Haberler

Haberler (101)

Kur'an Nesli İlim Mekezi'nin  "Yakın Dönem Dâvet Önderleri" üst başlıklığla organize ettiği programların 2'cisi bu ay "Ercümend Özkan'ın Hayatı ve Mücadelesi" başlığıyla yapıldı. Dr. Kürşad ATALAR'ın sunup paytığı programın video kaydını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

Kur'an Nesli İlim Merkezi'nde bu hafta Cuma Sohberinde Şükrü Hüseyinoğlu, "Mü'minlerin Stratejik Birlikteliği Nasıl Oluşur?" başlıklı bir sunum yaptı. Kur'an Nesli minberinde ise hatip Rıdvan Dinçer "Bir Sınav Süreci Olarak Hayatımız" başlıklı bir hutbe okudu. Programların video kayıtlarını sizlerin istifadesine sunuyoruz.

 

İlkav Onursal Başkanı Mehmet PAMAK Hoca, bütün Rasûllerin, toplumlarını tuğyana sürükleyip en fazla yozlaştıran ifsad sebebini ıslah üzerinden tevhide davet ettiklerini vurguladı.

Seven ne yapmaz ki, sevdiğinin uğrunda. Kimi zaman geçer candan, kimi zaman terki diyar etmez mi sılayı, yurdu sevdiği uğrunda. Evet, seven ne yapmaz ki sevdiğinin uğrunda. Tek hedefi, tek amacı kavuşmak değil mi sevdiğine! Evet, tek dileği bu belki ama unuttuğumuz bir şey yok mu hayatımızda, ya bu sevgi bize mutluluk yerine acı, huzur yerine çile getirmeyeceği ne malum!

Olabilir tabi. Bunu da hesaba katmıyor değiliz der iki âşık. Hep mutluluktan dem vurmaz mı seven, evet hep bunları düşünür çünkü aklı devreden çıkmış ve sağlıklı düşünmek yerine o anki tadı veya hissettiği duyguyu her şeye değişmiştir çoktan. Yarına dair pilanlar hep mutlu olmak üzerine değil mi? Evet, hep bunlar düşünülür, bunlar hesaplanır, bunlara, hayat ve sevgi denilir. Ama unutulan bir şey yok mu dersiniz? Var tabiî ki, ama o an bunlar aklın ucundan bile geçmiyor. Peki, unutulan ne? Unutulan herkesin bir hesabı var. Tabi bu normal bir durum. Fakat Allah’ın da bir hesabı yok mu dersiniz! Tabiî ki var ama âşıkların aklına gelmeyen husus burası değil mi? Burası demek geliyor insanın içinden. Unuttuğumuz ya da unutulan taraf çok mu basit sizce, bana sorarsanız gerçekten en önemli yer unutulmuş derim. Nedeni şu; seveni yoktan var eden o değil mi? Peki sevgiyi insana veren kim ya da sevgiyi en çok hak eden kim desek ne gelir aklınıza! İki aşığa sorsanız onlar kendi sevgilerini anlatacak herhalde. Unutmayalım ki sevilmeye en çok layık olan sevgiyi kalbimize ve bize veren değil midir? Evet, o ta kendisi bunu hesaba katmadan sevgi nasıl tarif edilirse edilsin eksik olur.

Gelin sevgilerin neden azalıp ve neticede neden bittiğine bakalım. Sevgi kalbi ve en önemlisi Rahmânî bir duygu değil mi ya da ruhumuzla alakalı bir duygu değil mi? Her akıllı kişi buna evet diyecek tabi ki çünkü görünen veya ölçülen bir tarafı yok daha doğrusu madde değil manevî bir duygu. Bunun azalıp çoğalmasının en önemli faktörü bana göre sevgi denince hesap etmediğimiz bir yön vardır. Bu yön çok önemli aslında, yani azalan sevgi eksik olan sevgi maddeye bağlanan sevgi yani karşında bir varlık var sen ona o anki haline güzel diyorsun. Ama unutmayalım o varlık değişecek ya kırılacak veya bir insan için düşünsek yaşlanacak, hastalanacak ve en önemlisi kızacak. Gülen birini seviyorsunuz ama unutmayalım o üzülecekte bazen kızacakta. O zaman hemen, “ben ne aptallık etmişim” diyeceğiz “bunu nasıl sevdim” diyeceğiz. Öyle mi yapacağız yoksa “ben bunu gülen yüzüyle değil her yönüyle seviyorum. Tabi bu kadar nazı da olsun, bazen bende kızıyorum yanlış yapıyorum”. Bunları diyebilsek, inanıyorum sevginin azalması diye bir şey olmayacak. Günümüzde buna “fikir uyuşmazlığı”, “farklı karakterler” diye kılıflar kullanılıyor. Bununla da yetinilmiyor “şunun burcu şu, ötekininki bu” demiyor mu insanımız. Evet, seven iki âşık tarafından bunlar hesaplanır. Yani “ben boğa burcuyum, ben eyer seveceksem şu burcu tercih etmeliyim” deyiveriyoruz. El cevap deniliyor ama Allah hayırlısını nasip etsin ya da bu konuda bir de din ne diyor, daha doğrusu beni Yaratan ne diyor, bir de buradan bakmalıyız diyen, nadir bulunur. Bu nadir bulunanlarda genellikle şikâyetçi değildirler. Çünkü onlar en önemli yeri veya en önemli yönü düşünmüşlerdir de ondan. Onlar hesaplarına, “Allah bu konuda ne der acaba” katmışlar ve onun ölçülerini kale almışlar. Bu onlara sevdikleri kişiyi en iyi bilen merci ye danışmışlar ve kararını ona göre vermişler. Karşılığında nemi elde etmişler? Kocaman bir mutluluk sizce yetmez mi? Bu mutluluk sadece bu dünya için değil ahiret mutluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu sevgi Yaratan rızası için yapıldığından ibadet oluyor ve yaratanın yardımına muhatap oluyor. Hem bu dünyası ihya oluyor hem ahreti ihya oluyor.

Gelin biz burada, bu sevgileri bir biriyle kıyaslayalım. Önce maddeyi sevene bakalım maddeyi seven karşısında bir şey görüyor ve onu beğeniyor, onu sevdiğini sanıyor kendince ama zamanla o aldığı haz ve sevdiği şey bozuluyor veya eşya için eskiyor peki hani çok seviyordu, onu eskiyince neden kötü oldu. Nedeni basit çünkü o, onu ilk gördüğü haliyle sevmişti ve yarın bozulacağını hesaba katmamıştı. Gelin bunu iki insan için düşünelim birbirini seven iki âşık, birbirini ne kadar çok sevdiklerini anlatır dururlar birbirlerine. Ne kadar doğru gelin birlikte tahlil edelim. Bunlar birbirini çok seviyor birbirimiz için ölürüz diyorlar. Bırakalım ölmeyi neden kavuştukları zaman bu sevgi eskisi kadar olmuyor. Ya da tam tersine dönüyor hiç düşündük mü? Nedeni çok basit! Bunlar o andaki maddeden ibaret beden veya güzelliği sevmişlerdi. Zamanla o bozulacak ve sevgi de ister istemez ya azalacak veya bitecek, bu kaçınılmaz bir son. Gelin birde öteki pencereden bakalım olaya. Manevî duygularla kendisini besleyen ve sevginin asıl sahibini bilen ne yapar. Yapacağı çok şey yok aslında! Sevgisini, kendine bu duyguyu veren zâta yöneltmiştir aslında. Seveceği zaman ölçülü sever, neyi ve neden sevdiğini çok iyi hesaba katar. Bu nasıl meydana gelecek bu kişi sevgiyi ona vereni bildiği için sevilmeye en çok layık olanda o der. Benimki bunun yanında çok az ve basit. Böyle bir sevgi büyütmenin bir anlamı yok. Eğer ben seviyorsam birini bu yaratıcının bana verdiği cüzi olanla seviyorum der. Ve eğer ki ben seviyorsam karşımdakini o zaman bunun ölçüsü ne olacak ve bu sevgi ne kadar ve neye olacak, onu hesaba katar. Yani işin gerçeği şu ben şunu seviyorum dediği zaman onu her yönüyle seviyordur. Güzelliği, yaşlılığı üzerinde barındırdığı huylarıyla seviyordur. Yok, öyle değilse o zaman kendini kandırıyor veya karşısındakini aldatıyordur. Ama unutmamalı ki karşısındaki kanar ama yarın Allah ne diyecek onu düşünüyor mu?

