İBÂDET, HİDÂYET, HAYIR VE ŞER

 

İBÂDET

  • İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’an’da İbâdet
  • İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
  • İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah’a Yönelmesidir
  • İbâdet, Fıtrattır
  • İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
  • Allah’a İbâdet
  • Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
  • Allah’tan Başkasına İbâdet
  • Putlara, Heykellere İbâdet
  • Tâğuta İbâdet
  • Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
  • Şeytana ve Cinlere İbâdet

“(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız).” [1]

 

İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti

İbâdet kelimesi, “abede” fiilinin masdarı olup “itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek” anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği “abd” kökü, şu anlamlara gelir:

a- Hürün karşıtı olan köle,

b- Boyun eğmek ve itaat etmek,

c- Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,

d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas mânâlar; “kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir.” İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç şüphesiz gerçek ma’bud olan Allah’tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene de ma’bûd denir.

Kur’ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: “Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir.”

Demek ki İslâmî mânâsıyla Allah’a ibâdet: “İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcûdiyetiyle yalnız Allah’a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir.”

“İbâdet” kavramı, “kurbet” (yakınlık) ve “tâat” (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah’a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O’na itaat etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan, Allah’a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de “iman”, “ihlâs” ve “niyet” in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta’zimi ihtiva eden ibâdet, “kibir” ve “riyâ” kabul etmez.

“İbâdet”, boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah’ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah’a kulluk etmesi ve bunu, sadece O’na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.

İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan “âbid/abd” (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah’a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.s.)’i, makamların en şereflisi olan “risâlet” makamında “kul” kelimesi ile isimlendirmiştir.[2] O yüzden şehâdet kelimesinde bile “Rasûl” kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için “abduhû” (O’nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz. Muhammmed’in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; “abd/kul” ifadesi, onun Rabbiyle ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah’la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah’la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.

İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah’a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle veya Allah’a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.

Lisanımızda çokça kullanılan “tapınmak ve tapmak” kelimeleri, ibâdet’in değil; yalnızca tâat’in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk mânâsı anlaşıldığı için, bu kelimeleri “puta tapmak” , “haça tapmak” gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı “ibâdet”, en genel anlamı ise “kulluk” mânâsına gelen “ubûdiyet”tir. İbâdet, Allah’ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah’ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.

 

Kur’an’da İbâdet

İbâdet kavramı, Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur’an’da isim, fiil ve masdar şeklinde 256 defa geçer. “A b d” kökü ve türevleri ise 275 yerde kullanılır. Genel olarak, Allah’a veya Allah’tan başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah’a ibâdet emredilirken, O’na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır.

Kur’an’da ibâdet kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılması, yalnız O’nun ibâdetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. Yani insan, sevgide, korkuda, ümit ve tevekkülde, itaat edip boyun eğmede Allah’a hiçbir varlığı ortak koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin, bağlılığın ve korkunun en güzel ifadesidir. Nitekim dinin bütününü de bu esaslar oluşturur. İbâdet terimi, bu açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet ettiği ilâh (Allah)’ı kemâl derecesinde sevmesi ve tevâzu göstermesi ve bütün bunların ancak Allah için olması gerekmektedir.

“Ancak Sana ibâdet ederiz.”[3] “Ederim” değil; “ederiz”. Cemaate işaret vardır bu ifadede. Aynı Rabbin kulu olan, O’nun kanunlarına boyun eğen ve O’na tesbih ve ibâdet eden tüm tabiatla, tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak, vahdete ermek, beraberce ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç dünyamızla, tüm organlarımızla, inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber ibâdet etmek var bu ifadede. Tevhid, ancak muvahhid bir toplum içinde gerçek anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla beraber hareket edilerek olgunlaşılır, insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle, güzel olan hiçbir yere varılamaz.

Fâtiha’nın bundan önceki âyetlerinde Allah’ın sıfatları özetlendi. Allah, bu âyete kadar kendini bize tanıttı. “Peki, böyle özelliklere sahip Allah’a karşı nasıl davranmamız gerekir?” sorusuna bu âyet cevap vermiş oluyor: “Sadece Allah’a ibâdet.” Fâtiha’da bundan önceki âyetler, sanki bize bu âyetteki ifadeyi söyletmek içindir. Ayrıca, Allah’ı bu âyete kadar anlatılan isim ve vasıflarıyla tanıyıp O’nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah, senli-benli ifade kullandırıyor; Allah’ın vasıflarını tanıyıp O’na ibâdet, Allah’la samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: “Ona kulluk ederiz” değil; “Sana...” Bu âyete kadar üçüncü tekil şahıs ifadesi ve zamiri kullanılırken, burada ikinci tekil şahıs ifadesi kullanıyoruz.

Önce ibâdet, sonra istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı. Sünetullah, ilk başlangıcı bizden bekliyor. Allah’ın kanunu böyle istiyor. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden bolca örnekler sunmak mümkün. (“Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.”[4]; “Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.”[5], “Allah’tan sakınırsanız, sizin için furkan kılar.”[6]; “Allah’tan korkanlara Allah çıkış yolu verir.”[7], “Sözünüzde durursanız, Ben de...”[8]; “Kim iman edip sâlih amel işlerse...”[9] Önce bizden duâ, sonra Allah’tan icâbet, önce kul sebebe yapışacak, sonra Allah verecek.

Hakkıyla ve ölünceye dek ibâdet için Allah’ın yardımına ihtiyacımız olacak. Her an yaşantımızı ibâdet halinde değerlendirmek için “...sadece Sen’den yardım isteriz.” [10]

“Sadece Sana ederiz kulluğu, ibâdeti...”[11] meâlindeki âyette, kulun, ibâdeti sadece Rabb’ine ait kılıp, nefsini ancak Allah’a teslim etmesinin gereği vurgulanmaktadır. Allah’tan başkasına gösterilen “itaat ve kulluk”, o varlığı sahte bir ma’bud yapar. Bu ma’bud ya şeytandır, ya da kendilerini tâğut kılan azgın kişilerdir. Yahut da Allah’ın kitabını hiçe sayarak insanları icad ettikleri hayat düsturlarına ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî anlamda ibâdet ise, Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız şartsız itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş oluyor.

