KIYÂMET
- Kıyâmet; Anlam ve Mâhiyeti
- “Kıyâmet”in Diğer İsimleri
- Kıyâmet Alâmetleri
- Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
- İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Kıyâmeti Başlatacak Melek
- Ba’s ve Ba’sı İnkâr
- Ba’su Ba’de’l-Mevt
- el-Bâis; Yeniden Dirilten Allah
- Haşr ve Neşr
- Haşr-ı Cismânî
- Mahşer
- Sırat ve Sırat Köprüsü
- Havz-ı Kevser
- Hesap ve Hesap Günü
- Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
- Mizan
- Duhân; Kıyâmet Alâmetlerinden Biri
- Dâbbetü’l-Arz
- Deccal
- Mehdi
- Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa’nın Nüzûlü
- Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz?
- Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
- Hadis-i Şeriflerde Kıyâmet ve Kıyâmet Alâmetleri
- Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
- Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
- Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı, Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
- Her An Yaşadığımız Kıyâmet: Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
- Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
- Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
“Allah -ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur- sizi mutlaka kıyâmet gününde bir araya toplayacaktır. Bunda şüphe yoktur. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” [1]
Kıyâmet; Anlam ve Mâhiyeti
Kıyâmet: Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek anlamına gelir. İslâm inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir. Bu olay Kur’an’da çok çeşitli isimlerle anılır.
Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm’ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündemi içindedir. Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka bir şey değildir. Bu büyük önemi yüzünden Kur’an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyâmet kesin olarak gerçekleşecek,[2] şüphe götürmeyen bir olaydır.[3] Alâmetleri belirmiş,[4] yaklaşmıştır.[5] Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır.[6] Kâfirler bu günden devamlı bir şüphe içinde kalırlar,[7] yalanlarlar.[8] Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir.[9] Sarsıntısı korkunç bir şeydir.[10] Belâlı ve acı bir Sâat’tir.[11] Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır. [12]
Kur’an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde, zamanı konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah’ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O’ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur’an, “Kıyâmet sâatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır”[13] gibi âyetlerle Kıyâmet’in zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar: “De ki: ‘Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz.”[14]; “Kıyâmet’in ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek. Onun nihâyeti ancak Rabbine âittir.” [15] Cibril Hadisi olarak bilinen ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Cebrâil’in bu konudaki sorusunu “Sorulan, sorandan daha bilgili değildir” diye cevaplayarak kendisinin de Kıyâmet’in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır. [16]
Kur’an Kıyâmet’in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer. Buna göre Kıyâmet “Sûr’a üflenince” [17] başlayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocukları unutacak, hâmile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır.[18] Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır.[19] Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler altüst edilecektir.[20] Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır.[21] Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır. [22]
Kıyâmet’in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sûr ‘a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır.[23] Bu diriliş ve kalkışı (ba’s) toplanma (haşr) izleyecektir. Kur’an Kıyâmet’in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak ve dâvet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler “bu ne çetin gün” diyerek korkularını dile getireceklerdir.[24] Muttakî kullar ise Allah’ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır.[25] O gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır. Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır. Mü’minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, onlar gülecek ve sevinç içinde olacaklardır. Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir.[26] Tüm insanlar tabî oldukları önderlerle birlikte çağrılacak,[27] peygamberler ümmetlerine şâhitlik etmek üzere toplanacak,[28] gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir. [29]
Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hak edenler Cennet’e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem’e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azapla başlayacaktır.
Kur’an ve Sünnet’ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte, müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (Kıyâmet-i suğrâ) denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur’an’a dayandığını öne sürmektedir. Bu bilginlere göre “Allah’a kavuş(up huzura çık)mayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihâyet kendilerine ansızın Sâat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): ‘Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!’ derler...”[30] âyetinde “Kıyâmet” anlamındaki “Sâat” aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek Kıyâmet, Kıyâmet-i kübrâ (büyük Kıyâmet) olarak anılır.
Küçük Kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük Kıyâmet’e kadar süren dönem Kabir Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü’min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir Hayatı’na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) kabri “ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak nitelemiştir.[31] Bir başka hadiste de Münker ve Nekir’in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği ya da azâba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü’minin mezarı yetmiş arşın genişletilir, aydınlatılır ve ona “Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et” denilir. Münâfık kişinin mezarına da “Bu adamı alabildiğine sıkıştır” emri verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür.[32]
Yaygın kanaate göre herkesin Kıyâmeti kendi ölümüyle başlar. İnsan, yaratılışının gereği ölümü hoş karşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde dünyanın meşrû nimetlerinden faydalanılması emredilmiş ve yeryüzünün imar edilmesi istenmiştir.[33] Hz. Peygamber de ölümün temenni edilmemesini tavsiye etmiş ve yaşamanın mü’mine hayır getireceğini bildirmiştir. [34]
Genelde vaaz, tasavvuf ve ahlâk alanlarına dâir kaleme alınan eserlerde ölüm uyarıcı ve korkutucu bir vâsıta olarak kullanılıp dehşet verici tasvirler yapılmıştır. Kur’an’da bile bile küfür ve inkâr yolunu tutanlar, zulmedenler, müslüman topluma karşı kin besleyip dinî hayat alanında çifte şahsiyet ortaya koyanların ölüm hallerinin elem verici olacağı ifâde edilir.[35] Buna karşılık dünyada iman edip dürüst davrananların kendilerine esenlik dileyen melekler tarafından karşılanacağı, hiçbir korku ve üzüntüye kapılmadan hak ettikleri cennet mutluluğuyla sevinmelerinin kendilerine telkin edileceği haber verilir. Melekler onların dünyada ve âhirette dostları olduklarını, hizmetlerine hazır bulunduklarını ifâde edecek, ğafûr ve rahîm olan Allah’ın sayısız ikrâmına mazhar kılınacaklarını belirteceklerdir.[36] Yine Kur’an’da meleklerin Allah’a dönüp O’nun yoluna uyanlar için duâ ve niyazda bulundukları, Cenâb-ı Hak’tan böylelerini bağışlamasını, cehennem azâbından korumasını, kendilerini iyi yoldan ayrılmayan ataları, eşleri ve nesilleriyle birlikten Adn cennetlerine koymasını talep ettikleri anlatılır.[37] Bu âyetlerden çıkarılabilecek sonuçlara göre ölümle başlayan âhiret hayatı neşesi veya sıkıntısı bulunmayan bir yaşantı değildir. “Berzah âlemi” diye de anılan bu hayatın dünya ile âhiret arasında bir geçit yeri teşkil ettiği ve Kıyâmetin kopmasından sonra başlayacak ebedî hayatın bir örneğini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu ifâde eden ve Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadis[38] yakın anlamlı başka rivâyetlerle de desteklenmektedir.[39]
Kozmik anlamda Kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmemektedir. Kur’an’da 40 yerde geçen “sâat” kelimesiyle anlatılan Kıyâmetin kopuşunun -jeolojik zaman çerçevesinde- yakın olduğu, ansızın geleceği ve alâmetlerinin belirdiği[40] ifâde edilmektedir. Ancak bu alâmetlerin nelerden ibâret olduğu açık bir şekilde haber verilmemiş, sadece Ye’cûc ve Me’cûc’un gelişiyle,[41] dâbbetu’l-arzın çıkışı[42] Kıyâmet alâmeti mânâsına alınabilecek bir bağlam içinde zikredilmiştir. Çeşitli hadis rivâyetlerinde yer alan Kıyâmet alâmetlerinden zaman içinde sosyal hayatın bozuluşu ve ahlâkî gerileyişi konu alanların dışında kalanlar, isnâd veya metin kritiği açısından iman derecesinde bağlayıcı olmaktan uzak bir görünüm arzetmektedir.
Kıyâmetin Halleri: Kıyâmet hallerini sûra üfleniş, ba’s, haşir, hesap, cennet ve cehennem durakları olmak üzere beş merhalede incelemek mümkündür.
Hadis ve tefsir rivâyetleriyle desteklenen bazı âyetlerde Kıyâmet gününde cezâ ve mükâfat safhasının fiilen başlamasından önce dünyada işlenen kötü amellerin ibret verici yansımalarının olacağı haber verilir. Meselâ toplumu sömürücü bir nitelik taşıyan ribâ/fâiz işlemini sürdürenler kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacak,[43] devlet malına hıyânet edenler Kıyâmet meydanına haksız yere aldıkları mal boyunlarına asılı olarak geleceklerdir.[44] Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadiste kaydedildiğine göre Hz. Peygamber sahâbîlere bir hitabede bulunurken devlet malına hıyânet etmenin dehşet verici sonuçlarından söz etmiş ve şöyle demiştir: “Kıyâmet gününde birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin boynunda için için kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve, başkasının boynunda altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez parçası bulunuyorken karşıma çıkmayın! Bunların herbiri benden yardım isteyecek, ben de, ‘elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ etmiştim’ diyeceğim.” [45]
Din Günü: “(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının gerçek sahibi)dir.”[46] “Din günü” kavramı, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesiyle; “itaat, hesap, cezâ (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)” gibi anlamlara gelen “ed-dîn” kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen “gün” kelimesi, bir gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört sâat anlamında olmayıp, zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki “gün”; ay, yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi olabilir. “Bugün dünya, yarın âhiret” sözünde olduğu gibi. Kur’an’da geçen ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli bin sene olduğu anlaşılmaktadır. “Din” kelimesi ise burada, hesap, cezâ, karşılık anlamlarına gelir.
“Din günü” kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır: Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü.” Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Cezâ günü.” İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının görüleceği “Hesap günü.”
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur’an’ı, Kur’anî kavramları, öncelikle Kur’an’la tefsir etmek en doğru yoldur. Din gününün ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır: “Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah’a aittir.”[47] Din günü: “Bütün iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulacağı ve birbirinden tamamen ayrılacağı son zamandır.” Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme, durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve cezâ gibi durum ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve Kıyâmet günü anlaşılmaktadır. Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir.
Kur’an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman dilimini kuşatır. Kur’an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi, aynı zamanda çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur’an, hali ve halimizi anlatırken mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli gözönüne serer. İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra yaşanan dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir; yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur’an’ın mesajından beslenerek bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan çıkar; diri diri yaşar ve her yaptığı ibâdet değeri kazandığından canlı Kur’an olur. Bu şuurdaki insan, din günü bilinciyle hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden kendi nefsini hesaba çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli, bizi uyarıyor ve bize din gününü hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz. Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
Din Günü de Denilen Kıyâmet ve Âhiretin Tek Sahibi Allah’tır: Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin temel esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi; dünyanın da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama Fâtiha Sûresinde “din gününün, cezâ gününün mâliki” denmiştir. Bunun sebebi: Bu dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına Allah’ın fırsat vermiş olmasındandır. O’nun dünyanın sahibi ve yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir. Ama O’nun âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite yalnız ve yalnız O’na aittir. “Kimindir o gün hükümranlık? Elbette kahhâr olan tek Allah’ındır.” [48]; “O gün iş tamamıyla Allah’ındır.” [49] Elbette âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah’tır. Yoksa, âhiretin sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir. Ne var ki, O’nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince tartışılsa bile âhiret mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır. Gerçek mü’min ise, O’nun dünya mâlikliği konusundaki tartışma ve itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.
Yüce Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren pek çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak bilinen atom ve hayat binasının ana maddesi olarak kabul edilen hücre. Atom, bunca küçüklüğüne rağmen büyük bir mûcize; Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir başka mûcize. Şüphesiz bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan apaçık bir gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice bakmak, Allah’a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir. Allah’ın okunan kitabı olan Kur’an’da din günü anlatılırken, görünen kâinat kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir. Böylece öldükten sonra dirilme işi, Kıyâmet günü ve âhiret hayatı, en gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatılmıştır.
“Kıyâmet”in Diğer İsimleri
Kur’an’da Kıyâmete ait pek çok isim zikredilmiştir. Kur’an’da “Kıyâmet” kelimesi dışında, aynı anlama gelen çokça kelimeler kullanılmıştır. Kıyâmet anlamında kullanılan bu kelimelerin önemli bir bölümü, Kıyâmetin dehşetini anlatan ve bu zaman diliminde olacak bazı özelliklerin ifâdesidir. Yani, bunların çoğu Kıyâmetin sıfatlarıdır. Ama isim olarak da kabul edilir. Bu isimler Kıyâmet’in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır. Kıyâmet günü anlamına gelen ve Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen önemli isimler şunlardır:
Yevmü’d-Dîn: Din günü, cezâ günü demektir. [50]
Es-Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman demektir. [51]
El-Yevmü’l Hakk: Hak günü, doğruluk günü demektir. [52]
Yevmü’l Ma’lûm: Geleceği kararlaştırılmış belirli ve muayyen gün demektir. [53]
El- Vaktü’l Ma’lûm: Geleceği belli olan Allah katında kararlaştırılmış bulunan vakit demektir. [54]
El-Yevmü’l Mev’ûd: Vadedilmiş, yani olacağına söz verilmiş gün anlamındadır.[55]
El-Yevmü’l Âhir: Son gün, dünya hayatından sonra gelecek olan hayat demektir. [56]
Yevmü’l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler günü anlamına gelir. [57]
Yevmü’n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir. [58]
Yevmü’n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır. [59]
Yevmü’l Ba’s: Ölümden sonra yeniden dirilme günü anlamına gelir. [60]
Yevmü’t-Teğâbün: Aldanmadan duyulan üzüntü ve esef günü anlamına gelir. [61]
Yevmü’t-Talâk: Buluşma ve kavuşma günü demektir. [62]
Yevmü’t-Tenâd: İnsanların korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları gün. [63]
Yevmü’l Cem’: Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün demektir. [64]
Yevmü’l-Hısâb: Hesap günü demektir. [65]
Yevmü’l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık duyup hasret çekme günü anlamlarına gelir. [66]
Yevmü’l Hurûc: Dirilip kabirden çıkma günü anlamındadır. [67]
Yevmü’l Fasl: Hak ve bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir. [68]
El-Kaari’a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını alacak ve ödlerini patlatacak olan büyük hâdise demektir. [69]
El- Ğâşiye: Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır. [70]
Et-Tammetü’l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir. [71]
En-Nebeü’l-Azîm: Büyük haber günü demektir. [72]
El-Haakka: Zarûri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit saat ve zaman demektir. [73]
El-Va’ad: Vâde günü demektir. [74]
El-Vâkıa: Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün demektir. [75]
Emrullah: Allah’ın emri, hükmünün geçerliliği anlamına gelir. [76]
Yevmü’l Kıyâmeh: Kıyâmet günü, ölülerin dirilip kalkacağı gün demektir. [77]
Kıyâmet Alâmetleri
Eşrâtu’s-sâa, yani Kıyâmet alâmetleri: Ahir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet’in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler demektir. Bu belirtiler genellikle Küçük Alâmetler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alâmetler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.
Kur’an, Kıyâmet’in zamanını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir.[78] Buna karşılık yaklaştığını,[79] yakın olduğunu,[80] ansızın geleceğini[81] bildirir. Kıyâmet alâmetlerinin belirdiğini[82] ifâde etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, “Sâat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak”[83] âyetinin ikinci bölümünün “ay yarılacak” biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur’an’da anılan tek Kıyâmet alâmeti olma özelliği kazanır.
Hadis külliyâtları ise Kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alâmetleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alâmetler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alâmetler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dinî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terkedilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alâmetler’in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:
a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları. [84]
b) İnsanların ölümü temenni etmeleri. [85]
c) Câriyenin efendisini doğurması. [86]
d) Hicaz’da bir ateşin çıkarak Busra’da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması. [87]
e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması. [88]
f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması. [89]
g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması. [90]
h) Depremlerin çoğalması. [91]
ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması. [92]
i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi. [93]
j) Yahûdilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi. [94]
k) Zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması. [95]
l) Kahtan’dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi. [96]
Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu’l-Ğıfârî’den (r.a) rivâyet edilmiştir: “Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize “Ne konuşuyorsunuz?” dedi. Biz de ‘Kıyâmet gününden konuşuyoruz’ diye cevap verdik. Hz. Peygamber: “Şüphesiz on alâmet görülmedikçe Kıyâmet kopmayacaktır” dedi ve “Deccâl’i, dumanı(duhan), Dâbbetü’l-arz’ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)’ın yere inmesini, Ye’cûc ve Me’cûc’u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen’den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını” söyledi.” [97]
Kıyâmetin bu on büyük alâmeti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:
1. Deccal’in ortaya çıkışı: Deccâl, Kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini’ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal’in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında “kâfir” yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine’ye ve Mekke’ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Hz. İsa’nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir. [98]
2. Duhan’ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir. [99] Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü’minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.
3. Dâbbetü’l-Arz ‘ın çıkışı: Dâbbetü’l-Arz: Kıyâmet’ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı “yer hayvanı” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler.”[100] buyrulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü’l-arz hakkında “Çıkacak olan Kıyâmet alâmetlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhûrudur. Bu iki alâmetten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir”[101] buyurmuştur.
4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. [102]
5. Hz. İsa’nın (a.s.) inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm’a davet edecek, Deccâl’i öldürecek, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şerîati ile hükmedecektir. [103]
6. Ye’cûc ve Me’cûc’un çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak “yeryüzünde bozgunculuk yapacak”[104] olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur.[105] Hz. Zülkarneyn’in önlerine yaptığı seddin yıkılarak[106] açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp yıkarak harâbe haline getireceklerdir. Bazı rivâyetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir. [107]
7. 8. 9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet’in büyük alâmetlerindendir. [108]
10. Yemen’den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi. [109]
Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin Sünen’lerinde yer alan bazı hadislere göre Mehdî’nin çıkması da Kıyâmet’in büyük alâmetlerindendir. [110]
Hz. Peygamber (s.a.s.), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü’minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır. [111]
Hadis şerhleriyle “fiten” ve “melâhim” türü kitaplarda Kıyâmet alâmetleri hakkında çeşitli rivâyetler Hz. Peygamber’e atfedilir. Bu rivâyetlerde ahlâkî bozuluşa, dinî-sosyal hâdiselere ve tabiat olaylarına ilişkin oldukça ayrıntılı bilgilere yer verilir. Kıyâmet alâmeti olarak dinle alâkalı birçok kitapta yüzlerce hadis rivâyeti vardır. Çoğu zayıf veya uydurma olan, toplumdaki dinî, sosyal ve siyasî gelişmeleri yansıtan bu rivâyetlerde belirtilen alâmetlerin sayısı yetmişi aşkındır. Kıyâmetin kopma zamanını bildiren herhangi bir âyet veya sahih hadis bulunmamakla birlikte, âhir zaman peygamberinin gelişiyle kâinatın son zaman dilimine girdiğini gözönünde bulundurarak Kıyâmetin kopuşunun ashâbdan itibaren başlayabileceği düşünülmüş ve hicrî 3., milâdî 9. yüzyıldan başlayarak hadislerde zikredilen Kıyâmet alâmetlerine inanılması itikadî bir ilke haline getirilmiştir.
Sahih hadislerde sözü edilmeyen, fakat literatürde Kıyâmet alâmetleri içinde sayılan toplumsal değişimle ilgili olayları içeren rivâyetlerin o devirde yaşayan müellifler tarafından uydurulmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Rasûl-i Ekrem’in müslümanları uyardığı ve Kıyâmet alâmeti olarak zikrettiği ahlâkî bozuluş ve dinî hayatın yozlaşması, esâsen ferdin ve toplumun helâk olması anlamında bir Kıyâmet alâmeti olup kâinattaki kozmolojik düzenin yıkılması mânâsına gelmez. Aksi takdirde sözü edilen yıkılışın bugüne kadar gerçekleşmesi gerekirdi. Çünkü ahlâkî bozuluş kategorisindeki alâmetlerin Asr-ı Saâdet’ten itibaren sıkça vuku bulduğu şüphesizdir.
Üzerinde tartışılan asıl Kıyâmet alâmetleri, “büyük alâmetler” olarak kabul edilen hârikulâde olaylar ve kozmik değişikliklerdir. Kıyâmetin kopuşu öncesinde gerçekleşeceğine inanılan başlıca hârikulâde olaylar deccalın ortaya çıkışı, mehdînin zuhûru, Hz. İsa’nın gökten inmesi, Ye’cûc ve Me’cûc’un görünmesi, Hicaz bölgesinde büyük bir ateşin çıkışı, gökten insanları bürüyen bir dumanın inmesi ve dâbbetu’l-arzın yerden çıkmasından ibârettir. Bunlardan dâbbetu’l-arz, duhân ve Ye’cûc ve Me’cûc konusu Kur’an’da zikredilmektedir. Mehdî, deccal ve nüzûl-i İsa inançları ise sadece Hz. Peygamber’e atfedilen rivâyetlere dayanır.
Hadislerde dinî yozlaşmayı ve ahlâkî bozuluşu haber veren olayların kâinatın kozmik düzeninin yıkılışına işaret eden belirtiler olmaktan çok, ferdî ve toplumu yok oluşa götüren birer alâmet olduğunu kabul etmek daha isâbetli bir hüküm olmalıdır. Rasûl-i Ekrem’e atfedilen rivâyetlere dayanılarak Kıyâmet alâmetleri arasında zikredilen ve Kur’an’da haklarında bilgi bulunmayan deccalın çıkışı, mehdînin zuhûru ve Hz. İsa’nın gökten inişine dâir inançlara gelince, Selefiyye dışındaki Sünnîlerin de kabul ettiği epistemolojik anlayışa göre İslâm akaidi açısından bunlara inanma mecbûriyeti yoktur. Zira bunlar Kur’an’la sâbit olmadığı gibi, mütevâtir hadislerle de te’yit edilmiş değildir. Her şeyden önce nüzûl-i İsa inancına dayanak teşkil eden rivâyetlerdeki bilgiler Hz. İsa’nın tabiî bir şekilde öldürüldüğünü bildiren âyetlerle çelişmekte,[112] ayrıca Rasûl-i Ekrem’in ardından peygamber gelmeyeceği ve her insanın belli bir süre yaşadıktan sonra öleceği gerçeğine aykırı düşmektedir. Nüzûl-i İsa’nın hıristiyanlara âit bir inanç olduğunu dikkate alarak Kur’an’la uyuşmayan bu tür âhad rivâyetlerin, tedvin döneminde hıristiyanlardan İslâm akaidine intikal etmiş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir. Deccal inancı konusundaki son araştırmaların ortaya koyduğuna göre bu rivâyetlerde çelişkili bilgiler vardır. Sahih olanların ise deccalın ulûhiyyet niteliklerine sahip hârikulâde bir insan değil, kötülüğü temsil eden bir tip olduğu tarzında yorumlanması gerekir.
Buhârî ve Müslim gibi hadis âlimleri eserlerinde mehdî hakkındaki rivâyetlere yer vermemişlerdir. Mehdînin zuhûruna ilişkin Tirmizî ve Ebû Dâvud rivâyetlerini nakleden râvîlerin güvenilir olmadığı cerh ve ta’dil âlimlerince belirtilmiştir. Ayrıca mehdînin insanların hidâyete ermesini sağlayacak hârikulâde bir güce sahip kılınması, peygamberlerin bile tabi olduğu sünnetullahı ortadan kaldıran bir anlayıştır. Mehdî inancının oluşmasında Ehl-i Beyt’e mensup imamlara yapılan eziyetlerin ve müslümanlar arasında meydana gelen üzücü olayların etkisinin bulunduğu kabul edilmektedir. Bu inancın ilk defa Şia’da görülmesi bunun bir delili sayılmalıdır. Ayrıca bazı rivâyetlere dayandırılan deccal, mehdî ve nüzûl-i İsa gibi hârikulâde olayların Kur’an’ın kesin açıklamasına göre Kıyâmetin ansızın vuku bulacak olması gerçeğiyle bağdaşmadığını söylemek gerekir. [113]
Kıyâmet, içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı evrenin parçalanıp dağılması ve bütün şuurlu varlıkların hesap vermek üzere Yaratıcı’nın huzurunda, mâhiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde kıyâm etmesidir. Bu, Kıyâmetin akla ilk gelen mânâsıdır. Kur’an iyi tetkik edildiğinde görülür ki, bu büyük ve genel Kıyâmetten başka sayısız küçük Kıyâmetler, varlıklar dünyasını doldurmuş bulunmaktadır.
Hayat sahnesinde her an milyonlarca, milyarlarca Kıyâmet yaşanmaktadır. Kâinat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce Kıyâmet yaşanmaktadır.
Her varlık birçok Kıyâmete sahnedir. Fakat her varlık daha büyük bir varlığın sahne olduğu Kıyâmetlerden de biridir. Binlerce Kıyâmete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin Kıyâmetlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde bulunduğu güneş sisteminin Kıyâmetlerinden birine konu teşkil edecektir. Güneş sistemi, içinde bulunduğu bir başka bütünün, o da bir başka bütünün parça Kıyâmetleri olacaktır. Kur’an’ın eşsiz ifâdesiyle: “Yaratıcı’nın vechinden/yüzünden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm ancak O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”[114] Kendimizden örnek verirsek, bizim altımızda ve üstümüzdeki planlarda Kıyâmetler vardır diyeceğiz.
Toplumların da Kıyâmetleri vardır. Kur’an ve hadisler iyi tetkik edilirse görülür ki, onlarda geçen Kıyâmet kelimesi, yukarıda açıklanan Kıyâmetlerden bazen birini, bazen öbürünü, bazen de hepsini birden ifâde eder. Hadis veya âyet, bir sosyolojik değerlendirme yapıyorsa, Kıyâmet sözü “toplumun çöküşü” anlamını taşıyacaktır. Meselâ, bir hadiste: “Emânetler, görevler lâyık olmayanlara verildiğinde Kıyâmeti bekle” denilmektedir. Buradaki Kıyâmet, toplumun çöküşüdür. Çünkü; emânetlerin ehil olmayan ellere geçmesi toplumu yıkar. Yani, burada bir sosyolojik Kıyâmet sözkonusudur.
Biz bu batışları, Kıyâmetleri, değişik isimler ve tablolar olarak seyrediyoruz. Sistemler, rejimler değişiyor, devrimler birbirini izliyor, imparatorluklar dağılıyor ve nihâyet dünya haritası durmadan değişiyor. Bütün bunlar din terminolojisindeki Kıyâmet deyiminin belirişleridir. Hadislerde toplumsal Kıyâmete sebep olacak birçok olumsuz gelişme ifâde edilmiştir. [115]
Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
Sûr; Kıyâmet sâati geldiği an dört büyük melekten biri olan İsrâfil’in (a.s.) üfleyeceği bir araçtır. Kur’ân-ı Kerîm’de Sûr ‘un nasıl bir şey olduğu açıklanmaz. Yalnız, “Sûr’a üfürüldüğü gün, Allah’ın diledikleri bir yana göklerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi Allah’a boyun eğmiş olarak gelirler.”[116] âyeti Sûr ‘un varlığına bir delildir. Bunun dışında Hz. Peygamber’den nakledilen bazı hadisler onun mahiyetini ayrıntılı bir şekilde açıklar.
Ebû Ya’lâ el-Mavsılî’nin Müsned adlı hadis kitabında Ebû Hüreyre’den (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif Sûr ‘u açıklar: Ebû Hüreyre der ki: Bir gün Peygamber (s.a.s.) bizimle oturuyor sohbet ediyordu. Etrafında sahabelerden büyük bir topluluk vardı. Bize şöyle dedi: “Yüce Allah gökleri yarattıktan sonra, Sûr ‘u yarattı. Ve onu İsrâfil’e (a.s.) verdi. İsrâfil ağzını Sûr ‘a dayamış ve gözlerini de Arş’a dikmiştir. Sûr’a üfürmesi için verilen emri beklemektedir.” Ebû Hüreyre diyor ki; ben, “Ey Allah’ın Rasûlü, Sûr nedir?” diye sordum. O da, “Boynuza benzeyen bir âlettir” diye cevap verdi. Ben yine, “O nasıl bir şeydir” diye sordum. O da, “O, çok büyük bir şeydir. Beni hakkı tebliğ etmek üzere gönderen Yüce Allah’a yemin olsun ki, yerler ve gökler onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir” diye cevap verdi... Bu hadis-i şerif uzayıp gidiyor. Ayrıntısıyla her şeyi açıklıyor. Bu hadise göre: Sûr’a üfürülüş üç kez olacak. Birinci üfürüşte korku ve dehşetten bütün yaratıklar sarsılacak. İkinci üfürülüşte bütün kâinat alt üst olup, bütün canlılar ölecek. Allah yeni bir düzen (âhiret yurdu) kurup hesap günü gelince, üçüncü bir üfürülüşle bütün ölülerin ruhlan bedenlerine girerek yeniden dirilecekler. Ve ardından hesap, kitap, mizan, şefaat, sırat, Cennet, Cehennem... Kıyâmet olayları olacak.
Kur’ân-ı Kerîm Sûr’un üfürülüşü ânında yaşanacak dehşeti, Tekvîr, İnfitar, İnşikak ve daha başka sürelerde genişçe haber vermektedir:
“O gün güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür, dağlar yürütülür, en değer verilen on aylık develer terkedilir, denizler kaynatılır.” [117]
“Gök yarılır, yıldızlar etrafa saçılır, denizler akıtılır.” [118]
“Gök yarılıp Rabbinin emrine boyun eğer, yer uzatılır, içinde olanları atıp tamamen boşalır ve Rabbine boyun eğer.” [119]
“Büyük bir gürültü koparır, o gün insanlar ateş etrafında çırpınıp dökülen pervaneler gibi olur, dağlar atılmış renkli yüne benzer.” [120]
“Yer dehşetle sarsılır, ağırlıklarını dışarıya, çıkarır ve insan, “ne oluyor” diye korkusunu dile getirir.” [121]
“O gün bir sarsıntı sarsar, peşinden bir diğeri gelir kalpler titrer, insanların gözleri yere döner ve ‘biz ufalmış kemik olduğumuz zaman eski halimize mi döneceğiz (yoksa)? O takdirde bu zararına bir dönüştür’ diye düşünecekler. Tek bir çığlıkla hepsi bir düzlüğe dökülecekler.” [122]
“Sûr’a üfürüldüğü gün herkes bölük bölük gelecek, gökler kapı kapı açılacak, dağlar yürütülüp serap olacak.” [123]
“Yıldızların ışığı giderilecek, gök yarılacak, dağlar pamuk gibi atılacak.” [124]
“Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman insan “kaçacak yer neresi” diyecek, ama sığınak yoktur o gün.” [125]
“Arslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler.” [126]
“Yeryüzü ve dağlar sarsılır, dağlar yumuşak kum yığını hâline gelir.” [127]
“Gökyüzü erimiş maden gibi olur, dağlar da atılmış pamuğa döner; hiçbir dost dostunu soramaz.” [128]
“Sarsıntıyı gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür, insanlar adeta sarhoş gibidir. Onlar sarhoş değildir ama Allah’ın azabının şiddeti onları o hâle koyar.” [129]
Ölü bedenlere ruhların verileceği üçüncü üfürülüş anında ise, “Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak, o çağırana koçarak kabirlerinden çıkarlar. Kâfirler ‘bu ne zorlu bir gün’ derler.” [130]
“Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, söz verilmiş olan gündür.” [131]
Yukarıdaki hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz’e; “Sûr’a üfürüldüğü gün, Allah’ın diledikleri müstesnâ, göklerde olanlar da yerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi boyunları bükülmüş olarak O’na gelirler.”[132] âyetindeki “Allah ın diledikleri müstesnâ” kelâmı ile kastedilen kişilerin kimler olduğu Ebû Hüreyre tarafından soruldu. Rasûlüllah cevaben, “Onlar şehidlerdir. Çünkü şehidler Yüce Allah’ın katında diridirler. Allah onları, Kıyâmet gününün dehşetinden, korku ve endişesinden korumuştur. O günün korku ve endişesi, sadece iman etmeyen âsi ve günâhkâr kullar içindir” karşılığını verdi. Peygamberimiz daha sonra Kıyâmet ve sûr konusunda özetle şu bilgileri verdi: “Bütün canlılar öldükten sonra ölüm meleği Azrâil Allah’ın huzuruna çıkar ve ‘Ey Allah’ım, yaşamasını dilediğin kimselerden başka, yerde ve gökte canlı olarak yarayan bütün varlıklar öldü’ der. Allah ise, geride kalanları herkesten daha iyi bildiği halde, ölüm meleğine ‘Geride canlı kalan kimse var mıdır?’ diye sorar. Azrâil, ‘Ey Allah’ım, ölmeyen ve daima diri olan Zât-ı Celâlin kaldı. Sen bâkisin ve dirisin. Bir de kalmasını dilediğin Arş’ı ayakta tutan melekler, Cebrâil, Mikâil ve ben kaldım’ cevabını verir. Daha sonra Allah’ın emriyle geride kalan melekler de ölür, Azrâil’e dönen Yüce Allah: ‘Ey meleğim, sen de diğer yaratıklarım gibisin. Bütün yaratıklarım öldü, sana ihtiyaç kalmadı. Yaratan ve öldüren benim. Artık sen de öl’ buyurur ve Azrâil de ölür. Sonra Yüce Allah: ‘Bugün mülk kimindir?’ diye seslenecek ama cevap verecek hiçbir canlı olmayacak; cevabı Allah kendisi verecektir. ‘Bugün mülk, tek ve her şeye gücü yeten Allah’ındır?”
Yüce Allah, yerleri ve gökleri değiştirecek, yeni bir âlem yaratacak, her yer dümdüz olacak. Allah’ın seslenmesiyle bütün varlıklar tekrar eski haline gelecek; yerin altındakiler altta, üstündekiler üstte olmak üzere dirilme anını bekleyecekler. Allah’ın emriyle gökler kırk gün yağmur yağdıracak, her taraf sularla kaplanacak. Ardından Allah cesetlere yeniden dirilmelerini emredecek. Cesetler bitkilerin yeşermesi gibi yerden çıkacak. Bu arada Cebrâil ve Mikâil de yeniden diriltilecek. Ardından Allah bütün ruhları çağıracak. O gün mü’min ruhlar ışık hâlinde, kâfirlerinki ise karanlık halde gelir. Allah bu ruhları Sûr ‘a doldurup İsrafile emreder. İsrafil emri yerine getirir ve Sûr’u üfler. Sûr’dan çıkan ruhlar yerle gök arasını doldurur; ardından Allah, her ruhun kendi cesedine girmesini emreder. Ruhların cesetlere girmesinden sonra yer yarılır ve herkes kabrinden çıkıp ilâhî huzura doğru yürümeye başlar. “Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak o çağırana kabirlerinden koşarak çıkarlar.” [133]
Buna göre Sûr, İsrâfil’in (a.s.) Kıyâmet anında canların toptan öldürülmesi, kâinatın düzeninin bozulması, ardından yeni bir âlemin kurulması ve nihâyet canlıların tekrar dirilmeleri için toplam üç kez üfleyeceği, mahiyetini bilmediğimiz, dünyadaki âletlere benzemeyen, ancak hadislerde boru diye tanımlanan bir âlettir. [134]
İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Kıyâmeti Başlatacak Melek
Sûr’a üfleyecek olan melek; dört büyük melekten birisi olan İsrâfil Kıyâmet günü Sûr’a üflemekle vazifeli melektir. Kıyâmet günü Allah’ın emri ile iki defa Sûr’a üfleyecektir. “Sûr’a üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr’a bir defa daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.” [135]
İsrâfil’in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek ve âhiret hayatı başlayacaktır. Sûr’un ilk üflenişine “nefha-i ûlâ”; ikinci üflenişine “nefha-i sâniye” denilir. İsrâfil’e (a.s.) Sûr’a üfüreceği için Sûr Meleği de denilmiştir. Peygamber’e (s.a.s.) Sûr’un mâhiyeti sorulunca şöyle demiştir: “Üfürülen bir boynuzdur.” [136] Peygamber (s.a.s.); “İsrâfil Sûr’u tutmuş hazır bir şekilde kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor”[137] buyurmuştur.