Eğer düşünse kandırmaz, yalan söylemez, aldatmaz. Şunu bilir ki kimse kalbini bilmese bile Allah biliyor. Ve bundan ötürü hesaba çekilecek. Gelin burada sevenlerden bir demet toplayalım.

Ashab-ı Keyf diye adlandırır onları Kur’an, mağara arkadaşları

Onlar öyle seviyorlardı ki sevdiklerini ve neden sevdiklerini de çok iyi biliyorlardı

Bu sevgi onları Dakyanusun karşısına çıkartıp hakkı haykırtı onlara

Sevgileri pak idi temizdi sevdikleri için ölümü bile göz kırpmadan göze aldılar,

Ama sevdikleri onları yalnız bırakmayacaktı tabi ki koşacaktı sevenlerinin yardımına

Hz. Meryem sevmişti saf ve temizdi, onun ona olan sevgisi kutsaldı

Bu öyle bir sevgiydi ki uğrunda geçecekti her şeyden

Bu sevgi karşılıksız mı kaldı sanıyoruz, hayır bu sevgiye sevilen karşılık veriyordu

Ona bu sevgisi ve bu bağlılığı için teşekkürdü belki bu dünyada

Bu sevgi onu Hz. İsa’ya anne yapacaktı

Düşmanları olacaktı, tabi bu sevginin kıskananları da olacaktı ama o sevgisini sevilmesi gereken yere yöneltmişti bir kere sevilen koşacaktı elbet yardıma ve koştu da.

Hz. Bilal da sevmişti, hem öyle bir sevgi ki bu sevgiden vazgeçmesi için neler yapmadı ki

Sevgisini çekemeyenler, kızgın kumların üstünde üzerine taşlar konuluyor ama Bilal ben seviyorum diyordu.

Türlü türlü işkencelerden geçirilecek ama sevgisinden değil azalma tam tersi çoğalma olacaktı

Bu sevgiydi Bilali, Bilal yapan.

Resulde sevmişti, hem öyle bir sevgi ki teklif edecekti düşmanları baş edemeyince,

Seni kral yapalım, seni zengin yapalım, seni bu memleketin en güzel kızıyla evlendirelim

Diyecekler ama o sevgi başkaydı, anlayamazlardı onu tatmayanlar.

Bir elime ayı öteki elime güneşi koysanız ben bu sevgiden vazgeçmem diyecekti o rahmet Peygamberi (s.a.s.).    

Bir başka sevgi örneği işte Hz. İbrahim! Oda sevmişti, onun sevgisi maddeye, mala-mülke değildi. Onun sevgisi en çok sevilmesi gerekene idi. Öyle bir sevgi ki eline balatayı alacak, sevdiğine eş tutulan ne varsa yıktıracaktı. Onun sevgisi temiz idi, o karşılık beklemeden sevdi. Bu sevgiyi çekemeyenler elbet boş durmadı. Nemrut ateşi yakacak ve İbrahim’i o ateşe atacaktı. İbrahim, o ateşe sevdiği için atılacak ve hiç tereddüt etmeyecek en çok sevilmesi gerekeni sevdiği için korkmayacaktı Nemrutların ateşinden. İşte siz böyle severseniz sevginize cevap gelecek sevdiğinizden, yakıp yok eden ateş sizler içinde serin selamet oluverecek. İşte size gerçek bir sevgi ve sevilenin sevdiğine olan muhabbeti, sevgisine verdiği karşılık bu olacak.

Bir başka sevgi arıyorsanız Hz. Yusuf’a bakın, size sevgiyi anlatacak. Onun sevgilisi vardı hem de öyle bir sevgi ki, kıskananlar onu kör kuyulara atacak, o kuyudan onu sevdiği çıkaracak. Köle olacak pazarlarda satılacak amma sevgisinden zerre eksilme olmayacak. Yetmez Züleyhalar onu sevdiğini söyleyecek yetmez ondan faydalanmak isteyecek. Amma o öyle bir sevmiş ki sevdiğini, her çaresiz kaldığında yardımına koşacaktı. İşte sen beni bu kadar çok seviyorsun, bende elbet bu sevgine karşılık vereceğim diyordu, onun sevdiği. İşte sevgi birde bize bakın bir makama mefkiye dünyalık bir çıkara üç kuruş elde etmek uğruna neler ve kimlerin esiri oluyoruz. Diğer bir deyişle kimi ne kadar seviyoruz, sevgimiz veya sevdiklerimiz bunlar gibi bize karşılık veriyor mu?

Alın size bir çocuk sevgisi örneği, Ashab-ı uhdud kıssasını okuyoruz. Okuyoruz da nasıl okuyoruz. Ateş çukuruna doldurulan insanlar ne için oraya atılıyorlar. Sevdikleri Yüce Yaratan için uğrunda çanlarından geçiyorlar. Tereddüt eden anne kucağında ki kundaklık bebek dile geliyor “tereddüt etme anne, atla senin sevdiğin bu dünya ve içindeki her şeyden daha çok sevilmeye değer. Buyurun size gerçek sevgilerden bir demet! Alın bunları birde kendi sevginize bakın, kimin sevgisi değerli. Kim gerçekten seviyor, kim yalan söylüyor, işte bunlarla tartın sevgininiz ve kendiniz kendi hakkınızda karar verin.

   

  

Kur'an Nesli İlim Merkezinde Haftanın Sohbetinde İsmail Hakkı Güleç "Mekke Saha ve Sahnesi ve Hicret" konusunu gündeme getirdi. Cuma Hutbesinde ise hatip Şükrü Hüseyinoğlu "Tevhide Dâvet, Dâvette Tevhid" konulu bir hutbe irad etti.

 

Dağ gibi dimdik, dağlar gibi heybetli!

Bir ucu gökte, bir ucu yerde, bir ucu ise yerin altında!

Dünya’yı dengede tutan, sarsılmayan!

Kendine sığınanı koruyan, Ashab-ı Kehf gibi!

Dağlar, bizleri düşündürüp tefekkür ettiren!

Heybetli dağlar; vahiy yükünü kaldıramayan!

Vahyi yüklenen insana, sorumluluğu hatırlatan!

O dağlar ki;  misafirini en iyi ağırlayan!

Hira dağı ki, son Nebî ile insanlığı vahiy ile tanıştıran!

 

O dağlar ki yükseklerden insana, şehrin resminin tamamını gösteren!

