Haberler

Haberler (100)

Kur'an Nesli Mescidinde Bu Hafta Haftanın Sohbetinde Rıdvan Dinçer "SÖZÜN EN GÜZELİ" konusunu

Cuma hutbesinde Şükrü Hüseyinoğlu ise "HAKEDİŞ SÛRESİ" konusunu işledi.

Bu sunumları aşağıdaki videolardan izleyebilirsiniz.

 

 

DEPREM Mİ YIKICI İNSAN MI? - HIZIR YILDIRIM

 

Deprem yağmur gibi, rüzgar gibi, yeryüzünün değişmez yasasıdır. İnsanı ürküten bir sarsıntısı vardır. Bize kıyameti ve mahşeri hatırlatır.

Yeraltı zenginlikleri gün yüzüne çıkarır gazlar ve elementler gibi. İnsan bundan faydalanması gerekirken; fay'ların üzerine yapılar inşa eder.

Halbuki yapı yerine ekim alanı yapsa daha çok ürün alır.

Gevşek zeminlerde yapı inşa etmek çok risklidir. Depreme dayanıklı ev inşa edilse bile yan yatma riski mevcuttur. Zemin etüdü muhakkak yapılmalıdır. Yapılaşma alanı ise kırsal alanda olması ve düz araziyi ekime açık olmalıdır. Bugün maalesef tam tersini yapıyoruz. 

Onun için insanoğlu hep acılar yaşıyor. Depremin bir dakikalık yıkıcı etkisi hem mala hemde cana onulmaz yaralar açmakta. Sağ kalanlar travma yaşıyor, yaralı kurtulan bir çoğu uzvunu kaybediyor ve piskolojik sorunlar yaşıyor; ölüm ise diri diri toprağa gömülmek gibi acılar içinde geliyor. Uzun süre enkaz altıda sağ kurtulanları ise yakından dinlemek lazım, enkaz altında ne yaşadın diye?

Yaşadığımız coğrafya deprem ile kuşatılmışsa dikkat etmek gerekmez mi? İnsan önce tedbir almalı, sonra takdir Allah'a olması gerekir. Ama bir çokları kader deyip yanlış yaptıklarını görmezden geliyor. Allah kuluna zülmetmez, kul kendine zülmeder. Allah kuluna şer dilemez, kul şerri kendi ister. Tedbirsizlik kader ve alın yazısı olamaz.

Dünya bir kaç gün kalacağımız imtihan alanı, bir kaç gün içinde ne yapmışsak ahiret yurduna onu götüreceğiz. Ya şer, yada hayır. İnsan hayrı istetiği gibi şerri de ister. İnsan aceleci yaratılmıştır. 

Kısacık dünya hayatında imtihanı kazanmak için insanın meşru işlere yönelmesi lazım; ölüm bizi ne zaman, nerde, nasıl, nerede bulacağını bilmiyoruz. Her an her şeye hazırlıklı olması lazımdır. Ecelin ertenmesi söz konusu değildir ancak; ihmalsizlik ile  insan ecelini öne alır.

"Depreme dayanıklı evler inşa edelim doğrusu budur da? Kendi vücut dizaynımız da harama dayanıklı mı? Şeytanın desiselerine karşı dayanıklı iman gücüne de sahipmiyiz? Kendi nefsimizin şer isteklerine karşı dayanıklı bir şekilde terbiye ile ıslah ettik mi? Kendimizi ve neslimizi dayanıklı ve koruyucu Kur'an ile besledik mi?.."

"Yoksa; kısa yoldan zengin olmak için insanlara mezar evleri mi sattık? Hırsızlık arsızlık gözlerimizi kör etti de  insanları görmemezlikten mi geldik?

Resülün sünnetini terkedip, Kur'an'ı mehcur mu bıraktık? Para hırsı, mal hırsı benliğimizi aldı da cehenneme ateş mi taşıdık? Yalan dolanla insanları kandırdık da; Allah nasıl görmezden gelindi? Oysa gözler kayıt altında, kulak dinleme ile, dil söylemek ile, eller ve ayak şahitlik ile kayıt altnda nasıl inkar edeceksin?.."

Diri diri gömülen insanlık ve geride yaralı gönüller bıraktı. Hayallerimiz, dünyalık işlerimiz, hırslarımız, makam ve şöhret, para, mal, mülk kazanma hırsı da enkaz altında kaldı. Şimdi yaraları sarma zamanı. 

Hayatımızın her alanında Allah olması gerekir besmele gibi, Allahû Ekber gibi, sübhanallah ve elhamdülillah gibi, Alemlerin Rabbi Rahman ve Rahim esması gibi. İbrahim (as) gibi Allah'ı dost ve vekil kılarsan unutma Allah hep seninledir. 

"Yoksa nefsinin esiri, ins şeytan, cins şeytan dostun olur, haberin olsun!" Hırsına yenik düşer ebedi helak olursun.

Deprem hocanın bize öğütleri: Allah'ın emri dışına çıkmayın, imanlı akıl nimeti ile sağlam işler yapın. Fay hattım üzerinde yapılar inşa etmeyin. Birbirlerine el uzatın, öldürmeyin, zina etmeyin, "Ey Allah'ın kulları kardeşler olun!.."

Çürük yapılarda ecel limitini tamamlamış, sağlam yapılarda olanlara yeni hayat bahşedilmiştir. 

Kurtarma ekipleriyle, yardım gönderen, tır şoförleri ile, makina ve operatör ile, her türlü yardıma koşan gönüllüler vs Rabbim hakiki imanla şereflenmeyi nasip etsin.

Müslüman kardeşlerimiz de Rabbim ecrinizi kat kat versin. Ölenlerimize rahmet, yaralılarımıza acil şifalar, geride kalanlarımıza da sabır, kalpleri marazlı olanlara da hidayet nasip eylesin.

"Ey deprem mağduru kardeşim, ayağa kalkacağız birlkte hem evimizi, hemde kendimizi inşa ve ıslah ile edeceğiz!.."

Yaklaşık 8 aydan bu yana 10’un üzerinde konferans verip bir o kadar da makale yayınlayarak, özellikle son on beş yılda önceki 30 yıllık tevhidî uyanış süreci birikimini, laik bir siyasi partiye ve şirkle hükmeden iktidarına destek uğruna harcayıp istikamet krizine giren tevhidî uyanış süreci öncülerinin durumunu ele almaya çalışmakta ve hallerini sorgulamaya çağırmaktayım. Tabii ki bu yanlışlarını kamuya açık biçimde yaymaya çalıştıkları için de isimlerini zikrederek, sürüklendikleri ilkesizlikler sonucunda topluma açık biçimde yaptıkları ifsad edici yönlendirme ve çağrılarla yaydıkları batıl fikirleri de açık biçimde ilmî ölçülerle eleştirerek emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluğumu yerine getirmeye gayret ediyorum.

Üstelik çoğuyla geçmişte birlikte olduğumuz bu kesimlerin ve rehber edindikleri “saray âlimleri”nin, girdikleri bu batıl yolu ve destekledikleri batıl iktidarı meşrulaştırmak amacıyla Allah’ın ayetlerini “te’vil ya da ictihad” adı altında nasıl tahrif ettiklerini ve böylece nasıl bir toplumsal yozlaşmanın müsebbibi olduklarını ilmî delilleriyle ortaya koymaya çalışmaktayım. Bütün yazı ve konuşmalarıma www.mehmetpamak.com adresinden ulaşabilirsiniz.

İşte bilinçli ve yeterliliği olan her müslümanın üzerine farz olan bu sorumluluğu, böyle kapsamlı biçimde yapan neredeyse yok gibidir. Hiç değilse yapana destek olup ya da yazılıp konuşulanları önce kendisi okuyup izleyerek, sonra da başkasıyla da paylaşarak hiç değilse ahirette Rabbine vereceği hesap için hazırlanan da son derece azdır. Bu sebeple, ben de destekledim ve ifsadın ıslahı için ben de böyle çaba gösterdim ya da yapana katkıda bulundum diyeceği bir mazereti hazırlamak amacıyla bu görevi yapmaya dolaylı katkı vermeyi bile belki ancak birkaç yüz adedi geçmeyecek kadar az kişi yerine getirmektedir.

Sonuçta da ifsad edici mesaj medyatik büyük imkânlarla milyonlara ulaşırken, bu ifsada karşı ıslah çabamız ve emr-i bi’il maruf mesajımız, toplamda bin adedin altında kalan sayıdaki kişiye ulaşabilmektedir. Makale ve konferansların altındaki izleme sayıları ibretlik biçimde bu konuda ne kadar büyük bir duyarsızlığın yaşanmakta olduğunu ortaya koymaktadır.

Bazıları ise, bunca ilkesizliği cüretkârca yaparak ve bağımsız kalması gereken İslami kimliği şirk ideoloji ve modelleriyle uzlaştırıp şirkle hükmeden iktidarların aktif destekçisi haline getirerek İslam’a ve tevhidî mücadeleye bu kadar büyük bir zarar verenlerin, açıktan yazıp söyleyerek yaptıklarını biz de aynı yöntemle yani isimlerini ve yazıp söylediklerini yine açıktan zikrederek ilmî ölçülerle eleştiriyoruz diye bize karşı çıkıyorlar. Onlara göre, bu kadar büyük bir ifsada ve yaygın yozlaşmaya sebep olsalar da, medyada yayınladıkları yazı ve konuşmalarıyla, gazetelerde yayınladıkları açık ilanlarda yer alan çağrılarıyla Allah’ın dinine ve İslâmî mücadeleye büyük zarar verseler de, hem davetin muhataplarını hem de tevhidî kesimleri şirkle hükmeden laik demokratik bir iktidara aktif destekçi ve taraf olmaya çağırsalar da bu kişilerin isimlerini zikrederek eleştiri yapmamız doğru değilmiş.

İşte biz de bu yazımızda, bu kadar büyük bir geriye gidişe ve ifsada yol açanların isimlerini zikrederek eleştirmemizin neden gerekli olduğunu ve hatta başka biçimde yapılmasının neden mümkün ve doğru olmadığını açıklamaya çalışacağız inşaAllah.

23 Aralık 2022 tarihinde İLKAV’da gerçekleşen Cuma konferansında “Bütün Rasûller, Toplumlarını Tuğyana Sürükleyip En Fazla Yozlaştıran İfsad Sebebini Islah Etme Çabası Üzerinden Tevhide Davet etmişlerdir” konusunu işlemiştim. Bu konferans videosu ve metni www.ilkav.org ve www.mehmetpamak.com internet sitelerinde yayınlanmış bulunmaktadır.

İşte bu yazımızda zikrettiğimiz Tâhâ Sûresi, 20/86-98 ve A’raf Sûresi, 7/148-154 arasındaki ayetlerden anlaşıldığı üzere, Mûsâ (a.s.) çok kısa süre aralarından ayrılıp Rabbi ile görüşmek ve vahiy almak üzere Tur-u Sina’ya gittiğinde, kavmi içinden çıkan bir saptırıcı zaten alışageldikleri Firavun kültüründe var olan puta tapmayı tekrar gündemlerine getiriyor. Kavmi Hârun’un (a.s.) uyarılarını da dinlemeyerek, hemen Samirî’nin, daha sonra Hz. Mûsâ’ya “nefsime uyarak yaptım” diyeceği buzağı heykeline tapmaya başlıyorlar.

Samirî’nin ayartmasıyla altın ziynetlerin eritilmesi suretiyle yapılan buzağı putuna tapmaya yöneliyorlar. Üstelik, Samirî de tevhid dinine karşı üretilen bütün statüko dinlerinin taktiğine başvurup diyor ki: “İşte sizin ve Mûsâ’nın ilahı budur.” “İlahı burada yanımızda olmasına rağmen Mûsâ gitmiş onu dağ başında arıyor. Mûsâ, Rabb’ine giden yolu şaşırdı ve nereden ona ulaşacağını unuttu.” Böylece kendi batıl dinini de Allah’ın dini ve dolayısıyla Musa’nın da diniymiş gibi sunan bir iftiraya başvurup kavmini bu dine tâbi olmaya ikna etmek için, şeytanın en etkili kandırma yolu olan “Allah ile aldatma” fitnesini kullanıyor.

Mûsâ (as) Tevhidî İstikametten Sapmış Olan Kavmine Döndüğünde, Kavmine Yönelik Genel Bir Sorgulama ve Eleştiriyi Müteakip Hesap Sormaya Öncelikle Kendisi de Peygamber Olan Kardeşi Hârun’dan Başlıyor

Mûsâ (a.s.) Tur-u Sina’dan döner dönmez bu büyük tevhidden sapmaya karşı hepsini hesaba çekiyor. Yanında getirdiği Tevrat levhalarını dahi bir kenara atıp önce yeniden tevhîdî bilinci ve imanı inşâ etme hareketine girişiyor. Çünkü istikametini kaybetmiş bir toplumun önüne Tevrat’ın içindeki şeriatı getirmenin bir anlamı olmayacaktı.

“Bunun üzerine Mûsâ, öfke dolu ve üzgün bir hâlde halkına döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz, size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Ayrılışımdan sonra) çok zaman mı geçti, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze uymadınız (ve buzağıya taptınız)?” dedi. (Tâhâ, 20/86)

Musa (as), bu genel sorgulamada, bir bakıma kavmini hali üzerine düşündürecek sorular yöneltiyor;  “Ey kavmim! Rabb’iniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Rabb’iniz benim vasıtamla size hem dünyada, hem de âhirette her türlü güzel âkıbetleri vaat etmedi mi? Rabb’iniz size bu dünyada özgürlük, zafer, kurtuluş, hidâyet sözü vermedi mi? Âhirette de cennet vaadinde bulunmadı mı? Rabb’inizin bu dünyada size açık desteğini gözlerinizle görmediniz mi? Firavun’un önünden kaçarken denizi yarıp sizi geçirmedi mi? Size Rabb’inizin yağdırdığı nimetlerin üzerinden çok bir zaman mı geçti ki hemen unuttunuz? Daha kısa süre önce, Firavunun elinde inim, inim inleyen sizler değil miydiniz?

Yoksa size Rabb’inizden bir gazabın inmesini mi istediniz? Rabbinizin gazabını celp edecek bir yola mı girmek istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız? Hani bir ahitleşmede bulunmuştuk. Hani benim getirdiğim hidayete tabi olacaktınız. Hani Allah’a kul olacaktınız. Hani sadece Allah’ı dinleyecektiniz. Hani benim örnekliğimde Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaktınız. Hani putlara tapınmayacaktınız. Hani Mısırdaki tüm pis alışkanlıklarınızı terk edecektiniz. Hani size egemen olan, size zulmeden güçlerin tanrılarını, yollarını bırakıp sadece Allah’a kul olacaktınız. Ne oldu? Nereye gitti o vaatler, o sözler?”[1]

Böylece Mûsâ (as), önce Samiri’ye kanarak istikametten sapan kavmine yönelik genel bir sorgulama ve onları halleri üzerinde düşündürmeye yönelik sorularla uyarmayı müteakip fiili hesap sorma işine önce kardeşi Hârun’dan başlıyor. Hiddetli bir uslûpla “Ey Hârun! Onların saptıklarını gördüğün zaman seni ne engelledi de, be­nim ardım sıra gelmedin. Emrime isyan mı ettin?” diyor. (Tâhâ, 20/92-93).

Levhaları attı ve kardeşi Hârun’un başından tutup kendisine doğru çekerek “bana böyle mi halef oldun? Ben seni yerime niye bırakmıştım? Tur’a giderken sen onlara göz kulak olasın diye, onlara nasihat ederek küfre ve isyana düşmelerini engelleyesin diye seni arkamda halef bırakmıştım. Sen ise benim yerime ne kötü halef oldun. Bu kavmimin buzağıya tapınmalarına, şirke düşmelerine göz yumup müsaade ettin” diyerek kardeşi Hârun’a çıkışmaya başladı.

Üstelik Sorgulamayı Hem Toplum Önünde Hem de Kafasından Tutup Sarsarak, Yani Fiziki Güç de Kullanarak Yapıyor

Bu hesap sorma sırasında onun kafasını tutup çekmeye başlıyor. Hz. Hârun bu sorgulamaya şu şekilde cevap veriyor: “Sakalımı, başımı tutma! Ben senin şöyle diyeceğinden korkmuştum: Isrâiloğulları’nın arasına ayrılık soktun, sözüme bağlı kalmadın!” (Tâhâ, 20/94). Mûsâ (as), İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına engel olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığı ve kendisinin ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade etmiş olabileceği zannıyla onu azarlıyor. Vekili olarak bu konudaki emrine bağlılık gösterip uygulamadığı için ona kızıyor. Hârun ise şu cevabı veriyor: “Ey anamın oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldürecek­lerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!” (A’râf, 7/150).

Hârun (a.s); “Ey anamın oğlu! Bu millet beni küçümsedi. Kavmim beni zayıflattı. Az kalsın neredeyse beni öldürüyorlardı. Düşmanlarımın gözleri önünde beni rezil etme. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma. Ve sakın beni bu zâlim toplumla bir sayma dedi. Beni bu zâlimlerle beraber kabul etme. Beni bu zâlimlerle aynı kefeye koyma! Benin bunlarla da yaptıkları bu şirkleriyle de uzaktan ve yakından bir ilgim, alâkam yoktur” diyordu.[2]

Anlaşılan odur ki, bu sorgulama ve tartaklama topluluk huzurun­da gerçekleşiyor. Hz. Hârun, “bu zalim toplumu bana güldürme” diyerek şirk koşanları zâ­lim olarak nitelemiştir. Çünkü şirk büyük zulümdür;[3] zulmü işleyen de zâlimdir. Onun içindir ki “bu zâlim toplum karşısında beni azarlama ey annemin oğlu. Bu zâlimler karşısında beni küçük düşürme. Ve sakın beni bu zâlimlerle bir tutma!” diyordu.

Sonuçta Hârun (as)’ın Masumiyetini Anlayıp Allah’tan Mağfiret Dileyerek İfsadın Asıl Faili Konumundaki Samirî’ye Yöneliyor

Hârun’un masumiyetini anlayan Mûsâ (as), ikisi için de Allah’tan bağışlanma diliyor. A’râf, 7/151. “Mûsâ” Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bize acı Sen merhametlilerin merhametlisisin” dedi.”

Hz Mûsâ’nın bu duasından da anlaşılıyor ki artık o kavim içinde onları şirke düşmekten engelleme konusunda elinden geleni yapan Hz. Hârun’un suçsuzluğu Mûsâ (a.s) tarafından da anlaşılmıştır. Onun içindir ki Mûsâ (a.s) sadece kendisi için değil aynı zamanda kardeşi Hârun için de dua ediyordu. Kendisi için de af diliyordu Allah’tan. Çünkü onu kendi yerine vekil tayin eden bizzat kendisiydi.