Sûr’un üfürülüşü ve İsrâfil’in (a.s.) sûr’a üfürmesini anlatan uzun bir hadis Tefsîr kitaplarında konu ile ilgili âyetlerin açıklanmasında zikredilmiştir. Bu hadisin bazı cümleleri sahih hadis kitaplarında konu ile ilgili anlatıları bahislerde geçmekle beraber, bazı cümleleri ifade ve manâ bakımından peygamber sözü olmayacak derecede münker kabul edilmiştir. Bu hadisin tek râvisi olan İsmail b. Râfi’ Medine’nin kıssacılarındandır. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hâtim er-Râzî gibi hadis tenkidçileri hadislerinin münker olduğunu hatta metrûk bir râvi tarafından rivâyet edildiğini söylemişlerdir. [138]
Levh-i Mahfuz’da Allah’ın yazılı irâdelerini okumak ve bu irâdelerin yerine getirilmesiyle görevli olan mukarreb meleğe bildirmek de İsrâfil’in (a.s.) görevlerindendir. İsrâfil’in (a.s.) ve diğer meleklerin kadrinin yüceliğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) bazen onların ismi ile duâ etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) gece namazına kalktığında şöyle duâ ederdi; “Ey Allah’ım, Cebrâil, Mikâîl ve İsrâfil’in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve şehâdet âlemini bilen. Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm sahibisin. Beni izninle ihtilaf edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini sırât-ı müstakim’e kavuşturursun.” [139]
Ba’s ve Ba’sı İnkâr
Ba’s; öldükten sonra dirilmek demektir. Hayatının başlangıç ve sonu olmayan tek varlık, Allah’tır. Diğer bütün varlıkların bir başlangıç ve bir sonu vardır. Her canlı gibi insan da doğar, büyür ve eceli gelince ölür. Ölen insan için kabir hayatı başlar, Kıyâmete kadar devam eden kabir hayatından sonra Kıyâmetin kopması ve ikinci defa İsrafil’in (a.s.) sûr’a üfürmesiyle kabirlerdeki bütün cesetler kendi ruhlarıyla birleşerek yerlerinden kalkıp, hesaplarının görüleceği geniş bir sahaya toplanırlar. Âhiret hayatının diğer merhalelerinden geçtikten sonra, iman ve amelleri nisbetinde Allah’ın kendilerine takdir etmiş olduğu Cennet veya Cehennem’e giderek âhiret hayatının devamını yaşamaya başlarlar.
İşte insanın öldükten sonra dirilmesi ve âhiret hayatına başlamasına “ba’s” denir. Öldüren ve dirilten Allah’tır. Ölümün ve dirilmenin nasıllık ve niceliğini tam manasıyla bilmemekle birlikte; bunlar hakkında verilen haberlerin doğruluğuna kesinlikle inanmamız istenmektedir. Haberin doğruluğu, onu bildiren zatın doğruluğuna bağlıdır. Ölümü ve öldükten sonra dirilmeyi haber veren, Allah ve O’nun peygamberidir. Bilindiği gibi öldükten sonra dirilmeye iman etmek imanın esaslarından biridir. Cibril Hadisi adı ile şöhret bulan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) imanın şartları konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır: “...Allah’a, Meleklerine, Kitabına, Allah’a kavuşmaya ve Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanman, bir de bütün kadere inanmandır.”[140] Hadiste bildirildiği gibi altı maddeden ibâret olan iman esaslarının hepsine birden inanmak farzdır. Bunlardan bir tanesini bile inkâr etmek, bütününü inkâr demektir. Dolayısıyla öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek küfür olup ebedî Cehennem azabını gerektirir. “Ba’s” olayının dünyada benzerlerini görmek son derece mümkün ve kolay bir husustur.
“Allah -ölenin- ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu sûretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır.” [141]
Bütün varlıkları yaratan ve herkesin sırlarını bilen Allah, ömürleri tamam olup ölecek olan nefisleri öldükleri zamanda ve ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek olanları uykuları zamanında tutar, onları cesetlerine bırakmaz. İbn Abbâs’ın ifadesine göre: “İnsanda bir nefis ve bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile şuaları gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan; ruh da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölüm halinde ruh ve nefis birlikte vefat ederken, uykuda yalnız nefis vefat eder.” Âyetten ve izahından anlaşılacağı gibi ölüm ve öldükten sonra dirilmenin bir benzerini insanoğlu uyuma ve uyanmasıyla yaşamaktadır.
Geçmişte ve günümüzde inananların dışında- insanların büyük bir kısmı öldükten sonra dirilme gerçeğini iki sebepten kabul etmek istememişlerdir. Birincisi, akıl ile idrak edememeleri, ikincisi de dünyada yaptıkları isyanlarının hesabını verme korkusu. Her iki tür insana cevap ve müminlerin imanlarını takviye açısından Kur’an’da konu ile ilgili birçok âyet vardır. Âyetlerden bir kısmı bu dünyada meydana gelen öldürme ve diriltme olaylarını gözönüne sermektedir:
a) İsrailoğullarından biri, zulmen öldürüldü, fakat cezânın tatbik edilebilmesi için katil bulunamadı. Allah onlara bir sığır kesmelerini emretti, sığır kesildi ve yine İlâhî emir gereği, kesilen sığırın bir parçası maktûle vuruldu, maktûl de Allah’ın izni ile dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledi. [142]
b) Babil hükümdarı Buhtunnasrın, Kudüs ve civarını zaptedip harabeye çevirdi. Halkının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı. Esirler içerisinde bulunan -kuvvetli rivâyete göre Hz. Üzeyir (a.s.) Bâbil zindanlarından kaçarak Kudüs’e geri dönüp oranın harap halini görünce de buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntü ile düşünmüştü. Bunun üzerine Allah, Üzeyir’in (a.s.) ruhunu alır ve yüz sene müddetle onu bu vaziyette bırakır. Yüz sene sonra dirilince yanındaki yiyeceklerinin aynen durup bozulmadığını, merkebinin ise kemiklerinin bile çürüyüp parçalandığını görür. Üzeyir (a.s.) bu durumda ancak bir gün veya daha az bir zaman kaldığını zanneder. Sonra Allah kudretiyle, Üzeyir’in (a.s.) merkebinin kemiklerini bir araya getirerek etlerini giydirir. Bütün bu hâdiseler Allah’ın emriyle meydana gelmektedir. [143]
3) Hz. İsa’nın (a.s.) mucizelerinden biri de ölüleri diriltmektir. [144]
4) Hz. İbrahim (a.s.), Allah’tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istedi. Ancak bu isteğinin, inançsızlığından değil, bilâkis kalbinin mutmain olması için olduğunu ifade etti. Allah O’na “O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (iyice incele), sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra onları kendine çağır; koşarak sana geleceklerdir... “[145] buyurdu. Hz. İbrahim de emredilenleri yapmış, kestiği kuşların etlerini birbirine karıştırarak herbirinden birer parçayı dağlara koymuş, sonra da onları çağırdığında kuşların her bir parçasının kendi vücutlarıyla birleşerek Allah’ın izniyle canlanıp yanına geldiklerini görmüştür.
5) Kur’an kâfir kral Dekyanos zamanında yaşayan birkaç mümin gencin, kralın zulmünden kaçarak mağarada saklanmaları hâdisesini (Ashâbu’l-Kehf olayını) anlatır. Özetle Kur’an’ın bildirdiğine göre bu gençler gizlendikleri mağarada üçyüzdokuz yıl uyurlar. Uyandıklarında bir gün veya daha az bir müddet uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Şehir değişmiş, kral değişmiş, halk hristiyan olmuştur. Alış veriş için kullanmak istediği paranın kâfir yönetici Dekyanos zamanına ait olduğu farkedilir. Genç ve arkadaşlarının hazine bulduğunu zanneden halk, gençle birlikte mağaraya gelirler. Genç, arkadaşlarına haber vermek üzere mağaraya girer ve bir daha dışarı çıkmaz.[146]
Yukarıda bildirilen ve Kur’an’la sâbit olan bu olaylar, öldükten sonra dirilme hâdisesinin, bizzat insan hayatı üzerindeki canlı misalleridir. Bunlardan başka Allah, insanlardan Ba’s’ı anlamak ve ibret almak isteyenler için tabiattan da birçok örnekler ve misaller vermiştir: Hac sûresi beşinci âyette Allah, öldükten sonra dirilme konusunda kuşku içinde olanları ikaz etmek üzere şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)den, sonra alaka (embriyon)dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir. Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir. (Her şey O’nunla varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her Şeyi yapabilir... Allah kabirlerde olanları diriltecektir.”[147]; “O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir. Nihâyet onlar, ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete yollarız; onunla su indirir ve türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhâlde bundan ibret alırsınız.” [148]
Mekke müşriklerinden Adîy b. Rabîa, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Kıyâmet hakkında soru sordu o da Kıyâmetin kopacağını ve bütün insanların kabirlerinden dirilerek kalkacaklarını söyledi. Anlatılanları aklı ile kavrayamayan Adiy ve benzerlerine cevap olmak üzere Allah, “İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye gücümüz yeter.” [149] âyetini inzâl ediyor.
Bunlardan başka daha birçok âyetlerde Allah, -kâfirlerin inkârlarına rağmen- insanların, ölümlerinden ve toz toprak olmalarından sonra, vakti gelince tekrar dirilteceğini, hesaplarının görülmesi için mahşere sevkedileceklerini belirtmektedir. Verilen bu bilgiler, gayb âlemine ait bilgilerdir. Bunların mantık veya müsbet ilimle izah ve ispatı sözkonusu değildir. Ancak, âyetler üzerinde düşünen insanlar dirilme olayının gerçekliğini kavrayabilirler. İnsanı ve tüm varlıkları, modeli yok iken ilk defa yaratmaya muktedir olan bir varlık, onları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye de güç yetirebilir. Müminler, dirilmeye inanırlar. İnanmayanları ise Allah “kâfir” olarak nitelendirmiştir. [150]
Ba’su Ba’de’l-Mevt
Ba’su ba’de’l-mevt: Öldükten sonra tekrar dirilmek demektir. Buna “haşr-ı ecsâd (cesedlerin birleşmesi) neş’e-i uhrâ (ikinci yaratılış) da denir. Bu dirilme İsrafil’in (a.s.) sûra ikinci defa üflemesiyle olacaktır. Buna iman etmek İslâmî akîde gereğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Sonra sûra bir defa daha üflenecektir. Bir de görürsün ki insanlar kabirlerinden doğrulmuş bakıyorlar.” [151] buyrulur. O zaman Allah Teâlâ insanların dağılan parçalarının aslî uzuv ve parçalarını bir araya getirecek ve Âlem-i Berzah’da bulunan ruhlarını bedenlerine iâde ederek diriltecektir.
Öldükten sonra dirilmenin vukû bulacağını Allah ve Rasûlü haber vermektedir. Bu konuda akıl, ilim ve duygularla bilgi elde edilemez. Fakat bunlar öldükten sonra dirilmenin vukû bulmayacağını da ispat edemez. Öyle ise öldükten sonra dirilme aklen mümkündür. Aklen mümkün olan bir şey hakkında nass vârid olunca artık ona inanmak gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilme üzerinde çok durur. Çünkü Mekke müşrikleri bunu bir türlü kabul edemiyorlar ve şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edildiği gibi: “Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar diriltilecek değiliz”[152] diyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilmenin olacağını sadece haber vermekle yetinmez, ispat etmek için birtakım aklî deliller de getirir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
1- Bir şeyin benzeri ve örneği yok iken onu ilk defa yaratan, öldükten sonra tekrar benzerini meydana getirmeye elbette kadirdir. “Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan Allah’tır. Bu, O’na pek kolaydır.”[153] Halef oğlu Ubey bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.s.) geldi. Elinde bulunan çürümüş bir kemiği ufalayarak: “Böyle çürüdükten sonra bunu tekrar kim diriltecek?” dedi. Bunun üzerine aşağıdaki âyetler indi: “İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir. Yarattığımızı unutarak bize misal getirir ve ‘çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?’ der. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, bütün yaratılanları çok iyi bilir.” [154]
Bu ve benzer âyet-i kerîmelerde öldükten sonra dirilme ispat edilirken ilk yaratılıştan hareket edilmiş, örneği ve benzeri yok iken ilk defa yaratmanın güçlüğü yanında ikinci defa benzerini yaratmanın daha kolay olduğuna dikkat çekilmiş, âlemi ilk defa yoktan var eden Yüce Allah’ın, ölüleri tekrar diriltmeye haydi haydi kadir olacağı vurgulanmıştır.
2- Uyku, küçük ölüm sayıldığı gibi uyanma da küçük hayat sayılır. İnsanlar uykudan sonra uyandıkları gibi öldükten sonra da dirileceklerdir. [155]
3- Yağmursuzluk ve kuraklık sebebiyle yeryüzündeki bitkiler ve yeşillikler kururlar. Sonra yağmur yağınca ya da sulanınca tekrar canlılık kazanırlar. “Yeryüzünü kupkuru görürsün. Üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçip dirilir. Bu, Allah’ın delillerindendir. Şüphesiz toprağa can veren Allah, ölüleri de diriltir. Muhakkak o, her şeye kaadirdir.”[156]; “Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat Biz, oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer kabarır her çeşit güzel bitkiler bitirir. İşte bütün bunlar delildir ki, Allah haktır, ölüleri diriltecektir. Allah her şeye kadirdir, Kıyâmet kopacaktır, bunda şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri kaldıracaktır.” [157]
4- Âdem’i (a.s.) topraktan yaratıp neslini meniden yaratan kudret, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ey insanlar! Eğer tekrar diriltilmemizden şüphe ediyorsanız, ilk yaratılışınızı bir hatırlayın. Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek iççin biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfe (meni) den yarattık.” [158]
5- Göklerin ve yerin yaratılması öldükten sonra insanların tekrar diriltilmesinden daha güçtür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması, insanların (ikinci defa) yaratılmasından daha büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [159]
6- Kur’ân-ı Kerîm’de öldükten sonra dirilme hakkında geçmişte vuku bulmuş misaller de verilmiştir. Kehf sûresinde anlatılan Ashabu’l-Kehf hâdisesi, Bakara sûresinin ikiyüz altmışıncı âyetinde anlatılan Hz. İbrahim’in (a.s.) paramparça ettiği dört kuşun tekrar diriltilmesi hadisesi, aynı sûrenin iki yüz elli dokuzuncu âyetinde anlatılan -tefsirlerin belirttiğine göre- Üzeyir (a.s.) hâdisesi bunlara misaldir.
Bunların dışında başka deliller de vardır. Hz. Ali öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden birine: “Benim dediğim olursa sen zararlı çıkarsın, fakat senin dediğin çıkarsa ben bir şey kaybetmem” diye cevap vermiştir. Bir başka zât da: “Toprağa hangi tohum atılmıştır da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceğinden niçin şüphe ediyorsunuz?” demiştir. [160]
el-Bâis; Yeniden Dirilten Allah
el-Bâis: Esmâü’l-Hüsnâdan, Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kulları ölümlerinden sonra dirilten, ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran veya ümmetlere peygamberler gönderen anlamına gelir. Allah Teâlâ insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden kaldıracak “Arasat” denilen çok geniş, dümdüz, ağaçtan ve binadan tamamiyle boş bir yere çıkaracaktır. Âhiret günü yahut Kıyâmet günü denilen ve Kur’ân-ı Kerîm’ de daha başka adları olan bu gün iman esaslarından biridir ve el-ba’sü ba’del-mevt (öldükten sonra dirilme) diye adlandırılır.
“De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir.”[161] Allah Teâlâ, mahlûkatını yok ettikten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. “O, mahlûku ilkin yaratıp sonra onu (ö!dürdükten ve tekrar dirilttikten sonra) iâde edecek olandır ki, bu, O’na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nun. O, yegâne gâlip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[162] Ba’s, yeniden diriltme ve din gününde amellerin karşılığını vermek içindir. Dünya imtihan; âhiret, sonuç günüdür.
Haşr ve Neşr
Haşr; bir topluluğu bulunduğu yerden çıkarmak, meskenlerinden koparıp başka bir yere sevketmek, sürgün etmek ve bir yere toplamak demektir, “Kitap ehlinden inkârcıları ilk haşrde/sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur”[163] âyetinde geçen “haşr” kelimesi, Kıyâmet günü vuku bulacak olan “haşr” değil, onun küçük bir numûnesi olmak üzere Nâdiroğulları yahûdilerinin yurtlarından çıkarılıp sürülmesi demektir. Bu “haşr” ehl-i kitabın ilk haşridir. Yani bunda ehl-i kitap, Arap Yarımadasından ilk defa olarak çıkarılmak sûretiyle haşrolunmuşlardır. İkinci haşirleri de herhalde Kıyâmette olacaktır.
Terim olarak “haşr”; insanların öldükten sonra dirilip dünyada iken yaptıkları işlerden ve söyledikleri sözlerden dolayı sorguya çekilmek üzere “mahşer” denilen yere sürülmeleri, burada toplanmalarıdır. Nitekim Kıyâmet gününe “yevmü’l-ba’s” (tekrar dirilme günü) ve “ yevmü’n-neşr” denildiği gibi, “yevmü’l-haşr” (toplanma günü) de denir.
“Neşr”; yaymak, dağıtmak manasına yahut “nuşûr yapmak” yani ölüleri diriltmek anlamındadır. Buna “neşr”, öldükten sonra insanları tekrar diriltmek; “haşr” de onları mezarlarından çıkararak, “mahşer” denilen yere sevkedip orada toplamaktır. “Sizi yaratıp yeryüzüne yayan O’dur ve O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [164]
Öldükten sonra tekrar dirilmeye ve hesap vermek üzere Allah ile mülâki olmaya (neşre ve haşre) inanmak, iman esaslarından biridir. Kalbimizde en ufak bir şilphe duymadan bizleri yaratanın Allah olduğuna iman ettiğimiz gibi, aynı katiyetle O’nun huzunında toplanacağımıza da inanıyoruz. Ne var ki, ölümü gözleriyle gördükleri için inkâr edemiyen birtakım insanlar, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremiyor, ölümün toprak oluş ve nihâyette yokoluş olduğuna inanıyorlar. Bu gibilerine Kur’ân şöyle hitap eder:
“Kendi yaratılışını unutup, ‘çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye Bize misâl vermeye kalkar. De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.” [165]; “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her şeye kadirdir.”[166]; “Allah, rüzgârları gönderir, onlar da bulutu kaldırır. Biz de onu ölü bir nehre sürükleriz; onunla yeri, ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra dirilme böyledir.”[167]; “Sonra onu öldürüp kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu diriltip kaldırır.” [168]
Sağlıklı düşünebilen insan için bunlar ne kadar vecîz ve belîğ ifadelerdir. İlk önce yoktan vareden elbette öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. Görmüyor musun, her kış çürüyüp toprağa karışan bitkiler bahar gelince nasıl canlanarak ayağa kalkıyor, ölü iken yeniden diriliyor. Gören gözlere düşünen gönüllere lisan-ı hal ile “haşri ve neşri” ispat ediyor. “Ki, O, gökten belli bir miktar su indirdi de onunla ölü bir beldeyi dirilttik. Siz de böyle diriltilip çıkartılacaksınız.” [169]
Varı yok edebilen, yoktan da var edebilen Allah için, ölüyü diriltmek idrâk edemeyeceğimiz kadar kolay ve basittir. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu sadece, o şeye ‘ol!’ demektir, hemen oluverir.”[170] Bunun için zamana, yardımcıya ve alete ihtiyacı yoktur. Bir kişiyi, bin kişiyi veya bir milyar kişiyi yaratmak, öldürüp haşretmek O’nun için birdir. “Sizin yaratılmanız ve (öldükten sonra) tekrar diriltilmeniz, tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” [171]
Allah’ın apaçık âyetlerini gördükleri halde, öldükten sonra tekrar dirileceklerine ve yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmayarak şeytana uyanlara Cenâb-ı Allah şöyle hitabediyor: “Rabbine andolsun ki, biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız.” [172]
Her ne sûretle olursa olsun ölüm muhakkaktır. Akıllı kimse odur ki Rabbi ile karşılaşacağını hesaplayarak kendini buna hazırlar. Ahmak, akılsız kimse böylesi bir hazırlıktan mahrum olarak yakasını Azrail’e kaptırandır. Mâdem ki ölüm vardır o halde Allah’ın istediği biçimde ölmeye bakmalıdır.
“Andolsun ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.”[173] “Müttakîleri o gün Rahmân’ın huzurunda O’na gelmiş misafirler olarak toplarız, suçluları da susuz olarak cehenneme süreriz.”[174] O gün dehşetli bir gündür: “O gün, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter bir derdi vardır.” [175]
Haşr-ı Cismânî
Haşr; Kıyâmet gününde amellerine bakılmak için ölülerin diriltilerek bir yere toplanmaları demek olduğuna göre; “Haşr-ı Cismânî” bedenen, cisimle, cesetle dirilme, bedenlerin haşri demektir.
Ölümle, ruhların bedenlerden ayrıldığı, dolayısıyla bedenlerin ruhsuz kalarak çürüdüğü ve toprağa karıştığı malumdur. Ruhlara gelince, onların ölmeyip Kıyâmete kadar ruhlar âleminde bekletildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla âhirette diriltilecek olan bedenimizdir. Haşrolunacak olan da, ruhları kendilerine avdet etmiş vücutlarımızdır. Böyle olunca, bazı filozofların iddia ettiği gibi “haşr”; yalnızca ruhların haşredilmesi şeklinde olan “haşr-ı ruhânî” değil, aksine ruhla birlikte bedenlerin haşri, yani “haşrı cismânî” şeklinde olacaktır. Eğer haşr filozofların iddia ettiği gibi yalnızca ruhânî olsaydı, Cenâb-ı Allah’ın ölümden sonra bedenlerin tekrar diriltilmesinden söz etmesinin hiçbir anlamı olmazdı.
“Kendi yaratılışını unuturda; ‘çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyerek bize misal vermeye kalkar. De ki; ‘onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.” [176] Rivâyete göre Übeyy b. Halef, bir gün Hz. Muhammed (s.a.s.)’e elinde çürümüş bir kemikle gelerek parmaklarıyla onu ufalamış ve: “Muhammed! Allah’ın bu çürümüş dağılmış kemiği tekrar dirilteceğini mi sanıyorsun” deyince Peygamberimiz; “Evet, Allah bunu diriltecek, seni de öldürdükten sonra diriltip cehenneme sokacaktır” demiş, yukarıdaki âyet de bunun üzerine nâzil olmuştur. [177]
Âyette; “çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye bir soru sorulmakta ve soruya gâyet iknâ edici bir cevap verilmektedir: “De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir.” Onları yokluk âleminden varlık âlemine getiren Allah, tekrar diriltmeye kâdir değil midir? Hiç şeksiz şüphesiz kaadirdir.
“Allah rüzgârları gönderir onlar da bulutu kaldırırlar, Biz de onu ölü bir şehre sürükleriz, onunla yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra dirilme böyledir.” [178] Evet, nasıl ki ölü bir belde yağmurla yeniden dirilerek canlanıyorsa, çürümüş, toprağa karışmış cesetler de aynı şekilde Rableri’nin emriyle dirileceklerdir. “İşte ölümden sonra dirilme böyledir.” Dirilme böyle olunca, haşr de cismânî olacaktır.
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O, her şeye kadirdir.” [179] Cenâb-ı Allah, ölümden sonra yeniden dirilmeyi hep bu çeşit örneklerle insanoğluna anlatmaktadır. Maddî olan çürümüş insan cesedinin diriltilmesini, yine maddeden ibâret olan tabiatın diriltilmesine benzeterek, insanı ikna yoluna gidiyor. Bu da gösteriyor ki haşr; “cismânî haşr” şeklinde olacaktır.
“Bir de onlar dediler ki; sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yeni bir hilkatte dirileceğiz, öyle mi?” [180]
“Dirilten de öldüren de O’dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O’nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?” [181]
“Öncekiler; ‘ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz?’ demişlerdi.” [182]
“Öldüğümüzde, kemik yığını ve toprak yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?’ diyorlardı.” [183]
Yukarıdaki âyetlerde müşriklerin öldükten sonra çürüyecek olan cesetlerinin yeniden diriltileceğine inanmadıkları anlaşılıyor. Bu da, bize gösteriyor ki Kur’an’da geçen haşrın cismânî olduğunu Câhiliyye Arapları biliyordu. İnkâr ederken kullandıkları ifâdeler buna şâhittir.
Müşrikler “haşr”i tamamen inkâr ederken, İslâm filozofları diye bilinen meşhur bazıları da haşrın rûhânî olacağını savunarak, Kur’ân’ın bu gâyet açık olan nassına muhalefet etmektedirler. Hâlbuki “haşr-ı cismânî”yi kabul etmek hem akla, hem nakle, hem de ilâhî adalete daha uygundur. Çünkü Kur’ân gerek cennet gerekse cehennemi tasvir ederken devamlı olarak beş duyu ile algılanabilen tablolar çizmektedir. Kur’ân âyetleri haşrı hep maddî misallerle tasvir etmektedir. Diğer taraftan Allah’ın yarattığı nimetlerin tamamına yakın bölümü, dil, göz, kulak, burun ve derinin algılayacağı ve takdîr edip yaratıcısına şükredeceği mahiyette yaratılmış olduğunu biliyoruz. Dünyada bundan yararlanan azalarımız, Allah’ın ibâdetinde bulunmanın mükâfatı olarak âhirette de neden istifade etmesinler. [184]
Mahşer
Mahşer; İnsanların toplandığı yer anlamında “Ha-şe-ra” fiilinden ismi mekândır. İkinci sûr’a üflendikten (nefha-i sâniyeden) sonra insanların hepsinin diriltilerek kabirlerinden kalkıp muhakeme edilmeleri için toplandıkları yer anlamına gelir. Mahşere “mevkıf” (insanların muhakeme olunmak üzere toplanacağı yer) zamana da “Yevmü’l-haşr” denilir. Şöyleki: Birinci nefhada (sûr’a ilk defa üflendiğinde) Allah’ın kalmasını dilediği melekler müstesna, canlıların hepsi ölecek, yerin ve göklerin nizamı bozulacaktır. Sonra göklerin ve genişletilen yerin nizamı başka bir şekilde sağlandıktan sonra ikinci nefha esnasında (sûr’a ikinci defa üfürülünce) her insan ve cinnin ruhları, diriltilen bedenleri ile birleşir. Yani ruhları, diriltilen bedenlerine taallûk eder. “Birinci defa sûr’a üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde olanlarla yerde bulunan kimselerin hepsi düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek. O anda görürsün ki ölüler diriltilip ayakta bakınıp duruyorlar.”[185] Herkes, diriltildikten sonra, “mahşer” denilen yere sevkedilir ve burada toplanır: “...Artık sûra üfürülmüştür. Bu sûretle hepsini mahşer’de toplamışızdır.”[186]; “O gün (haşir günü) yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) döndürülecektir. İnsanlar (kabirlerinden kalkıp) bir ve kahhâr olan Allah’ın huzurunda toplanacaklardır.”[187] Diriltilen mahlûkatın toplandıkları “mahşer” fevkalâde geniş, düz, binasız ve yapısız yepyeni bir yer olacaktır. Peygamberimiz (s.a.s.), “Kıyâmet günü insanlar, hâlis undan yapılmış dümdüz ekmek gibi esmere yakın beyaz bir yer üzerinde toplanacaklardır.” [188] buyurmuştur.
Abû Hureyrenin Peygamberimiz’den (s.a.s.) rivâyet ettiği bir hadisten öğrendiğimize göre; insanlar, mahşere yürüyerek, binek üzerinde ve ateş azâbı içerisinde olmak üzere üç grup halinde sevk edileceklerdir.[189] Tirmizî’nin başka bir rivâyetine göre üçüncü grub, yüz üstü sürünerek mahşere çekilip götürüleceklerdir. [190]
İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıktan sonra muhakeme olunmak için çeşitli korku ve sıkıntılar içinde uzun müddet bekletileceklerdir. Bu müddetin bin ila ellibin yıl arası olduğu söylenir. Mahşer yerine Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) eline “Livâü’l-hamd” sancağı verilecektir. Başta Hz. Âdem olmak üzere bütün peygamberler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sancağı altında toplanacaklardır. [191]
Mahşerde, insanlar, belirli bir süre bekledikten sonra muhâkeme ve muhasebe başlayacaktır. Büyük bir adalet mahkemesi kurularak herkese dünya da yaptığı her iş sorulacak, amel defterleri verilecek ve mizan konulacaktır. Herkes küfr ve dalâletteki veya iman ve hidâyetteki rehberleriyle birlikte çağırılacaktır. Bu konuda Kur’an da şöyle buyruluyor: “O gün insan sınıflarından herbirini rehberleriyle (izinden gittiği kimselerle birlikte) çağıracağız. Artık kimin kitabı (defteri), sağından verilirse, onlar kitablarını, en küçük haksızlığa uğratılmayarak okuyacaklardır.”[192] Herkese “Kitabını, amel defterini oku.”[193] denilecek; Her insan da amel defterinde neler yazılı olduğunu anlayacaktır. “Yüce Allah, kula bu gün şahid olarak nefsin ve şahidler olarak Kirâmen Kâtibin melekleri kâfidir, der ve sonra ağzı mühürlenir ve organları da dünyada neler yaptıklarını anlatır.”[194]; “O gün onların ağızlarını mühürleriz. İşleyip kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şehâdet eder.” [195]
İnsan öldükten sonra, bedeni dağılarak, molekül ve maddeleri başka hayvan ve insanlara geçiyor. Allah, insanı âhirette diriltirken başka insanlara aslî cüz (DNA: Deoksiribonükleik asit) olmaktan koruduğu ve altın zerresi gibi kaybolmaktan muhafaza ettiği ve onun bedeninin planını tamamen içeren bir molekülden yaratacaktır. Ve onu bu molekülden aynen yaratırken de diğer maddelerini ilâve edecektir. Zaten insanın bedeni dünyada iken de ölen ve dökülen hücrelerinin yerine yenisi yaratılarak beş ile altı senede tamamen yenileniyor. O halde insanın mahşerdeki bedeni ve organları, dünyadaki azalarının aynısı değildir. “Nasıl oluyor da eskisinin tam benzeri olsa da yeni maddelerden yaratılmış insanın azaları, eski organlarının işlediği suçlarına şahidlik yapacaktır” diye sorulursa; bunun doğru cevabı şudur:
İnsan, esas rûhuyla insandır. İnsanın rûhu değişmez ve ölmez. Bozulmadan aynen kalır. İnsanın dünyada şuurlu olarak işledikleri amellerinin hepsinin bilgisi onun ruhunda aynen mahfuz kalır. Allah Teâlâ mahşerde insanın ağzını mühürleyerek, ruhundaki işlediklerine ait bu bilgileri onun el ve ayak gibi organlarına harikulâde bir yolla söyletecektir.
Rivâyete göre; Mahşerde Peygamberimiz’e (s.a.s.) gâyet büyük bir havuz ihsan buyrulacak ki bunun büyüklüğü (boyu) Medine ile San’a arası kadar veya Şam’ın bir kasabası olan Eyle ile San’a arası kadar bir mesafedir. Suyu sütten daha ak, kokusu miskten daha güzel ve baldan daha tatlıdır. Kupaları da gökteki yıldızlar kadardır. Ondan bir defa içen bir daha susamaz.[196] Böylece müminler Cennete girmeden önce bu havuzun suyundan içerek mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. Gerçi Tirmizî’nin garib bir senetle rivâyet ettiği hadiste şöyle buyruluyor. Mahşerde “Her Peygamberin bir havuzu olacak. Onlar içinde havuzlarına su içmeye gelenlerin en çok ben olacağını umuyorum.” [197] Yine Peygamberimiz (s.a.s.), bir hadisinde, “Havuzun başına gelenlerin bir kısmının döndürüldüğü anda Onlar, benim ümmetim, diyeceğim. Onların senden sonra ne işler yaptığını (dinlerinden döndüklerini) bilemezsin, denilecek. Ben de, bundan sonra dinlerini değiştirenler helâk olsun, diyeceğim.” [198]
Mahşerde insanların muhakeme işleri bitirildikten sonra mahşerle Cennet arasında Cehennemin üzerine sırat köprüsü kurulacaktır. İnsanlar, bölük bölük Cehenneme bir kısmı da Cennete sevk olunacaktır. [199]
Sırat ve Sırat Köprüsü
Sırat; Yol, cadde, geçit anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de sırat, daha çok “müstakim” (doğru) ile sıfatlanarak, Allah’ın rızâsına uygun olan ve O’na ileten Tevhid dini ve İslâm dini anlamında kullanılır: “Kim, Allaha güvenip dayanırsa muhakkak doğru yola (Sırat-ı müstakime) iletilmiştir.”[200]; “Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O’na ibâdet ediniz. Bu doğru yoldur (Sırat-ı Müstakim).” [201]
Fakat ıstılahta sırat denilince âhiretteki “sırat” akla gelir. Sırat mahşer yerinden itibaren Cehennemin üzerinden geçerek Cennete kadar uzanacak bir köprüdür. Bu köprü, haşir günü Cehennemin üzerinde kurulacaktır. Mü’min, günahkâr, kâfir herkes bu köprüye gelecektir. Cennete gidebilmek için bundan başka yol yoktur. Sıratın iki tarafına konulmuş kancalar, oradan geçmeye iyi amelleri yetmeyen kimseleri Allah’ın emriyle çekip Cehenneme düşüreceklerdir. İyi amelleri ağır gelenler, kötülükleri sebebiyle tırmalanıp yara almış olsalar bile Sıratı geçeceklerdir. Bazı mü’minler senelerce sürünerek geçeceklerdir. Sırattan geçiş esnâsında Peygamberimiz sırat üzerinde “Kurtar, ey Rabbim, kurtar” diye mü’minler için Allah’a duâ edip duracaktır. [202]
Ebû Said el-Hudrî’nin rivâyetinde Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Mahşerde muhâkeme ve muhâsebe işlerinden sonra Cehennemin üzerinde bir köprü (Sırat) kurulur. Allah şefaate izin verir. (Mü’minler) ya Allah selâmet ver, selamet ver, diye duâ eder durur’’. ‘Yâ Rasulallah, köprü nedir?’ diye sorulduğunda; şöyle cevap verir: “Kaypak ve kaygan bir yoldur. Orada; kancalar, çengeller ve Necid’de bilen sa’dan denilen sert dikencikler gibi dikenler vardır. Mü’minler amellerine göre kimi göz açıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi iyi cins yarış atları gibi, kimi deve gibi süratle geçerler. Mü’minlerden kimi sapasağlam kurtulur. Kimi de tırmalanmış (hafif yaralı) olarak salıverilir. Kimileri de Cehennem ateşi içerisine dökülür.” [203]
Ebû Hureyre, Peygamberimizden şöyle rivâyet ediyor: “Cehennemin ortasına sırat (köprüsü) kurulur. Oradan peygamberlerden ümmetleri ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım. Peygamberlerden başka o gün kimse konuşamaz, Peygamberlerin sözleri de ‘Ey Allah’ım, kurtar kurtar’ olur.” [204]
Ebû Sa’id el-Hudri’nin rivâyet ettiğine göre, Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sırat’ın uzunluğu bin senelik yokuş, bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Bu mesafe bazı insanlar için olacaktır. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri ile orantılı bir zamanda olacaktır.[205] Bazı ulemâya göre Sırat’ın kıldan ince, kılıçtan keskin olduğuna dair rivâyetler, bu köprünün üzerinden geçmenin pek müşkil ve zor olduğundan kinâyedir.
