. Burada ise, bu kötülüklerden kendisine sığınılan Allah’ın Rab, Melik, İlâh özellikleri vurgulanıyor ve bütün kötülüklerin kaynağı olan insan ve cin “şeytan”larına işaret ediliyor.

Rab, terbiye eden, yetiştiren, eğiten, hayatın programını yapan yetkili otorite demektir. Buna göre insanın yaptığı şeyleri ona yaptırtan, yapmadıklarını da yaptırtmayan güç onun Rabbidir.

Melik ise hükümdar, kral, padişah demektir. Bu kelimenin kökünde, sahip ve hâkim olma anlamı vardır. Varlık O’nun olduğu için, varlık üzerinde yönetim hakkı da O’nundur.

İlâh, kulluk ve itaate lâyık kutsal varlık, yani Allah demektir.

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!

1. Ey Müslüman! Dünyada ve âhirette kurtuluşa ulaşabilmek için Rabbine el açıp yalvararak de ki: “Ben insanların Rabbine, onları yaratan, besleyen, terbiye eden, yetiştiren, yöneten, yönlendiren ve koruyan Allah’a sığınırım

2. İnsanların mutlak Hükümdarına.

3. Tüm varlıklara hükmeden, her şeyi kontrolü ve otoritesi altında bulunduran, kulluk ve ibâdete lâyık olan biricik İlâh’a, insanların İlâhına.

4. O sinsi şeytanın şerrinden ki,

5. Türlü taktik ve yöntemlerle hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeye çalışarak insanların kalbine şeytanî dürtüler, kötü düşünceler fısıldayıp durur.”

6. Onlar zannedildiği gibi sadece “cin şeytanlarından” ibaret değildir. Bu şeytanlığı yapanlar hem cinlerden, hem insanlardandır.

Peygamber (s.a.s.) her gece yatağına girdiğinde avuçlarını birleştirir ve İhlâs, Felak, Nas sûrelerini okuyup avuçlarına üfler, sonra da ellerini vücudunun ulaşabildiği her tarafına sürer ve bunu üç kez tekrarlardı.[268]

 

Rukye ile Karıştırılan Şeyler

 

  • Rukye ile duâ karıştırılıyor.
  • Peygamberimizin izin verdiği rukye ile, haram olan birçok uygulama karıştırılıyor.
  • Peygamberimiz rukyeyi belirli bir zaman için bile olsa niye yasakladı? Medine ortamı ile bugünkü câhiliyye ortamı birbirine karıştırılıyor.
  • İnsanı şirke götüren veya şirke ve haramlara benzeyip şirk ve haram yönüyle şüpheli rukye uygulamaları ile, şirkten uzak tevhidî duâlar karıştırılıyor.
  • Karşılıksız olarak hastaları okuyarak tedavi etmek ile, birçok istismara açık şekilde bu işin ticaretini yapmak karıştırılıyor.
  • Peygamberimiz zamanında rukye, cin çıkarma işinin aracı olarak kullanılmıyordu, Günümüzde insana musallat olduğu iddiasıyla cin çıkarma aracı olarak kullanılan rukye ile sünnetteki rukye karıştırılıyor.
  • Rukye, ibâdet değildir, tedavi şeklidir. Doğrusu da vardır, yanlışı da. Mubah olanı da vardır, haram olanı da. Câiz olanı da vardır, şirk olanı da. Ama, sünnet ve ibâdet olan duâ şekliyle karıştırılıyor.

İbâdet olan duâya sonuna kadar tavsiye; içine câhiliye sözleri karışma ihtimali olan veya câhiliye anlayışı ile okunduğu veya okutulduğu ihtimal olan rukyeye sedd-i zerîa olarak yasak koymak; ikisini birbirine karıştırmamak…

        

 

Cin, Büyü, Rukye Konularında Kur’an’dan Anlaşılanlar

 

  • Allah insanı yeryüzünde halife olarak yaratmış,[269] ona çokça ikram etmiş, cinlerden üstün kılmıştır. “Andolsun Biz, Âdemoğullarını yücelttik, üstün ve saygıdeğer kıldık. Onları karada ve denizde (bineklerle ve araçlarla) taşıdık. Temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.”[270]; “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı”[271]
  • Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi kimse yoktur. Cinler ve şeytan Allah’a rağmen, O’ndan habersiz ve Sünnetullahla bağlantısız bir güç sahibi değildir. Şeytana hitâben Rabbimiz şöyle der: “Şüphesiz, kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!”[272] Bilindiği gibi; bu âyetlerde geçen “sultân” kelimesine, mealler; “hâkimiyet, ağırlık, yaptırım gücü, nüfuzu, etkili gücü, sulta, saltanat, musallat olma, etki, kandırma gücü, etkin gücü” şeklinde anlam vermişler. “Gerçek şu ki; şeytanın, iman eden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur.”[273] Bu âyette bahsedilen şeytandır. Şeytan, cinlerin en şerlilerinin adıdır. Şeytanın gücü bu ise, diğer cinlerin daha büyük değildir.

Yine, şeytanın ahiretteki itirafı: “İş bitirilince şeytan da diyecek ki: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zâlimlere elem dolu bir azap vardır.”[274]

  • Kâinatta Sünnetullah denilen Allah’ın değişmez ve değiştirilemez yasaları hâkimdir. Her şey Allah’ın koyduğu bu kurallara, sebeplere bağlıdır. Sünnetullah, Allah'ın dosdoğru yolu, Allah'ın uyulan örneği, Allah'ın âdetidir. Allah’ın yasası, kanunu demektir. Allah'ın sünneti, Allah'ın hareket tarzını belirtmek için kullanılır. Sünnetullah, Allah'ın koyduğu toplumsal yasalar, toplumları yönetme yöntemidir. Sünnetullah ifâdesi, Kur'an'da beş âyette sekiz kez kullanılmıştır: 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Feth, 23.

“(Bu) yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü tuzak kurmaları (dolayısıyladır). Kötü tuzak ise ancak sahibine dolanır. Onlar öncekiler hakkındaki uygulamadan başkasını mı bekliyorlar? Sünnetullah’ta (Allah'ın sünnetinde) bir değişiklik bulamazsın. Allah'ın sünnetinde bir sapma da bulamazsın.”[275]

Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah'ın birçok sünneti (sünnettullah) zikredilmiştir. "Onun yanında her şey bir ölçü iledir."[276]; “Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben onlara yakınım. Duâ eden Bana duâ ettiği zaman onun duâsına karşılık veririm."[277]; "Tevbe edip durumlarını düzeltenleri, gerçeği açıklayanları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul edenim, çok merhamet edenim."[278]; "Siz şükreder, inanırsanız Allah size azâb edip ne yapacak! Allah şükrün karşılığını veren, (her şeyi) bilendir."[279] Yine, şu âyetler de sünnetullah’ın gereği olan örneklerdendir: 13/Ra'd, 11; 21/Enbiyâ, 34, 35; 12/Yûsuf, 109; 36/Yâsin, 40.

  • İnsan iradeli varlıktır; âhirette karşılığını görmek şartıyla dilediğini yapabilecek durumdadır. “De ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin...”[280]; “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”[281]
  • Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. Daha büyük suçlular varken daha az suçluları cezalandırmaz. “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez…”[282]; “…Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”[283]; “Allah buyurdu ki: ‘Ben zulmü kendime haram ettim; Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse sakın birbirinize zulmetmeyin!”[284] Büyük günah işleyen fâsıklar, tağutlar, müşrikler varken onları cinleriyle cezalandırmayıp gariban mü’minlerin içine cinleri salmaz. Müslümanları cezalandırmak için asker olarak cinleri kullanmaz. Şeytanlar kendi dostlarına yaklaşır.
  • Dünya ödül ve ceza yeri değildir. "(Allah), Din gününün (ceza ve ödül gününün) mâliki (gerçek sahibi)dir."[285]; "Din günü" kavramı, "gün" anlamına gelen "yevm" kelimesiyle; "itaat, hesap, ceza (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)" gibi anlamlara gelen "ed-dîn" kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. "Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlayamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir."[286] Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının verileceği son gün demektir. Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir. "Tek bir çığlık. Birden bire gözleri açılıverecektir. 'Eyvah bize!' derler; işte bu, ceza ve hesap günüdür. Onlara, 'İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür' denilir."[287] Dünya imtihan alanı, âhiret ödül ve ceza yeridir. Cinlerle cezalandıracağı da Kur’an’da yer almaz. Cinler, Allah’ın mü’min kullarının günahlarına ceza veren görevliler değildir.
  • Allah bir kimseye herhangi bir zarar verecek olursa, O’ndan başka o zararı giderebilecek yoktur. Cin çıkaranlara kimseyi Allah mecbur etmez. “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[288]
  • Allah izin vermeden hiçbir varlık insana zarar veremez, Allah’ın kalesine sığınan kimse, her türlü şerden uzak kalır. Allah’a iman eden, O’na tevekkül eden için O yeterlidir, kâfidir. “Allah kuluna yeterli değil midir?”[289]

 

  • En zararlı cin şeytandır; onun da neye gücünün yettiğini Allah Kur’an’da açıklamıştır.

 

  • Cinler hakkında Kur’an’da ve hadislerde bize lâzım olacak kadar bilgi ile yetinilmiştir. İnsanoğlunun gerekli-gereksiz merakı gereği, cinlerle ilgili nice uydurmalar din kılıfıyla da gündemleşmiştir. Bu konuyu istismar eden nice insan, dini küçük düşürme pahasına insanları çok eski zamandan beri sömürmektedir.
  • Bazı insanlar, dinin ve aklın tasvip etmediği uygulamaları âyetlerden ve duâlardan geçinme mesleğini “Kur’an Terapisi”, “Furkan Rukye”, “Kur’an ve Hadis Rukyesi”, “Kur’an ve Hadislerle Şifa Merkezi” gibi adlar altında Kur’an kavramlarını mesleklerine âlet edip istismar etmekte ve sanki faziletli bir iş yaptıklarını iddia edebilmekte, selefin yolunu takip ettiğini söyleyenler de bunları desteklemektedir.
  • Bir Müslümana “sende cin var”, “sen cinlenmişsin” demek, müşriklerin Peygamberimize söylediği benzer sözü çağrıştırmaktadır. “(O müşrikler) ‘Gerçekten sen cinlenmişsin’ dediler.”[290] Bu sözü hiçbir sahabi, içlerinden biri için söylememiştir.
  • İnsanın bedeni hastalandığı gibi beyni de hastalanır; psikoloisi de bozulur, iç dünyası huzur ve tatminden uzak olabilir. Böyle bir durum, onun içine cin girdi diye hükmedilmesini gerektirmez.
  • Psikolojik rahatsızlıklarda ne yapılması gerektiği Kur’an’da açık şekilde beyan edilmiştir. Bu konuda Kur’an’ın tavsiye ettiği duâ ve zikir çok önemlidir.

 

  • Hasta olan kimsenin kendisinin duâ etmesi esastır. Rabbimiz duâ ettirmeyi değil; duâ etmeyi emretmiştir.

 

  • Para ile Kur’an okumak, okunanı ibâdet olmaktan; para için başkasına duâ etmek de duâdaki ihlâstan insanı uzaklaştırır.
  • Peygamberimizin hastalara duâsı O’na has bir durumdur. Meselâ kimse Hz. Ebû Bekir’e gidip de hastasına rukye yaptırıyor değildi.
  • Rukyeyi ve özellikle rukye karşılığı ücret almayı yasaklayan çok sayıda hadis vardır. Âyetlerin de dünyevî değerler karşılığında satılmasını Allah yasaklar.

 

  • Selef âlimlerini örnek aldığını, onların fetvasıyla amel ettiğini söyleyen rukyecilere sormak gerekir: Hangi selef âlimi rukyeciliği meslek edinmiş, cin çıkarma seanslarıyla geçimini temin etmiş veya bunun meslek olarak geçim kaynağı görülmesine fetva vermiştir, söyleseler de biz de öğrensek. Bu işi meslek edinen, bundan geçinen bir tane selef âliminden bahsedilebilir mi? Bu işin Selefîlikle ilgisini kurmak için hem selefi tanımamak, hem bu mesleği tanımamak gerekir.

 

  • Bir tasavvufî tarikatın şiş sokma gösterisi ne ise; rukyeci geçinenlerin cin çıkarma gösterisi de odur. Birini nasıl izah ediyorsanız, ötekini de öyle anlamalısınız. Videolar sayesinde olay bir şova dönüştürüldü. Roller o kadar içten oynanmaktadır ki, çok geçmeden Hollywood da bu sahneleri kullanır, korku filmi adıyla İslâm’la alay ederse şaşmamak gerekir.
  • Müslümanların otoritesi olmadığı için bu ticaret, gittikçe rağbet görüyor. Meselâ Hz. Ömer zamanında bu hasta sömürücüleri bu tür meslek icrâ etseydi, o bunlara nasıl davranırdı?

 

  • Öyle iddia edildiği gibi her üç-beş kişinin içine cin girmiş olsa idi, din bu konuda bu insanlara nasıl yardım edilmesi gerektiğiyle ilgili hükümler vaz ederdi. Cin çıkarma ile ilgili Allah’ın Kitabında ve Rasûlün sahih sünnetinde ümmete yönelik bir emir ve tavsiye yoktur; Azaim ve Havas ilmi denilen tılsımlar, tütsüler, büyüler, simgeler, cincilik, cin çıkarma, suya okuma, farklı hastalara farklı duâ ile rukye, muska yazma… Kur’an ve Sünnet kaynaklı değildir; hurafelerden ibarettir.
  • İnsanları, “içinize cin girmiş, size cin musallat olmuş” diye cinlerle korkutup onların korkularından rant elde etme, İslâmî ahlâkla bağdaşmaz. Fetişizm[291] denilen korku dini ürettiler. Cinleri de her kötülüğü yapan, insanı ele geçiren, insana istediğini yapan kötülük Allahsı icat ettiler.

 

  • Rabbim, hepimize Kur’an inancı nasip etsin. İnançlarımızı Kur’an’la tashih etmeyi, Kur’an’a uymayan inançlarımızdan uzaklaşmayı lütfetsin.


           “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana duâ edin, duânıza icâbet edeyim, cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.” [292]


            Günde beş vakit namaz kıldığımız zaman Fâtiha okuduğumuzda ve her rekâtta bunu söylemiyor muyuz: “Yalnız Sana ibâdet eder yalnız Senden isteriz”[293]

Kimin vermeye gücü var ki? Güç onun, varlık o’nun. Onun verdiğini kimse geri çeviremediği gibi vermediğini de kimse veremez.

“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz/şerefli kılarsın, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.”[294]

“Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[295]

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.”[296]

“Bu gece bana birkaç âyet indirildi ki onların bir benzerini görmüş değilim: Kul eûzü bi-Rabbi'l-felâk (sûresi) ile, Kul eûzü bi-Rabbi'n-nâs (sûresi)dir.”[297]  

Sonuç

 

 

Rukyecilik Yapmak Câiz Değildir 

1- Ebû Süfyân’ın Câbir’den rivayetine göre de Rasûl-i Ekrem, Medine’ye hicret ettiklerinde rukye yapılmasını yasaklamıştır. Rivâyetlerde, istisnâî olarak bir-iki durumda izin verdiği söylenmiştir.

 2- Rasûlullah’ın rukye yapmayı şirk olarak açıkladığı, Kur’an okuma karşısında ücret almayı Kur’an’ın yasakladığı, Peygamberimizin de cehennemlik ilan ettiği esas alınması gereken hususlar olduğu halde ve yine Kur’an’ın mü’minlere şifa, zâlimlere hüsran olduğu hükmüne rağmen bütün bunların aksini ifade eden Ebu Said el-Hudrî’nin rivayet ettiği ashabın yaptıkları rukye ve karşılığında aldıkları koyunları Peygamberimizin onayladığı rivayetin sahih olma ihtimali yoktur. Buna rağmen hadisi sahih kabul edenler açısından değerlendirdiğimizde;  Fâtiha sûresi ile yapılan rukyedir. Rasûlullah: “Fâtiha Sûresi'nin böyle bir duâ olduğunu nereden biliyordun?” demiş, Fâtiha dışındaki rukyeye onay vermemiştir.

3- “Rasûlullah (s.a.s.) Muavvizetân sûreleri denilen Felâk ve Nâs sûreleri nâzil olunca diğer okuduğu şeyleri bıraktı ve bu iki sûreyi okumaya başladı.”[298]

4- Rivâyetlere göre izin verildiği söylenip câiz görülen rukye nerde, günümüzde rukyecilerin yaptığı, adına rukye dedikleri şeyler nerde? Günümüzde rukye adıyla Fâtiha veya Felâk-Nâs sûreleri okumanın dışında, ne tür hurafeler işlenildiği bilinmekte, dinin câiz görmediği nice çirkinlikler rukyecilik adı altında icrâ edilmektedir.  

5- Rukye, Cahiliyyede de uygulanan bir tedavi metodudur. İslâm’ın başlattığı, İslâm’a ait bir tedavi usûlü değildir. Rasulullah’ın rukyeyi yasakladığına dair çok sayıda sahih hadis vardır. Yılanın ısırması, akrebin sokması gibi bazı istisnâî konularda birkaç kişiye izin verdiğine dair bazı rivayetler, Kur’an’a aykırı olduğu gibi, aynı zamanda Felak ve Nâs sûreleri indikten sonra diğer okuduğu şeyleri bıraktığına dair hadislere de aykırıdır. Bundan da öte, Rasûl, Kur’an’dan yola çıkarak rukyenin şirk olduğunu ilan etmiştir. Peygamberimizin şirk olan bir şeyin uygulanmasına izin vermesi mümkün müdür? Rukyenin bazı şartlara uyulduğunda câiz olduğunu iddia eden âlimlerin ittifak ettiği husus, henüz câhiliyye âdetleri tümüyle yok edilmeden rukyeye izin verilmediği şeklindedir. Bu toplumda da câhiliyyenin çok baskın mirası, uygulaması sözkonusu olduğundan rukye yapmanın bu rivayetlere göre de câiz olmadığı kesinlik kazanır. Bütün bu delillere baktığımızda rukyeyi câiz görmeyip soğuk bakmamız tevhidî sorumluluğumuzun gereğidir. Kaldı ki, Peygamberimizin istisnâî olarak izin verdiği rivayet edilen durumlar ile bugün rukye yapılan durumlar tümüyle farklılaşmış, rukyede okunan âyet ve duâlar da değişmiştir. Rivayetleri öne çıkaran kimseler, o günkü şekliyle rukyeye câiz demiş olsa bile; buralarda bugünkü uygulandığı şekliyle rukyeye câiz diyemezler. Duâ etmek yasak değildir; tam tersine, duâ, ibâdetin özüdür. Kişinin kendisi için Allah’a duâ etmesi, kişinin hastalığına şifa vermesi için Allah’a (c.c.) niyazıdır, yalvarmasıdır. Bu duâlara, Kur’an rukye gibi bir ad vermez, duâ der; dolayısıyla bunları rukye kabul etmek de yanlıştır.  

6- Ebû Süleyman el-Hattâbî  (ö. 388/998), kendi yaşadığı dönemde bu işin afsuncu ve cincilerin eline geçtiğini, dolayısıyla tesirli olmadığı gibi meşrûiyetinin de kalmadığını ifade etmiştir.[299]

 

7- İbnü’l-Esîr ve İbn Hacer, zararın ortadan kaldırılması veya faydanın elde edilmesini Allah yerine rukyeye isnat etmenin şirk sayıldığını bildirmiştir.[300]

 

8- İkrime el-Berberî, Şa’bî, Katâde b. Diâme, Saîd b. Cübeyr, İbrâhim en-Nehaî, Dahhâk b. Müzâhim ve Hasan-ı Basrî gibi âlimler okumanın mubah, bunun yanında üfleme, ipe düğüm atma ve elle meshetme gibi işlemlerin haram veya mekruh olduğunu söylemişlerdir.[301] Yani, bu âlimler de duâ ile rukyenin arasını ayırmışlar, birine câiz, diğerine haram demişlerdir.

 

9- Rivâyetleri, Kur’an’a ve Rasul’ün şirk demesine rağmen kabul edenler açısından da; rukyeciliği meslek haline getirmek, ibâdet olan duâyı para karşılığı yapmak, suya okumak, okunmuş suyu içmek gibi uygulamalar câiz değildir. Mürekkeple yazılan duânın mikroplu suyunu içmek veya kullanmak şeklinde sünnette bir uygulama yoktur. Muska ile tedavi olmaz. Rukyecilik denilen, içine üfürükçülük, cin çıkarma, daha nice şeyler giren bir işin bir müslümana, özellikle tevhid ehli şahıslara rivâyetleri tümüyle sahih kabul etseler bile yakışmayacak, ciddi anlamda vebali olan meslek olduğunu hatırlatıyorum.

10- Bu rivâyetleri tümüyle sahih kabul edenler açısından ele alırsak; Rasûlullah, bugünkü rukyecilerin rukye yaptığı hususlarda rukye yapılmayacağını bildirmiştir. Peygamberimizin “şu hususların dışında rukye yoktur” dediği halde, çok farklı konularda ve esas olarak da herhangi bir şahsın içine cin girmiş, ona musallat olmuştur iddiasıyla güya o cini çıkarmak için rukye yapılmakta, böyle bir uygulamayı yasaklayan Rasûlullah’a muhâlefet edilmektedir:

11- Rasûlullah rukyeyi şeytan işi, şirk ve Allah’a tevekkülsüzlük olarak niteler. İnne’r-rukã ve’t-temâime v’ettevelete şirkun / Kesinlikle rukyeler, temîmeler (muskalar),  tiveleler (muhabbet muskası) şirktir."[302]

Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında sorulmuştu: "O şeytan işidir!" buyurdu."[303] Nüşre, rukye'nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr, bunu "Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukyedir. Yani, nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denilir.

Rukyeciler, yaptıkları işlerin insanların faydasına yönelik olduğunu söyleyip rukyeyi sadece hastaya yapılan büyüyü çıkartmak için kullandıklarını ifade ediyorlar. Bu konuda hadis rivâyeti şöyledir: Câbir (r.a.) diyor ki: Sihri bozmak için okunan dua, yani nüşre denilen rukye hakkında Rasûlullah’a (s.a.s) sorulduğunda şöyle buyurdu: “O bir şeytan işidir.”[304]

Yine, Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Rukye eden kişi mütevekkil değildir”[305] Özellikle kendilerinin selefin izinde, hadis ehli ve ehl-i sünnet olduklarını iddia edenlerin “hadis inkârcısı” olmadıklarını bu nebevî yasaklamalar karşısında göstermeleri gerektiğini düşünüyoruz.

Okuma duâdan öteye geçmez, şifayı veren ise Allah’tır. Buna karşılık rukyecilik ve muskacılık yapanların çoğu, kendilerini şifa dağıtan olarak takdim ederler, nice insanın yanlış inançlara sapmasına zemin oluştururlar ve rukyeciliği bir kazanç kapısı, bir meslek görenler var. Bu kişiler ayrıca kendilerini hoca diye tanıttıkları için kamuoyunda hoca ve âlim majının sarsılmasına sebep olmaktadır.

 

Bugünkü Rukyelerin Yapılma Sebebi ve Yapılma Tarzı Açısından Rasûlullah zamanındaki Rukyelerle Hiçbir Benzer Yönü Olmamasından Dolayı Bugünkü Rukyeler Câiz Olamaz.

 

Selefi meşrep meşhur bir rukyeci internette yayınladığı ve bana da gönderdiği yazısında “yapılış şekliyle ilgili olarak rukyenin üç çeşit” olduğunu söylüyor. Yani, bugün rukyeciler üç çeşit rukye yapıyorlarmış. Yaptıkları ve rukye dedikleri şey, şu şekilde imiş: 

 
            1. Rukye: Büyü yapılmış hastada, yapılan büyüyü bulup imha etmek yoluyla hastaların iyileşmesi yönüyle rukye,

 

2. Rukye: Büyü bozan ayetler ve nebevi duâ, esmaul husna isimleriyle yapılan duâlarla habis ruhları bedenden çıkartılmak selvi ruhlarla mümkündür,

 

3. Rukye: Rukye yapacak kişi, hastaya rukye yaparken, o esnada hastadaki sihrin çeşidini öğrenip ona göre program yapar.”[306]

Büyünün gerçek olmadığını, hayal ürünü ve göz aldatması olduğunu beyan eden Kur’an’da “büyü bozan âyetler”le rukye yapacaklar, habis ruhları bedenden çıkartıp selvi ruhlarla bu işi yapacaklar. Sihrin çeşidini öğrenip ona göre program yapacaklar. Peygamberimizin okuduğu hastalar, Fâtiha ve Felak-Nâs sûresi okuma ve şifa talebi için kısa bir duâ yapması ve toplam 2-3 kişiye istisnâî anlamda izin verdiği rivayet eilmesiyle, bugünkü rukye adıyla yapılanların kıyas kabul edilecek bir benzerliği var mı ki, bugünkülere de rukye diyelim ve rivâyetlere göre izin verilenlerden sayalım, bu mümkün mü?

Sedd-i Zerâi (veya Sedd-i Zerîa) Açısından Bugünkü Rukyeler Câiz Değildir. Sedd-i Zerâi: Fıkıh usûlü terimi olarak, kendi başına mubah olan bir fiilin şer’an sakıncalı bir sonuca götüreceğinden emin olunması veya bunun kuvvetle muhtemel bulunması sebebiyle yasaklanmasını ifade eder. Günümüzde tam bir câhiliyye ortamı mevcuttur. Tevhidin inancı, yaşayışı, ahlâkı kalmadığı gibi, tevhidî bakış ve tevhidî teslimiyet de istisnaları dışında görünmez. Şirk anlayışının en belirgin ortaya çıkıp yaygınlaştığı alanlardan biri; cincilik, büyücülük, üfürükçülük, rukyecilik denilen ortak alandır. Cinlerin ve cincilerin hâkimiyetini kabullenen halk, nasılsa müslüman olarak bu kapıya müracaat etse, kapı eşiğinden içeri adım atar atmaz, inanç yönüyle kimliği hemen orada değişime başlamaktadır.

Kur’an’ın açık bir fetih dediği Hudeybiye Antlaşması sürecinde yapılan bey’at hakkında şu âyet inmişti: “(Ey Muhammed!) Andolsun ki Allah seninle ağaç altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur...”[307] Bundan dolayı bu biata “Bey’atü’r-rıdvân” (rıdvân -râzı olma- biatı) veya “Bey’atü’ş-şecere” (ağaç altındaki biat); biat eden sahâbîlere “Ashâbü’ş-şecere” (ağaç altında Hz. Peygamber’e biat edenler); gölgesinde bu biatın yapıldığı ağaca da “Şeceretü’r-rıdvân” denilmiştir. Altında biat yapılan ağaç hakkında kaynaklarda açıklanan rivayete göre müslümanlar ertesi yıl veya Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında (634-644) Hudeybiye’ye giderek bu ağacı aramışlar, fakat bulamamışlar. Sebebi ise, müslümanların ziyaretleri sebebiyle bu ağacın kutsiyet kazanmasından endişe eden Hz. Ömer, hilâfeti sırasında onun kesilip imha edilmesini emretmiştir. Kur’an’da ismi geçen ağacın putlaştırılması, onu ziyaret yeri haline getirmeye kalkmaları endişesinden dolayı ağacı kestirmişti Hz. Ömer. Bugün rukye adıyla yapılanları görmüş olsaydı, aynı Hz. Ömer sanırım rukye yapılan bütün yerleri kapatır, rukye işiyle uğraşanları tümüyle cezalandırırdı.        