Hârun (as)’dan sonra Mûsâ (as) öfkesini ve tepkisini bu tuzağın asıl sahibi olan Samirî’ye yöneltiyor. İlk etapta ona yönelmeyip, onu sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda birinci derecede sorumlu olan kendi toplumuydu. Yapılan menfi propagandaya ve ifsada çağıranlara uymamaları gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Hârun’du. Kavmi böyle bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve işlerinden sorumlu olan kişiydi. Üstelik tevhidî inancı yaymak ve korumakla mükellefti. Samirî’ye gelince, onun suçu daha sonra gelirdi. Zira İsrailoğulları’nı zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını durdurmamıştı. Onları sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Halbuki onlar peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi. İkinci derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak üçüncü derecede sorumlu olabilirdi.

Ve Hz. Mûsâ, kızıp sorgulamaya çektiği kavminden sonra hesaba çekip gerekirse cezalandırma eylemini önce Harun’a en son olarak Samirî’ye yöneltmiş ve Samirî’yi İsrailoğulları topluluğundan kovduğunu açıklamış ve bu kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini ilan etmiştir. Bundan ötesini ise Allah’a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış olduğu ilahı konusunda ise ona şiddetle karşı çıkmıştır. “Artık gözüme gözükme! Kovuldun sen! Bundan böyle kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de öyle. -Hz. Mûsâ’nın dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve insanın kovulmuşluğunu ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da kimseye yanaşmamasını söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve ceza idi.  Yakılan ve suya atılan sahte ilah sahnesinden sonra Hz. Mûsâ gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.[4]

Taha, 20/98 – “Aslında sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah’dır. O’nun bilgisi her şeyi kapsamı içine almıştır.”

A’râf, 7/152 – “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır; iftira edenleri böylece cezalandırırız.”

Allah’ı bırakıp da buzağıya tapınanlar, buzağıyı kendilerine Rab edinenler, heykelleri Rab ve İlah kabul edenler, bu putların arkasında kendi egemenliklerini, kendi hevâ ve heveslerini, kendi düzenlerini putlaştıranlar, kendi yasalarını Allah yasalarının önüne geçirenler, kendi sistemlerini vahyin yerine ikâme edenler, bunlarla toplumlara yön vermeye, toplumların hayatlarını düzenlemeye çalışan kimselere Allah’tan bir gazap gelecektir. Allah’ın rahmetinden, Allah’ın yardımından uzak oluş gelecektir. Allah’ın rahmetinden mahrum oluş yanında bir de dünyada bir horluk, hakirlik ve zillet vardır onlar için.

Evet, heykellerin peşinden giden, heykelleri putlaştıran, heykelleri tanrılaştıran, buzağıları diken ve onların arkasında kendi fikirlerini, kendi görüşlerini putlaştıran, vahyi bırakıp da kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını putlaştıran hangi insan, hangi toplum olursa olsun onun âkıbeti Rablerinin rahmetinden mahrum olmak, Allah’ın gazabına maruz kalmak ve yeryüzünde aşağılık horluk ve zillet damgasını yemektir. Putların ya da putlaştırılmış insanların ilke, fikir ve yasalarının hâkim olduğu tüm toplumların akıbeti işte budur. Allah’ın hükmünü/yasalarını bırakıp insan yasalarını tercih eden toplumlar zillete ve meskenete mahkûm olacaklardır.[5]

Mûsâ (as), Halkının Önce Putperest İnançtan Vazgeçip Tekrar Tevhide Yönelmesini Sağladıktan Sonra Tevrat Levhalarını Bıraktığı Yerden Alıp Onun İçerdiği Şeriatı Gündemleştiriyor

Öncelikle tevhîdî daveti gündemleştirip iman ve istikamet zaafını ıslah ettikten sonra daha sonraki âyetlerde ifade edildiği üzere, Tevrat levhalarını elinden atıverdiği (bırakıverdiği) yerden alıp, iman ve istikamet sorunu çözülen toplumun gündemine hayatı inşâ edecek şer’î hükümleri getirdiğini Rabbimiz bize bildirmektedir.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da bu konuyu şu şekilde açıklamıştır: Anlaşılıyor ki, Hz. Mûsâ, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhîd inancının böyle kısa bir zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda bulunan Tevrat levhalarını geçici bir süre için bir tarafa bırakmıştır.

Böylece her şeyden önce kardeşini, sonra da başta Samirî olmak üzere bütün toplumu hesaba çekmek sûretiyle tevhîdi yeniden topluma hâkim kılma teşebbüsünde bulunmuştur. Mûsâ, kavmine yönelik yeniden bir tevhîdî dâvet gerçekleştirir, tevhidden sapmış toplumun istikameti düzeldikten, yani tevhîdi yeniden kabul, idrak ve iman etmeleri sağlandıktan sonra Tevrat levhalarını bıraktığı yerden aldığını ifade eder.[6]

Yani Mûsâ (as), yokluğunda yeniden putperestliğe dönmüş olan kavmini, önce kardeşi Hârunu’u sorgulayıp suçu olmadığını anladıktan sonra bu sapmaya sebep olan Samirî’yi ve ürettiği buzağı putunu hedef yapmak suretiyle, toplumda nükseden putperestlik sapmasını ıslah çabasını öne çıkararak tevhidi davetini tekrarlamıştır.

Tevhid’den Saparak Geleneksel ve Modern Cahiliye’ye Teslim Oldukları Halde Kendisini İslam’a Nispet Edenlerin Çoğunlukta Olduğu Bu Toplumda da Aynı Yol İzlenmelidir

Bugün içinde yaşadığımız toplumda da, Müslüman olduğunu zannedenlerin hatta beş vakit namaz kılanların bile büyük çoğunluğunda istikamet krizi yaşanmaktadır, iman konusunda büyük bir cehalet ve istikametten sapma söz konusudur. Allah’ın dini adına topluma egemen olan statüko dini olarak, bir taraftan geleneksel hurafelerle şeyhlerden oluşan putlar, diğer taraftan da modern cahiliye olarak ortaya çıkan seküler demokrasi putperestliği toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Yani yüzyıllardır ve özellikle günümüzde yüzlerce Samirî çıkmış ve sürekli yeni putlar üreterek insanlığın ve özellikle de “Müslümanım” diyenlerin Kur’an ve sünnetten koparak bu putların ve laiklik, Kemalizm, sekülerizm, kapitalizm, sosyalizm, demokrasi, ulusalcılık, sağcılık, solculuk, muhafazakârlık vb. hevayı ve tağutları ilahlaştıran putperest ideolojilerin peşinde yozlaşmalarına sebep olmuşlardır.

Bu sebeple, tevhidî daveti bu topluma götürmek sorumluluğunu taşıyan muvahhidlere düşen görev, bu daveti bu iki cahiliye sapmasını ve bir nevi putperestliğini ifşa edip toplumu bunlardan arınmaya çağırma ve yalnız Allah’a kul olarak O’nun tevhid dinine teslim olma ekseninde gerçekleştirmektir. Yani çağdaş Samirîleri ve geleneksel ve modern putperestliklerini ifşa ve itiraz edip tevhid mesajını gündemleştirmek omuzlarımızdaki en büyük sorumluluktur. Buna rağmen son on beş yıldaki ilave sekülerleşme, laikleşme ve yozlaşmanın sebebi, tevhidî daveti bu topluma ulaştırması gerekenlerin de laik, demokrat, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr kitlelere eklemlenip onlarla birlikte şirkle hükmeden laik demokratik iktidarların destekçisi konumuna savrulmaları olmuştur.

Evet, özellikle son 15 yılda tevhid davetçilerinin bile büyük kısmı, demokrasiyi ödünç almak zorundayız diyerek ya da İslam’ın şura kavramıyla örtüştürme zulmünü işleyerek, demokrasi adı altındaki hevayı ilah edinen modern cahiliyeye aktif destekçi haline gelmişlerdir. Demokrasiden başka çaremiz yok çaresizliğini üretip gardiyanlardan en iyisini seçmek zorundayız söylemiyle hevanın ilahlığı demek olan demokrasi putunu İslam’ın içine taşımaya kalkışarak büyük bir ifsada yol açmışlardır. Bu sebeple, artık bu konuda daha fazla çalışmak ve daha fazla uyarmak sorumluğumuz vardır.

Batıla doğru bu büyük dönüşüm ve savrulma, öncelikle tevhidî kesimde yol açtığı zihinsel kirlenme, amellerde meydana getirdiği çürüme ve yozlaşma sonucunda, hem 30-40 yıllık tevhidî uyanış süreci birikiminin sistem içi batıl siyaset zemininde harcanmasına, hem de zaten geleneksel ve modern cahiliyeyi yaşamakta olan kitlelerin de oldukları yerde daha fazla kalıcı olmalarına sebep olmuştur. Tabii ki, İslâm’a aykırı bir sapmayı yaşayarak, ama İslam adına destek verilen ve üstelik sürekli biçimde İslam’ı laik, kapitalist, ulusalcı politikaları için araçsallaştırıp istismar eden hükümetin, yolsuzluk, yoksulluk, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik üreten bu laik, demokratik uygulamalarının faturasının haksız yere İslam’a kesilmesine yol açtıkları için, yeni nesillerin çok daha ileri derecede İslam’dan uzaklaşmalarına ve hatta deizme kadar sapmalarına yol açılmıştır.

Yaşanan Büyük İfsad ve Yozlaşma Sebebiyle, Mûsâ (as)’ın Önce Hârun’a Hesap Sorduğu Gibi, Önce Bu Yozlaşmanın Müsebbibi Olan Tevhidî Uyanış Süreci Öncülerini ve “Âlim” Rolündekileri Hesaba Çekmemiz Gerekmektedir

Tıpkı Mûsâ (as) misali, bizim de çağımızın kemalizmi, ulusalcığı, laikliği ve demokrasiyi put edinen ve topluma da dayatan Samirî konumundakileri hedef almadan önce bu toplumda yıllarca birlikte olduğumuz ve tevhidî uyanış sürecini birlikte yürüttüğümüz halde ilkesizlik yaparak istikamet krizine girip sistemin laik partilerinin destekçiliğine savrulanları hesaba çekmemiz gerekmiyor mu?

Samirîlerin ürettikleri put ideoloji ve modellere aktif destekçi olan ve hatta Samirî’nin ürettiği putu meşrulaştırmak amacıyla “Mûsâ’nın da Rabbi bu, ama yanlış yaparak Tur-u Sina’ya gidip oralarda arıyor” dediği gibi, “demokrasinin şûra adı altında aslında İslam’da da var olduğunu ya da İslam’a da uygun olduğunu yahut da ödünç alınıp kullanabilecekleri bir model olduğunu iddia ve iftira eden düşünceler uyduran, Allah’ın açık hükmüne rağmen laik demokratik devlette şirkle hükmedenleri, heva ve hevesi ilahlaştırarak teşri’de bulunanları mü’min, muvahhid, Müslüman ilan eden” tevhidî gruplardan, “âlim” diye bilinen hocalardan ve  “muvahhid öncüler” den hesap sormamız gerekmiyor mu?

Düşünün hele, Mûsâ (as) sorgulayıp hesap sormaya, neden önce Samirî’den değil de önce Hârun (as)’dan başlıyor? Üstelik o da bir peygamber olduğu halde neden öncelikle Hârun’u hesaba çekiyor? Hem de sadece fikir bazında sorgulamakla dahi kalmayıp kafasından tutarak sert biçimde fiziki olarak da sarsarak hesap soracak kadar Hârun’a kızmasının sebebi nedir? Çünkü Hârun (as), o toplumda tevhidî daveti yaymakla ve toplumu o istikamette tutmakla öncelikle görevli bir şahsiyettir. İşte Mûsâ (as), haklı olarak bu görevini yapmadığı zannıyla öncelikle ilk hesap sorulması gereken kişi olarak ona yöneliyor. 

Peki, Mûsâ (as), Hârun (as) bir peygamber olduğu halde ve üstelik sadece görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimaline binaen ona en sert biçimde hesap soruyorken, biz,

  • özellikle de son on beş yılda, çağdaş demokrasi putperestliğine aktif destekçilik yapan,
  • üstelik bu yaptıklarını haklı göstermek amacıyla Allah’ın ayetlerini ve İslam’ın kavramlarını tevil edeyim derken tahrif eden,
  • İslam’ı araçsallaştırarak modern cahiliye modellerini meşrulaştırmaya çalışanlara,
  • “hoca”, “âlim” olarak bilinen ya da “tevhidî grupların öncüleri” olan kişilere,
  • neden eleştiri yapmayalım ve neden yanlışlarını ilmî delillerle ortaya koymayalım?

Bazı Müslümanlar, Allah’ın (c) emrettiği ve Rasûlullah’ın (s) Kur’an’daki büyük tehditleri hatırlatıp uyardığı “emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” sorumluluğunu kendileri de yapması gerekirken, ihmal etmekle kalmayıp üstelik bizim yapmamızdan da rahatsız olmaktadırlar, neden? Rasûllerin örnekliğini de Kur’an ve sünnetin yüklediği imânî görevi de dışlayan, hatta engellemeye çalışan bu anlayış İslamî olabilir mi?

Ayrıca Mûsâ (as)’ın gerçeği bilmediği için öncelikle suçlayıp hesaba çektiği kardeşi Hârun (as), bir yanlışı yaptığı ya da göz yumduğu için değil sadece temsili konumu ve sorumluluğuna binaen görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimali sebebiyle sorguya çekilmiştir.

Günümüzde ise, bizim “emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevimiz gereğince ilmî eleştirilerimizin hedefi yaptıklarımızın, hem davetin muhataplarını hem de bizzat kendilerini ve tevhidî kesimdeki çevrelerini laik Kemalist ve kapitalist bir partinin aktif destekçisi haline getirmek suçunu işledikleri, belgelerle ortaya konmuş bulunan kesin bir gerçekliktir.

 

Rasûlullah(s) Döneminde Yanlış Yapan Ashab’ın Toplumsal Alanda Uyarılıp Cezalandırılmasına Dair Örnek

Tebük seferi, diğer tüm seferlerden, harekâtlardan ve hatta savaşlardan çok ayrıcalıklı bir öneme sahipti. Farklı olmasını sağlayan önemli özelliklerinden bazılarını, yolculuğun çok uzun olması, bu uzun yolculuğun başta sıcak ve açlık olmak üzere son derece ağır zorluklar eşliğinde gerçekleştirilmesi, savaşılacağı düşünülen ordunun dünyanın en büyük devletinin ordusu olması oluşturuyordu. Çıkılan sefer ölüme gidişten farksız gibiydi. İşte böylesi zorluklarla dolu sefere çıkmak ancak Allah (c) ve Rasûlüne (s) içten gelerek iman etmiş, imanlarını ‘işittik ve itaat ettik’ teslimiyeti düzeyine çıkarmış müminlerin yapabileceği bir şeydi. Bu yüzden münafıklar bu seferden uzak durup Medine’de kalmayı tercih etmişlerdi.

Fakat Tebük’ten dönülünce anlaşıldı ki, esasen Müslüman olmalarına, imanlarındaki samimiyetlerini daha önce birçok vesileyle ispatlamalarına rağmen, üç kişi daha Medine’de kalmıştı.

Bunlar Kâ’b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye isimli kişilerdi. Üçü de imanlarından kuşku duyulmayan kimselerdi. Daha önce birçok kez Müslümanlıklarının gereğine göre davranmış, birçok zorluğa imanlarının gereği olarak göğüs germişlerdi. Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de Rasûlüllah’a beyat etmiş ilk Müslümanlardandı. Tebük seferinden önce gerçekleşen savaşlardan sadece Bedir’e katılamamış, diğer tüm savaşlarda Rasûlüllah’ın (s) yanında yer almıştı. Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye de iman-küfür ayrımında ölçü olan Bedir savaşına katılmış Müslümanlardandı. İkisi de Tebük seferinden önce gerçekleşen tüm savaşlara katılmışlar, şehit olmak için isteyerek ölümün üzerine atılmışlar ve imanlarındaki samimiyetlerini tekrar tekrar ispatlamışlardı.

Ancak ne var ki, bu üç Müslüman, münafıklar gibi, Medine’de kalmış ve Tebük seferine katılmamışlardı. Münafık olmadıkları halde, münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu nedenle ordunun Medine’den ayrılıp Tebük’e doğru hareket ettiği günden beri günahlarının ağırlığı altında eziliyor, ne yapacaklarını bilemez hale gelmiş bulunuyorlardı.

Söz konusu üç kişinin Medine’de kalmalarının haklı bir gerekçesi yoktu. Üçü de son derece basit bir nedenden dolayı sefere katılamamışlardı. Sefere katılmama nedenleri, hazırlıklar sırasında ağır davranmaları ve hazırlıklarını tamamlayamamalarıydı. Şimdi ihmalkârlıklarının cezasını çekiyorlardı.

Rasûlüllah, münafıkların gerekçelerinin ve özürlerin sahte olduğunu bildiği halde, olumsuz bir şey demedi. Herhangi bir eleştiride bulunmadı. Nasıl olsa herkesin imanındaki samimiyet durumu, kişilik ve karakterinin özelliği ortaya çıkmıştı. Tebük seferi herkesin içyüzünü ortaya sermişti. Bundan böyle Müslümanların münafıklara karşı daha mesafeli ve daha ihtiyatlı olacakları kesindi.

Rasûlüllah’ın yanına özür dilemek için gelenler arasında ihmalkârlıkları nedeniyle Medine’de kalmış üç Müslüman da vardı. Durumları her açıdan kötüydü. Hem Medine’de kalarak münafıklarla aynı safta görüntü vermişler ve hem de şimdi sahte özür bildiren münafıklarla birlikte özür dilemek zorunda kalarak görünüşteki olumsuz durumlarını daha da pekiştirmişlerdi. Bu üç Müslüman hata ve günahları nedeniyle özür dilemekten çekinmezlerdi. İmanları özür dilemeyi kendileri için bir ibadet kılmıştı. Ama bu şekilde özür dilemek, münafıkların sahte özürler dile getirdikleri bir anda ve ortamda, üstelik aynı sebepten dolayı özür dilemek zorunda kalmak, katlanılması zor bir durumdu. Durumları her açından kendilerinin münafıklarla benzer durumda olduğunu gösteriyordu. Ama öyle değillerdi. İmanlarında samimiydiler. Bu nedenle de üzgündüler. Üzüntülerinden, utançlarından ne yapacaklarını bilemez haldeydiler, perişandılar.