Kar’ı eksik olmayan, gökyüzü ile yakınlığı olan!

O dağlar ki yürürler ama, insanlar farkında bile olmazlar!

Tur-i Sina dağında, Musa (a.s.)'a talim ettirip ağırlayan; vahiy levhasını Rab'tan alan!

Allah dağa tecelli edince; dağılıp parçalanan!

Bizler sarsılmayalım diye; yerlere kazık gibi çakılan.

Heybetiyle insanları büyüleyerek kendine çeken.

 

Âdem (a.s.) cennetten Cebel-i Nur dağına inişi ile bizlere; Arafat dağı ile mahşeri hatırlatan!

Nuh (a.s.) gemisi ile Cudi dağında demir aldı!

O dağlar ki, Resûlleri bağrında barındıran!

O dağlar ki, vahye şahitlik eden!

O dağlar ki, Allah'ın emrine boyun eğen!

O dağlar ki, kıyâmet gününde renkli yünler gibi atılacaklar!

O dağlar ki, semaya en yakın olanlar onlardır!

O dağlar ki, yüksekliği ile övünmeyen, Allah'a itaat eden!

O dağlar ki, Allah'ın en güzel ayetidir onlan!

Allah’ın kitap ve peygamber göndererek ihtilaf edilebilecek temel konuların hükmünü beyan etmesine rağmen, dinin esaslarında bile nasılsa zoru başaran ve sadece ihtilafsız yapamama konusunda ihtilaf etmeyen bir karmaşayı yaşıyoruz. Televizyonlarda din programı, filan hocanın bir kanala çıkması demek, tartışma programı ve sonunda halk arasında birçok tartışılacak konu oluşturup kafaları karıştırmak demek anlamına geliyor. Cübbelilerle cübbesizlerin tartışmaları, gelenekçilerle modernistlerin tartışmaları, tüm rivayetleri kutsayanlarla tümden mirası reddedenlerin tartışmaları… derken tekfircilik ve IŞİD’çilik…

Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir. Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan, ihtilaf ahlâkına uymayan ve tefrikadan kurtulamayan tavırlardan ve biraz da dâvet usulü yönüyle hatalardan kaynaklanıyor.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[1] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.[2] Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil. [3]

“Vahdet” ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez. Çünkü ümmetin birliği, vahdeti, akidevî boyutu da olan bir vecibedir.[4]

Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.

Dünya savaşlarında birbirleriyle iki defa savaşıp birbirlerini yok etmeye çalışan Avrupa ülkeleri, üzerinden bir asır bile geçmeden aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali, Mısır ve Suriye’deki tâğutların zulmü bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka çözüm yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin Ortadoğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, demokrasi denilen kahpe sistemin imanları hedef alan zulmü, kırıcı ve yıkıcı ihtilafların hemen ve her yerde sona erdirilmesini farz-ı ayın kılıyor.

Özlemle beklenen vahdete ve İslâmî devlete ulaşmak için, önce mü’minler arasındaki ihtilafların tefrikaya ve düşmanlığa dönüşmemesi gerekiyor. Çözülemeyen ihtilafların kardeşliğimizi çözmesine fırsat vermemeliyiz. Ümmetin en önemli problemi inandığını ve sevdiğini iddia ettiği İslâm’ı doğru bir şekilde ve yeterli tarzda bilmeyişi ve bildiği hususlarda tam bir teslimiyetle itaat etmeyişidir. İşte dünyada ve âhirette kurtuluş için itaat edilmesi gereken hususlardan birisi de tüm mü’minlerin birbirlerini kardeş kabul edip yeniden ümmet olmaya çalışmalarıdır. Buna giden yol da, ihtilaf ahlâk ve âdâbına riayet ederek ihtilafları çözmeye çalışmaktır. Ümmete ve devlete giden yolu tıkayan husus, ihtilaflar değil, nasıl ihtilaf edeceğimizi bilip uygulamayışımızdır.     

İhilâfların önemli bir kısmı eleştirme üslûbu ile ve tenkitlere karşı tavırla ilgilidir. Eleştiren Allah için eleştirmeli, İlâhî görev olan nehy-i ani’l-münker yaptığını değerlendirerek dâvet usulüne uygun davranmalıdır. Gerekli olduğu durumlarda eleştirmekten kaçınmak, yanlışlıklara göz yummak demektir. Zaafların büyümesine, yaranın kangren olmasına sebebiyet vermektir. Bununla birlikte, eleştiri usûl ve ahlâkına riâyet çok önemlidir. Kaş yaparken göz çıkarmamalı, işimizin bağcı dövmek değil üzüm yemek olduğu unutulmamalı ve karşı tarafa da bu hissettirilmelidir. Eleştirilen ise eleştiriyi saldırı kabul edip tahammülsüzlük göstermemelidir. Eleştiri ve ona verilen cevap, öncelikle kullandığı dil yönüyle ahlâk açısından olumlu not almıyorsa fayda yerine zarar verir. Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer cemaat veya talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen insanlar yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici…

Eleştiriler yazarlar, hocalar, dâvâ adamları için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna, gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.

 “Eleştirmek” sözcüğü genelde olumsuz yanıyla algılanır. Birini eleştirmek demek, o kişinin sadece olumsuz, kötü, kusurlu, zayıf, beğenilmeyen yanlarını ortaya dökmek demek değildir. Eleştiri türünde kişi ya da eserin hem olumlu hem de olumsuz yanları bir arada verilir. Bu nedenle, eleştiri yazılarında kişi ya da eserin kusurları yanında onun olumlu, iyi, güzel, güçlü, beğenilen yanları da ortaya çıkarılır. Eleştiri yazılarını sadece kişiyi karalayan, kötüleyen yazılar olarak değerlendirmek yanlış olur. Eleştiri türüne eskiden “tenkit”, bu türde eser veren kişilere de “münekkit” denirdi. “Tenkid” kelimesi, “paranın sağlamlığını ve çürüklüğünü gözden geçirmek” anlamına gelen Arapça “nakd” sözcüğünden türetilmiştir.

Fikrine katılmadığımız bir yazarı, görüşlerini inancımıza ters bulduğumuz bir dâvâ adamını düzeltmek, yanlışının nereden kaynaklandığını belirtmek, bilgi eksikliğini gidermek, yanlışını tashih etmek; bütün bunları nefsimizi tatmin etmek için değil; Allah rızâsı için yapmaktır bizden istenen. Ama yanlışları düzeltirken uymamız gereken en temel kural, güzel bir tavır, hayır “güzel bir tavır” da değil; “en güzel” bir tavırdır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”[5] İbn Kesir, bu âyeti açıklarken şöyle diyor: "Yani, başkasıyla tartışma ve mücâdeleye girme ihtiyacını duyan bir kimse, yumuşak ve güleryüzlü olsun. Bir de karşısındakine güzel söz söylesin." Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.

Hakk'a dâvetin en temel prensibi sevgi, zerâfet ve tatlılıktır. Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır. Yumuşak söz, katı gönülleri yumuşatır. İnsan, fıtratı icabı kabalıktan hoşlanmaz. Kabalık, insanları hakka yaklaştırma şöyle dursun, tam tersine ondan uzaklaştırır.

Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir (3/Âl-i İmrân, 159).

Bazı konularda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani,  göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir. 

Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”[6] Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir.

         

Fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır.

Kur’an’ın istediği gibi iman edenlerin; kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleri gerekiyor. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması şarttır. Bu dinin ilâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması lâzımdır. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.

