Hak ile bâtılın mücadelesi insanlık tarihi ile yaşattır. İlk insanla başlayan bu mücadele günümüze kadar hiç akamete uğramadan devam etmekte, bundan sonrada kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. İyilerin ve kötülerin her zaman bulunacağı bu dünyada, hak ile bâtılın mücadelesi de hep var olacaktır. Burada mühim olan, bizim hangi tarafta yer aldığımızdır.
Tarihî süreç içerisinde hakla bâtılın bu mücadelesinde hakkın tarafında bulunanlar bizler, çok bedeller ödedik. Bâtılın yoldaşı olanlardan, bâtıldan beslenenlerden, onu kendisine yaşan tarzı haline getirenlerden, bâtılın kuşatmasına maruz kalanlardan, bâtıla hizmet edenlerin ağına takılmış olanlardan çok büyük düşmanlıklar gördük.
Bu mücadelede karşımıza bazen, bizden görünmeye çalışan İblis çıkmıştı. Bizi davamızdan, yolumuzdan, hedefimizden uzaklaştırmak için var gücüyle çalışmıştı. Bizim Allah’a giden dosdoğru yolumuzun üzerine oturmuştu. Bizden olduğuna, bizim iyiliğimizi istediğine dair var gücüyle yemin etmiş ve bizi inandırmak için türlü türlü yalanlar söylemişti. Yalanlarla bizi davamızdan uzaklaştırarak bâtılın safına çekmek için gecesini gündüzüne katmıştı.
Bazen kardeşimiz Kâbil olarak çıkmıştı karşımıza. Elini bize kaldırmış, hakkın tarafında olmamızı çekememiş ve netice de kanımızı dökmüştü. Lakin biz buna rağmen kardeş kanı dökmemek, haksızların tarafında olmamak, gönlümüze kardeşe düşmanlık kinini sokmak için ölümlere yürümüştük. Hak yolda olmamızın bedelini düşmanlarımızdan değil de en yakınlarımızdan olanlardan görmüştük.
Bazen de “atalarımızın izini takip edeceğiz” diyenler çıktılar karşımıza. Tüm güçleriyle karşımıza çıktılar ve dünyayı bize tüm genişliğine rağmen dar etmek için çalıştılar. Onlar, Hak olan Allah ve O’nun bildirdiği hakikatler dururken putlara sığındılar. Onların da putlarının da yaratıcısı olan Allah’ın gönderdiği peygamberine düşman oldular. Onların kurtulması için gecesini gündüzüne katan, onları onlardan daha çok düşünen, tüm gücüyle onların dünya ve ahiret saadetini isteyenlere tüm acıları yaşattılar.
Bazen ahlâksızlığı kendisine bir yaşam biçimi edinenler çıktılar karşımıza. Temiz kalmak isteyen bizleri kendi ahlâksız yaşamlarına çekmek için bize düşman kesildiler. Ne gönüllerinde ne de şehirlerinde bize yaşam hakkı tanımadılar. Ahlâksızlıkları terk etmeleri ve onları hayatlarından sürüp çıkarmaları gerekirken onlar bizleri şehirlerinden çıkarmak istediler. Temiz kalmak isteyenlere hayat hakkı tanımayanlar, yakın olan bir sabahın aydınlığında acı akıbetleriyle karşılaştılar. Ne yer ağladı onara nede gök ağladı.
Bazen eşimiz, bazen oğlumuz ve bazen de babamız olarak çıktılar karşımıza. Düşmanlarımızla aynı safta durdular ve onlarlar birlikte saf tuttular. Bizden yana olmaları gerekirken evimizin içinde düşmanlarımızın bize yaptıklarını yapmaya çalışarak ve bize ihanet ettiler, hainlerden oldular. Hainliği sadece bize değil âlemlerin Rabbi olan Allah’a da yaptılar. Bizi bizden daha çok seven bir el kurtardı bizi onlardan. O korkutucu akıbeti, hiç bekledikleri bir zamanda yaşadılar.
Bazen Nemrut adına zorba bir yönetici olarak çıktılar karşımıza. Allah’ı bırakıp da putlarına tapmadığımız için düşmanlık ettiler bize. Putlarını korumak ve onlara yardım etmek için bizi attılar ateş çukurlarına. Bizleri yok ederek ilâhlarına yardım edeceklerini düşündüler. Oysaki ilâhları onlara yardım etmeliydi. İşte insanın böyle adetleri vardır: İlâhını kendisi yapar sonra ona tapar. Nemrutlar misali. Bizler ateş çukurlarına atılırken kendisine iman ettiğimiz bir el yetişti imdadımıza, ateş çukurlarını bizler için serin ve selamet kıldı. Kendilerini her şeye muktedir görenler, Allah’ın küçük askerinden olan sinekle acı akıbeti yaşadılar. Onların da arkasından kimse ağlamadı. Tarih onların yasını tutmadı.