İnsanların, şeytanın teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin yönü olan putlar ve hayalî/sanal kuvvetler, yani Allah’tan başka tapınılan tüm varlıklar, birer sahte ma’buddur. Çünkü Kur’an, Allah’tan başka hiçbir hak ma’bud olmadığını en açık bir şekilde bildirirken; insanların, Allah’tan başkasına tapmalarını ve onları ilâh kabul etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.

 

İbâdetle ilgili Bazı Âyetler

“(Ya Rabbi,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” [12]

“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” [13]

“Allah’a ibâdet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” [14]

“(Ya’kub) oğullarına: ‘Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?’ demişti. ‘Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek İlâh’a kulluk edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O’na teslim olanlarız’ dediler.” [15]

“Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? ‘Babalarımızı onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)’ dediler.” [16]

“De ki: Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O’na ibâdet etmeniz gerekmez mi?)” [17]

“Hahamlarını ve râhiplerini Allah’tan ayrı rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” [18]

“Tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah’ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) mü’minleri müjdele.” [19]

“İnsanlardan kimi de Allah’a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer).[20]

“Ey mü’minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz.” [21]

“Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet edin.” [22]

“İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinerek: ‘biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir.” [23]

“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı.”[24]

“Hayır, yalnız Allah’a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol.” [25]

“Allah’tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkuyorum.” [26]

“Andolsun Biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet/kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının’ diyen bir rasûl/elçi gönderdik.” [27]

“De ki: ‘Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a ibâdet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini Allah’tan başka rab edinmesin.” [28]

“Allah, kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür.” [29]

“De ki: Ben Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.” [30]

“Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân’a kul olarak gelecektir.” [31]

“Siz, Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor musunuz siz?” [32]

“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz.” [33]

“İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.” [34]

De ki: Ey kâfirler! ‘Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!” [35]

“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/ibâdet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” [36]

“Bir zaman İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim, bu şehri güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” [37]

“Siz Allah’tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah’ın yanında arayın. O’na kulluk/ibâdet edin ve O’na şükredin. Hepiniz O’na döndürüleceksiniz.” [38]

“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın).” [39]

“De ki: ‘Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibâdet/kulluk ediyorum.” [40]

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk/ibâdet et.” [41]

Âyetlerin ortaya koyduğu ilk gerçek “sadece Allah’a ibâdet edip, O’ndan başkasına ibâdet etmemektir.” İslâm, ibâdeti sadece Allah’a ait kılmayı emrederken, O’na herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya tanıyabileceği Allah’ın dışında her çeşit ma’bud edinme çeşidini içine alan kesin bir yasak koyuyor.

“Yalnız Sana kulluk eder; yalnız Senden yardım dileriz.”[42]

Hamd, âlemlerin rabbi, Rahmân-Rahîm ve din gününün sahibi olan Allah’a mahsustur. Rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarının kâinatla ve içindeki beşerî âlemle olan ilişkilerinin başlangıçta doğurduğu borcun karşılığı, hamdetmektir. Hamd sadece Allah’a ait olduğu gibi, kulluk/ibâdet de O’na aittir.

Demek ki Fâtiha sûresi, 1-4. âyetlerdeki sıfatların önünde hamd, arkasında ibâdet ve yardım dileme yer almaktadır. Allah yaratan, besleyip büyüten, rahmet ve merhamet edip sahip çıkan bir varlık olması hasebiyle hamde, ibâdete ve sadece kendisinden yardım talep edilmesine layıktır. Hamdedilmek, kulluğun sadece O’na tahsis edilmesi ve sadece O’ndan yardım ve destek beklenilmesi O’nun hakkıdır.

Şimdi 5. âyette geçen kavramların analizini yaparak şu sonuçlara varmamız mümkündür: “Sadece Sana kulluk ederiz.”

Fahruddîn Râzî ve Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin Allah’a nasıl hamd edileceğini öğrettiğini söylemektedirler. “Sadece Allah’a kulluk etmek ve sadece O’ndan yardım dilemek, Allah’a hamd etmektir” diyen bu âlimler, âyeti âyetle tefsir etmişlerdir. Onların tefsirine katılmamak mümkün değildir.

Bize göre ‘kulluk’ kavramının içi, ‘hamd’ ile doldurulmaktadır. Rab, rahmân, rahîm ve mâlik sıfatlarına sahip olan Allah, hamd edilmeye, yani ibâdet edilmeye lâyık bir varlıktır. Yaratma, eğitme, rahmet, merhamet ve sahip çıkma sıfatlarıyla insanlar âlemi ile ilişki kuran Allah, şirk koşulmadan ibâdet edilmeye layık bir hüviyete sahiptir.

“İyyâke: Sadece Sana” ibâresi hasr ifade eder. Başka bir deyişle “ve sadece Senden yardım dileriz” ifadesine denk düşmekte ve Allah’tan başka varlıkların tapınma bakımından kutsallığını dışlamaktadır. Cümlenin başına gelmesinin sebebi, kulluktan önce sahte tanrıları dışlamanın zorunlu olduğunu göstermektir.

 

Abd (Kul) ve İbâdet

“Na’budu” kelimesinin kökü “abede”dir. İbâdet, ubûdiyyet, âbid ve ma’bûd kelimeleri de ondan türemiştir.

Emrini tutmak, ibâdet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak, perestiş etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek, tâbi kılmak, hükmü altına almak, ıslah etmek, tekâmül ettirmek, ilerletmek, işe yarar hale getirmek, mûteber hale getirmek, kendini vermek manalarına gelmektedir.

 

‘Abede’ Kavramı

 (‘abede) kavramının Kur’an’da çeşitli mânâları olup bunları şöyle sıralayabiliriz:

1) Bilmek

“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”[43] Hâzin bu âyette geçen “liya’budûni” kelimesine, “liya’rifûnî=Beni bilsinler” mânâsını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı, O’nun varlığı bilinmeyecekti. Böylece Hâzin, Allah’a ibâdeti bilgiye dayandırmakta veya bilgi ile kulluğu aynîleştirmektedir. Ona göre kulluk, bilmek demektir.

Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah’ın varlığını tanımaları ve bundan dolayı kendi var oluşlarını bilinçli olarak O’nun irâdesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır.

İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur’an’ın “kulluk” olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir.

2) Birlemek, Tevhid

İbn Abbas’a göre Kur’an’da ibâdet kavramı, birlemek anlamına gelmektedir. Tevhid inancı olmadan kulluk yerine getirilemez. Nesefî de İbn Abbas’ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd kavramını birleştirmektedir. Hâzin ile Nesefî’nin görüşlerini bir araya getirirsek şöyle bir sonuca varabiliriz: Bilgiden kalkan ve tevhidde konaklayarak insanı Allah’a yaklaştıran gönül oluşumuna, kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için birlemek, birlemek için de bilmek gerekiyor.

3) İtaat Etmek

İbn Abbas “ya’budu” kelimesine “yutî’u” mânâsını vermektedir. Kulluk yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa kulluk edilmiş olmaz.

Demek ki insanlar ve cinler, Allah’ı bilmek, birlemek ve itaat etmek için yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir değerdir. Var olmanın temelinde sadece Allah’a ibâdet etmek vardır. Bilgisiz, tevhidsiz ibâdetin bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir.

4) İbâdet Etmek

(abede), dini Allah’a has kılarak yapıldığında ibâdet, Allah dışında bir varlığa yapıldığında ise ‘şirk’ olduğu için tapınmak anlamına gelir. Fâtiha, 5. âyetteki “iyyâke na’budu=yalnız Sana ibâdet ederiz” ifadesi, başka âyetlerde şöyle geçmektedir: “Allah size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir.”[44]; “Rabbin, sadece Kendisine kulluk etmenizi emretti.” [45]

Fâtiha, 5. âyette başa gelen “iyyâke=sadece Sana” ifadesi, bu iki âyette istisnadan sonra gelmektedir. Mana ağırlığı ve tahsisin vurgusu bakımından aralarında hiçbir fark yoktur. Yusuf, 40 ve İsrâ, 23’te Allah emrederken, Fâtiha, 5’te kul kendisi ifade etmektedir. Her üç âyetteki ifadenin amacı, şirki dışarıda bırakıp, şirksiz bir ibâdetin yapılmasıdır.

Şirkten uzak bir kulluk veya ibâdet nasıl yapılabilir? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz: “De ki: ‘Ben, dini Allah’a hâlis kılarak O’na ibâdet etmekle emrolundum.”[46]; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah’a ibâdet ederim.” [47]

Şirkten uzak bir ibâdet, dini Allah’a tahsis ederek, yani dininde ihlâs sahibi olarak yapılan ibâdettir. Bu âyetler, Fâtiha, 5. âyetteki “iyyâke=sadece Sana” demenin neyi ifade ettiğini açıklamaktadır. “Sadece Sana” demek; dini Allah’a tahsis ederek ve ihlâs sahibi olarak demektir. Bu tarz bir ibâdet, tevhid inancının eyleme dönüşmesi, tek İlâh inancının davranışlara yansımasıdır. Bütün davranışlarında Allah’ın yanında olduğunu hissetmesi ve O’na yönelmesidir. Kulluğu güzelleştiren de bu tarz olan yöneliştir. İbâdetteki ihlâs ve dini Allah’a tahsis etme olgunluğu, sadece Allah’a yönelme ile doruk noktasına çıkmaktadır. Kulluğun bu güzelliğini Allah şöyle ifade etmektedir: “Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu. Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” [48]

Dini Allah’a tahsis ederek ve sadece Allah’a yönelerek yapılan ibâdet, şirki dışlayan ve insanı şirkten uzak tutan bir ibâdet olmaktadır. Allah, dini Allah’a has kılarak ibâdet etmesini Hz. Peygamber’e niçin emretmiştir? İnsanın başka varlıklara ibâdet etme ihtimali var mıdır? İnsanlar şeytana, putlara ve kendi nefislerine tapınabilirler mi?

“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? Bana kulluk ediniz, doğru yol budur demedim mi?” [49]

Bu âyetlerin birincisi, şeytana tapılma ihtimaline karşı insanları uyarmaktadır. Bu uyarısını, şeytanın insanların düşmanı olduğu gerçeğine dayandırarak yapmaktadır. Doğru yolun sadece Allah’a ibâdet etmek olduğu bilincini de vermektedir. Âyetlerin birincisi şirki yasaklıyor, ikincisi doğru tapınmanın bilgisini veriyor. Ayrıca olumsuzdan olumluya giden bir metodla, tapınmanın eğitimi veriliyor. Hem şeytana hem de Allah’a tapınmanın imkânsızlığının bilinci kazandırılıyor. Bu bilinç verilmeden, Yalnız Sana ibâdet ederiz ifadesinin gündeme gelmesi mümkün değildir.

“Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?”[50] Bu âyete göre insan, kendi nefsini/ nevasını tanrı edinebilmektedir. İnsan aklını ve gönlünü nefsinin emrine verirse, nefsini tanrı edinmiş olur. Demek ki sınırsız arzu ve hevesler, insanın içindeki psikolojik yönelişi tam bir denetim altına alabilir. Böyle bir denetim altında, bütün eylemlerimizi nefsin emirlerine göre yaparsak, nefsi tanrı edinmiş oluruz. Nefsin kullan, beyin, gönül ve davranışlardır. Şirkin kökleri, insanın nefsinden beslenmektedir. Terk edilmesi ve farkına varılması en zor olan şirk, hevânın tanrı haline gelmesidir.

Onun içindir ki kul “iyyâke na’budu=yalnız Sana kulluk ederiz” derken, nefsini tanrı edinmekten de sıyrılmış olmaktadır. Kendi benliğini tanrı edinmekten sıyrılamayan insan bu ifadeyi kullanamaz. Şeytan ve kendi nefsinin dışında kalan canlı ve cansız varlıklara, yani putlara tapınma ihtimâli de vardır. Bu hususta pek çok âyet vardır:

 “Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler.” [51]

“İbrahim’in şöyle dediğini hatırla: ‘Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” [52]

İnsan tabiattan herhangi bir varlığı tanrı edindiği gibi, kendi eliyle yaptığına taptığı da olmuştur. Bazen tabiat olaylarının zararından korunmak bazen de faydasını elde etmek için onlara tapınma yolunu seçmiştir.