Rasûlüllah, tüm Müslümanlara bu üç kişiyle görüşmelerini ve konuşmalarını yasakladı. Rasûlüllah’ın bu yasağı ayetin gereğiydi. Çünkü o günlerde vahyolunan bir ayet, sefere katılmayıp Medine’de kalan ve daha sonra da yalan gerekçelerle özür dileyip kendilerini affettirmek isteyen münafıklarla görüşülmesini ve konuşulmasını yasaklamıştı. (Tevbe, 9:94, 95). Rasûlüllah ayetin emri gereği söz konusu üç Müslümanla konuşulmasını ve görüşülmesini yasakladı. Selam verilmiyor, selamları alınmıyordu. Çünkü o aşamada bu üçü de münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu yasağı ve takip eden günleri Kâ’b b. Mâlik şöyle anlatmıştır: Rasûlüllah sefere katılmayıp geride kalanlarla konuşulmasını yasakladı. Bunun üzerine tüm Müslümanlar bizden uzak durmaya ve konuşmamaya başladılar. Bizi görünce yüzlerini ekşitiyor, sırtlarını dönüyorlardı. Bu dayanılması zor bir durumdu… Bu hâl elli gün devam etti. Diğer iki arkadaşım evlerine kapandılar. Hiç dışarı çıkmıyorlardı. Sürekli ağlıyorlardı.

Müslümanların bizimle ilişkiyi kesip, konuşmamaya başlamalarının üzerinden kırk gün geçmişti. O gün Huzeyme b. Sabit gelerek, Rasûlüllah’ın, eşimden ayrılmamı emrettiğini bildirdi. ‘Eşimi boşamam mı gerekiyor?’ diye sordum. ‘Hayır! Boşaman gerekmiyor. Ayrı kalman yeterli’ dedi. Rasûlüllah’ın diğer iki arkadaşıma da aynı emri verdiğini öğrendim. Eşime ‘Kalk anne ve babanın yanına git. Allah durumumu açıklığa kavuşturana kadar da orada kal’ dedim.

Hilâl b. Umeyye iyi bir Müslümandı. Allah ve Rasûlüne sevgisi derindi. Hatası nedeniyle sürekli ağlıyordu. Yakınları ağlamaktan öleceğini düşünmeye başlamışlardı. Üstelik yemiyor, içmiyor; sürekli oruç tutuyordu. Çoğu zaman iftar yapmadan az bir sütle iki gün peş peşe oruç tuttuğu oluyordu. Geceleri hep namaz kılıyor ve affını diliyordu. Ayrıca kendisinden dolayı hiç kimsenin Rasûlüllah’ın emrine muhalif davranmasına vesile olmamak için evinden dışarı çıkmıyor, hiç kimsenin yanına gitmiyordu.

Fakat Hilâl yaşlı, kendi işini görmekten aciz birisiydi. Karısı onun bu durumuna üzülerek Rasûlüllah’tan Hilâl’in işlerini görmek için yanında kalmasına müsaade edilmesini istedi. Rasûlüllah kadına izni verdi.

Müslümanların bizimle ilişkiyi kesmelerinin, konuşmayı terk etmelerinin ellinci günüydü. Sabah namazını kılmış evin damındaki çardakta oturuyordum. Sıkıntım büyüktü; dayanılmaz bir hâl almıştı. Bütün yeryüzü tüm genişliğine rağmen dar geliyor, beni sıkıp sıkıp bırakıyordu. Derin düşüncelere dalmış bir haldeyken ‘Ey Kâ’b! Müjde’ diye bağırıldığını duydum. Hemen secdeye kapandım ve şükrettim. Anladım ki affedilmiştim; artık genişlik, ferahlık gelmişti.

Münafıklarla aynı konuma düşen üç Müslümanın durumunu açıklığa kavuşturan ve affedildiklerini bildiren ayet o gece vahyolunmuştu. (Tevbe, 9:117-119) Rasûlüllah müjdeyi sabah namazı sonrasında cemaate bildirerek, affedildiklerinin üç Müslümana iletilmesini istemişti.[7]

Hz. Ömer’in Halifeyken Hem de Hutbede Eleştirilmesine Dair Örnekler

İlk Halifeler döneminde (Üçüncü Halife dönemindeki bazı yanlışlar hariç tutulacak olursa), genelde Rasûlullah’ın (s) zamanındaki temel vahyi ilkelere ve Rasûlün güzel örnekliğine uyularak bu örneklik devam ettirilmiştir. Ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.

Hz. Ömer (ra) bir gün hutbede cemaate şöyle seslendi: “Ben haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaat içinden bir sahabe kalkarak cevap verdi: “Seni kılıcımla düzeltirim ya Ömer!” Hz. Ömer ellerini açarak;  “Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki ben Senden gaflete düşersem, Senin adaletinden ayrılırsam, beni kılıcıyla doğrultacak cemaate sahibim” diye şükretti.[8]

Bizler hep Hz. Ömer’in bu kıssasında Hz. Ömer’e odaklanırız nedense. Düşünmeyiz koskoca bir devlet başkanı ve karşısında devlet başkanından hesap soran zayıf bir insan. Bir kere yanlışı bulmak ve düzeltebilmek için ilim sahibi olması lazım insanın. İkincisi bu yanlışı hiçbir şeyden korkmadan ve kimseden çekinmeden dile getirme cesareti olmalı. Bu cesareti gösteren insanın varlığı önemli ama, Hz. Ömer’in adil duruşu da bu cesarete fırsat veren bir zemin oluşturuyor. Bu söz karşısında Hz. Ömer ne yapıyor, statükolaşan düzenlerin yöneticilerinin yaptıkları gibi, “sen kim oluyorsun da beni kılıçla düzeltme hadsizliği gösteriyorsun” deyip bağırıp çağırmak yerine, etrafında hatasını gösterebilecek ölçüde hakkı, hakkaniyeti bilen, ilmi seviyesi ve sorumluluk bilinici yüksek insanlar olduğu için Rabbine şükrediyor.

İşte bu biçimde örnekliklerle dolu adil yönetimiyle tarihe geçen Ömer (ra) halifeliği sırasında yine bir Cuma hutbesi irad etmek için ayağa kalkar. Cemaate seslenerek: “Ey cemaat beni dinleyin!” der. Cemaatten bir sahabe Halife Ömer’e: “Ey Ömer! Seni dinlemiyoruz.” diye bağırır. Ömer (ra) ise “sen kim oluyorsun da hutbede sözümü kesiyorsun hadsiz” diye bir çıkış yapmak yerine, o kişiye yönelerek: “Neden dinlemiyorsunuz” diye sorar. O sahabe: “Herkese, ganimetten elbiselik eşit kumaş düştüğü ve bu eşit kumaşları eşit olarak sen dağıttığın halde, kendi vücudun daha geniş, benim vücudum daha zayıf olmasına rağmen, ben bu ganimet kumaşından kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Sen ise daha iri vücutlu olduğun halde diktirmişsin. Görülüyor ki sen, kendine daha fazla kumaş almışsın. Devlet malına tecavüz ettiğin için seni dinlemiyoruz” diyerek, Halife Ömer’i protesto eder.

Hz. Ömer de kendisini savunmak için o sırada camide gördüğü oğlu Abdullah’a seslenerek: “Ey Abdullah, gerçeği halka anlat” der. Abdullah ayağa kalkarak: “Kendi rızasıyla, kendi hissesini babasına verdiğini, babasının da bu iki hisseyi birleştirerek kendisine bir elbise diktirdiğini açıklar.” Bu açıklama üzerine protestocu sahabe Halife Hz. Ömer’e: “Şimdi anlat ey Ömer! Artık seni dinleyebiliriz” der.[9]

Yine bir gün Hz. Ömer (r.a.), Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh (s) Efendimiz’in minberine çıkıp cemâate hutbe îrâd etmiş, hutbesinde Müslümânlara, evlenirken mehri azaltmalarını söylemişti. Kadın cemâatten uzun boylu bir hanım çıkıp: “Ey Ömer, bunu söylemeğe hakkın yoktur!” demiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den kadının mihr hakkına dir âyet-i kerîmeleri delîl göstermişti. Bunun üzerine Halîfe Ömer: “Allâh Allâh! Kadın, Ömer’le mübâhase etmiş (karşılıklı fikir söylemiş, konuşmuş) ve onu susturmuş!” diyerek sözünü geri almıştı.[10]

Bu üç örnekte de görüldüğü gibi, ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı “emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker” sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.

Halife Ömer (ra), sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbe okuyamıyorken, daha sonraki saltanat sürecinde haksız kazançlarla lüks ve israf içinde yaşanan saray hayatının ve mazlum halkların sömürülmesinin temsilcisi sultanlar adına hutbe okunması konumuna doğru büyük bir sapma yaşanmıştır. Bu süreçte hutbeler, sultanların İslamî ölçülere uygun olmayan iktidarlarını meşrulaştırmak amacıyla araçsallaştırılmıştır.

Bugün ise, aynı biçimde haksız kazançlarla yine saraylarda lüks ve israf içinde yaşayan laik kapitalist iktidarlara, sırtlarındaki elbisenin hesabını sormayı bırakın öncelikle şirkle hükmetmelerinin, sonra da yaygın sömürü, israf ve adaletsizliklerinin hesabını sorması gereken “muvahhidler”, tam tersini yaparak bu iktidarların desteklenmesi gereken “ümmetin umudu” ve “Müslüman” yöneticiler olduğuna dair “yalancı” şahidlik yapabilmekte ve insanları bu iktidarlardan yana olmaya davet edebilmektedirler.

Buna Rağmen, Bizim, Rasullerin Yolunu İzleyerek, Bugünkü Toplumdaki En Büyük İfsad Sebebi Olan Modern Cahiliye Sapması Laik Demokrasi Putperestliğine ve Samirî Gibi Onu Meşrulaştırmaya Çalışan Kimi “Hoca” ve “İslamcılar”a ya da Bu Cahiliyeye Aktif Destekçilik Yaparak Aynı İfsadın Müslümanları da Kuşatmasına Sebep Olan “Öncü”lere Yönelik Haklı Eleştirilerimize Tahammül Edemeyenler Çıkabiliyor

Evet, buna rağmen bazıları, “Mûsâ (as)’ın Hârun’u sorgulaması ve hesap sorması bizi bağlamaz”, “Rasûlüllah’ın (s), bugün “hoca”, “âlim” ve “tevhidî uyanış süreci öncüleri tarafından yapılan büyük ilkesizlik, sapma, tahrifat ve ifsada nazaran daha basit bir ihmalkârlık sebebiyle ashabına gösterdiği ve toplumun tamamını da ilgilendiren tepki ve verdiği toplumsal boyutu olan cezadan bize bir ders çıkmaz”  dercesine, “biz batıla destekçilik yaparak çağdaş Samirî’lerin peşinde demokrasi putperestliğini ve tâğûtî yönetimi meşrulaştırmaya sürüklenen günümüz “öncülerini”, “hocalarını” ve “muvahhidleri”ni eleştirmemeliyiz” diyebiliyorlar.

Üstelik sadece bunları eleştirmeye karşı çıkmakla da kalmayıp bizzat günümüzde Samirî rolü oynayarak dindar kesimlerin laikleşip demokratikleşmesine sebep olanların eleştirilmesine de karşı çıkıyorlar. Hatta “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeseler de laik yasa yapıcıların, haramları helal sayan teşri’de bulunanların Müslüman olduklarını ispat emek ve meşrulaştırmak için Allah’ın ayetlerini te’vil ve ictihad adı altında tahrif edenlerin” yaptıkları bu yanlışlara yönelik ilmî eleştirilerimize bile tahammül edemiyorlar.

Onların tercih ettikleri bu tutum, ilginç biçimde “Abdülmuttalip mantığı”nı çağrıştırıyor. Hani Ebrehe fillerle destekli ordusuyla Allah’ın beyti Ka’be’yi yıkmaya geldiğinde, önüne denk gelen alandaki onun develerini de gasp etmişti. Bunun üzerine bir hışımla Ka’be önlerinde konaklamış Ebrehe’nin çadırına giren Abdülmuttalip karşısında şaşıran Ebrehe “ne istiyorsun?” dediğinde, “develerimi istiyorum” deyivermişti. İşte bu tutum karşısında şaşkına dönen Ebrehe o tarihi sözü orada söyleyip “ben senin ve atalarının dininin Ka’be’sini yıkmaya geldim, sen ise develerinin peşine düşmüşsün”. Bunun üzerine Abdüllmuttalip “develer benim ben onları istiyorum, Ka’be Allah’ın, O, Ka’besini korur” diyor ve bu mantık yüzyıllardır olumlu bir imajla aktarılınca, birçok Müslüman işine gelince bu mantığa sığınıveriyor.

Allah’ın dinine zarar verilmesine engel olma sorumluluğu ile kimi kişilerin ifsad edici tutumları çatıştığında, o kişilerin savunucuları adeta aynı mantıkla, bu kişileri savunmaya kalkışmaktadırlar. Adeta, “Allah’ın dinine kim ne yaparsa yapsın sana ne? Sen karışma, Allah dinini korur” dercesine Allah’ın dinine zarar verenleri savunmaya geçmektedirler.

Kendilerine, çıkarlarına, sevdiklerine ya da önemsedikleri “hoca”lara bir şey söylense, bir zarar verilse ya da bir eleştiri yapılsa aslan kesilerek itiraz edip hesap soranlar, birileri Allah’ın dinine bir zarar verse, susuyor ya da görmezden geliyorlar. İmanî bir sorumlulukla İslam’a verilen zararı engellemeye ve ifsadı ıslah etmeye, İslam’a zarar verenleri ifşa edip ilmî eleştirilerle bu yapılanların İslam’a uygun olmadığı hakikatini anlatmaya çalışanları ise, böyle bir hassasiyete gerek olmadığını, bu zararı verenleri eleştirmenin doğru olmadığını söyleyip engel olmaya kalkışıyorlar. Onların, “hocalarımız” ya da “muvahhid kardeşlerimiz” olarak gözetilmeleri gerektiğini, kamuya açık biçimde isimleri zikredilerek eleştirilmelerinin doğru olmadığını ifade ediyorlar.

Böylece, medya ve sosyal medyada kamuya açık hitaplarla yazıp konuşarak, batıl sistemlere ve modellere destekçi olmaya ve yine aynı biçimde açıkça yazıp konuşarak, üstelik Allah’ın ayetlerini de tahrif edip laik demokratik hükümetlere taraf olmaya çağıranları, batıl ile hükmedenlere meşruiyet kazandırmaya çalışanları, bu şekilde korumaya alıp ilmî olarak eleştirilmelerini bile engellemeye kalkışmaları, ister istemez şunları düşündürüyor; acaba onları Allah’ın dininden daha fazla mı seviyor ve önemsiyorlar? Ya da Abdulmuttalip mantığıyla kendilerine ait olanı, yakın bulduklarını (develerini) korumaya alıp “din Allah’ın, Allah dinini korur” demeye mi çalışıyorlar?

Üstelik böyle yapmakla, korumaya çalıştıkları “hoca” ve “öncüler”i, “âlim”leri ve “İslamcılar”ı Hârun (as)’dan daha üstte görmüş oluyorlar. Mûsâ (as) o da bir peygamber olduğu halde öz kardeşi Hârun’u sorgulamayı;

  • hem daha suçlu olduğu dahi belli değilken, sadece temsil ettiği İslamî sorumluluk sebebiyle,
  • hem de fizikî güç de kullanarak ve kafasını çekip sarsarak gerçekleştirmekte,
  • üstelik bütün bunları toplum içinde ve kamuya açık bir alanda yapmaktadır.

Tarihte yaşanan ve kimi peygamber, kimi emirü’l mü’minin, kimisi de sahabeden saygıdeğer şahsiyetler olan kişilere yönelik, hem de işledikleri sabit olmayan yanlış amelleri sebebiyle toplum içinde hesap sorma ve hatta kimine ceza uygulama örnekleri, işte böyle, hep kamuya açık biçimde gerçekleşmiştir.

İslâm tarihinde de reddiye yazma geleneği, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarıyla başlamış, bu ihtilâflara dayalı mezhep ve fırkaların oluşumuyla yaygınlık kazanmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren hızla genişleyen fetihler neticesinde çeşitli inanç ve felsefelere bağlı toplumlar İslâm dünyası içinde yer alınca her iki tarafın âlimleri birbirlerinin inançlarını eleştirmiş ve reddiyeler telif etmiştir. Ayrıca, İslâm toplumunda ilimlerin tedvini ve gelişmesiyle ilmî konularda da çeşitli reddiyeler kaleme alınmıştır.[11]

Buna rağmen nasıl oluyor da, bugün kamuya açık olarak yazıp konuştukları saptırıcı açıklamalarla, hepimizin müntesibi olmaktan şeref duyduğumuz Allah’ın dinine zarar verenleri, hem de bu sebeple  yaşanan büyük toplumsal ifsad ve yozlaşmada pay sahibi olanları eleştirmemiz hazmedilememektedir?

  • Harun (as) henüz hatalı olduğu bile belli olmadan toplum içinde böyle bir hesap sormaya muhatap olurken,
  • insanî bir zaaf ve ihmal sebebiyle hazırlıkta gecikip Tebük seferine çıkamayıp Medine’de kalan üç sahabe, önceki bütün seferlerde can feda bir çabanın içinde olup sorumluluklarını yerine getirdiklerini ispat etmiş samimi mü’minler oldukları halde sadece bir sefere çıkmamaları sebebiyle Rasûlullah (s) tarafından “bütün diğer Müslümanların hatta eşlerinin bile kendilerinden ilişkiyi kesip selam vermeyi dahi yasaklaması” cezasına çarptırılıyorlarken,
  • Ömer’in halife olarak hutbedeyken, hem de sadece zanna dayalı bir sebeple sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbe okumasına karşı çıkılabiliyorken,
  • Yine Ömer (ra) hutbedeyken, kadınların mihri konusundaki açıklaması sebebiyle bir Müslüman kadın hemen orada cemaat içinde sözünü kesip “doğru söylemiyorsun” deyip ilgili ayetlere aykırı konuştuğunu ifade ederek uyarıyor ve o da sözünü geri alıp kadını haklı buluyor ve düzetiyorken,
  • neden bugün açık İslam’a aykırılıkları sebebiyle yanlış yapanlar isimleri ve yaptıkları yanlışların belgeleri de ortaya konarak eleştirilemesinler?

Harun (as)’dan, Hz. Ömer’den ve Allah Rasûlünün (s) yakın ashabından daha değerli sayılarak ve hatta zarar verdikleri Allah’ın dininden de daha önemli görülürcesine, açıktan isim verilerek eleştirilmemesi istenen bizim ilmî eleştirilerimizde muhatap aldıklarımız ise,

  • Kur’an’a ve temel İslâmî ilkelere aykırılıkları yansıtan yazı ve konuşmalarını, kamuoyu önünde medyatik ortamlarda açıkça gerçekleştirmiş oldukları sabit olan kişilerdir.
  • Ömer halifeyken sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbede konuşamazken, bugünün “hocaları”, “âlimleri” ve “tevhidî uyanış süreci öncüleri”, ayyuka çıkan ihale yolsuzlukları, rüşvet vb. haksız kazançlarla saraylarda lüks ve israf içinde yaşayanların laik demokratik iktidarını büyük bir ilkesizlikle desteklediklerini açıkça ilan ettikleri gibi,
  • bununla da kalmayıp sadece tevhide ve Kur’an’a çağırmaları gereken davetin muhataplarını da
  • Yakın çevrelerindeki Müslümanları da tâğûtî sistemin şirkle hükmeden hükümetini desteklemeye dair çağrılarını, kamuya açık yazı, konuşma ve gazete ilanlarıyla gerçekleştirmektedirler.
  • Üstelik bu batıl amelde yaklaşık 15 yıldır ısrar etmektedirler.
  • Üstelik yaptıkları batıl ameli, meşrulaştırmak için şirkle hükmeden laik, demokratik, ulusalcı, Kemalist ve kapitalist olmakla kalmayıp Müslüman kesimleri ikna etmek için İslam’ı da araçsallaştırıp kullanan ve toplumu Allah ile aldatıp sekülerleştiren lideri Müslüman ve hükümeti de meşru ilan etmektedirler.
  • Bu yolda Allah’ın ayetlerini bile te’vil ve ictihad adı altında tahrife kadar gidebilmektedirler.
  • Böylece, toplumu ifsad eden hükümetle birlikte büyük yozlaşmanın müsebbibi olmaktan kaçınmamaktadırlar.