Mısır’da Firavun olarak çıktılar karşımıza. Oysa onun evinde yetişmiştik. Bizi kendisini tanıdığı gibi tanıyordu. Lakin sahip oluğu saltanatı, malı ve mülkü, onu bize düşmanlık yapamaya sürükledi. Saltanatını korumak için erkeklerimizi katlediyor kadınlarımızı ise hayatta bırakarak acıların en büyüğünü yaşatıyordu bizlere. Allah’ın kendisine imtihan olarak verdiği imkanları Allah’ı inkâr etmenin bir gerekçesi haline getirmiş ve “sizin için bende başka ilâh bilmiyorum” diyordu. İnsanların karşısına “ben sizin en büyük rabbinizim” diyerek çıkıyordu. Allah’ın en büyük mu’cizelerine şahit oldukları halde bize düşmanlıkta ısrar ettiler. Neticede bizim için zulümden kurtuluşun yolu onlar için acı akıbetin kendisi oldu. Son anda gelen pişmanlıklar onlar için sadece yürek acısı oldu. Yine kaybeden onlar kazanan ise biz olduk.
Bazen de zorba bir koca olarak çıktılar karşımıza. Kendisine asî ve Asiye olmamız gereken bir zorba olarak durdular karşımızda. Ondan ve işlerinden beri olarak sığınık Rabbimize. Dünyanın zenginliklerini, refahını ve kudretini değil ahiretin güzelliklerine talip olduk. Zalimlerle birlikte olmaktansa mazlumlarla birlikte olarak ahiretin güzelliklerini tercih ettik. Zorbalara karşı gelmenin dayanılmaz zorluklarına imanımız sayesinde katlanabildik. Hakikate olan inancımız tuttu ellerimizden. Bâtıla tavır almayı ve onunla birlikte hakikatin karşısında durmamamız gerektiğini belletti gönüllerimize. Hakikatin nurları aydınlattı yollarımızı.
Bazen İbrahim olduk; en sevdiğimiz yavrumuzu Allah istedi diye kurban etmek için tereddüt etmeden yere yatırdık. Bazen İsmail olduk; Allah istiyor diye keskin bıçakların önüne yatarak Allah'a kurban olmak istedik. Bu samimiyetimiz canımızın kefâreti oldu. Allah'ın bizim yerimize keskin bıçakların önüne yatsın diye bir koç gönderdi, kurban edelim diye. Kurban ederek yakınlaştık Allah’a. Hem bizi ağına düşürmek isteyen kötü duygularımızı kurban ettik hem de bizi yüce ufuklara taşıyacak sebeplere tutunduk.
Bazen sahranın orta yerlerinde dünyaya gelen Yusuf olduk. Düşman olarak öz kardeşlerimiz çıktı karşımıza. Bize ancak düşmanın yapacağı eziyetleri, onlardan gördük. Kuyuya atıldık, köle olarak satıldık, iffetimize iftira atıldı yıllarca hapislerde yattık. Lakin sonuçta kazanan biz olduk, pişmanlık yaşayanlar ise bize düşmanlık yapanlar oldu. Onlara düşmanlık yakıştı, bize ise bize düşmanlık yapanları güçlüyken affetmek. Herkes kesesine ne varsa onu taşıyor. Onlar keselerinde düşmanlığı taşıyarak bize bin bir türlü eziyetleri yaptılar. Bizler ise kesemizde affı taşıyarak gönlümüzden kini ve düşmanlığı söküp attık. Günlümüzde ve eylemlerimizde taşıdığımız o güzel hasletlerin bir neticesi olarak Mısır’a hükümdar olduk. Daha dünyadayken ilâhî nimetlere mazhar olduk. İnsanlar için bir umut olduk. Onlar için gizli kalan sır perdelerini bizler aşikâr eyledik.