Allah, tarihte insanların yaşadıkları şirkin çeşitlerini ve tonlarını bize anlatarak, şirkin kötülüğüne karşı bilincimizi açmakta ve tevhid inancı için gönlümüzde bir yer oluşturmaktadır. Çünkü şirkten temizlenmeyen gönle tevhid inancının girip yerleşmesi imkânsızdır. Böylece Allah, eğitime eskimeyen bir metod kazandırarak, yanlışlardan temizlenmeyen bir beyin ve gönle, doğrulan kazandırmanın ve yerleştirmenin imkânsızlığına dikkat çekmiştir. Bir demirin pasını silmeden oraya boya sürülürse, o boya tutmayacak ve kısa zamanda içindeki pası kusacaktır. İnsanın gönlündeki şirk pasını silmeden oraya tevhid inancının boyasını sürmek kalıcı olmayacaktır. Zamanla o pas kendini dışa vurup, boyayı yok edecektir. İşte bu gerçeğe dikkat ederek hareket etmek, din eğitiminin ana metodlarından biri olmalıdır.[53]

 

İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah’a Yönelmesidir

Bazı insanlara göre ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibâret sanılmaktadır. Bazıları insanlara iyilik yapmanın ibâdet yerine geçeceğini düşünüyor. Bazıları kalp temizliğinin yeterli olduğunu (bunun ibâdet yerine geçeceğini) söyleyip kendini kandırıyor. Yine bir kısım insanlar, Allah’a ibâdetin gâyesini tam olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca davranırlar, ya da ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün bunların yanında, pek çok insan da, Allah’ın ve O’nun dininin dışında birtakım varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.

İbâdeti, sadece dış görünümündeki şekillerde değerlendiren kimseler, ibâdetlerde titiz davranmayı, ilk anda bir nevi dar görüşlülük yahut şekilcilik olarak kabul edebilirler. Ancak, daha derin ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa, pek çok gerçeklerin farkına varmak mümkün olur. İbâdet, Allah ile her an ilişki kurmaya bir vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve disiplinli bir hale gelişini sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren, ruhumuzun Allah’a yabancılaşmasını önleyerek O’nu bize unutturmayan, ibâdettir.

İnsanın, ruhundaki gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî şekilleri kullanma eğilimi vardır. Bu gizli duyguları anlatmak için, zâhirî şekillere başvurmadan insan, ruhî duygularını tatmin edemez. Duygularını bu şekillerle ifadelendiren insan, hissen ve ruhen bir bütünlük kazanır. Bu haliyle de rahat edip huzura kavuşur.

İslâm dini, bütün ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur. Bunun için işi, ne sadece içten gelen niyetlere, ne de ruhî duygulara terk etmemiş, aksine ibâdetlere ait yönelişlerde, dış ile içi (zâhir ile bâtını) tam bir uyum içerisine sokarak huzur ve mutluluk temin edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere mü’min, namazda kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama girer, bir kıyafete bürünür, orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece her ibâdetiyle bir hareket, her hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini bu yöntemiyle nefsin zâhiri ile bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını denkleştirir. Bunun sonucunda kendi mefkûresine uygun olarak insan fıtratına tam bir uyum bahşeder.

 

İbâdet, Fıtrattır

İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah’tan başka ilâh kabul etmek suretiyle putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm’dır. İnsanları, hür irâdeleriyle Allah’a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah’a götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm’ın kendisidir. İslâm’ı benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah’ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O’ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah’ın bildirdiği İlâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah’a ibâdet etmek ve O’na kul olmak. Rasûlün ahlâkı ile ahlâklanmak.

Allah’ı tek rab bilerek O’na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını dağıtır.

Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan İlâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah’ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık tutar.

Kur’an’a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur’an’daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibâret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur’an’da en çok önem verilen bir konu olmuştur.

İslâm, başlangıçtan nihâyete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm’ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur’an’ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah’ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.

Günümüz insanları, ibâdetin, Allah’ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah’a yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah’a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah’ın varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur. Bunun için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da “ulûhiyet” ve “ubûdiyet” esaslarından ibâret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Allah’a ibâdet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok.”[54] Bütün peygamberlerin kesinlikle belirttiği gerçek: “Allah’ın tek bir ilâh olduğu ve O’na ibâdetle kulluk edilmesi”dir.

Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah’ın bütün âlemlerin tek Rabb’i; tüm yaratıkların da O’nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O’nun ilâhlığına ortak değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm’da, kulluğun tabii belirtisi olan takvâ ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah’a yaklaşmak, hiçbir insan için mümkün değildir.

Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek ma’bud olan Allah’a yönelmeleri ve O’na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti Hûdutsuz, saltanatı ebedî olan Allah’a yönelmededir. İşte, insanların Allah’a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdir. İnsan ise kuldur. Allah’a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah’a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler. Bazıları “vatandaş” vb. sıfatları süslü göstererek “kul” kavramını (Allah’a kulluğu) aşağılamaya çalışıyorlar. Bunlar, câhil ve gâfil kâfirlerdir.

Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma’budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah’tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma’bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma’budları hep bu tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah’tan başka varlıklara ve O’nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah’a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet O’nun hakkıdır. Allah’a ibâdet edenlerdir ki, O’ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O’na kul olurlar. Gönüller Allah’tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta dilber sevgi ma’budları, diğer tarafta da kahraman korku ma’budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbi Allah’tır. O’na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah’ın hakkı, insanın da vazifesidir.

Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur’an, Allah’ın İlâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: “Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş...”[55] Yani, gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma’bud edinmiş, böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.

Kur’an’ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve ma’budlardan kaçınıp sadece Allah’a yönelmek demektir. Çünkü insan, Allah’ı ma’bud tanıyıp O’na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi. Allah’tan başkasına sarf edilen ömürler, kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için, ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan, Allah’a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah’a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur. [56]

İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah’ın birliğine iman etmedikçe O’na ibâdet edilemez. Allah’a gerçekten ibâdet edenler de O’ndan başka ma’bud tanımazlar. Allah’tan başkasını O’na ortak koşarak tapmak ise Allah’ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah’a ibâdet etmekten ibârettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma’bûdu da odur. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir İlâh olunca her türlü ibâdetin sadece O’na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.

Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah’a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah’ın yarattıkları ve O’nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, rükûda, secdede, oturuşta, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah’ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan bir iş olur. “De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” [57]

Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla ta’zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta’zim kutsamaya, sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta’zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve ta’zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur’an’da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: “Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine ‘bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere bunların adlarını verin’ diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar.” [58]

Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet konusunun neresine koyacağız? Kutuplara, abdallara Allah’ın, kendi mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?

Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı: “Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.”[59] Yani, biz bunların zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı kurmak için geldi.

“Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”[60] “Kullarım Beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm.”[61] İslâm, dini sadece Allah’a ait kılmak için geldi.

 

İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır

İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır; insanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur.”[62] Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah’a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâdet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.

“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”[63] Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah’a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm’da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah’ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir.[64] Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah’ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.

Siyaset ibâdettir... Allah’ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.

İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.

Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.

Kısaca, Rasûlülllah’ın (s.a.s.) ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi “hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile” ibâdettir.

Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.

İbâdetleri ma’bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.

Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has kılar. Günümüzdeki farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.

Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. “Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar.”[65] “Mescidlerimiz işgal altında!” demiş olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah’ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel’amların güdümündeki mescidler (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel’amlaştırılmakta). Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. “Mescidler Allah’a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin.” [66]

Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için gelmiştir.[67] Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her konuda birbirine bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. “Şüphesiz namaz, fahşâdan (her çeşit aşırılık ve ahlâksızlıktan) ve kötülükten men’ eder.”[68] Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü’min, Allah rızâsı için namaz kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da “umulur ki korunursunuz” denilir.[69] Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği âyetlerde[70] geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.

Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah’a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki: “Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır.” Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: “Ne dersiniz, şâyet harama gitseydi günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap vardır.”[71] Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. [72]

 

Allah’a İbâdet

Allah’a ibâdetin anlamı: Kur’an’da 82 âyette “Allah’a ibâdet”ten söz edilmiştir. İnsan, Allah’a ibâdet için yaratılmıştır.[73] Bütün peygamberler, insanları Allah’a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi,[74] kendileri de O’na ibâdet etmişlerdir.[75] Kur’an’da hem “ey insanlar” hitâbıyla,[76] hem de “ey mü’minler” hitâbıyla[77] Allah’a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,[78] hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah’a yapılması istenmiştir.[79] Allah’a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah’ı bilmek, O’na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade eder.

Kur’an’da ibâdet kavramı; Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî vahye iman etmek, O’na boyun eğerek itaat etmek, İslâm’ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah’ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.

Buna göre Kur’an’da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur’an’ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.

Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur’an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, “ibâdet” kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur’an’ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah’a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur’an hükümlerinin hepsi “ibâdet” kavramına dâhildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri dört kısma ayırabiliriz:

İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ gibi kalbî/bâtınî ibâdetler,

Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara iyi muâmele, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla yapılan ibâdetler,

Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara her çeşit yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler,

Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal, hem de bedenle yapılan ibâdetler.

Allah’ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah’a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah’a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.

 

Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir

Kelime-i şehâdet, oruç, hac, zekât gibi İslâm’ın rükûnları hep namazda mevcut. Namaz, bir tevhid ve şehâdet eylemidir. Namaza çağrılırken şehâdetler haykırılır; namazın içinde şehâdet kelimeleri vurgulanır. Okunan duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin açılımlarıdır. Namazda yeme içme olmaz; namazda oruçluyuzdur. Zekât, namazda mevcuttur: Ömrün, vaktin zekâtı namazla yerine getirilir. Hac, Kâbe’yi ziyaretle gerçekleşir; namazda da Kâbe’ye yönelinir. Namaz hacdır; namaz miractır. Namaz duâdır; Namaz zikirdir. Namaz Kur’an okumak; namaz Allah’la konuşmaktır. Kâinat kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı devamlı kıyamda, bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar, namazdaki kıyam halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar secde halindeler; ağaçlar, başları ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan gıda almaktadırlar; Bitkilerin de kökleri, yani başları yerdedir. Hayvanlar rükû halinde iki büklüm eğik yaşamaktalar. İnsanın namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde toplamaktadır. Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, Kur’an kırâeti gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.

Hayatımızın her safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve heyecanı namaz dışına taşımalı, her eylemimizi namaz gibi, bizi Allah’a yaklaştıran gerçek ibâdete çevirmeliyiz. Bu anlayış, namazın da, gerçekten ikame edilen namaz olmasını sağlar. İnsanı kötülük ve fahşâdan alıkoymayan namaz, hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah’ın böyle bir namaza ihtiyacı olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim günlük hayatımıza yön veren, bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı sağlaması gerektiği “huşû” ve “ikame” ifadeleriyle de vurgulanır. İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir. Namazı ikame etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak, aynı şekilde tüm eylemlerimiz de namaza benzeyecektir.

Ashâb da böyle değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına yakın şiddetli rahatsızlığında kendisi cemaatin önüne geçip imamlık yapamadığı zamanlar, Hz. Ebubekir’i namaz kıldırmak için görevlendirdi. Sonra devlet başkanı seçiminde ashâb bu olayı dikkate alarak “değil mi ki Peygamberimiz namazda Ebubekir’i başımıza geçirdi; namaz gibi olması gereken hayatımızda da o başımıza geçmeli” dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı. Sadece namaz değildi ibâdet olan. Ve namaz prototip ibâdetti. O yüzden namazdaki imamlığa “imâmet-i suğrâ” (küçük imamlık); devletin başındaki imamlığa (başkanlığa/önderliğe) “imâmet-i kübrâ” (büyük imamlık) denilir. Bu olay da göstermektedir ki, hayatımızdaki davranışlarımız namazın mesajına benzerken; liderimiz, devlet başkanımız da imama benzemeli; imamda aranan şartlar yöneticide de aranmalı. İmam, namazda yanıldığında öncelikle imama yakın olanlar, değilse cemaatin fertlerince usûlüne uygun nasıl uyarılması gerekirse, her konumdaki liderler ve yöneticiler de öyle uyarılmalı.

 Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yaratıklardan üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir. Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla birlikte, ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.