Buna rağmen, bu büyük sapma ve savrulmaya karşı yapmaya çalıştığımız ilmî eleştiri ve uyarılarımıza, “emr-i bi’l-ma’ruf” görevimizi yerine getirmemize karşı çıkılıyor olması, karşı çıkanları bu büyük yanlışa ortak olmak durumuna düşürmez mi? Böylece bu kişiler de “bu önemli İslamî bir sorumluluğu kendileri yapmadıkları gibi, yapana da engel olmaya çalıştıkları” için, doğrudan bu büyük ilkesizlik ve savrulmayı yaşayanlar gibi toplumdaki sapma ve yozlaşmadan sorumlu hâle gelerek büyük bir vebalin altına girdiklerini neden düşünmezler? Nasıl oluyor da bu büyük vebali omuzlamaktan korkmuyorlar? Nasıl oluyor da ahiret ve hesabı unuturcasına bu kadar cesur olabiliyorlar?

Üstelik Haksöz-Özgürder örneğinde olduğu gibi bizim eleştirdiklerimiz de, hem de İslamî ilkelere aykırılık teşkil etmeyen konularda, mesela iktidarı destekleme, İslamcılık konusu, Gezi Parkı olayları ve Suriye’de yaşananlar hakkında kendilerinden farklı düşünenleri, (Atasoy Müftüoğlu, Ali Bulaç, Akif Emre, Mustafa İslamoğlu, İhsan Eliaçık gibi)  isim vererek açıktan ağır eleştirilere tabi tutabilmişlerdir. Ayrıca ilmî bir boyuttan yoksun bu eleştirilerde, “arsız, utanmaz, ahlaksız, vicdansız vb.” aşağılayıcı bir üslup da dikkat çekmektedir.

Haksözhaber, ilmî niteliği olmayıp tamamen duygusal olan bu eleştirilere karşı çıkanlara ise, şu cevabı vermiştir: “…hakkın hatırı için dile getirilen eleştiriler kimi ve neden rahatsız eder?… açıktan görsel, yazlı, sosyal medyanın bütün imkanlarını kullanarak düşüncelerini dile getirecek, birtakım eylemler içerisine girecek ve böylelikle ifsadı yaygınlaştıracak; fakat aynı yolla hakkın/hakikatin çiğnediğini dile getirmek ölü eti yemek olacak… …Kur’an’ın hangi ayetinin açık ifsad karşısında susmayı ya da ifsad edeni her haliyle kabullenmeyi tavsiye ettiğini biz bilmiyoruz!” [12] İşte bu açıklamaya aynen katılarak ve aynı gerekçelerle biz de onların ifsada yol açan yazı ve açıklamalarını açıktan eleştirmekteyiz. Ama onlardan farkımız, biz sadece ilmî eleştirilerle yetinip şahsiyetlerini aşağılayıcı üslûptan sakınmaktayız. Rabbim hepimize uyarı ve emr-i bi’l-mâ’ruf konusundaki bu büyük sorumluluğumuzun gereğini hakkıyla yerine getirip rızasını kazanmayı nasip etsin?

 

Her Şeye Rağmen Umutsuzluk Yok, Mücadeleye Devam

Bazı kardeşlerimizden, İslami kesimdeki savrulma, kan kaybı ve toplumdaki büyük, derin ve yaygın yozlaşma sebebiyle umutsuzluk ve yılgınlık sinyalleri alıyorum. Asla umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmemeliyiz. Biliyoruz ki hepimiz imtihandayız. Her türlü şartta bıkmadan ve yorulmadan kulluk sorumluluğumuz üzerine yoğunlaşmalı ve Rabbimizi razı edecek salih ameller biriktirme hedefine kilitlenmeliyiz. Yaşanan kötüye gidiş karşısında sorumluluklarımızı bir daha tefekkür edip yeni hamleler için harekete geçmeliyiz.

Evet, toplumdaki, hatta İslami camia olarak tanımlanabilecek kesimdeki büyük yozlaşma karşısında umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmeden zaaf ve yetersizliklerimizi gözden geçirerek yeni bir hamle yapmalıyız. Bu yeni hamleye hazırlık kabilinden çabalara yoğunlaşmalıyız. Bu bağlamda yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı gözden geçirmeliyiz. Eksiklerimizi ve yanlışlarımızı tespit edip tamamlamak ya da düzeltmek için elimizden geleni yapmak üzere vakit kaybetmeden harekete geçmeliyiz.

Rabbimize karşı kulluk görevimizi yerine getirmek konusunda imkanlarımız ve gücümüz kadar sorumlu olduğumuzu biliyoruz. İmkânlarımız dâhilinde elimizden geleni yapmaya çalışırsak ve istikameti korumakta ısrarlı, ilkeli bir duruşla samimî bir fedakârlık içinde olursak inşaAllah Rabbimiz yardım edip çabalarımızı bereketlendirecektir. Önemli olan bizim üzerimize düşeni gereğince ve yeterince yapmak üzere fedakâr olmaya çalışmamızdır.

Bilinmelidir ki, şirk sistemi içinde laik siyaset zemininde istikameti bozup ilkelerden taviz vererek bâtıla eklemlenen ve bağımsız İslami kimliği koruyamayan bir siyasi zeminde, ele geçen bütün imkânlarla dahi İslam’a hizmet yerine, İslam’a, İslami mücadeleye ve ahiretimize büyük zararlar vermekten başka hiçbir şey yapılamayacağı son derece açıktır. Böyle hak-bâtıl sentezi bir mücadele zemininde Allah’ın rızası da asla kazanılamaz.

Bu bâtıl alandaki sonucun böylesine yanlış ve zararlı olması, vahyin ölçüleri ve Nebevi örneklik gereği böyle olduğu gibi, on yıllardır süren pratikte yol açtığı büyük yozlaşma ve çürüme ile de zararlı ve yanlış olduğu açık biçimde ortaya cıkmış bulunmaktadır.

16 yıldır, kendilerinin zannıyla ürettikleri kimi maslahatlar/imkânlar/menfaatler uğruna ilkeli bağımsız İslami duruşu sürdürmek yerine pragmatik hesaplar yaparak tevhidî istikamet ve Nebevi yönteme aykırı biçimde bâtıl sistem içi laik kapitalist ulusalcı politikaya destek verenler, özellikle de birinci anayasa referandumundan sonra önce AKP-Gülen koalisyonunu destekleme ve 15 Temmuza giden sürecin zemininin oluşumuna katkı sunma konumuna sürüklenmişlerdi.

15 Temmuz ve ikinci anayasa referandumunu müteakiben bu sefer de siyaset alanında AKP-MHP koalisyonunu, bürokratik iktidarda ise AKP-MHP-ULUSALCI KEMALİST koalisyonunu destekler duruma düştüler. Erdoğan’ın “kandırıldım”  dediği ama geniş kitlelerin büyük ve acı bedeller ödemesine yol açan ilk vesayet döneminden sonra yeni bir “kandırılma” sürecine MHP ve ulusalcı kemalistlerle girilmiş ve Gülenistlerden arındırılmaya çalışılan devlet bu sefer de bunlara teslim edilmiş, bir vesayet yerine diğeri, bir darbeci yerine diğer darbeci ikame edilmiş bulunmaktadır.

Ancak Müslümanların desteğiyle ortaya çıkan bu süreçlerde İslami kimliğe, İslami mücadeleye büyük zararlar verip özelde Müslümanların genelde ise toplumun yaygın biçimde sekülerleşmesi ve yozlaşması hususunda çok büyük bir vebalin altına girilmiştir.

Bizler, bütün bu olumsuzluklara rağmen, tevhidî istikamet ve ilkelerden taviz vermeden ve gücümüz yettiğince toplumu vahiyle buluşturacak tebliğ ve davet çabalarımızı, en yakınımızdan başlayarak arttırıp yaygınlaştırma hedefine kilitlenmeliyiz. Özellikle gençlere yönelik boyutunda daha çok çalışmamız gereken eğitim faaliyetlerimizi daha ciddi, daha nitelikli ve daha sürekli kılmalıyız. “Yaşayan Kur’an’lar” olmaya çalışarak vahye şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeli ve bu nitelikteki ahlaklı örnek mü’minlerin sayısını arttırıp bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı oluşturmalıyız.

Davetimizin muhataplarına güven veren, İslam’ı sevdiren ve ahlakıyla örnek olan kadroları çoğaltmalıyız. Bu amaçla, konferans, panel, radyo konuşmaları, makale, kitap, basın açıklamaları ve sosyal medya imkânlarını kullanarak yaptığımız davete icabet edenleri vahiy eksenli ciddi bir eğitimden geçirerek ahlaklı ilkeli mü’minlerin sayısını arttırıp örgütleyerek fert ve cemaat planında topluma örneklik ve rehberlik oluşturmaya yoğunlaşmalıyız.

Kötü gidiş, savrulmalar ve tevhidî davete icabetten uzak duran kitleler asla umudumuzu kırmamalıdır. Nuh (as) 950 yıl tebliğ ve öğüt vermek için çırpındı, Kur’an’ın ifadesiyle “gece anlattı gündüz anlattı, gizli anlattı açık anlattı” ama sonuçta davetine icabet eden mü’minlerle bir gemi bile dolduramadı. Ama o görevini yaparak ve Allah’ı razı ederek Rabbine döndü. Birçok Rasûl de, aynı sebeple kitlesel bir ümmet oluşturamadan, devlet ve iktidar da olamadan, ama Allah’ı razı ederek Rabbine döndü. Çünkü bu imtihan dünyasıdır ve “insanların çok zalim ve cahil olması” (Ahzap, 33/72), “nefsindeki takva eğilimini belirleyici kılmak yerine fücuru tercih etmesi” (Şems Suresi) sebebiyle çoğunluğu davete icabet etmeyebilecek ve çoğunluk Allah’ın verdiği yeteneklerini, vahyi anlamak, öğüt almak ve yaşamak için kullanmayarak kendi iradeleriyle cehennemi tercih edebilecektir. (Â’raf, 7/179).

Yeter ki bizler üzerimize düşeni yapmak konusunda samimi ve fedakâr olalım ve insanlığı kurtaracak vahyin mesajını samimiyetle, merhametle ve fedakârca topluma ulaştırma sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirelim. Ancak maalesef bu konuda birçok zaaf ve sorunlarımız var. Allah bunları aşmak ve telafi etmek hususunda yardımcımız olsun ve sorumluluklarımızı kuşanarak adanmış mü’minler olmayı hepimize nasip etsin inşaAllah. Bir daha altını çizelim ki; bizim işimiz, Kur’an’ı hakkıyla okuyarak vahyin mesajını hayatımıza hâkim kılmaya, vahyin ahlakını kuşanarak hâl ve kâl ile tebliğ, eğitim yapma ve adil şahidler olma sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktır.

Furkan, 25/43- “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? 44- Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı)dırlar”.

Gaşiye, 88/21- Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. 22- Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. 23- Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa, 24- Allah, onu en büyük azab ile azablandırır. 25- Hiç şüphesiz onların dönüşleri bizedir. 26- Sonra onları hesaba çekmek de elbette bize aittir.”

Zariyat 51/55- “Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü’minlere yarar sağlar. 56- Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.”

Bu ayetler Rasûllerin ve onların takipçileri olan mü’minlerin sorumluluklarını açıkça ifade etmektedir. Biz bu sorumluluklarımızı yerine getirmek için seferber olmalı fert ve cemaat planında ortaya koyacağımız gayretlerimizle fedakârlıklarda yarışmalı, ancak sonucun takdiri etmenin Allah’a ait olduğunu unutmamalıyız. Allah (c) toplumun lâyık olduğu istikamette sonucu takdir ettiğinde ise, sonuç ne olursa olsun sabredip istikamet üzere çabalarımızda umudumuzu yitirmeden direnmeliyiz. Kulluk eksenli imtihan dünyasındaki sorumluluğumuz budur. Rabbimiz, bu sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirerek rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin inşaAllah.

Dipnotlar:

[1] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[2] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[3] Lukman, 31/13.

[4] Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l Kur’an Tefsiri.

[5] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[6] Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri.

[7] Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti (Medine), sh. 408-415.

[8] İbn Sa’d, Tabakât, 3: 336; Taberî, Tarih, 4: 204.

[9] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, 1: 55.

[10] İbn-i Kesîr, Nisâ, 20-21. âyetin tefsîri.

[11] TDV İslam Ansiklopedisi, Reddiye Maddesi.

[12] https://www.haksozhaber.net/ifsadi-yayginlastirmak-in-elestirmek-out-38514h.htm

Toplum olarak bir deprem daha yaşadık. Evet özellikle yaşadığımız coğrafya bir deprem bölgesi olduğu için bundan sonrada depremleri yaşamaya devam edeceğiz. Deprem Rabbimizin bir ayeti, yer yüzüne koymuş olduğu muazzam ve muhteşem bir yasasıdır. Yer kürenin yaşamı/ömrü için ihtiyaçtır, mecburiyettir. Yaratan Rabbimiz bunun ölçüsünü bu şekilde koymuş. Biz insanlarda buna şahit oluyoruz. Hiçbir bilim adamı da buna itiraz etmiyor ve olumsuz bir olay olarak göremiyor. Televizyonlarda, sosyal medyada deprem bilimciler hep depremi ne olduğunu niçin ve nasıl olduğunu anlatıyorlar. Ama sözüm ona bu bilim adamları Allah’ın bu muhteşem yasasını ayetini sürekli anlatmalarına ve bu deprem ayetine şahit olmalarına rağmen bir türlü Allah’ı dillerinin ucuna bile getirmiyorlar. Sanki bu deprem Allah’tan bağımsız, Allah ile hiçbir alakası yokmuş gibi hareket ediyorlar. Maalesef bu bilim adamları, hakikatlerin içinde olmalarına rağmen haktan uzak büyük bir sapkınlık ve cehalet içinde hareket ediyorlar. Müslümanım diyen yığınlarda bunları pür dikkat dinliyorlar. Doğal olarak bu bilim adamları Allah’ı ve kıyameti, dolayısıyla ahireti hesaba katmadıkları için yetkilileri ve halkı hep maddi tedbirler yönüyle ikaz edip uyarıyorlar. Çünkü bu bilim adamları arkalarını Allah’a, ahirete, yüzlerini de dünyaya dönmüş, dünya merkezli düşünen insanlardır. Dolayısıyla bunlardan başka bir şey beklemek de abes olur.

Sözüm ona bir de cemaat liderleri, sözde hoca olarak bilinen kanaat önderleri var. Bunlarda ise tam tersi, deprem olduğu zaman sanki bir helak gelmiş, bir ceza gelmiş gibi anlatmaya başlıyorlar. Hemen bu depremlerin sebebinin toplumda işlenen günahlar olduğunu kürsülerden yüksek sesle anlatmaya başlıyorlar. Böylelikle de sanki toplumu korkutarak imana, takvaya, yöneltebileceklerini ve insanların düzeleceklerini ümit ederek yapıyorlar. Amma bu yöntem doğru bir yöntem değildir. Şimdiye kadar nice depremler oldu ve bu hocalar kürsülerden “başımıza taş yağsa bile, bu kadar günah içinde bu depremler az” diyerek haykırdılar amma toplumda değişen bir şey olmadı. Bugün geçmişten buyana edindiğimiz tecrübe, yine de bir şeylerin değişmeyeceğini gösteriyor. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Eğer bir toplum arınmaya niyetli değilse kalbi, gönlü, gözü hakikate mesafeli ve önyargılı ise değil 7.8 şiddetin de 9.9 şiddetinde de deprem olsa değişen bir şey olmaz. Aslında bunun Kerim Kitabımızda örnekleri anlatılıyor. Demek ki bizim Müslüman mahallenin ağzı laf yapanları depremi sanki Allah’ın günahkarlara bir cezasıymış gibi anlatması hiçte doğru değil. Eğer böyle olsaydı geçmişten bu yana Anadolu bölgesinde çok daha büyük günahları işleyen, zulümleri yapan toplumlarda depremin olmaması –haşa- Allah onlara torpil mi geçiyor? Birçok Avrupa ülkesi içki, kumar ve fuhşun merkezleri gibidir, o zaman orada neden yıllardır deprem olmuyor? Bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir. Dolayısıyla da bizim dindar mahalle de maalesef depremi ve deprem olayını doğru anlamıyor ve anlatmıyor.

Eğer bizler depremden manevi anlamda dersler alacaksak ve anlatacaksak bunu doğru bir tanımlamayla ve anlatımla dile getirip insanları uyarmalıyız. Rabbim her insanın kendi yaradılışında hem de yerlerin, göklerin ve bu ikisi arasındakilerin yaradılışın da insanlar için Allah’ın gücünün kudretinin tek Rab ve İlah oluşunun delilleri olduğunu zaten kitabında bize bildiriyor. Dolayısıyla depremde bizler için Allah’ın diğer kevnî ayetleri olan güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bulutlar, rüzgarlar ve benzerleri gibi ibretler dolu mesajları vardır. Hiçbir akıl sahibi depremdeki manevi mesajları, ibretleri elbette ki görmezden gelemez ve gelmemelidir de.

Deprem ve yanlış kader anlayışı!