Bazen Süleyman olduk, şu fani dünyada. Dünyada en fazla imkanlara sahip olan bir yönetici olarak imtihanımızı verdik. Bize verilen tüm imkanlara rağmen bunun bir imtihan olduğunu bir an bile unutmadan verilen o nimetleri Allah'a şükrün bir sebebi olarak gördük. Dünyanın muhteşem nimetlerine hükmettik lakin onların bize hükmetmesine asla müsaade etmedik. Gönlümüzde, nimeti vereni unutmak gibi ölümcül bir hasletin yer etmesine müsaade etmeyerek her daim nimeti vereni hatırladık ve O’nu yad ettik. Bizim de verdiklerinin de sahibinin O olduğunu bir an olsun unutmadık. Sahip olduklarımızı kendimizden değil her şeyin asıl sahibi olandan bildik. Bildik ki açıldı dünyanın nice sırları bize. Hayvanlarla konuştuk, cinleri kontrolümüz altında tuttuk, rüzgâra yön belirledik, ta uzaklarda bulunan bizler için yakın kılındı. Yüzlerce kilometre uzaklarda bulunan hakikate kör insanlara, hidayetin nurunu taşıdık.
Bazen Zekeriya olduk! Kemiklerimiz zayıfladı, eşimizde kısırdı lakin tek olan Allah’ın gücünün her şeye yeteceği hakikatini hiçbir zaman unutmadık. Her şeye kâdir olandan istedik, bizler için göz aydınlığı olacak nesilleri. Çocuğu olmamakla sınandık lakin Allah'a olan tevekkülümüzden asla vazgeçmedik mihraba girdik, her şeyin sahibinden istedik. İsterken kendi arzularımızı tatmin etmek için istemedik. İsteğimiz de davamızın geleceği içindi. Susmamız onun bir alâmeti oldu. Netice de Yahya ile nimetlendirildik. Kurumuş taneye can veren Rabbimiz, kısır bir anneye de çocuk verme kudretine sahip olduğunu öğretti yüreklerimize. Yahya olduk, annemize ve babamıza karşı zorba olmadık, doğduğumuz, öleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz gün selametle müjdelendik.
Bazen Meryem olduk! Dünyanın en zor sınavlarına katlanmak zorunda kaldık. Kız çocuklarının hakir görüldüğü bir zamanda daha küçücük bir çocukken mescide hizmetkar olarak verildik. Yıllarca çocuk sahibi olamayışının özlemini her daim yüreğinde taşıyan annemiz Hanne’den ayrılmanın hüznünü her daim kalbimizde yaşadık. Davamız için daha büyük neticelere ulaşmak için biz annemizin şefkatinden, oda bizim kokumuzdan/neşemizden vazgeçti. Bizden görünenler tarafından hırpalandık, aşağılandık lakin Allah’a olan misakımızı bozmadık. Muştulanmış bir çocuğa anne olacak olmanın bedelini en derin bir şekilde imtihanlar yaşayarak ödedik. İffetimize zarar gelmesinden ise ölmeyi yeğledik. Allah’ın kutlu elçisi Cebrail ile insanlar için alâmet olacak çocuğa müjdelendik. Netice de en fazla bizden görünenlerin ayıplayacağı bir ortamda, babasız bir şekilde çocuk dünyaya getirmek zorunda kaldık. Madem Rabbim bu şekilde dilemiş dedik; susma orucu tuttuk. Davamız için ödediğimiz bu bedeller neticesinde Allah, beşikteki çocuğu konuşturarak bizi temize çıkardı.
Bazen İsa olduk, babasız geldik dünyaya. Daha bebekken davamızın sözcüsü olduk. Henüz bebekken bizden görünenlerin düşmanlığıyla tanıştık. Ölüler için diriltici nefes olduk. Allah bizim elimizle maketten kuşlara can verdi. Bizim dilimizle sakladıklarını insanlara haber verdi. Beklenilen birisiyken bizi bekleyenler tarafından yalanlandık, yıpratıldık, düşmanlaştırıldık. İlk düşmanlığı bizden olanlardan gördük. Bizden olanlar, bizim koruyucumuz olması gerekenler, bizi katletmeleri için düşmanlarımızla işbirliği yaptılar. Sahibimiz olan Allah yetişti imdadımıza. Bizi çekti aldı onların o sinsi tuzaklarının içinden. Bize benzeyen zalimleri katlettiler bizim yerimize. Ölümüne hükmedilen ve istenmeyen biriydik, lakin zamanla güçlü biz olduk zayıf kalanlar ise kendileri oldular.
Pavlus’lar çıktı içimizden. Bizden olduğuna dair inandırdı bizi. Lakin bize düşmanımızın vurduğu darbeden çok daha büyük bir darbe vurdu. Bizi biz olmaktan çıkardı, bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaştırarak bizi bize düşman yaptı. Bizi düşmanlarımızın kucağına attı. Düşmanlarımız biz olduklarını söylediler fakat biz, çoktan biz olmaktan çıkmıştık.