 

 

 

Bölüm 2

BÂTIL DİNLERİN VE CÂHİLİYYENİN MİRASI; MUSKACILIK

Muska

“Muska” kelimesi, sözlükte “yazılı şey” anlamına gelen Arapça “nüsha” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Muska, bazı hastalık ve âfetlerden koruduğuna ya da bunları giderdiğine inanılarak üstte taşınan, suda eritilerek içilen veya yakılıp tütsülenen yazılı kâğıdı ifade eder. Çoğunlukla insanlar tarafından taşınan, bazen de belli mekânlara yerleştirilerek kötü güçlerin etkisinden koruma sağladığı kabul edilen muska, prehistorik / çok Allahlı dinlerden tek Allahlı dinlere kadar pek çok inançta yaygınca görülen büyü ile yakından alâkalı kült nesnelerinden biridir. Taşıdığı mâna bakımından muskanın antik dinlerden günümüze kadar fazla değişmeden geldiğini söylemek mümkündür. Buna göre muska, sahip olduğuna inanılan sihrî güç aracılığıyla, taşıyan kişiyi hem kötülüklerden koruyan hem kısmet getiren, çoğunlukla bir nesneden, bazen de yazı veya sembol şeklindeki gizemli karakterlerden oluşan özel objeleri ifade eder.[308] 

Duâ, kulun kendisini sürekli Allah'a muhtaç hissedip, Allah'ın huzurunda zillet ve yoksulluk duyguları içinde elini açıp O'nunla diyaloga geçmesi ve O'na ihtiyaçlarını arzetmesidir. Rasûlüllah'ın bir rahatsızlık duyduğu zaman, eğer tedavi olunması gereken boyutta ise, tedavi olduğu, başka hastalara da tedavi olmalarını tavsiye ettiği bilinmektedir.

Hiçbir rivâyette Peygamberimiz'in, duâ cümlelerinin herhangi bir şeye yazılıp boyuna veya vücudun herhangi bir yerine asılmasını tavsiye ettiğini görmemekteyiz. Ancak, ne zaman başladığını bilmemekle birlikte, Rasûlullah'tan yıllar sonra, duâların herhangi bir cisme yazılarak muska şeklinde vücudun herhangi bir yerinde (genellikle boyunda) taşıma uygulamasının başladığını biliyoruz. Bu mesele, âlimler arasında tartışmalı olup, böyle bir uygulamaya câiz diyen birtakım âlimler olmakla birlikte, cevaz vermeyen âlimlerin delilleri daha kuvvetlidir. Kadı Ebûbekir, Tirmizî şerhinde şöyle diyor: "Kur'an âyetlerinin yazılarak insan üzerinde taşınması Rasûlullah'tan bize ulaşmış bir sünnet değildir. Sünnet olan, hasta kimseye okunmasıdır, boyuna asılması değil."[309]

Sünnet olmayan ve bazı âlimlerin de cevaz vermediği âyet ve duâların (veya belirsiz işaretlerin) yazılıp muska şeklinde taşıma uygulaması, daha sonraki dönemlerde birtakım kötü niyetli insanların istismarına yol açmış ve bu insanlar tarafından kazanç yolu haline getirilmiştir.

Hayatlarını hevâları istikametinde sürdürürken Allah'a pek ihtiyaç duymayan, Allah'ın, hayatına müdâhale etmesine müsaade etmeyip istediği gibi yaşayan insanlar bile, satılan bu muskaları alıp çeşitli durumlarda bu muskaların veya Allah'ın kendilerini korumasını bekliyorlar. Bilindiği gibi, duâ bir çağrıdır, dâvettir. Bir varlığa ne kadar çok ihtiyaç hissediyorsanız onu o kadar çağırırsınız (duâ edersiniz). Duâ, boyuna asılmakla yapılmaz. Duâ, hissetmektir; duymaktır. Tamamen ruhun bir eylemidir. Duâ olayını maddîleştirmek doğru değildir. Duâyı muskacılık şeklinde uygulamanın bir başka sakıncası da şudur: Muska taşıyan kimseler başlangıçta şifayı Allah'tan beklemiş olsalar bile, zamanla bu duygular, takınılan muskaya yönelerek o cisim kutsallaştırılıyor. Sanki şifanın Allah'tan değil de; o cisimden kaynaklandığına dair duygular oluşuyor ki, bu çok tehlikeli ve tevhide aykırı hususlar içermektedir.

Hatta, bazen insanlar arasında, birbirlerine muska verip de, "al bunu tak; bu çok iyi bir muskadır. Ben çok faydasını gördüm." gibi ifadelerin sarf edildiğini çoğumuz biliriz. Böylece o cisimler kutsallaştırılmaktadır.

Kısacası; biz duâ olayının Kitap ve sünnetin ruhuna uygun bir şekilde asr-ı saâdette Peygamberimiz'in uyguladığı şekilde ve istismar etmeden ve istismarcılara fırsat vermeden icrâ edilmesini tavsiye ediyoruz.           

Hz. Peygamber’in sünnetinde muska ve temâ­im yasaklanmış, buna inanan kimselerin şirk koş­makta oldukları ifade edilmiştir. Çünkü Tevhid dü­şüncesi ihlâl edilmektedir. Şifayı da hastalığı da ve­ren Allah'tır. Allah inancı gölgede bırakılarak mus­ka ve benzeri şeylere önem vermek, tevhid ilkesine zıt, içinde şirk unsuru taşıyan bir inançtır. [310]

Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından şirk olarak tanıtılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: "İnne’r-rukã ve’t-temâime ve’t-tevelete şirkun / Şu bir gerçek ki rukye, muska, muhabbet ve kısmet açma muskası şirktir." [311]

Şu sözler de onun: "Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur."; "Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık, boncuk taşı­yanı Allah korumasın!" [312]

“Kesinlikle rukyeler, temîmeler (muskalar),  tiveleler (muhabbet muskası) şirktir."[313]

Yusuf el-Karadavî'nin muska konusunda yazdıklarından kısa bir alıntı yapalım: "Tevhid inancı, Allah'ın kâinatta yarattığı sebeplere başvurmayı reddetmez. Ancak, tevhid inancına ters düşen; belâyı defetmek veya belâ gelmeden ondan korunmak maksadıyla Allah'ın câiz görmediği gizli sebeplere sığınmaktır. Meselâ, mavi boncuk takmak veya asmak şirktir. Araplar, câhiliye döneminde cinlerin şerrinden korunmak veya göz değmesini önlemek amacıyla mavi boncuk takarlardı. İslâm, bu inancı ortadan kaldırdı. Ve Allah'tan başka hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin zarar ve musibetleri kaldıramayacağını onlara tebliğ etti. İmam Ahmed bin Hanbel, şu hadisi nakleder: "Kim temîme (nazar için boncuk) takarsa, Allah, onun işini tamamlamasın. Kim bir bir ved'at (katır boncuğu) takarsa, Allah onu korumasın." [314] Başka bir rivâyette, "Kim temîme (nazar boncuğu) takarsa müşrik olur." [315]

Temîme takmanın anlamı: Nazar boncuğunun hayır getirip şerri defedeceğine inanarak kalbini ona bağlamaktır. Bunun şirk olmasına gelince, zararı defetmek için Allah'tan başkasına yapılan bir istek vardır. Hâlbuki Allah şöyle buyurur: "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse onu gideremez. Ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O her şeye kadirdir."[316] Halkın muska çeşitlerine isim verdiği "camia", "hirz", "hicap" ve bunlara benzer şeyler; mavi boncuk kabilinden olup şirke götüren büyük suçlardandır. Güç yetiren her müslümana, bunları kaldırıp atmak vâciptir.

Muska, sadece Allah'ın âyetleri veya yüce isim ve sıfatları ile yazılmışsa, yasaklanan muskalar arasına girer mi, yoksa onlardan istisna edilip takılması câiz mi? Bu konuda selef ihtilâf etmiş, kimi ruhsat vermiş, kimi de men etmiştir. Bizim tercih ettiğimiz görüş ise, ileri süreceğimiz delillerden dolayı, Kur'an âyetleri yazılmış olsa da, bütün muskaların câiz olmadığıdır.    

 

Hiçbir Muska Câiz Değildir. Çünkü;

1- Muskaların her çeşidi yasaklanmıştır. Bu konudaki hadisler, âyetle yazılan muskaları istisna etmemiştir.

2- Sebeplerin önünü kapatmak ilkesi (seddü'z-zerîa): İçinde Kur'an yazılan muskaların takılması câiz görülürse, diğer muskaların takılmasına kapı açılır. Şer kapısı açıldı mı, bir daha kapanması zor olur.

3- İnsanları Kur'an'a önem vermemeye sevk eder. Çünkü böylece insanlar, yazılan âyetleri pis yerlerde, tuvalette, cünüp, hayız ve benzeri durumlarda üzerlerinde bulundururlar. 

4- Muskacılıkta Kur'an'la istihzâ etme ve onun amacına ters faâliyet gösterme durumu da vardır. Çünkü Allah, insanları karanlıktan çıkarıp, nura kavuşturmak ve en doğru yola iletmek için Kur’an’ı indirdi. Nazardan koruması, kadınlara ve çocuklara muska veya tılsım olarak asılması için indirmedi.

 

Muska ve Tılsımların Menşei

Muska ve tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan "fetiş"tir. Bu inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.

Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri "uğur getiriyor" inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. İslâm'ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur’an’ın "onlar akıllarını kullanmazlar, düşünmezler"[317] ifadesini her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür "uğur taşları" vb. yaygınlaşmakta, İslâm'dan uzaklaşan insan ne kadar gülünç olabilmekte ve ne kadar aşağı konumlara kolayca düşebilmektedir!

Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır'da bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahid'de (Tevrat'ta) rivâyetler vardır.[318] Hıristiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, başarılı olamayınca tâviz vermeye başlamışlardı. Şimdi çok sayıda papaz rukye yapmakta, muska yazmaktadır.

Milâdî 366 yılında toplanan "Laodice" dinî kurultayı, muska ve tılsım taşımayı yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat hıristiyanları bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar. Muskaların yerine "haç", hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, "Agnus Dei" (Allah Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar.[319]  

İslâm'ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan'da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında "tılsım-muskalar", çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs. eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W. K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir.[320]

Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur'ân-ı Kerim'den âyetler, Esmâü'l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve afsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü'l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü'minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.

Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Afsun ve tılsım kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; "ebced, hevvez..."deki sıraya göre adet (sayısal değer) ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat edilmiştirki, "ebced, hevvez..." aslında hece harflerinin sırasını göstermek ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız sözlerden (mühmelât) ibârettir. Her şeyde esrâr arayan uydurma meraklıları bu "ebced"deki mühmelât hakkında birçok hurâfe icad etmekte zorlanmamışlardır. Aslında bu "ebced..." Aramî alfabesindeki harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına geçmiştir. Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir. Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana koymak maksadıyla bu "a, b, c..." sırasını bozmuşlarsa da, eski sırayı "abced hevvez" altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir. Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu "ebced"deki sıraya riâyet etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz harflerin büyük bir kısmı, Esmâü'l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da, bu harflerin "ebced" hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir. Bazı tılsımlarda ise bu "ebced" hesabı tutmuyor.

Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin (hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır. 

Yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz zaman, "aman çarpılırsın!" diyerek size muskalarını vermek veya açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin İslâm'la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır, hurâfedir. Bunların yahûdilerin Kabbalah (Kabala) denilen mistik ve skolastik felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir.

Bu felsefeye göre yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi din kitaplarında zikredilen Allah adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü hârikalar icad etmek mümkündür. Bu kabbalah mârifetleri nesilden nesle gizli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi. 13. y.y.dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı. İspanya yahûdilerinden de müslümanlara geçti.

 

İnsanlar Muskacıya Niye Gider?

Çokça görülen olaylardan biri, diğerlerinin kopyası şeklinde şöyledir:

Karı-koca veya iki nişanlı, aralarında anlaşmazlık çıkar, sonra problemler sık sık tekrarlanır. Büyük ihtimalle aralarında uyum problemi, fikir ayrılığı, kültürel farklılık gibi sebepler vardır. Bu problemler üzerinde durup çözüm üretmek yerine; işin kolayına kaçılır. Mümkün bazı büyüklerin de teşhisi odur. Kendileri de buna inanır: Bu, hocalık bir problemdir. Etraftan herkes bir değil belki on adres gösterir. İçlerinde reklamı en fazla yapılan kimse üzerinde kararlaştırılır. İyileşme beklentisi, halkın dolduruşuna gelmek ve her şeyden önceliklisi ve önemlisi şeytanın amelleri süslemesi ile Hoca denilen bir cincinin, üfürükçünün yanındasınızdır. O nereye bakıyorsa bakmış, (sizi inandırmış) ve muska yazıldığını tespit etmiştır. Veya sizin için mükemmel bir muhabbet muskası gerekiyordur. O muskayı takarsanız, eşiniz size deli gibi âşık olacaktır. 

Gaybı bilen sadece Allah'tır. İki kişi arasında bir başkası muska yazıyorsa, bunu bir başkası nasıl görüp anlayabilir? Bunlar dinin ve aklın kabul etmeyeceği şeylerdir. İki kişi arasındaki geçimsizlik ve anlaşmazlığın sebebinin kâğıt üzerine yazılmış bir yazı olduğunu, muska denilen bir yazının insan kaderini değiştirip insanları oyuncak haline getirebileceğini, insanın istemeden bazı şeyler yapmasına sebep olduğunu nasıl kabul edebiliriz? Veya geçimsiz karı-kocanın arasını, adına muska denilen bir kâğıt parçası nasıl düzeltecektir? Bırakın muska denilen içinde ne yazdığı belli olmayan bir yazıyı, o yazının içinde Kur’an âyetleri olsa ne olur? Allah'ın kelâmı olan Kur'an-ı Kerim'in yazılı olduğu mushaf dediğimiz kitap bir kimsenin evinde, arabasında bulunursa, ya da küçük şekilde yazılmış şekliyle boynuna asılırsa, o insanın kaderi değişir mi? Ameliyata boynunda Kur’an asılı olarak girse bir kalp hastası, ameliyattan yüzde yüz kurturulur mu? Yanında devamlı Kur'an taşıyan bir kimsenin başına hiç belâ, hastalık, geçimsizlik gelmez mi?

Evi yanan kimsenin demek ki evinde çeyiz sandığında veya duvarında asılı, güzel kılıflara sarılı bir Kur’an, mushaf yokmuş ki, evi yanmış; yoksa yanmazdı diyenler doğru mu söylüyor? Belâların böyle kolay def edilmesi sözkonusu olsaydı, Peygamberimiz ve âlimler muska gibi, ondan daha etkili olacak şekilde müslümanlara Kur'an taşımaları, küçük Kur'an şeklinde boyunlarında Allah'ın kitabını taşımalarını isteyip emretmesi gerekmez miydi? Siz hastalıktan korunmayın, eşinizle veya nişanlınızla kavga edin. Boynunuzdaki yazı veya kitap problemi çözsün; oh ne güzel ve kolaycı anlayış... Müslüman sebeplere yapışmaz, doğru çözümler aramazsa, böyle yanlış şeylere inanır ve gülünecek bir duruma düşer.

Eline düşmüşsün bir kere. Rukyeci diye geçinen üfürükçünün kapısına gelmişsin bir müşteri olarak. Sizden yararlanacak elbette. “Sizde bir şey yok, gidin aklınızı kullanın, problemlerinizi konuşun, anlaşmaya çalışın” demesini beklemezsiniz tabii. Böyle deyince kim para verir? Bu tür insanlar, her müracaat edene "sana muska yapılmış" derler, derler ki, yollarını bulsunlar. İnsanlar da dini de psikolojiyi de insan ilişkilerini de hayatı da tam bilmediklerinden ve bu tür problemlere kolay çözümler aradıklarından kandırılmaya müsait olurlar. Ne bilsin halk, büyünün ve muskanın ne olduğunu, şifa hocası diye bir hocalığın olmadığını. Hoca denilen o muskacı, üfürükçü, cinci kimseler, güya hem büyüden kaçınır, büyü bozmaktan anlamaz, hem de (tabii senin ısrarınla, “senin hatırın için” diyerek) çözüm(!) üretir. Büyüyü bozmayı bilmediğini söyleyen hoca, büyüyü bozmak için genellikle ona birşeyler yedirmeni istiyordur. Bir kâğıtla büyü yapılması kötü ise, bir şey yedirilerek insana etki edilmesi de aynen büyü gibi kötü sayılmalı değil mi?  Aslında ne büyü vardır ortada, ne cinlerin herhangi bir karıştırması. Sadece istismar edilip kandırılmaya aday biri vardır ve birisi de bundan yararlanmak istiyordur.

Muskacıya gidenin bu olağanüstü işler yapan, olağanüstü kişi için düşündüğü bir husus şudur: Evinde saklı olan muskaları nasıl gördü acaba? Çoğunlukla cevabı şu şekilde verir: "O görür tabii. Olağanüstü birisi. Senin, benim göremeyeceğimi görür ve bilir." Böylece hocam diye saygı duyduğu ve bilinmeyenleri bilen, çözümsüz problemlere çözüm bulan o kimseyi, muskaların saklandığı yeri, yani gaybı bildiği anlayışıyla onu yarı Allah şeklinde değerlendirmeye başlar. “Ben büyü yapmam; hatta ben büyü bozmasını da bilmem" ayaklarına yatıp sonra “ben okurum, şifa hocasıyım, sünnet olan rukye yaparım, okuyarak düzeltirim” diyen ve naza çeken birisi. O, ayağına gelmiş bir fırsat, herkesin olmayan muskasını görür. Kandırılmaya müsait olanları kandıracak olanlar çok çıkar.

Böyle hurafelere inanacak kadar saf, enayi olunca karşısındaki; bu tür şarlatanlar da onların hem umutlarıyla, hem inançlarıyla, hem paralarıyla rahat bir şekilde oynarlar.

İnsan, sözgelimi eşiyle bir problem yaşıyorsa, aralarındaki problemleri konuşarak çözmeye çalışmalıdır. İki akıllı, olgun insan gibi birbirini ikna etmeye gayret etmelidir. Kendileri güzel geçinecekler de aralarına bir kâğıt parçası girmiş, o izin vermiyormuş, muska denilen o kâğıt parçası geçimlerini bozuyormuş. Aklı başında olan kimseler böyle uydurma gerekçelere nasıl inanabiliyor, anlamakta zorlanıyoruz. Yok, eğer eşiyle anlaşamıyorsa, fikirleri çok farklı ise, ayrı kültür ve inanca sahiplerse zaten bu beraberlik hayır getirmez. Kâğıdın, üfürüğün getireceği sevgiden, birlikten ne olur? Üfürmeyle gelen bir sevgi bir üfürüklük sevgi, onun bunun bir üfürmesiyle, ya da küçük bir tartışmanın nefislere yansıyan üfürüğüyle de yok olur gider.

 

Muskacıların Dayanağı

Her şeye bir dayanak, bir gerekçe arayan insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek için bazen kutsal değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim muskacılardan bazıları İsrâ sûresindeki Kur’an’ın şifâ olduğunu belirten âyeti, muska yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen âyette muska yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle buyurmuştur: "Biz Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır."[321] Kur'an, ruhları terbiye ederek mü'minleri psikolojik problemlerden ve rûhî hastalıklardan korur. Mü'minler, o sâyede bâtıl akîdelerden, kötü huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin edebilirler. Yine, tıbbî tedaviden sonra Allah’a duâ edip şifa dilemenin ve Fâtiha gibi sûreleri hüsnüniyetle okumanın bazı bedenî hastalıklar için de bir şifâ vesilesi olabilir. Kur'an, beşeriyete yücelme sebeplerini, takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve mânevî helâke sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine dünya ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır. Fakat Kur'an, zâlim için, Kur’an’ı inkâr eden, onun hükümlerine karşı gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz. Çünkü bu kimseler Kur’an’ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için mânevî felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan, kendisine verilen en faydalı bir ilacı terk eder de midesini zehirli şeylerle doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâke mâruz bırakmış olur. Kur'an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara ve kötü huy sahiplerine gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda şifâ ve rahmet olduğunu, ama kötü niyetli zâlimler için ise, bir helâk sebebi olabileceğini anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle olursa olsun, muska yazılacağına dair hiçbir işâret yoktur.

Kur'ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak için değil; "insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak"[322] gönderilmiştir. Allah'ın Kitabının âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine sebep olmak veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm'a ve İlâhî Kitaba ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir, hıyânettir. Hatta mü'minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En üzücü tarafı ise bunu yapanların kendilerini, dâvetçi âlim anlamında "hoca" olarak lanse etmeleridir. Oysa İslâm'da "hoca" dinin hükümlerini bilen, ilmiyle amel eden, Allah'tan korkan, Allah'ın âyetlerini az bir dünya metâına satmayan örnek ve önder bir şahsiyettir, öyle olmalıdır. İslâm'ın yasak kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara cevaz veren insan, hoca olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur; bunlara dense dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı muskacı denilir.

 

Muskacıların Sonu

Ömrünü muska yazarak, fal açarak, sihir yaparak geçiren pek çok insanın sonu hüsran ile noktalanmıştır. Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de feci hastalıklara yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir. Vakitlerini muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî menfaat temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh olmuyorlar. Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç olarak geçmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Bir büyücü ne amaç güderse gütsün, asla kalıcı bir başarı elde edemez. “Büyücü nereye gitse iflâh etmez, başarılı olamaz." [323] Hayatlarının sonunda perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir. Bu çektiklerinin tümü, yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki küçük cezâsıdır. Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü bakılması haram olan nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice genç kızları veya evli insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar, ümitleriyle oynamışlardır. Allah'ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar, imanın temelini sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır. Böylelikle yahûdi ve hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları birkısım insanlara kabul ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını sarsmaları ile İslâm âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar açmışlardır.[324] Her aklı başında mü'min, insanları bu tür cinci, muskacı, üfürükçü sahtekârların tahribatından korumak için elinden gelen gayreti esirgememelidir.[325]     

Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde olmayanı değil. Nice insan, hem de din adına, dini de küçük düşürerek ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve bid'atler, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi ve Salı günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya evinin yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor. Bâtıl inanç, hurâfe ve bid'atlerden ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle, Kur’an’ın hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara yönelmenin nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve gerçek bilgilerle doldurulamaması, İslâm'ın hâkim değil mahkûm olması, câhiliye düzeni, medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri, eğriyi doğru diye göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci, câhil ve bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi gösterilip "hoca" diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek, aksine büyüyecektir.

Şifâyı Allah'tan değil de afsuncudan beklemek, Allah'a tevekkülü bırakıp üfürükçülerin peşine düşmek caiz olmadığı gibi, başkasına kötülük yapmak, zarar vermek amacıyla okuyup üflemek, düğüm bağlamak da haramdır. Bu gibi insanlar, şerlerinden Allah'a sığınılması emredilen "Düğümlere üfleyen şerli büyücüler" zümresine girerler.

Şunu da belirtmek lâzımdır ki Peygamber’in kendisi rahatsız olduğu zaman kendisine ve ağrıdan şikâyet eden kimselere duâ ettiğine dair rivayetler vardır; ama ne onun, ne de sahâbîlerinin, hastaya nüsha (muska) yazdıklarına veya muska taşıdıklarına veya buna cevaz verdiklerine dair hiçbir sağlam delîl yoktur.

Okumak, ruhsal bir telkin ve tedavidir, birini şifâya kavuşturması için Allah'a du'â ve niyazdan ibarettir. Şifâyı veren Allah'tır. Bunun ötesinde muskacılık, üfürükçülük yapıp bu yolla geçim sağlamak, İslâm dînine ve Peygamber yoluna aykırıdır.

 

Aydın Geçinenlerin Muskası: Cevşen

Nedir Cevşen? Muska, Kolye, Tılsım, Duâ, Hırsız Kovar, Nurculuğun Simgesi…

Cevşen, hem muskadır, hem kolyedir, hem duâdır, hem vahiydir, hem okunması Kur’an’dan daha faziletlidir. Yangına engel olur, hırsızı kovar. Daha neler neler yapar? Savaş kazandıran kalkandır o. Allah’ın vahiyle gönderdiği bir hediyesi. Dört kutsal Kitabın harfleri sayısınca sevaba, büyük peygamberlerin hayat boyu kazandıkları sevap kadar sevaba ulaştırır.

Eh, insanı bu kadar sevaba ulaştıran şey, okunmaz, boyna asılmaz, muska yapılmaz da ya ne yapılır?

Farsça asıllı olduğu kabul edilen “cevşen” kelimesi sözlükte “bir tür zırh, savaş elbisesi”[326] anlamına gelmektedir. Terim olarak Şiî kaynaklarında Ehl-i beyt tarikiyle Hz. Peygamber’e isnat edilip Cevşen-i Kebîr (el-Cevşenü’l-kebîr) ve Cevşen-i Sagîr (el-Cevşenü’s-sagîr) diye bilinen, metinleri birbirinden farklı iki duânın ortak adıdır.[327] Adı geçen duâ şiî kaynaklar vasıtası ile gelmiş[328] ve çok geç dönemlerde sünnî dünyada şöhret bulmuştur.[329] Halkın yoğun ilgisine rağmen Türkiye’de Cevşen üzerinde fazla bir araştırma yapılmamıştır. İlk defa Ahmed Ziyâuddin Gümüşhanevî[330], Mecmûatu’l-Ahzâb adıyla derlediği duâlar arasında Cevşen duâsı ile senedine de yer vermiş, daha sonra Saîd Nursî (1878-1960) eserlerinde adı geçen duânın önemi üzerinde durmuş, Münacaat Risâlesini[331] Cevşen’in tefsiri şeklinde kaleme almıştır. Esasen Nursî’nin yazmış olduğu eserlerde özellikle tevhîd konusunda Cevşen duâsından ilham almış olduğu söylenebilir. Bu sayede Risâle-i Nûr okuyan büyük bir kitle Cevşen’le tanışmıştır.