Mü’minlerin Sırat’ın üzerinden çabuk geçip geçmemeleri, onların haramlara yönelip yönelmemelerine bağlıdır. Kalbine haram işleme düşüncesi gelip de ondan hemen yüz çevirip uzaklaşan kimseler Sırat’tan çabuk geçecektir.
Sırat üzerinde her bir mü’minin yalnız kendisinin faydalanacağı bir nûru vardır. Bu nurdan başkası faydalanamayacaktır. Kimse, başka bir kimsenin nûru içerisinde gidemeyecektir. Nurunun intişarı nisbetinde her bir mü’mini Sırat geniş veya dar olacaktır. Sırat’ın genişliği hadd-i zatında bir ve aynı olduğu halde, üzerlerinden geçenlerin nurları nisbetinde kimisine ince ve sıkıcı, kimisine enli, rahat ve hoş görünecektir.
Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler, günahlarınıza samimi bir tevbe ile Allah’a dönün! Umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları önlerinden ve yanlarından koşar da, ‘Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla; muhakkak sen her şeye kadirsin’ derler.” [206] Bu âyette, mü’minlerin nurlarından kastedilen, iman ve amelleriyle husûle gelen nurlardır. Özellikle bu nurları Sırat üzerinde onları yedip götürecek ve selamete çıkaracaktır. Münafıklar, karanlıkta kaldıkça mü’minler “Rabbimiz, nurumuzu söndürüp de bizi de kâfirler ve münafıklar gibi karanlıkta bırakma! Varacağımız yere kadar nurumuzu devam ettir ki, bu nurla sevinelim, karanlıkta kalıp perişan olmayalım” derler: “O gün (sıratta) münafık erkeklerle münafık kadınlar, mü’minlere, bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, derler. Onlara, dönün arkanıza da bir nur arayın, denilir. Nihâyet, onların arasına, bir kapısı olan ve içinde rahmet ve dışında azap bulunan bir sür çekilir.” [207]
Allah Teâlâ yine şöyle buyurur: “Sizlerden hiçbir kimse yoktur ki oraya (Cehenneme) uğramamış olsun. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, iman edip kötülüklerden sakınanları kurtarırız. Zâlimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.”[208] Bir rivâyete göre cennetlik mü’minlerin Cehenneme uğramaları, üzerindeki sırattan geçmelerinden ibarettir. Herkes bu köprüye gelecek ve Cehenneme girecek olanlar da buradan gireceklerdir. Mü’minlerin Cennete yollarının Cehennemden geçmesindeki hikmet; sevinçlerinin fazlalaşması ve kurtuldukları için şükürlerinin artması ve kâfirlerin üzüntülerinin çoğalmasıdır. Çünkü dünyada düşman saydıkları mü’minlerin kurtulması, kendilerinin Cehenneme atılmaları, kâfirler için azab üzerine azab olacaktır.
Mu’tezile’nin çoğu ve Kadı Abdulcebbâr el-Hemedâni (ö. 415/1025), Üzerinden geçmek mümkün olamaz; mümkün olsa bile Sırattan geçmek müminlere eza ve cefa çektirir” diyerek Sıratı inkâr etmişlerdir.
Halîmî (ö. 403/1012) gibi bazı âlimler de, kâfirlerin Sırat’a uğramadan doğrudan doğruya Cehennem’e atılacaklarını söylemişlerdir. Bunlar, bu görüşlerini Ebû Sa’id el-Hudrî’nin rivâyet ettiği bir hadise dayandırmışlardır. Bu hadise göre, Mahşerde bir münâdi, “Her ümmet dünyada nelere tapıyor idiyse, onların ardına düşsün” diye çağırır. Bunun üzerine münezzeh ve yüce olan Allah’tan başka şeylere, putlara ve heykellere tapagelen ne kadar kimse varsa, onlardan hiçbir i kalmaksızın Cehenneme dökülürler. Artık ortalıkta iyi ve kötülerden yalnız Allah’a ibâdet etmiş olanlar ve ehl-i kitabın kalıntılarından başka kimseler kalmayınca, Yahudiler çağırılacak ve onlara “siz neye ibâdet ediyordunuz?” denilecek. Onlar “Allah’ın oğlu Üzeyr’e tapıyorduk” diyecekler. Bunun üzerine onlara, “yalan söylediniz! Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi” denilir. Bunlar susadıklarını söyleyerek Cenâb-ı Allah’tan su isteyince, kendilerine serap gibi görünen ateşe götürülecekler ve birbirlerini çiğneyerek Cehennem ateşinin içine yuvarlanıp döküleceklerdir. Sonra Hıristiyanlar çağırılacak, “sizler kime ibâdet ediyordunuz?” denilecek. “Allah’ın oğlu Mesih’e ibâdet ediyorduk” diyecekler. Onlara da “yalan söylediniz! Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi” denilecek. Bunlar da susadıklarını söyleyerek Allah’tan su isteyince, kendilerine, “Haydi suya gelmez misiniz?” diye işaret olunur. Serap gibi görünen Cehenneme doğru toplanacaklar ve birbirlerini çiğneyerek Cehenneme döküleceklerdir”. Bu hadisin devamında: Geride kalanlara, tanımadıkları bir surette Allah Teâlâ’nın tecelli edeceği, sonra şiddet ve dehşetin kaldırılarak samimi olarak Allah’a ibâdet edenlerin secde etmelerine izin verileceği, diğerlerinin -secde etmek istediklerinde- kafalarının üzerine düşecekleri, daha sonra Allah Teâlâ’nın bunlara ilk gördüklerinden başka bir surette (sıfatta) tecelli edeceği bildirilir. Bundan sonra da Cehennemin üzerine köprü (sıratın) kurulacağı ve şefaate izin verileceği beyan edilir. [209]
Sırat köprüsü için, ‘kıldan ince kılıçtan keskin’ benzetmesi yapılır. Şüphesiz bu benzetme, onun üzerinden geçmenin zorluğunu anlatmak içindir. Esasen bu yol, insanın dünyaya gelişiyle başlayan bir yoldur. Bu ‘sırat’, doğumdan ölüme doğru uzanmaktadır. İnsanların, özelde de mü’minlerin yaşadıkları hayat bir ‘sırat’ üzerinde yürümedir. Bu köprüde yürümek, kurtuluşa doğru koşmak, tehlikelerden kaçınmak, Cehennem çukuru gibi yerlere, hatalara, günahlara, zorluklara düşmemek zordur. Hayat bu ‘sırat’ üzerinde yürümekten başka bir şey değildir. İşte bu noktada önemli olan herhangi bir ‘sırat’ta değil, ‘müstakîm olan’ doğru ve dümdüz olan Allah’ın yolunda yürümektir
‘Sırâta’l-müstakîm’, İlâhî vahy olan İslâm’ın diğer adıdır. Rabbimizin insan için seçtiği, dümdüz, dosdoğru kıldığı, emin ve yönü hidâyet olan kurtuluş yoludur. Bu yol, eğrilikten, güvensiz olmaktan, yani her türlü ‘ıvec’den uzaktır. Bu yolun dışındaki bütün gidiş yolları eğri-büğrüdür, yanlıştır, inişli çıkışlıdır, yani ne üzerinde kolaylıkla yürümek mümkündür, ne de insanı hayatın hedefine götürürler. [210]
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır: “Şüphesiz Biz ona(insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.” [211]
Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, ilâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmamasına sebep olur.
Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münasebet vardır. Her insan, gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur. Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm”dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması, başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. [212]
Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücadelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan[213] “sırat köprüsü”, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırat’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.
Sırat köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine kurulmuş olan sırat köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırat, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırat köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terkederek, reddederek sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar, insana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile güzel gösterilen yollardır.
Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.
Sıratın altında cehennem vardır. Sırât- müstakîmin sağında ve solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırat ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırat’ı geçmeleri mümkün değildir.
Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. [214]
Havz-ı Kevser
Havz-ı Kevser, yani Kevser Havuzu; Âhiret yurdunda bulunan ve Yüce Allah tarafından Peygamber efendimize verilmiş olan ırmak ve havuzun adıdır. “Doğrusu Biz sana Kevser’i verdik.”[215] anlamındaki âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz’e Kevser’in verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte, Kur’ân-ı Kerîm’de gerek Kevser’in ne olduğu ve gerekse Havz hakkında başka bir bilgi yoktur. Bu konudaki bilgilerimiz otuz kadar Sahabî’den çeşitli yollarla gelen ve tümü de muteber hâdis kitaplârında yer alan 50 dolayındaki hadis-i şerif’e dayanmaktadır. Hadislerden bir bölümünde Havz, bir bölümünde de Kevser hakkmda bilgiler vardır. Her ikisi hakkındaki ortak noktalar, havz ve ırmaktaki suyun tad, koku ve rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir. Diğer özellikler farklı bir biçimde sayılmıştır.
Nitekim Havz, adından anlaşılacağı üzere bir havuz; Kevser ise, bir Cennet ırmağıdır. Havz’ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır. Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların anlayışlarına göre, Havz’ın genişliği bir aylık yol veya şu şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak, büyüklüğü hakkında fikir verilmek istenmiştir. Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır. Kevser Irmağı’nın ise, vâdisi hakkında bilgiler vardır. Buna göre, vâdi, yeryüzü ırmaklarının yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp, düz satıhtadır. Akış, yüzeyin düz olmasına karşın, çevreye dağılmadan, kendi mecrasında sürüp gitmektedir. Vâdinin tabanı, elmas, yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum içindeki toprak, misk gibi kokmaktadır. Irmağın iki yanı da altın ve yakutla çevrili olup, sahilinde, boydan boya içi boşaltılarak kubbeler biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır.
Havz’ın suyundan bir yudum bile olsa içenler, ebediyen susamayacaklar ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise, susuzluktan kurtulamayacaklardır. Havz’ın suyunun kardan daha serin olduğu, oraya ilk varanın Peygamberimiz Efendimiz’in olacağı, ilk içenlerin fakir olup zengin bir kadınla evlenmek yahut idarecilere baş eğmek yoluyla zenginleşmenin yollarını aramayan, yüzü gözü toprak içinde pejmürde kılıkla Allah yolunda cihad eden, İslâm’a hizmette bulunan, dünya nimetlerini tadamadan şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü’minler olacağı da rivâyet edilen bilgiler arasında bulunmaktadır.
Havuz, ucu Cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan beslenmektedir. Havuzu besleyen Cennet Irmaklarından bir ırmak olup, bu da Peygamber Efendimiz’e verilmiş bulunan Kevser Irmağı’dır. Ebû Dâvud’ta zikredilen “Kevser nedir, bilir misiniz? O, Cennet’te bana vadedilmiş ırmaktır. Onun üzerinde çok hayır vardır. Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır. Kıyâmet günü ümmetim oraya uğrayacaktır.”[216] anlamındaki hadis de, bu yoruma elverici manasıyla, Havuz ve Kevser’i bir arada Havz-ı Kevser olarak anmadaki gerekçeye açıklık getirmektedir. Nitekim Aliyyü’l-Kaarî: “Hazret-i Peygamber’in nehri Cennet’te; havzı ise Kıyâmetin koptuğu yerdedir.” [217] diyerek bu duruma açıklık getirmiştir. Havzın Sırat’tan önce mi, sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte, Kurtubî, biri Sırat’tan önce, diğeri Sırat’tan sonra iki Havuz olduğunu ifade etmiştir. Kıyâmet yerindeki bu Havuz’lardan, lâyık olmayanlar kovulacaklardır. Her peygamberin birer havuzu olduğu, son peygamber’in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı ve bu Havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen bilgilerdendir. Kevser ise, yalnızca bizim peygamberimize verilmiş olan bir ırmaktır.
Gerek Havuz ve gerekse Kevser Irmağı’nın (burada, artık, Havz-ı Kevser diye ortak adı kullanabiliriz) ortak yanlarına gelince, suyun rengi kardan, sütten ve güneşten daha beyazdır. Kokusu ise miskten daha hoştur. Tadı, baldan daha tatlıdır. İçecek olanların kullanması için, orada, sayıları gökteki yıldızların sayısından daha çok olan altın ve gümüşten yapılma cennet kapıları vardır.
Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler “tevâtür” derecesinde olduğu için, bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, özellikle Kevser Sûresi’nin tefsiri sırasında, aşırı mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler, gerek Havz, gerekse Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan da uzak durmamışlardır.
“Kevser” kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak, muteber âlimler de, bu kavrama “Cennet Irmağı” ile birlikte daha başkaca anlamlar da vermişlerdir. Bu tutumda Kevser Sûresinin iniş sebebi de rol oynamıştır. Gerçekten de, Sûre, Peygamber Efendimiz’e, oğlu Kasım’ın ölümünden sonra, “ebter/nesli kesik” diyen müşriklerin bu sözleri üzerine, alınandan daha fazlasının verildiğini belirtmek ve “ebter” olmadığını vurgulamak üzere gönderilmiştir. Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse nüzul sebebi dolayısıyla, tefsirlerde, Kevser kelimesi, aynı zamanda “çok büyük bir hayır, taşkın hayırlar” anlamı çerçevesinde de ele alınmış ve “bu büyük hayr, Kur’ân-ı Kerîm’dir yahut İslâm dini’dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip, daha arttığı, artacağı, her yana yayılacağı gerçeğidir” yolunda yorumlarda bulunulmuştur. Kısacası, Kevser, Cennet’teki ırmakla birlikte daha birçok iyi, güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların tümünün Yüce Allah tarafından rasûlüne verildiği üzerinde durulmuştur. [218]
Hesap ve Hesap Günü
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adıdır; “Din günü/Cezâ günü” ile hemen hemen aynı anlama gelir.
“Hesap günü”ne iman etmek İslâmiyetin inanç esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği Kitap (Kur’ân)’la sâbittir. “Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir.” [219] buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten biz onlardan uzak değiliz.” [220]
Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin, “Hesap günü”, ifadesi alınacaktır. Kendilerine peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri; peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: “Biz bir rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz.”[221] âyet-i celîlesi hükmünce, kendilerine “Rasûl” gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba çekileceklerdir:
“O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler.” [222]
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.” [223]
“Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor.” [224]
Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezâdan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezâyı hak etmişse bundan kurtuluş da yoktur. “Hesap günü”, kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra, tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin bırakılmadığı ince hesap anına geçilir. Artık o gün: “Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir.” [225]
O dehşetli “hesap günü”nde Allah’ın mü’min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü’minler için şöyle buyurur: “Şüphesiz iman edenlerle, Yahudilerden, Hiristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de.”[226] Onlara: “İşte bu, hesap günü için size söz verilenlerdir.”[227] denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir: “Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek.” [228]; “Kitabı sağ tarafından verilen; ‘Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum’ der.” [229] Böylece hakettiği cennete girer.
Rasûlüllah (s.a.s.) mü’minlerin “hesap günü”ndeki durumunu şöyle dile getirir: “Mü’min Kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da: ‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü’minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah’ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur.” [230]
Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah’a ve âhiret gününe iman ederek O’nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve salih amel işleyen mü’minler, kolay bir hesaptan sonra Allah’ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette cezâyı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor olacaktır.
Hz. Peygamber bir gün ashabına şöyle sorar: “Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve malı olmayandır,” demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Benim ümmetimden gerçek müflis; Kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenatı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” [231]
Günahkâr mü’minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, “Hesap günü”nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde: “Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver.”[232] Müşrikler böyle söylemekle; “hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezâdan bizim payımıza düşeni şimdiden ver.” diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenâb-ı Hak da: “Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesâba çekilmesi de Bize âittir.”[233] buyurarak hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur: “Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır.” [234]
O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. “Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler.”[235]; “Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!’ der.” [236] Cenâb-ı Hak onlara: “Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?” [237] diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür: “Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz.”[238] Onların bu sözlerine karşılık: “Allah da buyurur: Kesin sesi. Artık benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, Rabbimiz inandık, artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın, diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size beni anmayı unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara.”[239] diyerek cehenneme gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü’minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar: “Kitapları sağdan verilenler suçlulara: ‘Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?’ diye sorarlar. Onlar derler ki; ‘Namaz kılanlardan değildik, düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Cezâ gününü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti’ derler.” [240]
Akaid kitapları, “hesap günü” ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:
a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah “O gün tartı (vezn) haktır.”[241] buyurmuştur. Mu’tezile ise amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü’minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.[242] Mu’tezile bu konudaki nassları da te’vil ederek amel defterini gereksiz görür.
c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır. [243]
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
El-Hasîb: Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. “Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.” [244]
Allah insanı yaratır ve henüz o dölyatağındayken ona sûret verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir. Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiç kimse bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah’ın kendisi için nasıl inanılmaz mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır, her yaptığına şahittir.
Allah’ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam anlamıyla hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken, gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz.
Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur. Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah’ın kendisine şâhit olduğunu asla unutmamasıdır.
“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.”[245]; “Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” [246]
Mîzân
Denge Olarak Mizan: ‘Mizan’, ölçü ve tartı işinde kullanılan bir ölçü âletidir. İslâm inancında ise; Âhirette günah ve sevapların, iyilik ve kötülüklerin ölçülüp tartılacağı bir alettir, bir araçtır veya amellerin tartılmasına verilen bir addır.
‘Mizan’, yalnızca göze görünen, maddî şeyleri ölçen bir araç değil; iyilik ve kötülükleri, bazı ölçü ve değerleri belirlemek için de kullanılır. Adalet terazisi, hak terazisi, akıl terazisi (mizanı) gibi. Kur’an buna ‘vezn’ de demektedir. [247]
Kıyâmette Mizan: İslâm’a göre insanlar dünyada yaptıklarından dolayı sorguya çekilecekler, Yaptıkları işler (ameller) âhirette ‘mizan’da tartılıp ölçülecek ve değerlendirilecek. Tartısı ağır gelenler (sevabı çok olanlar) kurtulacaklar, mükâfat alacaklar; tartısı hafif gelenler ise zarara uğrayacaklar.
Amellerin tartılması haktır. Bu, Kıyâmet gününün olaylarından birisidir. Kur’an, ‘mizan’ın kurulacağını açık bir dille bize haber vermektedir. Ancak bu tartı işinin, bu mizan olayının nasıl olacağını bilmemiz mümkün değildir. Onun bilgisi tümüyle Allah’a aittir. İnsanlara bu konuda bir bilgi verilmemiştir. Zaten önemli olan, bu tartı terazisinin nasıl olduğunu bilmek değil, tartıya ağır bir sevap hazırlamaktır.
“O gün vezn (tartı) haktır. Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır. Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da âyetlerimize zulmedegeldikleri için nefislerine zarar verenlerdir.”[248] Terazide ağır gelmesi istenen şey elbette kulun sevapları, yani Allah’a imandan sonra yaptığı ibâdetleri ve bunların karşılığında kazandıklardır. İyilikler, hayırlar, infaklar, ibâdetler, duâlar, zikirler, cihadlar, yalvarmalar; hepsi bunun içerisindedir.
Âyetlerde mizan bazen çoğul olarak ‘mevazin’ şeklinde geçmektedir. Belki ölçü terazileri çoktur, belki ameller ayrı ayrı katogorilerde değerlendirecektir. [249]
Amellerin mizanda tartılması, amel defterlerinin kulların eline verilmesinden sonra olacaktır. Bir görüşe göre kâfirler için mizana gerek yoktur. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri için bütün amelleri boşa gitmiştir ve onların varacağı yer bellidir, yani cehennemdir.
Allah’ın insanı hesaba çekeceğini bildiren sayısız âyet vardır. Bu konuda birçok âyet ve hadis vardır. [250]
Kıyâmet gününde iyi ve kötü amellerin tartılarak miktarının bilinmesine mahsus mîzan (terazi) haktır ve konulacaktır. Yüce Allah Kıyâmet gününde konulacak bu terazi için şöyle buyurur: “Kıyâmet günü adalet terazileri koyacağız. Hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesab görenler olarak bizler yeteriz.”[251]; “O gün (Kıyâmet günü) gerçek ve dosdoğru olan vezin (tartı) vardır. “(el-hakk kelimesi veznin haberi yapılarak mana verilirse) “O gün vezin (amellerin tartılması) haktır ve gerçektir. Mîzânları ağır basanlar, işte onlar kurtulanlardır. Mîzânları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü kendilerini zarar ve ziyana uğratanlardır.”[252] Bir terazinin ağır gelmesi, onunla tartılan şeyin (mevzun’un) ağırlık ve miktarı ile orantılıdır. Âhirette terazinin ağır gelmesi istenilen tarafı iman ve iyi amellerin konulduğu gözüdür. Terâzide imanla birlikte iyilikleri, hayır ve hasenâtı ağır gelenler kurtulacaklardır. Yukarıda meali yazdığım âyetlerde geçen “mevazin’in, mîzânın cem’i olabileceği gibi “mevzun’un” (tartılan amelin) de çoğulu olacağına dair iki görüş rivâyet edilmiştir. Allah katında kıymeti ve ağırlığı olan iyi ameldir ki, mîzânda ağır gelecek olanda budur. Âyetlerde “Mîzân”ın, “mevâzin” şeklinde çoğul yapılması, mizanın şânını yüceltmek ve önemini belirtmek için veya amelleri tartılacak kişilerin çokluğundan dolayıdır. Yahut da her ferd için müteaddid mizanların bulunacağına işarettir. Veyahut kalblere ait ameller ayrı bir terazide sözler bir terazi de organların amelleri de başka bir terazide tartılacağı için mîzân cem’i olarak getirilmiştir. Veya mîzân, kısım ve teferruatı çok olduğundan dolayı çoğul şeklinde kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in vezin ve mîzânla ilgili beyanlarından çıkan netice şudur: Âhirette amellerin tartılması için her halde bir mîzân konulacaktır. Mîzânda amellerin tartılması, amel defterlerinin verilmesinden sonra olacaktır. Mîzân ile vezin esnasında, zâlimin hasenesi varsa, alacağı oranında mazluma verilecek: Hasenesi (iyiliği) yoksa, mazlumun günahı olacağı miktarda, zâlime verilecektir. Herkesin muhtelif amellerinin tartılmasından sonra kâr ve zarar hesabı hepsinin toplamından çıkarılacaktır.
Mu’tezile “Mîzândan murad, Allah’ın koymuş olduğu adalettir. Ameller, arazdır, iâdesi mümkün olsa bile tartılmaları imkânsızdır. Kulların amelleri Allah’ın malumudur, tartılması faydasızdır” dedi. Ehl-i Sünnet, Mutezilenin bu iddiasına şöyle cevap verdi: “Mizanda amellerin vezni bütün halkın içinde Allah’ın dostlarını düşmanlarından ayırt etmek ve dosdoğru ve mükemmel adâletini göstermek içindir. Böylece herkes, Cenâbı Allah’ın zulmetmekten münezzeh olduğunu anlayacaklardır. Mîzânda iyilikleri ağır gelenlerin derecelerinin kemali ve faziletlerinin zuhuru sebebiyle ferah ve sürurları artacaktır. Kötülükleri ağır gelenlerin ise, gam, hüzün, korku, rezillik ve rüsvaylıkları artacaktır. Mevâzin lafzı sırf adalet üzerine hamledilir, diyenlerin delilleri tutarsızdır. Lafza hakiki manasından aklî bir zaruret olmaksızın mecaz manası vermek caiz değildir. Mîzân konusunda şu anlamda hadisler vârid olmuştur:
a) Mîzânda, tartılacak olan, amel defterleridir. [253]
b) Gerekli olan değerlerine göre iyilikler güzel ve nurani sûretlere (miktarlara) kötülükler de çirkin sûretlere çevirilerek tartılırlar. [254]
c) İnsan bir defa sırtına iyiliklerini yüklenerek sevabıyla tartılır, ayrıca da veballerini sırtına yüklenerek günahıyla tartılır. [255]
O halde kulların amellerinin vezni için mîzânı tasdik etmek gerekir. Bununla beraber veznin (hâsıl olacağını) keyfiyetini ve mîzânın mahiyetini akıl için tafsilatıyla bilmeye imkan yoktur. Bu sebeple bunların keyfiyetinin tafsilatına iman etmek şart değildir. Vezin ve mîzânı inkâr etmeyerek bunları adalet-i ilahi ile te’vil edenler küfre nisbet olunmaz.
Fakat Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenlere gelince; Allah onların amelleri için hiçbir vezin ve tartı işlemi yapamayacaktır. Mîzânda vezin, iyilikleri ve kötülükleri bulunanların sevap ve günahlarının miktarı belli olsun diye gerçekleşecektir. Allah’ı, öldükten sonra diriltilerek hesap vermeyi inkâr ettikleri için kâfirlerin iyilikleri boşa gitmiştir. Çünkü iyilikleri tutan ve muhafaza eden kap imandır. Âhirette kâfirin küfür ve günahından başka hiçbir hasenesi kalmayacağından dolayı onun için vezin ve mîzâna gerek kalmaz. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: “De ki: Size amelce en çok ziyanda olanı haber vereyim mi. Bunlar dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanlardır. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. İşte bunlar, Allah’ı ve Ona kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. O halde onlar için Kıyâmet gününde tartı işlemi yapmayacağız (vezin ikame etmeyeceğiz).” [256]
Peygamberimiz mahşer gününde üç yerde korku ve endişesi sebebiyle kimsenin kimseyi hatırlamayacağını söyler:
1- Mîzân başında terazisinin ağır çekip çekmeyeceğini öğreninceye kadar
2- Amel defterinin verildiği ve “alın kitabımı okuyun” denildiği zaman kitabının sağında mı solunda mı yoksa arkasında mı bulunacağını öğreninceye kadar,
3- Cehennemin üstüne kurulduğu vakit Sırat’ın yanında. [257]
Duhân; Kıyâmet Alâmetlerinden Biri
Duhân; lügatta, “duman” anlamındadır. Terim olarak iki anlamı vardır: 1) Duhân, Kur’ân-ı Kerîm’in 44. sûresinin adıdır. Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği için bu adı almıştır. 2) Duhân (duman), “Kıyâmet alâmetlerinden biri”dir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste; “On alâmet zuhur etmedikçe Kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman, Deccâl, Dâbbetü’l-Arz, Ye’cûc ve Me’cûc, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen’den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi” buyurmuştur. [258]
Duhân sûresinin “Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azaptır” [259] âyetlerinde zikredilen dumanın, bazı âlimler, Kıyâmet kopmadan önce zuhur edecek Kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir. Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek, bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır. [260] Ashâbdan İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b. Ali’nin rivâyetleri bu dumanın Kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır. [261]
Abdullâh bin Mes’ûd’dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.), Kureyş’in kendisine şiddetle isyanını görünce: “Yâ Rab! Yusuf’un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek sûretiyle bana yardım et” diye duâ etmişti. Onları bir kıtlık yakaladı. Birçokları açlıktan öldü. Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler. Yerle-gök arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu. Nihâyet Ebû Süfyân Hz. Peygamber’e gelerek dedi ki: “Yâ Muhammed! Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun. Hâlbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu. Allah’a duâ et de onlardan bu belâyı kaldırsın.” Bunun üzerine Hz. Peygamber duâ etti, kıtlık geçti. Bol yağmura kavuştular. Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık ve isyankârlık hallerine döndüler. Bunun üzerine Duhân sûresinin 10-16. âyetleri indi. [262]
Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz. Peygamber’e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’in duâsı neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir. Veya bu duman, Kıyâmetten önce zuhur edecek olan Kıyâmet alâmetlerinden biridir. Yahut da, Cehennem’in dumanıdır. [263]
Dâbbetü’l-Arz
Dâbbetü’l-Arz: Yer hayvanı demektir, Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir. Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirâyeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.
“Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” [264] âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir. “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah’a aittir.”[265] âyetinden de anlaşılan budur.
“Dâbbetü’l-Arz” da; Kıyâmetin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” [266] buyrulmaktadır. Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur. [267]
Râğıbü’l-İsfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir: “Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması Kıyâmete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir. [268]
Müfessirler yukardaki âyette[269] dayanarak “Dâbbetü’l-Arz”ın Kıyâmete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. İbn Ömer’e göre, “dâbbe”nin çıkması hadisesi, dünyada iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. İbn Merdûye’nin Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber‘in (s.a.s.) kendisinden Ebû Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi’lma’rûf, mehy, ani’l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah’ın, Kıyâmetin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir “dâbbe” meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir. [270]
Akaid kitaplarına, Kıyâmetin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan “Dâbbetü’l-Arz” [271] hakkında Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivâyet edilir. “İlk çıkacak Kıyâmet alâmeti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine ‘dâbbe’’nin çıkmasıdır. Bu alâmetlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir.” [272]; “Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü’l-Arz.”[273]; “Dâbbe, yanında Hz. Musa’nın (a.s.) asâsı ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü’minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek. İşte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü’minler, kâfir belli olacaktır.” [274]
Bu konudaki rivâyetler pek çoktur, ancak hiçbir i mütevâtir olmadığından, Kıyâmet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için, “Dâbbetü’l-Arz”la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah’ın bizi bununla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O’na havale edip Dâbbetü’l-Arz ‘ın Kıyâmete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte: “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başkası onları bilemez... “ [275]
Ye’cûc ve Me’cûc
Ye’cûc ve Me’cûs; İslâm inancına göre eşrâtu’ssaat’tan (Kıyâmetin büyük alâmetlerinden) biri olmak üzere, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve gerçek mâhiyetlerini Allah’ın bildiği iki topluluktur.
Ye’cûc ve Me’cûc kelimeleri Arapçaya başka bir dilden girmiştir. Frenkler buna “Yağuğ ve Mağuğ” demişler, Şeytanın zürriyeti olduğuna inanmışlardır. Bazı kimseler de yeryüzündeki insanların onda dokuzunun Ye’cûc ve Me’cûc olduğunu söylemişleridir. İslâm inancına göre ise, Ye’cûc ve Me’cûc, eşrât-ı sâatten (Kıyâmetin kopacağına işaret sayılan büyük alâmetler)dir. Ye’cûc ve Me’cûc Kitap ve Sünnetle sâbittir. Ye’cûc ve Me’cûc Kur’ân-ı Kerîm’de iki âyette geçer:
1- “Onlar dediler ki: “Zülkarneyn, gerçek şu iki Ye’cûc ve Me’cûc (bu) yerde bozgunculuk çıkaran (kabile)lerdir.” [276]
2- “Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (ün seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek va’d olan (Kıyâmet) yaklaştığı zaman o küfr (ve inkâr) edenlerin gözleri hemen belirip kalacak.” [277]
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarından Zeynep binti Cahş’dan (r.a.) gelen bir rivâyette ifâde olunduğuna göre, bir defasında telâşla Zeynep’in (r.a.) yanına girerek; “Lâ ilâhe illâllah! Vukuu yaklaşan bir çerden, büyük bir fitneden dolayı vay Arabın haline? Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şunun gibi bir delik açıldı”, buyurdu da, başparmağıyla onun yanındaki şehâdet parmağını halkaladı. Bunun üzerine Zeynep b. Cahş; “Yâ Rasûlallah! İçimizde bu kadar iyi kimseler varken biz helâk olur muyuz?” diye sordu. Rasûlullah; “Evet! Fısk ve füccur, fuhş ve ma’siyet çoğaldığı zaman helâk olursunuz!” diye cevap verdi. [278]
Tefsir kitaplarındaki bilgilerden öğrendiğimize göre, sâlih bir zat olan Zülkarneyn[279] dindar kimsedir. İşte bu zat Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla bir batıya, bir doğuya, üçüncü kere de kuzey tarafa doğru gitti ve iki sed arasında bir yere vardı ki, işte buradan Ye’cûc ve Me’cûc hücum ediyor, bozgunculuk çıkarıyor; ekinleri ve insanları yok ediyor. Orada halkın isteği üzerine, Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cûc’ün zararından onları kurtarmak için bir sed yaptı. (Seddin yapımı bitince), artık Ye’cûc ve Me’cûc onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler.[280] Buradan anlıyoruz ki, artık Ye’cûc ve Me’cûc, saldırganlıklarını sürdürmediler. İşin tarihî yönü böyle. Zülkarneyn, sed yapmış ve Ye’cüc ile Me’cüc’ûn fesâdını önlemiştir.
Enbiyâ sûresi 96-97. âyetlerinden de anlaşılıyor ki, Kıyâmet kopmadan önce, onlarla bir takım insanlar arasında bir engel olarak yapılan sed açılacak; onlar insanlara saldıracaklardır.
Bugün Kur’ân’da adı geçen bu sed var mıdır, yok mudur? Henüz mesele açıklığa kavuşmuş değildir. Yalnız bu sed Zülkarneyn tarafından yapılmıştır. Ye’cûc ve Me’cûc vardır ve bunların Kıyâmet kopmadan önce, ortaya çıkıp çekirgeler gibi birçok yerleri yakıp yıkacakları kesindir. [281]
Deccal
Deccâl Nedir? Sözlükte, bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak manasındaki ‘decl’ kökünden türemiş bir sıfat olup, çok yalancı, aldatıcı, hilekâr demektir. Kavram olarak ‘deccâl’, ahir zamanda ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir.