Kolaya kaçma şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok.

Kanaatlerimizde yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir. Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru bir tavır olur.

İhtilaf Ahlâkı ve İhtilaf Konusuyla İlgili Problemler

  1. İhtilaf alanını, ahlâkı, edebi ve usûlünü bilmemek ve bildiklerini uygulamamak; kardeşlik hukukuna riâyet etmemek; konuşma ve diyalog kurallarına uyma mecburiyeti hissetmemek, meselâ karşısındakinin sözünü kesmek, onunla saygısızca konuşmak, bağırıp çağırmak, hakaret etmek, söz hakkı vermemek,
  1. İhtilâfla tefrikanın farkının fark edilmeyişi, fitneye ve tekfire varan mü’minler arası ihtilafın İlâhî rahmete ve dünyevî hayırlara engel olduğunun hesaba katılmaması,
  1. Çoğunlukla farkında olmadan “fırka”laşma, tefrikayı körükleme, kendi dışındaki cemaatleri yok sayma veya tümüyle dışlama, hatta tekfir etme,
  1. İtikadî olmayan farklılıkların gereksiz yere gündeme getirilmesi, muhâtaba güven ve müspet bakışın olmayışı, iyi niyetlerinin sorgulanması,
  1. Diğer cemaat ve gruplardan kendi cemaatine adam kapmaya, adam çalmaya çalışmak. Başka grup ve cemaatlerin çözülme ve yenilgilerine sevinmek,
  1. Başkanlık, liderlik ve makam hırsı; şahıslara, mezheplere ve gruplara bağlılıkta taassup; ülke, bölge, parti, cemaat ve önder tarafgirliği, fanatiklik, bağnazlık,
  1. Nefisle mağrur olup kibirlenme; düşünce ve görüşte kendini beğenme, kesin bir delil olmadan muhâtapları ithamda acele etme, bencillik,
  1. Kendini yüceltmek gibi, grubunu, liderini, ilkelerini, metodunu yüceltmenin de nefis ve gurur anlamına geldiğinin unutulması,
  1. Gıybet ve dedikodu yapmak sûretiyle aslında kendisiyle aynı derdi paylaşan kardeşlerini yaralamak, onların morallerini bozmak veya farklı cemaatler hakkında laf getirip götürenlere kulak verip onların etkisinde kalmak,
  1. Haset/kıskançlık, kibir, iktidar hırsı veya iktidar kaybı endişesi, câhillik, aklı kesin ölçü kabul edip putlaştırmak veya işlevsiz kılmak, hevâ ve hevese tâbi olmak, dünyevî basit çıkarlar peşinde koşmak,
  1. Aranınca bulunması ve ulaşılması zor bir adam olmak, randevu alınması güç olmak, etrafına aşılması zor duvarlar/şahıslar örmek,
  1. İstişare yapar gibi, miş gibi yapmak; istediği konuda, istediği kimselerle yaptığı istişareyi bağlayıcı görmeyip kendi bildiğini okumak,
  1. Kiminle vahdet oluşturulacağı, vahdet oluşturulması istenen kişiler için gerekli özelliklerin neler olduğu, herkesle birleşmenin vahdet olup olmadığı sorularının doğru cevaplanamaması,
  1. Tevhid ehli olmayan, (itikad açısından) fâsık, münâfık ve İslâmî derdi olmayan, ortak İslâmî hedefi paylaşmayan kimselerle birlikteliğin vahdet kapsamına girmeyeceğinin değerlendirilmeyişi,
  1. Vahdetin bedenlerden önce gönüllerin bir olması demek olduğuna göre, başkan, âlim, cemaat ve kanaat önderlerinin vahdeti fazla önemsemeyen tavırları, isteksizlikleri,
  1. Kendi iç dünyasında, evinde, cemaatinde vahdeti gerçekleştiremeyenlerin ümmetin vahdeti için çaba gösteremeyeceği,
  1. Vahdetin tedricî/aşamalı olduğunun, sistemli olarak zamana yayılması gerektiğinin unutulup aceleci ve ümitsizliğe sevk eden beklentilere girilmesi,
  1. Yorumları ve ictihadları akîdeleştirmek, akîdevî ayrılıkları ise ictihadî farklılıklar gibi mâzur/meşrû görmek,
  1. Şahsî görüş ve ictihadları din haline getirmek, sadece kendi gruplarını müslüman kabul edip yalnız onları “kardeş” görmek,
  1. Bunun sonucu olarak kendi gruplarına davet etmeleri, kendi yanındakiyle övünmeleri,[7] şahsî yorum ve beşerî görüşlere davet ve onları dinleştirme; Hâlbuki, Allah’a davet etmeleri, ıslah edici davranmaları ve sadece müslüman kimliğini kabullenmeleri gerekmektedir. [8]
  1. Liderlerin Bey’at ve ahit almaya kendilerini yetkili görmeleri; lider sultası, liderleri karizmatik hale getirmek (şeyh uçmaz, müritler onu uçurur vb. anlayışla liderleri yüceltmek), yani hocaya, âlime, başkana itaatin Allah’a itaat gibi olduğu vurgusu, sanki âyetler kendi grupları, metodları ve âlimlerini övmek için inmiş gibi yapmak,
  1. Grupların kendilerini “Fırka-i nâciye” saymaları, kendilerinin “Nuh’un gemisinde” olduklarını iddia etmeleri, kendilerini dinin veya ümmetin temsilcileri olarak görmeleri, grup tekebbürü,
  1. Üyeleri parmak sayısından ibaret kabul, lider adayları çıkmasına engel olmak, üyelerin yetişip rütbe atlamasının çok zor olması, üyelerin kişiliksizleştirilmesi, her şeyin liderden beklenmesi,
  1. Ayağına giden değil, bekleyen olmak; vahdeti ve katılımı kendi cemaatlerine iştirak şeklinde anlamak, “işte lider, işte cemaat! Ne duruyorsunuz, vahdet istiyorsanız bize katılın!” diye kendisine ve cemaatine çağırmak,
  1. Diğer cemaatlere ve müslüman fertlere önyargılı olmak, farklı kabul ettikleri cemaatleri yeterince tanımamak, “falan memleketten adam çıkmaz, filanın olduğu yerde ben yokum” şeklinde anlayışlar,
  1. Esas düşman olan tâğutları, İslâm düşmanlarını bırakıp Müslüman fert ve cemaatlerle uğraşmak,
  1. Farklı kesimden Müslümanlar ve cemaatler arası ziyaretleşmeye, istişareye, yardımlaşma ve işbirliğine önem vermemek,
  1. Hedeflerin net olmaması, metod farklılıklarının ne olduğunun bilinip bunların karşılıklı saygı, anlayış ve işbirliğine doğru gayretlere engel olmadığının farkına varılmaması,
  1. Çoğu Müslümanın dost ve düşmanını Kur’an’a göre belirlemeyişi, Müslümanların birçoğunun düşmanını farklı mezhep, cemaat ve düşünceye sahip Müslümanların olmaması gerektiğinin uygulamada gözükmemesi…

 

[1] 5/Mâide, 105

[2] 2/Bakara, 44

[3] 103/Asr, 1-3

[4] 10/Yunus, 19

[5] 41/Fussılet, 34

[6] Mecelle, Madde 14

[7] 30/Rûm, 32

[8] bk. 41/Fussılet, 33

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırmayı getiren bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, Hâlimdir (hemen cezalandırmaz mühlet verir).”[1]