Dediğimiz gibi deprem Allah’ın tabiata koyduğu bir yasasıdır. Akıl sahibi insan Allah’ın arzında Allah’ın bu yasasına uymakla uygun hareket etmekle görevli ve sorumludur. İnsan yeryüzünün imarı ve inşası ile sorumlu kılınmış bir varlık iken amma maalesef yeryüzünün düzenini bozan bir varlık görüntüsü ve çabası içinde hareket ediyor. Bugün yaşadığımız şehirlerde her taraf maalesef ki bilinçsiz bir şehirleşme ve yapılarla beton yığınları haline gelmiştir. Adeta inşaatları çoğaltma, kuleleri ve rezidansları yükseltme yarışı içindeyiz. Etrafımızda yeşil alanlar neredeyse pek kalmadı. Emin olunuz ki hayvanlar dile gelseler bu durumdan şikâyetçi olduklarını insanların yüzüne haykırırlardı. Bunun yanında çarpık şehirleşmeyle birlikte sağlıksız ve dayanıksız binalar inşa edildi. Toplumu idare edenler kendi siyasi ikballeri uğruna bunlara göz yumuyorlar ve fırsat veriyorlar. Adeta inşaat sektörü bir rant, köşeyi dönme sektörü haline gelmiştir. Nitekim ülkeyi yöneten yönetici açık bir ifadeyle İstanbul’a ihanet ettiklerini kendi ağzıyla dile getirip itiraf etme cesaretini gösterdi. Son 17 Ağustos 1999 depreminden bu güne rezidansları, kuleleri, alış veriş merkezlerini, stadyumları, çoğaltmak için gösterilen gayret ve çaba, depreme karşı dayanıklı uygun yapılara ve şehirleşmeye gösterilseydi inanın ki 6 Şubatta yaşadığımız deprem afete, felakete dönüşmeyecekti. Çünkü inancımız ve dinimiz, alınan tedbirlerin boşuna olmadığını bize haber vermektedir.

Bütün bu sebeplerden dolayı “deprem Allah’ın ayetidir, afet değildir” diyoruz. Afet bizim kendi tedbirsizliğimiz gafletimiz ve aç gözlülüğümüzün sonucudur. Betondan, demirden çalarsak daha çok kar yapacağım diye kalitesiz, dayanıksız binalar yaparsak Allah’ın ayetini afete dönüştürürüz. Japonlar, Müslümanın yapması gerekeni yaparak güvenli binalar yapıp 9 şiddetinde depremde bile evinden kaçmayı bırakalım, depremi seyrederken, bizler ise bina enkazları altındaki canları seyredip gözyaşı döküyoruz. Aslında kendi ellerimizle yaptıklarımızın sonucunu yaşamış oluyoruz. Maalesef sonrada yanlış bir kader anlayışıyla da bu afeti Allah’a ve kadere fatura ediyoruz. Geçmişte de insanlara zulmedenler “bu sizin kaderiniz” diyerek kendilerini masum gösterme yoluna gidiyorlardı. Dolayısıyla günümüzde de aynı anlayış “kader planı” olarak devam ediyor. Nitekim 6 Şubat depreminde bu sözü yine yetkililerin ağzından duyduk. Garip olan bir durumda şu ki afetten sonra bu binaları ve cennetten köşkleri yapan müteahhitlerin kaçarken tutuklanmalarıdır. Oysa yetkililer bu müttehitleri kaçarken değil binaları ve cennetten köşkleri yaparken takip etmeleri ve bu yıkıma fırsat vermemeleri gerekirdi.

O zaman adil bir yargılama! Bu enkazlarda payı olan herkesin hesap vermesidir. Adalette bu şekilde yerini bulmalı ve bundan sonrası için de ibret olmalıdır. Diğer garip olan bir durumda normal hayatta birbirini kandıran, dolandıran, birbirinin hakkına ve hukukuna riayet etmeyen bu toplumun böyle deprem sonucunda muazzam bir yardımlaşma ve dayanışma içinde olmasıdır. Keşke bizler bu afet olayında gösterdiğimiz sevgi, merhamet, dayanıma, paylaşma ve benzeri güzellikleri normal hayatta da yapabilsek. O zaman yaşadığımız hayat daha anlamlı ve güzel olacak. Hep beraber toplum olarak güvenli, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayacağız. Bu yönüyle deprem, topluma adeta sevgiyi, merhameti, birbiri için üzülmeyi ve ağlamayı, vermeyi, fedakarlığı ve sevmeyi öğretti. Bu deprem kış mevsiminde meydana geldi. 99 depremi ise yaz mevsiminde gerçekleşmişti. O zaman da şimdi olduğu gibi gece gelmişti. Lakin şimdi gece meydana geldiği gibi devamı gündüzde geldi. Yanı “her mevsim, her gece veya gündüz, her saat ve her dakikada gelebilirim, hazır olun” diyor bizlere.

Deprem tabiri caiz ise kıyametin işareti ve hatırlatmasıdır. Rabbinden gayrı sığınılacak, güvenilecek hiçbir güç ve kuvvetin olmadığının ispatıdır. İha’larıyla, Siha’larıyla şehir hastaneleriyle hava limanlarıyla, yollarıyla övünen bir ülkeyi bir dakikada çaresiz ve şaşkın bir hale getirdi. Dünya ölçeğinde ne kadar güçlü olursanız olun asla buna güvenmeyin çünkü gerçek güç ve kuvvet sahibi Allah’tır ve sizler O’na muhtaç olduğunuzu bir an bile unutmayın. Eğer unutarak yaşıyorsanız deprem size bunu hiç beklemediğiniz bir anda hatırlatıveriyor. Depremden korkmayın, yaptığınız çarık-çürük binalardan korkun. Toplum olarak siyasetten, hukuktan, aileden, ekonomiden, eğitimden tutun da her alanda manevi depremi yaşıyoruz. Maddi depremi ve önlemlerini konuştuğumuz gibi manevi depremi de konuşmalı, bunların da mutlaka önlemini ve tedbirini almalıyız. Maddi deprem ancak dünya hayatımızı mahveder. Manevi deprem ise asıl ve kalıcı olan Ahiret hayatımızı da mahfeler. Akıllı insan hem dünyasını hem Ahiretini imar etmeye çalışan insandır. Ahireti ise asıl hedefe koyarak bu gayret ve çabayı göstermelidir. Çünkü bizi, asıl deprem o gün bekliyor. “Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın karnındaki çocuğu düşürecektir. Ve insanları sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi göreceksin; çünkü Allah'ın azabı (kıyametin dehşeti) çok çetindir!” (Hac, 1-2)

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah Suhbânehû ve Teâlâ’ya, salât ve selam da Hz. Muhammed’e (s.a.v.), o’nun ailesine, ashabına ve tüm mü’minlerin üzerine olsun.

Evleri başlarına yıkılmış, hayatları darmadağın olmuş, eşlerini, çocuklarını kaybetmiş insanların vebali onlara bu mağduriyetleri yaşatan kimler ise ve nerede hangi tür ihmalkarlıkta bulunmuşlarsa onların üzerine olsun.

Kimisi ince nakışlı çeyizlerini, kimisi doğacak çocuğunun hayallerini, kimisi yarının endişe ve kaygılarını bıraktı enkazın altında. Gerçekleşen takdirin içerisinde birilerinin ihmali vardı elbette, fakat ilâhî hüküm mutlaktır. İmtihanı rahmete dönüştürmek için doğru okumak gerekir. Zira insan başına gelen imtihanlarla değil, onlara karşı duruşuyla Allah katında ya kıymet kazanır ya da kıymetlini yitirenlerden olur.  Nice insanlar vardır; hayatta yaşadıkları musibetler onların dönüm noktaları olmuştur. Allah Subhânehû ve Teâlâ aynı imtihan üzerinden; kimisini şehadet mertebesine ulaştırırken,  kimisinin ise ilâhî rahmetle günahlarına başlarına gelen musibeti kefaret kıldı.  Mü’minlerin imanını arttırırken,  azgınların kalbindeki küfrünü açığa çıkarır. Mü’min şu çok iyi bilir ki hiçbir şeyin mâliki kendisi değildir, kendisine verilen emanetin her an elinden alınabileceği ihtimalinin bulunduğunu ve Rabbine karşı her daim hüsn-i zan etmesi gerektiğini.

Acılar, imtihanlar, hüzünler, hasretler ve pişmanlıklar dünya üzerindeki yolculuğumuzun bir parçasıdır. Bu gerçeklerden kaçamayız ve yok sayamayız. Allah Subhânehû ve Teâlâ imanlarımızdaki sadakati ölçmek için biz kullarını sınayacağını önceden haber vermektedir: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”[1] Yarattığı kullarının hasletlerini, zaaflarını, gücünün sınırını en iyi bilen şefkat ve merhametin kaynağı yüce Rabbimiz kullarının hangi imtihana güç yetirebileceğini de en iyi bilendir ve kulunun güç yetiremeyeceği imtihanları da kendisine yüklemeyeceğini de yüce Kitabında bizlere vaad etmiştir.  Rabbimizin bizim için takdir ettiği imtihanları yok edecek bir kudrete sahip değiliz ancak duygularımızı, düşüncelerimizi, yaşam tarzımızı onun razı olacağı minval üzere yönetebilecek iradeye sahibiz. Bela ve imtihanlar kişilerin sınanmaları ve kalplerindeki durumun ortaya çıktığı süreçlerdir. Acıların, imtihanların rehberliğinde aklımızı ve imanımızı harekete geçirerek, istiğfarla günahlarımızdan, hatalarımızdan arınma fırsatına sahibiz henüz. Müjdelenen zümrenin içerisine dahil olabilmek için azami gayret sarfetmeli ve imtihanları kazanıma dönüştürme çabası içerisinde olmalıyız. Bir yolculuğumuz var dünya üzerinde ve yolun sonunu göremiyoruz. Vakit geçiyor ve bize tanınan mühlet her geçen gün azalıyor. Hepimiz bir aynanın karşısına geçerek kendimize bakmalıyız. Bu durumu ben yaşasaydım Rabbime karşı nasıl bir duruş sergilerdim? Enkaz altında ben veya sevdiklerim olsaydı ne kadar teslimiyet gösterirdim?

Şu an yıkılan bizim çatımız değil, kanayan bizim yaramız değil. Uzaktan üzülmekle acıyı yaşamak apayrı bir şeydir. Düşünürken bile yüreğimiz daralır, nefes alamayacak gibi oluruz. Oysaki kabul etsek de etmesek de bir gün ölüm gerçeği bize de sevdiklerimize de isabet edecek. Bela, yalnızca kötü durumlarla zuhur etmez, zafiyetimiz her neredeyse Rabbimiz bizi oradan yoklayabilir. Bazen vererek imtihan ettiği gibi bazen de alarak, bazen açlıkla bazen de toklukla imtihan edebilir.

 “Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, aşağılık derecede olanlarıda biz, bazen nimetlerle, bazen da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.”[2]

Musibetler ve nimetler karşısındaki duruşumuzun nasıl olması gerektiğini Efendimizin dilinden ve örnekliği üzerinden okuyalım:

 “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”[3]

Peygamber Efendimize oğlu İbrahim’in vefat haberi kendisine verilince gözyaşlarına hâkim olamadı. Mübarek gözleri yaşla dolunca şöyle buyurdu:

"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz. Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın bizi fazlasıyla mahzun etti!"[4]

Bir evlâda doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak şöyle buyurdu:

"Ey dağ! Eğer, bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak yıkılmış gitmiştin. Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn."[5]

Birçoğumuzun dikkatini çekmiştir bu acıları, travmaları yaşayan insanların dilindeki teslimiyeti. İsyansız kavgasız ve Rabbiyle barışık tutumlarını. İlâhî hükme rıza gösterip teslim olmak ne de izzetli bir duruştur. Elbette mahzun gönüllerin, yaralı yüreklerin tedavisi kolay olmayacak. Bugün belki iyileşmez bu yaralar ama bir gün mutlaka iyileşir elbet. Bizler acıyan bu yaralara ne kadar merhem oluyoruz ona odaklanmalıyız. Bizler bu imtihanın neresindeyiz, ona bakalım. Bu imtihanlar bizlerin imanına neler kattı onu dert edinelim. Ekran başında oturup gözyaşı dökmekle, –ki onu da ne kadar yapanımız var- evlerimizde fazlalık görüp çıkardığımız birkaç eşya göndermekle sorumluluğumuzun sona erdiğini düşünüyorsak yanılgı içindeyizdir demektir.  

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”[6] Mü’minler sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi olmalıdırlar.

İnananlar, birbirlerinin sevinç ve kederine ortak olmak zorundadırlar.

İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir Müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.[7]

Yaşadığımız bu süreç bizler için de imtihan olduğunu unutmayalım.  Bu acıları yaşayan insanlarla iç içe olacağız ve onlar çok yakınımızda olacaklar. Bizlerin her zamankinden daha müşfik, daha kucaklayıcı ve umut verici olmamız gerekiyor. Yaralı insanlara sürekli; “iyi ol, ayağa kalk, güçlü dur” gibi sözler söylemek onların yaralarına iyileştirmeyecek. Hakkı ve sabrı hatırlatırken sözlerimizi özenle seçmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Yaşananlar basit değil ve bu acıları yaşayanlar da bizler değiliz henüz. Çoğu insan, canını daha da yanacağını bildiği için yaşadıklarını anlatmak istemez, çünkü bilir, kendisiyle benzer imtihanı yaşamamış kimseler tarafından anlaşılamayacığını. Bundan dolayı da anlatmak, paylaşmak yerine duygularını uyuşturmayı bir nevi uyutmayı tercih eder. Buda kişiyi daha sancılı bir duygu dünyasının içine sürükler ve zarar verir.  İnsanların geçmişte yaşadıklarını tekrar yaşıyormuş gibi hissettirecek, enerjisini sömürecek,  geleceğe olan umutlarını solduracak gibi tutumlardan ve söylemlerden uzak durmalı, merakımızı gidermek için sorular yöneltmekten imtina etmeliyiz. Bu sorular bizler için basit sorular olabilir fakat onlar için cevapları çok ağır olduğunu unutmamalıyız.

Yaşadığımız deprem afetinde, herkesin üzerine düşen birtakım görevler olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yine bu afetin herkes için bir imtihan olduğunu da aklımızdan çıkarmamızı gerekiyor. Bu imtihanda kimimiz canıyla, kimimiz malıyla, kimimiz korkularıyla, kimimiz de mağdur olan insanların yaşadığı acılara ortak olmak ve onları kendi acılarıyla baş başa bırakmamakla imtihan oluyoruz. Rabbimizden temennimiz odur ki yaşanan bu afet herkesler için öncelikle uyanışın, Allah ile koparılan bağın yeniden kurulmasının, varsa yanlışlarımızın farkına vararak onlardan arınmanın, bugüne kadar yapageldiğimiz yanlışlarımıza veda etmemizin vesilesi olur. Hayatlarını kaybedenlerin dünyanın sıkıntılarından kurtulmalarının ve varsa günahlarının kefareti olur. Yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri sabır karşısında elde edecekleri mükafatların sebebi olur.

 

[1] Bakara, 2/155.

[2] Araf, 7/168.

[3] Müslim, Zühd, 64. 

[4] Tabakât, 1/138-139; Müslim, 4:1808.

[5] Belâzurî, Ensab, 1/452.

[6] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66.  

[7] Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

Kırıldı uyuyan fay'lar!

İnsan uyanmadı bir türlü!

7.7 ve 7.6 şiddeti ile uyandırdı insanı… insanlığı..!

Sıcacık evimiz soğudu şimdi!

Şimdi molozların altında feryadım çıkmıyor!

Evim dediğim evlerden kaçmak istiyorum!

Soğuk beton duvarlar şimdi üstümde!

Acılar nasıl tarif edilir bilmem ki!

Kırıldı fay'lar, kırıldı şimdi!..

Bir değil ki; bir çok şehirler göçtü şimdi!

Güzelim şehirler şimdi viran oldu!

Şehri inşâ edenler, cebine mi baktı, yoksa vicdanına mı?

Mide doydu da; göz doymadı!

Müteahhit, mühendis, ruhsat verenler bu vicdanla nasıl yaşayacak!

İnsan başını sokacak ev aradı; başını soktu da bir daha çıkaramadı!

"Söyle suçlu deprem mi; yoksa doymak bilmeyen gözlerimiz mi?.."

Kırıldı uyuyan fay'lar, kırıldı şimdi!

Enkazdan yükseliyor sesler; "duyan var mı diye"!

"Sesimi duyan var mı!" Diyen güzel insanlar vardı!

Meğer ölüme yakın yaşayan insanlarmış!

Hele çocuklar; kabir gibi enkazlazlarda sizlere kim baktı?

Kimi açlık hissetmiyor, kimi soğuk hissetmiyor!

"Unutma ey insanlık; canlı mücizeler yaşamaktayız!

Gıda almazsa yaşamayacak bebekler gülerek çıkıyor!

Allah'ın askerleri melekler kuşatmıştır her yanı; ibret al ve samimi iman et!

Kırıldı fay'lar kırıldı şimdi!

İnsan, insan olduğunu hatırladı; seferberlik her yerde!

Merhameti kuşanan yiğitler; infak için yarışta!

Dünya ayağa kalktı, yardım için; zalimler ıslah olur mu!

Kurtarma ekipleri kaynaştı; enkazdan bir canı kurtarmak için!

Ülkelerine dönenlerde insanlık izleri kalarak gitti.

Barışla bir arada yaşamak varken; birbirlerini katletmek neden?

Emperyalist devletlerin ekabirlerinin kalpleri yumuşar mı?

İnsanlık nasıl güzelce insanlığını sergiliyor; ibret alın ey zalimler!

Kırıldı uyuyan fay'lar, uyuyan insanı kırdı!..

Bu yazımızda depreme birçok yönden bakmaya, farklı pencerelerden irdelemeye gayret edeceğiz. Önce deprem diyelim. Allah’ın yarattığı her varlıkta, her düzende işleyen kanunları vardır. Biz bu kanunlara sünnetullah diyoruz. İslami bakış açısıyla baktığımızda bunun adı Allah’ın işleyen kanunları. Depremde bunlardan bir tanesi bu dünya yaratıldıktan bu yana hep depremler olmuş. Buna bilimsel kafayla baktığımızda, fay hatları enerji birikimi ve boşaltması diyor bilim insanları. Bir de halk tabiriyle bir tanımı var: Doğanın kanunları… Biz konuyu İslamî bakış açısıyla inceleyeceğiz. Bu bir pazıl. Pazılı oluşturmaya ve eksik parçaları görmeye gayret edeceğiz. Allah yarattığı tüm varlıklara bir işleyiş düzeni koymuş. Güneşin doğması batması, gezegenler, dünya, atmosfer ve dünyada tabiat, hayvanlar hepsi bir kanuna tabi tutulmuş. Bu düzen müdahale edilip bozulmadıkça kusursuz işliyor. Eğer bir yerde problem varsa oraya mutlaka müdahale edilmiştir. Depremde yeryüzünde Allah’ın işleyen düzeninde bir kural, bu işleyen kurala uygun hareket ederse insan bundan zarar görmeyecek. Bu gerçeği bilerek binasını, yapısını inşa ederse insanımız deprem felakete dönüşmez aslında. Allah’ın kanunları işliyor. Örneğin yağmurlar yağar sele döner, buna halkımız bereket, rahmet yağıyor, der. Rahmeti yine biz insanlar felakete dönüştürüyoruz. Dere ve su yataklarına evler, binalar yapıyoruz. Suyun yollarını keyfimiz için tıkıyoruz sonra felaket diye bağırıyoruz.