‘Deccâl’ ile ilgili Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. ‘Deccâl’ ve onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır. Daha çok da ‘mesih deccâl/yalancı mesih’ olarak geçmektedir.
‘Deccâl’ inancı eski dinlerde olduğu gibi yahudilikte ve hıristiyanlıkta da vardır. Bozulmuş Tevrat ve İncil’de ‘deccâl’ ile ilgili verilen bilgilere bakılırsa İslâm’daki deccâl inancının onlardan etkilenmiş olabileceği akla gelmektedir. Ancak birçok meşhur hadis kitabında ‘deccâl’ ile ilgili pek çok hadis yer almaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.)’den rivâyet ediliyor ki: “Şüphesiz on alâmet ortaya çıkmadıkça Kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda, Batıda ve Arap yarımadasında bir yerin batması, duman’ın çıkması, deccâl, dabbetü’l arz, ye’cüc ve me’cüc, güneşin battığı yerden doğması ve Yemen’de bir ateşin çıkarak insanları toplanacakları yere (haşr yerine) sürmesi.” [282]
Deccâlin Özellikleri: Hadislerde geniş bir şekilde ‘deccâl’in özelliklerinden ve yapacağı işlerden bahsedilir. Buna göre ‘deccal’ bir insandır ve olağanüstü yetenekleri vardır. Rüzgâr gibi hızlıdır. Yağmur yağdırıp, bitkileri yeşertebilecek. Yanında su ve ateş bulunacak. Fakat gerçekte onun suyu ateş, ateşi de sudur. Bir gözü kördür ve patlamış üzüm gibidir. Alnında kâfir yazılıdır. Genç bir kimsedir, esmer ve parlak tenlidir. Kısa boylu olmasına rağmen heybetlidir.
Âhir zamanda doğudan gelecek ve müslümanların oturduğu şehirlerin birinde ortaya çıkacak. Birçok yeri dolaşacak ama Mekke, Medine ve Mescid-i Aksaya giremeyecek. Önce peygamberlik sonra ilâhlık davasına kalkışacak, karşı gelenleri cehennem adını verdiği yere atacak. Ama aslında onun cehennemi cennet gibi, cenneti ise cehennem gibidir. Bir rivâyete göre Hz. İsa tarafından Şam yakınlarında öldürülecek. [283]
Bütün peygamberlerin ümmetlerini ‘deccâl’ fitnesine karşı uyardıklarını, Peygamberimizin de duâlarında sık sık ‘deccâl’ fitnesinden Allah’a sığındığını bildiren hadisler bulunmaktadır. Rasûlüllah (sav) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Hiçbir peygamber yoktur ki, ümmetini yalancı köre (deccâla) karşı uyarmamış olsun. Dikkat edin o kördür… İki kaşının arasında kâfir yazılıdır.” [284]
Hadislerden anlaşıldığına göre ‘deccâl’ bir insandır. Çıkacak yeri ve zamanı tam net değildir. Hatta bir rivâyete göre otuz kadar ‘deccâl’ çıkacaktır.[285] Bazı rivâyetlerde ise yetmiş kadar deccâl çıkacağı ifade ediliyor.
Deccâl hakkında rivâyet edilen hadislerdeki çelişkiler bu konuda İslâm âlimlerinin farklı yorumlar yapmalarına sebep olmuştur. Kimilerine göre bu çelişkiler giderilebilecek şeylerdir. Onlara göre ‘deccâl’ ahir zamanda ortaya çıkacaktır. Kimileri birden çok deccâlin çıkacağını, Hz. Ali zamanında ortaya çıkan bir kimsenin ilk deccâllerden olduğunu, firavun ve nemrut gibi inkârcıların ve onlara benzeyelerin deccâl olabileceğini, onun muhtemelen Doğudan çıkacağını, onun yanındaki bir günün kırk gün olması; onunla geçecek günlerin zor olması anlamına geldiğini ileri sürdüler. Kimileri deccâlin göstereceği olağanüstü olayların bir aldatmaca olduğunu, deccâlin şer ve bozgunculuğun, hurâfe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de deccâli, insanlığa zararlı inkârcı akımlarla yorumlamışlar. Kimileri göre de deccâl, küfrü ve inkârı yayan herkestir.
Bazı araştırmacılara göre deccâlle ilgili rivâyetlerin çoğu zayıf ve birbiriyle çelişkili, hatta Peygamberimizin söylemesinin imkânı olmayan gerçek dışı rivâyetlerdir. Bir çoğu ahad haber (tek kanalla gelen rivâyet) olduğu için akaidde delil olamazlar. Dolaysıyla deccâl bir akaid konusu değildir. [286]
Ancak hemen bütün akaid kitaplarında ‘deccâl’in çıkmasının hak olduğu yer almakta, bu konudaki rivâyetler bir yekûn tutmaktadır. (Hâfız İbn Kesir, Deccâl’le ilgili olan 185 rivâyeti el-Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserinde bir araya topladı ve hepsini ayrı ayrı değerlendirdi. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdurrahim de bu rivâyetleri el-Mesîhu’d-Deccâl adıyla Mısır’da ayrı bir kitap olarak yayınladı. Deccâlle ilgili rivâyetler için ayrıca bak.[287]
Deccâl hakkındaki rivâyetlerden anlaşılması gereken önemli bir nokta şurasıdır: Deccâl, yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan, kutsal değerlerle savaşan, şer işleri yürüten kişi ve onların yürüttükleri çalışmalardır. Bu çalışmaların her devirde değişik temsilcileri olmuştur. Deccal, olağanüstü bir kişilik olmaktan çok, her devirde şer olan şeyleri temsil eden bir tiptir. Böyle bir tipin olması hem akıl yönünden mümkündür, hem de müslümanlar için bir imtihan sebebidir. Mü’minler, kendilerini şerre çağıran, İslâm dışı şeyleri İslâmí kılıfla sunmaya çalışan bozguncu kimseleri tanımak ve onların kurduğu düzenlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Deccâl tipli kişi ve kuruluşların sunacağı su ve ateşe dikkat etmek gerekir. Zâten mü’minler deccâlı ve onun zararlı faâliyetlerini iman ferâsetiyle bilirler, deccâl tiplileri iyi tanırlar ve onlarla mücâdele ederler.
Türkiye’de yakın tarihte ve günümüzde İslâmî değerlere karşı mücâdele veren, İslâmî hükümleri yürürlükten kaldırmış, güç ve iktidar sahiplerine halkın ‘deccâl’ demesi oldukça anlamlıdır. Şurası bir gerçektir ki, tarih boyunca ve günümüzde Hakka karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır. Hakka karşı çıkanlar da her zaman fesâdı yayan, şer işleri artıran, zulme sebep olan tiplerdir.
Bunlar arasında halkı çok kolay kandıran, birtakım numaralar yapan, onları etkileyen yalancı ve sahtekâr ‘deccâl’ tipleridir. Onlar, halkın karşısına hiçbir zaman asıl yüzleriyle çıkmazlar. Halka yalan vaadlerde bulunurlar, onlara mutluluk söz verirler ama mutsuzluğu getirirler. İnsanlara ‘su’ sunduklarını iddia ederler, ama sundukları ateşten başka bir şey değildir. Onlar Allah’ın hidâyetini kötü gösterirler, hâlbuki İlâhî dâvet ‘su’ gibi insanlara hayat kaynağı olmaktadır. Kendilerinde olağanüstü marifetler olduğuna kitleleri inandırırlar. Çünkü onların nefislerine hitap ederler, gerekirse onları çeşitli yöntemlerle ikna ederler. İkna olmayanları ise sindirirler. Ancak onların olağanüstü marifetleri yoktur. Usta göz boyacı (sihirbaz gibi) oldukları için iyi numara çekerler ve kitleler de onlara rahatlıkla kanarlar.
Günümüzdeki maddeci, çıkarcı, nefislere hitap eden, bencil ve dalâlet olan hayat anlayışını insanlara kabul ettirenleri, kendilerini üstün, başkalarını geri sayanları, kitleleri en usta numara, felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenleri, bütün güçlerini Allah’ın davetine karşı kullananları, insanları fikren iğdiş edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanları deccâller sınıfına koymak yanlış olmaz.
Hadislerde yer alan çelişkili rivâyetler, adeta masal havasına büründürülerek anlatılanlar; ya zayıf rivâyetler, ya ravilerin yanılarak yaptıkları ilaveler, ya da kendi görüşleri olabilir. Bu nedenle bu konuda dikkatli olup, her rivâyeti bir akaid konusu olarak almamak gerektiği gibi, rivâyetlerdeki zayıflıklara bakıp ta hepsini toptan reddetmemek de gerekir.
‘Deccâl’ olayı belki de bâtılın ve küfrün azılı önderlerini (imamlarını) bir nitelemedir, onların kötülüklerine ve insanları kandırma konusundaki numaralarına, onların sapıklıklarına bir dikkat çekmedir. Müslümanları bu gibi kötü kişilere ve kötülük odaklarına karşı uyanık olmaya, yeri ve zamanı gelince de onlarla mücâdele etmeye bir çağrıdır. Bütün deccâl işlerinden ve deccâl tipli kimselerin şerrinden Allah’a sığınırız. [288]
Mehdi
Bu kavram ‘hedy-hidâyet’ kökünden türemiş bir kelimedir. ‘Hedy’; doğru yolu bulmak, yol göstermek, hidâyeti göstermek demektir.‘Mehdi’nin sözlük anlamı, hidâyete eren, doğru yolu bulan, Allah’ın hakk olan yola yönelttiği kimse demektir.
Bu kelime sözlük anlamına uygun olarak şairler tarafından Peygamberimizi övmek için kullanılmıştır. Ayrıca dört halifeye de ‘mehdi’ dendiği olmuştur. (Hutbelerde okunan duâlarda dört halife hakkında ‘mürşidiyyun-mehdiyyun- irşad ediciler, hidâyette olanlar’ şeklinde övgü cümleleri geçmektedir.) Hz. Hüseyin ve bazı halifeler hakkında övgü sözü olarak ‘mehdi’ sıfatı kullanılmıştır.
İslâm tarihinde ‘mehdi’; kendisinden önce zulüm ve haksızlıkların alıp yürüdüğü yeryüzünü, adâletle dolduracağı, İslâm’ı hâkim kılacağı sanılan kişidir. Mehdi’nin günün birinde geleceği ile ilgili hadis kitaplarında ahad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır, ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buhârî ve Müslim’in kitaplarında ise Mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir.
Bazı hadis rivâyetlerine göre Mehdi, ehl-i beyt’tendir ve Fâtıma (r. anhâ) soyundandır.[289] Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa Mehdi’nin gönderileceği haber veriliyor. [290]
İlk dönem itikat kitaplarında Mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra yazılan akaid kitaplarında Mehdiden bahsedilmektedir. Mehdi’den bahseden hadisler mütevatir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almamıştır. Ancak İslâm tarihinde Mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve birçoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.
Mehdi meselesi İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan siyasí tartışmalar ve siyasí mezhebleşmelerden sonra daha çok gündeme gelmiştir. Özellikle Şii’lerde mehdi inancı dinin esasından sayılmıştır. Onlara göre beklenen bir mehdi (mehdi-i muntazar) gelecek, kendilerini zulüm ve baskıdan kurtaracak, yeryüzüne adaletle dolduracaktır. Bu bakımdan onlar, kendilerine öncülük eden Ehl-i Beyt imamlarına mehdi gözüyle bakmışlar ve onlara itaat etmişlerdir. Onlara göre mehdi, Fâtıma (r.anhâ) soyundandır, günahsızdır ve olağanüstü özellikleri vardır. Şii’lerin çeşitli kollarına göre ayrı mehdiler vardır. Onların en büyük kolu olan İmâmiyye’ye göre ise ‘beklenen mehdi’, On ikinci İmam, Ebû’l Kasım Muhammed b. Hasan el-Mehdi’dir. O, küçük yaşta kaybolmuştur (gâibtir), yeniden gelecek ve zulümleri önleyecektir.
Ehl-i Sünnet müslümanlarının da mehdi beklentisi vardır, ama onların beklediği Mehdi olağanüstü bir kimse değildir. İyi bir insan ve takvâ sahibi bir önderdir.
Anlaşıldığı kadarıyla Mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Ahad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde birçok Mehdiler çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerinin bir kısmı bu Mehdilik beklentisinden yararlanmışlardır. Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istirmacısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.
Mehdi beklentisi birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevketmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevketmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terketmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm Kıyâmete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir.
Mehdi beklentisi müslümanların ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarından uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a âittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız?
İşin tuhafı, tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı olmasın rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir marifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine dönsünler(!) İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar, İslâm ülkelerindeki tağutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine bir dur desinler.
Kur’an, müslümanlara Mehdi beklemeyi değil; iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir. [291]
Eğer Mehdi’yi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdi’dir (hâdî-hidâyete erdicidir). İnsanlar bu mehdi’ye uyarsalar doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. [292]
Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa’nın Nüzûlü
İslâm düşmanlarına, müslümanlara karşı girişecekleri savaş için silâh ve harp malzemelerinin çoğunun (belki tümünün), tarihten bugüne müslümanlar veya müslüman kabul edilenlerden geldiği unutuluyor, görmezlikten geliniyor. Salman Rüşdi’lere kızarken, onlara temel malzemeyi veren “Garanik olay” diye bilinen İsrâiliyat hurâfelerini eserlerine geçiren âlimler görülmek istenmiyor. Kadın hakları konusunda İslâm’a çatanlar değerlendirilirken, kadına zulmü dine rağmen, ama din adına emir ve teşvik eden âlim kabul edilen câhiller değerlendirme dışında tutuluyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mezarcı olayı da böyle. Hâlâ, müslümanlar, bu konuda suçu düzene, düzenin işkencelerine ve medyaya atarken, klâsik kabulleri tahlile tabi tutmaya yanaşmıyor, malzemenin çıkış noktasını dikkatlerden kaçırıyor. Elbette, İslâm düşmanı düzenin ve irticâ yaygaraları ile buna çanak tutan medyanın her konuda olduğu gibi bu olayda da suçunu hiç kimse küçük göremez. Ama bu meselenin arka planını görmemize engel olmamalı.
Bu olayı, müslümanlar cephesinden değerlendiren bazı yetkili ve etkili kimseler, olayı yumuşak üslûpla ve suçu İslâm düşmanlarına çatmakla geçiştiriyorlar. Sahte peygamberlik iddiasında bulunmayı ve bunun fikrî alt yapısını oluşturan yanılgıları, muvahhid müslümanlar olarak biz açık yüreklilikle, hak ve hakikat adına gündeme getirmeyince bazı Bel’amlar ve medyatik din tüccarları da tam tersine rol üstleniyor, boşluğu dolduruyor. İlâhiyat dekanları boy gösteriyor: “Sahibinin sesi” stüdyolarında, ifratla tefrit yer değiştiriyor. Bu sefer de, İslâm düşmanlarının suçu örtbas edilerek farklı yanlış alternatifler sunuluyor, kaş yapılırken bu sefer de göz çıkarılıyor. Bir bâtıla/hurâfeye başka daha büyük bâtıl/tağûtî düzen adına karşı çıkılıyor.
Tarihte birçok sahte kurtarıcılar, mehdiler, Mesihler ve yalancı peygamberler çıkmıştır. Bu gidişle daha çok da çıkacaktır. Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamberlerin sonuncusudur, onunla peygamberlik mühürlenmiştir.[293] Buna rağmen, daha peygamberimizin sağlığında yalancı peygamberler çıkmaya başlamıştır. Müseylime’den sonra da nice müslümancıklar, câhil müslümanların kafasını karıştırmaya çalışmışlardır. “Mütenebbî” denilen bu sahte peygamberler, ya şöhret düşkünü insanlardır veya dünyevî menfaat için dini satan bezirgânlar; ya da deliler. “Deli” deyince biraz durmak lâzım. Evet, delinin biri, bir kuyuya bir taş atar, kırk milyon akıllı çıkarmak için uğraşır durur. Ama bu kavramda durmak lâzım: Televizyon ekranlarında saatlerce konuşturulan Mezarcı, kendisine “deli!” diyenlerin bu suçlama mı, suçsuzlaştırma mı olduğu tartışılması gereken iddianın ne kadar yanlış olduğunu ortaya seriyor. “Deli” suçlamasıyla Kemalistler, Atatürk’e hakaret edenlerin “meczup” ve “deli” olduğunun sağlaması ve müslümanlar tarafından da itirafı olarak görüyor, İslâmcılara bir gol atmaya çalışıyor. Deli denen cin akıllı ise, bu “suçsuzlama”yı iddiasına delil diye kullanıyor: “İnanmayan insanlar, her peygambere ‘deli’ demişti; Deli denilmem, benim peygamberliğimin delilidir.”
Ahmed Kadıyânî, Reşad Halife, Evrenesoğlu, M. Ali Ağca ve şimdilik en son da Hasan Mezarcı. Bunlara deli deyip meseleyi hallettiğini zannedenler, aslında çöpleri halının altına koyup geçici ve iğreti bir temizlikle iş yaptıklarını sanıyorlar. Delilikte ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak birine deli deniyor?
Kendi tezi ve savunması doğrultusunda tutarlı, mantıklı, muhâtaplarının oyunlarına düşmemeye çalışan, ikna etme gayretinde aklının öne çıktığına şahit olduğumuz birine deli demekte kullandığımız ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak deli deniyor? Bu, peygamberlik iddiasını ciddiye almamak için yapılıyorsa, hem yalan, hem de yanlış olur ve eski müşriklerin tavrına benzer. İtirazlar, çürütülebilecek zayıflığa indirgenir. Zaten medya ciddiye alıyor veya işlerine öyle geldiği için ciddiye alıyor gözükerek kullanıyor. Hz. Peygamber’in bi’setinde, o günün medyası konumundaki çıkar çevreleri ve egemen güçler Nebî’yi ciddiye almıyor, deli diyorlardı; iyi niyetli insanlarsa ciddiye alıyor, dinliyorlardı; şimdi tam tersi: Medya ciddiye alıyor, samimi müslümanlar deli diyor. Bu tabir, ona direkt tavır almayı önlemek için kullanılıyorsa, bu doğru mudur, hangi şer’î ölçüler yüzünden ve niçin? Bu tür hüsn-i zannı (deli demek, bazen insan için hüsn-i zan olabiliyormuş, buna da şahit olduk!) uluorta herkes için kullanırsak, kimseyi tekfir edemeyiz, istismarcı ve sahtekârları önleyemeyiz. Allah, bizimle savaşan İslâm düşmanlarına karşı savaşırken bile aşırı gitmemizi yasaklar.[294] Kur’an’da herkese karşı adâletli ve hakkın şahitleri olmamız emredilir. Bu yasaklar, olayın diğer yönünü de kapsar. Müslümanın ölçüsü bellidir; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek.
Küfür, şirk, Allah’a iftira, kimden gelirse gelsin karşı çıkmak, Allah dostlarının temel ölçüsü olmalıdır. Dost kabul edilenlere, dün bizden olduğunu gördüğümüz veya öyle sandığımız insanlara karşı da ölçülü, adâletli ve hakkın şâhidi olmalıyız. Yalan, iftira hele Allah’a karşı yapılıyorsa, hiçbir müslümanın hiçbir gerekçe ile bunu temize çıkartmaya çalışması yakışık almaz. Unutmayalım ki, şeytanın varlığı günaha mâzeret olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının varlığı ve zulümleri de Allah’a iftira atıp insanları ifsâd etmenin mâzereti olamaz.
İslâm mı öncelikli; müslüman mı? Müslümanı (ya da daha önce müslüman olduğunu zannetttiğimiz kimseyi) temize çıkarırken İslâm dâvâsını lekelemiş oluyorsak, bu, iyi niyetle de olsa işlenmiş bir cinâyet değil midir? Bir kimseye “deli” deyip yeterli ve net tepki göstermediğimiz için, onun etkisinde kalan tek bir kişinin bile İslâm’dan sapmasına vesile olur, ya da seyirci kalırsak, bunun bedelini nasıl öderiz? Bir kavme düşmanlığımız haddi aşmaya sebep olmamalı, bir kimseye sempatimiz de, İslâm’ın korunması gerekli sınırlarının çiğnenmesine yol açmamalı. “Eskiden samimi müslümandı” diye, bir zamanlarki tebliğinin ve dâvâ adamı olmasının bedelini dinin ödemesine rızâ mı gösterelim? Sahâbenin içinden bile irtidat edenler çıktı, Habeşistan’a hicret eden ilk müslümanlardan hüsn-i hâtime ile hayatını noktalayamayan hayli insan vardı. Hele şirkin hâkim ve İslâm’ın mahkûm olduğu yerlerde müslüman olmaktan daha zordur müslüman kalmak ve müslüman ölebilmek. Hz. Yûsuf gibi biz de duâ ediyoruz: “Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velimsin/sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” [295]
“Deli” deyimini bir başka açıdan ele alırsak, her şirk koşanın, inkârcı kâfirin de deli olduğunu söyleyebiliriz; hem de Kur’an’dan delil getirerek: “Onların (müşriklerin, inkârcıların) kalpleri vardır, ama onunla akletmezler/gerçeği kavramazlar...”[296] Elbette her müşrik, bu anlamda delidir; ama bu, onun sorumluluğunu kaldırmaz. Yalancı peygamberliklerini iddia edenler için de hükmümüz daha farklı olamaz. Mutlak doğru, yani hak, herkes için ve her konumda doğrudur; beşerin doğruları gibi göreceli değildir. “Onlar akletmiyorlar”, ama biz, zâhire göre hükmetmek zorundayız. Kimsenin kalbini yarıp bakamayacağımız gibi, beynini de açıp göremeyiz. Dünyevî çıkarları konusunda aklını kullananlara, delilere tanınan dünya ve âhiretteki cezâdan kurtulma avantajlarından yararlandırma hakkını veremeyiz. Elbette Allah’ın âhiretteki hükmünü bilemeyiz. Allah, bizim bilmediğimiz tüm sırları da bilendir, hüküm O’nundur, O, cezâ gününün yegâne sahibidir. Düzene muhâlefet açısından iyi bir bahane olsa da, gerçekliği tartışılacak şekilde hakka bâtılı, bâtıla da hakkı karıştırmamalı; gerçek zâlimlere, çürük delillerle onları mâsum kılacak, ispatlanamayacak isnadlarda da bulunmamalıyız. Gerçek zulümleri yeterli, İslâm düşmanlarını ve zulüm düzenlerini dışlamak için. Sonra, her içeri girip çıkana deli diyecek olursak, nice tevhid eri olan fikir adamı, âlim bundan payını alacak; kimseyi ciddiye alamayacağız. Onların ciddi çalışmalarına da şüphe ile bakacağız.
Olayın adını doğru koyalım, atlas veya ipek kostümler içinde, üç dini temsil ettiğinin simgesi olduğunu söylediği üç parmak havada işaretiyle, Türk bayrağının yanında, ordu ve devlet düşmanı olmadığını ısrarla vurgulayan, devletin hak ettiği emekli maaşını vermediğini, bunu almak için uğraş verdiğini sızlanarak anlatan peygamber(!) fotoğrafını doğru okuyalım: Bu, her şeyden önce Allah’a apaçık iftiradır. “Beni peygamber kıldı, bana vahyediyor, benim mûcizelerim var, ben Meryem oğlu İsa Peygamber’im” demek, nice câhil müslümanın kafasını karıştırmak; hafife alınacak, yumuşakça geçiştirilecek bir suç olmamalı... Buna cevap verirken de Hz. İsa’nın nüzûlüyle ilgili Kur’an’la sağlaması yapılamayan rivâyet ve ihtilâfları gündeme getirmek ve bu çelişkilere sahip çıkmak da, hem bu olayların temel sebebi olması ve hem de bunlara rağmen istismarlara dur denecek ve onları suçlayacak çözüm bulunulamaması yönüyle büyük yanlışlıklardır...
“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar (Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: ‘İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. Onlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenler de onlardır.” [297]
“Allah’a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, ‘bana da vahyolundu’ diyenden ve ‘ben de Allah’ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim’ diye söyleyenden daha zâlim kim vardır?! O zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” [298]
Hâtemu’l-Enbiyâ, yani peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat o, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” [299]
Şimdi, Hz. İsa’nın ölüp ölmediği, göğe kaldırılması ve Kıyâmete yakın yeryüzüne inip inmeyeceği konusunu delillerle inceleyelim:
Hz. İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi: Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yahûdilerin şikâyeti üzerine, Romalılar tarafından çarmıha gerilmiş ve haçta insanların günahı için ölmüştür. Gömülmesinden üç gün sonra kıyam etmiş, havârilerine görünmüş, onlarla yemek yemiş ve sonunda göğe yükselerek Allah’ın yanına çıkmış, O’nun sağına yerleşmiştir. Kıyâmetten önce dünyaya gelecek, dünyayı sulh ve adâletle dolduracak, kendisine inanmayanlardan öç alacak ve saltanatı ebedî olarak sürecektir. [300]
Kur’an, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği tezini reddetmektedir. O öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir. Allah onu kendi katına “ref” etmiş, yüceltmiş ve yükseltmiştir.[301] Hz. İsa’ya ait bu yüceltme ve yükseltme işinin beden ile mi, yoksa ruh ile mi; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü olup yalnız ruh olarak mı gerçekleştiği hususu müphemdir. Bu konu, asırlar boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir. Bunu aydınlığa kavuşturmaya çalışan tarih ve kıssa yazarlarıyla müfessirler belli ölçüde yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden etkilenmişlerdir. Kezâ Hz. İsa’nın nüzûlü ve Kıyâmetten önce dönüşü konusu da tartışılmaktadır. Eldeki rivâyetlerin gözden geçirilerek değerlendirilmesinde fayda vardır. Hadis rivâyetlerinde yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu müfessirleri, âyetlerde geçen[302] kelimeleri yoruma (te’vil) zorlamış ve “âhad” olsalar da hadisleri değerlendirmeye almışlardır. Gerçekten de bu haberlerde, oldukça detaylı bilgiler yer almaktadır. İki asırdan beri hıristiyan ilâhiyatçıların ve oryantalistlerin Hz. İsa’nın dönüşü konusunu değişik metodlarla müslüman câmia içinde yayma gayretlerinin doğurduğu antipatinin de tesiriyle İslâm dünyasında konu bazı bilginlerce yeniden ele alınmış ve selef çığırının dışına taşan tartışma ve yorumlara neden olmuştur. [303]
Bazı müfessir ve âlimler, bu konuda fazla yorum yapmak istemezler. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları Kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.”[304] Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: “Onun vefatı ve ref’ edilmesi mugayyebâta ait bir husus olup, te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği müteşâbih meselelerdendir. Zaten bunun ötesinde akîdeye ve şeriata müteallik, fazla bir mesele de yoktur. [305]
Mevdûdî, Nisâ, sûresi, 158. âyetindeki “Allah onu kendisine yükseltti” ifadesini tefsir ederken şöyle der: Burada Allah, meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur’an yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmeyi başaramadıklarını, Allah’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler; fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah’ın onu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp rûhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü mûcizevî olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. [306]
Aynı âyetle ilgili Muhammed Esed, Hz. İsa’nın beden olarak semâya yükseldiğini kabul etmez ve şu açıklamayı yapar: “Allah onu kendi katına yükseltti” [307] “Âyette Allah, Hz. İsa’ya ‘Seni ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim’ buyurur. ‘Refaahû’ (lafzen, onu yüceltti yahut onu yukarı çıkarttı), bir insanın ref’ edilmesi fiili, ne zaman Allah’a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma”, yahut “yüceltme” anlamlarına gelir. Kur’an’ın hiçbir yerinde, Allah’ın Hz. İsa’yı yaşadığı sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği” şeklindeki yaygın inancı destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki âyetteki “Allah onu kendi katına yüceltti” ibâresi, Hz. İsa’nın Allah’ın özel rahmeti mertebesine yükseldiğini gösterir; “rafe’nâhu (onu yücelttik)” fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı[308] âyetinden açıkça anlaşılacağı gibi bu, bütün peygamberlerin yararlandıkları bir lütuftur. [309]
Müfessirlerden çoğunun kanaatine göre Hz. İsa, rûhu ve cesediyle birlikte göğe yükselmiştir ve âhir zamanda tekrar yeryüzüne inecektir. Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsa (a.s.)’nın cismi değil; rûhudur. Kur’an’da ifade edilen “Seni Bana yükselteceğim”[310] hitabıyla kast edilen, Hz. İsa’nın rûhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Ceset, emanet elbise gibidir, artar eksilir. Değişmeyen insanın rûhudur.[311] Yine Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı kabulünün müslümanlara hıristiyan inançlarından geçtiği belirtilerek bu olay şöyle değerlendirilir: Gök ile kast edilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan, galaksilerden ibârettir. Yani İsa, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kast edilen mânevî gök ise oraya ceset gitmez, rûh gider; çünkü orası maddî değildir. [312]
Kur’an, İsa (a.s.)’nın göğe yükseltildiğini değil; Allah’a yükseltildiğini söyler: “Bel rafaahu’llahu ileyh”[313] cümlesi: “Allah, onu göğe yükseltti” değil; “Allah, onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Bu konuyla ilgili diğer âyette de aynı ifade vardır.[314] Göğe yükseltmek başka, Allah’a yükseltmek başkadır. Allah’ın onu kendine yükselttiği mecburen kabul edileceğine göre, onun göğe yükseltildiğini söylemek, Allah’a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa Yüce Allah her yerdedir. İsa’nın Allah’a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de yerin de ilâhıdır. Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp Allah’a yükseltilen İsa’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Âyetin anlamı, İbn Cüreyc’in dediği gibi, Allah’ın İsa’nın rûhunu yüceltmesi, şânını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.
Yüce Allah, Hz. İsa’yı saldırganların elinden kurtarmak sûretiyle mânevî derecelere nâil eylemiş, şânını yüceltmiştir. Nitekim “Kıyâmet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün kılacağım”[315] âyetinden bu anlam anlaşılmaktadır. Gerçekten Hz. İsa’ya uyan ve ona yakın olanlar yahûdilere hâkim olagelmiştir. Bu da onun Allah katındaki şânının yüceliğini gösterir.
Müfessirlerin “Seni vefat ettireceğim, Bana yükselteceğim.”[316] âyetini, genellikle İsa’nın göğe çıktığı şeklinde tefsir etmelerinin başlıca iki etkeni vardır: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, hıristiyanlar ve yahûdiler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan yahûdi ve hıristiyan âlimlerine başvurmaları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. İkinci etken de, İsa’nın (a.s.) göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccal’ı öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şeriatıyla amel edeceği hakkında anlatılan hadis rivâyetleridir.
Âl-i İmrân 55. âyetiyle Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan rûhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir. Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir:
“Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’an’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derecelerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrahim âilesidir. İmrân âilesi de bunlardandır. İsa’nın cesedi Allah’a kaldırılmış, fakat İsa’nın rûhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâiloğullarının sû-i kastı, hilesi ile hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsa’nın rûhu, Mûsâ maiyetinde (beraberliğinde) yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tabileri, bu rûhtan istifade ederek kısa bir zamanda yahûdilerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihâyet Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesiyle hepsi, Hz. Muhammed’in rûhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsa da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in (s.a.s.) rûhu maiyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsa’nın rûhu ortaya çıkacak, Muhammed’in rûhu maiyetinde hizmet edecek ve fakat Kıyâmetten evvel vefat eyleyecektir.” [317]
Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vile göre İsa’nın zamanı, insanların İslâm şeriatının rûhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslah için İslâm şeriatının özüyle amel edecekleri zamandır.” [318]
Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamberimiz’in Miraç’ta Hz. İsa ve Hz. Yahyâ’yı ikinci gökte görmüş olmasını Hz. İsa’nın rûhu ve cesediyle göğe çekilmesiyle ilgili delillerden biri sayar. Eğer Hz. Peygamber’in Miraç’ta görmesi Hz. İsa’nın cesediyle göğe çıktığına delil ise, Hz. Yahyâ’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüştü. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin rûhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin rûhları yücelere, melekût âlemine yükselirler.
Hz. İsa’nın nüzûlü, Kur’an’da geçmez. Bu konudaki kabul, mütevâtir olmayan hadis-i şerif rivâyetlerine, yani haber-i vâhide (âhad hadislere) dayanır. Bu hadislerin sahih olduğu kabulünden dolayı, bazı âyetler bu hadisler çerçevesinde yorumlanmış, te’vil edilmiştir. Aslında hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, Kur’an âyetlerine göre tashih, te’vil ve yorumlarının yapılması daha doğru bir yol kabul edilseydi, bu zorlama te’viller yapılmazdı. Bu konuyla ilgili bazı hadis rivâyetlerini görelim:
Hz. İsa’nın Gökten İneceğini İfade Eden Hadis Rivâyetleri
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu İsa, âdil bir hâkim olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah’a bir kere secde etmek dünya ve dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” [319]
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye Kıyâmet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa ibn Meryem de iner. Bu müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat İsa (a.s.): ‘Hayır!’ der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz.” [320]
“İbn Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imâmınız olduğu (İsa da imâmınıza uyduğu) halde bakalım nasıl olursunuz?” [321]
“Meryem oğlu (İsa a.s.), Feccu’r-Ravhâ adlı mevkide, hac yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir.”[322]
Bir hadis rivâyetinde “Meryem oğlu İsa Kıyâmetin 10 alâmetinden biri” sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez,[323] Bazı hadis rivâyetlerinde, “Şam’daki beyaz minareye iner.”[324]; “Hz. İsa inmeden Kıyâmet kopmaz”[325]; “O indikten sonra kırk yıl kalır.” [326]
Bir rivâyette İslâm ümmetine imamlık yapmaz, İslâm kumandanı Mehdî’nin cemaati olurken, başka bir rivâyette “Rumları yenen, İstanbul’u fetheden askerler, orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüşürken şeytanın ‘Mesih evlerinize sahip oldu’ diyeceği, Bunların Şam’a gelerek savaşmak için kılıçlarını düzeltirken namaz kılacağı, namazlarında İsa’nın inip onlara imam olacağı, Allah’ın düşmanı Deccal’ın onu görünce tuzun suda erimesi gibi erimeye başlayacağı”[327] söylenir. “O, Deccâl’ı Ludd kapısında öldürecektir.”[328] Deccâl’dan bahseden bir hadis rivâyetine göre, Meryem oğlu İsa’nın geleceği, Allah’ın onu Deccâl’dan koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhur edip Taberiye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsa ve adamlarının kuşatılacağı, sonra İsa ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihâyet Kıyâmetin kopacağı”[329] anlatılmaktadır.