Çoğu zaman öneminin farkında olmadığımız söz; yeri geldiğinde nice dostlukları bitiren, yeri geldiğinde gönülleri fetheden, insana insan olma özelliği veren ve insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir. Hoyratça sarfediyoruz sözlerimizi düşünmeden, ölçmeden, tartmadan. Tartışmalarımızda galip olmak pahasına sözlerimizi silah gibi doğrultuyoruz muhatabımıza, sonunu düşünmeden. Zaten yorucu olan şu dünya hayatını daha da yorucu hale getiriyoruz. Ağzımızdan çıkanlar şekillendiriyor hayatımızı, dostlarımızı, arkadaşlarımızı; eşimizle, çocuklarımızla, çevremizle olan ilişkilerimizi, ya sevgi kaynağı oluyor gönül dünyamızda veya sevgi bağlarımızın kopuşuna giden yol. Başkalarının imtihanları üzerine en üst perdeden çokça konuşuyor, bilinçsizce sözler sarfedebiliyor, iyileştirici olmak yerine, iğneleyici oluyoruz, sözlerimizle. Bazı konularda sükutun, konuşmaktan daha etkili olduğunu unutuyoruz. “Konuşmanın zamanını bilmeyen, susmanın da zamanını bilemez.” Der, Syrus.

Söz; en basit tanımıyla bir duyguyu, bir düşünceyi anlatan sözcük dizisi ve insanların birbirlerini anlamalarını sağlayan bir iletişim aracıdır. Düşünceler sözlere dökülünce somut bir anlam kazanırlar. Bir insanı tanıyabilmenin en önemli yolu o kimsenin düşüncelerini döktüğü sözlerle mümkündür. Sözlerimiz kişiliğimizi ortaya koyar.

Birbirimizin yürek hanemizde sözlerimizle onulmaz yaralar açıyoruz, itici, ötekileştirici, incitici bir dil ve üslup kullanabiliyor, muhatabımıza onur kırıcı sözler sarf edebiliyoruz, muhatabımızda bırakacağı izleri dikkate almadan. Eleştirilerimiz bile acımasız ve yaralayıcı bir niteliğe sahip. Bu üslubumuzun neticesinde, kötü duygu ve düşüncelerin mağduru olmuş bedenler ve kırgın gönüller kalıyor ortada.  

Bazen karşı karşıya kaldığımız haksız bir davranış, birbirimize olan tahammülsüzlüğümüz ve kontrolsüz öfkemiz, bize o an ilâhî ölçüyü unutturabiliyor. Kimi zaman farkında olarak ya da olmayarak sergilediğimiz bir davranış, söylediğimiz bir söz, İslâmî kimliğimize gölge düşürdüğü gibi yapmış olduğumuz birçok güzel hasenatı, ateşin odunu yaktığı gibi yakıp silebiliyor. İnsanî, ailevî ilişkileri yıpratabiliyor ve çok büyük pişmanlıkları beraberinde getirebiliyor. Ne vahim bir durumdur ki kendi dilimizle kendi amellerimizi zayi edebiliyoruz. Oysa biz mü’minler, sevgi ,merhamet, hoşgörü, alçakgönüllülüğün temsilcileri olmalıydık. Sözlerimizle incitmekten imtina etmeliydik birbirimizi. Bir insanın kalbine yara olmaktansa, ateşten kaçar gibi kaçmalıydık. Umut kırıcı değil, umut verici olmalıydık.  Ne oldu da bize kalplerimiz bu kadar katılaştı?           Herbirimiz nefsimize öz eleştiri yapmalı, iç dünyamızda şu soruları sormalıyız kendimize: Bunu neden yaptım, bu sözü neden söyledim, gerekli miydi, hakikati belirtiyor muydu, nefsim için miydi, muhatabımı incitti mi?

Cevaplarımız; beni anlamadı, kendimi anlatamadım, yanlış anladı, yanlış anlaşıldım gibi kelimelerin arasında kaybolup gitmemeli. 

Sözün insan üzerindeki tesiri çok güçlüdür ve sürekli olarak beyne komut verir,  aldığı komutlar sonucunda ortaya bir takım eylemler koyar.  Kulağımız, gözümüz ve tüm duyularımız ruhumuzun dışarıya açılan pencereleridir. Bu pencerelerden içeriye ne sızarsa ruhumuz onunla beslenir.  Çirkinliklere maruz kalan göz, sürekli kötü sözler duyan kulak ve bu şekilde olumsuz şeylerle beslenen ruhumuz, aldığını yansıtır dışarıya. Bu sebeple gündelik hayatımızda nelerle meşgul olduğumuza ve kimlerle sıkı dostluklar kurduğumuza dikkat etmek durumundayız.  “Kiminle oturup kalkarsan, onun sıfatı sana sirayet eder ve senin bundan haberin olmaz. Gafil kimselerle oturup arkadaşlık eden kimselerin tabiatı; Farkında olmadan onların tabiatından birçok günahların tohumunu alır.” der (İmam Gazali)   

Gündelik hayatta maruz kaldığımız çevresel etkenler, psikolojik nedenler duygu dünyamızı etkiliyor. Duyduklarını, gördüklerini, okuduklarını kodluyor zihnimiz, zihnimizin kodladıkları duygularımızı , ruhumuzu davranışlarımızı etkisi altına alıyor.

 İnsan duygu ve düşüncelerden müteşekkil bir varlıktır ve her insanın içinde iyi ve kötü duygular, düşünceler vardır. Hangi yönünü beslerse onu büyütür içinde ve o yönü tanıklık eder eylemlerine.

Öfkelendiğimizde, üzüldüğümüzde, sevindiğimizde, kızdığımızda, eleştirdiğimizde hangi yönümüz en çok aktive oluyorsa en çok o yönümüzle yüzleşmemiz gerekiyor belki de. Arınmak için, doğrulmak için o an ağzımızdan çıkan sözleri tespit etmek ve onları iyileştirmekten başlamak gerekiyor. Yüzleşemediğimiz her gerçek ertelendikçe büyüyecek, büyüyen problemin tedavisi de bir o kadar zor olacak ve insanî ilişkilerde sağlıklı bir iletişime engel teşkil edecektir. Düşünceden kelimelere, kelimelerden inançlara, inançlardan davranışlara giden upuzun bir yolculuktayız ve imtihandayız. Bazen kazanıyor, çoğu kez kaybediyoruz. Kaybedişlerimiz, Rabbani terbiyeye yeterince teslim olmayışımzdan kaynaklanıyor.

Ruhumuzu, duygularımızı, düşüncelerimizi, tüm benliğimizi Rabbimize teslim ederek, Rabbimizle ve kendimizle ilişkimizi iyi tutmalı; tekamül yolunda adımlar atmalıyız.

Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde güzel sözün ve iyi davranışın önemini vurgulamış ve biz kullarına bu hususun önemini bildirmiştir.

                                ÂLEMLERİN RABBİNİN SÖZÜ

“O kullarım ki sözü dinlerler de en güzeline uyarlar.  Onlar, öyle kişilerdir ki Allah, onları doğru yola sevk etmiştir ve onlardır aklı başında bulunanların ta kendileri.” 

 Güzel söze uymak için, güzel sözün ne olduğunu bilmek ve güzel sözün sahibine talebe olmak gerekir.