Bazen bir grup genç olarak çıktık zalim yöneticinin karşısına. Hakkı haykırdık ona ve etrafındaki danışmanlarına. Onlarda, kendilerinden öncekiler gibi hakikati duymaktan hoşlanmadılar. Onlarda bizleri yok etmek istediler. Canımızı zor kurtararak mağaraya sığındık. İlâhî bir el bizi 309 yıl uyuttu orada. Sonrasında insanlar için bir âyet olalım diye bizi yeniden uyandırdı uykumuzdan. Bu yolda yürümenin meşakkatli olduğunu, bedel ödemek gerektiğini belletti bize. Fakat bütün bu meşakkatlerin neticesinde mükafatın olduğunu bizler üzerinden belletti tüm çağlara.
Bazen Mekke’nin çorak topraklarında bir yetimle yeniden dirilişin ateşi bizimle yakıldı. Oysaki Mekkeliler Allah’ın kutsal evinin bekçileriydiler. Allah’ın evinin misafirlerini ağırlıyorlardı. İnsanlar, Allah’ın evinin hizmetkârı oldukları için onlara saygı duyuyordu. Kâbe’nin Rabbinin elçisi olduğumuz için bize sahip çıkması gerekenler, Kâbe’nin Rabbine iman etmesi gerekenler ilk olarak dikildiler karşımıza. Tüm gür sesleriyle Muhammed dediler, fakat Allah’ın rasûlü demediler. Kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmayı doğru gördüler ama yalnızca Allah’a tapınmaya yönelik davetimizden dolayı bize düşmanlık ettiler. Aralarında 40 yıl yaşadığımız ve bizden hiçbir zarar görmedikleri halde; bize “el-Emin” dedikleri ve kıymetli emanetleriniz bize teslim ettikleri halde bize düşmanlıkta en önde durdular. Sokak sokak, cadde cadde, panayır panayır peşimizden gezerek yalanladılar bizi.
Derdimizin dünyalık elde etmek olduğunu düşündüler ve bize dünyanın her türlü imkanlarını sundular. Davamızdan vazgeçme karşılığında yöneticilik ve krallık teklif ettiler. Mekke’nin en zengini olmamız için mal teklifinde bulundular. İstediğimiz kadar kadını bizim hizmetimize vereceklerini söylediler. Yeter ki davamızdan vazgeçelim istediler. Onlar bizi anlamadılar. Bizler davanın sahibi değil, davanın müntesipleriydik. Bunun için bir elimize güneşi, diğer elimize de ayı verselerdi yine de biz davamızdan vazgeçemezdik. Bizler ulvî bir davanın müntesipleriyken onlar bize dünyanın adî faydalarını teklif ettiler. Bizim davetimiz onların da bizim de dünya ve ahiret kurtuluşunu amaçlıyorken onların davetleri bizi dünyanın adî zevkleri içinde helak edecek hususlardı. Anlamadılar bizi ve davamızı. Belki de anlamak istemediler. Ahiretin güzelliklerine talip olmak için dünyanın adî zevklerinden vazgeçmek istemediler. Daha hayırlı olanı bırakarak daha adî olanı seçtiler.
Bir olan Allah’a iman ettiğimiz için çok ağır işkenceler yaptılar bizlere. Kimimizi, yazın sıcağında güneşin her tarafı kavurduğu bir zamanda kızgın kumlara yatırdılar ve özerimize koca koca taşlar koydular. Kimimizi, kızgın ateş korlarının üzerine sırtüstü yatırdılar. Kimimizi, mızrakları karnımıza saplayarak şehit ettiler. Fakat biz yine de “Allahû ehâd” demekten geri durmadık. Ebû Talib mahallesine hapsettiler bizi; insanlarla aramıza mesafe koydular. Bizimle insanlar arasındaki tüm ilişkileri kestiler. Bizi aç ve çaresiz bıraktılar. Açlıktan çocuklar öldü, lakin davamızdan asla ödün vermedik. Acıyı, açlığı, mahrumiyeti yüreğimizin ta derinliklerine kadar yaşadık lakin kafirleri güldürecek bir tavrın içine asla girmedik. Gözyaşlarımızı içimize akıttık lakin düşmanlarımızı sevindirmedik.
Bir ümitle Taif’e gittik. Belki onlar hakikate kucak açarlar umuduyla. Lakin onlarında kalplerinin kas katı kesildiğini gördük. Onlarda diğerleri gibi düşmanlık ettiler bize. Kendilerini kurtuluşa çağırmak için gittiğimiz Taif’ten, bizi, kan-revan içinde bırakacak şekilde taşlayarak kovdular. Yüreğimiz mahsun, yüreğimiz yaralı lakin “Allah bize kızmasın da gerisinin bir önemi yok” dedik. Bizi taşlayarak kovanların hidayetle tanışması için Allah’a yakardık. Biz onları şan ve şeref getirecek değerlere çağırıyorken, onlar ise bizi şereften yoksun bir dünyaya çağırdılar.