Hadis rivâyetlerinde bunlar gibi daha birçok detay bilgiler verilmektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi zamanında İsa’nın inme ihtimalinden bahsedilir: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selâmımı söylesin.” [330]
Lâfızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadis rivâyetlerinin, manalarında da bir birlik yoktur. Birinde İsa zuhur edince çok bolluk olacağı, Deccâl’ı öldüreceği belirtilirken, ötekinde İsa ve adamlarının, Ye’cûc ve Me’cûc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. İsa’nın ineceği ifade edilen bu rivâyetlerde, iniş safhalarının birbirinden farklı anlatıldığı görülür. Hadis rivâyetlerinde geçen İsa’nın bütün kiliseleri yıkacağı ifadesi de 22/Hacc, 40 âyetine aykırıdır. Bu âyette Allah’ın koruduğu ve kulları vasıtasıyla savunduğu Allah’ın adı anılan mâbedleri İsa nasıl yıkar? Âyete göre Hz. İsa’nın bu mâbedleri koruyanların başında olması gerekir.
Ayrıca bu rivâyetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, asırlar öncesi savaş silâhını ifade eder ama Deccâl’ın çıkacağı Kıyâmete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerleri, silâh olarak kılıç değil; modern silâhlar taşırlar. Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği hakkındaki âyetlere [331] aykırıdır.
İsa’nın ineceğine inanmak, itikadî bir meseledir. İtikad, şek üzerine kurulmaz; yakîn ve mütevâtir nass üzerine kurulur. Hz. İsa’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek herhangi mütevâtir bir haber yoktur. Bu konudaki rivâyetlerin hepsi âhad haberlerden ibârettir. Hz. İsa’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten Mehdî adındaki âdil bir imamın geleceğine dair anlatılan rivâyetlere de çok benzerlik gösterir. Mehdî hakkındaki rivâyetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivâyetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadisçiler katında sahihin altında bir derece olan “hasen hadis” kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadis rivâyetleriyle itikad kurulamaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü belirtilir: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize döndürüleceksiniz.”[332] Peygamberimiz’in de bir gün öleceği vurgulanan bu âyetlere göre Hz. Hz. İsa’nın öldüğüne inanmak gerekir. [333]
Ahmet Keleş, “Hadislerin Kur’an’a Arzı” adlı kitabında Hz. İsa’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili hadislerin Kur’an’a arzedilmesini tavsiye eder ve şöyle der:
Bazı âlimler, Hz. İsa’nın nüzûlünün Kur’an’da da zikredildiği, bir kısım âyetlerin bu konuda bilgi verdiği gerekçesiyle, sözkonusu hadislerin Kur’an’a da uygun olduğunu iddiâ etmiştir. Bu konuda delil kabul edilen âyetler şunlardır:
“Ehl-i kitaptan herbiri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” [334]
“Şüphesiz ki o, Kıyâmet için bir bilgidir. Sakın onda şüpheye düşmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.”[335] Bu âyette geçen “o”, Hz. İsa olarak kabul edilmiş ve âyette geçen “ilm” kelimesi, kırâat farklılığı olarak “alem” şeklinde de okunmuştur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: “O (İsa), Kıyâmet için bir alâmet/işarettir.”
Bu iki âyetten hareketle Kıyâmetten önce Hz. İsa’nın geleceği söylenmiştir. Ancak bu âyetlerdeki işaretler sarih/açık olmadığından dolayı, onlar için bu iddianın, açık bir delil olması sözkonusu değildir. Bazı müfessirlerin bu kanaate varmalarında hadis rivâyetlerinin önemli ölçüde rolü olmuştur. Çünkü Elmalılı, bu konuda yaptığı tefsirinde; “Yâ İsâ! Seni öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.”[336] âyetini açıklarken, bu âyetteki “öldüreceğim” anlamındaki “müteveffîke” kelimesini başka anlama te’vil etmenin câiz olmadığını, sarih anlamıyla anlamak gerektiğini ifade etmektedir.
Ancak, hadislerdeki Hz. İsa’nın tekrar ineceğini bildiren haberlerden dolayı bu âyeti uygun bir şekilde te’vil etmek gerektiğini söylemektedir.[337] Bu ifadeler bize, “şâyet bu rivâyetler olmamış olsaydı, müfessirler bu âyetlere böyle mânâ vermeyeceklerdi” kanaatini vermektedir. Âyete verilen anlamda rivâyetlerin rolü gâyet açıkça görülmektedir. Ancak, sahâbenin Kur’an ilimleri ve tefsiri konusunda en meşhuru, bu âyetteki kelimeye farklı anlam vermez: İbn Abbâs (r.a.): “Ey İsa, şüphesiz ki seni vefat ettirecek olan (onlar değil) Benim” [338] âyetindeki “müteveffîke” ibâresini “seni öldürecek olan” diye açıklamıştır. Bu rivâyeti Buhârî, bab başlığında kaydetmiştir. [339]
Bu âyetlerden sözkonusu “nüzûl/inme”nin anlaşılmayacağı üzerinde de durulmuştur. Hz. İsa’nın öldüğünü, tekrar gelmesinin sözkonusu olamayacağını, bu konudaki âyetlerin yanlış anlaşıldığını ifade eden âlimler de olmuştur. [340]
Zeccâc, “ölümünden önce ona mutlaka bütün ehl-i kitap inanacaktır”[341] âyetindeki “ona” ifadesindeki zamirin, hem Hz. İsa’ya, hem de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) râci olabileceğini, her iki anlamının da doğru olduğunu söylemektedir. Çünkü ona göre, bu âyetin ifade ettiği anlam şöyledir: “Her peygamberi inkâr edenler, ölümlerinden önce gerçeği görmek sûretiyle yanlış yolda olduklarını anlar ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğuna inanırlar.”[342] Yine müellif; “Bu âyetten Hz. İsa’nın gökten inip de bütün ehl-i kitabın ona inanacağını anlamaya dil müsâit değildir. Çünkü âhir zamanda olanlar ona inanacaklardır, diyelim; o zamana kadar olanları ne yapacağız? Doğrusu bu âyetten böyle bir mânâ çıkarmak doğru değildir” demektedir. [343]
“O, Kıyâmet için bir bilgidir/alâmettir”[344] âyetinin de, Hz. İsa’ya delâletinin kat’i olmadığını bildirmişlerdir. Zeccâc, buradaki alâmetin Kur’an olması da mümkündür demektedir.[345] Taberî, her iki anlamı da birçok müfessirden naklettikten sonra, kurrânın ekseriyetinin bu kelimeyi “ılmun” şeklinde okuması nedeniyle, Kıyâmete âit bilginin “Kur’an” olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Kur’an, Kıyâmetin bilgisini vermektedir.
Bu iki âyetin ifade ettikleri anlamlara arz ederek Hz. İsa’nın ineceğine dair hadisleri tashih etmek, arz usûlü olarak belirtilen prensipler muvâcehesinde mümkün değildir. Şimdi, Kur’an’da zikredilen âyetlerin Hz. İsa’nın her ölümlü gibi öldüğüne, tekrar dünyaya gelmesinin imkânsız olduğuna dair Kur’an metinlerini görelim:
“Her nefis/can, ölümü tadacaktır. Sonra da Bize döneceksiniz.” [346]
“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” [347]
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları Kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda hükmü Ben vereceğim.” [348]
“Allah’ın rasûlü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük, dediler. Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” [349]
“(İsa:)Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâm/esenlik banadır.” [350]
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” [351]
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” [352]
Bu Kur’an âyetleri açık bir şekilde ve muhkemât olarak Hz. İsa’nın öldüğünü bildirmektedir. Bu âyetler, mezkûr hadislerin tesirinde kalmadan anlaşılınca bu anlam, sarih olarak anlaşılacaktır. Bu nedenle, önceki âyetler, bu konuda vârid olan hadisler için arz metnini oluşturmazken, bu âyetler anlamlarındaki açıklık ve kat’ilik nedeniyle arz metnini oluşturmaktadırlar.
Âyette ifade edilen, yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürememeleri, asamamaları, Allah’ın da onu öldürmediğine bir delil sayılamaz. Çünkü Allah diğer âyetlerinde onu öldürdüğünü açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Muhammed’in son nebî olması da onun tekrar gelmesine engeldir. Hz. İsa’nın peygamber olarak gelmeyeceği görüşü de kabul edilemez. Çünkü Hz. İsa’nın geleceğini kabul edenlerin en önemli gerekçeleri, ehl-i kitabın ona inanmasıdır. Ehl-i kitap ona ne olarak inanacaklardır? Müslümanlar “mehdîye tabi olur” şeklinde bir yorumla problemi çözmüş görünmektedirler, ama işaret edilen nokta, göz ardı edilmiştir. Hz. Mesih’in, ehl-i kitabı Hz. Muhammed’e (s.a.s.) inandırmak için geleceğini kabul etmek ise kabul edilir bir görüş olamaz. Hangi şekilde gökten inecek bir Mesih, hıristiyan dünyayı müslüman edecektir? Onları imana zorlayacak açık bir mûcizeyle gelmesi, herkesin zorunlu olarak ona inanması, dinin imtihan sırrına muhâliftir, kabul edilemez. Böyle zorunlu bir inandırma, ne Hz. Mesih’in kendi sağlığında ne de başka peygamberin hayatında gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi de Kur’an’ın bildirdiği imtihan mantığına aykırıdır.
Şâyet böyle bir açık mûcizeyle gelmez ise, kimse ona inanmayacaktır. Sıradan bir insan çıkıp da “ben Mesihim” dese buna kim inanır? Nitekim 1340’da Nahcivan’da doğan Fazlullah Esterâbâdî, 1819’da Hindistan’da doğan Mirza Ali Muhammed ve 1830’da Hindistan’da doğan Ahmed Kadıyânî gibi kimseler, Mehdî ve İsa olduklarını söylemişler ve kendilerine inananlar da olmuştur, ama bu inanma hiçbir zaman hadislerde anlatılan gibi olmamıştır.
Hz. İsa’nın tekrar dünyaya gelmesini, hem de tekrar dünyevî ceset giymesini, gerçekten ölmüş bile olsa gerekli görenler, Hz. İsa’yı yere indiğinde “iman nuru” ile kendisine çok yakın olanların tanıyabileceğini söylemişlerdir.[353] Bu ifadeler de Hz. İsa’nın inmesi konusunda zikredilen rivâyetler ile delil sayılan âyetlerin, reel olarak anlaşılabilmesinin ve tahakkukunun imkânsız olduğu kanaatini vermektedir. Çünkü birkaç kişinin tanıyacağı bir Mesîh, hadislerde anlatılan misyonu üstlenemez. Ayrıca bu şekilde “kurtarıcı” beklentilerinin, müslüman irâdeyi ve İslâmî aktiveteyi nasıl etkileyip körleştirdiği, herbiri bir Mesîh ve Mehdî görevi üstlenmesi gereken mü’minlerin, bu kutsal tebliğ görevinden kendilerini, haber verilen bu “muntazar/beklenen” şahıslar yüzünden devre dışı tutmakta ve bu dini, bütün insanlığa ve ehl-i kitaba tebliğ etmek görevini üstlenip de yerine getireceklerine, gökten inecek Hz. İsa ile Hz. Mehdî’ye bırakmakla yetinmektedirler. Sözkonusu hadislerin müslüman dünya için oluşturduğu bu fâsit telakkî bile bu rivâyetleri reddetmek için yeterli bir neden sayılmalıdır.
Bu konuda zikredilen hadislerin İsrâiliyat kaynaklı olmasını ve İslâmî literatüre de hıristiyan öğretisinden geçmiş olacağını da vurgulamak gerekir. Bu konuda Pavlos’un II. Mektubunun II. babında ve Müşâhedât’ın 19. babında Hz. İsa’nın Deccâlı öldüreceği yazılıdır. [354]
Bazı araştırmacılara göre Şiî müslümanların Muntazar İmam Mehdî, sünnî müslümanların çoğunluğunun da Mehdî inancı, hıristiyanların, halen yaşadığına inandığı ve bir gün yeryüzüne inip kurtarıcı krallık yapacağını beklediği Hz. İsa inancından kaynaklanmaktadır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryüzüne ineceği sanılan İsa ile Muntazar imam aynıdır. Yalnız isim değişmiş; İsa yerine imam veya Mehdi denmiş, bazen de ikisi aynı şahıs kabul edilmiştir. [355]
Hz. Mesîh’in tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivâyetler, Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla çeliştiğinden, tekrar dünyaya gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile uyumunun bulunmamasından dolayı kabul edilmesi zordur. Ancak, Hz. Mesih’le ve mehdiyle ilgili hadisler birer sembol kabul edilerek zâhirî anlamlarıyla değerlendirilmeyip “bunlar müteşâbih hadislerdir, bunlarla kast edilen başka anlamlar vardır” denilir ve ne itikadî ve ne de amelî bir bağlayıcılığı olmamak ve herhangi bir mükellefiyet de getirmemek kaydıyla kabulünde ve zikrinde mahzur olmayabilir.[356] Bu müteşâbih olanlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar, kendileri için bir mesaj alıyorlarsa, bu öznel anlamaya bir şey denilemez. Fakat genel olarak âhir zaman telakkîsi ve dine hizmet, bu rivâyetler üzerine binâ edilemez. [357]
Hz. İsa’nın eceliyle ölmüş olduğunu Kur’an’ın açık naslarına rağmen kabul etmek istemeyenler, iki bin yaşını çoktan geçmiş olarak, (hıristiyanların inancının bir benzeri şekilde, göğe kaldırılıp orada) yaşadığını ve dünyaya geleceğini değerlendirirken, hadis rivâyetlerinin dışında, delil olarak sadece şu âyeti gösterirler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”[358] Bu âyette kullanılan “rafea (kaldırdı, yükseltti)” kelimesi, aynı şekilde meselâ, İdris (a.s.) için de kullanılmıştır: “Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yükselttik (rafa’nâhu).”[359]; “Allah onu kendisine yükseltmiştir” ifadesini tek başına ele alıp “Hz. İsa ölmedi, o halen yaşıyor” diyebiliyorsak, aynı ifadeden hareketle Hz. İdris de ölmemiştir, halen yaşamaktadır, Allah onu da göğe yükseltmiştir” dememiz gerekmektedir. Hz. İdris için, yükseltme, “Allah indindeki makamı yükseltildi; manevî derece olarak Allah katında mertebesi yükseltildi” denilirken aynı kelime kullanıldığı halde, Hz. İsa için niye mecazî anlam olarak, “Allah katında manevî makamı yükseltildi” anlamı verilmez ve bu çelişki nasıl izah edilir? Bu çelişkiden daha büyük yanlış, -hâşâ- Allah’a mekân isnad etmektir. Âyette “Allah onu kendi nezdine yükseltmiştir” ifadesinden “göğe yükseltilme” anlamı nasıl çıkacaktır? Allah, hâşâ gökte midir ki, kendine yükseltmesi, göğe kaldırma olarak değerlendirilebilsin?!
Eski Ezher şeyhi Mahmut Şeltut, bu âyetle ilgili olarak şunları söyler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”[360] Bu âyet, Hz. İsa’yı kesin olarak öldürmediklerini anlatan ifadeden sonra gelmiştir. Ref’ (yükseltme)den maksat, İsa’yı (a.s.) düşürmeyi amaçladıkları şeye engel olmak sûretiyle İsa’nın derecesinin ve konumunun yükseltilmesidir. Böylece mana şu şekilde olmaktadır: “Allah İsa’yı onlardan korumuştur. Onlar onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir. Hatta Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmış ve onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun derecesini yükseltmiştir. Böylece âyet, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle tamamen uyuşmaktadır: “Seni vefat ettirecek, seni Bana yükseltecek (ref’) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım.”[361] Bu âyet, onların İsa’nın cismiyle, diri olarak ref’i konusundaki tezlerini çürütmektedir. İmam Fahreddin Râzi, tefsirinde şöyle demektedir: “Seni tertemiz kılacağım. Yani seni onların arasından çıkaracak, seninle onların arasını ayıracağım. Kendisine ref’ (yükseltme) lafzıyla şânının büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir) lafzıyla da arındırma manası bildirilmiştir.
Tüm bunlar, onun şânının ve derecesinin yükseltilmesindeki mübâlağaya işaret etmektedir. Alla Teâlâ’nın şu sözünün anlamı hakkında da şöyle demektedir: “Sana tabi olanları küfreden kimselerin üstünde kılacağım.”[362] Buradaki “üstünde”likten kast edilen hüccet ve burhan ile olmasıdır. Bil ki, âyet-i kerimedeki ref’ine delâlet eden “seni Bana yükselteceğim”, derecenin ve şânın yükseltilmesidir. Yoksa yön ve mekânla ilgili değildir. “Üstünde” kılmada olduğu gibi mekânla ilgili bir durum değil; tamamen derece ve şânın yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.” [363]
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”[364] Bu âyet, dolaylı yoldan başka bir tevhid gerçeğine dikkat çekmektedir: Peygamberlerin, ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde tasarruf imkânlarının kalmadığı. Böyle bir tasarruf sözkonusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan peygamber Hz. İsa’ya: “İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü/tanık idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun” diye söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra, dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer olmakla çelişir. Ve tüm peygamberler de beşerdir. Buradan hareketle tasavvuf bünyesine sokulan “ölüm sonrası evliyâ tasarrufları” anlayışının Kur’an dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. Bu tevhid dışı anlayış, asırlarca kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını tanrılaştırma illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.
Hz. İsa’nın ineceğine ve İslâm şeriatıyla amel edeceğine dair hadis rivâyetleri şöyle te’vil edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Nitekim, 21. asrın başlarında Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde dünyanın her yerinde hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mehdîdir, imamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsa’yı bir peygamber olarak tanıtır. Onun peygamberliği, daha doğumunun ilk gününde ilân edilmişti: “Çocuk şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.”[365] Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, peygamberlerin sonuncusudur: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”[366] Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra dünyaya gelmesi, bu âyetler ışığında değerlendirilince mümkün değildir. Gelmiş olsa, son peygamber Hz. Muhammed değil; Hz. İsa olur.
İkinci gelişinde Hz. İsa’nın peygamber olmayacağını iddia etmek, İsa’nın peygamberliği ile ilgili âyetleri inkâr anlamına gelebilir. Hz. İsa geldiğinde Kur’an âyetlerini inkâr etmeyeceğine göre kendisinin peygamber olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır. Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber oluşunu inkâr etmiş duruma düşmeyecek midir? Hz. İsa, Kur’an’ın tanıttığı şekliyle bir peygamberdir. Peygamberliği olmayan bir İsa’nın diğer insanlardan farkı, etkisi, inandırıcılığı ve gücü ne olabilir? Yine Hz. İsa’nın nüzûlü ile bazı haramları helâl edeceğine dair hadis rivâyetleri, İslâm dininin tamamlandığını bildiren “... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”[367] âyetiyle çelişir.
Kendisinin İsa olduğunu iddia eden nice insanlar çıkmış, çıkmakta ve çıkacaktır. Gerçek İsa’yı (a.s.) insanlar nasıl tanıyacaktır; daha önce gösterdiği gibi mûcizeleri de, peygamber olarak gelmeyeceği için gösteremeyecektir. Yok, peygamber olarak gelirse, (ki Mezarcı o iddiadadır.) o zaman da Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) için, “peygamberlerin sonuncusu” [368] olduğunu bildiren âyeti ve buna dayanan İslâm itikadı inkâr edilmiş olacaktır. Ayrıca dinin tamamlandığını bildiren âyet[369] reddedilmiş olacaktır. Bu da kendisinin Mehdi olduğunu iddia edenler gibi istismar konusu olacak, sahte Mesihlerin insanları kandırma yolu ardına kadar açılmış olacaktır. Bilindiği üzere, Papa suikastçısı M. Ali Ağca bile tarihin çöplüğünde yer almış yüzlerce sahtekâr kişi gibi, kendisinin Mehdi ve İsa olduğunu iddia edebilmektedir. Şimdi de eski bir müftü ve milletvekili olan Hasan Mezarcı, kendisinin Hz. İsa olduğunu ve gökten indiğini iddia etmeye başladı. Hz. Peygamberimiz zamanında minare olmadığı halde, Hz. İsa’nın Şam’daki beyaz minareye ineceği iddia edilebilmektedir. Hatta Adıyaman’daki meşhur şeyhin bulunduğu câminin minaresi bembeyaz renge boyanmış, Hz. İsa’nın oraya ineceği iddia edilerek, köye “inilecek yer” anlamına gelen “Menzil” adı verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar, ne ilk ve ne de sondur. Bunun gibi nice beklentiler, oyalanmalar, kurtarıcı bekleyip sorumluluktan kaçmalar ve istismarlar sözkonusu olduğu gibi bu gidişle çok daha olacaktır.
Mehdî Olayına da kısaca değinirsek; Mehdi’nin günün birinde geleceğiyle ilgili hadis kitaplarında âhad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buhârî ve Müslim’in kitaplarında ise mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir.
İlk dönem itikat kitaplarında mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra yazılan Akaid kitaplarında mehdiden bahsedilmektedir. Mehdiden bahseden hadisler mütevâtir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almaması gerekir. Ancak, İslâm tarihinde mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve birçoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.
Anlaşıldığı kadarıyla mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Âhad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde birçok mehdi çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerin bir kısmı bu mehdi beklentisinden yararlanmıştır.
Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istismarcısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.
Mehdi ve Hz. İsa’nın gökten inme beklentisi, birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk etmiştir. Öyle ya, nasıl olsa mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terk etmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm Kıyâmete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen, Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir. Mehdi beklentisi, müslümanların ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını, gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarında uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a aittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız? İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı ve mehdi taslağı olmasına rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir mârifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine(!) dönsünler. İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar, İslâm ülkelerindeki tağutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine dur desinler.
Kur’an, müslümanlara mehdi beklemeyi değil; hakiki anlamda iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir.[370] Eğer mehdiyi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdîdir (hâdî-hidâyete erdiricidir). İnsanlar bu mehdiye uyarlarsa doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. [371]
Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! [372]
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük mehdî olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman Deccallar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” [373]
Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz?
Nedir Kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, kıyâm etmek, doğrulmak ve dirilmek anlamında olan Kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın Kıyâmeti, inancın Kıyâmeti, hakikatin Kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi yerine getirmeyenlerin âkıbetidir Kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların dünyevî cezâsıdır “Kıyâmet”.
Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde, hadis olmadığını tesbit ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız bir söz vardır: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” Sanal bir hayatta, yaşadığını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde yaşadığı çevreyi katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını, mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi Kıyâmet değil de nedir?
Kur’an’ın Kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmaktır.
Kur’an’a göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir. Kıyâmet, ansızın kopacaktır. “Sana Kıyâmetten sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen nerede?”[374]; “Sana Kıyâmet sâatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: ‘Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.’ Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır’ ama insanların çoğu (bunu) bilmezler.” [375]
Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya çıkmıştır, ama farkında olmadan Kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması kolay olmayacaktır. Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini bekleyenler, onun ansızın kopacağını bilmeyenler veya bilmek istemeyenlerdir. Kur’an’ı okuyanlar bilirler ki, onun alâmetleri çoktan gelmiştir. “Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?”[376] Ansızın kopacak Kıyâmetin Kur’an’da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur’an, Kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar: “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.”[377] Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman kalmıştır, hatta belki bundan daha da yakındır: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) sâatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir.” [378]
Bütün bu Kur’ânî hakikatlere rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den Kıyâmetin alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis kitaplarını doldurmuştur. Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla reddetmek doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur’an’a arzedilmesi gerekir. Kur’an’ın bazı âyetlerinin müteşâbih olduğunu biliyoruz.[379] Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine benzeyen, mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, yorumunda güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur’an’da bahsedilen Kıyâmet ve ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir. Müteşâbihlerin tek bir tefsiri olmaz, farklı te’villeri/yorumları olabilir, esas anlamını da ancak Allah bilir. [380]
Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve Kur’an’ın Kıyâmet konusundaki mesajını göz ardı eden Osmanlı’nın son devir mollaları, olanca zulüm ve tuğyânı, sadece “Kıyâmet alâmeti” olarak değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla “başımıza taş yağması yakındır” diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Hâlbuki Kıyâmetin çok yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur’an çok önceden belirtmişti. Küçük-büyük alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine, Kıyâmet kopmadan, -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını hiçbir Kur’an talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur’an’ın yüklediği bireysel ve toplumsal görevimizi yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek, büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla Kıyâmeti çok uzaklara ertelemek, “kalplerinde eğriliğin bulunması” ve “fitne çıkarma” [381] riski ile karşı karşıya gelmek demektir.
Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz vardır: “İzâ mâte’l-insânu fekad kamet Kıyâmetuhû; İnsan öldüğü zaman, onun Kıyâmeti kopmuştur.” Diğer insanların Kıyâmeti artık onu ilgilendirmeyecektir. Ölüm de her an gelebileceğine göre, Kıyâmetin zâhirî alâmetlerinin tümünün çıkmadığını sanıp Kıyâmetin daha kopmayacağını düşünmek, şeytanın vesvesesine kapılmaktır. Zâten ölüm, küçük bir Kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük bir ölümdür: Kur’an’da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i kerimede, “Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır.”[382] buyrulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefis/rûh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, “uyku, ölümün yarısıdır.” Ölüm de, insan rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun bedenden sıyrılmasıdır.
Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! (Rasûlullah,) sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’nün çağrısına koşun...” [383] buyrulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın “rûhun ve kalbin hayat derecesi” olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde “ölmek” değil; gerçekte “dirilme”dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve “sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler sözkonusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur’an bunu, “Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi.”[384] şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur’an’ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (Kıyâmetleri çoktan kopmuştur onların). Kur’an’da: “Sen ölülere duyuramazsın!”[385]; “Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!”[386] buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem’a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber’in (s.a.s.) çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık ölümdür. [387]
Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı cenâze olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile hissetmeyecek kaosu, Kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler, öldüklerinin, yani kendi Kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama mânen ölmüş, kendi Kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir Kıyâmet içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî Kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [388]
İnsan, bazı ölüleri yaşıyor zanneder, bazı yaşayanları ölü zannettiği gibi. “Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ‘ölüler’ demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız..”[389] “Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana, sağırlara da dâveti duyuramazsın.” [390]
Hadis külliyâtları, Kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Kıyâmet alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifadelerin dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları (Filistin’de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak’a olduğundan yola çıkarak Kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların Kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, Kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile Kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun Kıyâmetini çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki “hasta adam”a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, “Kıyâmet alâmeti” olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için Kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal Kıyâmet, her an dehşet saçmaktadır.
Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur’an’a arzedilerek, müteşâbih olduğu unutulmadan te’vil edilebilir. Bu, Kur’an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan, onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine, bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir.[391] Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir.[392] Yalnız, Kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu ve benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle Kıyâmet ilminin sadece O’na âit olduğu unutulmamalıdır.
Bir peygamberin dini (O’nun tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça, kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, “güneşin batıdan doğması”dır. Nitekim giderek ivme kazanan bir hızla Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki deccalın Sharon deccalına yardım için Ortadoğuda müslüman avına çıkmasının asıl sebebi budur. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mesih’tir, Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. “Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?” diye sormak yerine; “ölüme, Kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı” kendi kendimize sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zâten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük “mehdî” olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman “deccal”lar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” [393]
Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” adındaki kalk borusunu, “kıyâm et” emrini veren dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah’ın izni ve yardımıyla topluma ba’su ba’de’l-mevti yaşatacaklardır.
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli müslümanlara ihtiyaç var. Böylece emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî/mânevî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız Allah’tır. [394]
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet kavramına çok yer verilir. Değişik kelimelerle Kıyâmetten bin civarında âyette konu edinilir. Kıyâmetle ilgili temel kavram mâhiyetindeki kelimelerin kısa bir dökümünü vermek, bu konuda ufuk açıcıdır: “Kıyâmet” kelimesi, toplam 70 yerde zikredilir. Aynı anlamdaki “sâat” sözcüğü ise toplam 48 yerde geçer. “Âhir (yevmu’l-âhır)” kelimesi 28 yerde, “âhiret” kelimesi ise 115 yerde kullanılır. Âhirette hesaba çekilmek ve Kıyâmet günü ve hesap günü anlamındaki “hesap (hısâb) ve “yevmu’l-hısâb” kelimeleri toplam 39 yerde ifâde edilir. Yeniden diriliş anlamında kullanılan “ba’s” kelimesi ve türevleri toplam 67 yerde kullanılır. Kıyâmetin kopması ve her yaratığın ölümünden sonra, yeniden dirilişle birlikte mahşerde toplanmak anlamındaki “haşr” kavramı ve türevlerinin toplam 43 yerde zikredildiği görülür.
İslâm inancının üç temel esasından birini oluşturan Kıyâmet veya âhiret konusu yüzleri aşan, çok değişik ve müstakil sûrelerde ele alınmıştır. Burada, toplum hayatında büyük önem taşıyan mes’ûliyet duygusunun telkin edilmesinin bir hedef teşkil ettiği şüphesizdir. Ayrıca, “Herkes yarın için ne hazırladığının bilincini taşımalıdır.”[395] âyetinde ifâdesini bulan geleceği düşünme ve ebedî hayatın mutluluğunu sağlama uğruna faâliyet gösterme ilkesinin hâkim rol oynadığını da söylemek gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’de zaman zarfı olan “yevme”, “yevmeizin” kelimeleriyle oluşup Kıyâmeti tasvir eden âyetlerin sayısı 400’e yakındır. Bunların yetmişi “yevmu’l-kıyâmeh” şeklindedir. Ayrıca, Kur’an’ın altmış yedinci sûresi olan Mülk sûresinden itibâren yer alan 48 sûrenin büyük ekseriyetinin en belirgin muhtevâsı “Kıyâmet” konusudur. Bunlardan başka “Kıyâmetin kopma zamanı” demek olan “sâat”, “dünyanın sonu” anlamına gelen “ukbâ”,[396] “mutlaka gerçekleşecek olan realite” mânâsındaki “vâkıa”, “kimini alçaltan, kimini yükselten olay” anlamındaki “hâfida-râfia,[397],”yeniden diriltmek, dirilterek hesap meydanında toplamak” mânâsındaki “ba’s” ve “haşr”[398] kelimeleriyle bunlara benzer kavramlar Kıyâmet için kullanılmıştır. “Dönüş, dönüş yeri, çıkarıldığı yer” anlamına gelen ve bir âyette yer alıp bir yoruma göre Kıyâmet mânâsında olan “meâd” kelimesi de,[399] özellikle kelâm ve felsefe kitaplarında Kıyâmet yerine kullanılmıştır.
“Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır; İsteyene ve mahruma. Cezâ gününü tasdik ederler.”[400] Bu âyetler, Allah’a ve âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini belirtiyor. Şu âyet de Kıyâmeti, âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini açıklıyor: “(Onlar da) dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Cezâ gününü yalanlardık.” [401]
“(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının gerçek sahibi)dir.” [402]
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ (Bundan) Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” [403]
“Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:) ‘Bu, gerçek değil mi?’ dedi. Onlar: ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ dediler. (Allah:) ‘Öyleyse inkâr edegeldikleriniz nedeniyle azâbı tadın!’ dedi.” [404]
“Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle ki, sâat (Kıyâmet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür!” [405]
“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlarla itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” [406]
“Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” [407]
“Kimine hidâyet verdi, kimi de sapıklığı haketti. Çünkü bunlar, Allah’ı bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar.” [408]
“Sâatin (Kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.’ Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.” [409]
“O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara: ‘Yerinizden ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da’ diyeceğiz. Artık onların arasını açmışızdır. Şirk koştukları derler ki: ‘Siz bize ibâdet ediyor değildiniz. Bizim ile sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Gerçekten biz, sizin ibâdetinizden habersizdik.’ İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl-gerçek mevlaları olan Allah’a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzaklaşacaklar.” [410]
“(Kıyâmetin) Geleceği günde, O’nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez. Artık onlardan kimi ‘bedbaht ve mutsuz’, (kimi de) mutlu ve bahtiyardır.” [411]
“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir. Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur.” [412]
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) Sâatin(in) emri de yalnızca (süratli) göz açıp kapama gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir.” [413]
“O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: ‘Rabbimiz, seni bırakıp bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır’ diyecekler. (Onlar da bunlara:) ‘Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz’ diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar. O gün (artık) Allah’a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da onlardan çekilip uzaklaşmıştır.” [414]
“Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün; onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiçbir ini dışarda bırakmamışızdır. Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz ilk defa yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. Hayır, bizim size bir kavuşma zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?” [415]
“(Kâfirlere:) ‘Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın’ diyeceği gün; işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum koyduk.” [416]
“Biz o gün, bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz. Sûr ’a da üfürülmüştür, artık onların tümünü bir arada toparlamışız.” [417]
“Andolsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.” [418]
“Ve onların hepsi, Kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir. [419]
“Sûr’a üfürüleceği gün, biz suçluları/günahkârları o gün, (yüzleri kara, gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak toplayacağız.” [420]
“Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: ‘Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak. Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır. Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek.” [421]
“O gün, kendisinden sapma imkânı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahman (olan Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey işitemezsin.” [422]
“O gün, Rahman (olan Allah)’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” [423]
“İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar.” [424]
“Hayır, onlara apansız gelecek de, böylece onları şaşkına çevirecek; artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek ve ne onlara süre tanınacak.” [425]
“Biz, Kıyâmet gününe âit duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz.” [426]
“Bizim, göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iâde edeceğiz. Bu, bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız.” [427]
“Hayır, onlar Kıyâmet sâatini yalanladılar; biz Kıyâmet sâatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Ateş,) Onları uzak bir yerden gördüğünde, onlar bunun gazablı öfkesini ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip çağırırlar.” [428]
“Sûr ’a üfürüleceği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve herbiri ‘boyun bükmüş’ olarak O’na gelmişlerdir.” [429]
“O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Bana ortak olarak öne sürdükleriniz nerede?’ der. Üzerlerine (azab) sözü hak olanlar derler ki: ‘Rabbimiz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da azdırıp saptırdık. (Şimdiyse) Sana (gelip onlardan) uzaklaşmış bulunmaktayız. Onlar bize tapıyor da değillerdi. Denir ki: “Ortaklarınızı çağırın.’ Böylelikle çağırırlar, ama kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. Hidâyet bulmuş olsalardı ne olurdu. O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Gönderilen (elçilere) ne cevap verdiniz?’ der.” [430]
“Kıyâmet sâatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar. (Allah’a eş koştukları) Ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur; onlar, ortaklarını inkâr ediyorlar.” [431]
“Kıyâmet sâatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır.” [432]
“İnsanlar, sana Kıyâmet sâatini sorarlar; de ki: ‘Onun bilgisi yalnızca Allah’ın katındadır.’ Ne bilirsin; belki Kıyâmet sâati pek yakın da olabilir.” [433]
“Onlar: ‘Eğer doğru sözlü iseniz, bu vaad (ettiğiniz azap) ne zamanmış?’ derler. De ki: ‘Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz.” [434]
“Demişlerdir ki: ‘Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip kaldırdı? Bu, Rahmân (olan Allah)’ın vaad ettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş.” [435]
“Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle çekişip dururken o kendilerini yakalayıverir. Artık ne bir tavsiyede bulunmağa güç yetirebilirler, ne âilelerine dönebilirler.” [436]
“Sûr’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) süzülüp giderler.” [437]
“İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar.” [438]
“Derler ki: ‘Eyvahlar bize; bu, din günüdür.’ ‘Bu, sizin yalanladığınız (mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” [439]
“Ve onları durdurup tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir.” [440]
“Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibâdet edin.” De ki: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, Kıyâmet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.” [441]
“Kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok?” [442]
“Kıyâmet sâatinin ilmi O’na döndürülür. O’nun ilmi olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi, gebe kalmaz ve doğurmaz da. Onlara: ‘Benim ortaklarım nerede?’ diye sesleneceği gün, dediler ki: ‘Sana arzettik ki, bizden hiçbir şâhit yok.” [443]
“Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi. Ne bilirsin; belki Kıyâmet sâati pek yakındır.” [444]
“Onlar, hiç şuurunda değilken kendilerine apansız geliverecek olan Kıyâmet sâatinden başkasını mı gözlüyorlar?” [445]
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir. Kıyâmet sâatinin ilmi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz.” [446]
“De ki: ‘Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinde hiçbir kuşku olmayan Kıyâmet günü O sizi bir araya getirip toplayacaktır. Ancak insanların çoğu bilmezler.” [447]
“Artık onlar, Kıyâmet-sâatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? [448]
“O gün, o çığlığı bir gerçek (hak) olarak işitirler. İşte bu, (dirilip kabirlerden) çıkış günüdür.” [449]
“O yaklaşmakta olan yaklaştı.” [450]
“Gözleri zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki yayılan çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kâfirler derler ki: ‘Bu, zorlu bir gün.” [451]
“(Çünkü o gün) Suçlu-günahkârlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” [452]
“Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar darmadağın olup ufalandığı, toz duman halinde dağılıp savrulduğu Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman...” [453]
“Ve diyorlardı ki: ‘Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?’ De ki, öncekiler ve sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte cezâ gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır.” [454]
“Vâkıa (kesin bir gerçek olan Kıyâmet) vuku bulduğu zaman, Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur.” [455]
“O yaklaşmakta olan yaklaştı. Onu Allah’ın dışında ortaya çıkaracak başka (hiçbir güç yoktur).” [456]
“Derler ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, şu tehdit (ettiğiniz azap) ne zamanmış?’ De ki: ‘(Bununla ilgili) Bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” [457]
“O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. ‘Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.’ İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ‘(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın’ denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sûr çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır.” [458]
“Ey iman edenler, Allah’a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, her şeye güç yetirensin.” [459]
“Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi.” [460]
“Artık sûr’a tek bir üfürülüşle üfürüleceği. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan Kıyâmet) artık vukubulmuş (gerçekleşmiş)tur. Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, ‘sarkmış za’fa uğramıştır.” [461]
“Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım.’ Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette.” [462]
“Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi.” [463]
“Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün; Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.” [464]
“(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.” [465]
“Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir.” [466]
“Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman, Gök yarıldığı zaman, Dağlar kökünden sökülüp savurulduğu zaman. Ve Rasuller de (şâhitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman...” [467]
“Bu ayırma gününü sana ne bildirdi? O gün, yalanlayanların vay haline. Biz, öncekileri helâk etmedik mi? Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz. İşte Biz, suçlu günahkârlara böyle yapıyoruz. O gün, yalanlayanların vay haline!” [468]
“Sûr ’a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. O sırada gök açılmış ve kapı kapı olmuştur. Dağlar yürütülmüş, artık bir serab oluvermiştir.” [469]
“Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir.” [470]
“Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir.” [471]
“O ne zaman demir atacak?’ diye, sana Kıyâmet sâatini soruyorlar. Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki… En sonunda o (ve onunla ilgili bilgi), Rabbine âittir.” [472]
“Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından.” [473]
“O gün, onlardan herbirisinin kendine yetecek bir işi vardır.” [474]
“O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır; Güler ve sevinç içindedir.” [475]
“Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.” [476]
“Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, Yer, ağırlıklarını dışa atıp çıkardığı Ve insan: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman; O gün (yer), haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir.” [477]
Hadis-i Şeriflerde Kıyâmet ve Kıyâmet Alâmetleri
İlk dönemlerden itibâren Kıyâmet alâmetleri, Kıyâmetin çeşitli merhaleleri, cennet ve cehennem hayatıyla ilgili birçok zayıf veya mevzû rivâyet ortaya çıkmıştır. Kıyâmet ve özellikle Kıyâmet alâmetleriyle ilgili hadislerin sıhhati ve toplumsal problemlere dikkat çekip onların Kıyâmet gibi kargaşa ve kaos sebebi olmasıyla ilgili te’vil edilmesi gereken özellikleri üzerinde ciddî değerlendirme yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in çok net beyanlarından Rasûlullah da Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmez. O yüzden hadis-i şeriflerde geçen bazı alâmetler henüz gerçekleşmedi diye, Kıyâmetin vaktine daha çok zaman olduğu, ya da şu tarihte olabileceği gibi değerlendirmeler çok yanlıştır.
“Şunu bilmelisiniz ki, Kıyâmette çıplak, yalınayak ve sünnetsiz olarak haşrolunacaksınız” sonra Rasûlullah (s.a.s.) “Yaratmayı ilkin nasıl başlattıysak onu tekrar ederiz.” [478] meâlindeki âyeti okuduktan sonra Kıyâmette ilkin Hz. İbrâhim’in giydirileceğini belirtmiştir. [479] Hz. Âişe’den rivâyet edilen hadisin devamında Hz. Âişe, bir arada bulunacak çıplak kadın ve erkeklerin birbirine bakabileceğinden söz etmiş, Rasûl-i Ekremde, “Durum buna müsâade etmeyecek kadar vahim olacaktır” cevabını vermiştir. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadiste de insanların üç grup halinde haşir işlemine tabi tutulacağı haber verilmektedir: Günahları sebebiyle ümitle korku arasında bulunan mü’minler ki, bunların yaya olarak gitmesi muhtemeldir, binekle gidecek erdemli mü’minler ve yanlarından ayrılmayan bir ateşle hesap meydanına sevk edilecek gruplar. [480]
“Kıyâmet gününde birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin boynunda için için kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve, başkasının boynunda altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez parçası bulunuyorken karşıma çıkmayın! Bunların herbiri benden yardım isteyecek, ben de, ‘elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ etmiştim’ diyeceğim.” [481]
“Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.” Sonra Ebû Hureyre der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun. (Mealen): “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O’nun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyâmet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir.” [482]
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye Kıyâmet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbn Meryem de iner. Bu Müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat Hz. İsa aleyhisselam: ‘Hayır! der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz!” [483]
“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.” “...Ehl-i beytimden birisi, ki bu zatın ismi benim ismine uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine, adâlet ve hakkaniyetle doldurur.” [484]
“Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma’nın evlâtlarındandır.” [485]
“Temîmi’d-Dâri’nin rivâyetinin benim size ondan (Mesih Deccal’dan) Mekke ve Medine’den anlattığıma muvâfık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz o Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır, doğu tarafındadır. Evet, o doğu tarafında zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!’ buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti.” [486]
“Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine haram kılınmış olarak çıkacak. Derken (Medine civarındaki) bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O gün insanların en hayırlısı olan -veya en hayırlılarından- bir kimse onun karşısına çıkar ve: ‘Sen Rasûlüllah (s.a.s.)’ın bize haber verdiği Deccal’sin!’ der. Deccâl de (kendi adamlarına): ‘Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem ne dersiniz? Bu işte bu şüpheye düşer misiniz?” der. Oradakiler: ‘Hayır!’ derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Dirilttiği zaman adam: ‘Allah’a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım!’ der. Deccal onu tekrar öldüreyim mi di(yerek öldürmek isteye)cek, fakat musallat edilmeyecek.” [487]
“Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.” [488]
İbn Ömer (r. a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) Vedâ haccı sırasında (bir ara): “Halk susup dinlesin!” buyurdular. Sonra Allah’a hamd ve senâda bulunup, arkadan Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz ettiler ve buyurdular ki:
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh aleyhisselam ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm danesi gibidir. (İki gözünün arasında kefere yani kâfir yazılmış olacaktır. Bunu her Müslüman okuyacaktır).” [489]
“Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavmle savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz.” [490]
“Rumlar, A’mak ve Dâbık nam mahallere inmedikçek Kıyâmet kopmaz. Onlara karşı Medine’den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca, Rumlar: ‘Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim!’ derler. Müslümanlar da: ‘Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz’ derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul’u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir nidâ atar: ‘Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!’ Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber batıldır. Şam’a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbnu Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah’ın düşmanı, Hz. İsa’yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helâk oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir.” [491]
“Bir tarafı karada bir tarafı da denizde olan bir şehir işittiniz mi?” diye sordular. Oradakiler: ‘Evet!’ deyince, şöyle buyurdular: “İshakoğullarından yetmiş bin kişi bu şehre sefer tertiplemedikçe Kıyâmet kopmaz. Askerler şehre gelince konaklarlar. Ancak silahla savaşmazlar, tek bir ok dahi atmazlar. “Lailahe illallahu vallahu ekber!” derler. Bunun üzerine şehrin deniz tarafı düşer. Sonra askerleri ikinci kere, “Lailahe illallahu vallahu ekber” derler, şehrin diğer tarafı da düşer. Sonra tekrar “Lailahe illallahu vallahu ekber!” derler. Bu sefer onlara (kapılar) açılır. Oradan şehre girerler ve şehrin ganimetini toplarlar. Ganimetleri aralarında taksim ederlerken, yanlarına bir münadi gelip: “Deccal çıktı!” diye bağırır. Askerler her şeyi bırakıp geri dönerler” [492]
“Yahudilerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Öyle ki taş dahi: “Ey Müslüman! İşte Yahudi, arkamda (saklandı), gel, öldür onu!” diyecek.” [493]
“Müslümanlardan iki grup aralarında savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bunlar aralarında büyük bir savaş yaparlar, fakat davaları birdir.” [494]
“Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun! İmamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize kullanmadıkça, dünyanıza şerirleriniz vâris olmadıkça Kıyâmet kopmaz.” [495]
“Herc atmadıkça Kıyâmet kopmaz!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler): “Herc nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. “Öldürmek! Öldürmek!” buyurdular.” [496]
“Kıyâmet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) kişi mü’min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mü’min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar.” [497]
“Ben Kıyâmet şöyle yakın olduğu halde gönderildim!” buyurdular ve şehâdet parmağıyla orta parmağını yanyana gösterdiler. [498]
“Ben Kıyâmetin kopacağı aynı sâatte gönderildim. Ancak, şunun şunu geçmesi gibi ben Kıyâmet sâatini geçip biraz evvel geldim!” buyurdu ve orta parmağı ile şehâdet parmağını gösterdi.” [499]
“Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bu ateş Busra’daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır.” [500]
“Kıyâmetten önce, Hadramevt’ten -veya Hadramevt denizinden- bir ateş çıkacak, insanları toplayacak” buyurmuşlardı. (Orada bulunanlar): “Ey Allah’ın Rasûlü (o güne ulaşırsak) ne yapmamızı emredersiniz?” diye sordular. “Size Şam (Yani Sûriye’ye gitmenizi) tavsiye ederim” buyurdular. [501]
“Bugün doğmuş (canlı olan) hiçbir nefis yoktur ki, yüz sene sonra ölmemiş olsun.” (Râvi der ki): “Bununla ömrün kısalması kastedilmiştir.” [502]
Enes (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Rasûlüllah (s.a.s.)’a: “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sormuştu. Aleyhissalâtu vesselâm bir müddet sükûttan sonra yanında duran Ezd-i Şenûe kabilesine mensup bir çocuğa bakıp:
“Bu delikanlı pîr-i fâni olmadan önce Kıyâmetiniz kopacaktır!” buyurdular.” Enes (r.a.) der ki: “Çocuk o gün benim akranım idi.” [503]
Açıklama: Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm, herkesin ölümünü, kendisi için “Kıyâmet” olarak değerlendirmiş bulunmaktadır. Hadisi, dünyanın eceli olan Kıyâmetten ziyade kendi ecelimiz olan şahsî Kıyâmetimizle ilgilenmeye bir uyarı olarak değerlendirebiliriz. Dünyanın eceli ilm-i İlahîde mahfuzdur, Allah’tan başka kimse bilemez. Ama beşerî ecelimiz, şahsî Kıyâmetimiz, zaman olarak kısmen bellidir. Yarın hususunda bir garanti olmadığına göre, şu veya bu şekilde her an gelebilir. Öyleyse “Kıyâmet” hadisesinden insan nefsi bir dehşet alıyor, ibrete meylediyor ise, bu ibreti, her an gelmesi muhtemel olan ecelinden, kopması muhtemel olan şahsî Kıyâmetinden almalıdır. Efendimiz, dünyanın Kıyâmetinden sorulduğu halde şahsî Kıyâmeti zikretmek sûretiyle cevap vermekle dikkatleri buna çekmek gereğine uyan bir irşadda bulunmuş olmaktadır. [504]
“Otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bunlardan herbiri Allah’ın elçisi olduğunu zanneder.” [505]
“Güneş, battığı yerden doğmadıkça Kıyâmet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.” [506]
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Güneş battığı sırada Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vaktinde insanlara Dâbbetü’l-Arz ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa diğerinin çıkması buna yakındır.” [507]
“Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun ki, vahşi hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kişiye kamçısının ucundaki meşin, ayakkabısının bağı konuşmadıkça, kendisinden sonra ehlinin ne yaptığını dizi haber vermedikçe Kıyâmet kopmaz.” [508]
“Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü’lhalasa putunun etrafında titremedikçe Kıyâmet kopmaz. Zü’lhalasa, Devslilerin cahiliye devrinde tapındıkları (Tebâle’deki) puttur.” [509]
“İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe Kıyâmet kopmaz.” [510]
“Kıyâmet Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır.” [511]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.), yanındaki cemaate konuşurken, bir adam gelerek: “(Ey Allah’ın Rasûlü!) Kıyâmet ne zaman kopacak?” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm konuşmasına devam etti, sözlerini bitirdiği vakit: “Sual sahibi nerede?” buyurdular: Adam: “İşte buradayım ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Emânet zâyi edildiği vakit Kıyâmeti bekleyin!” buyurdular. Adam: “Emanet nasıl zâyi edilir?” diye sordu. Efendimiz: “İş, ehil olmayana tevdi edildi mi Kıyâmeti bekleyin!” buyurdular.” [512]
“Kahtan’dan, insanları değneğiyle idare eden bir adam çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz.” [513]
“Fırat nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça Kıyâmet kopmaz. Onun üzerine insanlar savaşırlar. Yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür. Onlardan herbiri: ‘Herhalde savaşı ben kazanacağım’ der.” [514]
“Zaman yakınlaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün sâat gibi, sâat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” [515]
“Allah Teâlâ hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen’den gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre miktar iman bulunan hiç kimseyi hâriç tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder.” [516]
“Kıyâmet sadece şerir insanların üzerine kopacaktır!” [517]
İbn Zuğb el-Eyâdî anlatıyor: “Abdullah İbnu Havale el-Ezdî (r.a.)’nin yanına indim. Bana: “Rasûlüllah (s.a.s.) bizi, ganimet alalım diye yaya olarak gönderdi. Biz de döndük ve hiçbir ganimet elde edemedik. Yorgunluğumuzu yüzlerimizden anlayıp aramızda doğrularak:
“Ey Allah’ım, onları bana tevkil etme; ben onları üzerime almaktan acizim! Onları kendilerine de tevkil etme, bu işten kendileri de acizdirler. Onları diğer insanlara da tevkil etme kendilerini onlara tercih ederler!” buyurdular. Sonra elini başımın üstüne koydu ve: “Ey İbnu Havâle! Hilafetin (Medine’den) Arz-ı Mukaddese’ye (Sûr iye’ye) indiğini görürsen, bil ki artık zelzeleler, kederler, büyük hadiseler yakındır. O gün Kıyâmet, insanlara, şu elimin, başına olan yakınlığından daha yakındır” buyurdu.” [518]
Hz. Enes (r.a.) dedi ki: “İstanbul’un fethi Kıyâmet ânında olacaktır.” [519]
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün): “Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın gelmesi vâcip olur!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler): “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) saydı:
“Ganimet (yani millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında) tedavül eden bir meta haline gelirse.
Emanet (edilen şeyleri emanet alan kimseler, sorumlu ve yetkililer, memurlar) ganimet (malı yerini tutup, yağmalayıp nefislerine helâl) kıldıkları zaman.
Zekât (ödemeyi ibâdet bilmeyip bir angarya ve) cezâ telakki ettikleri zaman.
Kişi annesinin hukukuna riâyet etmeyip, kadınına itaat ettiği;
Babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı;
Mescidlerde (rızâyı İlahî gözetmeyen husumet, alışveriş, eğlence ve siyasata vs. müteallik) sesler yükseldiği zaman.
Kavme, onların en alçağı (erzel) reis olduğu;
(Devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle tedhiş ve zulümle insanları sindiren zorba) kişiye zararı dokunmasın diye hürmet ettiği;
(Çeşitli adlarla imal edilen) içkiler (serbestçe) içildiği;
İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği;
(San’at, bale, konser gibi çeşitli adlar altında; bar, gazino, dansing ve salonlarda ve hatta televizyon ve filim gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde) şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri edinildiği;
Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, (zelzeleyi), yere batışı (hasfı) veya sûret değiştirmeyi (meshi) [veya gökten taş yağmasını, (kazfi)] bekleyin.” [520]
“Çıkış itibariyle, Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbetu’l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.” [521]
“Beytu’l Makdis’in (Mescid-i Aksâ’nın) imarı Yesrib’in harabıdır. Yesrib’in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame ‘şehir’in (‘İstanbul’un) fethidir, İstanbul’un fethi Deccal’in çıkmasıdır!” buyurdu. Sonra elini (Rasûlullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz’ın) dizine vurdu ve: “Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi” buyurdular.” [522]
“Melhame ile Medine’nin (Şehrin) fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci yılda da Mesih Deccal çıkar.” [523]
“Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?” buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti:
“Peki, biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah’ın Resûlü?” diye sordular. Onlara: “Hasbünallah ve ni’melvekil (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!), Allah’a tevekkül ettik. -belki de “tevekkülümüz Allah’adır!” demişti- deyiniz!” diye emir buyurdular.” [524]
“Rasûlüllah’a (s.a.s.) sûr’dan sorulmuştu: “Bu, içine üflenen bir boynuzdur!” diye cevap verdi.” [525]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.): “İki sûr arasında kırk vardır!” buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:
“Ey Ebû Hureyre! Kırk gün mü?” diye sordular. Fakat o: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. Tekrar: “Kırk ay mı?” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. “Kırk yıl mı?” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi ve (Rasûlüllah’ın hadisine devam etti:)
“Sonra Allah semâdan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hâriç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu’zzeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyâmet günü yeniden yaratılış bundan terkib edilecektir.” [526]
“Mü’minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir.” [527]
Ebû Rezin el-Ukaylî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Allah, mahlûkatı nasıl iâde eder, (yeniden diriltir)? Bunun dünyadaki örneği nedir?” “Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü münbit mevsimde uğramadın mı?” Ben: “Elbette!” deyince: “İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah’ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular.” [528]
İbn Abbas (r.a.) “O boru öttürülünce” [529] âyeti ile ilgili olarak dedi ki: “Bu, sûrdur. Sûrede geçen racife, birinci nefha (üfleme), râdife de ikinci nefhadır.” [530]
Ebû Said (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün bize) Sâhib-i Sûr’u (İsrâfil’i) zikretti ve dedi ki: “Sağında Cibril, solunda da Mikâil aleyhimusselam var.” Rezin tahric etmiştir. [531]
“Kıyâmet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak.” [532]
“Sizler Allah’a yalınayak, bedenleriniz çıplak ve kabuklu (sünnet edilmemiş) olarak haşr olunacaksınız!” buyurdu. Bir diğer rivâyette İbn Mes’ud şöyle demiştir: “Rasûlüllah (s.a.s.) va’z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:
“Ey insanlar! Sizler (Kıyâmet günü) Allah’ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. (Sonra şu âyeti okudu:) “İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iâde edeceğiz...” [533]; “Haberiniz olsun! Kıyâmet günü mahlûkattan ilk giydirilecek İbrâhim aleyhisselâm’dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:
‘Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!’ derim. Bana:
‘Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar” denilir. Ben sâlih kul (İsa)’nın dediği gibi diyeceğim:
“Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen” [534]
Rasûlüllah (s.a.s.) devamla dedi ki: “Bunun üzerine bana: ‘Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!’ denilecek.”
“Bir rivâyette şu ziyade var: “Ben: ‘Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!’ derim.” [535]
“Kıyâmet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar: Yayalar sınıfı, binekliler sınıfı, yüzü üstü sürünenler sınıfı.” Peygamberimiz’e soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yürürler?” Şu cevabı verdiler: “Onları ayakları üzerine yürüten Zât-ı Zülcelâl, yüzleri üzerine yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar.” [536]
“İnsanlar Kıyâmet günü üç hal üzere haşrolunurlar:
1) İstekliler, korkanlar,
2) İki kişi bir deve üzerinde olanlar, üç kişi bir deve üzerinde olanlar, dört kişi bir deve üzerinde olanlar, on kişi bir deve üzerinde olanlar.
3) Geri kalanları, ateşe tapanlar. Cehennem, onların kaylûle yaptığı yerde onlarla kaylûle yapar, geceledikleri yerde onlarla birlikte geceler, onların sabahladıkları yerde onlarla sabahlar, onların akşamladıkları yerde onlarla beraber akşamlar.” [537]
“İnsanlar Kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira’lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır.” [538]
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı [Kıyâmet (ve hesaplaşmanın olacağı)] gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı yoksa arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” [539]
“Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak.”
(Râvî Ebû Hureyre) der ki: “Biz şunu da işitirdik: “Kıyâmet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: “Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!” [540]; “Boynuzlu koyun...” tabirinden gerisi Rezin’in ziyâdesidir.
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.): “Âhirette kimin hesâbı münâkaşa edilirse, azâba mâruz kalacak demektir!” buyurmuşlardı. Ben: “Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): “O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek” [541] buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil mi)?” dedim. “Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet günü hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!” [542]
“Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesâbını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrâna düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab: ‘Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın eksikleri nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir.” [543]
Yahya İbn Said (rahimehullah) anlatıyor: “Bana ulaştığına göre, (Kıyâmet günü), kulun ilk bakılacak ameli namazdır. Eğer namazı kabul edilirse, geri kalan amellerine bakılır. Eğer namazı kabul edilmezse diğer amellerinin hiçbir ine bakılmaz.” [544]
“Kıyâmet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır.” [545]
“Kıyâmet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından, vücûdunu nerede çürüttüğünden.” [546]
“Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah Teâlâ: ‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) Beni unuttuğun gibi!’ buyuracak.” [547]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: (Ashab, Rasûlüllah’a): “Ey Allah’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Allah’ın elçisi: “Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?” diye sordu. Ashab: ‘Hayır!’ deyince: “Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ deyince: ‘Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Rabb Teâlâ: ‘Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi?’ diye soracak. Kul: ‘Evet ey Rabbim!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?’ diyecek. Kul bu soruya: ‘Hayır!’ karşılığını verecek. Rab Teâlâ da: ‘Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen Beni unuttuğun gibi!’ diyecek. Sonra ikinci kul Allah’ın karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: ‘Evet! ey Rabbim!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?’ diye sorar. Kul: ‘Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!” der ve elinden geldiğince (Allah hakkında) hayır senâda bulunur. Rab Teâlâ: ‘Bu hususta lehine şehâdet edecek biri var mı?’ diye soracak. Kul: ‘Hayır, yok!” diyecek. Rab Teâlâ: ‘Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek!’ der. Kul kendi kendine: ‘Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?’ diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: ‘Haydi konuş!’ denir. Uyluğu, eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah’ın gadabına uğrayan münâfıktır.” [548]
İnsanlar Rasûlullah’a (s.a.s.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. O da: “Siz bulutsuz dolunay gecesinde ayı görmekten şüpheye düşer misiniz?” diye sordu. Onlar; ‘hayır, ey Allah’ın Rasûlü!’ diye cevap verdiler. Allah’ın Rasûlü: “Bulutsuz bir günde güneşi görmekten şüphe eder misiniz?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ cevabını verdiler. Bunun üzerine: “Şunu bilin ki, siz Rabbinizi de böyle göreceksiniz. Kıyâmet günü, insanlar haşrolunurlar. (Rab Teâlâ): ‘Kim (Benden başka) bir şeye tapıyor idiyse ona tâbi olsun!’ buyurur. Onlardan bir kısmı güneşe, bir kısmı aya, bir kısmı da putlara tabi olurlar. Orada, münafıklarıyla birlikte bu ümmet kalır. Allah onlara (tanımadıkları bir sûrette) yaklaşır. ‘Ben sizin Rabbinizim!’ buyurur. Oradakiler: ‘(Senden Allah’a sığınırız). Biz, Rabbimiz bize gelinceye kadar bu yerdeyiz! Rabbimiz gelince biz onu tanırız!” derler. Derken Rableri (onların tanıyacağı sûrette) gelir. ‘Ben Rabbinizim!’ der. Onlar da: ‘Sen Rabbimizsin!’ derler. Rab Teâlâ onları (cennete) davet eder. Cehennemin üzerine sırat kurulur. Peygamberler arasında, ümmetiyle sırattan ilk geçen ben olurum. O gün peygamberler dışında kimse konuşmaz. Peygamberlerin o günkü kelâmı da: ‘Allahümme sellim, Allahümme sellim (Ey Rabimiz selâmet ver, ey Rabbimiz selâmet ver!’ olacak. Cehennemde, deve dikeninin dikenleri gibi kancalar var. Deve dikeninin dikenlerini gördünüz mü?” diye sordu. Ashab: ‘Evet!’ deyince Peygamberimiz devam etti: “İşte o kancalar, tıpkı deve dikeninin dikenleri gibidir. Ancak, onların büyüklüğü ne kadardır, Allah’tan başka kimse bilmez. İnsanları (kötü) amelleri sebebiyle kapar. İnsanların bir kısmı (kötü) ameli sebebiyle helâk olur. Bir kısmı da ateşin içine yıkılır, sonra kurtulur. Allah, ateş ehlinden kurtarmak istediklerine rahmet etmeyi irade edince, ateş ehlinden Allah’a ibâdet etmiş olanları, ateşten çıkarmaları için meleklere emreder. Melekler bu kimseleri, secde izleriyle tanırlar. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri secde mahallinin yakılmasını ateşe haram etmiştir. Onlar böylece ateşten çıkarlar. Hepsi de ateşten kavrulmuş vaziyettedir. Üzerlerine hayat suyu dökülür. Selin getirdiği milli topraktan habbelerin (filiz açıp) bitmesi gibi, suyun değdiği yerler yeniden bitecek. Rab Teâlâ, sonra, kullar arasındaki hükmünü tamamlayacak. Derken cennetle cehennem arasında bir kul kalacak. Bu, cennete girmede cehennemliklerin sonuncusudur. Yüzü cehenneme doğru ilerlerken: ‘Ey Rabbim! Yüzümü ateş tarafından çevir! Kokusu beni perişan etti, alevi de beni kavurdu’ diye yalvaracak. Allah Teâlâ’ya, kendisine duâ etmesini dilediği kadar duâda bulunacak. Sonra Allah Teâlâ: ‘Ben bu istediğini versem, bundan başkasını da ister misin?’ diye soracak. Adam: ‘İzzet ve celâline yemin olsun hayır! Bundan başkasını istemem!’ diyecek ve istemeyeceği hususunda Allah’a ahd u mîsakta bulunacak. (Allah), bunun üzerine yüzünü ateşten çevirecek. Adam yüzüyle cennete yönelince ve onun güzelliğini görünce, Allah’ın dilediği bir müddet susacak. Sonra (dayanamayıp): ‘Ey Rabbim! Beni cennetin kapısına yaklaştır!’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Sen Bana istemiş olduğundan başka bir talepte bulunmayacağına dair ahd u mîsakta bulunmadın mı? Ey Âdemoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin!’ diyecek. Adam: ‘Ey Rabbim! Mahlûkatın en bedbahtı ben olmayayım!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Sana bu istediğin verilse, acaba başka bir şey istemeyecek misin?’ der. Adam: ‘Hayır! İzzetine ve celaline yemin olsun hayır! Başka bir şey istemeyeceğim!’ diyecek. Rabbi de onu mâzur addedecek. Çünkü o, sabredilemeyecek bir şeyler görmüştür. Adam, Rabbine, istediği ahd u misakta bulunur. (Rabbi de) onu cennetin kapısına yaklaştırır. Kapıya yaklaşıp onun güzelliğini ve içindeki taravet ve süruru görünce, Allah’ın dilediği kadar sesini keser. (Fakat daha fazla dayanamayıp atılır): ‘Ey Rabbim! Beni cennete koy!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin! Sana verilenlerin dışında bir şey istemeyeceğine dair bana ahd u mîsak vermedin mi?’ diyecek. Adam: ‘Ey Rabbim! Beni mahlûkatın en bedbahtı yapma!’ diyecek. Allah onun bu haline gülecek. Sonra ona cennete girmesi için izin verecek ve: ‘Dile (ne dilersen!)’ diyecek. Adam dileyecek. Öyle ki, hiçbir arzusu kalmayacak. Allah yine de: ‘Şunları şunları da iste!’ deyip, istemesi gereken şeyleri zikredecek. Böylece istenecek şeyler bitince Allah Teâlâ: ‘Bütün bunlar, bir misliyle sana verilmiştir!’ buyuracak.” Râvî Ebû Saîd der ki: “Rasûlüllah’ın (s.a.s.): “Bütün bunlar, on misliyle birlikte sana verilmiştir!” dediğini işittim.” [549]
“Kıyâmet günü insanlar üç kere Allah’a arzedilirler: İlk iki arzedilmede cidal ve özür beyanı vardır. Ama üçüncü arzedilme esnasında ellerde sayfalar uçuşur, kimisi sağ eliyle, kimisi de sol eliyle alır.” [550]
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir adam bana: ‘(Kıyâmet günü Allah’ın kişiye hususi) hitabı hakkında ne işittin?’ diye sordu. Şu cevabı verdim: “Rasûlüllah’ın (s.a.s.): “Mü’min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himayesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: Şu şu günahlarını biliyor musun?’ Mü’min kul, iki kere: ‘Evet ey Rabbim, biliyorum!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!’ buyurur. Sonra ona hasenât defteri verilir. Ama kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlûkatın huzurunda: ‘Bunlar Allah nâmına yalan söylemiş, (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah’ın lâneti zâlimleredir!’ diye nidâ olunur” dediğini işittim.” [551]
Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihanet ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?’ diye sordu. Rasûlüllah (s.a.s.): “Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri, isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin cezâ ise, eğer cezân onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin cezâ onların suçlarından az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin cezâ onların suçlarından çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır” buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: “Sen Allah’ın kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Meâlen): “Biz Kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz” [552]. Adam tekrar: ‘Allah’a yemin olsun, ey Allah’ın Rasûlü! Ben hem kendim ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum. Seni şâhit kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)’ dedi.” [553]
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün) güldüler ve: “Niye güldüğümü biliyor musunuz?” buyurdular. Biz: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” dedik. “Kulun Rabbine olan hitabından!” buyurdular ve şöyle devam ettiler: “Kul şöyle der: ‘Ey Rabbim, Sen beni zulümden korumadın mı?’ Rab Teâlâ: ‘Evet korudum’ buyurur. Kul da: ‘Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını asla istemiyorum’ der. Rab Teâlâ: ‘Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn kâfidir’ buyurur.” Rasûlüllah devamla dedi ki: “Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: Konuş! denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim’ der.” [554]
“Aziz ve celil olan Allah (Kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı mahlûkatın arasından seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar: ‘Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?’ Kul: ‘Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)’ der. Rab Teâlâ sorar: ‘(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?’ Kul der: ‘Hayır! Ey Rabbim!’ Aziz ve celil olan Allah: ‘Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!’ buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde ‘Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir)’ yazılıdır. Sonra, Rabb Teâlâ der: ‘Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!’ Kul sorar: ‘Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?’ Rabb Teâlâ der: ‘Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan’ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah’ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz.” [555]
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.” [556]
“Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki Kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) dâvet etmiş olsa dahi!” Sonra şu âyeti okudu. (meâlen): “Onları hapsedin, çünkü onlar mes’uldürler” [557]
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Kevser havzının kapları nedir?” Şu cevabı lutfettiler: “Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman’dan Eyle’ye olan mesafe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır.” [558]
“Her peygamberin bir havzı vardır. Ümmeti oraya su almaya gelir. Peygamberlerin herbiri, hangisinin suya geleni çok diye övünürler. Su almaya gelen ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.” [559]
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.)’a “Kevser nedir?” diye sorulmuştu. “Cennette bir nehirdir. Allah onu bana verdi. O, sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onda (nehirde) bir kuş vardır, boynu deveboynuna benzer!” buyurdular. Hz. Ömer atılarak: “Öyleyse o müreffehtir!” dedi. Rasûlullah da: “Onu yiyen, ondan da müreffehtir!” buyurdular.” [560]
“Ben havza ilk geleniniz olacağım!” [561]
“Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen geri çekilecekler. ‘Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım!’ derim. Ama bana: ‘Senden sonra bunların ne bid’atler yaptıklarını sen bilmezsin!’ denilir. Ben de: ‘Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten uzak olsun!’ derim.” [562]
“Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı kendi devesinden başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları kovarım!” Yanındakiler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi tanıyacak mısınız?’ dediler. ‘Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: ‘Ey Rabbim onlar benim ashâbım, onlar benim ashâbım!’ diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip: ‘Senden sonra onlar ne bid’alar ortaya çıkardılar biliyor musun?’ diyecek.” [563]
“Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!” Râvî sahâbîye: “O gün siz ne kadardınız?” diye soruldu da: “Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!” diye cevap verdi.” [564]
Enes (r.a.) anlatıyor: “(Bir gün), ‘ey Allah’ın Rasûlü! Kıyâmet günü bana şefaat edin!’ dedim. “İnşâallah yapacağım!” buyurdular. Ben tekrar: “Sizi nerede arayıp bulayım?” dedim. “Beni ilk aradığın zaman sırat üzerinde ara!” buyurdular. “Size (orada) rastlayamazsam?” dedim. “Mizan’ın yanında beni ara!” buyurdular. “Orada da size rastlayamazsam?” dedim. “Öyeyse beni havzın yanında ara! Zira ben üç mevkinin dışına çıkmam!” buyurdular.” [565]
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Ateşi hatırlayıp ağladım. Rasûlüllah (s.a.s.): “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. “Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, Kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?” dedim. “Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı; yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar.” [566]
“Her peygamberin müstecab (Allah’ın kabul edeceği) bir duâsı vardır. Her peygamber o duâyı yapmada acele etti. Ben ise bu duâmı Kıyâmet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı âhirete bıraktım). Ona inşâallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nâil olacaktır.” [567]
“Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini Kıyâmet günü yerde sürür, (Mevkıf’te) insanlar onun üzerine basarlar.” [568]
“Kıyâmet günü ilk çağırılacak olan, Âdem (a.s.)’dir. Allah Teâlâ: ‘Ey Âdem!’ der. Âdem (a.s.): ‘Buyur ey Rabbim, emrindeyim!’ der. Rabb Teâlâ: ‘Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!’ diye emreder. Âdem: ‘Ey Rabbim ne miktarını ayırayım?’ diye sorar. Rabb Teâlâ: ‘Her yüzden doksan dokuzunu!’ diye ferman buyurur.” (Ashab bu esnâda atılıp:) ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden geriye ne kaldı?’ derler. Allah’ın Elçisi: ‘Benim ümmetim, diğer ümmetler yanında siyah öküzün başındaki beyaz tüy gibi (az)dır!” [569]
“Üç kişi vardır ki, Allah Kıyâmet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara acıklı bir azâb vardır:
Sahrada, fazla suyu bulunduğu halde ondan yolcuya vermeyen kimse, Kıyâmet günü Allah onun karşısına çıkıp: ‘Bugün Ben de senden fazlımı (lütfumu) esirgiyorum, tıpkı senin (dünyada iken) kendi elinin eseri olmayan şeyin fazlasını esirgediğin gibi’ der.