 

Cevşen’in Kaynağı

Cevşen-i Kebîr duâsına ilk olarak Şii yazar el-Kef'amî'nin bir duâ kitabında rastlanmaktadır. Duâ ondan sonra tarikat şeyhi Gümüşhanevî'nin eserinde görülmektedir. Şu halde denebilir ki, Cevşen-i Kebîr, el-Hıllî'den sonra ortaya çıkmıştır. Cevşen-i Kebîr bundan sonra pek çok kitapta veya müstakil nüsha olarak görülmektedir. Son durum olarak Cafer-i Sâdık’a nisbet edilen ve hicrî 11. asırda yazıldığı bilidirilen bir Duâu'l-Cevşen nüshasını örnek olarak zikredebiliriz. Yani bu seneddeki son ravi ile kayda geçtiği eser arasında 7 asra yakın bir zaman boşluğu bulunmaktadır. Bu durumda baş tarafı eksik olan (muallak) bu senedin hem Şiiler hem Sünniler için hiçbir ilmî değeri olmamalıdır. Dolayısıyla bu senede bakarak duânın "Şii imamlar vasıtasıyla geldiğinden" bahsetmek isabetli değildir. Diğer bir ifadeyle sorun, duânın Şii imamlar vasıtasıyla gelmiş olması değil, böyle bir durumun hiç olmamasıdır. Ayrıca senedi böyle olan bir haber için muttasıl, mütevâtir gibi nitelemelerin yapılması da asılsız ve gerçek dışı beyanda bulunmak demektir.”[332]

Cevşen diye bilinen duâ ile ilgili olarak mutlaka söylenmesi gereken; bugün çokça meşhur olmuş bu “duâ”nın İslâm kaynaklarında yer almadığıdır. Yer almayan bir şeyin faziletinden de bahsetmenin mümkün olmadığıdır.

Elbet duâ hak, elbet duâlarımız olmasa hiçbir ehemmiyetimiz olmaz. Ancak, din duâdan ibaret değildir. Hayatta yapılacak önemli nice hususlar var. Rasûlullah'ın örneğine baktığımızda tüm hayatına yayılmış bir çaba görüyoruz. İstese mescidde ashabı ile duâ eder, her şeyi duâ ile çözmeye çalışırdı; o öyle yapmadı, devamlı bir çabayı yürüttü, bununla birlikte duâ da etti. Fakat Cevşen diye bilinen özel bir dua ettiğine dair kuvvetli veya zayıf hiçbir rivâyet yoktur.

 

Cevşen Sektörü

Dünyada her türlü beladan, âfet, hastalık yangın ve soygundan korunmak, Allah ile aranızda herhangi bir perde kalmayıp tüm isteklerinizin yerine getirilmesini ister misiniz? Asla cehenneme uğramadan cennetteki köşklerde saltanat sürmeyi garanti altına almaya ne dersiniz? Dileyenler için Bedir'de şehid olan ashabın derecesinden 900.000 kat daha fazlasına sahip olmak pek uzak (bir ihtimal) değil! Diyar diyar dolaşıp nefesi güçlü, her derde deva muskalar yazan cinci ve büyücü hoca efendiler aramaya gerek kalmadı artık. Bu zikredilen kudsi sonuç ve derecelere ulaşmanın yolu size en yakın kitapçıya uğrayıp bir adet "Cevşen-i Kebir" satın almaktan geçiyor. Çünkü Türkiye yaşadığımız günlerde İslâmi(!) cemaat ve çevrelerin üstün gayret ve fedakârlıkları sonucu "nur topu" gibi bir "cevşen sektorü"nün doğuşuna şahit oldu. Tabii sadece cevşen sektörünün doğuşuna değil, insanları adaletli ilişkiler bütününe teşvik eden İslâm'ın da ucuzlatılmış ticarî bir meta haline getirilmesine de şahit oldu Türkiye halkı.

Nedir Cevşen? Cevşen hakkında Allah katından bir bilgi indirilmiş midir? Cevşen'i hangi sapkın zihniyet gündeme sokmaktadır? Bu türden ifsad edici bir zihniyet bireysel ve toplumsal bünyede itikadî, siyasî ve ekonomik sömürgeciliği nasıl etkin kılmaktadır? İnsanları Furkan olan Kur'an'a değil de, hakkında Allah katından hiçbir bilgi indirilmemiş hurafelerin peşine takan ulema kılıklı büyücülere, gaybdan haber getirdiğini iddia eden "hoca efendi" sıfatlı samirilere karşı nasıl daha ciddi ve kuşatıcı önlemler alabileceğimizi düşünmeyecek miyiz? Bu sebeple bir örnek olarak "Cevşenü’l Kebir" hakkında tarihsel veri ve rivayetleri de içine alan genel bir değerlendirme yaparak bu tür sapkın inançların kurulu zâlim düzen ve müdâfîlerinin lehine, müslümanca yaşamaya çabalayan fakat cehaletle kuşatılmış geniş halk kesimlerinin aleyhine nasıl bir işleyişe sahip olduğunu ele almaya çalışacağız.

Cevşen; 100 farklı bölümden ibaret oldukça uzun bir duâdır. Duâ Allah'a atfedilen 250 isim ile 750 sıfat ve münacaatı içerir. Şii ve Sünni hadis külliyatlarında mevcut olmayan 15 sahifelik uzun bir metni vardır. Cevşen'in metni hakkında çok farklı kanallardan oldukça mübalağalı rivayetler mevcuttur.

Rivayetlerde anlatıldığına göre Uhud Savaşı sırasında Hz. Peygamber’in üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Hz. Peygamber ellerini açarak Allah'a duâ etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve "Ey Muhammed! Rabbin sana selam ediyor. Ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duâyı okumanı istiyor. Bu duâ hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır" demiştir. Kaynaklar Cebrail'in peygamber'e duâ öğretmekle birlikte duânın önemi ve faziletleri hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler aktardığını da kaydederler. Tabii ardından bu duânın kudsiyeti ve kerameti babından onlarca rivayet nakledilerek. İki örnek olarak şu rivayetler zikredilebilir; "Allah dünyayı yaratmadan 50.000 yıl önce Cevşen-i Kebir’i arşın direkleri üzerine yazmıştır." "Cebrail, Hz. Peygamber'den duâyı kâfirlere öğretmemesini, sadece mü’min ve takva sahibi kişilere talim etmesini istemiştir."

Cevşen, rivayet kanalları itibarıyla her ne kadar İmam Musa Kâzım'dan itibaren yukarı doğru Hz. Muhammed'e isnad edilmiş olsa da kaynak niteliğindeki Şii ve Sünni eserlerde yer almadığını ifade etmiştik. Cevşen, ancak Şii literatürde kaynak olma özelliği taşımayan duâ mecmualarında yer almıştır. Cevşen duâsı sûfilerin zikir ve virdlerinde oldukça önemsenir. Türkiye'de ilk defa kendisi de mutasavvıf ve tarikat şeyhi olan Ahmet Ziyaettin Gümüşhanevi'nin "Mecmuatü’l-Ahzâb"ında yer almıştır. Sonra Said Nursi'nin "Emirdağ Lahikası" isimli eserine de girmiştir. Şii dünyada Cevşen'e şerh ve haşiyeler yazanlar genelde Ahbari kanaldan gelenler olmuştur. Sünni dünyada ise Said Nursi'nin talebeleri -özellikle Fetullah Gülen ve cemaati- Cevşen'le ilgili itikadî veya ticarî bütün işleri fedakârca omuzlamışlardır.

Önce Cevşen mevzuu itikadî bir gereklilik haline getirilip, ilgili tüm bilgi ve malzemeler, mutlak sûretle elde bulundurulması gereken ihtiyaçlar haline dönüştürüldü. Bu, işin teorik tarafıydı. Cevşen'le ilgili teoriler vaazlarda işlendi. Teyp ve video kasetleriyle daha geniş kesimlere ulaştırıldı. Daha sonra yazılı metin haline getirilip basıldı. İşte Cevşen'e dair yazılanlardan bir kaç not: "Cevşen manası itibariyle Efendimiz'e ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da Ehlullah'tan birisi, bu Cevşen'i keşif yoluyla Efendimiz'den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır. Onlar "keşfen aldık " dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de katiyyen doğrudur."[333]

Fetullah Gülen'in oluşturduğu mantık örgüsünü olaylara yaklaşım ve çözümleme zihniyeti olarak yürürlüğe soktuğumuzda ister istemez bizden de şöyle bir mantık silsilesi sâdır olacaktır: "Rasûlullah'a gelen vahiylerin bir kısmı Kur'an'da yer almamıştır. Rasûlullah gelen vahyi insanlara duyurmak yerine kendinde rezerv ederek Kur’an’ı tamamlanmamış bir kitap derecesine düşürmüştür. Rasûlullah'a gelen vahiyleri "ehlullah'tan olmayan sahabiler farkına varıp kavrayamamış, ancak birkaç yüzyıl sonra tasavvuf ehli bir sufi "gayri metluv vahiy"den bir kısmını içeren "Cevşen-i Kebir'i keşif yoluyla elde etmiştir. Sufi "keşfen aldık" diyorsa, katiyyen doğrudur. Fetullah Efendi ve onun efendisi Said-i Nursi de "vakıa budur, iman edeceğiz" diyorlarsa, doğru diyorlardır. Mükellefiyetimiz "işittik ve itaat ettik" demektir.

Bu sapkın mantık örgüsüyle insanlar dünyada rezilliğe, âhirette ise kötü âkibete mahkûm olurlar. Bu mantık örgüsünün aştığı yol, te'vil adı altında Kitab'ın apaçık hükümlerini ayaklar altına alır. Bu sapkın yol, İlahi bildirimle iletilen tüm ölçü ve kriterleri kaale almayan, yok sayan bir zihniyetin ürünüdür. İki örnek olarak yine Fetullah Efendi'nin kitabından yararlandık "İmam Rabbani der ki: "Ben İbn Mesud'dan muavvizeteyn (Felak ve Nas Sûrelerinin Kur'an'dan olmadığına dair rivayetini görünce, bu sûreleri farz namazlarında da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz'den onların Kur'an'dan olduğuna dair ihtar aldım ancak o zaman bu sûreleri farz namazlarında da okumaya başladım." Fetullah Efendi ise "bazılarının bizim Kunut duâsı olarak okuduklarımızı, Kur'an'dan kabul etmesi, yukarıda işaret etmek istediğimiz hususa ayrı bir delil kabul edilebilir"[334] diyen (biri tasavvufu, diğeri nurcuları temsil eden iki zihniyetin hurafelerde birleştiği gibi Kur’an’a ilave yapan ve Kur’an’daki bazı sûrelerin Kur’an’dan çıkarılması gerektiğine inanacak kadar inançları Kur’an’la çelişkilidir.)

Bu sapkın düşüncelerin mümessilleri halen kıyasıya yarış ve rekabet içinde birbirleriyle mücadele ediyorlar. Nurcuların Batıni-Şii kaynaklardan devşirdiği Cevşen ile itikadî ve iktisadî sektördeki tekelciliğini kırmak üzere Nakşibendiliğin Halidiyye kolu temsilcilerinden Cübbeli Ahmet Efendi de bir karşı atak oluşturdu. Cübbeli Efendi "Na’l-i Şerif"i keşf ederek, "Na’l-i Şerif"in faydalarını tüm ümmetin faydasına olmak üzere piyasaya sürdü.

Böylece hem imanımızı korumak, hem de bin bir türlü bela ve musibetlerden emniyette olmak için müslüman birey ve toplumların tüm işlerini sufistik geleneğin Türkiye'deki güçlü iki temsilcisi konumundaki Nurcuların ve Nakşibendilerin hararetle sahiplendiği muskalara havale etme noktasına geldik. İtikadî, siyasî, iktisadî veya sosyal alanlardaki gerek bireysel gerekse toplumsal bünyedeki küfrü, şirki, zulmü ve nifakı gidermek üzere Allah katından indirilmiş olan Kur'an, bizzat bu sapkın ve saptırıcı "Hoca efendiler" tarafından muskalar için basit bir malzeme haline dönüştürülüyor. Kalpleri ve akılları Kur'an'la şekillendirmeye değil; muskalarla şekillendirmeye kalkışan bu hoca efendiler, insanları Allah'a değil, âdeta kendilerine kul yapma çabasındadırlar. İnsanları Kur'an'da önerilen sâlih amellere değil de; Yahudi ve Şamanist kültürlerden ithal edilen büyü, tılsım ve cifrden sentezlenen muskalarla oluşturulan "sahte İslâm" havasıyla bu hoca efendiler hem yürürlükteki zulmün devamını sağlıyorlar, hem de otoriter ve ekonomik bir getiriyle bir statü elde ediyorlar.

Yazılıp çizilenlerden, anlatılıp konuşulanlardan etkilenen kitleler mutlak sûrette bir Cevşen-i Kebir veya Na’l-i Şerif edinmenin yollarını arar oldular. Gerek Na’l-i Şerif gerekse Cevşen-i Kebir kolye ve maskot şeklinde hazırlanmış, altın yaldız serigrafili, deri kaplı, gümüş kaplama, eşantiyon olarak dağıtım için firma isimlerini işleme imkânı vb. gibi özelliklerle çok amaçlı ve çok fonksiyonel hale getirilmiş. İçerdiği bu özellikler sayesinde hem itikadınızı sağlamlaştırıyor hem de yakışıklılığınızı arttırıyorsunuz. Yani her şey ümmet için.

Cevşen-i Kebirin ve Na’l-i Şerifin işlevi şimdilik bu kadarla sınırlı; fakat "Bu duâyı kefeninin üzerine yazan mü'min azap görmez" rivayetinin henüz hoca efendiler tarafından keşf edilmediğini sanıyoruz. İran'da bazı özel matbaalarda kefen bezi üzerine baskı yapılmakta, ölü bu özel baskılı bezle kefenlenmekte ve böylece defnedilerek azabdan emniyete alınmaktadır. Türkiye'deki hoca efendiler de derhal bu konuyu tetkik edip ülkemizde de bu uygulamayı başlatırlarsa hem matbaacılık ve tekstil sektörü açısından hem de ölen vatandaşlar açısından sayılamayacak kadar faydaya vesile olacaklar. Hoca efendiler ve bağlısı sektörler de hayırlarda yarışmayı ne de çok severler ya! Bakalım bu hayır yarışını Cübbeli Efendi'nin bağlıları mı yoksa Fethullah Efendi'nin takımı mı kazanacak!? Bunu zaman gösterecek.[335]

Hâlbuki, tarihî vâkıa hiç de Cevşen’cilerin dediği gibi değildir: Uhud savaşına katılırken Cebrail’in gelip zırhını çıkar, onun yerine cevşen muskası tak, cevşen oku dediği şeklinde bir rivayet gündeme getiriyor Cevşenciler. Özellikle Bedir Savaşı’na katılmamış olan genç sahâbîler düşmanı Medine dışında karşılamak ve meydan savaşı yapmak istediler. Bunların ısrarlı istekleri üzerine Hz. Peygamber şehrin dışına çıkmaya karar verdi, 1000 kişilik bir ordu hazırladı, zırhını giyerek ordusunun başına geçti. Durumun ciddiyetini sonradan kavramış olan gençler Hz. Peygamber’in ictihadına aykırı bir görüşte ısrar edip onu istemediği bir işe razı ettikleri için pişman oldular, bu durumu Hz. Peygamber’e arzettilerse de Rasûlullah, “Bir peygamber, zırhını giydikten sonra, Allah (onunla düşmanı arasında) hükmünü verinceye kadar, savaşmadan onu çıkarması doğru değildir” buyurdu.[336] Hz. Peygamber ordusuyla düşmanı karşılamak üzere Medine dışına çıktı.

 

Cevşen’in Yere Göğe Sığmayan Faziletleri

Said Nursi, bir kitabında şöyle diyor:

“Aziz, sıddık kardeşlerim! Nazif büyük bir hayır yapmak için Nurcuların ehemmiyetli bir virdi olan Cevşenü’l-Kebir’i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, haşiyesindeki pek hârika ve müteşabih hadîslerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı. Ben de dedim: Otuz beş seneden beri her gün Cevşen’i okuduğum halde o haşiyeyi üç-dört defadan ziyâde okumadım. Onun için onun aynı münasib olmaz. Tâ muârız ve zındıklar itiraz parmaklarını uzatmasınlar. İnşâallah yakında o mübarek Cevşenü’l-Kebir, Nurcuları şavkıyla tenvir edecek.” [337]

Bu kadar abartı, bu kadar gerçek olmayan vaadler var diye değil; küçük bir amele bu kadar büyük sevap verilemez diye de değil; bu rivayetleri sahih kabul etmeyen, bu kadar uydurma olmaz diyen muârız (karşı çıkan) ve zındıklar (inkârcı, ateist, dinsiz, münâfık) kimseler itiraz parmaklarını uzatmasınlar diye bu faziletlerin Cevşen’e yazılmasını onaylamaz Said Nursî. Yazılmasını istemediği şeyler de nedir? Ona göre pek hârika ve müteşâbih hadislerdir. Neymiş bu dinsiz, inançsız kimselerin karşı çıkacağı hârika hadis diye takdim edilen rivâyeti görelim.        

Tarikat şeyhi Gümüşhanevî’nin Mecmuâtü’l-Ahzâb adlı eserinde tam beş sayfa uzunluğunda olan ve tercüme edilmiş şekli ile Cevşen’in faziletinden bahsedilen pek hârika hadis diye takdim edilen, Peygamberimizden çok sonraları uydurulan, sahih hadis kaynaklarının hiçbirinde yer almayan uydurma rivâyet şudur:

Kıymeti ve tesiri çok yüce olan bu mübarek duâ bize Ebu Ümame’den rivayet edilmiştir. O, Câfer-i Sâdıktan, O babasından, O dedesi Hazreti Hüseyin’den, babası Hazreti Ali (R.A.) kanalı ile rivayet etmiştir.

“Hazret-i Ali Efendimiz, oğlu Hz. Hüseyin Efendimize:Evladım, sana şânı çok yüce olan Allah’ın sırlarından bir sır öğreteceğim. Bu ilâhî sırları bana Rasûl-i Ekrem (sav.) öğretmiştir. Bunun üzerine Hz. Hüseyin (r.a.): “Her şeyim size feda olsun, haber veriniz babacığım.”

“Çok sıcak bir günde Rasûlullah ile Uhud’a doğru orduyu naklediyorduk. Bir ara başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Allah’a duâ ve niyazda bulunurken açılmış gök kapılarından Cebrail’i gördü. Cebrail Rasûl-i Ekrem’e: ‘Allah Teâlâ’nın sana selamı var. Zırhını çıkarıp bu duâyı okumanı emir buyurdu. Onu okuyup taşıman senin için daha güç kaynağıdır.’ Peygamberimiz (s.a.s.) sordu: Ey kardeşim Cebrail, bu hususiyet yalnız benim için mi? Ümmetim için de bir özelliği var mıdır?”

Kur’anî hakikatlere inanmakta zorlanan, ama böyle uydurmalara kolay cennet dağıtıldığı için çok rahat iman eden bilgisiz olduğu kadar aklını da müslümanca kullanmayan insanları bu tür masallarla nasıl da kandırabiliyorlar. Hâlbuki Rasûlullah, “Bir peygamber zırhını giydikten sonra, Allah (onunla düşmanı arasında) hükmünü verinceye kadar savaşmadan onu çıkarması doğru değildir.”[338] buyurmuştu. Ayrıca, tedbir peygamberimizin önemli bir uygulamasıdır. Savaşta düşman oklarına ve kılıç darbelerine karşı zırh giymesi ve giydiği zırhı çıkarmaması onun sünnetine uygun olan davranıştır.

Uydurma rivâyet bol keseden sevapları ve ödülleri dağıtıyor: “Cebrail Aleyhisselam: ‘Yâ Rasûlallah! Bu duâ size ve ümmetinize Allah tarafından gönderilmiş bir hediyedir. Bunun sevabını Allah’tan başka kimse bilmez. Kim evinden çıkarken bu duâyı okur veya (yazıp yanında) taşırsa Allah Teâlâ onu güzel ameller yapmaya muvaffak kılar.

Kur’an’ı, İncil’i, Tevrat’ı, Zebur’u okumuş gibi ecre nâil olur. Her harfine mukabil de iki cennet hûrisi verilir.

Cennette kendisi için bir ev bina edilir. Kur’an’ın, İncil’in, Tevrat’ın, Zebur’un harfleri sayısınca Allah Teâlâ onlara İbrahim (a.s.) İsa Rûhullah (a.s.) ve Peygamberlerin sonuncusu Muhammed Habibullah’ın (a.s.v.) sevabı kadar sevap ihsan edecektir.”

Rivayet devam ediyor: “Yedinci kat semada bulunan Beyt-i Mamur’u her gün 70 bin melek ziyaret eder. Bir daha ziyaret için kıyamete kadar sıra gelmez. Allah Teâlâ bu meleklerin adedi kadar da sevap ihsan eder. Bu duâyı okuyanın evine katiyyen hırsız girmez, yangın çıkmaz. Hasta bir kimse, bu duâyı safran ve yağmur suyu ile yazar, aç olarak içerse hasta ise şifaya kavuşur. Geceleyin okuyanda perdeler aralanır. Allah’ın tecellisine mazhar olur. Allah (c.c.) her muradını ihsan eder.”

“Ey Muhammed! Kim hâlis bir niyet, temiz bir nefesle bu duâyı 70 defa okursa sedef, cüzzam ve delilikten emin olur. Kâfur ve misk ile bir cam tabağa yazılarak su ile imha edilip ölünün kefenine serpilirse kalplerine yüz bin nur iner, münker ve nekir korkusundan ve kabir azabından emin olur. Kabrindeyken Allah ona yetmiş bin melek gönderir. Her meleğin yanında nurdan bir örtü vardır. Onu üzerine yayar ve onu cennetle müjdelerler

Allah Teâlâ kabrine yetmiş bin melek gönderir. Her meleğin elinde bir tabak nur bulunmaktadır. Bu nurlar o kişinin üzerine dökülür. Cennetlik olduğunu da müjdeler. Rabbimden işittim, Rabbim şöyle buyurdu: Bu duâ dünya yaratılmadan 500 sene evvel arşın üzerine yazılmıştı. Hangi kul Ramazan’ın başında, sonunda veya her gece veya Cuma günü veya gecesi bu duâyı okuyarak bana duâ ederse, Kadir Gecesi ona gösterilir. Kadir Gecesi, Allah Teâlâ 70 bin melek yaratır. Her semada 70 bin melek bulunur. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de, Maşrıkta, Mağrib’de 70 bin melek vardır. Her meleğin çeşitli dilleri vardır. Cenab-ı Hakk’ı tesbih ederler. Hâsıl olan sevabı bu mübarek duâyı okuyana bağışlarlar. Böylece oradaki bütün perdeler ortadan kalkar. İşte bu esnada Allah’tan (c.c.) ne istenirse dileği kabul edilir.

Üç defa okunur veya bir defa okuyup gereğini yerine getirenin vücuduna cehennem ateşi haram, cennete girmesi vâcip olur. İki melek vazifelendirilir. Mâsiyete düşmekten onu korurlar. Onun için Allah’ı tesbih ve takdis ederler, kötülüklerden korurlar.

Bu duâ, Allah’ın hazinelerinden bir hazinedir. Cenab-ı Hakk’ın 1001 ismi mevcuttur. Bu duâyı okuyanı Allah Teâlâ dünya ve âhiretin her türlü âfâtından emin kılar. Dünya ve âhiret saadetine nâil olur. Duâyı okuyan bir yardıma muhtaç veya müşkül bir durumda ise bu meleklerden biri bulunduğu yerden aşağıya inip başındaki keramet tacını çıkarır, Allah’a secde eder, bütün işlerinde onun şefaatçısı olur. Önden arkadan gelecek âfâtlardan korur.” Cevşen’i üzerinde bulundurmadan bir yere gitmeyen, Kur’an okumasa da Cevşen okumadan yapamayan Fetöcülerin 15 Temmuz’dan sonra hiçbir âfattan korunmadıklarını görmüyor mu insanlar?

“Bu meleğin yukarısında bin melek daha vardır. İşte bütün bu melekler bu mübarek duâyı okuyana nazar ederler. Oturdukları kürsülerinden kalkıp Allah için secdeye kapanırlar. Duâ sahibine her bakımdan ve her hâceti için; rızkının genişlemesi, âfiyet içinde yaşaması için yardım ederler…” (Gümüşhanevî’nin Mecmuâtü’l Ahzab adlı duâ kitabından kısaltılıp bazı yerleri atlanarak tercüme edilmiştir.)[339]

Said Nursî, hadis diye inandığı bu uydurma rivayetin mübalağalı sevap dağıtımı konusunda şunları söyler: “Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur duâ-i Nebevî olan Cevşen-ül Kebir hakkında ve akıl hâricindeki sevab ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şübheye düşmüş. Demiş: “Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Hâlbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duâya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o duâ sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi.” Ve verdiği uzunca cevabın bir yerinde şöyle der: “Değil mübalağa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sadık (yani Peygamberimiz) (a.s.m.) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış…”[340]

 

Acem Uydurma ve Abartılarını Din Diye Sunmak, İslâm’la ve Müslümanlarla Alay Etmek Demektir

Gökten Cebrail’in inmesi ve cevşenin faziletini anlatması olayı, Peygamberimizin anlatmasıyla değil; Hz. Ali’nin anlatmasıyla rivayet ediliyor. Hz. Ali diyor ki: Bir ara başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Allah’a duâ ve niyazda bulunurken açılmış gök kapılarından Cebrail’i gördü. Cebrail Rasûl-i Ekrem’e: Allah Teâlâ’nın sana selamı var. Zırhını çıkarıp bu duâyı okumanı emir buyurdu. Onu okuyup taşıman senin için daha güç kaynağıdır.

Yani, Hz. Ali, Peygamberimiz dua ederken, gök kapılarının açıldığını görüyor, sonra Cebrail’i gördüğünü görüyor. Cebrail’in Peygamberimizle konuştuğuna, sözlerine şahit oluyor. Hz. Ali, Hz. Hüseyin’e söylüyor. Hz. Hüseyin’den kim duyuyor, hangi kitaba geçiyor; orası bilinmiyor. Ama sonra tarikat şeyhi Gümüşhanevî ve Risale-i Nur müellifi Said Nursi’nin bu olaydan haberi oluyor. Peki, Hz. Hüseyin Kerbelâ’ya giderken bu Cevşen’i niye okumadı, haydi okumaya fırsat bulamadı diyelim, niye muska gibi, kolye gibi boynuna takmadı, üzerinde taşımadı. Taşıdı da fayda etmediyse bütün rivayet çöker. Taşımadıysa, Peygamber dedesinin tavsiyesine, babası Hz. Ali’nin tavsiyesine uymamış olur. Peki, Uhud savaşına giderken Cebrail gelip “zırhını çıkar, bu Cevşen’i oku veya taşı. Sana kimse zarar veremez, sana yüz binlerce melek yardım eder” demesini nereye koyacağız? Peygamberimiz Uhud’a katılırken zırhını çıkardı mı? Çıkarmadıysa bu uydurma rivâyete göre Allah’a isyan etmiş olacaktır. Çıkardıysa, “Bir peygamber savaşmadan zırhını çıkarmaz.”[341] diye söylediği sözü doğru olmamış olur. Ayrıca, istişare neticesi meydan savaşına karar verilmiş ve Rasul zırhını giymişti.