 Toplum başka söylüyor, örf başka,  moda başka,  medya başka, nefsim başka, çevrem başka söylüyor! Hiç biri diğerine uymuyor, birbirine denk gelmiyor. Birine uysak öteki razı olmaz, hepsini razı etmekte elbette mümkün değildir. Ben hangi söze uymalıyım? Kimi razı etmeliyim? Şüphesiz ki, mutlak hakikate dayanan doğru söz tektir, o da âlemlerin Rabbinin sözüdür, bunun aksi olamaz. Zira mü’min Rabbinin sözüne tâbi olmakla mükelleftir ve  mükellef olduğu bu gerçeği yaşamında tatbik ederek, sözüyle, ameliyle Allah katında değer kazanır.  Mü’minin özü İslâm’dır sözü ve ameli özüne uygun olandır.

Bu sebeple özümüze uygun bir yaşam için kurtulmamız gerekiyor; ruhumuzun derinliklerine nüfuz edip bizi özümüzden uzaklaştıran bâtıl yaşam biçimlerinden, ruhumuzu sıktıkça sıkan olumsuz fısıltılardan, yanlış kodlanmış söz ve davranışların dar ve karanlık dehlizlerinden. Bizi dosdoğru yola ileten, doğru düşünmeye, doğru anlamaya, doğru konuşmaya ve doğru yaşamaya sevk eden söz, elbette âlemlerin Rabbinin sözüdür. Kelime-i tevhittir. Bizler bu sözün temsilcileri olduğumuzun hakikatini yeniden hatırlamalı ve mü’minler olarak birbirimize hatırlatmalıyız. Şüphesiz ki, hatırlatmak mü’minlere fayda verir.  Bu kelimeyi yaşam tarzı edinirsek ancak sözlerimiz ve amellerimiz Allah katında değer kazanacaktır.

 “ Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”[2]

Güzel söz, amellerin tohumudur. Güzel sözler;  önce kalplerde kök salar, sonra filiz verip gökyüzüne yükselirler. Bu nedenle İslâm, iman edenlerden “güzel söz söylemek “üzere söz alır.[3] Güzel söz yalnızca başkalarına değil sözün sahibine de fayda sağlar. Zira ağzından çıkan sözü herkesten önce kendi kulağı duyar, kişi duyduğuna önce kendi inanmalı ve tasdik etmeli.

Bütün güzelliklerin kaynağı olan Yüce Rabbimiz, yine başka bir ayette şöyle buyuruyor; “Kullarıma söyle, insanlara karşı sözün en güzelini söylesinler. Aksi halde şeytan aralarını bozar. Şüphesiz ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır.”[4]Güzel söz söylemek için şair veya hatip olmaya gerek yoktur. Rabbimiz Fussilet sûresinin 33. Âyet-i kerimesinde; “Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”  buyurarak güzel söz ve sâlih amelin Müslümanın hayatında bütünleşmesi gerektiği hususuna dikkatlerimizi çekmektedir. İyiliği emredip kötülükleri önlemeye çalışmak da güzel sözler kapsamında değerlendirilmiştir. Şu halde güzel söz söylemek, yalnızca insanların hoşuna giden şeyleri söylemek değil, hoşlarına gitmese de hak ve hakikatle uyarmak da güzel sözlü olmak demektir. Güzel sözler insanların kalplerini yumuşatır, insanî ilişkileri geliştirir, lakin tek başına yeterli değildir.

Başkalarına öğüt ve nasihatlerde bulunurken o gerçeklerin öncelikle kendi hayatımızda ete kemiğe bürünmesi gerektiği gerçeğini çoğu kez göz ardı ediyoruz.  Güzel söz söylemenin keyfiyete bağlı olmayıp Allah subhanehu ve teala‘nın emri olduğunu unutmamalıyız.

Bütün güzelliklerin kaynağı olan Rabbimiz, elinden ve dilinden emin olunan, güzel sözü hayatında şiar edinen, dünya hayatının ardından takip edilesi hoş bir seda bırakan, hakkımızda güzel sözle şahitlik edilen ve son nefesimizde sözlerin en güzeli olan Kelime-i Tevhid ile Rabbine kavuşan kullarından eylesin. Amin.

 

[1] (Bakara, 2/263)

[2] (İbrahim, 24)

[3] Tevhid Dergisi

[4] ( İsra,53 )

Kanadalı iletişim bilimci Marshall Mcluhan, 1960’lı yıllarda kaleme aldığı “Global Village / Küresel Köy” adlı eserinde, dünyada hızla yaygınlaşan Amerikan mahreçli Tv kültürünün giderek dünyayı global bir köye dönüştüreceğini ifade etmişti. Perşembenin gelişi Çarşambadan belliydi ve öngördüğü gibi de oldu. Dünya artık tek kültürlü, tek kıbleli küresel bir köy durumunda.

Tabi biz Müslümanlar açısından sorun dünyanın küresel köy haline gelmesi, tek kıbleli ve kültürlü olması değil, bu küresel köyün kıble ve egemen kültürünün bâtıl oluşudur. Yoksa İslam’ın gayesi de dünyayı, kıblesi Âlemlerin Rabbi’nin belirlediği kıble, egemen hayat nizamı O’nun bildirdiği din olan bir küresel köye dönüştürmek değil midir? Ki, Bakara suresi 193 ve Enfal suresi 39. ayetlerde Rabbimiz bize bu hedefi göstermektedir.

Bilindiği üzere yeryüzünde yerleşik ilk hayat nizamı İslam’dı. İlk insanlarla birlikte yeryüzünde Allah’ın ölçülerine göre işleyen bir hayat nizamı kurulmuş,[1] daha sonra insanların Allah’ın ölçülerinden uzaklaşmaya başlamasıyla farklı dünya görüşleri ve yaşayış biçimleri, ideolojiler meydana gelmiştir. Bu konuyla ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlar tek bir ümmetti. (Ardından ayrılığa düştüler.) Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hak üzere hüküm vermek için kitaplar indirdi…” (Bakara, 2/213)

Yeryüzünde İslami hayatın, yani fert ve toplum olarak Allah’a itaat üzere yaşama pratiğinin asıl, Allah’a tuğyanın arizi oluşunu en veciz şekilde ifade eden ayet gruplarından biri de, namazla ilgili şu ayet-i kerimelerdir:

“İşte bunlar, kendilerine Allah'ın nimet verdiği Peygamberlerdendir. Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail (Yakub) soyundan, doğru yola eriştirdiklerimiz ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahmanın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlardı.

Sonra onların ardından öyle nesiller geldi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Bu sebeple bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.” (Meryem, 19/58-59)

Kısacası İslam; yaratan, yaşatan ve emreden Rabbimizin kulları için belirlediği ve ikmal ettiği[2] yegâne hak hayat nizamı[3] olarak asıl olandır. İslam dışındaki tüm dünya görüşü ve yaşayış biçimleri, ideolojiler ise arizidirler, türedidirler, insan hevası ürünü olarak câhili ve bâtıldırlar.

İnsanlık tarihinin asli çizgi ve yürüyüşü, Rabbimizin insanlar arasından onların hidâyeti için seçtiği Peygamberler (a.s.) ve beraberlerindeki toplulukların temsil ettiği İslami hayattır. İslami hayat, Âlemlerin Rabbi’nin ölçülerini esas alan, O’nun ol dediği yerde olmayı, dur dediği yerde durmayı temel kabul eden yönelişin adıdır.