Konuyu yani depremi yönetim açısından incelediğimizde neler çıkıyor karşımıza? Önce suçlumu arayacağız yoksa kadere havale edip kenara mı çekileceğiz? Önce yöneticiler tarafından inceleyelim. Yönetim açısından bakıldığında yönetim zaafları, yapılan yanlışlar hepsini irdeleyelim. Devlet aygıtı kapitalist bir sistem üzerine kurunca, devletin vatandaşa bakışı müşteri oluyor. Devlet üreten, vatandaş üretilen malın pazarlanması için müşteri oluyor. Bu düzende vatandaş hakkı pek önemli değil. Önemli olan üretenin kâr etmesi. Bu sistemde, yönetimler veya yöneticiler, kanunları kendi menfaatlerini ön planda tutacak şekilde yaparlar. Vatandaşın hakkını savunacak pek kimse olmaz. Yargı vs. hepsi paradan yana çalışıyor. Deprem özelinde değerlendirirsek yönetimler ister hükümet olsun ister yerelde belediyeler olsun hepsi kendi çıkarını ön planda tutarak işler. Yerel yönetimler sürekli kendi lehlerine olacak şekilde imar planları çıkarır. Bu planlar hep yerel yönetimler açısından kazançlı olur. Nasıl mı dersiniz.

Gelin bir irdeleyelim: Vatandaş bir arsa satın alır, imarlı vs arsası 300m2’dir. Ev yapmak ister, belediyeye başvurur. Karşısına imar planları çıkar. 300m2 arsana sadece 150m2’sine inşaat yapabilirsin diyor, belediye imar böyle. Peki, geri kalan 150m2’si ne oldu? Belediye parasını ödeyip satın mı aldı dersiniz. Yok canım! Buna resmi olarak el koydu, diğer adıyla gasp etti. Ama bu gasp falan olmaz, kanun böyle yapılmış, imar böyle diyorlar. Vatandaş istediği kadar benim tapulu malım desin kim dinler vatandaşı. Birde bütün bunlar vatandaşın iyiliği için yapılıyor, propagandası yapılır. Bunlar yetmiyor, harçlar, bağışlar, iskân paraları bir ev parası alınır, garibim vatandaştan. Vatandaşa verilen bir şey var mı diye sormayın, bu kurumlar vermek için değil almak için kurulmuş. Bütün bunları yönetim yani devlet yaparsa ne oluyor? Vatandaşta malını korumak için bin bir türlü hileye başvurmak zorunda kalıyor. Burada yönetimler aslında vatandaşı hileye yöneltiyor. Bu sürekli olunca artık bu hile hurdalar normalleşiyor. Yönetimler almak için vatandaşı kovalarken, vatandaşta daha az ödemek için hile hurda peşine düşünce yapılan yapılar da ortada. Bu hile hurdadan nasibini alıyor, gelen ilk sarsıntıda yerle bir oluyor. Oysa doğrusu yönetimler vatandaşa yap dese, tapulu malını imar planları adı altında soymasa, tersine yapını sağlam yap, bende şu kadar destek vereceğim dese bunlar olmazdı kanaatindeyim.

Gelelim devleti yönetenler bakımından deprem özelinde ki değerlendirmelere. Hükümet, yöneticiler vb. hemen hemen hepsi, bütün yurt dışı, tatil, toplantı gibi herşeylerini iptal edip deprem de zarar gören vatandaşın yanında olduğunu hissettirdi. Diğer bir tanımla en azından vatandaşa bu afet’ten dolayı saygı duydu ve bütün işlerini bir kenara koyduğunu açıkladı. Haklarını bu anlamda teslim edelim. Amma bu yönetimleri temize çıkarmaz. Örneğin kendi menfaatleri için çıkardıkları imar kanunları ve bu kanunları uygulayan yönetimler. Parası ve dayısı olan herkese özel imar planları çıkarmak bu hükümetin sorumluluğu… Bu çıkardıkları kanunlar hiç vatandaşın lehine olmaz hep devletin lehine olur. Bu yönetimler kanunla vatandaşın malını elinden alır, para babalarına peşkeş çeker, buna vatandaş itiraz bile edemez. Yönetimler kanun zoruyla bunları yapınca vatandaşta malını ve mülkünü kaybetmemek için olmadık yollara başvurur. Yani hırsızlığa teşvik edilir vatandaş, yöneticileri eliyle… Sonra dönüp şikâyet eder bu yönetimler.

Sivil toplum açısından bakıldığında durum gayet iyi görünüyor. Yardım ekipleri, insani yardımlar afet bölgesine ilk günden itibaren ulaşmaya başladı. Burada ciddi bir sorun yaşanmadığını düşünüyoruz. Bütün bunları yapan yardım kuruluşları günün sonunda çıkacak resimde yerini nasıl alacak onu izleyip göreceğiz.

Gelin birazda bu konuyu Müslümanlar açısından değerlendirelim. Müslümanlar vakıf, dernek, cemaat vb. kuruluşlarla hem afet bölgesinde hem tüm ülke genelinde ciddi yardım çalışmaları yaptılar. Şurası bir gerçek ki bu toplumun sağduyusu, bu toplumun Müslümanları olduğu bir hakikat. Haklarını teslim etmek gerekiyor. Daha dün kendilerine yapmadığı haksızlığı, hukuksuzluğu dinlemeden, koştu afet bölgesine. Kimi hayat kurtarmak, kimi yardım etmek, gıda vb. Kimi elini attı cebine, bunlar takdire şayan yönlerimiz. Biraz vakıf ve derneklerimizin reklamını yapsakta hakkını teslim edelim bu konuda bayağı duyarlı ve derli toplu dersimizi epey çalışmış görünüyoruz. Organizasyon olarak sınavı başarıyla verdik diyebilirim.

Tabi çok eksiğimiz olduğu da bir hakikat. Yukarıda yazdığımız konularda olduğu kadar bu kıyamet sahnesinden çıkmış insanımıza hakkı ve sabrı tavsiye edecek ekiplerimiz yok gibi görünüyor. Emri bi’l-mâ’ruf nehyi ani’l-münker yapanda pek görünmedi. Yiyecek-giyecek vb. konulara verdiğimiz önemi hakkı ve sabrı tavsiye ile Allah’ın dinini ulaştırma konusunda sınıfta kaldık, desek yanlış olmaz. Örneğin bir vakfımız veya birkaç vakfımız cenaze işlerinde etkin olsaydı. Bu cenazeleri olan insanımıza destek olsaydı. Bu alanda kendi üzerine düşen tebliğ ve irşat tarafını yapsaydı, güzel olurdu. Bu toplumun tebliğe, tevhide davet edilmeye de ihtiyacı var. Biz sanki boğazı düşündüğümüz kadar manevi tarafı pek düşünmedik.

Topluma ulaşma ve İslam’ı, tevhidî ulaştırma konusunda güzel örneklikler ortaya koyamadık gibi geliyor. Örneğin bu afetin olduğu ilk anda sahaya tanınmış, toplumda karşılığı olan cemaat liderlerimiz pek görünmedi. Bu konuda haluk levent kadar olamadık desek yanlış olmaz. Haluk Levent sosyal destekler veriyor, başka bir yönü yok. Bizim milyonlarca müntesibi olan cemaat liderlerimizde kendi alanlarında toplumun içinde olsaydı keşke. Keşke bu liderler bu afeti yaşayan insanların eline yüreğine dokunsaydı. Keşke Müslümanlar bu afet olduğunda yurt dışında olan toplantı ve konferanslarını iptal edip bu insanların yanına koşsaydı. Keşke Müslümanların önünde duran insanlar daha önce organize etmiş oldukları yurt dışı programlarını iptal ederek bu afeti yaşayan insanların arasında olmayı tercih etseydi ya. Bunlar tercihtir, kimseyi kınama derdinde değiliz, amacımız daha güzeli önermek. Şöyle düşünün; “falan hoca efendi yurt dışı programını iptal ederek depremzedelerin yanına ve yardımına geldi” bu takdir mi edilirdi, yoksa tenkit mi edilirdi? Bunu onların değerlendirmesine bırakıyorum. En azından kürsülerde eleştirip yeri geldiğinde tekfir ettiğimiz yöneticiler kadar olmalıyız. Onlar bütün organizasyonlarını iptal ediyorsa biz çok daha fazlasını yapmalıyız. Ki onları eleştirme hakkımız olsun, söylediklerimiz toplumda karşılık bulsun. Keşke şu cemaat liderlerini, kanaat önderlerini afet bölgesinde, enkazların başında görseydik. Ellerinde kürekler, sırtında yelekler, dillerinde Allah. Bu insanların dertleriyle dertlenip, sevinciyle sevinseydiler. İşte o zaman günün sonunda ki resim çok başka olacaktı, diye düşünüyorum.

Bir başka örnek olsun diye söyleyeyim. Bir vakfımız ya da cemaatimiz bu bölgede bir sahra sağlık ocağı ve ocakları oluştursaydı, bu bölgedeki insanlarımızı sağlık taramasından geçirseydi. Bu tesislerde ücretsiz hizmet verseydi, insanlara hakkı ve sabrı buralardan tavsiye etseydi, yardım kolisinden daha etkili olmaz mıydı? Gördüğüm kadarıyla daha çok almamız gereken yol var. Bunu görmüş olduk diye hüsnü zan besliyorum. Müslümanlar olarak güzel yönlerimiz olduğu kadar eksik olduğumuz yönlerimizde var. Bundan sonra bu eksik yönlerimizi de geliştirmek zorundayız, tabi geç kalmadan.

Genel olarak devlet aygıtı artık kendini değil vatandaşı korumak üzerine kurgulanmalı. Yerelde belediyeler hizmeti sadece çöp toplama ve yol asfaltlamadan ibaret görmekten uzaklaşmalı. Asıl hizmetin vatandaşa yardım işini kolaylaştırmak üzerine kurgulanmalı. Bu belediyeler vatandaşı müşteri görmekten uzaklaşmalı. Aksine vatandaşın işlerini kolaylaştırmak onların ihtiyaçlarına göre hizmet ve yardım eden bir düzen kurulmalı. Devlet artık bu vatandaşı sömürme işinden vaz geçmeli. Ki vatandaşta bu sömürüden kendini koruma refleksinden uzaklaşsın. Hile hurda işlerinden uzak dursun. Belediye arsa gaspından, imar planlarından, kişiye göre imar, paran kadar adam anlayışından uzaklaşmalı ki vatandaş da malının gasp edilmeyeceğini bilsin ve kendi binasını kendisi yapsın. Bunu yapan vatandaşa belediye, devlet imar, denetim, iskân vb. konularda ücretsiz destekler sağlasın ki sağlam binalar yapılsın. Her depremde yıkılan şehirler karşımıza gelmesin. Gördüğüm kadarıyla ne devlet böyle bir adım atar, ne de belediyeler yapar. Bu düzen zengin müteahhitler üretmeye garibanın arsasına, malına kanun çıkararak çökmeye devam edecek. Gözü doymayan müteahhitler daha çok kazanmak için malzeme kalitesinden kısmaya devam edecek, çünkü amaç çok kazanmak olacak.

17 Ağustos Marmara depremi bize ipuçları veriyor. O depremden sonra o depremi yönetemeyenler ilk seçimde tasfiye oldu ve yerine yeni partiler geldi. Bugün iktidar olanlar bu tasfiyenin sonucu geldiler başa. Bu felaketinde bir kaybedeni ve bir kazananı olacak, bunu yaşayarak göreceğiz. Bugünden az çok belli oluyor, kazanan ve kaybedenler. Ben Müslümanların eğer aynı durum devam ederse en büyük kaybeden olacağını düşünüyorum. Kazananlar az çok belli bunu da yaşayarak göreceğiz. Son olarak şu deyimle tamamlayayım; “Kurt soğuğu yer amma ayazı unutmaz.” diye bir deyim kullanılır. Bu felaketi yaşayanlar soğuğu yediler amma ayazı unutmayacaklar.

İnsanımız yanlış kader inancı nedeniyle her başına gelen felaketi kadere havale edip kenara çekiliyor. Bu biraz Yahudi inancında olan günah keçisi gibi biz, Müslümanlar da gördüğümüz yanlışları kadere havale ediyoruz. Oysa kader dediğimiz olgu bizim kendi tercihlerimizle oluşan bir olgu. Oysa Kur’an bize açık açık söyler “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder.” (Şuara 30). Bu ayette rabbimiz açık açık bize haber veriyor, başınıza gelen felaket ve kötülükler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır, buyuruyor ki depremde yapılan yapıları biz yanlış yapıyoruz ve sonuç yıkım felaket.

Nuh a.s.’ın oğlu da babasına “Babacığım! ben yüksek bir dağa sığınırım.” diyordu, Hûd suresi 43. ayetinde. Evet, bugün bizim müteahhitlerimiz de aynı propagandayı yapıyorlar. Depremde yıkılmaz dayanıklı daireler satıyorlar hem de servet paralarla. Nuh’ın (a.s.) oğlu da aynı propagandayı yapıyordu. “Korunaklı bir yere sığınırım.” diyordu. O gün için o korunaklı yer bir dağ idi. Bugün o korunaklı yer depreme dayanıklı daireler. Peki, korudu mu? Maalesef hepsi yerle bir oldu. Anlayış aynı, tezahür aynı tek değişen zaman.

Eğer insanımız Allah’ın emir ve yasaklarını gündemine alsaydı bunlar çok farklı olacaktı. Allah’ın hukukunun olduğu düzende, hiç kimsenin çıkarı için özel kanunlar olmaz. Hiç kimseye özel muamele edilmez. İster yönetici ol, ister sıradan vatandaş ol, herkesin hakkı tam olarak sahibine teslim edilir. İster peygamber olun, ister halife, Allah’ın hukuku, herkesin hakkını hak sahibine teslim eder. Bu hak bir gariban çoban bile olsa onun hakkını savunmak ve hakkını hak sahibine teslim etmek, Allah’ın hukukudur. Hz Ömer bile olsanız sizin göreviniz mazlumun hamisi olmaktır. Güçlünün karşısında mazlumun hakkının savunucusudur, Allah adına söz söyleyenler. Allah’ın hukukunda kimseye torpil veya menfaat sağlamak için hukuk uygulanmaz. Allah’ın hukukunda ne devlet dokunulmazdır, ne rejim. Tek dokunulmaz mazlumlar ve bu hukukun hükmü altında yaşayan tüm insanlıktır. Bu hukukta keyfe keder kanun çıkarılmaz. Zenginlere ve müteahhitlere vb. hiçbir kesime özel kazanç alanları açılmaz. Bunu yapan, isterse devlet başkanı olsun, ondan hesabı sorulur ve mazlumun hakkı hak sahibine teslim edilir. Peki, bu hukuku kim uygulayacak bunu insanlığa sunacak kadar kaliteli Müslümanlar var mı bu ülkede? Gelin kendi cenahımıza da biraz bakalım. Neden yukarıda yazdığımız yanlışlara itiraz eden Müslüman yok, ona bakalım.

Bizim cenahta kim neye itiraz etsin ki, herkesin keyfi yerinde. Kimi cemaat bu yanlışlardan kendine imkân devşirmiş, kimi buralardan kendini finanse ediyor. Bu yanlışları yapan müteahhitler cemaatlerimizi finanse ediyor. Hocalarımız, cemaat liderlerimiz vb. bunlar neden ses çıkarsın? Onlar ses çıkarırsa gelirleri kesilir hatta maddi imkânsızlıklardan dolayı cemaat kepek indirir. Deprem olduğunda eleştirip yerden yere vurduğunuz yöneticiler bütün işlerini iptal edip buraya yöneldi. Bunu hiçbir şey değilse bile felaketi yaşayan insanlara saygı için yapıyorlar. Kimi gezisini, kimi toplantılarını, kimi önemli devlet işlerini, bir kenara atıp yas ilan ediyor, insanların acılarına ortak olmaya çalışıyor. Müslüman cemaat liderleri nerede? Hiç duydunuz mu yurt dışında olanlardan gezilerini, konferanslarını iptal edip bu mazlum insanların yanına koşanı? Hiç duyan oldu mu cemaat ve kanaat önderleri olup da yurt dışında olanlardan, programlarını iptal edip deprem bölgelerine koşanı duyan var mı? Bırakın yurt dışını, oturdukları illerden dışarı çıkan bile yok denecek kadar azdır. Görevlendirdikleri cemaat müntesipleri onları temsilen oradalar. Peki, “Hz. Peygamber olsaydı ne yapardı” sorusunu sorun ve tanıdığınız resulün ne yapacağıyla onu temsil ettiğini söyleyenlerin yaptıklarını kıyaslayın. Daha yaşadığı toplumda farz olan kardeşlik ve Allah’ın hükmünü hâkim kılmak gibi ödevlerini bile çoktan tatile yollamışlar. Çünkü bunlar bedel istiyor, yanlışlara karşı çıkmak, farz olan bedel istiyor, amma sünnet olanlara kolay tatil gibi geliyor. Bu koca koca cemaatler yardım topluyorlar, kime, depremzedelere. Bu cemaatler sadaka vermek bile gizli olsun, diyorlar. Sağ elin verdiğini sol el görmesin, diyorlar. Kendileri yardım toplarken tırların önüne kendi cemaatlerinin brandalarını, reklamlarını asıyorlar. Asılması tümden yanlıştır demiyorum, yapılıyorsa da çok dikkatli olmak lazım. Çünkü yardım bahane reklam şahane babından gibi algılanıyor. İşin garip tarafı bu reklam yaptıkları malzeme, para her neyse kendilerine ait değil. Müslümanların sadakaları üzerinden cemaat reklamı yapmak, bunu Müslümanların takdirine bırakıyorum. Her deprem bir reklam sloganı. Gidin gezin o bölgeleri, kıyafetler bile hazır. Cemaatlerin, vakıfların reklam logoları.  Yapılmasın demiyoruz, yapılıyorsa da hayırseverlere iletmek için kullanılıyor diyelim. Çekin videoya alın kimlere gönderecekseniz gönderin bari sosyal medyada vb. yerlerde yayınlamayın. Peki, biz vakfımızın reklamını yapacağız ya Allah’ın hakkı onun bizlerden istedikleri ne olacak? Bu afeti yaşayan insanlara kim hakkı ve sabrı tavsiye edecek. Bu logoların yerine insanlara hakkı ve sabrı tavsiye eden mesajlar taşıyan ayetler, hadisler yazılsa daha doğru olmaz mı? İnsanımız öldüğü zaman mezarın başında ölüsüne hoca tutup ne demesi gerekiyorsa onu telkin ediyor (telkin duası deniyor). Peki, bu afeti yaşayan insanlara hakkı ve sabrı kim telkin edecek? Müslümanlara buralarda ihtiyaç var, buralara koşmalı. Yardım vb. işler zaten bir şekilde ulaşıyor buralara. İş o kadar ileri gitmiş ki, dağıtılan malzemenin bile üzerinde cemaat, vakıf logoları. Oysa Müslüman cemaat ve vakıfların ilk görevleri bu insanlara Allah’ın tevhid mesajını götürmek değil midir? Bu kıyameti yaşayan insanlara Allah’ın mesajını kim ulaştıracak? Devlet mi, galiba bu işi de devlete havale etmiş görünüyoruz.