 Bu rivâyette bol keseden vaad edilen vaadler ne oldu? Bunları sormak için aklını kullanması gerekir insanın…  “Allah, akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır, rezilliğe mahkûm eder.”[342]

Duâyı yanında taşıyana da şu kadar sevap var, denilebiliyor. Sünnette böyle bir uygulama yok. Yanında taşınması istenen, içinde yazılar bulunan bir kâğıt ve mürekkep. Kur’an, yaşanmadan, amel edilmeden Kitabı ezberleyip kafasında taşıyan kimseyi kitap yüklü eşeklere benzetiyor. Bırak kaynağı belli olmayan bir duâyı, bir kimse Kur’an’ın tümünü mushaf olarak yanında taşısa, ne kazanır ki? Şimdi cep telefonlarında Kur’an’ın tümü yazılı olarak var. Cevşen de var. Öyleyse cebinde telefon taşıyanlar hiç hasta olmayacak, sahip olmadığı hiçbir nimet kalmayacak?

Küçük bir hâtıramı nakledeyim. Bir Kur’an Okulu’nda hocalık ve yöneticilik yapıyorum. Bir öğrenci velisi gelmişti. Öğrencimizin babasına hoşgeldin diye elimi uzattım, o da elini uzattı, sonra sanki yıldırım çarpmış gibi elini hızla geri çekti. Ben bir anlam veremedim. Sonra izah etti durumu: “Hocam, siz hâfızdınız değil mi? Abdestim yok da, unutmuşum neredeyse tokalaşacaktım.” Şaşkınlığımı çabuk üzerimden attım ve hemen aklıma gelen sözü söyledim: “İyi ki senin hanımın hâfız değil. Hâfız olsaydı…” dedim. Bu, Kur’an’ı yüceltmek, hâfızları ve hâfızlığı önemsemek değil, bambaşka bir şekilcilik ve kutsalcılıktır. Cevşen yanında bulundurmayı kutsallaştırmak da aynı damardan besleniyor.    

İncil ve Tevrat’ın orijinal metinleri mevcut olmadığı halde, bu günkü muharref halleriyle okunması fazilet kabul ediliyor. Bu duâyı kolye olarak boynuna takan Kur’an’la birlikte diğer İlâhî kitapları okumuş gibi ecre nâil olacağına göre; insan niye Kur’an okusun ki… Tesettüre bile uymayan kız kolye diye boynuna taksın, iş tamamdır, bütün sevaplar onundur. Cevşen’siz kalanlara, onu üzerinde taşımayanlara acımak lâzım. İyi de Hz. Ali, Hz. Ebubekir, cevşen kolyesi mi taşıyorlardı diye sormaz bu üstadlar. Ve zaferleri, yardımı Allah’tan değil de, üstelik hurâfe dolu uyduruk bir dua yazısından, Cevşen muskasından bekleyecek Müslümanlar. Bu anlayış, tevhidle bağdaşır mı?

Cevşen’in her harfine iki cennet hurisi verileceğine göre, Cevşen’de on binden fazla harf vardır. Bir defa Cevşen okuyana 20 bin huri, on defa okuduysa 200 bin huri… verilecek. Cevşen = Kur’an da değil; Cevşen = Tevrat + İncîl + Zebûr + Kur’an + İbrahîm’in Sahifeleri + Mûsa'nın Sahifeleri. Sevap da bu kitapların harflerinin toplamı. Kime verilen sevabın aynısı verilecek? Halil olan İbrahim’in sevabını, yetmedi, başka Kelim olan Musa’nın sevabının aynısı, yetmedi; Rûhullah olan İsa’nın sevabının aynısı, yine mi yetmedi? Muhammed (a.s.)’ın sevabının aynısı verilecek.

Bu da yetmez diyorsanız; dördüncü semâda beyt-i ma'mûr denen bir ev vardır. Ona her gün yetmiş bin melek girip çıkar ve bir defa ziyaret eden meleğe kıyamet gününe kadar bir daha sıra gelmez. İşte bu duâyı okuyan veya yanında taşıyana bu meleklerin tümünün sevabının aynısı verilecek. İnanmıyorsanız, Said Nursi, sizi Emirdağ Lâhikası’nın 142. ve 143. sayfalarında vereceği bilgilerle iknâ etsin, 24. Sözün üçüncü dalında asılı olan bilgileri ikram etsin. Yetmediyse tasavvuf şeyhi Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin Duâ kitabından delil getirsin. Kişi Cevşen kolyesi takmış, bütün bunları hak etmiş. “Kim bu duâyı evinde okursa ebediyen ona ne hırsız girer, onu ne ateş yakar. Kim onu temiz bir kabın içine yazarsa, (sonra) onu yağmur ve safran suyuyla yıkar ve aç karnına içerse, eğer hasta ise Yüce Allah ona afiyet verir. Bir gecede bu duâ okunursa Allah onu okuyana lütufkâr yüzüyle döner ve ona dilediği şeylerin hepsini verir." Faziletler anlatılırken; gerçi bir yerde aynen şöyle denmişti: “Bunun sevabını Allah’tan başka kimse bilemez.” Buna rağmen sevaplar takır takır sayılıyor. Cevşen okuyan veya yanında taşıyanların sevabı, insanların sevabıyla değil; meleklerin sevabıyla ölçülüp veriliyor(!)

Hırsızlığın önünü almak hiç de zor değilmiş. Demek ki, evine hırsız girmeyen kimseler hep cevşen taşıyorlarmış da ondan hırsız onların evlerine giremiyormuş. Beyin ameliyatı mı olacaksın, kanser misin? İç bir bardak duâlı su, Cevşen’li tarafından olsun, hastalğın hemen geçsin. Abartı ancak bu kadar olur. Allah, az amele çok büyük ecir vermez. Cevşen oku veya boynuna tak, bütün sevapları al. Böyle şey olmaz!

“Bu duâyı kâfûr ve miskle bir kaba yazsa (sonra) onu yıkasa ve bunu bir ölünün kefenine serpse onun kabrine yüz bin nur iner, Allah ondan münker-nekîr korkusunu kaldırır, o da kabir azabından emin olur. Kabrindeyken Allah ona yetmiş bin melek gönderir. Her meleğin yanında nurdan bir örtü vardır. Onu üzerine yayar ve onu cennetle müjdelerler.” Demek ki, Cübbeli yanmayan kefeni, Cevşen’le ilgili rivayetten buldu. Cevşen duâsını 70 defa okuyacak vakitte, duâ 15 sayfa olduğuna göre (70 X 15 = 1050) 1050 sayfalık bir yazı okumuş olacaktır. Kur’an 600 sayfa olduğuna göre, yaklaşık iki defa Kur’an hatmi yapılacak bir zaman gerekecektir. Bu kadar zaman içinde bir müslüman kaç kişiye tebliğde bulunur, ne kadar hayırlı faaliyetler yapar…)

“Bu duâyı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse dünyada her türlü belâdan, âfet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah’a münâcâtta bulunan kimseye Bedir şehidleri derecesinde 900.000 şehid sevabı verilir. Bu duâyı kefeninin üzerine yazan mü’min ise azap görmez. Onu okuyan kimse dört semavî kitabı okumuş gibi olur; her harfi için kendisine cennette iki ev ile iki zevce verilir; ayrıca insandan ve cinlerden olan bütün mü’minlerinki kadar sevap kazanır; vücuduna cehennem ateşi haram, cennete girmesi vâcip olur.”

Sonra da “Nurcular, Fetullahçılar niye Kur’an okumuyor?” diye soruyor bazıları. Anlaşılan bu tür soru soranlar hiç Cevşen okumamış, faziletini duymamış. Üstadlarından ve kırmızı kaplı kitaplarından Cevşen okuyunca Kur’an okumaya verilmeyen nice cennetler verilir, nice cehennemden de ebediyyen uzaklaştırılırsa bir nurcu, niye Kur’an okusun ki…

 

Cevşen’in İlmî Değeri ve Hükmü

Cevşen Duâsının Hadis İlmi Açısından Kritiği başlıklı bir yüksek lisans tezi hazırlayan Adnan Yeniay, çalışmasının “Sonuç” bölümünde Cevşen ile ilgili olarak ulaştığı bulguları şöyle sıralamıştır:

1- Cevşen duâsı ne Ehl-i Sünnet’in, ne de Şia’nın hadis kitaplarında yer almaktadır.

2- Cevşen duâsının faziletleri hakkında gelen rivayetler, İslâm’ın özüne ters düşmektedir. Cevşen duâsı okunduğunda veya insanların üzerinde taşındığında söz konusu faziletlerin gerçekleşeceğini söylemek ilmen doğru görünmemektedir.

3- Cevşen duâsıyla ilgili akla-mantığa uymayan rivayetler bulunmaktadır.

Örneğin; rivayete göre Cebrail’in, Peygamberimizden duâyı kâfirlere öğretmemesini istediği iddia edilmektedir, fakat Cevşen duâsı iddia edilen rivayetin aksine herkesin vâkıf olabileceği bir açıklıkta literatüre geçtiği için, duânın gizli tutulması imkânsızdır. Bu durumdan da anlaşılmaktadır ki Cebrail, Peygamberimize böyle bir şey söylememiştir.

4- Peygamberimiz ve sahabe döneminde kendisine ümit bağlanılan, güvenilen ve onunla korunulacağı düşünülen tek varlık Allah’tır. Allah’tan başka böylesine ümit bağlanılan, güvenilen ve onunla korunulacağı düşünülen hiçbir şey olmamıştır. Rasûlullâh’ın sünnetine bakıldığında da sadece Allah’a güvenildiği ortaya çıkmaktadır. Mesela Hz. Peygamber, sahabelerine ayakkabılarının bağı koptuğunda, onu dahi Allah’tan istemeyi talim etmiştir.

5- Peygamberimize nispet edilen bu duânın Rasûlullâh’ı, sahabeyi ve duâyı okuyan kişiyi koruyacağı söylenmektedir. Ancak Hz. Peygamber’e ve sahabeye yapılan onca işkenceler, çektikleri sıkıntılar ve gazalarda aldıkları yaralar söz konusudur. Cevşen duâsı madem Rasûlullâh’ı ve sahabeyi koruyacaksa Hz. Peygamber ve ashabı niçin bu duâyı okuyup sıkıntılardan, işkencelerden kurtulma yoluna gitmediler? Oysa Cevşen duâsı Hz. Peygamber’e gelseydi ve bahsedilen koruma işlevini ifa edecek olsaydı, Hz. Peygamber bu duâyı hem okur hem de sahabelerine okumalarını tavsiye ederdi, fakat böyle bir durum olmadığı için Cevşen duâsının da Rasûlullâh’a ait olmadığı ortaya çıkmaktadır.

6- Kendisine Arapça vahiy inen bir Peygambere, Farsça kalkan anlamına gelen Cevşen duâsının geldiğinin iddia edilmesi tuhaf değil midir? Cevşen, Kütüb-i Sitte gibi birinci derece hadis kitaplarında da, Muvatta, Dârimî, Müsned gibi ikinci derece hadis kaynaklarında da geçmez. Ancak, Gümüşhanevî’nin Dua kitabında ve Said Nursi’nin Risalelerinde geçer.

Cevşen’le ilgili son sözü ve Cevşen hakkındaki hükmü, bu konuyla ilgili yüksek lisans tezi hazırlamış olan Adnan Yeniay’a bırakalım: “Peygamber’e nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilen yaklaşık on beş sayfalık Cevşenle ilgili metnin, yukarıda sıraladığımız sebeplerden dolayı sahih olması mümkün görünmemektedir. Cevşen duâsının tamamı peygamberimize ait değildir, bazı bölümleri, cümleleri hadis veya ayet olarak nitelendirilebilirse de tamamının peygamberimize aidiyeti imkânsız görünmektedir.”[343]

 

Halka ve İp Takmak

Tevhid, Allah’ın kâinatta koyduğu kanunlar çerçevesinde sebeplere sarılmaya asla karşı çıkmaz; bilakis teşvik eder. Elbette ki açlığı gidermek için yemek, susuzluğu gidermek için su, tedavi için ilaç, savunma için silâh gereklidir. İnsan hastalandığı zaman doktora gidecektir. Bütün bunlar ve benzerleri İslâm’da meşrûdur. Ne var ki, meydana gelen veya meydana geleceği sanılan tehlikeleri defetmek için, birtakım bilinmeyen ve gizli olan sebeplere sarılarak esrarengiz yollara başvurmak, asla meşrû sayılmaz. Bazı toplumlarda görülen madenî halkalar takmak, kollara ip bağlamak, bu türdendir. Bir keresinde Hz. Peygamber, zayıflıktan kurtulmak için koluna demir takan sahâbîye bunu çıkarttırmıştır. Yine Hz. Peygamber, sıtmayı önlediğine inanıldığı için koluna ip takan hastanın kolundan da aynı şekilde bunun çıkarılmasını istemiş ve arkasından şu âyeti okumuştur: “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.”[344]

Görüldüğü gibi, Rasûlullah’ın bunların üzerinde durmasının yegâne sebebi, şirkten ve şirke giden yollardan insanları uzaklaştırmaktır. Burada hatırımıza şöyle bir soru gelebilir: Acaba deneysel bilim, birtakım araştırmalar yaparak, kola takılan bu madenlerin fizikî faydasını ispat etse, yine yasak olur mu? Şüphesiz hayır! Çünkü bunun yasaklanmasının sebebi, bu gibi şeylere, birtakım bilinmeyen güçler atfedilerek sığınılmasıdır. Meselâ, bakır bilezik cinsinden bazı halkaların romatizmanın tedavisindeki faydası bilimsel olarak ortaya çıktığı için, ilaç kullanılır gibi kola veya ayağa takılmasında hiçbir sakınca yoktur.   

 

Üfürükçülük

Üfürükçülük, câhiliyye Araplarının kendilerini âfetlerden koruduğu inancıyla, cinlerden yardım dileyerek söyledikleri bazı yabancı ve anlamsız ifâdelerdir. Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür. Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı. Nitekim, hadis-i şerifte: "Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her türlü sihir ve tılsım şirktir."[345] buyurulmaktadır. Kur’an, üfürükçülük ve sihir yapanları, “düğümlere üfleyenler”[346] olarak tanıtır ve şerlerinden Allah’a sığınılmasını tavsiye eder. Düğümlere üfleyenler, sihir ya da büyü yapan kimselerdir. Bunlar, telkine müsait olan kişileri kandırabilirler. Bunu gerçekleştirmek için, büyülerinde iplik veya mendil gibi bir şeye düğümler atarak üzerine üflerler.

Abdullah bin Mes'ud’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir."[347]

Şirk unsuru taşımayan okumada bir sakınca yoktur. Ama, unutulmamalıdır ki, kişinin kendisi ve çok yakınları, inanarak, okuduğu duânın anlamını bilip şuurla Allah’a duâ etmeleri duânın kabulü için daha uygun şartlar oluşturur. Bununla birlikte bir başkası da âyet ve hadislere dayalı ve Allah’a yapılan duâ ile ve hiçbir şirk unsuruna bulaşmadan ve bir ücret almadan hastaya okuyabilir. Rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamberimiz, birisi hastalandığında ona sağ eli ile mesh eder, sonra da şu duâyı yapardı: “Ey insanların Rabı! Rahatsızlığı gider, şifâ ver, şifâ veren Sensin! Senin şifândan başka şifâ yoktur. Hastalık bırakmayan şifâ ver!”[348]

Kur’an âyetleri dışında yazılar, tuhaf şekiller bulunan muska takmak, nazar boncuğu takmak, insanı şirke götüren yollardan biridir. Câhiliyye döneminde Araplar, özellikle çocuklara boncuk ve muska takarlar, bu yolla cinlerden ve nazardan korunacaklarını sanırlardı. Halk arasında nazardan korunmak için, nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme ve tütsü yapma gibi yollara başvurulduğu görülür. Bu gibi bâtıl yolları Hz. Peygamberimiz yasaklamıştır.[349]

Bunların tıbbî hiçbir yararı yoktur. Aynı zamanda, Allah’tan başkasından zararı defetmesini istemek de söz konusudur. Hâlbuki Kur’an’da bu konuda önemli ikazlar vardır. “Allah sana bir sıkıntı verirse, O’ndan başkası bunu gideremez. Sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O, her şeye gücü yetendir.”[350]

Muska takılması da aynı şekilde câiz görülmemiştir. Âlimlerin bir kısmı, muskada Kur’an’dan âyetler yazıyorsa takılabilir demişlerdir. Ama, içinde Kur’an âyetleri yazılı olsa da takmamak en iyisidir; çünkü hangi muskanın içinde âyet yazdığını takanların hemen hiç birisi bilmeyeceği gibi; bilinmiş olsa bile, başka muskalar için de kötü örnek olur, cinler için, ya da insan kandırmak için yazılmış muskalara yol açılır. Aynı zamanda, insanda alışma özelliği olduğundan, zamanla bu, diğer şeylerin takılmasına da yol açabilir. Yeri gelmişken, Mehmed Âkif’in şu mısralarını hatırlamamak olmaz:

“Ya açar bakarız Nazm-ı Celîl’in yaprağına,

Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin.

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”

 

Muska Değildir Kitabımız; Kur’an’dır. Kur’an’sız Yapamayız Biz

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, herşeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik."[351]; "O (Kur'an) sizi zulumattan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir."[352]; "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip salih amel işleyerek zulumattan nura çıkasınız."[353]

 

Bu Kitab'ın niçin gönderildiğini açıklayan birçok âyetten bazıları bunlar. Buna göre Kitabın inzal amacının şu esaslar üzerine kurulduğu söylenebilir:

  • Âyetlere göre şeytanın egemenliği altına giren herhangi bir durum zulumat (karanlıklar) olarak vasıflandırılmaktadır.
  • Rasûller bu zulumattan nura çıkışı gerçekleştirmek (dönüşüm-değişim) için seçilmişlerdir. Kitap ve âyetler bu çıkışın sağlanması için gönderilmişlerdir.

3- Bu çıkış, Allah'ın izniyle Kur'an ve salih amelle, yani çaba ile gerçekleşecektir. "Zulumattan nura çıkarmak için" ifâdesi bu Kitabın niçin gönderildiğini en veciz bir şekilde açıklamaktadır. Kur'an'a göre, aslolan toplumun karanlıklardan aydınlığa çıkmasıdır. Faziletli toplumun inşa edilmesidir. Bu arada fertler de bu mücâdele esnasında yetişip ahlakî faziletlerle donanacaklardır.[354]                 

 

Zulumat, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."[355] Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır.  Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama, başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur.

Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlartar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür."[356] Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler"[357]  dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.

Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.  

Aydın insan, münevver insan, cahiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nur" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır,  zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır.  "Kim benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir."[358]

Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin  "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder."[359] Kitabın ne, sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Ellerimizden cep telefonu düşmüyor. Ashâbın Kur’an’la ilişkisi nasıl ise, bugünün insanının telefonla ilişkisi aynı gibi. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.        

Tüm peygamberler ve Allah'tan getirdikleri kitapların anafikri insanoğlunu uluhiyeyyet ve ubudiyyet konusunda aydınlatmaktır. Hz. Âdem ve Havva'nın yeryüzüne indirilişinden bu yana binlerce sene geçmiş ve insan nüfusu altı milyara ulaşmıştır. Bu rakam şu anda diri olanların sayısıdır. Geçmişte yaşayıp ölenler de eklenince milyarları bulmaktadır. Allah, yeryüzünü hiçbir zaman rehbersiz ve kılavuzsuz bırakmamış, daima elçilerle kitaplar göndererek insanlara yol göstermiştir. Kitaplar bu rehberliğin yazılı metinleridir. Allah'ın insanlara çağrısı ve onlar için gösterdiği hayat tarzı kitaplara kaydedilerek insanoğlunun elinde vesika olarak bulunması sağlanmıştır. Ancak bu rehberlik en son "Bu Kitap" ile sona ermiştir. Bir daha Nebî seçilmeyecek, yazılı metinlerden oluşan Kitap gönderilmeyecektir. Artık insanlık son Rasûl’ün (s.a.s.) getirdiği Kitapla yükümlü olacaklardır.

Kur'an, Hz. İsa'dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumattan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur'an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke'de değil; Medine'de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak Peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nazil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur'an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur'an'ın mücessem bir ifâdesi olmuştur. 

Kur'an’a göre, Peygamberimiz'e verilen tek mûcize vardır; o da Kur’an’dır. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.

Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelam olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...   

Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılabdır. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran,   o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılap sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.

Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; kaçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "cahiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, cahiliyyenin dört özelliğini belirtir. Cahiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir.[360] Cahiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir[361]. Cahiliyye ahlaksızlık, hayâsızlıktır.[362] Ve cahiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, cahiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?"[363] Cahiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern cahiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski cahiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern cahiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur'an gelip cahiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

 Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılab yapamıyor? Kur'an değişmemiştir, ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (davet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.           

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifadır."[364] Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

Kur'an okuyor veya dinliyor olmamız, tek başına, bizi aldatmasın. O İlahi Kelam'ı okurken, dinlerken, üzerinde düşünürken, sahih bir niyet taşıma gereği de unutulmasın. Bilelim ki Kur'an'a gerçekten muhatap olmamız, doğru bir niyetle, samimiyet ve ihlasla ona yönelme şartına bağlanmış bulunuyor.

Bizatihi Kur'an'ın tarifiyle, âlemlerin Rabbinden gelen[365]; insanları hidâyete erdiren ve hakkı bâtıldan ayıran[366]; sonsuz hikmetler yüklü[367]; sonsuz derecede kerim[368]; bir Ezelî Kelâm'dır Kur'an. "Onun ahlâkı Kur'an'dı"[369]  diye tarif edilen Ümmî Nebî (s.a.s.) kendi hayatıyla, Kur'an'ın bu sıfatlara hakkıyla mazhar olduğunun en birinci delilidir. Keza, ondan aldıkları hidâyet dersiyle bütün insanlık tarihine manidar ubudiyet örnekleri sunan sahabiler de. Ve her biri ondan aldığı hakikat nuruyla kemale eren milyonlarca salih kullar ile, hayatları onunla nurlanan yüz milyonlarca mü'min de onun tüm bu özellikleri hakkıyla taşıdığının şahidi ve delilidir.

Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbi namına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelam-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.

Kur'an'ı, her bir harfine hakkını vererek, tane tane okumalıyız. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane oku"[370] Her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi böylesine i'cazlı ve îcazlı bir Kitab, ancak ve ancak tane tane okunur. Düşüne düşüne, sindire sindire okunur. Onu hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane oku" buyrulması; sözkonusu özümsemenin usûlünü de bildirmektedir. Hızlıca okunup geçilen hangi şey özümsenir ki? Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme, sindirme, benimseme ve hayatının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır. Nitekim, Kur'an, nûrânî sırlarını, "fıtratımın kemâli sensiz olamaz" diyerek ona ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır.[371]

                                              

"Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir. (Bildirdiği) hayırlı amelleri yapan mü'minlere kendileri için pek büyük mükâfatın olduğunu da müjdeler."[372]

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlak, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır.

 

"Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?"[373] Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mana zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız."[374] Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır." [375]

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır." [376]

Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:

Biz bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyede yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)" [377]

Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara!

"Düğümlere Üfleyip Tüküren Büyücü Kadınların Şerrinden."

Ayet-i kerimede geçen "düğümlere üfleyenler" duyu organlarını yanıltma, sinir sistemini bozma yoluyla insanın iç âlemine mesajlar gönderen, psikolojik olarak insana ve duygularına etki etmeye çalışan, bu hususta insanları kandıran üfürükçülerdir. Bunlar ip, mendil gibi şeylere düğümler atar ve üfürürler. Büyü eşyanın yapısını değiştirmez ve ona yeni bir gerçeklik kazandırmaz. Sadece insanın duyu organlarını ve hislerini büyücünün istediği tarafa doğru yönlendirir. Zihninde canlandırır. İşte Kur’an’ın Hz. Musa'nın kıssasını verirken tasvir ettiği büyü de budur.

Tâhâ sûresinde Kur'an şöyle buyurmaktadır: "Büyücüler `Yâ Musa, ya sen önce hünerini göster, ya da biz hünerimizi ortaya koyalım' dediler. Musa `Önce siz hünerinizi gösterin' dedi. O sırada adamların yere attıkları ipler ve değnekler büyülerinin etkisi ile Musa'ya yürüyorlarmış gibi göründüler. Bunun üzerine Musa'nın içine korku düştü. Allah ona dedi ki: `Korkma, üstün gelecek olan sensin: Sağ elindeki değneğini yere atıver de onların gösterdikleri marifetleri yutuversin. Onların hünerleri bir büyücü hilesinden ibarettir. Büyücü hiçbir yerde başarılı olamaz."[378]

İşte bu şekilde onların ipleri ve değnekleri gerçek yılanlara dönüşmemişlerdi. Fakat uyguladıkları hilelerle insanlara, onları hareket eden yılanlar şeklinde hayal göstermişlerdi. Öyle ki Hz. Musa'nın içinde de bir korku meydana gelmişti. Sonra yüreği yatışınca Hz. Musa'nın asası gerçekten yılana dönünce hak ortaya çıktı. Büyü ve yanıltma tesiriyle yılan diye gösterilen ipleri ve değnekleri Asa yutuvermişti.

İşte büyünün gerçek mahiyeti, göz boyamadan, hileden, el çabukluğundan, illüzyondan ibarettir. Biz onu bu şekilde kabul etmeliyiz.

Müneccimlik, Fal ve Falcılık

Sihrin bir çeşidi de müneccimliktir. Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olayları, yıldızlara ve burçlara bakarak haber vermektir. Günümüzde astroloji adıyla, gök cisimlerinin konumu, horoskop denilen haritalarla ve yapanlara göre bilimsel olduğu ileri sürülen, insanların geleceğiyle ilgili uydurma bilgiler veren medyumluk veya astrologluk da modern müneccimliktir.

Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur’an zaten, baştan sona insanları gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve evrenin sırlarını keşfetmeye dâvet etmektedir. Ancak, ilimleri, gaybı biliyormuş gibi yorumlamak, Kıyametin ne zaman kopacağı gibi gelecekle ilgili kesin yargılarda bulunmak insanı şirke götürür. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır.

 

Müneccimlik

Müneccimlik sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. (Müneccim: Yıldızların hareketlerinden ahkâm çıkaran kimseye verilen addı. Şimdi bu işle uğraşanlara astrolog veya medyum deniliyor. Astrolog: Yıldız falına bakan kimse demektir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar. İlm-i nücum denilen bu bilime (!) şimdi astroloji denilmektedir.) Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurafeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık. (Yıldızname: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında var olduğu iddia edilen ilişkileri konu edinen kitap, astroloji kitabı, horoskop vb. haritalar, fallar)

 

Günümüz ve Yıldızları Putlaştırma

Açıkça kâfir olanların yanında, nice müslümanım diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. İki kişi, birbirleriyle iyi anlaşıp geçinemiyorsa suç onların değildir; sebep yıldızlardır: Yıldızları barışmıyordur da onun için. Birisi, ün mü kazanmıştır, talihi açılıp meşhur mu olmuştur; öyleyse onun yıldızı parlamıştır. Herkesçe sevildiği için onun yıldızı dişidir de o yüzdendir bu sempatiklik. Yok, itibardan düşer, ününü yitirerek eski şöhreti kalmazsa, sebep; onun yıldızı sönmüştür. Artık o yıldızı düşük biridir. Biri ölünce, onun yaşayında etkili olan yıldızı, onu terkederek başka diyara göçtüğü için o ölmüştür. O zaman bir yıldız kaydı denilir. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara sen müneccim misin, nereden biliyorsun, diye sorulur; 'adam sanki kâhin' denilir.

Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların rasülleri / elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları  "yıldızınız diyor ki..." , "burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek" diye insanlara para karşılığı tebliğ edilir ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.

Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden, cinci ve büyücülerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda “yıldızınız diyor ki” , “burcunuz” , “elektronik burç falı” , “bilgisayarlı astrolojik fal” gibi köşelere ne demeli? (Bu hurâfeler, irticâ kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)

Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve firavunî düzenlerin vazgeçemedikleri bir araçtır.

Konuyla ilgili yanlış itikad veya hurâfeler sebebiyle dilimize giren deyimlerden bazıları: “Cadı kazanı”, “gözün faltaşı gibi açılması”, “müneccim misin?”, “kâhin gibi”, “yıldızı kaymak”, “yıldızları barışmak”, sanatçılara: “star/yıldız”, “yıldızınız diyor ki”, “burcunuza göre…”, “felek” , “cingöz”, “cini tepesine çıkmak”, “cin fikirli”, “cin çarpması”, “denize düşen yılana sarılır”, “tahtaya vurup eli kulağa götürmek” vb.

 

Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir.

 

Kur’an’ın hükmü, bu konuyu da kapsar: “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.”[379]

Hz. Peygamber’in bu konuyla ilgili bazı ikazları vardır:

“Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[380]

Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: "Allah'a yemin olsun. Allah hiç kimsenin ne yaşamasını, ne ölmesini, ne de rızkını herhangi bir yıldıza bağlamıştır. Bunu söyleyenler Allah hakkında yalan düzüyorlar ve kendilerine bahaneler uydur(up avun)uyorlar."[381]

 

“Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”[382]

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine, kahve fincanına vb. şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir. 

Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, “Rabbim emretti”, yahut “yap” diye emir; diğerinde “Rabbim nehyetti” veya “yapma” diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur’an, bunu şiddetle yasaklamıştır. “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.”[383]

 

 

Burç ve Yıldız Falı  

Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern cahiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, İdris’in (a.s.) mucizesi iddiasıyla gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[384]

İnsanoğlu, yüzyıllardır gökyüzüne, yıldızlara, gezegenlere ve takımyıldızlarına merak sarmış, inançları ve Allahlarını gökyüzünde aramıştır. Tarihin tozlu sayfalarına göz attığımızda, astroloji tarihinin Mezopotamya’ya dayandığını söylemek mümkün. Sümerler, Asurlar ve Babillerin inanç gereği inşa ettikleri tapınaklar, Allah inancına sahip olduklarına işaret ediyor. Sümerlerin çivi yazısını bulmalarıyla birlikte tabletlere resmettikleri astroloji kökenli çizimler ve yazılara dayanarak, ilk astrologlar Sümerli rahipler diyebiliriz.

Bu küfür ve şirk inancına göre; doğum tarihine denk gelen burç karakterimizi, doğduğumuz saat ve gezegenlerin konumu sosyal hayattaki davranışlarımızı belirler.


Burç falı, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir. Olaya tevhidî açıdan baktığımızda durum şudur: Gökyüzündeki takımyıldızlarından oluşan burç adı verilen Allah kabul edilen yıldızlar vardır. Bu, ta Keldanîlerden, Babil ve Sümerler tarafından Allah kabul edilmiştir. Türklerin de Allah anlayışlarının gökle ciddi ilgisi vardır. Tengri, Gök Allah demektir. Sonradan Allah şeklinde söylenmeye başlanmıştır. Gök demek olan Felek de, insanın kaderini tayin eden Allah anlamında kullanılır. İşte gökteki bu 12 Allah, insanları yönetmek için kavga etmeyelim diye aralarında bir formül bulmuşlar. İnsanları, doğum tarihlerine göre 12 gruba ayırmışlar. Doğduğu tarihe göre, onunla bir farklı burç yani Allah ilgilenmekte, onun kaderini burç denilen o Allah tayin etmektedir. Bu burçların yılın belli dönemlerinde sabit bir yörünge boyunca hareket ettiğine ve bu hareketlerinin yeryüzündeki hayatı etkilediğine inanılırdı. Mezopotamya geleneğinde gök cisimlerinin Allah olarak kabul edilmesi ile bu inanç arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Buna göre insanlar hangi burcun altında doğarlarsa o burcun Allahsının etkisi ve himayesinde olurlardı. Meselâ Akrep döneminde doğanlar en kızgın ilâhların hâkimiyetinde oldukları için tehlikeli insanlardı. Boğa döneminde doğanlar ise savaş Allahlarının himayesinde bulunduklarından iyi birer savaşçı özelliği taşıdıklarına inanırlardı. Modern cahiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurafesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, uydurma ve aldatmadan ibarettir. İslam âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[385]

Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri “sebaî” gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[386]

Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Halbuki, Kur’an; gaybı, Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle meleklerin dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. “De ki: ‘Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”[387]; ”De ki: Size ‘Allah’ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum.”[388]; “Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım.”[389] ayetleri buna yeterli delildir.

Kendilerine “arrâf”, “kâhin” veya “medyum” denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir.[390]

Modern cahiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, uydurma ve aldatmadan ibarettir.

İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[391] “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.”[392]

Her burcun kendine göre farklı karakter özelliklerinin olduğu ve o burca sahip olanların bu karaktere sahip olduğuna inanılır. Sosyetelerin yanında, bazı örtülü hanımların bile, sezaryenle çocuk dünyaya getirmek istemelerinin arkasında çocuğun doğumunun beklendiği zamanda falan burcun devreye gireceği, hâlbuki annenin o burcun hâkimiyetine gireceğini düşündüğü çocuğunun o burcun özelliklerini beğenmediğinden, daha önceki burca mensup olması için günü varken sezaryeni tercih ediyor. Bir ay önce çocuğunu dünyaya getirdiği için gökteki burç Allahsını bu şekilde kandırmakta, o Allah burcun kulu olmaktan çıkıp başka bir Allahnın egemenliğine girmektedir. Yakınlarda bilim adamları burçların 12’den fazla olduğunu tescil ettirdiği için Allahlar ve kulları değişime uğrayacaklar, eski Allahları onları terk edecek, yeni burç Allahları edinip onların kendi kaderlerini tayin etmelerini bekleyecekler. Kişi, hangi burca sahip ise, o burcun falını falcılardan öğrenip güya geleceğini önceden bilmiş olacağını umuyor.     

Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için, uzman kişilerle istişare yaptıktan sonra istihâre yapması meşrûdur, sünnettir. Bunun, İslâm’da yasak edilen falcılık ve kehânetle hiçbir ilgisi yoktur.

 

İstihâre 

İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek demektir.

Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâma önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu.

İstihâreden önce veya sonra, gerekli istişâreler yapılır ve o iş hakkında karar verilir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "İş konusunda onlarla istişâre yap. İstişâreden sonra o işi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan ve güven."[393]

Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihâre yapan kimse hüsrâna uğramaz, istihâre eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma düşmez." [394]

İstihâre namazından sonra, istihâre duâsı okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihâreye üç veya yedi geceye kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı duâları üç defa tekrar ettiği, hatta Enes bin Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu nakledilir.[395]

İstihâre, iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit belirtilmemiştir.  

İstihâre duâsının, namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin kaldırılması ve duâ âdâbına riâyet edilmesi, duânın kabul olma ihtimalini arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veya olumsuz bir karara varamaması halinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî âlimleri, Enes bin Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak[396] istihârenin yediye kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Hz. Peygamber’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak” tedâviye izin vermesi ve bu vesîleyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu yapsın.”[397] sözünden hareketle; başkası adına istihâre yapmanın câiz olduğunu ileri sürerken Mâlikî fakîhi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını belirtmiştir.

İstihâre, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a duâ etme, kulluk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde sözkonusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da istihâre yapılabilir. İnsan, geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman istihâre yoluyla her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla birlikte, onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla istihârenin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.

Hz. Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihâre eskiden beri İslâm dünyasında âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirlemeden önce istihâre yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde ve çocukların isimlerinin konması esnâsında da istihâre yapmak âdet olmuştur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu istihâreyle destekleme yoluna gitmişlerdir.[398]

 

İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi

İnsanların, yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim câhiliyye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine “evet” veya “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar verirlerdi. Kur’ân-ı Kerim “şeytan işi” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış,[399] peygamberler dâhil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir.[400]

Enes bin Mâlik’ten nakledilen istihâre hadisinin devamında Rasûl-i Ekrem, “Sonra kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” demiştir.[401] Buna göre istihârenin sonucunda insanın içine farahlık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması; sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.              

İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû istihârenin bundan ibâret olduğunu, ayrıca bir işâret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir.[402] İbnü’l-Hâc ayrıca, istihâre ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder.[403] Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dair nakledilen görüşler[404] şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mâhiyeti bulunmamaktadır.[405]

İstihâre; aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytanîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.

Zâlim yöneticileri halkın gözünde temize çıkarmak için onların istihâreye çok önem verdiği hakkında şâyialar yayılır, dolayısıyla halkın şer zannettiği nice yanlış uygulamanın aslında hayır olduğu, halk anlamasa da yöneticilerin bir bildiklerinin ve dayandıkları gerekçenin olduğu belirtilir. Böylece halkın zâlim yöneticilere tepki duyması önlenmeye çalışılır. Şâir Accâc, Haccâc’ı överken; onun istihâre etmeden hiçbir iş yapmadığını söyler.[406] Abdullah İbn Tâhir, Irak’a vali tayin edildiği zaman babası ona, idârî kararlarını verirken istihâre etmesini tavsiye etmiştir.[407] Ancak, yöneticilerin, tüm işlerini istihâre ile yaptıkları hakkındaki rivâyetlerin çoğu uydurmadır.  

 

 

Bölüm 3

Nazar Değmesi Var mıdır? Bir Bakışla İnsanı Hasta Etmek veya Öldürmek Mümkün müdür?

 

 Nazar

“Nazar” kelimesi; Göz, bakma, bakış, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh anlamlarına gelir. Arapça asıllı olan bu kelime, Türkçe'ye geçerken manâ değişikliğine uğramış ve "ayn göz" kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Araplar, göz değmesi için "isabetül-ayn" tabirini kullanırlar.[408] Nazar kelimesi Türkçe'de kem göz mânâsına gelmekte ve daha ziyade "gelme", "uğrama", "değme" ve "etme" fiilleriyle birlikte; "nazara gelme", "nazara uğrama", "nazar değme" ve "nazar etme" şeklinde kullanılmaktadır. "Nazarcılık" deyimi; nazarın zarar verebileceğini kabul eden düşüncenin adıdır.

Nazar değmesi, yerleşik tanımıyla, bazı kişilerin; çevrelerindeki insanlara, canlılara, hatta bazı kişilere ait eşyalara zarar verici, bakışlarındaki yıkıcı, çarpıcı ve öldürücü gücü ifade etmektedir.

Bu anlayışın sonucu sosyal, siyasal ve ekonomik sektörler doğmuştur: Okuyup üfleyen, hatta tüküren üfürükçüler, nefesi güçlü hoca efendiler, nazarlıklar, mavi boncuklar, kumaş parçaları, kurşun dökmeler, muskalar, tılsımlar, hamaylılar, cevşenler, nazar boncukları ve daha onlarca fetiş (doğaüstü gücü olduğuna inanılan canlı veya cansız varlık, tapıncak veya put) inançlar... Bu inancın yayılması için derin bir uğraş içinde olanlar, bu ve benzeri yollarla halkı kendilerine muhtaç etmesini bilmişlerdir.

Nazar ya da göz değmesiyle birçok insan maddî, mânevî veya bedensel zarar gördüğüne inanmaktadır. Hatta nazara inanmayanları inançsızlıkla suçlamaktadırlar. Yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, onlara göre imanın altı şartı vardır; sanki yedinci şartı nazara inanmak(!), sekizinci şartı büyüye inanmak(!), dokuzuncu şartı efendilerine inanmaktır(!) Eğer inanmazsanız, size kuşkuyla bakmakta, hatta kolaylıkla dindışı görebilmektedirler. Nazar değmesi yoluyla; kimisinin ev eşyalarının kırıldığı, kimisinin elektrik ve elektronik âletlerinin bozulduğu, kimisinin yüzünde çıbanların veya sivilcelerin çıktığı, kimisinin yatağından uzun süre kalkamadığı, kimisinin onulmaz hastalıklara yakalandığı ve doktor doktor dolaştığı, kimisinin işinde veya okulunda başarısız olduğu, kimisinin dostça ilişkilerinin bozulduğu, kimisinin de depresyona girdiği söylenmektedir. Acaba bu, gerçek neden midir? Olayı nazara bağlarsak, bu sorunları gerçek anlamda çözebilir miyiz? Nazara bağlamak çok mu mantıklı? Hayatımızda gördüğümüz zararların yüzde kaçının, yüzde yüz nazara bağlı olduğuna somut bir biçimde tanık olduk? Yoksa bir iki kendi kuruntumuz, yüzlerce de başkalarının kuruntularıyla mı olaya gerçeklik kazandırıyoruz?

Nazara bilimsel kılıf arama gibi bir hezeyan kulaktan kulağa oldukça yayılmıştır. Dünyadaki din mensuplarının birçoğu, kendi uydurma inançlarına hep bilimsel bir dayanak arayarak, inandıklarını meşrulaştırma yoluna gitmiştir.

Nazarın dindeki kanıtına Kur’an ve hadis kitapları gösterilmektedir. Şu bilinmelidir ki Kur’an’da açık-net biçimde nazarı ifade eden bir âyet yoktur. Ancak âyetlerin anlamını zorlayarak mantıkdışı birçok konu için her türlü sonucu çıkarmak olasıdır. Bu, Kur’an’ın istismara açık olmasından değil, tüm erdem ve adalet kitaplarının kapsamlı ve ince ayarlı oluşundan dolayı istismarcıların kendilerine pay çıkarabilmesidir.

Bir taraftan da inanç esaslarına ancak mütevâtir haber kanıt olabileceğini söylüyorlar. Ne var ki bu konularda kendi ölçülerine göre bile bir tane mütevâtir haber yoktur. Bu hadis rivayetleri, nazarın hak olduğunu, nazarı değen kimseye abdest aldırılıp, hatta bacaklarını da yıkatıp, abdest suyunu nazardan etkilenen kişinin üzerine sırtından dökmek gerektiğini anlatır. Bu sözün kesin doğru olduğuna inanıyorsanız, bu tedavi yöntemini tartışamazsınız.

Anlamsal zorlamalarla Kur’an’dan nazara kanıt olarak getirilen, nazar duâsı veya nazar âyeti, Kalem sûresi, 51-52. âyetlerdir: “İnkâr edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde, bakışlarıyla seni neredeyse devireceklerdi. (Peygamber hakkında) O, bir mecnundur, delirmiştir, diyorlardı.” “Oysa o (Kur’an), tüm insanlık için bir öğüttür.” [409]

Bu âyetlere dikkat edilirse, eğer nazar varsa, diyelim ki var;

a) Allah’a inananların değil, inkâr edenlerin nazarları değmektedir(!)

b) Yine nazar varsa, inkâr edenlerin nazarları her zaman değil, Kur’an’ı dinledikleri zaman değmektedir(!)

c) Nazarları değince de, Peygamber’e zarar vermek istemişler, ama zarar verememişlerdir. Çünkü âyette neredeyse diyor, demek ki zarar verememişler.

d) Âyette, Peygamber’i delirmişlikle suçladıklarına göre, bu durumun, kıskançlıklarından değil; öfke, kin ve nefretlerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Âyette asıl konu Peygamber değil, Kur’an karşıtlarının Kur’an’a tahammülsüzlükleri olduğunu öğrenmekteyiz.

Nazara diğer bir kanıt olarak Kur’an’dan Felak ve Nas sûreleri getirilir. Bu iki sûrede de nazara doğrudan bir vurgu yapılmaz.

Felak sûresinde; kötülüklerden Allah’a sığınmaktan söz edilirken, kıskancın yapabileceği kötülüklerden de Allah’a sığınılır. İnsanların birbirine yaptığı yüzlerce kötülük varken, nazarın akla gelmesi dinin mantık dışına itilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır.

Kıskançlığa en somut örnek, eşlerin veya sevgililerin birbirlerini kıskanmasıdır. Bu kıskançlıkta eşler, acaba gözleriyle mi, yoksa sözleriyle ve davranışlarıyla mı birbirlerini rahatsız ederler?

Bu arada, eğer nazar varsa, Müslüman olmayanlar, Felak ve Nas sûresi gibi duâları bilmediklerine göre, nazarla ilgili sorunlarını nasıl çözecekler? Yoksa sadece Müslümanlara mı nazar değmektedir? Müslüman olmayanları nazar etkilemez mi?

 

 

Yaşadığımız Mânevî Sorunların Sebebi Kendimiz Değil miyiz?

Kur’an’da nazara inanmak bir tarafa, nazar inancını reddeden âyetler oldukça net ve açıktır. “Başınıza gelen her türlü musibet (belâ, kötülük, olumsuzluk), sizin kendi ellerinizin işlediklerinden kaynaklanmaktadır. Allah, çoğunu da affetmektedir.”[410]; “Sana gelen her iyilik, bil ki Allah’tandır. Sana gelen her kötülük de, kendindendir…”[411] Bu âyetlere göre, insanı derinden etkileyen her türlü olay; büyü, uğursuzluk, şanssızlık, burç, muska veya nazar kaynaklı değildir. Kendi yaptıklarımızdan dolayıdır.

Allah’ın bilgisi ve kontrolü dışında hiçbir şey gerçekleşmez.[412] Bu gerçeği göz ardı edip, olayı bu kavrama bağladığımızda ya da bu kavramın gücüne inandığımızda, Allah devre dışı kalmış olmuyor mu? Allah’ı edilgen, etkisiz ve yetersiz görmüş olmaz mıyız? Allah’tan başkasına insanüstü veya doğaüstü güç yakıştırmak, Allah’a ortak arayışı olmaz mı?

Bir kasabanın, bir ilçenin veya bir ilin tüm insanlarını incelemeye alalım: Bakışlarıyla, bir binayı, bir ağacı, bir insanı deviren kaç kişi bulabiliriz? Bakışlarıyla televizyonu yerinden indiren, arabayı durduran, insanın kolunu-bacağını kıran, gözünü çıkaran, bir elbiseyi yırtan, üzerimize taş fırlatan, altımızdan koltuğu çeken kaç kişi vardır? Bu ve benzeri inançlar, halkı uyutan ve uyuşturan, kendisinden ve kendi gölgesinden bile korkutan inançlardır. Böylesi inancın yaygarasını koparanlar; nazar ve büyü teraneleriyle, evinde eşya bozulunca faturayı komşuya, çocuk başarısız olunca faturayı bir başkasına çıkararak halkı farkına varmadan birbirine düşürmektedirler. Çünkü onlara göre, nazarın kimde olacağı belli olmaz, kimin kime zarar vereceği de belli olmaz. Onlar; nazar, büyü vb. inançlarla insanların başarısızlıklarını, sıkıntılarını, hastalıklarını ve zararlarını gizemli bir şekilde başkalarına yıkmakta, sorumluluğu başkalarına yüklemekte ve insanları birbirlerine düşman etmektedirler.

Nazar; toplumda dedikoduyu, arkadan çekiştirmeyi (gıybeti) ve ikiyüzlü ilişkileri besleyen, insanları birbirine düşman eden, sevgi ve dostluk ilişkilerini ortadan kaldıran, insanları kendi gölgesinden bile korkutan bir anlayışı körüklemiştir. Yaşadığı çoğu sorunu nazara bağlayanların insan ilişkileri son derece yapaydır. Sevgi iddiaları, çürüktür. Saygı gösterileri yapmacıktır. Nazara bağladıkları olaylar, ya kulaktan dolmadır veya kandırmacadır, ya da malzeme olarak kullanacağı binde bir olay, inatçılığı yüzünden önüne çıkarılmış ve sapmasına bir neden bulmuştur. Zaten her türlü uydurma inanç için de kullanacağı bir malzeme ve bahane yok mudur?

Kur’an’da nazar, büyü ve uğur gibi gizli ve gizemli güçlere bağlı bir inanç yoktur. Her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğuna, Allah dilemedikçe kimsenin sıkıntı ve zarar veremeyeceğine (6/En’âm, 17, 71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/Enbiyâ, 66; 22/Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkaf, 4-5; 48/Fetih, 11) âyetleri ve başımıza gelen sıkıntıların kendi işlediklerimizin sonucu olduğuna dair (4/Nisâ, 78-79; 42/Şûrâ, 30) âyetleri incelenebilir.

 

Nazar (Bakışlardaki Yıkıcılık) İnancının Tutarsızlığı

1. Allah, bizi hak etmediğimiz bir nedenden dolayı, sırf birisi baktı (nazar etti) diye cezalandırmaz. Cezalandırması, O’nun adâlet anlayışına ters düşer.[413]

2. İnsanın başına gelenler, kişinin kendi yapıp ettiklerindendir.[414]

3. Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle baktık diye onun başına gelenlerden biz sorumlu tutulamayız.[415]

4. Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle bakmak kınanmamıştır.[416]

5. Allah isteyip uygun görmedikçe kimse sıkıntı ve zarar veremez.[417]

6. Kötülüğü ve zararı başkasından bilmek Kur’an’ın öğretisine aykırıdır.[418]

7. Kur’an’da nazara (bakışlardaki yıkıcılık) olur veren bir ifade ve nesnel (somut) olarak kanıtlanmış ilmî bir bulgu yoktur. 68/Kalem sûresi 51. âyeti de, İslâm düşmanlarının vahiy elçisi Muhammed’e (s.a.s.) olan öfkelerini ve onu doğru yoldan kaydırma isteklerini anlatmaktadır. Nitekim benzer ifadeler başka ayetlerde de vardır.[419]

8. Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; sorumsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı başkalarına yüklemektir.

9. Nazara inanmak; toplum içinde insanları birbirine düşürmek, dedikodu ve bölücülük yapmak, dertlerimizin, sorunlarımız ve sıkıntılarımızın kaynağını yanlış yerde aramak ve böylece sorunların katlanarak sürmesine neden olmaktır.[420]

 

Nazar Hak Olabilir mi?

Kur’an’ın son iki sûresine muavvizât/muavvizeteyn de denmektedir. Bu iki sûre bazı şerli unsurlardan Rabb'e sığınmak telkin edildiği için bu ismi almışlardır. Besmeleden önce okuduğumuz "eûzü" duâsı da, yerilmiş şeytandan Allah'a sığındığımız için bu ismi almıştır.

Felak ve Nâs sûrelerinde bazı yaratıkların, karanlığın, düğümlere üfleyenlerin, hasetçinin, vesveseci hannâs'ın şerrinden Allah'a sığınılması önerilir; fakat "nazar edenden", "göz edenden" ya da "nazar değmesinden" şeklinde herhangi bir ifadeye yer verilmez. Böyle olmasına rağmen, geleneksel din anlayışında göz değmesi gerçektir ve çoğunlukla Felak sûresinin son âyetine istinat ettirilir.

"Göz değmesi" ya da "nazar değmesi" mecazî olarak, kötü niyetli bir adamın, uğursuzluk getirmesi sonucu bir felakete uğramak, hasta olmak, bir belaya maruz kalmak anlamında kullanılmaktadır. Anadolu'nun hemen her yerinde görülen bu inanışın dinî bir dayanağı olmadığı gibi, aklî ölçülerle izahı da mümkün görünmemektedir. Eski Türk dinî inançlarından bir miras olduğunu zannettiğimiz bu inanış ne yazık ki halk yığınlarını çok büyük çapta etkilemektedir.

Türkiye'de insanlar bazı mavi ve yeşil gözlü "şerîr" insanların nazarının değdiğine, felaket getirdiklerine kesinkes inanmakta, bu düşünceyle hem kendilerini rahatsız etmekte, hem de zan altında tuttukları insanlarla ilişkileri olumsuz yönde etkilenmektedir.

Biz, genelde, nazar değmesinin Kur'anî dayanağı olarak kabul edilen Felak sûresinin 5. âyeti üzerinde durmak istiyoruz.

Bu âyette "haset eden kişinin haset ettiği zaman" şerrinden Felak'ın Rabbi'ne sığınmamız önerilir. Âyetler dikkatlice okunursa burada, "haset eden"den bahsedilmekte ve "haset ettiği zaman" şerrinden sığınmak tavsiye edilmektedir. Altını çizdiğimiz bu hususlar akıldan çıkarılmamalıdır.

Haset etmek, bir nimetin, sahibinden gitmesini, sahibinin onu kaybetmesini temenni etmektedir.[421] Hâsid de bu temennide bulunan kişidir. Bunu biraz açarsak şunları söyleyebiliriz.

İlk izlerini Hz. Âdem'in iki oğlundan Kabil'de gördüğümüz kıskançlık insanın fıtratında mevcuttur. Kur’an’ın bazı âyetlerinde de bir toplumun kıskançlığından bahsedilmiştir.[422] Peygamberimiz Hz. Muhammed'i ve O'na gelen vahyi kıskanan Mekkelilerden de söz edilmektedir. Mekkeli kâfirlerin Hz. Peygamber'den Kur’an’ı işitince duydukları kinden ve kıskançlıktan âdeta kahroldukları, O'nu, devirecekmiş gibi baktıkları anlatılmaktadır.[423] Yani kinleri ve hasetleri âdeta gözlerinden okunmaktaydı müşriklerin...

İnsan, bir zaaf eseri olarak, hemcinsinin elindeki bir nimeti kıskanmakta, bu nimeti kaybetmesini, ıstıraplara gark olmasını can u gönülden arzu etmektedir. Kardeşinin elindeki değerlerden dolayı âdeta kendini heder etmekte, kahrolmaktadır. Kafasını kemiren şeytanî duygular, hemcinsindeki o değerlerin yok olup gitmesine kelimenin tam anlamıyla kilitlenmiştir.

Kıskanılan değerler para, mal-mülk, servet gibi maddî zenginlikler olabileceği gibi; bilgi, makam, güzellik, huzurlu bir yaşam gibi maddî olmayan değerler de olabilir. Kıskançlık bizatihi çirkindir. Başkalarını örnek edinmek, onlar gibi olabilmeyi, hatta geçmeyi istemenin kıskançlıktan bir farkı vardır, fakat Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın dikkat çektiği gibi,[424] kıskançlık kişinin kalbinde kuvvede (potansiyel halde) kaldıkça insanlar için tehlike arz etmez. Aksine bu durum, hasetçinin kendisini kahreder, yer bitirir. "Keskin sirke küpüne zarar" hükmü gereğince kıskanç da kendi iç dünyasını çürütür.