Yaptıkları her türlü eziyetler yetmiyormuş gibi birde hayatımıza kastettiler. Bizi katletmek için şeytanın aklına bile gelmeyecek tuzaklar kurdular. Yürüdüler, evimizi dört bir yandan sardılar. Lakin unuttukları bir şey vardı. Biz sırtımızı âlemlerin rabbi olan Allah’a dayamıştık. Çekti aldı bizi onların o kirli tuzaklarından. Onlar bir tuzak kurdular, Allah’ta onlara bir tuzak kurmuştu.
Biz dostumuzla birlikte yollara düştük. Bizimle olanlarla birlikte evimizi, malımızı-mülkümüz, eşimizi-dostumuz geride bırakarak Yesrib’e gittik. Yesrib’de bir olduk, güç olduk, onlar için kurtuluşun reçetesi olduk. Orada da düşmanlarımız bizi kendi halimize bırakmayarak yok etmek istediler. Düşmanlarımızla amansız bir mücadelenin içine girdik. Mazlumları ve Müslümanları korumak için istemesek de elimize kılıcı aldık. Bize kılıç çekenlere bizde onların anlayacağı dilden karşılık verdik. Allah’ın bizden istediği toplumsal bir düzen oluşturduk. Yesrib’i Medine yaptık. Medeniyetin tüm güzelliklerini Araplar arasında egemen kıldık. Allah’ın bize olan yardımlarıyla kısa bir zamanda davetimizi tüm Arap coğrafyasına ulaştırdık. Bize düşmanlık edenler, bizim dostluğumuzla karşılık buldular. Zâlimlerin amansız düşmanı olduk. Tüm dünyadan zulmü kaldırmak gibi ulvî bir görevi omuzlarımızda taşıdık. Mekke’de bizimle ortaya çıkan o ışık önce Arap coğrafyasını sonrada dünyayı aydınlatmaya başladı. Bizler o ışığın taşıyıcıları olduğumuz zamanlarda dünyanın en büyük gücü haline gelmiştik. Dünyaya nizam vermeye muktedirdik.
Lakin tarihi süreç içerisinde çeşitli sebeplerin de etkisiyle bizler, daha önce yüzyıllarca bizi aydınlatan o ışığa sırtımızı döndük. Gözlerimizi kapattık. Karanlıklar içinde kalmayı o ışığa tercih ettik. Karanlıklar içinde ısrarlı kalışımız bizleri ışıktan o kadar uzaklaştırdı ki ışığın varlığını bile unuttuk. Işığı artık karanlıkların içinde ki ışık süzmelerinde arıyorduk. Buda bize bırakın karanlıklardan kurtulmayı bir karanlıktan diğer bir karanlığın içine atıyordu.
Yeniden ayağa kalkmak ve dünyaya nizam verecek bir güce ulaşmak istiyorsak; yolumuzun tümüyle aydınlık olmasını istiyorsak Allah’ın dünyamız için ışık kaynağı kıldığı Kur’an’ın aydınlığında yürümeye yeniden başlamamız gerekiyor. Her birimiz Kur’an’dan ışığını alan bir kandil haline gelmemiz gerekiyor. Karanlıklardan beslenenlerin bizden razı olmayacaklarını ve girdiğimiz bu yolun bizden öncekilere bedeller ödettiği gibi bizlere de bedeller ödeteceğini asla unutmamız gerekiyor. Bizden öndekiler bedel ödedikleri için kazandılar, bizler, bedel ödemeden kurtuluşu bekliyorsak bunun mümkün olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bugün Gazze’de kardeşlerimizin ödediği bedelleri gibi. Onlar sahip oldukları her türlü hususlarla beden ödüyorlar. Kim bilir belki Allah, onların ödediği bedeller vesilesiyle bizlere yardımını gönderecektir. Üzerimizdeki bu ölü toprağı kaldıracaktır. Bize başarının yolunun ne olduğunu gösterecektir.
Selam kurtuluşa tâbi olan mü’minlerin üzerine olsun! Bu kutlu yolda yürürken karşısına çıkacak zorluklara tahammül göstererek imtihanı hakkıyla kazanan kimselere selam olsun! Selam, Gazze’de direnen ve bedel ödeyen kardeşlerimizin üzerine olsun! Selam, kalbi Gazze’deki mücadele için atan Müslümanların üzerine olsun!