İkindi vaktinden sonra, bir mal satıp müşterisine Allah Teâlâ’nın adını zikrederek bunu şu şu fiyatla almıştım diye yalandan yemin ederek, muhâtabını inandıran ve bu sûretle malını satan kimse.
Sırf dünyevî bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sâdıktır, vermezse sâdık değildir.” [570]
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Üç işi vardır, Kıyâmet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır! Bunu üç kere de tekrar etti. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?’ dedim. Şöyle saydılar: “(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren, yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!” [571]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Allah Teâlâ hazretleri onlara konuşmaz, nazar etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azab vardır: Zinâ eden yaşlı, yalan söyleyen devlet reisi, büyüklenen fakir.” [572]
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki:
“Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Allah onlara nazar etmez: Anne ve babasının hukukuna riâyet etmeyen kimse, erkekleşen kadın ve deyyus (karısını yabancı erkeklerden kıskanmayan) kimse.” [573]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Ben onların hasmıyım: Benim adıma (yemin) edip sonra gadreden kimse, hür bir kimseyi satıp parasını yiyen kimse, bir işçiyi ücretle tutup çalıştırdığı halde, ücretini vermeyen kimse.” [574]
Ebû Hüreyre anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Kıyâmet günü ilk çağrılacaklar, Kur’ân’ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Kur’ân okuyana:
‘Ben Rasûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?’ diye soracak. Adam:
‘Evet, yâ Rabbi!’ diyecek.
‘Bildiklerinle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ tekrar soracak. Adam:
‘Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum’ diyecek. Allah:
‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Melekler de ona:
‘Yalan söylüyorsun! diye çıkışacaklar. Allah Teâlâ ona:
‘Bilakis sen, ‘Falanca Kur’an okuyor’ densin diye okudun ve bu da söylendi’ der.
Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ:
‘Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın?’ der. Zengin adam, ‘Evet yâ Rabbi’ der.
‘Sana verdiğimle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ sorar. Adam:
‘Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim’ der. Allah:
‘Bilakis sen: ‘Falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi’ der.
Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
‘Niçin öldürüldün?’ diye sorar. Adam:
‘Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım” der. Hakk Teâlâ ona:
‘Yalan söylüyorsun!’ der. Ona melekler de: ‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışırlar. Allah Teâlâ ona tekrar: ‘Bilakis sen: ‘Falanca cesûrdur’ desinler diye düşündün ve bu da söylendi’ buyurur.”
Sonra (Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup): “Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyâmet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!” dedi. [575]
Abdullah ibn Ömer dedi ki: Babam Ömer İbnu’l-Hattab (r.a.) bana şunu anlattı:
“Ben Peygamber (s.a.s.)’in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delâlet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Peygamber (s.a.s.)’in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:
‘Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver!’ Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
“İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’a haccetmendir.” Yabancı:
‘Doğru söyledin’ diye tasdîk etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu:
‘Bana iman hakkında bilgi ver.’ Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
“Allah’a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.” Yabancı yine:
‘Doğru söyledin!’ diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu:
‘İhsan nedir?’ Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
“İhsan Allah’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.” Adam tekrar sordu:
‘Bana Kıyâmet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver.’ Peygamber (s.a.s.) bu sefer:
“Kıyâmet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!” karşılığını verdi. Yabancı:
‘Öyleyse Kıyâmetin alâmetinden haber ver!’ dedi. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:
“Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim’in rivâyetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir.”
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. -Bu ifâde Müslim’deki rivâyete uygundur. Diğer kitaplarda “Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) ile karşılaştım” şeklindedir- Peygamber (s.a.s.):
“Ey Ömer, sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben:
‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ deyince şu açıklamayı yaptı:
“Bu, Cebrâil aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi.” [576]
Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sûreler Mekkî sûrelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah’tan beklemek zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân hâricindedir. Bu yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helâllerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (cezâ-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı arttırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezâlandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezâsını Allah, âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?” [577]
Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında daha fazla yükselir.
Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan, toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin rabbi olan Allah’ın buna gücü elbette yeter. “Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp salih ameller yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyâmet) sâat(i) mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.” [578]; “Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.” [579]; “De ki: ‘Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe olmayan günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” [580]
Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile ilgilidir. Peygamberimiz: “insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da ağaç altında bir solukluk dinlenme yeri” olduğunu söylemiştir. Yani başı O’ndan gelen ve sonu yine O’na ulaşacak olan bir yolculuk. (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.). Bu yolculukta insan başıboş bırakılmamıştır. “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” [581]; “Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”[582] Allah, insanı boş yere yaratmadığına göre, helâkını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada kendisine bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlûkatın en şereflisi kılınan ve tüm bunların karşılığında sadece Allah’a kulluk etmesi istenen insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması, ya da sırat-ı müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız kalmayacaktır.
“...(O müttakiler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır.”[583] Âyette geçen yakînen iman önemlidir. İslâm’ın temel özelliklerinden birisi, insanları, gaybe imana davet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam teminatı, sadık habere duyulan güvendir. Kur’an gibi sadık bir haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre, gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî iman da ancak Allah’a olan imanla mümkündür. Çünkü gerçek yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah’ın sözüne iman ile alâkalıdır.
Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar ‘dünyadadırlar’, ama ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha sonra’ geldiğinden; bize ‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olan (dünya)nın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. “Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.”[584] Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.
Her An Yaşadığımız Kıyâmet: Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
“Niçin varsın?” şeklindeki soruya “yok olmak için” şeklinde cevap vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz; ardından size sorarlar: “Bunu niçin var ettin?” Cevap verirsiniz: “Var etmiş olmak için var ettim!” Neticede her iki cevap da oldukça anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını, olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir. “Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler). Sen yücesin, bizi ateş azabından koru.” [585]
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. “Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir” cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz. Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.
Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar: Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak için Rabbimiz her gün bu manzarayı bize seyrettiriyor. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.
Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kış geldiğinde toprağı ve hayatı ölü görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan, devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama baharın gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini görürüz. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: “Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!” Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk yoktur. O, tohum rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, Kıyâmeti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyâmet günü, zaten kalkış günü demektir. “Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir.” [586] “O (Allah), ölüden diri, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böyle diriltileceksiniz.! [587]
Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O’na döndürüleceksiniz.” [588]; “İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.” [589]
İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına bir delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zâlim insanlar var. Çoğu kez bunlar, “ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap vermem!” havası içinde yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz, her türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün birinde, zâlim cezâsını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor. Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zâlimlerin yaptıklarının yanına kâr kalacağı adaletsiz olamaz. Hemen insanın aklına şu geliyor: “Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezâsı tümüyle verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor.” İşte ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor. İnsan, dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azabının da temelinde “öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın hesabını vermenin getirdiği endişeler” vardır.
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında “cennetin kokusunu Uhud’un arkasından duyar gibi oluyorum” diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
İmam Gazali diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.” Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? “Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik.” [590]; “Ey iman edenler, size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır.” [591]
Gerçek özgürlük, Allah’a koşmakta ve Allah’a yakın olmaktadır. İnsan, Allah’a ne kadar yakın olur, O’na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah’tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Mesela; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama her gün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ele kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
Peygamberimiz’in tavsiyesi şöyle idi: “Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa.” Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah’a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah’ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah’a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur’an’da çok sık şekilde ölüm, âhiret, Kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz. “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azab; Allah’tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” [592]
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta “gidici” olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği sâate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. “Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” [593] Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan “iyisi olsun, pahalı olsun” diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah’ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor. “Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!” [594] Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz. “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele.” [595]; “Yoksa içinizden Alah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” [596]
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz’ denir.” [597]
Kur’an’a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. “Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.” [598] Kur’an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlâklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezâsını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki “bir varlık” var ve “bir gün” var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezâsını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O’nun rızâsını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları “Allah’ın rızâsını kazanma” amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlâkî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şahid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür.
Kur’an ve Sünnette Allah’a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir Allah’a inanıyorsunuz. Yani Allah’ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah’ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda cezâ vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah aşkına bana söyler misiniz böyle bir Allah’a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah’ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezâlandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zâlimin cezâsını görmediği, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret gününün bir başka adı da “din günü”dür. Din’in sözlük anlamlarından birisi de mükâfat ve cezâ olduğuna göre din günü; yapılan işlerin karşılıklarının verileceği gün manasına gelir.
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve korumuş. Birincisi her türlü ahlâkî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah’ın kendisi için çizdiği sınırları yine O’nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlâkî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, hangi vicdana ve hangi adalete sığar? [599]
Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından; ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin, tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen “halifesi” olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri ahlâkî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var.
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen ilahî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı ilahî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak ilahî olana yüz çevirttiği, hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her sâat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar manasına geliyor.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz’in karşısına tek tek çıkacağımız, titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah’sız, âhiretsiz, ed-Din’siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile dolap ve desiseler kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların insanlarını, inkârın, şirkin, sapmanın, yüz çevirmenin, yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan Allah’a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay değildir.
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tağutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı davası uğruna mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.
Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. Çünkü bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde bu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşru, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler. Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.
“Lâ ilâhe illâllah”ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiçbir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezâevlerinde, mezarlarda ya da mezar başlarındaki şehadet andlarında doldururlar.
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın uyutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman Allah’ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık “Allah’a ve âhiret gününe iman edenler” diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, Kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber’e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz’den şu cevabı alırlar: “Nasıl refah ve nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuzu (sûr’u) ağzına koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor.” [600]
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah’ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük Kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin Kıyâmetin koptu. İşte bu Kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken “âhirete inananlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” [601] Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir. [602]
Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, ilâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah’a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah’ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O’nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.
Ebû Hureyre’den (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge olmayan Kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci), 2- Rabbine itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için buğz eden iki kimseden herbiri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen “ben Allah’tan korkarım” diyerek haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah’ı zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi.” [603]
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah’ın huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah’ın izin verdikleri müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik edecektir.[604] Kısacası bu günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği anlaşılıyor.
Kur’an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, Kıyâmet tasvir edilirken, yer ve gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup toz haline gelmesinden bahsedilmiştir. “O gün arz (yer) başka bir arz olup değişecek; gökler de değişecek...”[605] Bu âyetten de anlaşıldığına göre Kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır. Kıyâmet inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön vermedeçok etkili olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.
Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği Kıyâmet gününün çeşitli durumlarına, ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile “Kıyâmet günü haktır” derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar, dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır. Şu da unutulmamalıdır ki, Kıyâmeti davranışlarla yalanlamak, yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah, kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, insan ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Âhirete iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap ve cezâ meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç esaslarının bir bölümüdür. Allah’ın tek bir ilâh olduğunu kabul etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir. İslâm’da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının hakikatı birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî ve ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânâsı, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat, şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah’tan başka kimsenin bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü gerçeklerini Allah’tan başka kimsenin bilmediği “gayb” âlemini de kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur. Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını da içine almaktadır.
İşte Kıyâmete ve âhiret gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz mesafesini, mekânın hudutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, âhiret gününe iman etmek konusudur. Bunun içindir ki, Kur’an, tevhid inancıyla beraber bu inanç üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur, insan yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gâyesiz olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi iradesiyle yaptıklarının karşılığını görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur, günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar da, birçok iyi insan musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an din günüdür. [606]
Allah’ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünnetullah dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri “cezâ=karşılık kanunu”dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah’ın koymuş olduğu bu “karşılık kanunu”nu görürüz. Atasözlerinde de “eden bulur”, “eşen düşer”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “ne ekersen onu biçersin” gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.[607] Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız kalmayacaktır. [608] Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok edecek; “kendim ettim, kendim buldum” şeklinde bir neticeye varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” sözkonusudur. Bu açıdan bakıldığında “karşılık kanunu”, âhirete inanmanın zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha’da Allah bu “karşılık günü = din günü”nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir. Burada “din”, yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı manasını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah’tır; âhirette de hesaba çeken Allah’tır. Allah, karşılıkları imhal eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir; ama ihmal etmez.) Allah’ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. [609]
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur’an da, bu tarihin akacağı yatağın ilâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezâsını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah’ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah’ın “vaad” ve “vaîd”inin, yani ödül ve cezâsının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken Hâlık’ın bir tutması O’nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer “şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezâlandırılırsın” deniliyorsa elbette sonuçta “iyi” olanla “kötü” olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezâsı verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i ilâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü’min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini Nebi’nin diliyle özendirmişti. [610]
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü’min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur’an’daki Kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri, mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir.”[611] Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Kıyâmet ve hesap günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahudi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de birkısım insanın, Kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibârettir. Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, cezâ ve hesap gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip, bunların gerisinde kudret ve hikmet sahibi yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek, çok ilkel bir düşüncedir. Kur’an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir: “Onlar derler ki: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz.” [612]
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah’a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti hayal zannederler.
Âhiret gününe, Kıyâmete inanmak ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur’an, bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı verir: “İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi.”[613] İnsanın yaratılışındaki hayret verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah’ın sanat ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü ve hem de sür’atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir. “Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır, düşünmüyor musunuz?” [614]
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” [615]
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde Kıyâmet ve âhiret günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Ne mutlu, Kıyâmet, âhiret, din günü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!
Kıyâmet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıyâmet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara, 85, 113, 174, 212; 3/Âl-i İmrân, 55, 77, 161, 180, 185, 194; 4/Nisâ, 87, 109, 141, 159; 5/Mâide, 14, 36, 64; 6/En’âm, 12; 7/A’râf, 32, 167, 172; 10/Yûnus, 60, 93; 11/Hûd, 60, 98, 99; 16/Nahl, 25, 27, 92, 124; 17/İsrâ, 13, 58, 62, 97; 18/Kehf, 105; 19/Meryem, 95; 20/Tahâ, 100, 101, 124; 21/Enbiyâ, 47; 22/Hacc, 9, 17, 69; 23/Mü’minûn, 16; 25/Furkan, 69; 28/Kasas, 41, 42, 61, 71, 72; 29/Ankebût, 13, 25; 32/Secde, 25; 35/Fâtır, 14; 39/Zümer, 15, 24, 31, 47, 60, 67; 41/Fussılet, 40; 42/Şûrâ, 45; 45/Câsiye, 17, 26; 46/Ahkaf, 5; 58/Mücâdele, 7; 60/Mümtehıne, 3; 68/Kalem, 39; 75/Kıyâme, 1, 6.
B- Sâat Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 48 Yerde): 6/En’âm, 31, 40; 7/A’râf, 34, 186; 9/Tevbe, 117; 10/Yûnus, 45, 49; 12/Yûsuuf, 107; 15/Hıcr, 85; 16/Nahl, 61, 77; 18/Kehf, 21, 36; 19/Meryem, 75; 20/Tahâ, 15; 21/Enbiyâ, 49; 22/Hacc, 1, 7, 55; 25/Furkan, 11, 11; 30/Rûm, 12, 14, 55, 55; 31/Lokman, 34; 33/Ahzâb, 63, 63; 34/Sebe’, 3, 30; 40/Mü’min, 46, 59; 41/Fussılet, 47, 50; 42/Şûrâ, 17, 18; 43/Zuhruf, 61, 66, 85; 45/Câsiye, 27, 32, 32; 46/Ahkaf, 35; 47/Muhammed, 18; 54/Kamer, 1, 46, 46; 79/Nâziât, 42.
C- Âhır (Yevmu’l-Âhır) ve Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 143 Yerde –28/115): 2/Bakara, 4, 8, 62, 86, 94, 102, 114, 126, 130, 177, 200, 201, 217, 220, 228, 232, 264; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85, 114, 145, 148, 152, 176; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 74, 77, 134, 136, 162; 5/Mâide, 5, 33, 41, 69, 92; 6/En’âm, 32, 92, 113, 150; 7/A’râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67; 9/Tevbe, 18, 19, 29, 38, 38, 44, 45, 69, 74, 99; 10/Yûnus, 10, 64; 11/Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra’d, 26, 34; 14/İbrâhim, 3, 27; 16/Nahl, 22, 30, 41, 60, 107, 109, 122; 17/İsrâ, 7, 10, 19, 21, 45, 72, 104; 20/Tahâ, 127; 22/Hacc, 11, 15; 23/Mü’minûn, 33, 74; 24/Nûr, 2, 14, 19, 23; 27/Neml, 3, 4, 5, 66; 28/Kasas, 70, 77, 83; 29/Ankebût, 20, 27, 36, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb, 21, 29, 57; 34/Sebe’, 1, 8, 21; 38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/Mü’min, 39, 43; 41/Fussılet, 7, 16, 31; 42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm, 25, 27; 57/Hadîd, 3, 20; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 3; 60/Mümtehıne, 6, 13; 65/Talâk, 2; 68/Kalem, 33; 74/Müddessir, 53; 75/Kıyâme, 21; 79/Nâziât, 25; 87/A’lâ, 17; 92/Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
D- “Hesap” (Hısâb) ve Hesap günü “Yevmu’l-Hısâb” Kelimelerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 202, 212; 3/Âl-i İmrân, 19, 27, 37, 199; 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 52, 52, 69; 10/Yûnus, 5; 13/Ra’d, 18, 21, 40, 41; 14/İbrâhim, 41, 51; 17/İsrâ, 12; 21/Enbiyâ, 1; 23/Mü’minûn, 117; 24/Nûr, 38, 39, 39; 26/Şuarâ, 113; 38/Sâd, 16, 26, 39, 53; 39/Zümer, 10; 40/Mü’min, 17, 27, 40; 65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe’, 27, 36; 84/İnşikak, 8; 88/Ğâşiye, 26.
E- Haşr Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 2/Bakara, 203; 3/Âl-i İmrân, 12, 158; 4/Nisâ, 172; 5/Mâide, 96; 6/En’âm, 22, 51, 38, 72, 111, 128; 7/A’râf, 111; 8/Enfâl, 24, 36; 10/Yûnus, 28, 45; 15/Hıcr, 25; 17/İsrâ, 97; 18/Kehf, 47; 19/Meryem, 688, 85; 20/Tahâ, 59, 102, 124, 125; 23/Mü’minûn, 79; 25/Furkan, 17, 34; 26/Şuarâ, 36, 53; 27/Neml, 17, 83; 34/Sebe’, 40; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 19; 41/Fussılet, 19; 46/Ahkaf, 6; 50/Kaf, 44; 58/Mücâdele, 9; 59/Haşr, 2; 67/Mülk, 24; 79/Nâziât, 23; 81/Tekvîr, 5.
F- Ba’s Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 67 Yerde): 2/Bakara, 56, 129, 213, 246, 247, 259; 3/Âl-i İmrân, 164; 4/Nisâ, 35; 5/Mâide, 12, 31; 6/En’âm, 29, 36, 60, 65; 7/A’râf, 14, 103, 167; 9/Tevbe, 46; 10/Yûnus, 74, 75; 11/Hûd, 7; 15/Hıcr, 36; 16/Nahl, 21, 36, 38, 84, 89; 17/İsrâ, 5, 15, 49, 79, 94, 98; 18/Kehf, 12, 19, 19; 19/Meryem, 15, 33; 22/Hacc, 5, 7; 23/Mü’minûn, 16, 37, 82, 100; 25/Furkan, 41, 51; 26/Şuarâ, 36, 87; 27/Neml, 65; 28/Kasas, 59; 30/Rûm, 56, 56; 31/Lokman, 28; 36/Yâsin, 52; 37/Sâffât, 16, 144; 38/Sâd, 79; 40/Mü’min, 34; 56/Vâkıa, 47; 58/Mücâdele, 6, 18; 62/Cum’a, 2; 64/Teğâbün, 7, 7; 72/Cinn, 7; 83/Mutaffifîn, 4; 91/Şems, 12.
G- Kıyâmetle İlgili Konular:
a- Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: A’raf, 187-188, Hud, 104 ; Nahl, 77 ; Enbiya, 1
b- Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: İsra, 58 ; Kehf, 47 ; Ta-Ha, 105-108 ; Enbiya, 104 ; Hacc, 1-2 ; Nur, 37 ; Neml, 88 ; Tur, 9-10 ; Mürselat, 8-10...
c- İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52 ; Meryem, 66-67 ; Hacc, 5 ; Mü’minun, 84-85; Rum, 19 ; Vakıa, 57, 62 ; Kıyâme, 37-40 ; İnsan, 28 ; Naziat, 27...
d- Dirilmeyi İnkâr: En’âm, 2, 29-31 ; Yunus, 7-8 ; Hud, 7 ; Ra’d, 5 ; Nahl, 38 ; İsra, 49-52 ; Meryem, 66-67; Mü’minun, 81-83 ; Yasin, 78-79 ; Saffat, 16-18 ; Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7 ; Kıyâme, 3-6 ; İnsan, 27-28 ; Naziat, 10-14...
e- Kıyâmet Gününün Tek Hakimi Allah’tır: Fatiha, 4 ; En’âm, 73 ; Ta-ha, 111; Hacc, 56; Furkan, 26 ; Zümer, 67 ; Mü’min, 16 ; Nebe’, 37 ; İnfitar, 19.
f- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177 ; Al-i İmran, 9, 25 ; En’âm, 113 ; A’raf,147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45 ; Nahl, 22 ; Kehf, 110 ; Neml, 3 ; Lokman, 4 ; Şura, 7 ; Mearic, 2, 26.
g- Kıyâmet Alâmetleri: Neml, 82 ; Sebe’, 14 ; Duhan, 9-14 ; Kıyâme, 7-9 ; Kehf, 92-97; Enbiya, 96-97 ; Zuhruf, 61 ; Muhammed, 18.
H- Âhiretle İlgili Konular:
a- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Al-i İmran, 9, 25; Nisa, 38-39, 59, 162; En’âm, 113; A’raf, 147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110; Neml, 3; Lokman, 4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
b- Âhireti İnkâr: Nisa, 136; Yunus, 7-8; Neml, 4-5; Sebe’, 3, 7-9; Mutaffifin, 10-12; Tin, 7.
c- Âhiretin Varlık Hikmeti: Sebe’, 4-5
d- Âhiret İçin Gönderilen Ameller: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18; Kıyâme, 13; İnfitar, 5.
e- Âhiret Nasibi İçin Çalışmak: Bakara, 200-201; Al-i İmran, 145; Nisa, 77; Kasas, 77.
f- Âhiret Hayırlıdır: En’âm, 32; A’raf, 169-170, Kasas, 60; Şura, 36; A’la, 16-17; Duha, 4.
g- Âhireti İsteyenler: İsra, 19; Şura, 20.
h- Âhiret Nimetleri İle Dünya Nimetlerinin Karşılaştırılması: Kasas, 60; AnkEbût, 64.
i- Âhiret Nimeti (Cennet), Zulümden ve Fesattan Sakınanlar İçindir: Kasas, 83; AnkEbût, 36; Şura, 36-39.
j- Âhiret Hayatı, Geleceği Gerçek Bir Hayattır: AnkEbût, 20; Sebe’, 3.
k- Âhiret Hayatı Asıl Hayattır: AnkEbût, 64.
l- Kâfirler, Dünyayı Âhiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; Kehf, 32-36; Rum, 7; Kıyâme, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
m- Âhiret de Dünya da Allah’ındır: Necm, 25; Leyl, 13.
n- Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20.
o- Hem Dünya, Hem Âhiret Nasibi İstemek: Bakara, 201; Nisa, 145; Kasas, 77; Cum’a, 10.
p- Âhirete Önden Hayır Yollamak: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18; Kıyâme, 13; İnfitar, 5.
r- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: Teğabün, 14.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
TDV. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Kıyâmet: c. 25, s. 516-522 (B. Topaloğlu); Kıyâmet Alâmetleri: c. 25, s. 522-525 (Yusuf Şevki Yavuz)
Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Kıyâmet: c. 3, s. 366-367 (Ahmet Özalp); Kıyâmet Alâmetleri: c. 3, s. 367-368 (Ahmet Özgen); Ba’s: c. 1, s. 202-204 (Cengiz Yağcı), el-Bâıs: c. 1, s. 204; Ba’su Ba’de’l-Mevt: c. 1, s. 204-205; Sûr: c. 5, s. 450-451 (Fedâkâr Kırmızı); Haşr ve Neşr: c. 2, s. 361-362 (Halid Erboğa); Haşr-ı Cismanî, c. 2, s. 363-364 (H. Erboğa); Hesap Günü: c. 2, s. 395-397 (H. Erboğa); Mizan, c. 4, s. 219-220 (Muhiddin Bağçeci)
Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 211-213; 217-223
Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 304-307
Kur’an’da Kıyâmet Sahneleri, Said Köşk, Anahtar Y.
İtikadî Açıdan Uzak Gelecekle İlgili Haberler, İlyas Çelebi, Kitabevi Y.
Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
Kur’an ve Kıyâmet, Emel Faruk Yavuz, Marifet Y.
Kur’an’da Kıyâmet Sahneleri, Seyyid Kutub, Çizgi Y. / Hilâl Y. / Yeni Ufuklar Y.
Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Hilâl Y.
Ölüm, Yeniden Doğuş İçin Kıyâmet, Ahmet Musaoğlu, Okul Y.
Kıyâmet Yaklaşıyor, Vehbi Karakaş, Cihan Y.
Kıyâmet Alâmetleri, Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat
Kıyâmet Alâmetleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Kıyâmet Alâmetleri, Naim Erdoğan, Pamuk Y.
Kıyâmet Günü, Yusuf Samedoğlu, Ötüken Neşriyat
Kıyâmet ve Âhiret, Naim Erdoğan, Huzur Y.
Kıyâmet ve Âhiret, Ahmet Faiz, Uysal Kitabevi
Kıyâmet ve Âhiret, İmam Gazâli, Hakikat Y.
Kıyâmet ve Âhiretle İlgili Kavramların Öğretimi, Osman Taştekin, Palmiye Y.
Kıyâmet Alâmetleri, Abdullah Naim Şener, Bahar Y.
İslâm İnancı Açısından Nüzûl-i İsa Meselesi, Zeki Sarıtoprak, Çağlayan Y.
Deccal Komplosu, Üç Büyük Dinin Kaynaklarına Göre D. Tarihi, Said Eyyüb, Sır Y.
Geleceğin Tarihi, Orhan Baytan, 1-2, Mevsim Y.
Ölüm ve Sonrası, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayın
Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes Kitabevi Y.
Âhir Zaman Garipleri, Mehtap Araz, Sinan Y.
Âhir Zaman Fitneleri, Derleme, İttihad Y.
Büyük Gün Hz. İsa’nın Dönüşü, Olcay Yazıcı, Marifet Y.
Âhiret Bilinci, Hüseyin Hazar, Bengisu Y.
Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
Âhiret Perdesini Aralarken, Hâris el-Muhâsibî, Çev. Abdülaziz Hatip, Nesil Basın Yayın
Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
Âhirete İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
Bediuzzaman’ın Yorumları Işığında Kıyâmet, Alâmetleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y. / Merve Yayın Paz.
Ruh Âleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Mehmet Paçacı, Nûn Y.
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet ve Âhiret, İmam Gazâli, Salah Bilici Kitabevi Y.
Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
Ölüm ve Sonrası, İmam Gazâli, Vural Y.
Ölüm ve Âhiret, İmam Gazâli, Arslan Y.
Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
Ölüm ve Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsih, Nil A.Ş. Y.
Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, Şârânî, Pamuk Y.
Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, Mehdi Y.
Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhirzaman Alâmetleri, Şârânî, Bedir Y.
Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Yayın Dağıtım
Gaybın Haberleri, Safvet Senih, Zaman Gazetesi Y.
İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
Haşir Risâlesi, B. Said Nursi, Sözler Y. / Envar Y. / İhlâs-Nur Y. / Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
Kıyâmet Günü, Harun Yahya, Vural Y.
Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Harun Yahya, Vural Y.
Deccal, Zeki Sarıtoprak, Nesil Basın Yayın
Onbirinci Sâat, Martin Lings, İnsan Y.
Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile/Merve Y.
Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
Kabir Âlemi, Celâleddin Suyûtî, Kahraman Y.
Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.
Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
Ölüm Psikolojisi, Faruk Karaca, Beyan Y.
Ölüm, Mehmed Zâhit Kotku, Sehâ Neşriyat
Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
Ölüm Ötesi Hayat, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
Kabir Âlemi, Âlemü’l-Berzah Tercümesi, Celâleddin Süyûtî, Kahraman Y.
Batılının Ölüm Karşısında Tavrı, Philippe Arise, Gece Y.
Ölümsüzlük Düşüncesi, Turan Koç, İz Y.
Ölümü Yaşamak, Betty J. Eadie, Form Y.
Ölüm Her An Gündemde, Feridun Yılmaz Yüceler, Akçağ Y.
Kaçınılmaz Gerçek Ölüm, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, M. İzci, Mehdi Y.
Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
Ölüm Cezâsı, Jean Imbert, İletişim Y.
Ölüm İstatistikleri, 1990 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
Ölüm İstatistikleri, İl ve İlçe Merkezlerinde 1993 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y.
Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhir Zaman Alâmetleri, İmam Şârânî, Bedir Y.
Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, İmam şârânî, Pamuk Y.
Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsıh, Nil A.Ş.
Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Fatih Enes Kitabevi
Sentez (Ölüm Son Değildir), Yusuf Mirdoğan, İshak Basımevi
Ölüm Şiirleri Antolojisi, Hasan Ali Kasır, Denge Y.
Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin, Cengiz Yalçın, Ünlem Y.
Felsefe Tarihinde Ölüm Meselesi, Ernst Von Aster, Resimli Ay Matbaası
Ölüm Korkusundan Kurtuluş, İbn Sînâ, Burhaneddin Matbaası
Kitabu’r-Rûh, İbn Kayyım el-Cevziyye, İz Y.
Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Sinan Onbulak, Dilek Y.
Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
Sevmek, Ölmekle Başlar, 1-2; Murat Başaran, Zafer Y.
Ölümü Yaşarken, Gülay Atasoy, Türdav Y.
Ölüm Sonrası Hayat, Burhan Bozgeyik
Ah Şu Ölüm Dedikleri, Abbas Yunal, Uysal Kitabevi Y.
Ölümü Özlemeyen Aşkı Anlayamaz, İsmail Acarkan, Vural Y.
Modern Fizik ve Tasavvuf Karşısında Ruh ve Ölüm, Cemal Bardakçı, Akdem Y.
Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.Vakfı Y.
Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
Kur’an’da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
Anadolu Folklorunda Ölüm, Sedat Veyis Örnek, Ank. Ün. Basımevi
Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Nun Y.
Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
Ölüm ve Ötesi Bilimsel İncelenimi, Haluk Egemen ve Suat Bergil, Taş Matbaası, İst.
Çağdaş Filozoflarda Ölümün Anlamı, R. Schaerez
Ölüm, Louis-Vincent Thomas, İletişim Y.
Ölümün Sıcak Yüzü, Ölümün Soğuk Yüzü, Ölümün Yüzsüzlüğü, M. Ali Kılıçbay, Gece Y.
Korkular, Takıntılar, Saplantılar, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
Ölümden Sonra Hayat, A. Raymond Moody, İnkılap ve Aka Kitabevi Y.
İnsanların Ölüm Karşısındaki Tutumları, Murat Yıldız, Dokuz Ey. Ü. S. Bil. Enst. İzmir
Aile İçindeki Ölüme Karşı Çocukların Tepkileri, Atalay Yörükoğlu, Nöro Psik. Araşt. 5, 7
Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş Müslüman Yorumları, İ. Jane Smith, At. Ün. İ. F. Der. s.13
Ölüm Gerçeği ve Allah İnancı, Dokuz Eylül Ün. İ.F. Dergisi, c.1, sayı 1, sayfa 303-312
Ölümle İlgili Dinî Sosyal Davranış Örüntülerinin Değişmesi, Ank. Ün. Sosyal B. Enst.