Zaten eğer ki sırf birileri diğerini kıskanmakla, kıskanılanlara (haset edilen) zarar verilebilseydi, yeryüzünde hiçbir insanın can ve mal güvenliği olmaması gerekirdi. Herkes istediği kişiyi anında yerle bir ederdi ki bu, insanın kudretine verilmiş bir imkân değildir. Eğer ki birilerinin hasedi, kıskançlığı diğerini bozguna uğratabilseydi Hz. Muhammed'in (s.a.s.) nübüvvetten sonra yirmi üç yıl değil, yirmi üç gün bile hayatta kalmaması gerekirdi. Nitekim O'nun kıskanıldığına Kur’an’ın işaretini yukarda vermiştik.

Şu halde, haset edenin şerri "haset ettiği zaman" ortaya çıkmaktadır. Yani hasetçi hasedini dışa vurup, hasedinin gereği fiiliyatta bulunduğu zaman ancak tehlikeli olmaktadır. Haset eden kişi, örneğin, kıskandığı insana sözle sataşabilir, saldırıda bulunabilir. Birtakım entrikalar içine girebilir, iftiralar, dedikodular, fitneler çıkartabilir. Özellikle iftira ve dedikodu fitnesi en şiddetli fiilî saldırıdan daha beterdir. Dil yarasının kılıç yarasından beter olduğunu özellikle yaşayanlar çok iyi bilirler.

Kıskanç insanlar çok zaman "eşeğini dövmeyen palanını döver" cinsinden, kıskandığı kimsenin ekinini yakar, ağacını söker, hayvanını zehirler. Öyleyse, haset edenin şerrinden Allah'a sığınmamız için çok neden bulunmaktadır. Nazar değmesiyle haset arasında kıskançlık bağlamında bir alâka söz konusudur. Yani nazarı değdiğine inanılan kişiler de kıskanç kabul edilen insanlardır. Komşusunu çekemeyen insanın bakışlarının (nazarının) sırf bakış olarak kaldığı sürece, muhatabı için bir tehlikesinden bahsetmek doğru değildir.

Bu, "nazar eden"in kendi sorunudur! Bununla beraber, şu hususa dikkat etmek gerekir:

İnsanlar nazar değmesi diye bir hâdiseye inanmışlarsa, peşin peşin kendilerini etki (teshir) altına sokmuşlardır demektir. Bu durum insan psikolojisi ile çok yakından ilgilidir.[425] Nazar değmesine kendilerini şartlandıran insanlar, başlarına gelen en küçük bir olayı bile nazara atfetmekte sakınca görmemektedirler. Hâlbuki insan, hayatı boyunca hiçbir sıkıntı ile karşılaşmayan bir varlık değildir. Yani insanlara nazar değmemekte, sadece yorum yapılmaktadır. Nazar spesifik bir kanaati yansıtmaktadır.

Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk getiremez. Eğer böyle bir imkân olsaydı, nazarı, en fazla ideolojik alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanınızı nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde... İktidar kavgasında muhalefet liderleri de sanırım nazardan çokça yararlanabilirlerdi.

Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini yorar da nazarı ona bir zarar veremez! Nazar ne hikmetse genelde orta halli aile bireylerine ve bilhassa yeni doğan çocuklara değer!

Cenâb-ı Allah, Âl-i İmrân sûresinin 110-120. âyetlerinde kıskanç/kindar insanların şahsiyetlerinden bir kesit sunmaktadır. Bizim dışımızdaki insanlardan inkârcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu âyetler bildirmektedir. Ama sabreder ve Allah'tan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!

İslâmî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur. Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak "nazar manyetik dalgalarıyla"(?) tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle bağlı olamaz, olmamalıdır.

Nazarı gözden yayılan manyetik ışınlarla vb. izah etmenin tamamen zorlama ile kotarılan bir yorum olduğuna inanıyoruz. Bu yorumlar spekülasyonlarla doludur. Şu var ki, kem gözlü ve şom ağızlı insanların hitap biçimleri, kullandıkları kelimeler, yüz hatları vs. karşısındaki kişiyi olumsuz yönde etkileyebilir. Bu bağlamda insanın arkadaşından duyduğu bir tek kelime bile o gün hayatını zehir etmeye yetebilir. Bunlar ise nazarla alâkalı şeyler değildir.

Nazardan korunmak için başvurulan çareler ise bazen çok komik, bazen de üzücüdür. At kafasından kurbağa iskeletine, merkep gübresinden mavi boncuğa kadar bir dizi enstrüman, tevhide inanan bir halkın, medet umduğu aracılar olmamalıydı! Bu araç gereçler folklorik bir kıymet ifade ederlerse de, dinî bakımdan hiçbir şey ifade etmezler. Hatta sahibini, inanç durumuna göre şirke bile düşürebilirler.

Hâlbuki, Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez. Bu konuda 10/Yûnus, 1O7; 48/Fetih, 11 ve 72/Cinn, 21 gibi âyetlerin dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.

Sonuç olarak, insanları Allah'ın dışında, anlamsız korkularla zapt u rapt altına almak, onlara yapılacak en büyük zulümdür, diye düşünüyoruz. Müslüman, Allah'ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir imkân tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye kapılmamalıdır. Mitolojik kalıntılarla kendimizi kuruntulamamız doğru olmaz. Bununla beraber, insanlardan gelebilecek her türlü sözlü ve fiilî saldırılara karşı da Allah'tan sabır ve duâ ile yardım istemeliyiz.[426]

 

 

Fıkıhçıların ve Hadis Şârihlerinin Nazarı Dokunan Kimse ile İlgili Fetvâları

 

Kendi Elinde Olmadığı Halde Nazarı Değip Zarara Yol Açan Kimseye Ceza Verilmesi

 

Nazar bahsinin İslâm uleması nezdindeki ciddiyetini gösteren bir husus, bazı âlimlerin bu meselede vermiş olduğu bir fetvadır. Bu fetvayı kaydetmeden önce şunu belirtmek isteriz: Nazar değmesi bahsine yer veren şârihlerimiz, bu fetvaya herhangi bir tenkid getirmek şöyle dursun, onu tasvib  ifade eden sözlerle aynen tekrar ederler.

“Bir bölge yetkilisinin (İmam), gözü değen kimseyi bilmesi halinde halka karışmasını önlemesi ve evinde kalmasını sağlaması uygun olur. Şayet fakirse (ve kazanç için  çıkmaya mecbursa) maîşetini de sağlar. Zira onun zararı, cüzzamlının zararından daha fazladır. Hz. Ömer bir cüzzamlıyı halka karışmaktan men etmişti. Keza o, Rasûlullah'ın cemaate gelmekten men ettiği sarımsak, soğan yiyenden daha fazla zararlıdır.”

Nevevî der ki: "Bu söz doğrudur, açıktır, muhalif bir görüş beyan eden kimse bilinmemektedir."[427]

Resmî tedbir meyanında, âlimler, gözü değenin kadı tarafından cezalandırılması meselesini de münakaşa  etmiştir. Kurtubî der ki: "Gözü değen kimse bir zarara  sebep olsa onu tazmin eder, ölüme sebep olursa, üzerine kısas veya diyet gerekir. Şayet bunun vukûu, bir âdet halini almış olacak şekilde ondan tekrarla vâki olmuşsa..." İbnu Hacer der ki: "Şâfiîler, bu hususta kısasa hükmetmezler, bilakis, kısası yasaklarlar. Derler ki: "Böyle birisi öldürülmez, mühlik (zarar vermiş) de  addedilmez."

Hatta Nevevî, er-Ravza'da der ki: "Bu şahsa ne diyet ne de kefâret gerekir, çünkü hüküm, istikrar kesbetmiş umumî  hallere terettüp eder, bazı ahvale tâbi olarak bazı şahıslarda görülen istikrar bulmamış hususî hallere değil. Nitekim, kişiden  göz değme hadisesi, hased gayesi veya onun mazhar olduğu nimetin zevalini temenni etmesi halinde vâki oluyor. Keza, göz değmesinden neş'et eden şey, bazan o şahsa herhangi bir kötülüğün husûlüdür, bu kötülük hayatın zevâline has kılınamaz. O kimseye, göz değmesinin tesiriyle başka sûrette de bir kötülük gelebilir."

İbn Hacer ise daha farklı olarak şöyle der: "Buna ancak, sihirbazın öldürülmesiyle ilgili hüküm uygun düşer. Çünkü, bunun hali onun haline uygundur, ikisi arasında fark bulmak zaten zordur."[428]

 

Gözü Değen Kimsenin Yıkandığı Pis Suyla Nazardan Etkilenen Yıkanacak

Kimin nazarı değdiyse o kimseye farklı bir abdest-gusül arası yıkanması tavsiye, hatta emredilir. Bu uygulamayı fıkıh âlimlerimiz şöyle tarif ederler: Bir kabın içine su konur. Nazar eden kimse bir avuç alır, ağzını çalkar, suyu kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar, sonra sol eliyle su alarak sağ elini yıkar, sağ eliyle de alarak sol elini bileklere kadar yıkar. Daha sonra sağ ve sol dirseklerini yıkar. Sonra dirseğini ve omuzu arasını yıkar. Sonra ayaklarını, sağ ve sol dizini yıkar. Elini ve ayaklarını yıkarken, kolunu ve dizinden aşağısını yıkamaz. Daha sonra sağ böğrünü aşağı doğru yıkar. Bütün bu organlarını yıkadıktan sonra su aynı kapta biriktirilir. Nazar eden kişi bu işi tamamladıktan sonra su kabını alarak nazar ettiği şahsın arkasında durup başına döker.[429] Kullanılan bu su pis sayılmamaktadır.

Bir kısım âlimler gözü değen kimsenin bu abdest benzeri yıkanma işine vacib demişlerdir. Yani bu maksadla abdest alması talep edildiği takdirde talebi reddedemez. Meselâ Zürkanî der ki: "Kimseye, kardeşine fayda verecek bir şeye mâni olması veya zarar vermesi uygun olmaz, hele bu  zarar kendisi yüzünden olmuşsa. Aksi takdirde ona karşı cinayet işlemiş olur. Öyleyse  nazarı değen kimseye bu sebeple yukarıdaki şekilde yıkanması vacibdir."[430] Hadis şârihleri ve fıkıh ulemâsına göre; Göz değmesi bazan ölüme sebep olabilir. Gözü değen kimse, bilindiği takdirde yıkanmaya hükmedilir. Yıkanma faydalı  rukyelerdendir. Mâ-i müsta'mel yani nazarı değen kişinin vücudunu yıkadığı su temizdir.

Bu uygulamanın Peygamber tavsiyesi olduğu iddia edilir. Hayır, Peygamberimiz böyle tuhaf ve temizliğe uymayan bir uygulamayı emretmez. Kur’an’da “sizi temizleyen”[431] diye özelliği bahsedilen bir Rasûl, Allah’ın temizlenenleri sevdiğini[432] bile bile böyle bir şey emretmez. "Temizlik, imanın yarısıdır.”[433] diyen, "Allah temizdir, temizliği sever."[434] diyerek temizliği emreden ve “…Müslüman pis olmaz!"[435] diyen bir Rasûl, bir başkasının dizlerinden, kalçalarından dökülen su ile bir başkasının yıkanmasını tavsiye etmez. Bu uygulama, câhiliye döneminde uygulanan bir âdettir.

 

Nazar, Büyü Zannedilen Bunalımlar, Psikolojik Sorunlarla İlgili Yapılmaması Gerekenler

 

Şifâyı Allah'tan değil de afsuncudan beklemek, Allah'a tevekkülü bırakıp üfürükçülerin peşine düşmek caiz olmadığı gibi, başkasına kötülük yapmak, zarar vermek amacıyla okuyup üflemek, düğüm bağlamak da haramdır. Bu gibi insanlar, şerlerinden Allah'a sığınılması emredilen: "Düğümlere üfleyip tüfleyen şerli büyücüler" zümresine girerler.

Peygamberimiz kendisi rahatsız olduğu zaman kendisine ve ağrıdan şikâyet eden kimselere du'â ettiğine dair rivayetler vardır ama ne onun, ne de sahâbîlerinin, hastaya nüsha (muska) yazdıklarına veya muska taşıdıklarına veya buna cevaz verdiklerine dair hiçbir sağlam delîl yoktur.

Okumak, ruhsal bir telkin ve tedavidir, birini şifâya kavuşturması için Allah'a du'â ve niyazdan ibarettir. Şifâyı veren Allah'tır. Bunun ötesinde muskacılık, üfürükçülük yapıp bu yolla geçim sağlamak, İslâm dînine ve Peygamber yoluna aykırıdır. Muska yapanları görüp onların şahıslarında müslümanlıkla alay edenlere şaşmamak mümkün değildir. Bunlar, İslâm dininin muskacılığı, üfürükçülüğü emrettiğini; muskacılığın, bir İslâm geleneği veya emri olduğunu sanarak İslâm ile alay etmeğe kalkarlar. Onların bu tutumu, cehaletlerinin sonucudur. Düğümlere okuyup üfleyen­lerden Allah'a sığınmayı emreden, büyüyü haram kılan, büyü yapanı da en ağır biçimde cezalandırmayı emreden İslâm dininin, muskacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. O tas kurup cin çıkarmalar, yazdıkları muska­ların mikroplu mürekkeplerini hastalara içirip onları daha da perişan durumlara sokanlar elbette günah işlemektedirler. Peygamber (s.a.s.): "Bir düğüm bağlayıp ona üfleyen büyü yapmış olur. Büyü yapan şirk koşmuş olur. Vücuduna muska asan, ona havale edilir (yani Allah ondan elini çeker, onu astığı muskaya bırakır)"[436] buyurmuştur.

Abdullah ibn Mes'ud'un ümmü veledinin (yani kendisinden çocuk doğurmuş olan cariyesinin) koluna bağlı temîmeyi (nazar değmemek için bağlanan, boncuktan yapılı pâzûbendi) şiddetle çekip kopardığı rivayet edilir. [437]

Konuyla ilgili nasslara göre nazardan korunmak için, "nazarlık" denilen; mavi boncuk, sarımsak, at nalı, minyatür süpürge vb. nesnelerle, içinde ne yazılı olduğu bilinmeyen ya da acaip bir takım şifrelerle yazılmış bulunan muskaları, -nereye olursa olsun- takmak şirktir. Zira bu tür davrânışlarda, Allah'dan başka birinden veya bir nesneden, zararı defetmesini istemek vardır. Halbuki Allah (c.c.), şöyle buyurur; "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa; hiç kimse onu gideremez ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O, herşeye kadirdir."[438]

İmam Ahmed, Ukbe b. Nâfi'den merfû' olarak şu hadisi nakleder: "Kim temîme (mavi boncuk) takarsa Allah onun işini tamamlamasın. Kim bir ved'a (katır boncuğu) takarsa Allah onu korumasın.”[439]

Başka bir hadiste: "Kim bir muska, mavi boncuk ve benzerini kesip atarsa bir köle azat etmiş gibi olur."[440]

 

 

Şerlerden Allah’a Sığınmak İçin Duâlar

 

Öncelikle Kur’an

Felak ve Nâs sûrelerini anlamlarını düşünüp tefekkür ederek, inanıp tasdik ederek okumalı. İnsanın her türlü şerden korunma yollarını din öğretmiştir. Her konuda, dinimizin bize müsaade ettiği yollara baş vurmak, sakındırdığı yollardan da kaçınmak durumundayız. Bu konudaki rehberimiz yine Allah'ın Rasûlu'dür. Rasûlullah (s.a.s.), daha önce farklı duâlar etmiş olsa da, Muavvezatân (Felak ve Nâs sûreleri) nâzil olunca bu sûreleri okumaya başladı diğer duâları terketti"[441]

Bu tür şeyler insanın içini daraltır. İnsan kendini rahatlatmak ister. Kur’ân-ı Kerim’in bir özelliği de okundukça insanı huzura kavuşturmasıdır. Çünkü o, insanlar için bir rahmet ve şifadır: “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifa, mü’minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.”[442]

 

“Biz Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için bir şifa ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.”[443]

Kur’an’ın bir diğer adı da “zikir” dir: “O Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik ve onu elbette biz koruyacağız.”[444]

Kur’an’ı Zikir olarak vasıflandıran Allah-u Teâlâ, kalplerin ancak bu zikri okumakla tatmin olacağını bildirmektedir: “(Onlar) İman edenler ve gönülleri Allah’ın zikri ile sükûnete, tatmine erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile sükûnet bulur, tatmine erişir.”[445]

Bu ayetlerde işaret edildiği gibi Kur’an okumak insanı huzura sevk eder, ona şifa ve gönül huzuru verir. Bu sebeple müslüman bir insanın, devamlı Kur’an’ı anlayarak okuması ve ondan öğrendiklerini hayatına geçirmesi lazımdır ki her türlü kötülüklere, şerlere karşı gönlündeki sıkıntı gitsin ve Allah’ın korumasına ve yardımına muhâtap olsun.

Hz. Peygamberin kötülüklerden ve kötü kimselerin şerrinden emin olabilmek için sık sık okumuş olduğu duâ ve sûrelerden bazıları şunlardır: Enes b. Mâlik'ten rivayete göre Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh." Manası: "Allah Teâlâ'nın ism-i şerifini zikrederek evimden çıkarım. Ben Allah'a tevekkül ettim, güç ve kuvvet sadece Allah'ın lütuf ve ihsânıyladır."[446]

Ümmü Seleme'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.s.) evinden çıkarken şöyle derdi: "Allah'ın ismini zikrederek çıkarım. Ben Allah'a tevekkül ettim. Allah'ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım.”[447]

Osman b. Affan'ın rivayetine göre Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiç bir şey zarar veremez. Bu: Bismillâhi lâ yedurru me'asmihi şey'in fıl'ardı vela fı'ssemâi ve huve's-semiul-alîm"duâsıdır. Anlamı: "İsmiyle beraber bulundukça yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar veremeyeceği Allah'ın ismiyle (sabaha erdim, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir."[448]

Hz. Âişe (r.a) da Rasûlullah’ın (s.a.s.) yatağına girdiğinde iki eline üfleyip muavvizât (İhlâs, Felâk ve Nâs) sûrelerini okuduğu ve vücuduna sürdüğünü rivayet etmiştir.[449]

 

[1] Müslim, Selâm, V, 77- 79, nr. 110- 112; Tirmizî, Siyer, 47, nr. 1615; Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3916; İbn Mâce, Tıb, 43, nr. 3537; Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28597. İbn Mâce, Tıb, 43, nr. 3536’da ise “Resûlullah falı beğenir ama tıyarayı kerih görürdü” denilmektedir.

 

[1] Müslim, Selâm 64; Ebû Dâvud, Tıb, 18

[2] Ebû’l- Fazl Cemâluddin b. Muhammed İbn Manzûr, Lisânu’l- Arab, “r.k.y.” mad., V, 293- 294, Beyrut, 1999, I- XVIII.

[3] 75/Kıyâme, 26-30

[4] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rky” madddesi; Lisânü’l-Arab, “rky” md.; Kamus Tercümesi, “rky”, “avz” maddeleri

[5] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 287-288

[6] Canan, İ. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, XI, 330

[7] İbn Esir, en-Nihâye, II, 254

[8] Cadı; büyücü kadın; Geceleri dirilip insanlara kötülük ettiğine inanılan ölü kadın, hortlak.

[9] İbrahim Canan, a.g.e., XI, 330

[10] Hayat Büyük Türkçe Sözlüğü, Hayat Y., s. 1020

[11] Meydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, Meydan Y., c. 10, s. 741

[12] Kıyâmet 27

[13] Müfredat, Râğıb eİsfehani, Pınar Y., s. 635-636

[14] Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 5, s. 280

[15] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rḳy” md.; Lisânü’l-ʿArab, “rḳy” md.; Kāmus Tercümesi, “rḳy”, “ʿavẕ” md.leri

[16] TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Y., c. 35, s. 219

[17] Hadislerde Rukye, Veli Atmaca, Rağbet Y., s.. 51-52

[18] İbn Mâce, Tıb 39, h. No: 3530’daki Muhammed Fuad Abdulbâkî’nin ta’lîki, herhangi birisiyle yapılagelen örnekleri kasdetmektedir.

[19] Ebû Dâvud, Tıb 9

[20] Ebû Dâvud, Tıb 17

[21] İbn Mâce, Tıb 39, h. No: 3530’daki Muhammed Fuad Abdulbâkî’nin ta’lîki, herhangi birisiyle yapılagelen örnekleri kasdetmektedir.

[22] Buhârî, Buyû’ 113, h. No: 2237, İcâre 20, h. No: 2282, Talâk 51, h. No: 5346, Tıb 3428. Rasûlullah’ın, içinde büyüdüğü toplumun, ücret karşılığı bilgi temin ettikleri sihirbaz, müneccim ve kıssacılardan olmadığını ifade etme gereği duyması buna işarettir. Ahmed bin Hanbel Müsned, I, 576, h. No: 2415: “(Ey Rasûlüm, tebliğde bulunmakta olduğun kimselere) de ki: “Ben, (bu tebliğimden dolayı) sizden bir karşılık, bir ücret istemiyorum; tek istediğim şey, sizin Allah’ı sevmeniz ve itaat ederek ona yaklaşmanızdır.” (42/Şûrâ, 23)

[23] Veli Atmaca, Hadislerde Rukye, Rağbet Y., s. 60-61

[24] Kitâbü’l-Hayevân, II, 186

[25] el-Mufassal, VI, 739-754

[26] 75/Kıyâme, 27

[27] 113/Felak, 4

[28] Müslim, Selâm 43

[29] Selâm, 60-64

[30] Buhârî, Fezâilu’l- Kur’ân, 9, nr. 5007, Tıb, 39, nr. 5749, Tıb, 33, nr. 5736; Müslim, Selâm, V, 49, nr. 64; Müslim, Selâm, V, 48, nr. 62; Tirmizî, Tıb, 20, nr. 2063; Ebû Dâvud, Tıb, 19, nr. 3900; Ahmed b. Hanbel, IV, 5, nr. 10985, IV, 22, nr. 11070, IV, 88- 89, nr, 11399; İbn Esîr, el- Câmi’u’l- Usûl, VII, nr. 5720’’nin ta’likinde. Aynı yerde “tefl” kelimesine de açıklama getirilmekte ve “nefes” etmede tükürme işi yok iken tefl’de görünür şekilde tükürme vardır, denilmektedir.

[31] Müslim, Selâm, V, 44, nr. 51; Ebû Dâvud, Tıb, 19, nr. 3895; İbn Mâce, Tıb, 36, nr. 3521. 

[32] Bazı rivayetlerde meselâ Hârice b. Salt et- Temîmî’nin amcası İlâka b. Suhâr’ın Müslüman olup kabilesine dönerken kendisinde hayırlar olduğunu, hayırlar getirmiş olan adamın (Hz. Peygamber’in) yanından geldiğini duyan bedevi kabilenin bir deliye okumasını istemesi hadisesinde İlâka’nın uygulamasında gördüğümüz rukyede tükürme işini, bazı sahabilerin cahiliye tecrübesine bağlamak gerekmektedir. Yani rukyede tükürme işi nebevî değil tecrübî olup İlaka b. Suhâr (Ebû Dâvud, Tıb, 19, nr. 3897, 3901) ile, “seriyye rivâyeti” olarak bildiğimiz Ebû Eyyub el-Ensârî’den nakledilen bir rivâyetin (Müslim, Selâm, V, 49, nr. 63; Ebû Dâvud, Tıb, 19, nr. 3901) bazı tariklerinde geçmektedir. Bazı rivayetlerle sınırlı olan tükürerek okumanın câhiliyye geleneği olduğu kanaatindeyiz. Aynı durum, rivayet farklılıkları hesaba katılırsa, Dımâd b. Sa’lebe’den rivayet edilen hadis rivayetinde de olabilir (Ebû Dâvud, Tıb, 19, nr. 3896-3897, 3900; İbn Esîr, el- Câmi’u’l- Usûl, VII, nr. 5722).  

[33] 41/Fussılet, 6

[34] Doç. Dr. Veli Atmaca, Hadisler Çerçevesinde Cahiliyyede Majik Tedavi Geleneği’nin Kavramsal Boyutu (kısmen ilavelerde bulunarak)

[35] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IX, 524- 525, nr. 25426; Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28312.

[36] “Ğurfe” vezninde nüşre, rukye ve efsuna denir ki, mecnûn ve hasta makûlesine, hastalık sebebini neşr ve tefrik eylediği için, tedâvi maksadıyla tatbik olunur.” Mütercim Âsım, Kâmus, “n.ş.r.” mad., II, 706; Cübrân Mes’ûd, er- Râid, “n.ş.r.” mad., II, 1502.

[37] Ebû Dâvud, Tıb, 9, nr. 3868.

[38] Mütercim Âsım, Kâmus, “t.m.m.” mad., IV, 201.

[39] Luveys Ma’lûf, Müncid, “t.m.m.” mad., I, 64, Beyrut, 1973.

[40] Bazı rivayetlerde bazı sahabilerin bazı farklı uygulamaları gündeme getirilir. Bunları kısaca hatırlayalım: İmrân b. Husayn’in anlattığına göre Rasûlullah, elinde bakır halka olan bir adam gördü. “Bu halka ne?” diye sorunca adam, “Bu vâhineye (zayıflık, güçsüzlük) karşı koruma” dedi. Rasûlullah da, “Çıkar onu! O, senin gücünü değil ancak güçsüzlüğünü artırır” buyurdu (İbn Mâce, Tıb, 39, nr. 3531).

İsâ b. Abdurrahman, “Bir gün hasta olan Abdullah b. Ukeym’i ziyarete gittik ve ona bizden birisi, “Hastalığa karşı bir şey takınsaydın?” dedi. O da, “Bir şey takarım ama Rasûlullah: “Kim bir şey takınırsa ona havale edilir (vukkile ileyh)” dediği (Ahmed, Müsned, VI, 461, nr. 18804) için takmam dedi.

İsâ b. Hamza (İsâ b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ): “Abdullah b. Ukeym (Ebû Ma’bed el-Cühenî) hastaydı, ziyaretine gittim. Onda kızarıklık (Humre, yılancık) gördüm ve ona “Niye bir şey (temîme) takmıyorsun?” dedim. O da: “Allah korusun (ölüm ondan daha yakındır)” Rasûlullah dedi ki; “Kim bir şey takınırsa işlerin vekâleti o şeye devredilir” (Tirmizî, Tıb, 24, nr. 2072; İbn Esîr, el- Câmi’u’l- Usûl, VII, nr. 5728) şeklinde cevap verdi.