İslami hayat, Âlemlerin Rabbi’nin emir ve nehiyleri karşısında “işttik ve itaat ettik” teslimiyetini ifade ederken,[4] İslam’ın dışındaki tüm ideoloji ve yaşayış biçimleri “işittik ve isyan ettik” tuğyanına dayanır.[5] Tabi “işittik ve itaat ettik” teslimiyeti de, “işittik ve isyan ettik” tuğyanı da salt dille ifade edilen bir durum değildir. Bilakis daha ziyade hal diliyle, Allah’ın emirlerine fiili ittiba ya da fiili itaatsizlik ile ifadesini bulmaktadır.

Nice insanlar var ki, dilleriyle “işittik ve itaat ettik” ifadesini kullanmakta, fakat yaşayışalrıyla bu sözlerini tekzip etmektedirler. İşin doğrusu ve acı tarafı da zaten, insanlık tarihinin genelinde ve bugün de, dil ile ifade edilmese de hal diliyle “işittik ve isyan ettik” diyenlerin çoğunlukta olduğu gerçeğidir. Ki Rabbimiz, Asr sûresinde insanlığın bu “sıfırlarla dolu” karnesi ile ziyanını bize bildirmektedir.

Tesettür Asıl, Tesettürsüzlük Arızidir

Evet, hak asıl bâtıl arızidir. Âlemlerin Rabbi’ne itaat, emirlerine ittiba asıl, tuğyan arızidir. Namazın ikamesi asıl, namazsızlık arızidir. İffet asıl, iffetsizlik arızidir. Tesettür asıl, tesettürsüzlük arizidir. İnsanların asıldan ziyade arızi olana rağbet etmeleri, asıl olanı arızi, arızi olanı asıl yapmaz. Nitekim Rabbimiz, “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna ve yalanlara uyuyorlar.” (En’am, 6/116) buyurarak, çoğunluğun hak olanın ölçüsü olamayacağını vurgulamaktadır.

İnsanlar tarihsel süreçte maalesef asıl olandan (haktan) ziyade arızi olana (bâtıla) rağbet etmiş olsa ve Allah’ın dininin yeryüzünde egemen kılındığı dönemler sınırlı kalmış olsa da, Rabbani öğreti ve hükümlerin etkisi çoğu zaman bütüncül nitelikte olmasa da toplumlar üzerinde her zaman kendisini göstermiştir.

Mesela bugün dünyada insanların taşıdığı en yaygın isimler, Peygamber isimleridir. Muhammed (a.s.)’ın risaleti öncesi yeryüzünde geçerli risaletler olan Musa (a.s.) ve İsa (a.s.)’ın risaletleri tahrif edilmiş olsa da, kırıntı kabilinden bazı öğretileri bugünlere kadar taşınmıştır. Faizin haramlığı ve tesettür emri, ki iktisadi ve içtimai hayat için son derece mühim hükümlerdir, şu son birkaç asra kadar aslında insanlığın neredeyse ortak uygulayageldiği Rabbani hükümlerdi.

Bu anlamda, 20. asra kadar tesettür kadınların evrensel bir kabul ve pratiğiydi diyebiliriz. İslam dünyasında olduğu gibi, Hıristiyan dünya ve Yahudi topluluklarda da tesettür, genel geçer giyim-kuşam biçimini oluşturuyordu. Bugün Hıristiyan dünyada salt rahibelerin kıyafeti olmaya indirgenen tesettür, yakın geçmişte yaygın giyim-kuşamı teşkil etmekteydi.

Şimdilerde ise, çok acı bir gerçektir ki tesettürsüzlüğün, çıplaklığın evrenselliği söz konusudur. “İslam dünyası”nı dahi kapsamına alan, kasıp kavuran tuğyani, şeytani bir evrensellik. New York’un caddeleri, sokakları neyse, Tokyo’nun, Moskova ve Kiev’in, İstanbul ve Bakü’nün, Kahire ve Kazablanka’nın sokakları da aşağı yukarı aynı durumda.

Muhtemelen, insanlık tarihinde çıplaklığınbu kadar sıradanlaştığı ve yaygınlaştıı başka bir dönem yaşanmamıştır. Türkiye’de bir dönem bir GSM operatörünün reklamında yer alan “özgür kız” figürünün de sembolize ettiği “kadının özgürleşmesi” mottosu, kadını yaratıcısından, ailesinden, eşinden, çocuklarından ve böylece iffetinden, fıtratından “özgürleştirme” neticeleri doğurarak çıplaklığın ve iffetsizliğin evrenselleşmesine yol açtı.

Tabii ki çıplaklık/iffetsizlik yeni bir durum değil. Bilakis, câhiliye yönelim ve pratiklerinin ortak bir niteliğini teşkil ediyor. Nitekim Rabbimiz, Mekke câhiliyesini bize tanıttığı dört terkibin birinde “câhiliye teberrucu”ndan, yani câhiliye kadınlarının açılıp-saçılmasından söz ediyor.[6]

Lakin “câhiliye teberrucu”, kimi fâcir ve fâsık topluluklarla sınırlı olmanın ötesine geçip, bugünkü gibi evrensel bir tuğyan halini tarihin hiçbir döneminde almamış olsa gerek.

Tesettürün evrenselliğinden çıplaklığın evrenselliğine geçiş sürecinin temelinde, ilahi kaynaklı hükümleri “tarihsel” ilan edip, insan hevasına dayalı ideoloji ve yaşayış biçimlerini “evrensel” olarak kodlayan modern tuğyanın ve onun da temelinde protestan tahrifatın bulunduğunu ifade etmek gerekir.

Musa (a.s.) ve İsa (a.s.)’ın risaletleri, tarihte maruz kaldıkları geleneksel tahrifin üzerine, bir de modern dönemde protestan tahrifata maruz kalıp, laisizm ve kapitalizme bütünüyle entegre edilmişlerdir. Bu tahrifat, iktisadi alanda faizin haramlığını ortadan kaldırıp kapitalist yağma ve yığmanın, içtimai alanda ise tesettür emrini buharlaştırıp tesettürsüzlüğün/çıplaklığın önünü açmıştır.

Kısacası, batıda kapitalist yağma ve yığmacılığın ve kadını metalaştıran tesettürsüzlüğün taşları, teolojik saptırmalarla döşenmiştir. Bugün içimizdeki kimi “protestan papazları” tarafından İslam’ın bu alandaki hükümleri konusunda yapılmaya çalışılan da aynısı değil midir?

Batıdan ithal “tarihselcilik” saptırmasıyla İslam’ın hayat menbaı ahkâmı bugün için hâşâ geçerliliği olmayan “tarihsel” hükümler olarak konumlandırılmaya ve batının ideoloji ve kanunları “evrensel” olarak kodlanarak tüm yeryüzünün genel geçer hükümleri kılınmaya çalışılıyor.

Bu sapkın modern ve postmodern bidatçılığa göre, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için belirlediği hükümler hâşâ tarihsel bir sınırlılığa mahkûmken, kendi kendisinin ilahı ve rabbi olma iddiasındaki modern insanın ortaya attığı sekülerizm, liberalizm, feminizm vb ideolojiler evrensel bir niteliğe haiz bulunmakta!

Ne yazık ki artık ortalık bu modern ve postmodern bidatçılardan geçilmiyor. Aslında, “Copy” yaptıkları batılı protestan papazlarına ait yorumları, getirip Türkçe olarak “paste” yapmaktan ibaret bir müritlikle malul olsalar da, kendilerini orijinal fikirler üreten aydın (!) insanlar zannedebiliyorlar.