Kim Allah’ın farzını ikame edecek kim bu insanlığa hakkı tebliğ edecek? Dönün birde önderimiz dediğimiz Hz. Peygamber (s.a.s) ‘e bakın. O, olsaydı bu durum karşısında ne yapardı sorusunu soralım kendimize. Peki, biz onun yaptığını mı yapıyoruz dersiniz. Ey insanlık, Allah’ın gazabından kaçış yok, istediğiniz kadar kuleler inşa edin hiçbir işe yaramıyor. Gelin Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edin. Bulunduğunuz durum için tövbe edin, rabbinize yönelin. Unutmayın bu yer küreyi yoktan var eden, bunu bir düzene bağlamış onun düzeni işliyor ve insanlığa düşen onun işleyen düzenine uygun hareket etmek. Allah kendisine kedisinin istediği gibi iman eden kullarından eylesin. O, Yaradan’ı tanıma, anlama ve onun istediği gibi hayat yaşama gayretinde olma duasıyla.

EVLİLİK Mİ MENFAAT Mİ?

Daha önce evli bekârlar diye bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda, önce ki yazımızın farklı bir versiyonu olarak evliliği değerlendireceğiz. Evlilik insanlık tarihiyle beraber var olan bir kavram. Her toplumda evlilik var ve uygulanıyor. İyi veya kötü ama her toplumda var olan bir müessese. Hz Âdem a.s. ile başlayıp sonraki nesillerin tahrif edip bozmasıyla devam eden bir serüven… Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘e kadar bozulan tahrifatı düzeltmek için uyarıcılar gelmiş ve bozulan toplumları uyarmış. İnsanlık ile beraber var olan bir kurum: Evlilik ve aile… Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya, hangi kıtaya veya topluma giderseniz gidin evlilik ve aile kurumunu göreceksiniz. İnancı ne olursa olsun mutlaka bir evlilik ve aile yapısı göreceksiniz. Biz bu yazımızda evliliğin nasıl bir sömürü aracı haline evrildiğini anlatmaya gayret edeceğiz.  İki tür evlilik vardır insanoğlunun önünde:

  1. Bu evlilik türü ya da yöntemine şu ismi versek yanlış olmaz, mantık evliliği veya menfaat evliliği. Bu da kendi içinde alt başlıklara ayrılabilir, biz genel bir analiz yapacağız. Siz isterseniz alt başlıklar altında daha detaylı bir değerlendirme yapabilirsiniz. Bu evlilik türü insanlık tarihi kadar eskilere dayanır. Burada karşı iki cinsin bir araya gelmeleri menfaatleri gereğidir. Menfaatler çakışınca doğal olarak bunları bir arada tutacak bir bağda kalmıyor, sonuç herkes kendi yoluna. Bu cahiliyenin insanlığa modern diye yutturduğu bir evlilik modeli. Göreceli olarak kadın ve erkeği eşit gördüğünü söyler ama gerçekte böyle bir pratik söz konusu değildir. Bu modeli savunanlar kendilerini çağdaş ve kültürlü görürler, kadının örtünmesine şiddetle karşı çıkar bunu gericilik olarak lanse ederler. Oysa bu modeli savunanlar evrime inanır, insanlığı çağlara ayrıştırır. Onların teorisine göre evrim geçiren insan çıplak olarak anlatılır, bir süre sonra sadece cinsel uzuvlarını örter yaprak vb. O zaman onların teorisine göre bugün çıplaklığı çağdaşlık görenler asıl gericiler olması gerekmiyor mu?

Gelin biz bunu kendi toplumumuzda uygulamalarıyla değerlendirelim. Bu model alındığında karşımıza çıkan görüntü şöyle oluyor. Evlilik yapacak iki karşı cinsin birbirlerine neden evlendikleri ve neden bir araya geldiklerine dair değerIendirmeleri vardır. Genelde bu değerlendirme denklik veya menfaat üzerinden kurgulanır. Kızımızın evleneceği erkekte aradığı temel vasıflardan olmazsa olmaz olanı maddi gücü yerinde olması yani varlıklı olmasıdır. İstisnalar dışında varlıklı bir kızımız fakir bir erkekle evlilik düşünmez. Bırakalım düşünmesini zaten toplum ve çevre, kültür bunun önünü kapatmış, bunu teklif etmek bile hakaret sayılır. Kendi çevremize ve topluma baktığımızda bunların sıradan olduğunu zaten göreceğiz. Bu model yaygın bizim toplumda. Müslümanı, Müslüman olmayanı her tarafta model alınan bir yöntem. Bu modelde kadın veya erkek fark etmez temel ölçüt denklik veya maddiyat yani elde edilecek mal mülk vb. konular. Bu modelde 18 yasında kızımız 40 yaşında biriyle rahatlıkla evlenir, bu hiç sorun olmaz. Bu modelde 20 yaşında delikanlımız 40-50 yaşında varlıklı bir kadınla evlenir, bu gayet normal karşılanır. Bu model çok eşliliğe kesinlikle karşıdır. Bunun söylemi bile linç sebebi sayılır. Bunu linç sebebi sayan insanımız örneğin evliyse eşi Avrupa’ya çalışmaya, para kazanmaya gidecek eşini rahatlıkla ve isteyerek boşar ki gittiği yerde evlilik yapsın ve orda vatandaşlık alsın, zengin olsun. 18-20 li yaşlarda kızımız çok evliliğe şiddetle karşıdır amma Avrupa’dan bir talip çıkınca onun oradaki yaptığı evlilik hiç sorun olmaz. Kendi ülkesinde veya toplumunda evlenip boşanan bir erkekle bekâr kızımız evlilik düşünmez çünkü kendine denk görmez. Kendisi bekâr evleneceği delikanlı da bekâr olmalı. Eğer kendisini isteyen zengin varlıklı bir bey olsa bu denklik devre dışı kalır. Çünkü istediği evlilik zaten buydu. Yani hayallerini süsleyen rahat, konfor ve zenginlik ona ulaşmak için kullanacağı tek argüman bekarlığı veya güzelliği diğer adıyla gençliği bir başka adıyla kadınlığı. Bizim toplumda bu çok yaygınlaşmaya başladı. Artık kızlarımız bu modele göre hareket ediyor. Aslında hesaplamadıkları bir şey var bu modeli kendilerine dayatan kültür veya üst akıl kendilerini yok ediyor, farkında değiller.

Bu evlilik modeli insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Okuduğumuz tarih kitapları bize bunların sayısız örneğini anlatıyor. Toplumları yıkmak için kadınların nasıl araç olarak kullanıldığı, savaşlarda bile karşılarındaki orduları kadınları kullanarak yıkmak istedikleri yeni bir durum değil. Hatırlarsınız bundan 15-20 yıl önce karadeniz bölgesinde meşhur bir toplumsal olay vardı. Rusya’dan gelen nataşalar deniliyordu adlarına. Toplumda nasıl bir refleks yaptığını yaşadık. Aslında bu Rusya’nın kendini ve kültürünü kadınları kullanarak nasıl tanıttığını göstermesi açısından önemli, dikkat edin dün onlara karşı çıkan kadınlarımız veya toplumumuzun bugün onlardan pek bir farkı kalmadı. Yani onlar amacına ulaştı, biz kaybettik. Örneğin onların toplum yapısında yalnız yaşayan kadın ve kızlar vardı. Bizde ise bu hiç hoş karşılanmazdı. Artık bizde de normalleşti, yani onlara benzedik. Yaşadığımız toplumda evlilik, devletin verdiği resmi evlilik cüzdanına indirgenmiş durumda. Genelde kadınlarımız karşılarında evlilik yaptıkları erkekten resmi evlilik cüzdanı istiyor. Neden mi dersiniz? Çünkü evlilik bahane resmi kalkan şahane! Yukarıda yazdığım bir örnekte 18 yaşında kızımız zengin beyle hiç düşünmez evlenir demiştik, peki bu kızımız resmi nikâh yani evlilik cüzdanı olmasa bunu yapar mı? Kanaatimce imkânsız çünkü amaç evlilik değil, karşısındakini sömürmek.

  1. Evlilik modeli, Allah’ın yarattığı kullarına önerdiği evlilik modeli. Bu da Hz. Âdem’den başlayan ve günümüze kadar gelen bir model. Bu modelin adına ben Rahmani evlilik modeli diyorum. Bu modelde menfaat, çıkar vesaire kesinlikle yoktur. Bu modelde temel kıstas, karşı iki cinsin bir araya gelmesi ve birlikte aile kurması, neslin devamını sağlaması ve soy bağının sağlanması.

Bu Rahmani modelde sen ben yoktur, evlenip aile olan iki cinsin bir olması vardır. Senin hakkın benim hakkım değil, ailenin hakkı vardır. Her iki tarafta sadece kurdukları aileyi yaşatmak için mücadele eder. Bu modelde kişilerin çıkarları, menfaatleri yerine sadece Rablerinin rızasını kazanma yarışı vardır. Bu model her iki tarafa da kendileri için yaradılışına uygun mücadele alanları seçip tayin etmiştir. İki tarafta kendi alanlarında mücadele eder ve bu mücadele kendileri için ibadet olur. Çünkü insanın yaradılış amacı belli “Ben, cinleri ve insanları ancak ve yalnızca Bana ibadet etsinler (her şeyi Benden bilip, Benden isteyip, Benden beklesinler ve her konuda hükümlerimi yerine getirsinler) diye yarattım” (Zariyat, 56)

Rahmani modele uyanlar bilirler ki hayatlarının her anı, yaptıkları her iş bir ibadet olacak. İbadet olması için de kendilerini yaratan kendilerine ne emretmiş ise onu ölçü kabul ederler. Bu model evliliklerde sınıf farkı olmaz, yoksul zengin ayrımı olmaz. Bu modelde menfaat elde etmek için evlilik varsa da tek menfaat Rablerinin rızasıdır. Rahmani modelde evlilik, 1. modele kıyasla temelden farklıdır, çünkü bu modelde evli kişiler bir menfaat elde etmez. Elde edilecek menfaat varsa da o menfaat, dediğimiz gibi Rablerinin rızasıdır. Bu modelde dava evliliği vardır, bu modelde menfaat elde etmek değil, kendinden fedakârlık vardır. Bu modelde kendi konforundan feragat vardır. Bu modeli baz alarak evlilik yapanlar, kimsenin kınamasından çekinmez, tek çekinceleri Rablerinin kınamasıdır. Çünkü onlar evlenirken konfora, rahatlığa talip olmadılar, onlar Rablerinin rızasına tabi oldular ve onlar bu dünyayı geçici gördüler, Rablerinin kendilerine hazırladığı nimet yurduna talip oldular. “İman edip salih amellerde bulunanlar… Biz onları altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu, Allah’ın gerçek olan vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisa, 122)

Evet, Kur’an’da bu konu da çok ayet bulmak mümkün, Hz. Peygamber’in sahih sünnetine bakıldığında da konu anlaşılmış olacak. Bütün delilleri burada yazma imkânımız yok, konuyu uzatmamak adına. Şu ince nüansı ıskalamayın, elde edeceğiniz dünya malı zenginlik vesaire hepsi Allah’ın mülkü, kimsenin kendi mülkü değil. “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi sensin, mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Senin elindedir hayır, sensin her şeye gücün yeten. ” (Ali imran, 26)

Bizim uğrunda kendimizi heba ettiğimiz mülkün gerçek sahibi Allah’tır, biz ise onun kullarına verdiği geçici olana bakıyoruz.

Bütün bu değerlendirmeden sonra sömürü nerede, neden evliliği sömürü yaptılar diyeceksiniz, gelin biraz somutlaştıralım. Hep konuşurken insanlar birbirine, “duygu sömürüsü yapıyor” der. Duygu sömürülüyor da evlilik sömürü aracı olamaz mı diye hiç sormuyoruz. Dönüp kendimize, ailemize ve topluma bakalım, sonra değerIendirelim. Kadınlarımızın çoğu, ister dindar olsun ister ateist vb. evlilik müessesesini kendilerine bir sömürü alanı olarak çoktan parsellemiş. Sadece evliliği mi, keşke evlilikte kalsa, kadınlarımız, kızlarımız dişiliklerini karşılarındaki erkeği elde etmek, menfaat sağlamak için kullanmıyor mu dersiniz. Evlilikte kızlarımız neden varlıklı erkeleri tercih ediyor, biraz düşünün. Zenginliği için evlilik tercihi olmuştu, neden evlendikten sonra evlendiği kişi zengin olduğu halde boşanıyor? Çünkü evliliği kullanarak evlendiği varlıklı kişiden imkân devşirmek idi asıl amacı.

Aslında evlilik bir yaşam biçimi, bir hayat modeli. İnsanımız bunu yaşam biçimi olmaktan çıkarınca birilerinin menfaat alanına dönüştü.  Evli insanımız sanki bekâr imiş gibi yaşamaya başlamış ya evliliği kavrayamamış veya yaşadığı durumu evlilik olarak düşünür olmuş. Evlilik kopya olmaz iki insanın evliliği kendi orijinal aile yapısıdır. Her aile kendi içinde orijinal bir öze sahiptir, hiçbiri diğerine benzemez, benzememeli de.  İnsanımız kendi orijinalini beğenmeyince kopyalamaya başlıyor, kendini başkalarıyla kıyaslıyor. Oysa doğru olan kendini kıyaslaması değil o kıyasladığı insanlar da farkında değil beğenmediği kendisini kıyaslıyordur. Kendi beğenmediği orijinalini çevresi imrenerek izliyordur farkında değil. Eğer bugün ailenin sorunlarından yakınıyorsak, unutmayalım bunun müsebbibi biz, kendimiziz. Çünkü kendi orijinal aile yapımızı başkalarıyla kıyaslayarak müdahaleye açık hale getiriyoruz. Bu bizim ailemiz olmaktan çıkıyor müdahale eden herkesin ailesi haline geliyor. Kendi içerisinde orijinal özler barındıran ailelerden çevreye açık ailelere evrilme başlamış. Yani siz kendi yapınızı kıyaslamaya başladığınızda aslında kendi orijinal yapınızı bozuyorsunuz ve herkesin müdahalesine açık hale getiriyorsunuz. Sonra da dönüp şikâyet ediyorsunuz.

Unutmayalım Rahmani yapıda aile dokunulmaz ve mahremdir, hiçbir aile bir diğerine benzemez, kopyası olmaz. Evlenen insanımız bu mahrem olması gereken aileyi başkalarıyla kıyaslamaya başlarsa, dikkat edin kıyasladığı hep kendinden üstte gördüğü aileler olur, hiç kendini daha zor durumdaki ailelerle kıyaslayıp şükretmez, hep şikâyet eder. İnsan maalesef böyle bir varlık, Kur’an’ın tabiriyle nankör varlık.  Günümüzde hiç Ebu Zer’i kendine örnek alıp kendini Ebu Zer’le kıyaslamaz. Günümüzde hiçbir kızımız Ümmü Zer’i kendine örnek ve model alıp kendini ona kıyaslamaz. Fakat bunların edebiyatını muazzam bir şekilde yapar. Günümüzde hiç kimse Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın r.a. kurduğu aile yapısını örnek alıp kendi ailesini onlarla kıyaslamaz. Fakat konuşurken onları öyle bir anlatır ki, dinleyenler gerçekten mest olur. Oysa yapılması gereken, güzel anlatmak değil model alıp yaşamaktı, yaşayarak model olmaktı. Tarihimiz ve kaynaklarımız bize bu Rahmani evlilik modelini o kadar çok örneklerle aktarmış ki, biz hiç dönüp bakmıyoruz buralara. Unutmayalım, güzel anlatanlar değil güzel yaşayıp örnek olanlar salih amel işlemiş olacaklar ve kurtuluşa ulaşanlar da onlar olacak.

Toplumumuzda maalesef artık kimse kimseye güvenmiyor, baba oğluna oğul babaya, kadın kocasına koca hanımına güvenmiyor, herkeste bir güvensizlik almış başını gidiyor. Güvenin olmadığı yerde kaos olur işte bugün ailelerimizi sarmalayan kargaşa tam da buradan kaynaklanıyor. Güven ortadan kalkınca menfaatler öne çıkıyor. Yarını kurtarma, kendini güvence altına alma refleksi başlayınca herkes eteğindekini dökmeye başlıyor, kim diğerinden ne koparırsa kârdır hesabı.

Toplumda şikâyet etmediğimiz hiçbir alan kalmadı, aile, ticaret vb. sayın sayabildiğinizce. Her taraf üçkâğıtçı dolu. Daha acısı, artık Müslümanlara, hocalara bile kimse güvenmiyor. Neden mi dersiniz, yaptıklarımızdan olmasın? Örnek olması gereken Müslümanlar kendi cemaatlerinde bile ne ayak oyunları yapıyor. Yapılan bu üçkâğıt oyunları bir süre sonra normalleşiyor, herkes aynı şeyleri normal görüp yapmaya başlıyor. (Kendine mürit arayan hocalara dost tavsiyesi, bu toplumdan artık mürit de çıkmaz, varsa da menfaati olduğu için mürittir. Hanımına eş olamayan, kocasına hanım olamayan, ailesine sahip olamayandan mürit hiç olmaz.) Kur’an’ın tabiriyle başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Bütün bu menfaatçi ve çıkarcı insanları yetiştirenler neticede bu düzen ve bu toplumdur.

Bu yazdıklarımızı ve daha nice burada yazmadığımız konuları düşünün, sonra neden evlilikler sömürü ve menfaat alanına dönüşmüş bir muhasebe yapın. Kafamızı kuma gömmenin kimseye faydası yok, artık öz eleştiri yapmak ve yanlışları masaya yatırıp bir an önce öze dönmek zorundayız. Bunları yapamaz isek büyük bir helak kapıya dayanmış durumda. Bunun bir de Allah’ın huzurunda hesabı olacak ki orada bu menfaatperestlik hiç işe yaramayacak.

İNSANLIĞIN DÜNYA SERÜVENİ -1-

İnsanlığın serüveni; bebeklik, gençlik ve ihtiyarlık. Herkesin serüveni farklı; kiminin bebekken, kiminin gençken, kiminin de ihtiyarken dünya serüveni son buluyor.

Hangi anneden doğacağımız ve dünyaya gelip gelmeyeceğimiz insanın iradesinde değildir. Allah'ın iradesi ile oluşan bir durumdur.

Bebekken ölenin tohumu çatlamaz ve bu tohumun cennette yeşereceği umulur. Çocukken ölenin ise tohumu çatlamış, filiz vermiş ama meyve vermemiş, bu meyveleri de cennette vereceği umulur.

Asıl buluğa erenin sorumluluğu başlıyor. Meyvesini güzel mi verecek yoksa verimsiz mi olacak. Bu kendi iradesine bağlıdır. Salih amel meyvesi mi verecek yoksa bozuk haram meyvesi mi verecek, kendi iradesiyle belirleyecek.