Mâlik b. Enes’e muska ve hırz takınmaktan soruldu. O da bunuları takmanın şirk olduğunu söyledi. Kendisine İbn Ömer’den gelen bir rivâyeti zikretti: Rasûlullah buyurdu ki; “Tiryâk (panzehir) içen veya temîme takanın başına gelen şeyden başkaları sorumlu değildir.” (İbn Esîr, el- Câmi’u’l- Usûl, VII, nr. 5729)

Yine Hâkim’in naklettiği bir rivâyette: “Adı Abdullah b. ‘Ukaym olan Ebû Ma’bed el-Cüheni hasta olunca oğlu kendisine: “İyileşmek için niye bir şeyler takınmıyorsun? deyince, babası da: Rasûlullah: “Korunmak için bir şeyler takanın hâli o taktığı şeye havale edilir” (Müstedrek, V, 306, nr. 7578) diyerek yasaklanan rukye, temime gibi şeylerin mutlak gücüne inanıp, Allah’ın takdirine ve kudretine tevekkül etmeyen kişinin ihtiyaçlarına Allah’ın kefil olmayacağını vurgulamıştır. 

[41] Temîme’nin tedavi veya koruma vasıtası olarak kullanımının yasaklandığına dair hadisler için bkz.: Ebû Dâvud, Tıbb, 17, nr. 3883; İbn Mâce, Tıb, 39, nr. 3530; İbn Esîr, el- Câmi’u’l- Usûl, VII, nr. 5633.

[42] Hâkim, Müstedrek, V, 305, nr. 7576, V, 597, nr. 8338.

[43] Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28418.

[44] Ebû Dâvud, Tıb, 17, nr. 3883; İbn Mâce, Tıb, 39, nr. 3530

[45] İbn Mâce, Tıb, 39, nr. 3530, M. Fuâd Abdülbâkî ta’liki, II, 1167.

[46] Hâkim, Müstedrek, V, 305, nr. 7576, V, 597, nr. 8338.

[47] Ebû Dâvud, Tıb, 17, nr. 3883.

[48] Heysemî, Mecme’u’z- Zevâid, V, 103.

[49] İbn Mâce, Tıb, 39, nr. 3531.

[50] Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28421, 28550.

[51] İbn Mâce, Tıb, 39, nr. 3531; Müstedrek, V, 305, nr. 7577.

[52] Mütercim Âsım, Kâmus, II, 718, “tenfîr”; Mevlüt Sarı, Arapça- Türkçe Lügat, “neffera fülanen”, 1540.

[53] Türklerde de İslam öncesi zamandan bugüne taşınmış isim vermenin koruma inancı ile ilgili olanları az değildir. Devamlı kız çocuğu olan aile, kızına Döndü veya Döne ismi verir, artık bu kızdan sonra erkeğe dönme arzu ve inancından dolayı. Hep kız çocukları olan ailelerin erkek çocuklarının olması için koyduğu isimler ise, Songül, Yeter, Bese, Bes (kâfi) Soni (son bulmak) gibi isimler oluyor. Çocukları sık sık ölen aile, oğluna veya kızına Yaşar ismi koyar. Aile pek mutlu olamamışlar ise, çocukları hiç olmazsa mutlu olsun diye, kızlarına Saadet, oğullarına Mutlu veya Mesut ismi koyar. Kendisi hacca gidemeyen baba, çocuğuna Hacı, askerde çok uğraştığı halde onbaşı olamayan baba, çocuğuna Albay ismi koyar. Çok çocukları olmuştur, son çocuklarına kız ise Yeter, erkek ise Soner veya İmdat adı verirler. Satı ve Satılmış isimlerinin kökeni de yine İslamiyet öncesine dayanıyor: “Bu isimler genellikle çocuğu olup da çok fazla yaşamayan kişiler tarafından gerçekleştirilen bazı pratikler neticesinde doğan çocuklara konulmaktadır. Çocuğu olup da kısa sürede vefat eden kadınlar genellikle yörelerindeki büyük bir kaya parçasına satılmaktadırlar. Bu satılma işleminde genellikle çocuğu yaşamayan kadın eteğinden bir kayaya çivilenerek orada bir müddet bekletilmekte ve bu sırada kimi dualar okunmaktadır. Böylece kadın kayaya satılmış olmaktadır. Böylece kadının ve doğuracağı çocuğunun kaya gibi sağlam ve uzun ömürlü olacağı düşünülmektedir. Doğan çocuk erkekse Satılmış veya Kaya, kadınsa Satı ya da Kayahanım adı verilir. Bazıları güya müslümanca yapar bunu, bir kayaya değil de, bir yatıra satar çocuğunu, ona adamış olur, oğluna Satılmış ismi koyar, kız ise Satı olur. Evliya ve yatıra adanmış çocuklara Satılmış adı veriliyor ve ziyaret sırasında bu satma eylemi kabir başında gerçekleştiriliyor. Çocuğa konulan Portakal, Mandalina, Vişne, Kiraz, Üzüm, Limon, Kayısı, Zeytin gibi meyve isimleri anne çocuğa hamileyken canının çektiği, ancak yiyemediği meyvelerin isimleri. Çünkü anne eğer bu adı vermezse bebeğinin sakat doğacağına inanılıyor. Ayna, Fincan, Kıyafet, Şemsiye, gibi isimler de doğumdan sonra ilk göze çarpan yahut işitilen nesnenin adı olabiliyor. Dadak (olgunlaşmamış), Dino (deli). Cayle (cahil), Havi (yarı deli), Rendi (hilekâr), Şeviş (karışık), Zebire (sıkıntı), Rehbet ( korku), Merdes (hizmetçi), Acizer, Adi, Günah, Zorba, Perişan gibi isimler ise önceki çocukları ölen ana-babaların yeni doğan çocuklarına kötü, çirkin adlar vererek değersiz, küçük bir varlık gibi gösterip kötü ruhları yanıltmaya çalışmasına dayanıyor. Kötü ruhlar bu beğenilmeyen isimlere bakacaklar, onlara zarar verip öldürmeye kalkmayacaklar…

[54] Tirmizî, Tıb, 24, nr. 2072.

[55] Yaratıcı ile insanlar arasındaki ilişkiye başka bir açıdan bakılırsa belki câhiliyyede buna önem veren birisi, “Her şey yaratıcının elinde ve onun iradesine göre oluşmuyor mu? Dağdan bir taşın yuvarlanması gibi cansız varlıkların hareketleri bile, ulu iradenin elinde değil mi? O halde neden bir canlı, bitki veya hayvanın hareketleri yaratıcının bilgi ve iradesinden müstağni (bağımsız) kalsın? diyebilir. Bu durumu anlamsız sayan bizlere, câhiliyye aklı veya geleneği de cevaben, “Külli iradenin yönlendirdiği bu kâinat ve varlıkların hareketleri O’nun bilgisini ve kudretini yansıtamaz mı? İşte ben aslında bu hayvanın hareketlerine değil; o hareketleri yönlendiren yüce irade ve bilgiye ulaşmak ve ona böylece danışmak istediğim için önem veriyorum” diyerek bize sorabilir. 

Kendi inancı ve geleneği içinde oldukça tutarlı görülen bu davranışa göre tanrı, yeryüzünde insanlarla kendisi arasında aracılar var etmiştir. Bunlar vasıtasıyla icraatta bulunup, tasarrufunun, bilgisinin, bir şeyi nasıl takdir ve tekvin edeceğinin ipuçlarını ızhar eder. Allah’ın ileride olacak işler için önceden bazı işaret ve îmâlarda bulunması elbette beklenen bir lûtuftur. Ancak burada İslâm açısından garip olan ve reddedilen yaklaşım, bu işâret ve îmâ vasıtalarının tayininin, tanrı tarafından değil; insanın kendi tayini ve zannıyla belirlenmesidir. Yani insanın anlayıp yorumladığı bilgi, zanni bilgi olduğundan bunun bağlayıcılığı yoktur. Kaldı ki, câhiliyye mantığında kişisel bilgi, tesbit ve kehanetlerin bağlayıcılığı yani mutlak bilgi olarak kabul edildiğini görüyoruz. Oysa İslâm’a göre de Allah, kullarına belli bilgi ve işâretleri verebilir. Bu rüyâ ile olduğu gibi belli ikaz, işaret, musibet gibi dış dünyamızda meydana gelen ibret vasıtaları ile ilham, keşf, fütuhât tabir edilen içe doğan bilgiler yoluyla da mümkündür. Ancak bunlar bile kat’i bilgi olmadığı için sadece şahsın kendini bağlar. Oysa İslâm dini, temelde ilmin kat’i olmasına önem verir. Bunun için de Allah Teâlâ, açık bir şekilde kitap ve peygamber gönderip muradını da açıkça beyan eder. Zanna ve tahmine yer bırakmamak için bilgisinin anlaşılma ve uygulanma imkânına şahit olsun diye de peygamberler göndererek bunu teyid eder. Allah’ın, insana inanç, ibadet ve güzel ahlâk düsturlarını bildirmesine rağmen insan kendi hayatının her aşamasında İlâhî bilgi arayışına girmiş ve bu gerekçe ile kendince o yüce bilgiye ulaşacağı vasıtalar tasavvur etmeye başlamıştır. Allah’ın gönderdiği bilgilerin dışında kalan hayatını da kesin bilgiye dayandırma ihtiyacı, insanın bazen hurafe ve bid’at icat etmesine vasıta olmaktadır. Oysa Allah, insanlardan inanç, ibadet ve güzel ahlâkın temelleri dışında kendi aklı ve tecrübesine göre çözüm üretmesine müsaade etmişken ve ona bu konuda irade hürriyeti vermişken, insan kendisini neden üstün bilgi, yanılmaz teşhis ve kesin sonuç almaya mecbur hissediyor? Bu ihtiyaç, insanı bazı vasıta ve vesileler icat etmek suretiyle şirke götürmüyor mu? Nitekim tarihte bunun örneklerine rastlamaktayız. Gerçi hiçbir devirde, hiçbir inançta ve kutsal kitapta insanın isteyerek ve bilerek şirke girdiğini görmek mümkün değildir. Her zaman iyi niyetli şekilde Allah’a ortak koşmayı planlayarak vesile ve vasıta üretmemiştir. Kendi ifadesiyle yüce kudrete her zaman yakın olmaya çalışmış, bu sebeple vasıta ve vesileler icat etmiştir. Ne var ki Allah, insanın kendisine yakın olmayı, her zaman O’ndan yanılmaz ve kesin bilgi esteğine sahip olmayı dileyerek ürettiği yöntemleri sapkınlık saymış olup aracı vasıtalar icat etmesini ise şirk olarak beyan edip kabul etmemiştir. Konunun felsefi teolojik tartışmasına girmeden şunu söylemek mümkündür: İnsan her halükârda hayatında daha güçlü olmak istiyor. Bu gücün yollarından birisi de doğru, kesin ve yanılmaz bilgidir. Bu nitelikteki bilgi ise ancak Tanrı’da vardır. Onu elde etmenin çarelerine başvurulmuş ve insanoğlu kendisine göre bazı vasıta ve yöntemler icat etmiştir.

Câhiliyye Araplarında yerleşmiş geleneksel bilgi vasıtalarından biri de “uğurlu” ve “uğursuz” sayılan varlık, kişi, hal ve hareketlerdir. Bu işaretler yeryüzü varlıkları üzerine bina edildiği gibi, gökyüzü cisimlerinin hal ve hareketlerine de dayandırılmaktadır. İşte böylece nücûm ilmi geliştirilmiştir. Astroloji ve burç fallarından insanlar medet ummuştur. Bazı rakamlar, sayılar, harfler, kelimeler, bitkiler, mineral ve madenler hakkında da bazı inançlar oluşturulmuştur. Belki en eski madencilik, hayvancılık, zıraat, simya, kimya ve eczacılığın ilkel kökenlerini bu türlü inançlar oluşturmaktadır. Elbette diğer zanni bilgi vasıtaları tarihin her aşamasında ve bütün kültürlerde bir şekilde olagelmiştir. Her ne kadar bilgi vasıtaları çok olsa da, bunların verdiği bilginin kesinliği tartışılmaktadır. Unutulmaması gereken bir şey var ki, o da insanın kendi bilgisiyle yetinmediği; daha üstün olandan, başka birisinden hatta Tanrı’dan bilgi alma ihtiyacı içinde olmasıdır. İnsanın bu ihtiyacı, doğal veya fıtri olarak taşıması, kendi bilgisinin her şey için yeterli olmadığını; kendi dışında üstün bir akla ve bilgiye muhtaç olduğunu göstermesi, eski inançların değerlendirilmesi için önem arz etmektedir.

Hz. Peygamber’in kesin olarak reddettiği; aksine bir rivayetin yani cevazına dair bir hadisin varid olmadığı konulardan birisi de bu uğursuzluk inancıdır. Konu ile ilgili rivayetler, uğursuzluk yanında bulaşıcılık, ölünün ruhunu temsil etiğine inanılan bir tür kuş veya baykuş (hâme), safer, nev’ ve ğûl inançlarını da birlikte batıl saymıştır. Bu yüzden hepsi aynı rivayette zikredilmiş ve aynı katiyette yasaklanmıştır. Buna dair rivayetlerin bir kaçını zikredip kaynaklarını vereceğiz.

“Bulaşıcılık ve uğursuzluk (tıyara) inancı yoktur. Uğursuzluk (şu’m) üç şeyde, kadında, evde ve hayvandadır.” (Buhârî, Tıb, 43, nr. 5753; Müslim, Selâm, V, 79, nr. 114)

“Tıyara yok. Onun en hayırlısı fe’ldir”. Oradakiler, fe'l nedir, dediler. Resûlullah da, “Birinizin duyduğu salih (iyi) kelimedir” dedi. (Buhârî, Tıb, 43, nr. 5754, Müslim, Selâm, V, 77, nr. 109)

“Fe’l mürseldir, hapşırma âdil bir şâhittir.” (Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28581)

Fe’l, bir adam hasta olup diğerinin de bunu duyunca: “yâ sâlim” diye seslenmesine, bir şey arayan bir adam var da başkası da bunu duymuşsa: “yâ vâcid (bulan)” demesine fe’l denilir. Böyle bir durumda, şununla fe’l yaptı, denilir. Bir hadiste Peygamberimiz’in fe’li (Türkçe ifadesiyle falı) sevdiği ama tıyarayı kötü gördüğü (Buhârî, Tıb, 43, 44, nr. 5754, 5756) nakledilir. Peygamberimizin sevdiği fe’l’in (fal’ın), bugün bu ülkede fal bakma, fal açma denilen, kahve falı, iskambil falı, burç falı gibi çeşitleri olan fallarla hiçbir ilgisi yoktur. Peygamberin sevdiği fal, iyiye yorma anlamına gelir.

“Resûlullah birisinden hoşuna giden bir kelime duyarsa o kişiye, “Falını ağzından aldık”, derdi (Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3917). “Bulaşıcılık, uğursuzluk, safer ve hâme yoktur.” (Müslim, Selâm, V, 72, nr. 101; İbn Mâce, Tıb, 43, nr. 3539; Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28603. Bir yönüyle geleneksel Arap tıbbını da ilgilendiren ama inanç ve itikad şekline bürünmüş uygulamalarla ilgili aynı rivayetin farklı tarikleri için bkz.: Müslim, Selâm, V, 72- 79, nr. 100- 112). “Bulaşıcılık yoktur, baykuş (hâme) yoktur, yıldız batması- doğması (nev’) yoktur, safer ayı inancı (safer) yoktur.” (Müslim, Selâm, V, 75, nr. 105; Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3912; Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28598, 28603)

“İmam Mâlik’e, hadiste geçen “Lâ safera”nın ne demek olduğu soruldu. O da, “Câhiliyye insanları Safer (ayını) helal sayardı (haram aylardan değildi). Ama onlar bunu bir sene helal bir sene haram saymak yoluna gittiler. Bunun üzerine Resûlullah da “lâ Safera” buyurdu”, dedi (Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3914).

“İbn Râşid Muhammed b. Musaffâ’ya “hâme” nedir, diye sorulmuş. O da, Câhiliyyede insanlar, hiçbir insan, kabrinden hâme çıkmadan ne ölür ne de defnedilir” diye inanırdı, diye cevap vermiştir. Safer hakkında da, “Duyduğum kadarıyla câhiliyye ehli Safer’i uğursuzluk olarak kabul ederdi. Şöyle derlerdi: O (safer) karında olan bir tür ağrıdır. Bazıları bunun bulaşıcı olduğunu söyler, demiştir.” (Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3915, 3918)

“İbn Cüreyc: Atâ’ya, hâme nedir diye sordum. O da, “Hâme hakkında insanlar, insanların hâmesine feryat eden, bağıran hâme’dir, derler. O insan hâmesi değil; hayvandır.” (Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3918)

Hâme inanışının, baykuşun veya ötmesinin uğursuzluk olduğu gibi, baykuşun uğradığı kabileden daha önce ölmüş olanın ruhunu taşıdığı şeklindeki bir itikat olduğuna dair anlatımlar da vardır. Ayrıca intikamı alınmamış ölünün ruhunun uçup giden ve kaybolan kuşuna da hême denilirdi.

Nev’ ise Arap inancında Batıda batmak üzere olan bir yıldızın Doğuda mukabili doğar ve bu olay belli gün aralıklarında vuku bulur. Buna dayalı olarak geliştirilen inanca da bu isim verilirdi. Safer terimi Arap aylarından birisinin adı olmakla birlikte bu aya bağlı olarak geliştirilmiş itikat da vardır. (Bu inanç biçimi Türklere de sirayet etmiş gibidir. Safer ayında birçok bela, musibet ve şer insanlara ulaşacaktır anlayışı bunlardan biridir. Yine, Elazığ yöresinde duyduğumuza göre her yıl Safer ayının ikinci haftasında bütün varlıkların bir yıllık kaderinin yazılıp tayin edildiğine inanılmaktadır. 

Yahya Mustafa Keskin’den duyduğumuza göre; Karadeniz bölgesinde yağmur duasına çıkıldığında veya sis kovma geleneğinde çocuk kafilesi evleri dolaşır, kaymak vs. de toplanır. Bir yere misafir olan çocuklara burada köyden toplanan malzeme ile tatlı yapılıp yedirilir. Bu esnada çocukların her biri gelecek günleri kendi adlarına paylaşırlar ve “Kimin gününde yağmur yağacak” veya “Kimin gününde sis dağılıp güneş çıkacak” diye gün tutarlardı, şeklindeki anlatımla zamanları kişilere göre paylaşma veya paylaştırma geleneği benzerlik içermektedir.)

En- Nihâye’de belirtildiğine göre, nev’, çoğulu envâ, 28 menzilesi olan bir şeydir. Ay her gün bu menzilelerden birine yerleşir. “Ve’l kamera kaddernâhu menâzile….” (36/Yâsîn, 39) âyeti vardır. Batıda 13 gece menzilesi, fecrin doğuşuyla birlikte düşer. Diğeri bunun mukabili olarak aynı vakitte doğuda doğar. Bu menzileler yani envaın deveranı, yıl bitince tamamlanmış olur. Araplara göre bir menzilenin inmesi ile mukabili (rakibi)nin doğuşu sırasında yağmur olur. Yani yağmurun yağmasını buna nisbet ederek derlerdi ki, “Şu nev’ vesilesiyle yağmura kavuştuk.” Ancak Peygamberimiz bu envâ’ inancını, Araplar yağmuru ona dayandırdıkları için kerih görmüştür. Kaldı ki yağmurun yağması Allah’ın fiillerindendir. “Biz bu nev’ sayesinde yağmura kavuştuk” denilmekle o vakit (zaman) kastedilirdi. O vakit de “Filanın nev’idir” denilirdi. Eğer bu caiz olsaydı, Allah bu vakitlerde yağmur yağdırmak konusundaki kanununu mutlaka icra ederdi.” (İbnu’l- Esîr, en- Nihâye, V, 122)

Bu konu ile alâkalı birkaç rivâyet şöyledir: “Bulaşıcılık tıyara), ğûl ve safer yoktur.” (Müslim, Selâm V, 75, nr. 106- 107) “Ğavl (ğûl) yoktur.” (Ebû Dâvud, Tıb 24, nr. 3913)

Bu kelimelerden bazılarını sahabî ravi Câbir b. Abdullah açıklamış ve safer, batn (karın) demektir, buna da karındaki canlı (devabbu’l- batn) derler, demiştir. Aynı sahabî Ğûl için bir açıklama getirmemiştir. Ancak hadisin tâbi’în râvisi olan Ebû’z- Zübeyr; “Ğûl, tağavvul edilen şeydir”, şeklinde tefsir etmiştir (Müslim, Selâm V, 76, nr. 108).

“Ğûl, ğaylândan biridir. Bu da cin ve şeytan tayfasının bir türüdür. Araplar, ğûl’ün çölde insanlara göründüğünü renkten renge, şekilden şekle girip tanınması müşkül bir varlık olduğunu iddia eder. Yani ğûl, çift sûretlidir. Araplara göre ğûl insanı yolundan saptırıp helak eder (Müslim, Selâm, V, 75- 76, nr. 106- 108 ve Nevevî Şerhi). Bunu da Hz. Peygamber yasakladı ve bâtıl ilan etti.

Câhiliyyede uğursuz sayılıp insanların başına sağlık problemleri dâhil olmak üzere çeşitli belalar açtığına kesin bir delil olmadığı halde inanılan şeylerin de uğursuzluk sayılıp terk edilmesi gerektiği anlayışı, aynı şekilde yasak edilmiştir. 

[56] Kenzu’l- Ummâl, X, nr.  28554.

[57] Kenzu’l-Ummâl’deki diğer birçok tabir hakkındaki izahlarda olduğu gibi buradaki açıklamalar da en- Nihaye’den alınmıştır. Bkz. İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 152.

[58] Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28556.

[59] Ebû Dâvud, Tıb, 23, nr. 3907; Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28562.

[60] Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28581.

[61] Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3920.

[62] Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3919.

[63] Uğurlu veya uğursuz saymakla ilgili temel rivâyet, bazı tariklerinde ilave veya değişik lafızlarla birlikte şudur: “şu’m (uğursuzluk) evde, kadında ve attadır.” (Müslim, Selâm, V, 79, nr. 113; Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3922; Kenzu’l-Ummâl, X, nr. 28558 - 28559. Şu’m hakkındaki rivâyetlerin muhtelif vecihleri için bkz.: Müslim, Selâm, V, 79- 81, nr. 113- 119). İmam Mâlik’e, at ve evin uğursuzluğu nasıl olur diye soruldu. O da, bazı evler vardır ki onda oturanlar helak olur. Sonra diğerleri aynı evde oturur, onlar da helak olur. Ebû Dâvud da Hz. Ömer’den kadınla ilgili olarak, evdeki hasır, doğurmayan kadından daha hayırlıdır” şeklinde bir söz nakleder ((Ebû Dâvud, Tıb 24, nr. 3922. Kanaatimizce Hz. Ömer, Allah tarafından doğurma imkânı verilmemiş, kısır kadını kasdetmemiştir. Çünkü o da biliyor ki, çocuk doğurma yeteneği Allah’ın takdiri ile alâkalıdır. Kaldı ki, evli bir çiftin çocuklarının olmayışı, kadın kadar erkeğin de çocuğun olması için bir hastalığının olmasıyla ilgilidir. İbareden de anlaşıldığı üzere doğurma kabiliyeti ve imkânı olduğu halde kendi iradesiyle ve kararıyla veya çeşitli bahanelerle doğurmamayı tercih eden kadını kasdetmiş olduğunu düşünüyoruz. Zira ibarede “doğurmayan” ifadesi yer almakta; “doğurgan olmayan” denilmemektedir. “Doğurmayan” olma hali, kişinin şahsi kararı ve iradesiyle mukayyettir. Oysa “doğurgan olmama durumu” ise kişinin kendi elinde olmayan bir mazeret (özür) halidir. Ya da, Peygamberimizin söylemediği nice sözü hadis diye onaylayan zihniyet, Hz. Ömer’e ait olmayan sözü ona isnat etmişlerdir.). Çocuğun olmamasından kadını sorumlu ve suçlu tutan, kısır olmayı suç gören ve erkeğin bu konuyla ilgili hastalığını yok sayan anlayış, ilme ters düşer ve Rasul böyle bir söz söylemiş olamaz. Kur’an şöyle diyor: “Göklerin ve yerin mülkü, egemenliği Allah’a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut erkek ve kız çocuklarını birlikte verir. Dilediğini de çocuksuz bırakır. Şüphesiz O her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.” (42/Şûrâ, 49-50). Bir diğer hadis rivâyetinde Rasûlullah: “Iyâfe, tark ve tıyara cibttendir (şirktendir).” (Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28567). “Tark”, özellikle Arap kadınları tarafından çakıl taşlarıyla yapılan fe’lin bir türü veya şekilidir. Buna kumda çizilen bir çizgidir diyen de olmuştur. 

Enes b. Mâlik’in duyduğuna göre bir adam gelip Rasûlullah’a, “Yâ Rasûlallah! Biz bir evde kaldık, orada aile fertlerimiz ve mallarımız çoktu. Başka bir eve geçtik, orada aile fertlerimiz ve mallarımız azaldı?” dedi. Rasûlullah da, “Orayı kötülüğüyle (harap halde) terk edin”, dedi (Ebû Dâvud, Tıb 24, nr. 3924). Bu hadisin başka bir naklinde ise “Bulaşıcılık ve uğursuzluk (tıyara) inancı yoktur. Uğursuzluk (şu’m) üç şeyde olup kadında, evde ve hayvandadır” (Buhârî, Tıb 43, nr. 5753; Müslim, Selâm, V, 79, nr. 114) denilmektedir.

Üç şeyde uğursuzluk olduğuna dair rivâyetin maksadının, câhiliyye veya o civarda yaşayan diğer din sahiplerinin inanç meselesi olduğu oysa bunun İslâm’a göre bâtıl (saçma) olduğu şeklinde anlaşılması aşağıdaki rivâyetle sübut bulmaktadır. Hz. Âişe’nin, yukarıdaki hadis rivayeti için, Ebû Hureyre’ye çıkışarak; “Rasûlullah bir söz söylerken, başında o yerde yoktun, sonra gelip sözün yarısını hadis diye rivayet ediyorsun. “Eğer uğursuzluk olsaydı şu üç şeyde olurdu” demişti Rasulullah, sen sözün yarısını duydun, tamammış gibi rivayet ettin.” dediğini değerlendirmek gerekir. Peygamberimiz bir Rivâyete göre: “Hâme, bulaşıcılık ve uğursuzluk yoktur. Şayet uğrusuzluk olsaydı atta, kadında ve evde olurdu” (Ebû Dâvud, Tıb 24, nr. 3921) demek suretiyle Rasûlullah, böyle bir şeyin muhal olduğunu belirtmiştir. Nitekim üç kere tekrarlayarak “Tıyara (uğursuzluk) şirktir. Bizde de yok değildir. Fakat Allah onu tevekkülle iyileştirir” (Ebû Dâvud, Tıb 24, nr. 3910; İbn Mâce, Tıb, 43, nr. 3538) buyurmuştur.

Uğurlu ya da uğursuzluk inancının insanî bir zaaf olduğu şu rivâyetle dile getirilmektedir. “İnsanda üç özellik vardır: Uğursuz sayma, zanda bulunma ve haset etme. Tayrdan kurtulmak, çıkmak ona dönmemektir. Zandan kurtulmak, zannını icra etmemektir. Hasetten çıkmak ise taşkınlık, azgınlık yapmamaktır.” (Kenzu’l-Ummâl, X, nr. 28563)

Rasûlullah zamanında ve elbette ki öteden beri Araplarda var olduğunu bildiğimiz uğurlu veya uğursuz sayma inancının en çok hangi hususlar etrafında oluştuğunu da yine hadislerden öğrenmekteyiz. İşte bu geleneği öğrendiğimiz rivâyetlerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz.