İşte bu postmodern müritler, tıpkı müritliğini yaptıkları protestan papazlar misali Rabbimizin kadınları metalaşmaktan, objeleştirilmekten korumaya matuf tesettür farzını buharlaştırmak için yorum adı altında şeytani tahrifatlar yapmaktadırlar. İçlerinden abzıları bu işi, “Kur’an meali” adı altında Kur’an’ın hükümlerini buharlaştırma şeytanizmine vardırmış bulunmakta.

20. Asrın Avrupasında Tesettür

Bugün Amerika ile birlikte fısk-fücurun, çıplaklığın, her türlü fuhşiyatın merkezi durumunda olan Avrupa’da yakın zamana kadar özellikle köy ve kasabalarda hâkim giyim-kuşam tarzının tesettür olduğu gerçeğini ilk olarak, altı bölümlük bir ikinci dünya savaşı belgeselini izlediğimde fark etmiştim.

Siyah-beyaz kamera çekimleriyle savaşın anlatıldığı bu belgeselde gösterilen Almanya, Fransa, Polonya vb ülkelerin köy, kasaba ve kısmen şehirlerinde kadınların, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi başları kapalı, tesettüre uygun giyimli olduğunu gördüğümde şaşırmıştım.

Daha sonra 1900’lerin başında Avrupa’da çekilen benzer birçok görüntüyle karşılaştım. 125 yıl önce İngiltere’de çekilip sonradan renklendirilen o yıllara ait kalabalık bir cadde görüntüsünde, tıpkı Anadolu’daki kadınlar gibi atkılarla sıkı sıkıya örtünen kadınlar dikkat çekiyordu mesela.

Geçtiğimiz günler içinde bir arkadaş, 1912 yılında New York tren istasyonunda çekilmiş bir aile fotoğrafı paylaştı. Amerika’ya göç eden bir Alman ailesinin olduğu fotoğrafta anne ve iki kızının örtülü olduğu görülüyor. Zira o dönemler, laik-seküler modern câhiliyenin henüz yeryüzünün egemen kültürü haline geldiği yıllar değildi. Dolayısıyla halen tesettürün evrenselliği söz konusu idi.

Avrupa’da protestanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte kapitalizmin önünün açılması, sömürgecilik ve beraberinde gelen sanayileşme “kapitalist kentleşme”yi, bu kentleşme biçimi kapitalist eğlence kültürünü ve beraberinde fısk-fücurun yaygınlaşmasını getirdi. İkinci dünya savaşı sonrası televizyonun ve dolayısıyla Amerikan mahreçli Tv kültürünün tüm dünyada yaygınlaşmasıyla da tesettürün evrenselliğinden çıplaklığın evrenselliğine geçiş süreci hız kazandı.

Evet, acı bir gerçek ki dünya artık seküler câhiliye kültürünün egemen olduğu küresel bir köy durumunda. Artık tuğyan, fısk-fücur, fuhşiyat küresel/evrensel bir hal almış durumda. Seküler câhiliye, şimdilerde LBGT sapkınlıklarını normalleştirme ve küreselleştirme çabası içinde. Bu amaçla Net Flix, Disney Plus gibi dijital ifsat platformlarını tüm dünyada yaygınlaştırıyorlar.

Türkiye’de mesela çok büyük paralarla yayın ve yapım yatırımları yapıyorlar. Tabi dolarları bastırınca da, kendilerine cehaletle “sanatçı” denilen eğlence sektörü figürlerini bu kültürel işgal projelerinde lejyoner olarak istihdam etmeleri zor olmuyor.

Birkaç ay önce bu konuda “Çocuklarımızı koruyalım” başlıklı bir yazı kaleme alan bir köşe yazarı, LBGT sapkınlıklarını toplumlar nezdinde normalleştirme ve yaygınlaştırmayı temel yayın politikası edinmiş olan Amerikan Disney Plus dijital platformunun Türkiye’ye 600 milyon TL’lik bütçeyle girdiğini yazmış ve şu bilgilere yer vermişti: “Ne kadar star, yönetmen, senarist varsa neredeyse topunu iki yıllığına kendilerine bağlamışlar… Anlaşma yaptıkları ‘yıldızlar’ bu süre içinde başka hiçbir yerle iş yapamayacaklar.”[7]

Kısacası batılılar bir asır önce nasıl ki kendilerine “genel valilik” bahşetme karşılığında devşirdikleri lejyonerler aracılığıyla bu topluma laik-seküler tuğyanlarını ve fısk-fücura dayalı yaşayış biçimlerini dipçik zoruyla dayattılarsa, şimdi de dolarlarla devşirdikleri kültür endüstrisi leyjonerleri üzerinden ifsatlarını bir level daha ileri taşıma çabası içine girmiş bulunuyorlar.

Neticede şu acı gerçeği bir kez daha ifade edelim ki, bugün yeryüzünde laik-seküler tuğyanın ve kültürel ifsadının küresel egemenliği söz konusudur. Konumuz olan tesettür özelinde ifade edecek olursak, son birkaç asır insanlık, tesettürün evrenselliğinden çıplaklığın evrenselliğine doğru bir çözülme ve çürüme süreci yaşamış ve yaşamaktadır.

Bu çürümeye engel olup yeryüzünde yeniden tesettürün evrenselliğini ikame etmek ise, tabii ki bu küresel köyün kıblesini ve kavalcısını değiştirmekten geçiyor. Kıblesi bâtıl batı, kavalcısı da onun müritleri oldukça, onlar kavallarıyla modern ve postmodern hurafeleri dillendirmeye devam edeceklerdir.

Köy Âlemlerin Rabbi’nin köyüdür ve köyün sakinleri de O’nun kullarıdır. Dolayısıyla bu köyde O’nun sözü egemen kılınmalı, yalnızca O’nun dediği olmalıdır. Bu da, biz Müslümanların çekildiğimiz dar grup gettolarından çıkıp, İslam dâvâsının nitelik ve mahiyetine uygun şekilde büyük düşünmemiz ve büyük hedeflere yönelmemizle mümkün olacaktır.

Küresel köyün küresel egemen dinini Allah’ın yegâne hak dini İslam olması, bizim bu küresellik çapında düşünüp hedefler belirmemize ve bu doğrultuda atılımlar yapmamıza bağlıdır. Biz üzerimize düşeni yaparsak, Allah’ın yardımını hak ederiz. O zaman da nice olmaz görülenler kolaylıkla oluverir.

[1] “Derken Adem, Rabbinden kelimeler aldı. Bunun üzerine Allah onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Bakara, 2/37)

[2] Bkz: Maide, 5/3

[3] Bkz: Âl-i İmran, 3/19, 85

[4] Bkz: Bakara, 2/285; Nur, 24/51

[5] Bkz: Bakara, 2/93; Nisa, 4/46

[6] Bkz: Ahzab, 33/33.

[7] https://www.yenisafak.com/yazarlar/ali-saydam/cocuklarimizi-koruyalim-2063269

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Ocak 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

Kur'an Nesli İlim Merkezinde bu hafta Haftanın Sohbetinde İsmail Hakkı Güleç "Mekke Sahne ve Sahası" başlıklı bir sunum yaptı. Cuma Hutbesinde ise Şükrü Hüseyinoğlu "Bir Âyetle İslâm'ın Özeti" başlıklı bir hutbe irat etti.