Mutasavvıflara Göre Ölüm, Mehmet Demirci, İslâmî Araştırmalar Dergisi, sayı, 3, 1987
Ölüm Üzerine, B. Ziya Egemen, Ank. Ü. İ.F.D. c. 11, 1983
Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış, Hayati Hökelekli, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı, 2, 1991
Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi, Hayati Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Dergisi, c.3, sayı 3, 1991
Ölümle İlgili Tutumların Dinî Davranışla İlişkisi, H. Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Der, c.4, s.4, 1992
[1] ] 4/Nisâ, 87
[2] ] 15/Hicr, 85
[3] ] 22/Haac, 7
[4] ] 47/Muhammed, 18
[5] ] 54/Kamer, 1
[6] ] 16/Nahl, 77
[7] ] 22/Hacc, 55
[8] ] 25/Furkan, 11
[9] ] 7/A'râf, 187
[10] ] 22/Hacc, 1
[11] ] 54/Kamer, 46
[12] ] 25/Furkan, 11
[13] ] 31/Lokman, 34
[14] ] 7/A'râf, 87
[15] ] 79/Nâziât, 42-44
[16] ] Buhârî, İmân 37
[17] ] 39/Zümer, 68
[18] ] 22/Hacc, 1-2
[19] ] 70/Meâric, 8-10
[20] ] 82/İnfitar, 1-5
[21] ] 75/Kıyâme, 6-12
[22] ] 81/Tekvîr, 1-13
[23] ] 39/Zümer, 68
[24] ] 54/Kamer, 7-8
[25] ] 10/Yûnus, 45
[26] ] 80/Abese, 34-42
[27] ] 17/İsrâ, 71
[28] ] 77/Mürselât, 11
[29] ] 25/Furkan, 25
[30] ] 6/En'âm, 31
[31] ] Tirmizî, Kıyâmet 26
[32] ] Tirmizî, Cenâiz 70; Ahmet Özalp, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 366-367
[33] ] 2/Bakara, 168, 172; 2/Ankebût, 17; 62/Cum'a, 10
[34] ] Buhârî, Deavât 30; Müslim, Zikir 10, 13
[35] ] 6/En'âm, 93-94; 8/Enfâl, 49-51; 16/Nahl, 28-29; 47/Muhammed, 26-29
[36] ] 16/Nahl, 32; 41/Fussılet, 30-32
[37] ] 40/Mü'min, 7-8
[38] ] Tirmizî, Kıyâmet 26
[39] ] Müslim, Cennet 65-66; Tirmizî, Cenâiz 70
[40] ] 47/Muhammed, 18
[41] ] 21/Enbiyâ, 96
[42] ] 27/Neml, 82
[43] ] 2/Bakara, 275
[44] ] 3/Âl-i İmrân, 161
[45] ] Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
[46] ] 1/Fâtiha, 3
[47] ] 82/İnfitar, 17-18
[48] ] 40/Mü'min, 16
[49] ] 82/İnfitar, 19
[50] ] 1/Fâtiha, 4
[51] ] 30/Rûm, 12, 14, 55
[52] ] 78/Nebe', 39
[53] ] 56/Vâkıa, 50
[54] ] 38/Sâd, 80-81
[55] ] 85/Burûc, 2
[56] ] 58/Mücâdele, 22
[57] ] 40/Mü'min, 18
[58] ] 54/Kamer, 8; 74/Müddessir, 8-9
[59] ] 6/En'âm, 15
[60] ] 26/Şuarâ, 87
[61] ] 64/Teğâbün, 9
[62] ] 40/Mü'min, 15
[63] ] 40/Mü'min, 32
[64] ] 42/Şûrâ, 7
[65] ] 38/Sâd, 16, 26
[66] ] 19/Meryem, 39
[67] ] 50/Kaf, 41-42
[68] ] 44/Duhân, 40; 77/Mürselât, 14, 38
[69] ] 101/Kaaria, 1-5
[70] ] 88/Ğâşiye, 1
[71] ] 79/Nâziât, 34-35
[72] ] 78/Nebe', 1-2
[73] ] 69/Haakka, 1-3
[74] ] 70/Meâric, 42-44
[75] ] 56/Vâkıa, 1-2
[76] ] 40/Mü'min, 78; 82/İnfitar, 19
[77] ] 75/Kıyâme(t), 1, 40
[78] ] 7/A'râf, 187; 31/Lokman, 34; 33/Ahzâb, 63
[79] ] 54/Kamer, 1
[80] ] 16/Nahl, 77
[81] ] 7/A'râf, 187
[82] ] 47/Muhammed, 18
[83] ] 54/Kamer, 1
[84] ] Buhârî, Fiten 25; bk. Tecrîd-i Sarih Terc; 1/58
[85] ] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 53-54
[86] ] Müslim, İmân 1
[87] ] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42
[88] ] Müslim, Fiten 29-31
[89] ] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 17
[90] ] Buhârî, Fiten 4
[91] ] Buhârî, Fiten 25
[92] ] Buhârî, Fiten 25
[93] ] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 18
[94] ] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten 79-82
[95] ] Ali en-Nâsif, Tac, 5/335
[96] ] Buhârî, Fiten 23
[97] ] Müslim, Fiten 39
[98] ] Buhârî, Fiten 26; Müslim, Fiten 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112
[99] ] Müslim, Fiten 39
[100] ] 27/Neml, 82
[101] ] Müslim, Fiten 118
[102] ] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten 118
[103] ] Buhârî, Büyû’ 102; Müslim, İman 242-247
[104] ] 18/Kehf, 94
[105] ] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288
[106] ] 21/Enbiyâ, 96
[107] ] Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV/3291, 3374; Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, 2
[108] ] Müslim, Fiten 39
[109] ] Müslim, Fiten 39
[110] ] Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93; Sünen-i Ebû Dâvud, N. Şr. M. Abdul Hamid IV, 100, 106
[111] ] Buhârî, Fiten 5; Müslim, İmâre 53; Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 367-368
[112] ] 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 117
[113] ] Yusuf Şevki Yavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 522-525
[114] ] 28/Kasas, 88
[115] ] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 304-306
[116] ] 27/Neml, 87
[117] ] 81/Tekvîr, 1-4, 6
[118] ] 82/İnfitar, 1-3
[119] ] 83/İnşikak, 1-4
[120] ] 101/Karia, 1-5
[121] ] 99/Zilzâl, 1-3
[122] ] 79/Nâziât, 6-14
[123] ] 78/Nebe', 18-20
[124] ] 77/Mürselât, 8-10
[125] ] 75/Kıyâmet, 7-11
[126] ] 74/Müddessir, 50-51
[127] ] 73/Müzzemmil, 14
[128] ] 70/Meâric, 8-10
[129] ] 22/Hacc, 1-2
[130] ] 51/Kamer, 8-9
[131] ] 70/Meâric, 43-44
[132] ] 27/Neml, 87
[133] ] 54/Kamer, 8
[134] ] Fedâkâr Kırmızı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 450-451
[135] ] 39/Zümer, 68
[136] ] Ahmed bin Hanbel, II/196
[137] ] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 7/211; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, 3/276
[138] ] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 3/274-282
[139] ] Müslim, Müsafîrûn 200; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 207
[140] ] Müslim, İmân 8
[141] ] 39/Zümer, 42
[142] ] 2/Bakara, 73
[143] ] 2/Bakara, 259
[144] ] 3/Âl-i İmrân, 49
[145] ] 2/Bakara, 260
[146] ] 18/Kehf, 9-26
[147] ] 22/Hacc, 5-7
[148] ] 7/A'râf, 57
[149] ] 75/Kıyâme, 3, 4
[150] ] 64/Teğâbün, 7; Ayrıca geniş bilgi için Kur’ân-ı Kerîm'in şu âyetlerine bakılabilir: 2/Bakara, 28; 6/En’âm, 29, 30, 94; 16/A’râf, 38; 17/İsrâ, 51; 20/Yûnus, 102; 31/Lokman, 28, 58/Mücâdele, 6; 64/Teğâbün, 7; 36/Yâsin, 52; 22/Hacc, 7; 19/Meryem, 33; 17/İsrâ, 49; Cengiz Yağcı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 202-204
[151] ] 39/Zümer, 68
[152] ] 6/En'âm, 28
[153] ] 30/Rûm, 27
[154] ] 36/Yâsîn, 77-79; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, IV, 581
[155] ] 6/En’âm, 60
[156] ] 41/Fussılet, 39
[157] ] 22/Hacc, 5-7
[158] ] 22/Hacc, 5
[159] ] 40/Mü'min, 57
[160] ] Durak Pusmaz, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 204-205
[161] ] 36/Yâsin, 79
[162] ] 30/Rûm, 27
[163] ] 59/Haşr, 2
[164] ] 67/Mülk, 24
[165] ] 36/Yâsîn, 78, 79
[166] ] 30/Rûm, 50
[167] ] 35/Fâtır, 9
[168] ] 80/Abese, 21, 22
[169] ] 43/Zuhruf, 11
[170] ] 36/Yâsîn, 82
[171] ] 31/Lokman, 28
[172] ] 19/Meryem, 68
[173] ] 3/Âl-i İmrân, 158
[174] ] 19/Meryem, 85-86
[175] ] 80/Abese, 34-37; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 361-362
[176] ] 36/Yâsîn, 78, 79
[177] ] Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl", Tefsîr Sûret-i Yâsîn
[178] ] 35/Fâtır, 9
[179] ] 30/Rûm, 50
[180] ] 17/İsrâ, 49
[181] ] 23/Mü'minûn, 80
[182] ] el-Mü'minûn, 23/82
[183] ] 56/Vâkıa, 47
[184] ] Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 363-364
[185] ] 39/Zümer, 68
[186] ] 18/Kehf, 99
[187] ] 14/İbrâhim, 48
[188] ] Buhârî ve Müslim'den, Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac, İstanbul 1962, V, 365
[189] ] Buhârî ve Müslim den M. A. Nâsıf, et-Tac, 364
[190] ] et-Tac, V, 365
[191] ] Tirmizî, et-Tac, V, 385
[192] ] 17/İsrâ, 71
[193] ] 17/İsrâ, 14
[194] ] Müslimden et-Tac, V, 372
[195] ] 36/Yâsin, 65
[196] ] Buhârî ve Müslim'den, et-Tac, V, 380
[197] ] Tirmizî'den, et-Tac, V, 378
[198] ] Buhârî ve Müslim'den, et-Tac, V, 379
[199] ] Sa'deddin Teftazâni, Şerhu'l-Makasıd, II, 222-223, İstanbul 1305; Abdüsselâm b. İbrahim el-Lakkâni, Şerh-ü Cevhereti't-Tevhid, Mısır, 1955/1375, s. 231-234; Fahreddin er-Razi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul, 1308; Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 45-46
[200] ] 3/Âl-i İmrân, 101
[201] ] 3/Âl-i İmran, 51
[202] ] Müslim, İman 84, h. no: 329
[203] ] Buhârî, Müslim ve Tirmizî'den naklen Mansur Ali Nasıf, Tac, V, 394-395
[204] ] Buhârî ve Müslim'den naklen, Tac, V, 377-378
[205] ] Mansur Ali Nasıf, Tac, V.394; Acluni, Keşfül-Hafa, II, 31
[206] ] 66/Tahrîm, 8
[207] ] 57/Hadîd, 13
[208] ] 19/Meryem, 71-72
[209] ] Buhârî, Müslim ve Tirmizî'den naklen et-Tac, V, 393-394; metin Müslim'in Sahih'inden özetlenerek alınmıştır; Sa'deddin Taftazani, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 223; Şerhul-Akaid İstanbul 1310; Abdusselâm b. İbrâhim el-Lakkâni, Şerh-u Cevhereti't-Tevhid, Mısır' 1955, s. 235-236; Fahreddin er-Razi, Mefâtihul-Gayb, İstanbul 1308, Kitab-ü Mecmü'atin mine't-Tefâsir, el-Matbaatül-Âmire İstanbul 1319); Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 410-412
[210] ] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 599-602
[211] ] 76/İnsan, 3
[212] ] 7/A’râf, 16
[213] ] Tac, 5/394
[214] ] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, s. 337 vd.
[215] ] 108/Kevser, 1
[216] ] Ebû Dâvûd, Sünne 26
[217] ] Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev. Yunus Vehbi Yavuz s. 240
[218] ] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. C. 2, s. 377-378
[219] ] 14/İbrâhim, 51
[220] ] 7/A'raf, 6
[221] ] 17/İsrâ, I5
[222] ] 99/Zilzâl, 6
[223] ] 40/Mü'min, 17
[224] ] 3/Âl-i İmrân, 30
[225] ] 99/Zilzâl, 7-8
[226] ] 2/Bakara, 62
[227] ] 38/Sâd, 53
[228] ] 84/İnşikaak, 7-9
[229] ] 69/Haakka, 19-20
[230] ] Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13
[231] ] Müslim, Birr 59
[232] ] 38/Sâd, 16
[233] ] 88/Ğâşiye, 25-26
[234] ] 38/Sâd, 26
[235] ] 23/Mü'minûn, 102-103
[236] ] 69/Haakka, 25-26
[237] ] 23/Mü'minûn, 105
[238] ] 23/Mü'minûn, 106-107
[239] ] 23/Mü'minûn, 108-110
[240] ] 74/Müddessir, 42-47
[241] ] 7/A'râf, l8
[242] ] 69/Haaka, 25-26; 84/İnşikaak, 10; 17/İsrâ, 13
[243] ] 7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî, Mezâlim 2; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397
[244] ] 33/Ahzâb, 39
[245] ] 4/Nisâ, 86
[246] ] 4/Nisâ, 6
[247] ] 55/Rahmân, 7-9
[248] ] 7/A’râf, 8-9
[249] ] 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 101/Kaaria, 6-7
[250] ] Âyetlerden bazıları: 102 Tekâsür/8. 2 Bekara/284. 3 Âli Imran/30. 36 Yasin/65. 99 Zilzal/1-8. 69 Hakka/25-34. 4 Nisa/40. 58 Mücadile/6. v.d. Hadisler için bk. el-Esas Fi’s Sûnne-I. Akaidi, 10/221-239. K. Sitte, 14/393-418; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 420-423
[251] ] 21/Enbiyâ, 47
[252] ] 7/A'râf, 8-9
[253] ] İbn Kesir Tefsir, Beyrut 1966/1385, IV, 566
[254] ] Fahrüddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul 1398 h. IV, s. 266-267, VIII s. 666
[255] ] İbn Kesir, III, s. 146-147
[256] ] 18/Kehf, 103-105
[257] ] Mansûr Ali Nasıf et-Tac, V, 376
[258] ] Müslim, Fiten 39, 40, 128, 129; Ebû Dâvûd, Melâhim 12; Tirmizî, Fiten 21; İbn Mâce, Fiten 25, 28
[259] ] 44/Duhân, 10-11
[260] ] Nesefî, Medârik, Beyrut, (t.y.), IV,128
[261] ] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198
[262] ] Buhârî, İstiska 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn 39, 40
[263] ] el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (t.y.), VII, 29; Mehmet Bulut, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 420-421
[264] ] 24/Nûr, 45
[265] ] 11/Hûd, 6
[266] ] 27/Neml, 82
[267] ] M. Hamdi Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd.
[268] ] Râğıb, "Müfredât", debb maddesi
[269] ] 27/Neml, 82
[270] ] Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128
[271] ] bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli. 194
[272] ] Müslim, Fiten 118; Amed bin Hanbel, II/201
[273] ] Müslim, İman 249; Tirmizî, Tefsîru Sûre 6
[274] ] Ahmed bin Hanbel, II/491; Tirmizî, Tefsîru Sûre 27
[275] ] 6/En'âm, 59; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 351
[276] ] 18/Kehf, 94
[277] ] 21/Enbiyâ, 96-97
[278] ] S. Buhârî, Tecrîd Tercemesi, IX, 96
[279] ] Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir II, 433
[280] ] 18/Kehf, 97
[281] ] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 393
[282] ] Müslim, Fiten 13, Hadis no: 2901; Ebû Dâvud, Melâhim, hadis no: 4311; Ibn Mâce, Fiten 25, Hadis no: 4041, 4055
[283] ] Müslim, Fiten 20, Hadis no: 2932-2937; Buhârî, Fiten 26-27
[284] ] Müslim, Fiten 20, Hadis no: 2933; Tirmizî, Fiten 62, Hadis no: 2245
[285] ] Müslim, Fiten 18, Hadis no: 2923; Buhârî, Fiten 25
[286] ] Y. K. Çağdaş Tefsiri, 8/88-90
[287] ] S. Havva, Hadislerle İslâm Akaidi, 9/345-415
[288] ] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 136-139
[289] ] Ebû Dâvud, Mehdi, Hadis no: 4282-4284; Ibn Mâce, Fiten 34, Hadis no: 4082-4088
[290] ] Ebû Dâvud, Mehdi, Hadis no: 4282-4283
[291] ] 103/Asr, 1-3
[292] ] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 390-392
[293] ] Bk. 33/Ahzâb, 40
[294] ] 2/Bakara, 190
[295] ] 12/Yûsuf, 101
[296] ] 7/A’râf, 179
[297] ] 11/Hûd, 18-19
[298] ] 6/En’âm, 93
[299] ] 33/Ahzâb, 40
[300] ] Korintoslulara 1. Mektup, 15/22 vd.
[301] ] 4/Nisâ, 157-158
[302] ] 3/Âl-i İmrân, 55; 4/Nisâ, 156-159; 5/Mâide, 117
[303] ] Abdullah Aydemir, Peygamberler, D.İ.B. Y. s. 254
[304] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[305] ] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c.1, s. 297
[306] ] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y. c. 1, s. 380
[307] ] 4/Nisâ, 158
[308] ] 19/Meryem, 57.
[309] ] Muhammed Esed, İslâm Mesajı, İşaret Y. c. 1, s. 177
[310] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[311] ] Tefsîru’l-Menâr, 3/316-317
[312] ] S. Ateş, Kur’an Ans. 10/206
[313] ] 4/Nisâ, 158
[314] ] Bk. 3/Âl-i İmrân, 55
[315] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[316] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[317] ] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
[318] ] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l Kur’âni’l-Hakîm, c. 3, s. 317
[319] ] Buhârî, Büyû 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242, hd. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, hd. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, hd. no: 2234; Ahmed bin Hanbel, II/240, 294, 538; Tecrîd-i Sarih Terc. c.6, s. 532
[320] ] Müslim, İman 247; Küt. Sitte, 14/274
[321] ] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 182
[322] ] Müslim, Hacc 216, hd. no: 1252; Küt. Sitte Terc. c. 13, s. 152, Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c.2, s. 431
[323] ] Ebû Dâvud, Melâhim, bâbu Emârâti’s-Sâah
[324] ] Ebû Dâvud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33
[325] ] Buhârî, Mezâlim 31; İbn Mâce, Fiten 33
[326] ] Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 14/336
[327] ] Müslim, Kitab 52, bab 9, hadis 34
[328] ] Tirmizî, Fiten 62
[329] ] Müslim, Kitab 52, bab 20, hadis 110
[330] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298-299
[331] ] 7/A’râf, 188; 27 Neml, 65; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 123; 6/En’âm, 50, 59
[332] ] 21/Enbiyâ, 34-35
[333] ] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. c. 10, s. 216-218
[334] ] 4/Nisâ, 159
[335] ] 43/Zuhruf, 61
[336] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[337] ] Elmalılı, Eser Y. II/372
[338] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[339] ] Buhârî, Tefsir, Sûretu’l-Mâide 13; Küt. Sitte Terc. c. 3, s. 365
[340] ] Bk. Mahmut Şeltut, İsa’nın Ref’i; S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri, II/396-410; A. Hatîb, Mesîh fi’l-Kur’an, s. 532
[341] ] 4/Nisâ, 159
[342] ] Zeccâc, Meâni’l-Kur’an, II/129-130
[343] ] A.g.e., s. 130
[344] ] 43/Zuhruf, 61
[345] ] 43/Zuhruf, 61
[346] ] 29/Ankebût, 57; ayrıca Bk. 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35
[347] ] 21/Enbiyâ, 8
[348] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[349] ] 4/Nisâ, 157-158
[350] ] 19/Meryem, 33
[351] ] 5/Mâide, 117
[352] ] 33/Ahzâb, 40
[353] ] Bk. Said Nursi, Mektûbât
[354] ] Geniş bilgi için bk. Zeki Sarıtoprak, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, Nesil Y. s. 25-48
[355] ] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. c. 10, s. 222
[356] ] Âhir zamanda zuhur edecek bu tür haberlerin sembol olduğu görüşü için bk. Said Nursî, Lem’alar, s. 112; Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, III/317-318
[357] ] Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Y. s. 220-223
[358] ] 4/Nisâ, 158
[359] ] 19/Meryem, 56-57
[360] ] 4/Nisâ, 158
[361] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[362] ] 3/Âl-i İmrân, 55
[363] ] Mahmut Şeltut, Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Haksöz Dergisi, sayı 20, Kasım 92
[364] ] 5/Mâide, 117
[365] ] 19/Meryem, 30
[366] ] 33/Ahzâb, 40
[367] ] 5/Mâide, 3
[368] ] 33/Ahzâb, 40
[369] ] 5/Mâide, 3
[370] ] Bk. Asr Sûresi
[371] ] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 390-392
[372] ] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 5
[373] ] 5/Mâide, 105; Ahmed Kalkan, Haksöz, Sayı 118, Ocak 2001
[374] ] 79/Nâziât, 42-43
[375] ] 7/A'râf, 187
[376] ] 47/Muhammed, 18
[377] ] 54/Kamer, 1
[378] ] 16/Nahl, 77
[379] ] 3/Âl-i İmrân, 7
[380] ] 3/Âl-i İmrân, 7
[381] ] 3/Âl-i İmrân, 7
[382] ] 39/Zümer, 42
[383] ] 8/Enfâl, 24
[384] ] 29/Ankebût, 94
[385] ] 30/Rûm, 52
[386] ] 35/Fâtır, 20
[387] ] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 237
[388] ] 8/Enfâl, 25
[389] ] 2/Bakara, 154
[390] ] 27/Neml, 80
[391] ] Bk. Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem'alar, s. 112
[392] ] Bk. Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
[393] ] 5/Mâide, 105
[394] ] Ahmed Kalkan, Vuslat Dergisi, sayı 25, Temmuz 2003
[395] ] 59/Haşr, 18
[396] ] ukbe'd-dâr; 13/Ra'd, 22, 24, 35, 42
[397] ] 56/Vâkıa, 1-3
[398] ] 22/Hacc, 5; 50/Kaf, 44
[399] ] 28/Kasas, 85
[400] ] 70/Meâric, 22-26
[401] ] 74/Müddessir, 43-46
[402] ] 1/Fâtiha, 3
[403] ] 6/En’âm, 22-24
[404] ] 6/En’âm, 30
[405] ] 6/En’âm, 31
[406] ] 6/En’âm, 121
[407] ] 7/A’râf, 27
[408] ] 7/A’râf, 30
[409] ] 7/A’râf, 187
[410] ] 10/Yûnus, 28-30
[411] ] 11/Hûd, 105
[412] ] 14/İbrâhim, 42-43
[413] ] 16/Nahl, 77
[414] ] 16/Nahl, 86-87
[415] ] 18/Kehf, 47-48
[416] ] 18/Kehf, 52
[417] ] 18/Kehf, 99
[418] ] 19/Meryem, 68
[419] ] 19/Meryem, 95
[420] ] 20/Tahâ, 102
[421] ] 20/Tahâ, 105-107
[422] ] 20/Tahâ, 108
[423] ] 20/Tahâ, 109
[424] ] 21/Enbiyâ, 1
[425] ] 21/Enbiyâ, 40
[426] ] 21/Enbiyâ, 47
[427] ] 21/Enbiyâ, 104
[428] ] 25/Furkan, 11-13
[429] ] 27/Neml, 87
[430] ] 28/Kasas, 62-65
[431] ] 30/Rûm, 12-13
[432] ] 31/Lokman, 34
[433] ] 33/Ahzâb, 63
[434] ] 34/Sebe', 29-30
[435] ] 36/Yâsin, 52
[436] ] 36/Yâsin, 49-50
[437] ] 36/Yâsin, 51
[438] ] 37/Sâffât, 19
[439] ] 37/Sâffât, 20-21
[440] ] 37/Sâffât, 24
[441] ] 39/Zümer, 15
[442] ] 39/Zümer, 60
[443] ] 41/Fussılet, 47
[444] ] 42/Şûrâ, 17
[445] ] 43/Zuhruf, 66
[446] ] 43/Zuhruf, 85
[447] ] 45/Câsiye, 26
[448] ] 47/Muhammed, 18
[449] ] 50/Kaf, 42
[450] ] 53/Necm, 57
[451] ] 54/Kamer, 7-8
[452] ] 55/Rahmân, 41
[453] ] 56/Vâkıa, 4-7
[454] ] 56/Vâkıa, 47-56
[455] ] 56/Vâkıa, 1-2
[456] ] 53/Necm, 57-58
[457] ] 67/Mülk, 25-26
[458] ] 57/Hadîd, 12-13
[459] ] 66/Tahrîm, 8
[460] ] 68/Kalem, 43
[461] ] 69/Haakka, 13-16
[462] ] 69/Haakka, 19-22
[463] ] 69/Haakka, 25-27
[464] ] 70/Meâric, 8-9
[465] ] 70/Meâric, 10
[466] ] 77/Mürselât, 7
[467] ] 77/Mürselât, 8-11
[468] ] 77/Mürselât, 14-19
[469] ] 78/Nebe', 18-20
[470] ] 78/Nebe', 17
[471] ] 77/Mürselât, 7
[472] ] 79/Nâziât, 42-44
[473] ] 80/Abese, 34-35
[474] ] 80/Abese, 37
[475] ] 80/Abese, 38-39
[476] ] 89/Fecr, 25-26
[477] ] 99/Zelzele (Zilzâl), 1-5
[478] ] 21/Enbiyâ, 104
[479] ] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 56-58
[480] ] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 59
[481] ] Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
[482] ] 4/Nisâ, 159; Buhârî, Büyû’ 102, Mezâlim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242, h. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, h. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, h. no. 2234
[483] ] Müslim, İman 247
[484] ] Ebû Dâvud, Mehdî 1, h. no: 4282; Tirmizî, Fiten 52, h. no: 2231, 2232
[485] ] Ebû Dâvud, Mehdi 1, (4284)
[486] ] Müslim, Fiten 119, h. no: 2942; Ebû Dâvud, Melâhim 15, h. no: 4325, 4326; Tirmizî, Fiten 66, h. no: 2254
[487] ] Buhârî, Fiten 27, Fedâilu'l-Medine 9; Müslim, Fiten 112, h. no: 2938
[488] ] Buhârî, Fiten 26, Enbiyâ 50; Müslim, Fiten 105, h. no: 2935; Ebû Dâvud, Melâhim 14, h. no: 4315
[489] ] Buhârî, Fiten 27; Müslim, Fiten 100-103, h. no: 169-2933
[490] ] Buhârî, Cihad 95, 96, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 62, h. no: 2912; Ebû Dâvud, Melâhim 9, h. no: 4303, 4304; Tirmizî, Fiten 40, h. no: 2216; Nesâî, Cihad 42
[491] ] Müslim, Fiten 34, h. no: 2897
[492] ] Müslim, Fiten 78, h. no: 2920
[493] ] Buhârî, Cihad 94, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 79, h. no: 2921; Tirmizî, Fiten 56, h. no: 2237
[494] ] Buhârî, Fiten 24, Menâkıb 25, İstitabe 8; Müslim, İman 248, h. no: 157, Fiten 17
[495] ] Tirmizî, Fiten 9, h. no: 2171
[496] ] Müslim, Fiten 18, h. no: 157
[497] ] Tirmizî, Fiten 30, h. no: 2196
[498] ] Buhârî, Rikak 39, Tefsiru Nâziât 1, Talâk 25; Müslim, Fiten 132, h. no: 2950
[499] ] Tirmizî, Fiten 39, h. no: 2214
[500] ] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42, h. no: 2902
[501] ] Tirmizî, Fiten 42, h. no: 2218
[502] ] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 218, h. no: 2538; Tirmizî, Fiten 64, h. no: 2251
[503] ] Müslim, Fiten 138, h. no: 2953
[504] ] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/321
[505] ] Tirmizî, Fiten 43, h. no: 2219; Ebû Dâvud, Melâhim 16 h. no: 4333, 4334, 4335
[506] ] Buhârî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, (157); Ebû Dâvud, Melâhim 12, 4312
[507] ] Müslim, Fiten 118
[508] ] Tirmizî, Fiten 19, h. no: 2182
[509] ] Buhârî, Fiten 23; Müslim, Fiten 51, h. no: 2906
[510] ] Tirmizî, Fiten 37, h. no: 2210
[511] ] Müslim, İman 234, h. no: 148; Tirmizî, Fiten 35, h. no: 2208
[512] ] Buhârî, İlm 2, Rikak 35
[513] ] Buhârî, Fiten 23, Menâkıb 7; Müslim, Fiten 60, h. no: 2910
[514] ] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29, h. no: 2894; Ebû Dâvud, Melâhim 13, h. no: 4313, 4314; Tirmizî, Cennet 26, h. no: 2572, 2573
[515] ] Tirmizî, Zühd 24, h. no: 2333
[516] ] Müslim, İman 185, h. no: 117
[517] ] Müslim, Fiten 131, h. no: 2949
[518] ] Ebû Dâvud, Cihad 37, h. no: 2535
[519] ] Tirmizî, Fiten 58, h. no: 2240
[520] ] Tirmizî, Fiten 39, h. no: 2211
[521] ] Müslim, Fiten 118, h. no: 2941; Ebû Dâvud, Melâhim 12, h. no: 4310
[522] ] Ebû Dâvud, Melâhim 3, h. no: 4294
[523] ] Ebû Dâvud, Melâhim 4, h. no: 4296; İbn Mace, Fiten 35, h. no: 4093
[524] ] Tirmizî, Kıyâmet 9, h. no: 2433
[525] ] Ebû Dâvud, Sünnet 24, h. no: 4742; Tirmizî, Kıyâmet 9, h. no: 2432
[526] ] Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, h. no: 2955; Muvatta, Cenâiz 48, h. no: 1, 239; Ebû Dâvud, Sünnet 24, h. no: 4743; Nesâî, Cenaiz 117, h. no: 4, 111
[527] ] Muvatta, Cenâiz 49, h. no: 1, 240; Nesâî, Cenâiz 117 h. no: 4, 108) İbn Mâce, Zühd 32, h. no: 4271
[528] ] Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde biraz farklı lafızlarla rivâyet edilmiştir (IV/11
[529] ] 74/Müddessir, 8
[530] ] Buhârî, Rikak 43 -muallak olarak-
[531] ] Ebû Dâvud, Hurûf ve'l-Kıraat 1, h. no: 3999
[532] ] Buhârî, Rikak 44; Müslim, Münafıkûn 28, h. no: 2790
[533] ] 21/Enbiyâ, 104
[534] ] 5/Mâide, 117-118
[535] ] Buhârî, Rikak 45, Enbiyâ 8, 44, Tefsir, Mâide 14, 15, Tefsir, Enbiyâ 2; Müslim, Cennet 57, h. no: 2860; Tirmizî, Kıyâmet 4, h. no: 3329; Nesâî, Cenâiz 118, h. no: 4, 114
[536] ] Tirmizî, Tefsir Benî İsrâil (İsrâ Sûresi), h. no: 3141
[537] ] Buhârî, Rikak 48; Müslim, Cennet 59, h. no: 2861; Nesâî, Cenâiz 118, h. no: 4, 115, 116
[538] ] Buhârî, Rikâk 47; Müslim, Cennet 61, h. no: 2863
[539] ] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2421
[540] ] Müslim, Birr 6, h. no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422
[541] ] 84/İnşikak 7-9
[542] ] Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876; Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428
[543] ] Tirmizî, Salat 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232
[544] ] Muvatta, Kasru's-Salât 89, h. no: 1, 173
[545] ] Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8, h. no: 1396; Nesâî, Tahrim 2, h. no: 7, 83
[546] ] Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419
[547] ] Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430
[548] ] Müslim, Zühd 16, h. no: 2968
[549] ] Buhârî, Rikak 52, Ezan 129, Tevhid 24; Müslim, İman 299, h. no: 182; Tirmizî, Cennet 20, h. no: 2560
[550] ] Tirmizî, Kıyâmet 5, h. no: 2427
[551] ] Buhârî, Mezalim 2, Tefsiru Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h. no: 2768
[552] ] 21/Enbiyâ, 47
[553] ] Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163
[554] ] Müslim, Zühd 17, h. no: 2969
[555] ] Tirmizî, İman 17, h. no: 2641
[556] ] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
[557] ] 37/Sâffât, 24). (Tirmizî, Tefsiru Sâffât, h. no: 3226
[558] ] Müslim, Fezâil 36, l, h. no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, h. no: 2447
[559] ] Tirmizî, Kıyâmet 15, h. no: 2445
[560] ] Tirmizî, Kıyâmet 15, h. no: 2445
[561] ] Buhârî, Rikak 53; Müslim, Fezâil 25, h. no: 2289
[562] ] Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, h. no: 2297
[563] ] Müslim, Tahâret 37, h. no: 247
[564] ] Ebû Dâvud, Sünnet 26, h. no: 4746
[565] ] Tirmizî, Kıyâmet 10, h. no: 2435
[566] ] Ebû Dâvud, Sünen 28, h. no: 4755
[567] ] Buhârî, Deavât 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, h. no: 198; Muvattâ, Kur'an 26, h. no: 1, 212; Tirmizî, Deavâat 141, h. no: 3597
[568] ] Tirmizî, Cehennem 3, h. no: 2583
[569] ] Buhârî, Rikak 45
[570] ] Buhârî, Şirb 2, Hiyel 12; Müslim, İman 173, h. no: 108; Ebû Dâvud, Büyû' 62, h. no: 3474, 3475; Nesâî, Büyû' 6, h. no: 7, 247
[571] ] Müslim, İman 171, h. no: 106; Ebû Dâvud, Libas 28, h. no: 4087, 4088; Tirmizî, Büyû' 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu' 5, h. no: 7, 245
[572] ] Müslim, İman 172, h. no: 107; Nesâî, Zekât 77, h. no: 5, 86
[573] ] Nesâî, Zekât 69, h. no: 5, 80
[574] ] Buhârî, Büyû' 106
[575] ] Müslim, İmâret 152, h. no: 1905; Tirmizî, Zühd 48, h. no: 2383; Nesâî, Cihâd 22, h. no: 6, 23, 24
[576] ] Müslim, İman 1, h. no: 8; Nesâî, İman 6, h. no: 8, 101; Ebû Dâvud, Sünnet 17, h. no: 4695; Tirmizî, İman 4, h. no: 2613
[577] ] 38/Sâd, 27-28
[578] ] 40/Mü'min, 57-59
[579] ] 79/Nâziât, 27-28
[580] ] 45/Câsiye, 26
[581] ] 75/Kıyâme(t), 36
[582] ] 23/Mü'minûn, 115
[583] ] 2/Bakara, 1-5
[584] ] 4/Nisâ, 74
[585] ] 3/Âl-i İmran; 191
[586] ] 50/Kaf, 9-11
[587] ] 30/Rûm, 19
[588] ] 2/Bakara, 28
[589] ] 36/Yâsin, 77- 79
[590] ] 44/Duhân, 25-28
[591] ] 9/Tevbe, 38
[592] ] 57/Hadîd, 20
[593] ] 87/A'lâ, 16-17
[594] ] 75/Kıyâme(t), 20-21
[595] ] 2/Bakara, 155
[596] ] 3/Âl-i İmran, 142
[597] ] 46/Ahkaf, 20
[598] ] 74/Müddessir, 53
[599] ] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 287-288
[600] ] Tirmizî
[601] ] Al-i İmran, 133
[602] ] Hüseyin Özhazar, Âhiret Bilinci; Hasan Eker, Âhiret Bilinci
[603] ] Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
[604] ] 41/Fussılet, 20-21
[605] ] 14/İbrâhim, 48
[606] ]] Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 61
[607] ] 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
[608] ] 99/Zilzâl, 7-8
[609] ]] A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, 26
[610] ] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 285
[611] ] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
[612] ] 6/En'âm, 29
[613] ] 36/Yâsin, 77
[614] ] 6/En’âm, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 65
[615] ] 59/Haşr, 18