Tıyara yapan ve kendisiyle tıyara yapılan, kehânette bulunan ve kendisiyle kehânette bulunulan, sihir yapan ve kendisiyle sihir yapılan bizden değildir.” (Kenzu’l-Ummâl, X, nr. 28565).

Yola gitmek üzere niyet edip de bir kuştan dolayı geri dönen kişi Muhammed’e indirileni inkâr etmiştir.” (Kenzu’l-Ummâl, X, nr. 28570)

 “Bulaşıcılık yoktur uğursuzluk yoktur. Sâlih (inanca uygun) fe’l benim hoşuma gider. Sâlih fe’l ise güzel sözdür.” (Kenzu’l-Ummâl, X, nr. 28565)

Bulaşıcılık yoktur, uğursuzluk yoktur, hâme yoktur. Denildi ki Yâ Rasûlallah! Uyuz bir deve var diğer bütün develeri uyuz ediyor, buna ne dersin? O da; bu gördüğünüz kaderdir. Peki, o uyuz deveye hastalığı ilk bulaştıran kim?!” (Buhârî, Tıb, 54, nr. 5770; Müslim, Selâm, V, 72- 73, nr. 100- 103; Ebû Dâvud, Tıb, 24, nr. 3911; İbn Mâce, Tıb, 43, nr. 3540; Kenzu’l- Ummâl, X, nr. 28599. “Hasta olana hastalık sağlıklı olduğu halde bulaştırılmamıştır.” (Buhârî, Tıb, 54, nr. 5771, 5774; Müslim, Selâm, V, 75, nr. 104; İbn Mâce, Tıb, 43, nr. 3541; Ahmed, Müsned, III, 373, nr. 9274)

[64] Doç. Dr. Veli Atmaca, Hadisler Çerçevesinde Cahiliyyede Majik Tedavi Geleneği’nin Kavramsal Boyutu adlı makaleden kısmen özetlenip kısmen ilavelerde bulunarak.

[65] 75/Kıyâme, 27

[66] 113/Felak, 4

[67] Taberî, XXIX, 121; İbn Kesîr, VIII, 307

[68] el-Keşşâf, IV, 193; Mefâtîḥu’l-ġayb, XXX, 231

[69] Hak Dini, VIII, 5848

[70] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44

[71] 16/Nahl, 98; 23/Mü’minûn, 97-98; 41/Fussılet, 36; 113/Felâk, 1-5; 114/Nâs, 1-6

[72] İbn Esîr, en-Nihâye, II, 255

[73]  Müslim, “Selâm”, 39-40

[74] Buhârî, “Ṭıb”, 33; Müslim, “Selâm”, 46-51; İbn Mâce, “Ṭıb”, 35-36

[75] Buhârî, “Enbiyâʾ”, 10; İbn Mâce, “Ṭıb”, 36; Tirmizî, “Ṭıb”, 18

[76] Buhârî, “Ṭıb”, 32, 39; Müslim, “Selâm”, 51-52

[77] Buhârî, “Ṭıb”, 17, 33, 37; Müslim, “Selâm”, 55-60; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 17-18

[78] Müslim, “Selâm”, 60-64

[79] Müslim, “Selâm”, 65

[80] Buhârî, “Ṭıb”, 54; Müslim, “Selâm”, 59

[81] Buhârî, “Ṭıb”, 17; Müslim, “Îmân”, 372

[82] Müsned, IV, 249, 251-253; Tirmizî, “Ṭıb”, 23

[83] Nesâî, “Taḥrîm”, 19

[84] Müsned, I, 381; İbn Mâce, “Ṭıb”, 39; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 17

[85] Fahreddin er-Râzî, XXXII, 190

[86] Ebû Dâvud, Tıb 17

[87] Buhârî, Tıb 17; Müslim, İman 374; Ebû Dâvud, Tıb 17, h. No: 3884

[88] Buhârî, Tıb 17; Müslim,  İman 374; Ebû Dâvud, Tıb 18, h. No: 3889

[89] Buhârî

[90] Sahihu Müslim bi Şerhi’n-Nevevî, 14/184

[91] Müslim

[92] Sahih-i Müslim bi Şerhi’n-Nevevî, 14/186

[93] Müslim, “Selâm”, 63

[94] Tahâvî, IV, 327

[95] Tirmizî, Tıb 16; İbn Mâce, Tıb 33

[96] Ebû Dâvud, Tıb 17, h. No: 3883

[97] Sahih-i Müslim bi Şerhi’n-Nevevî, 14/186

[98] Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868; Hâkim, Müstedrek 4/217. Hâkim, bu hadis hakkında, “isnadı sahihtir; ancak Buhârî ve Müslim onu rivayet etmemişlerdir” demiş; Zehebî de bu konuda ona katılmıştır. Ayrıca bu hadisi, Ahmed bin Hanbel de Müsned’inde (1/381) rivâyet etmiştir. Hadisi Ebû Dâvud, İbn Mâce, Beğavî (Şerhu’s-Sünne’de), İbn Hibban ve Taberî de (el-Mu’cemu’l-Kebir’de) rivâyet etmişlerdir. Bkz. En-Nehcu’s-Sedîd, s. 59.

[99] Müsned, IV, 249, 251-253; Tirmizî, Tıb 23

[100] Nesâî, Tahrim 19

[101] Müsned, I, 381; İbn Mâce, Tıb 39; Ebû Dâvud, Tıb 17

[102] 6/En’âm, 50

[103] 10/Yunus, 15

[104] 2/Bakara, 219

[105] Ebû Dâvud, Tıb 17, hadis no: 3883

[106] Müslim, Selâm 63

[107] Ebû Dâvud, Tıb 9, h. no: 3868

[108] Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107, h. no: 1599; Ebû Dâvud, Büyû 3, h. no: 3329, 3330; Tirmizî, Büyû 1, h. No:  1205; Nesâî, Büyû 2, h. no: 7, 241

[109] el-İʿtibâr, s. 238

[110] Tıbb-ı Nebevî, s. 71-72

[111] el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 355-356; Elmalılı, IX, 6391

[112] Kitâbü’l-Hayevân, II, 139; IV, 184-190; V, 397

[113] en-Nihâye, “rḳy” md.; Fetḥu’l-bârî, X, 206

[114] S. Buhârî Tecrid-I Sarih Tercemesi, XII, 90

[115] İbn Âbidîn, VI, 57

[116] İlyas Çelebi, TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Y., c. 35, s.219-221

[117] Ebû Dâvud, Tıb 17, h. no: 3883

[118] Ebû Dâvud, Tıb 9, h. no: 3868

[119] 39/Zümer, 65

[120] Adil Ramazanoğlu

[121] Buhari, Tıb 33; Müslim, Selâm 65; Ebû Dâvud, Tıb 19; Tirmizî, Tıb 20

[122] 2/Bakara, 41

[123] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII, 48; Beyhakî Aynî, Umdetul Kaarî

[124] 17/İsrâ, 82

[125] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44

[126] 17/İsrâ, 82

[127] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 7/318-321.      

[128] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167); Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü'l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46

[129] 10/Yunus, 77

[130] 15/Hicr, 42; 17/İsrâ, 65; 16/Nahl, 99; 14/İbrahim, 22

[131] 2/Bakara, 41; 174-175

[132] 11/Hûd, 29; 51

[133] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Neşriyat, c. 9, s. 629

[134] Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, D.İ.B. Y., c. 7, s. 45-53

[135] 2/Bakara, 41

[136] 7/A'râf, 169

[137] 5/Mâide, 44

[138] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü'l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46

[139] İbn Mâce, II/157; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47-48

[140] Ebû Dâvud; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47

[141] Dârimî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48 (Bu hadislerin çoğunda Suffe talebelerinin, öğretmenlerine hep kavs, ok yayı hediye ettikleri zikredilmiştir. 'Bunların hediye edecek başka şeyleri yok mu idi? Bunların hepsi de ok, yay sahibi mi idi?' Evet, başka şeyleri yoktu. Bunların tümü, fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerdi. Ayrıca, bunların hepsi mücâhid idi. Hepsinin de mâlik olduğu dünya malı okla yaydan ibaret idi. Ekserisi bâdiye (çöl) halkından idi. En güzel yay bunlarda bulunurdu. Birbirini görerek hocalarına yay hediye etmek istedikleri anlaşılıyor. -S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-)

[142] Aynî, Umdetü'l-Kaarî, XII/96; Beyhakî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48

[143] Tirmizî, V/179, hadis no: 2917; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-49; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü'l-Kaarî, XII/96

[144] Buhâri, Tecrid-i Sarih IX/301; XI/248

[145] Kirmânî, Şerhu'l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü's-Sârî, VII/388

[146] Fudayl bin Amr'dan, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti'l-Kur'an, Muhyiddin Nevevî, s. 29

[147] İbn Âbidin, Şifâu'l-Alil, s. 182 Naklen F. Beşer, s. 77

[148] Birgivî Muhammed; Şerh'u Hadis-i Erbaîn, s. 75; İbn Âbidin, Şifâu'l-Alil, s. 182

[149] İbn Âbidin, Şifâu'l-Alil, s. 179

[150] Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, 1. cilt, s. 113

[151] 113/Felak, 4

[152] Tirmizî, Tıb 2; Ebû Dâvud, Tıb 1; İbn Mâce, Tıb 1; Ahmed bin Hanbel, III/156

[153] Buhârî, Tıb 1; Müslim, Selâm 69, Fedâil 92; Ebû Dâvud, Tıb 1

[154] Sîretu İbn Hişâm, II/5-6

[155] 26/Şuarâ, 80

[156] 6/En'âm, 17

[157] Buhârî, Merdâ 20, 38, 40; Müslim, Selâm46-49

[158] Muvattâ, Ayn 16

[159] Ebû Dâvud, Tıb 11

[160] 17/İsrâ, 82

[161] 41/Fussılet, 44

[162] 10/Yûnus, 57

[163] 9/Tevbe, 124

[164] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125

[165] 17/İsrâ, 82

[166] 41/Fussılet, 44

[167] 17/İsrâ, 82

[168] 2/Bakara, 10

[169] 9/Tevbe, 14

[170] Ebû Dâvud, Edeb 101; Ahmed bin Hanbel, V/42

[171] Müslim, Selâm 51

[172] Müslim, Selâm 67; Tirmizî, Tıb 29, Deavât 125; İbn Mâce, Tıb 36; Ebû Dâvud, Tıb 19

[173] 2/Bakara, 201; Tirmizî, Deavât 112

[174] S. Müslim, Libâs 105; Buhârî, Cihad; Ebû Dâvud, Cihad; Nesâî, Siyer

[175] Ebû Dâvud, Tıb, 17

[176] Nesâî, Tahrîmu’d Dem, 199

[177] 113/Felâk, 4

[178] Ebû Dâvud, Tıb 17, h. No: 3883

[179] Tirmizî, Ahmed bin Hanbel rivayet etmiş; İbn Mâce, İbn Hibban ve Hâkim de sahih olduğunu söylemişlerdir. El-Elbânî de bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir (bkz.  Es-Silsiletu’s-Sahiha, s. 244). 

[180] Ali b Nufeyyi el-Uleyyânî, Ehl-i Sünnet Akîdesine Göre Rukye, Guraba Y., s. 151 vd.

[181] Hasan Karakaya, İslam Akaidi, s. 226

[182] 12/Yûsuf, 85

[183] 39/Zümer, 53

[184] 15/Hicr, 56

[185] 10/Yûnus, 107

[186] 13/Ra’d, 28

[187] 13/Ra'd, 28

[188] 62/Cum'a, 10

[189] Müslim, Zikir 25, 30, hadis no: 2689, 2700; Tirmizî, Deavât 7, hadis no: 3375

[190] 33/Ahzâb, 35

[191] Buhârî, Deavât  67

[192] 2/Bakara, 152

[193] 9/Tevbe, 67

[194] 17/İsrâ, 82

[195] 10/Yûnus, 57

[196] 41/Fussılet, 44

[197] 20/Tâhâ, 124

[198] 20/Tâhâ, 14

[199] 13/Ra’d, 28

[200] 57/Hadîd, 16

[201] Nevzat Tarhan, Diyanet Aylık Dergi, Mart 2010

[202] Cemil Tokpınar, Hastalık Hikmet Deposu, Beyan 39, Mayıs 2002, s. 50

[203] Buhâri, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten 14

[204] Nesâî, Tahrîm 19

[205] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 7, s. 496

[206] Cemil Tokpınar, Hastalık Hikmet Deposu, Beyan 39, Mayıs 2002, s. 50-51

[207] Buhâri, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten 14

[208] Tirmizî, Tıb 2; Ebû Dâvud, Tıb 1; İbn Mâce, Tıb 1; Ahmed bin Hanbel, III/156

[209] Buhârî, Tıb 1; Müslim, Selâm 69, Fedâil 92; Ebû Dâvud, Tıb 1

[210] Ebû Dâvud, Tıb 11

[211] Muvattâ, Ayn, 16

[212] Tirmizî, Zühd 34; İbn Mâce, Zühd 9

[213] Tirmizî, Zühd 59

[214] Buhârî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1; Ahmed bin Hanbel, I/258

[215] Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Zühd 14

[216] Ebû Dâvûd, Diyet 23

[217] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 98

[218] Tirmizî, Tıb 24

[219] Tirmizî, Tıb 14

[220] 26/Şuarâ, 80

[221] 17/İsrâ, 82

[222] 41/Fussılet, 44

[223] 10/Yûnus, 57

[224] 9/Tevbe, 124

[225] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125

[226] 17/İsrâ, 82

[227] 41/Fussılet, 44

[228] 16/Nahl, 68-69

[229] Ebû Dâvud, Edeb 101; Ahmed bin Hanbel, V/42

[230] Müslim, Selâm 67; Tirmizî, Tıb 29, Deavât 125; İbn Mâce, Tıb 36; Ebû Dâvud, Tıb 19

[231] Buhârî, Merdâ 20, 38, 40; Müslim, Selâm 46-49; Ebû Dâvud, Tıb 18, 19; Tirmizî, Deavât 111; İbn Mâce, Cenâiz 64, Tıb 36, 39

[232] Ebû Dâvud, Cenâiz 8; Tirmizî, Tıb 32

[233] Buhârî, Tevhid 31, Menâkıb 25, Merdâ, 10, 14

[234] Buhârî, Merdâ 13

[235] Müslim, Birr 52

[236] 2/Bakara, 201; Tirmizî, Deavât 112

[237] Buhârî, VI/157

[238] Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 16; Tirmizî, Cenâiz 7; Nesâî, Cenâiz 4; İbn Mâce, Cenâiz 3

[239] 1/Fâtiha, 4

[240] Tirmizî, hadis no: 3247; Ebû Dâvud, Kitabu'd-Duâ, hadis no: 1479

[241] Tirmizî

[242] 51/Zâriyât, 56

[243] 29/Ankebût, 69

[244] 12/Yûsuf, 85

[245] 13/Ra’d, 28

[246] 39/Zümer, 23

[247] 57/Hadîd, 16

[248] 41/Fussılet, 44

[249] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44

[250] 2/Bakara, 186

[251] 40/Mü'min, 60

[252] 23/Mü’minûn, 97

[253] 7/A’râf, 200

[254] 25/Furkan, 77

[255] 25/Furkan, 77

[256] 7/A'râf, 64

[257] 40/Mü'min, 60

[258] 7/A'râf, 55

[259] 7/A’râf, 55

[260] 35/Fâtır, 15

[261] Müslim, Birr 55

[262] Buhârî, Deavât, 12

[263] Buhârî, “Ṭıb”, 32, 39; Müslim, “Selâm”, 51-52

[264] 25/Furkan, 77

[265] 2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19

[266] 3/Âl-i İmrân, 110

[267] Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut Kısa, Felak Sûresi meali.

[268] Buhârî, Deavât 12; Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut Kısa, Nâs Sûresi meali.

[269] 2/Bakara, 30

[270] 17/İsrâ, 70

[271] 2/Bakara, 29

[272] 17/İsrâ, 65

[273] 16/Nahl, 99

[274] 14/İbrâhim, 22

[275] 35/Fâtır, 43

[276] 13/Ra'd, 8

[277] 2/Bakara, 186

[278] 2/Bakara, 160

[279] 4/Nisâ, 147

[280] 18/Kehf, 29

[281] 2/Bakara, 256

[282] 10/Yunus, 44

[283] 41/Fussılet, 46

[284] Müslim, Birr, 15, hds. no: 2577

[285] 1/Fâtiha, 3

[286] 82/İnfitâr, 17-18

[287] 37/Saffât, 19-21

[288] 10/Yûnus, 107

[289] 39/Zümer, 36

[290] 15/Hicr, 6

[291] Fetişizm: İbtidaî toplulukların inanma faaliyetleri, onların put olarak kabul ettikleri sûretler, aşırı tutkunluk gösterilen eşya veya kişi.

[292] 40/Mü’min, 60

[293] 1/Fâtiha, 4

[294] 3/Âl-i İmran, 26

[295] 10/Yûnus, 107

[296] 10/Yûnus, 107

[297]  Müslim, Tirmizi, Nesai, İstiaze: 1; Dârimi, Fezail-i Kur’an: 25.

[298] Tirmizi, Tıb 16; İbn Mace, Tıb 33

[299] S. Buhârî Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII, 90

[300] en-Nihâye, “rḳy” md.; Fetḥu’l-bârî, X, 206

[301] el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 355-356; Elmalılı, IX, 6391

[302] Ebû Dâvud, Tıb 17, h. no: 3883

[303] Ebû Dâvud, Tıb 9, h. no: 3868

[304] İbn Mâce, Tıb 40; Ebû Dâvud, Tıb 9, h. No: 3868; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 294

[305] S. Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi, D.İ.B. Y., c. 12, s. 88

[306] Rukyeci Adil Ramazanoğlu

[307] 48/Fetih, 18

[308] Kürşat Demirci, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 31, s. 265 

[309] A. Rıza Karabulut, Ruhlar Âlemi, s. 103

[310] Ebû Dâvud, Tıb 9/IV, 201; Hâkim, Müstedrek, IV, 217; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan

     Y., 288-289

[311] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648

[312] Heytemî; Zevâcir, 1/130

[313] Ebû Dâvud, Tıb 17, h. no: 3883

[314] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 154; İbn Hıbbân, Sâhîhu İbn Hıbbân, c. 13, s. 450

[315] Ebû Dâvud, Tıb, 17, hadis no: 3883

[316] 6/En'âm, 17

[317] 2/Bakara, 171; 7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 100

[318] Meselâ, bak. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35

[319] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Y., s. 44

[320] A. İnan, a.g.e., s. 46-47

[321] 17/İsrâ, 82

[322] 2/Bakara, 184

[323] 20/Tâhâ, 69

[324] Recep Aktaş, Bâtıl İnanışlar, Bahar Y., s. 39-40

[325] Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, T. Diyanet Vakfı Y., s. 19-32            

[326] Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr el-İfrîkî el-Mısrî Cemâlü’ddîn Ebu’l-Fadl, Lisânü’l-‘Arab (IXV), Dâru Sâdır, Beyrût, 2015, II, Cim Maddesi. Bu maddede kavramın Arapça “Demirden yapılmış savunma amaçlı zırh” olduğu kaydedilmektedir.

[327] Türkiye Diyanet Ansiklopedisi, TDV, Ca’fer es-Sâdık-Ciltçilik, Ankara, 1993, V. 559.

[328] Abbâs Kumî, Miftâhu’l-Cinân, Tahran 1319, s. 84-102; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî, Mecmûa’tu’l-Ahzâb, I-III, İstanbul 1298R, s. 231-261; DVA

[329] Şiî kaynaklarda Ehl-i Beyt tarikiyle Hz. Peygambere isnat edilen ve Cevşen-i Kebîr ve Cevşen-i Sağîr olarak bilinen, metinleri birbirinden farklı iki duayı ifade eder. Ancak Cevşen-i Kebîr daha meşhurdur ve “Cevşen” denilince ilk akla gelen Cevşen-i Kebîr’dir. Cevşen-i Kebîr, Mûsa el-KâzımCafer es-Sâdık-Muhammed Bakır –Zeynelabidîn-Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikiyle Hz. Peygamber’e isnat edilir.

[330] Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhanevî (1228/1813-1311/1893)

[331] Nursî, Şuâlar, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2011, Üçüncü Şuâ, s. 36.

[332] Prof. Dr. Abdullah Aydınlı, Cevşen Duâsı -Kaynakları Hakkında Bir İnceleme-

[333] F. Gülen, Prizma I, s. 121

[334] Prizma 1, s. 121

[335] Kenan Alpay, Cevşen Sektörü, Haksöz Dergisi 70, Ocak 1997

[336] Buhârî, İ’tisâm 28; Müsned, III, 351

[337] Emirdağ Lâhikası II, 40

[338] Buhârî, İ’tisâm 28; Müsned, III, 351

[339]  https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/29504/merak-edilen-cevsenin-fazileti/

[340] Emirdağ Lâhikası, s. 162; https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/29504/merak-edilen-cevsenin-fazileti/

[341] Buhârî, İ’tisâm 28; Müsned, III, 351

[342] 10/Yunus, 100

[343] Adnan Yeniay, Cevşen Duasının Hadis İlmi Açısından Kritiği, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2008, Danışman: Enbiya Yıldırım, s: 70-71

[344] 12/Yusuf, 106

[345] Ebû Dâvud, İbn Mâce

[346] 113/Felâk, 4

[347] Müslim, Selâm 46; Tevhid'in Hakikatı, Yusuf El-Karadavî, Saff Y. s. 70-75

[348] Müslim, Selâm 46

[349] İbn Mâce, Tıb 39

[350] 6/En’âm, 17

[351] 14/İbrahim, 1

[352] 39/Zümer, 39

[353] 65/Talâk, 11

[354] İtikad Üzerine, Şafak Y., s. 20 vd.

[355] 5/Mâide, 45

[356] 2/Bakara, 257

[357] 7/A'râf, 179

[358] 20/Tâhâ, 124-127

[359] 36/Yâsin, 65

[360] bkz. 3/Âl-i İmran, 154

[361] bkz. 48/Fetih, 26

[362] bkz. 33/Ahzâb, 33

[363] 5/Mâide, 50

[364] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44

[365] 56/Vâkıa, 80

[366] 2/Bakara, 185

[367] 36/Yâsin, 2

[368] 56/Vâkıa, 77

[369] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; Dârimî, Salât B. 165, Hds. 1342

[370] 73/Müzzemmil, 4

[371] M. Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları,Karakalem Y., s. 15 vd.

[372] 17/İsrâ, 9

[373] 54/Kamer, 17

[374] 6/En'âm, 155

[375] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341

[376] 20/Tâhâ, 124

[377] 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155; A. R. Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., 1/88 vd.)

[378] 20/Tâhâ, 65-69

[379] 12/Yusuf, 106

[380] Buhâri, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525

[381] Rezin tahriç etmiştir. Buhârî, önceki kısmı, başından "...bilgisi olmayan" ibaresine kadar muallak olarak  kaydetmiştir. Buhârî, Bed'ü'l-Halk 3; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 16/188

[382] Ebû Dâvud, Tıb 22, hadis no: 3905

[383] 5/Mâide, 90

[384] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: VII/ 5208; Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/143-144

[385] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: VII, 5207

[386] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 5208

[387] 27/Neml, 65

[388] 6/En’âm, 50

[389] 7/A’râf, 188

[390] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408

[391] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 5207

[392] 12/Yusuf, 106

[393] 3/Al-i İmrân, 159

[394] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, IV/135

[395] Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/142, 143

[396] Münâvî, I/450

[397] Ahmed bin Hanbel, III/302, 334, 382, 393; Müslim, Selâm, 61-63

[398] Meselâ bk. İbnü’s-Salâh, Fetâvâ ve Mesâilü İbni’s-Salâh, I/293, 396; II/434, 484, 485, 507

[399] 5/Mâide, 3, 90

[400] 7/A’râf, 188

[401] Münâvî, I/450

[402] el-Medhal, IV/37-38

[403] a.g.e., IV/40

[404] İbn Âbidîn, II/27

[405] Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43

[406] Divan, rakam 12, 83; Arâcîzu’l-Arab, s. 120

[407] Tayfûr, Kitâbu Bağdâd, s. 49

[408] İbn Manzûr, "Lisânül-Arab", Na.za.ra madd.

[409] 68/Kalem, 51-52

[410] 42Şûrâ, 30

[411] 4Nisa/78-79

[412] 6En’âm, 59

[413] 11/Hûd, 101; 16/Nahl, 118; 43/Zuhruf, 76

[414] 42/Şûrâ, 30; 4/Nisâ, 79

[415] 52/Tûr, 21 74/Müddessir, 38

[416] 3/Âl-i İmrân, 14

[417] 6/En’âm, 17, 71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/6Enbiyâ, 6; 22/Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkaf, 4-5; 48/Fetih, 11

[418] 4/Nisâ, 78-79

[419] 17/İsrâ, 73-76

[420] http://www.biriz.biz/kuran/kalem/68k.htm

[421] Müfessir Hazin, Mecmuatu’t Tefasir, 6/600; Elmalılı Hamdi Yazır, 9/357

[422] 2/Bakara, 109; 5/Mâide, 54 vb.

[423] 68/Kalem, 5l

[424] Elmalılı Hamdi Yazır,  Hak Dini Kur’an Dili, 9/357

[425] Bu konuda AKAŞA yayınlarının, J.E.Addington'dan çevirdiği Yüzde Yüz Düşünce Gücü adlı kitaptaki ilginç izahlardan yararlanılabilir.

[426] Mehmed Durmuş, İktibas Dergisi, Sayı: 215, Kasım 1996

[427] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/372-373.

[428] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/373.

[429] Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim, 14/172-173

[430] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/375.

[431] 2/Bakara, 151

[432] 9/Tevbe, 108

[433] Müslim, Tahâret, 1; Tirmizî, Deavât 86; Dârimî, Vudû’ 2; Ahmed bin Hanbel, IV/260

[434] Tirmizî, Edeb 41

[435] Buhârî, Gusl: 23, 24; Müslim, Hayz: 115, hadis no: 371)

[436] Nesâî. Tahrîm: 19

[437] Mefâtîhu'l-Gayb, 32/190

[438] 6/En'âm, 17

[439] Ahmed İbn Hanbel, IV, 154, 156

[440] Yusuf el-Kardavi, "Tevhidin Hakikati", Terc. Mehmet Alptekin, İstanbul 1986, s. 73

[441] İbn Mace, Tıb, 34

[442] 10/Yunus, 57

[443] 17/İsrâ, 82

[444] 15/Hicr, 9

[445] 13/Ra’d, 28

[446] Tirmizî, Deavât, 34

[447] Tirmizî, Deavat, 35

[448] İbn Mace, Duâ, 14

[449] Buhârî, Deavât, 12

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.