Çocuk yeni dökülmüş betona benzer. Sen, çocuğa ne verdinse onu alır. İyi veya kötü, taze betonda iz bırakır; düzeltmek ise anne-babaya aittir.

Kişi iyi bahçıvan olacak, bitkiyi güzel yetiştirecek, Zekeriyya (as) gibi. Adayan ise Hanne olacak ve Meryem (as) gibi iffetli bir şahsiyet yetiştirecek. Maalesef böyle bilinçli çocuk yetiştirme bizden çok uzak kaldı ve kaliteli insan yetiştiremez olduk.

Küçükken ne verirsen çocukta kalıcı o olur.

İnsanın kendi iradesiyle dünya serüveni başlıyor. Yönetici kendisi, yönetilen yine kendisi, rolü alan kendisi, rolü oynayan da kendisidir. Bu yol kendisine göre uzun, aslında kısa, bu serüvenini nasıl bitireceği yine insanın kendi elindedir. Elbetteki sebeplerde faktördür, çoğunluğu kendisi belirler.

Bu serüvenin sonucuna göre ahiret hayatı da şekillenecek. Serüvenin içindeki oyuncu kendisi macerayı da kendisi belirleyecek. Ya ķüfrün önderi alkışlanan, ya da küfrün altında figüran, ya belirleyen, ya da belirlenen olacak.

İman yolunda önderlik, sorumluluk ağır, ya da iman yolunda neferlik, ölüm gelinceye kadar sorumluluk bilinci…

Bu serüven devam etmekte ve ölüm ise kovalamaca ile peşimizde. Güzel yaşayanın ölümü her daim güzel olmuştur.

Kendisini Kur’an ile terbiye etmiş, siyer ile Rasulün ahlâkıyla ahlaklanmış ve yolu da sırat-ı müstakim yolu olmuş, mü'min şahsiyet her zaman belirleyen olmuştur. Dünya serüvenini bilinçli şekilde yaşar, yön verir, yönetir, idare eder çünkü donanımlıdır.

Mü'min hangi beldede olursa olsun, hangi şartta olursa olsun isyan etmez. Verilen nimetlere şükreder ecrini alır. Musibetlere sabreder yine ecrini alır. Bulunduğu yere uymaz, kendinde olan güzelliklerin rengini verir. Yolun hakkını verir, yolda kalmışa el uzatır, ihtiyacını giderir ve dünya serüvenini de dolu dolu geçirir, yapılması gerekeni yapar.

Kafir ise küfrün karanlık serüveninde bocalar durur. Anlık hayatı önceler, çılgınlar gibi eğlenir, yer içer, oyalanıp durur. Dünyaya bir daha mı geleceğim der ve vurdumduymaz bir hayat yaşar. Dünyaya bir daha gelmeyecek doğru ama! Ahirette dirilecek ve cehennem son durağı olacak. Orada ne yaşayacak, nede ölebilecek.

Kimisi ise dünya serüveninde sürekli adrenalini yaşar, sanki ölüme meydan okur. Sürekli macera peşinde spor adına ömrünü geçirir, genelde ömrü de bu yol üzere son bulur.

Kimiside artisttir, sürekli rol yapar. Hayatı da rol yapmak ile geçer. Kimisi modeldir, sürekli güzel görünmesi gerekir; çünkü süslü basın sürekli peşinde. Kimisi makamı vardır hakkını veremez, farkındadır veya değildir. Çevresine zulmeder. Kimisi patrondur, iş sahibidir, hak yolunda cimridir; batıl yolda ise israfçıdır.

İnsanlığın dünya serüveni ölüm ile son bulur ve ahiret macerası başlar, cennet veya cehennem ile son bulur.

Rabbimiz dünya serüvenimizi razı olduğu gibi tamamlamayı bizlere nasip etsin.

Esselamu aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşlerim!

Değerli Müslümanlar! Allah’ın izniyle bugün sizlere bir soru sorarak konumuza başlamak istiyorum. Sizlere dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ordusu hangi ordudur, desem sizin cevabınız ne olurdu. Her yere korku salmış kendi ülkesini uzaylılardan bile koruyabileceğini iddia eden Amerika mı? Yoksa yaşadığınız yeri çok rahat bir şekilde bombalayabilecek silahları olan Rusya mı? Milyon sayısına ulaşmış ordusuyla Çin mi? Ya da eskiden Cengiz han, İskender, Napolyon, Timur vb kişiler mi en güçlü orduları barındırıyor. Şunu da belirtelim ki sayın kardeşlerim anlatacağım kişiler bu bahsettiklerimizden hiçbiri değildir. Şu bir gerçektir ki, bu dünya da gelmiş geçmiş en güçlü ordu Hz. Süleyman aleyhiselam’ın ordusudur. Hz. Süleyman’ın cinleri, insanları, hayvanları kapsayan bir ordusu vardı. Rüzgara hükmedebiliyor, hayvanların dilinden anlıyor ve etrafında bu kadar çeşitli nimetler sayesinde bizim günümüz teknolojisinin henüz ulaşamadığı bilgiler Hz. Süleyman’ın elindeydi. Camdan saraylar emri altında işçilik yapıp heykeller binalar yapan, dalgıçlık yapan cinleri vardı. Hayvanlar sayesinde dilediği bölgelerden haberler alabiliyordu. Bütün bu nimetler Kur’an’ı kerimde sâd suresi 35. ayette geçen Hz. Süleyman’ın duasının kabul edilmesiyle mucize olarak verilmiştir. Ayetin mealinde: Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet.

Şüphesiz sen çok bahşedicisin. Bu yüzden Hz. Süleyman’a verilen mülk dünyada başka hiçbir hükümdara ya da topluluğa verilmeyecekti. Ama Müslümanlardan bir ordu bir topluluk var ki onlar fakirdi. Bazen yiyecek-içecek bir şey bulamazlardı. Silahları azdı. Güçlü, sağlam ve büyük silahları yoktu. Sayıları da azdı, çok büyük bir orduları yoktu. Onlar güçlü bir ırka da mensub değildiler. Lakin tüm bu yokluğa rağmen Denizin dalgaları gibi olan orduları yendiler. Tüm insanlık onların karşısındaydı. Fillerle zırhlı, teşhizatlı güçlü kale ve şehirlere sahip olan devletler karşılarında çaresiz kaldı. O devletlerin hepsinde Hazineler, servetler, zenginlikler vardı. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, Amerika’yı Rusya’yı, Çin’i yendi desek muhtemelen sadece bu düşüncenin hayal olduğunu ve imkansız olduğunu söylerler ama onların zamanında böyle bir durum mümkün olmuştu. İşte o ordu Rasulullah’ın ashabıydı. Gerçekten de insanı düşündürüyor. Acaba dünyada gelmiş geçmiş en güçlü mülke sahip bir ordunun tüm dünyayı ele geçirebilmesi mi daha başarılı yoksa bir avuç insanın tüm dünyayı, karşısında aciz bırakması mı? Öyle ki zengin değiller, sayıca üstün değiller, Ad kavmi gibi dağları oyacak bir güce de sahip değiller. Nasıl peki Persler, Rumlar, Araplar hatta Türkler bile bu orduyu durdurmaktan aciz kalmışlar? Allah’a inanmayan, mantıksal boyuttan bakmak isteyen biri bu işin içinden çıkamaz, tesadüfen olmuş ya da işte o Arapların şöyle böyle strateji üstünlüğü vardı, yok diğer devletler kötüye gidiyordu, birbirleriyle savaşırken çöküş dönemindelerdi vb. bahanelerle bütün bilim adamlarının yaptığı gibi konunun aslını örtmeye çalışırdı. Ama bahsettiği konularla da alakası yok. Üç bin kişinin karşısına gelmiş, iki yüz bin kişi ama bakın ki Müslümanlardan on iki kişi ölmüş, kafirlerin ki sayılamayacak kadar fazla… Savaşın sonucunda Müslümanlar sayı azlığı dolayısıyla geri çekilmiş kafirlerde ellerinden bir şey gelmediği için kalelerine saklanmışlar. İki günlük savaşta o kadar az Müslümandan nasıl sadece 12 kişi şehit olmuş. Mantığın tıkandığı yer… Bugün iman etmiş bir Müslümanın böyle şeylere inanması zor olmamalı hatta sorana cevabı direk kendisinin vermesi lazım. Allah Rasul’ünün ashabına maddi yönden bakarsak, genelini fakirlerin ve yoksulların oluşturduğunu anlarız Ama onların peygamberi Muhammed (s.a.v.) idi. Bununla beraber onların Kur’an’ı Kerim’in ayetlerine geçecek kadar faziletli amelleri vardı.

Müslümanlar! O sahabelerin imanları vardı. Öyle bir iman ki yüzme bilmediği halde bir nehre dalacak kadar, kum taneleri gibi ordularla savaşacak kadar. Akıl almaz işkencelere maruz kalsalar da “Ehadun Ehad” diyebilecek kadar. Evinde tek kişilik yemeği çocuklarına vermek yerine evine gelen aç Müslüman kardeşine verecek kadar imanlı ve samimi. Bahsettiğimiz şeyler dile kolay gelen ama yapılması çok zor olan ameller. Müslüman olmayan İnsanlara, onların yaşamını anlatınca sanki bir masal gibi diyorlar. Çünkü onlara göre böyle olaylar sadece masallarda olur. İnsanların dışladıkları, bastırdıkları, taşlayıp alay ettikleri bir grup nasıl oldu da tüm Arap kıtasına yayıldı. Müslümanlar! Dünyanın en güçlü ordusu olup olmadıklarını söyleyemeyiz. Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı var. Ama bahsetmiş olduğumuz Rasulullah’ın ashabı tüm Müslümanların öncüleridir. Kardeşlik, güzel ahlak, mertlik, cesaret, fedakarlık, merhamet, takva. Rasulullah s.a.s.’den sonra bizim en çok örnek aldığımız grup sahabelerdir. Biz, Hristiyanları ya da Yahudileri örnek almayız. Çünkü hepsi sapıtmışlardır. Kendi kitaplarını değiştirdiler, kendi peygamberlerini öldürdüler, kendi rahiplerini ve kendi hahamlarını ilah edindiler. Ama Rasulullah’ın döneminde sahabeler böyle yapmadı. Bir sahabenin bedir savaşından önce bir konuşması var. Sahabe: “Ya Rasulullah! Sen, bizim bir nehre dalmamızı istesen biz hiç düşünmeden seninle o denize dalarız.” Bunu demesinin nedeni kendisi ensardan yani Medineli. Medineliler genel olarak yüzme bilmezler hatta hiç bilmezler desek daha doğru. Çölün ortasında doğup büyümüşler. Ticareti de fazla yapan yok. Hayvancılık ve tarımla uğraşıyorlar. Ve böyle bir olayda vuku buldu. Rasulullah’ın vefatından sonra bir komutan aktif şekilde akan bir nehrin geçilmesi için nehre tüm Müslümanları emri ile daldırdı ama boğazlarına kadar su gelse de nehri kayıpsız sakince geçmeyi başardılar. Bir insana bu sahabenin sözünden ve bu olaydan bahsettim. O, bana dedi ki “Ama bu delilik yani bu cesaret değil, delilik” dedi. Delilik gibi gelebilir. Sahabelerin imanı gibi bir imana sahip değil ki, o insan, sahabelerin yaptıklarını anlayabilsin ya da biz o kadar imana sahip miyiz ki, onların bu kadar fethi nasıl yaptıklarını anlayabilelim. Aslında cevabı çok zor değil.

Müslümanlar! Biz, her şeyin yaratıcısı, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a inanmıyor muyuz? O’nun bir şeye ol deyince olmuyor mu? Bakın söylediklerimizi gayri müslimler, imanı zayıf insanlar, cahiller anlamaz. Allah en büyük güç, kudret sahibi elçisi için bütün kafirleri suda boğmadı mı? Bir  salih kulun “Keşke bizim içinde bulunduğumuz nimetleri bilselerdi” dileği Kur’an’ı Kerim’de geçmiyor mu? Allah 5 ile 6 kişilik salih kulları için zaman algısını değiştirip, onları İslam’ın yaşandığı bir devre getirmedi mi? Aynısını son elçi olan Rasul’ünün ordusu için yapamaz mı? Allah’ın yardımı iman edenlerin üzerine değil mi? Allah sizden 100 kişi 200 kişiyi yenebilir buyurmuyor mu? Allah üstünlüğün takvada olduğunu, kendisi için iyi, salih ve saflar halinde birbirine kenetlenmiş bir şekilde savaşan kullarını sevdiğini belirtiyor. Burada bu, şu suredeki şu ayettir, demeyeceğim. Çünkü Kur’an’ı Kerim’i hepimiz okuduk. Allah’ın emirlerini sürekli olarak birbirimize hatırlatıyoruz ama hatırlamadıklarımızda oluyor. Bugün bütün Müslümanlar, İslamî bir devletin hayalini kuruyor. İnsanların akın akın İslam’a gireceklerinin hayalini kuruyorlar. Müslümanlar! az önce belirttiğimiz gibi mesele güç, kuvvet, zenginlik, kalabalık soy meselesi değil, mesele iman meselesi, mesele yürek meselesi. Bugün biz, Müslümanlar! Sizce imanı kuvvetli, hatta daha ileri giderek imanı tam insanlar mıyız? Az önce belirttiğimiz ayete ters düşüyoruz. Müslümanların birbirine kenetlenerek savaşmalarını Allah seviyor ama bugün bırakın savaşmayı Müslümanlar tek tek dağılmış durumdalar. Hepsi farklı dünyayı yaşıyor. Sürekli Müslümanların ayrılma ve cemaatleşme haberleri geliyor. Dünyalık şeyler yüzünden ümmetin geleceğini tehlikeye atıyoruz. Müslümanlar, sizce yeteri kadar mücadele ediyorlar mı? Piknikten, sohbetten, muhabbetten öteye geçemiyoruz.

Allah Rasulu kaç yıl gizli davet yaptı, kaç yıl savaşmadan durdu, kaç yılda peygamberlik dönemini bitirdi? Bugün Müslümanlar 100 yıldır uyuyor. Geçen 2023’e girdik ve 100 yıl tamamlanmış oldu. 100 yıldır uykudayız ve başımızdaki kafirler, belli etmeden bizi uykumuzda zehirliyor. Bütün bu durumların sebebi de bizim Müslümanların imanının zayıf olması. Bırakın savaşmayı, Müslümanlarda kardeşiyle barışacak kadar iman yok. Allah uğrunda kan dökecek imanı bırakın cebindeki 10 liradan 1 lirasını vermeyen Müslümanlar var. Bırakın gece namazını, namazı cumadan cumaya sanan var. Müslümanım dedikten sonra, atam diye puta saygı duran var. Müslümanım deyip kendi için düşündüğünü bir başka kardeşi için düşünmeyen var. Müslümanlar! Bu bahsettiklerim o , bu, şu, onlar değil, biziz. Bizleriz. Bugün bir kardeşimizle ayrışıyorsak, isteseniz de istemeseniz de kendinizden bir parçayı bırakmış oluyorsunuz. Bugün bir Müslümana iyilik yapmak kendinize iyilik yapmakla aynı. Bugün Allah rızası için bir şeyler yaptığınızda bundan ilk faydalanacak kişi, siz olursunuz. Sahabeler, Allah rızası için sevmedikleri, insanları sevdiler, birbirlerine sevgi ve muhabbetle yaklaştılar. Gerektiği zaman aç kaldılar, gerektiği zaman kanlarını ve canlarını verdiler. Allah, bakara suresinin 214. ayetinde “Sizden öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden önce cennete girebileceğinizi mi sandınız?” Buyurmuyor mu? Peki, biz şunu söyleyebilir miyiz? Biz, bizlerden önceki ümmetlerin yaptığı gibi yapmadan, cennete girebileceğimizi düşünebilir miyiz? Onlar gibi mücadele etmeden, fedakarlık yapmadan, bedel ödemeden, onlar gibi çalışmadan, onlar gibi iman etmeden nasıl cennete gireceğiz? Allah, onların hayatından bize dersler vermek için Kur’an’ı Kerim’i o müminlerin kıssasıyla doldurmuş. Müslümanlar şunları söylüyorlar: O zamanla bu zaman aynı değil. Biz o eski Müslümanlarla aynı değiliz. Biz, peygamber değiliz ki bunları yapalım. Evet doğru biz bir Hz. Ömer değiliz ama adalette mertlikte onu örnek alarak, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışarak, o insan kendi zamanının Hz. Ömer’i olamaz mı?

Ya da bir Müslüman, Hz. Osman gibi malını sürekli durmadan akıl almaz maddi miktarlarda  infak etse, o Müslüman zamanımızın Hz. Osman’ı olamaz mı? Şunu bilelim, kimse kimsenin yerini alamaz. Allah, herkesi özel yaratmıştır. Müslümanlar! Şöyle bir düşünün! Biz kendi bulunduğumuz çağın sahabeleri olamaz mıyız? İslam sancağını büyük gayret ve fedakarlıklarla alıp ötelere götüremez miyiz? Denizin dalgaları gibi orduları, kafirlerin kurduğu tuzakları, onların devasa silahlarını, Allah’ın yardımıyla birbirimize kenetlenmiş bir şekilde mücadele ederek yenemez miyiz? Yeneriz. Allah bizden öncekilere yardımıyla zafer nasip etmiş, bize neden etmesin. Bizim Rabbimiz, Allah. O’ndan başka Rabbimiz yok, O’ndan başka bize yardım edecek koruyacak yok. Müslümanlar!  bizim 3. bir şıkkımız yok. Ancak bizler şuan ki zayıf imanımızla bunları yapamayız. Bu zayıf imanla tek vücut olamayız, bu amellerimizle bir yere gelemeyiz. Müslümanlar! Önce kendi imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Şunu bilelim ki: Allah’tan korkan ve O’na güvenen birini dünyada hiçbir güç korkutamaz. Rabbimizin, Allah olduğuna iman etmiş biri insanların yasakları veya kuralları onun yapacaklarını belirleyemez. Müslümanda başka birinin emirlerine tabi olmaz. Rasülüne iman etmiş birinin tek örneği rasülüdür. Kitabına iman etmiş birinin tek ders kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. İman etmiş biri Müslümana düşman olamaz, darılamaz. Üç günle sınırlıdır. Onunla yollarını ayırmaz, onun düşmanı nefsi, şeytan ve şeytanın yardakçılarıdır. Bizler eğer gerektiği gibi iman edersek, Allah’ın vâdi haktır. Allah, bizim saadetimizi sağlayacaktır. Müslümanlar! Dikenli yolların arkasında cennet vardır. Düz ve şaşaalı yolun arkasında da cehennem 3. bir yol yoktur. Allah, bizlere yardım etsin. Bizleri salih imanlı ve takva sahibi kullarından eylesin. Bizi hüsrana uğrayanların yolundan uzak tutsun İnşaallah! Buluşma noktamız cennet olur. Bu çektiğimiz sıkıntılara ve dertlere Allah için gülüp geçmeyi Allah bize nasip etsin ve Elhamdulillahi rabbil alemin!