 

Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?

Bir eylemin Allah’a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.

Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emir veya meşrû gördüğü mubah bir iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah’ın istediği, Rasûl’ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah’ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah’a yaklaşmak ve O’na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete dönüştürür.

İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider.[80] Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah’a ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Meselâ, namazı Allah’ın istediği tarzda, Peygamberimiz’in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), “Ameller, ancak niyetlere göredir.”[81] buyurmuştur. Bu nedenle Allah’a kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, “ibâdet” olmaz. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe’ye gitmek de hac değildir.

 

Allah’tan Başkasına İbâdet

Kur’an’da 53 âyet-i kerimede “Allah’tan başkasına ibâdet”ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır.[82] Fakat imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah’ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O’na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah’a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)’den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları Allah’tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. “Andolsun Biz, her ümmet/toplum içinde Allah’a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu.” [83]

Allah’tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah’tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah’tan başkaları,[84] Allah’tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler,[85] işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar,[86] Allah’tan başka tapınılan putlar/evsân,[87] heykel şeklindeki putlar/asnâm,[88] sahte tanrılar/ilâhlar,[89] heykeller,[90] tâğut,[91] şeytan,[92] ataların taptığı şeyler,[93] Allah’a ortak koşulanlar,[94] cinler,[95] insanlar,[96] melekler,[97] Allah’tan başka dost tutulanlar,[98] Allah’tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar,[99] kâfirlerin taptığı şeyler,[100] elle yontulup yapılanlar[101] olarak zikredilmişlerdir.

Allah’tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah’tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah’a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.

Allah’tan başkasına ibâdet etmek, Allah’ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur’an’ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah’a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur’an’da bu husus, şöyle bildirilmektedir: “...Allah’tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”[102] “Hâlbuki insanı Allah’a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir.”[103] “Allah’ı bırakıp kendilerine zarar da fayda da vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar...”[104] Demek ki Allah’a ibâdet edebilmek için Allah’ın varlığını, yeri göğü yarattığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah’ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O’ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.

 

Putlara, Heykellere İbâdet

İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim’in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:

1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.

Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.

İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” [105]

“De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah’a ibâdet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.”[106] Âyette geçen “Allah’tan başkasına ibâdet” , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, “Yüzünü Allah’ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!”[107] denildikten sonra, “Allah’tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun.”[108] buyrulmuştur.

“De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum.”[109] Bu âyetteki “duâ”ya, “ibâdet” anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta’zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk,[110] hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[111] Allah’tan başkasına tapanlar Câhil kimselerdir. “Ey Câhiller! Allah’tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?” [112]

Kur’an’da Allah’tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,[113] rızık vermeyen,[114] insan eli ile yapılan,[115] işitmeyen ve görmeyen,[116] bir şey yaratamayan,[117] insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,[118] uydurma tanrılar,[119] heykeller[120] ve putlar[121] olarak nitelendirilmişlerdir.

İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrahim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi. (...) İbrahim (a.s.), büyük bir put hâriç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, ‘Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir’ dedi. (...) (İbrahim’e), ‘Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?’ dediler. İbrahim, ‘Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa’ dedi. (...) (Kavmi), ‘Ey İbrahim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim, ‘Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah’tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”[122] “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” [123]

Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları[124] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya[125] ve âhirette Allah’ın azâbını hak etmiş olurlar.[126] Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve Allah’tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz”[127] uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan başka dilediğinize ibâdet edin!”[128] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. [129]

Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. “(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır.” [130]

“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.

Put, sadece Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibâret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur’an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.

 

Tâğuta İbâdet

“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik.”[131] Bu âyette “tâğut”, ibâdet konusunda Allah’ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: “Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”[132] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.”[133]

Nedir tâğut? “Tâğut” kelimesinin kökü “tuğyan”dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah’tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah’a ibâdet etmelerine ve İslâm’ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah’tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah’ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah’ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatına uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.

Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah’ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden almayan her idare, Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur. [134]

Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: “Tâğut, Allah’a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir. [135]

Kur’an’a göre tâğut; Allah’ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm’ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yerine önder seçilen, Kur’an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.

Buna göre tâğuta ibâdet, Allah’tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah’a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine Allah’tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.

Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?

Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah’ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe... [136]

Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid’in şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: “Artık kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.” [137]

 

Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet

Allah’a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah’ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah’a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir.[138] Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına Allah’tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah’a has kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: “(Ehl-i kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah’tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”[139] Yahûdi ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir. Yahûdi ve hıristiyanlar, Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah’a tapar gibi taptılar. Hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar. Allah’ın emrine, Kitabın sözüne, hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah’a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah’ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. [140]

Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah’ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah’ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah’ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah’tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.[141]Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez.”[142] Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah’tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır.[143] Allah’ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.

Kur’an’ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah’a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahûdi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: “De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmeyelim!” [144]

Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah’ kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah’ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır: “Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: ‘Allah’ı bırakın da bana kul olun’ demesidir. Tam aksine o; ‘Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah’a kul olun’ der. O, size: ‘melekleri ve peygamberi ilâh edinin’ diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?”[145] İstisnâsız bütün peygamberler: “Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.”[146] buyurmuşlardır.

Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Meselâ, bazı kimseler tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah’ı tek ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.

Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah’ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah’a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah’a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur’an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden çekip alarak sadece Allah’a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor. [147]

 

Şeytana İbâdet

Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir: “Ey Âdemoğulları! Ben size, ‘Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur’ diye tavsiye etmemiş miydim?[148] Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah’a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara, “şeytanın adımlarına uymayın.”[149]; “Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır.”[150]; “Onu düşman edinin.”[151] buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların[152] insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman’a döndüğünde şunları haber verir: “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar.” [153]

Kur’an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. “Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar.”[154]; “Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi.”[155]; “O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.” [156]

Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder.[157] İnsana vesvese verir.[158] İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.[159] İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir.[160] Boş şeyler vaad eder.[161] Gerçekleri unutturur.[162] Tuzak kurar.[163] İnsanı saptırmak ister.[164] Onu doğru yoldan meneder.[165] Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.

Kur’an’da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir.[166] Demek ki, Allah’ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur’an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim (a.s.), babasına: “Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahmân’a isyan etmişti”[167] demiştir. İnsanı, Allah’tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah’a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.

Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.

 

Cinlere İbâdet

Cinler, Allah’ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır.[168] İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.

Sebe’ sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: “O gün, kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, ‘Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?’ der.”[169] Bu soruya melekler, “(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi.”[170] şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır.[171] “İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı.”[172] Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah’a ibâdet edenlerin yanında, O’nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah’tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibâret değildir. Kur’an’ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah’tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah’tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür. [173]

“(Ey Rabbim,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz.” [174]

“Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim bana!” [175]

“Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” [176]

Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!

 

İbâdetle İlgili Âyet- i Kerimeler

A- İbâdet Kelimesinin Kökü Olan A-b-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 275 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 21, 23, 83, 90, 133, 133, 138, 172, 178, 178, 186, 207, 221; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 30, 51, 64, 79, 182; 4/Nisâ, 36, 118, 172, 172; 5/Mâide, 60, 72, 76, 117, 118; 6/En’âm, 18, 56, 61, 88, 102; 7/A’râf, 32, 59, 65, 70, 73, 85, 128, 194, 206; 8/Enfâl, 41, 51; 9/Tevbe, 31, 104, 112; 10/Yûnus, 3, 18, 28, 29, 104, 104, 104, 107; 11/Hûd, 2, 26, 50, 61, 62, 84, 87, 109, 109, 109, 123; 12/Yûsuf, 24, 40, 40; 13/Ra’d, 36; 14/İbrâhim, 10, 11, 31; 15/Hıcr, 40, 42, 49, 99; 16/Nahl, 2, 35, 36, 73, 75, 114; 17/İsrâ, 1, 3, 5, 17, 23, 30, 53, 65, 96; 18/Kehf, 1, 16, 65, 65, 102, 110; 19/Meryem, 2, 30, 36, 42, 44, 49, 61, 63, 65, 65, 82, 93; 20/Tâhâ, 14, 77; 21/Enbiyâ, 19, 25, 26, 53, 66, 67, 73, 84, 92, 98, 105, 106; 22/Hacc, 10, 11, 71, 77; 23/Mü’minûn, 23, 32, 47, 109; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 1, 17, 17, 55, 58, 63; 26/Şuarâ, 22, 52, 70, 75, 92; 27/Neml, 15, 19, 43, 45, 59, 91; 28/Kasas, 63, 82; 29/Ankebût, 16, 17, 17, 17, 36, 56, 56, 62; 30/Rûm, 48; 34/Sebe’, 9, 13, 39, 40, 41, 43; 35/Fâtır, 28, 31, 32, 45; 36/Yâsin, 22, 30, 60, 61; 37/Sâffât, 22, 40, 74, 81, 85, 95, 111, 122, 128, 132, 160, 161, 169, 171; 38/Sâd, 17, 30, 41, 44, 45, 83; 39/Zümer, 2, 7, 10, 11, 14, 15, 16, 16, 17, 17, 36, 46, 53, 64, 66; 40/Mü’min, 15, 31, 44, 48, 60, 66, 85; 41/Fussılet, 14, 37, 46; 42/Şûrâ, 19, 23, 25, 27, 27, 52; 43/Zuhruf, 15, 19, 20, 26, 45, 59, 64, 68, 81; 44/Duhân, 18, 23; 46/Ahkaf, 6, 21; 50/Kaf, 8, 11, 29; 51/Zâriyât, 56; 53/Necm, 10, 62; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 9; 60/Mümtehıne, 4; 66/Tahrîm, 5, 10, 10; 71/Nûh, 3, 27; 72/Cinn, 19; 76/İnsân, 6; 89/Fecr, 29; 96/Alak, 10; 98/Beyine, 5; 106/Kurayş, 3; 109/Kâfirûn, 2, 2, 3, 3, 4, 4, 5, 5.

İbâdet Etmek: Hicr, 99; Hacc, 77; Furkan, 77; Neml, 91; Ankebut, 17, 36; Ahzab, 35; Yasin, 60-61; Mü’min, 14.

 İbâdet (Kulluk) Yalnız Allah’a Yapılır: Fatiha, 5; Bakara, 21-22, 83; Nisa, 36; En’am, 3, 102, 162; Yunus, 3; Hud, 2, 123, Nahl, 52; İsra, 23, Meryem, 65; Zümer, 2, 66; Fussılet, 37-38.

İnsanlar ve Cinler, İbâdet İçin Yaratılmıştır: Zariyat, 56-57; Cin, 16-17.

Allah’a Kulluk Etmenin Misali: Rum, 28.

Kibirlenerek Allah’a Kulluk/İbâdet Etmekten Çekinmek: Nisa, 172-173; A’raf, 146-147, 207; Nahl, 48; Fussılet, 37-38.

Herkes Allah’ın Huzuruna Kul Olarak Varacaktır: Meryem, 93.

Allah’ın İbâdete İhtiyacı Yoktur: Ankebut, 6.

Peygamberler Allah’a İbâdete Davet Ederler: Al-i İmran, 79-80; Enbiya, 90; Neml, 45; Ahzab, 7-8.

Cenneti Kazanmak İçin Kulluk: Tevbe, 111.

İbâdeti İhlasla, Samimiyetle Yapmak: A’raf, 29; Tevbe, 112; Zümer, 2, 11, 14; Mü’min, 14, 65.

İbâdette İhsan: Bakara, 112.

Münafıklar İbâdeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.

Gece İbâdeti: Furkan, 64; Müzzemmil, 1-4, 6-7, 20, 41, 46; İnsan, 26.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 93-107

Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 338-354

Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 99-118

Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 69-73

Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 42-45

Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 41-42

Safvetü’t Tefasir, M. Ali Sabuni, Yeni Şafak Y. c. 1 s. 35-39

Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 173-238

Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 17-18

İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 3 s. 53-55

Kur’an’da İbâdet Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.

Kur’an’da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.

Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 118-139

Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 129-140

Kur’an’da Tevhid, Beheşti, 45-51; 39-

Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 28-47

Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 487-488

Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 223-239

Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 146-177

La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. s. 91-110

Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1, s. 21 (abd)

Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 170-194

Dingünü İbâdet, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y. s. 67-127

İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 27-30

Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 80-81

İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 383-384

İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 324-329

Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, İdeal Kitaplar Y. s. 115-136

İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y. s. 40-46

Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 125-178

İslâmi Kavramlar, Mevdudi, s. 9-36

İman, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 34-44

Tevhidin Hakitatı, Yusuf El-Kardavi, Saff Y. s. 39-40

Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 46-48

Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y. s. 129-158

İslâm, Mevdudi, s. 145

Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 223-239

Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 67-87

Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Fikir Y. s. 34-40

Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 349- 356

Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 156-157

Düşünceler, S. Gündüzalp, A. Suad, Zafer Y.

Kur’an’da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 298

Fıkıh Penceresinden Fetvalarla Çağdaş Hayat, Faruk Beşer, Nun Y. s. 512-517

İlmin Işığında İslâmiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 207-209

Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 148-158

Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 50-55

Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, RibatY. s. 262-268

İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 161-166

Dini Hayatın Psiko Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 67-87

La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. 91-110

Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 84-85; 510-512

Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.

Psikolojik ve Sıhhi Açıdan İbâdet, Abdullah Aymaz, Çağlayan Y.

İbâdetlerde Şekil ve Mana İlişkisi, Ruhi Özcan, Ravza Y.

İbâdet, Yaşar İşcan, D. İ. B. Y.

İbâdet, Yusuf El Kardavi, Muvahhid Y.

İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y.

Kulluk, İmam İbn Teymiyye, İhya Y.

Namaz Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y

İbâdet, İhsan Atasoy, Nesil Basım Yayın.

İbâdet Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat

İbâdet Hayatımız, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın

İbâdet İlkeleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.

İbâdet Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, Seha Neşriyat

İbâdet/Kulluk, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.

İbâdetin 99 Faydası, Ergüder Aksoy, Seha Neşriyat

İbâdetin Getirdikleri, Safvet Senih, Nil A. Ş.

İbâdetler, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

İbâdetler Fıkhı, Şeyh Faysal Mevlevi, İstişare Y.

İbâdetler ve Mabedler, Mehmet Emre, Erhan Yayın

İbâdetlerimiz, M. Saim Yeprem, Nur Y.

72. İbâdetlerimiz, E. Özdemir, Erdem Y.

73. Allah’tan Vahiy, Kullardan İbâdet, Abdullah Büyük, Suffe Y.

İslâm İbâdet Fenomenolojisi, Mehmet Bayraktar, Akçağ Y.

75. Niçin İbâdet Ediyoruz? Alaaddin Başar, Zafer Y.

 

 

HİDÂYET

Kur’an’ı hayata geçirmek;

İşte dosdoğru yol, hidâyet.

Kur’an dışı hayat sürmek;

Gazâbı hak etmek ve dalâlet.

  • Hidâyet; Anlamı ve Mâhiyeti
  • Kur’an’da Hidâyet
  • Hidâyet, Yön Bulmak; İman Yönü Bulduran Kuvvet
  • Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
  • Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait
  • Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir
  • Hidâyette Kulun Rolü
  • Hidâyet Türleri
  • Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak
  • Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak
  • Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah’ın Değişmeyen Kanunu)

“Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola ulaştır.”[177]

 

Hidâyet; Anlamı ve Mâhiyeti

Hidâyet, doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm’ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lütuf ile olan rehberlik demektir. Allah Teâlâ’nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra ulaştırmaktır. Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti buldurmaya “ihtidâ” veya “hüdâ” denmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani hidâyet veren, hidâyete erdirendir.

 

Sırât-ı Müstakîme, Dosdoğru Yola

Kur’ân-ı Kerim’de 32 âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki sırât’la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur’an’ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât’tır. Sırât, lügatte cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. “Es-sırât”: “Allah’ın yolu” demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.

Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevk eder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. “İhdinâ” kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun tabir: “bize hidâyet et” ifadesidir. Merhum Elmalılı’nın açıklamasına göre: “İhdinâ” kelimesini “göster” diye tercüme etsek, götürmek kalır. “Götür” deyince, letâfet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle “bize hidâyet et” ifadesidir. Yani hidâyet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.

Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse bir değildir. Bu bakımdan hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık anlamına gelen “dalâlet” kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha gerçek mânâ ifade eder. O halde, insanı hayat çölünde ya da yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak yön tayin edici kılavuz nedir? Elbette ki Allah’ın hidâyeti (yol göstermesi)dir. “De ki: Hidâyet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah’ın hidâyetidir.”[178] Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidâyete iletirdi.” [179]

Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı mânada hidâyeti ifade etmez. Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidâyetinin bir parçasıdır. O yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların okuduğu Fâtiha sûresi 5. âyetindeki “ihdinâ” kelimesine, bazı müfessirler; “bize verdiğin hidâyette sebatımızı nasib et” anlamı vermişlerdir.

“İhdinâ” derken hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah (c.c.), Rasûlüne: “Sen sevdik­lerine hidâyet veremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir”[180] buyurarak hidâyeti Rasûlü’nün bile veremeye­ceğini bildirir.

Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. “Muhakkak sen Sırat-ı Mustakıym’e yol göstermektesin.”[181] Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.

Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nuruna davet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah’a aittir. Doktorlar da nur vermiyor, sadece gözü perdelenenlerin nurunu açıyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettire­mezsiniz. Böylesi hidâyete ermiş gibi görünür ama gönülden inkâr eder. Yine kişinin kafatası açılarak içinden iman sökülemez, o bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur.

Bizim tebliğimiz bir kişinin hidâyetine sebep olursa bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu bize biraz ters gibi gelebilir. Ama yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz.

Dinimizin insana verdiği değer bu!..

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldüre­nin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken[182] öl­dürülenin mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Hâlbuki uygar sayılan Avrupalının, Amerikalı’nın gözünde bir varil petrol, Hıristi­yan olmayan milyarlarca insanlardan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı kulüpte, aynı pakt’ta olmamak için “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” diyoruz. [183]

 

Kur’an’da Hidâyet

Hidâyet, Kur’an’ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber, aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur’an’da en çok zikredilen kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hedy” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 317 yerde geçer. Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam 191 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur’an’a göre mutlak Hâdî, Allah’tır. Mutlak Hâdî olan Allah’ın insanlara olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:

1- Hidâyetin bütün mahlûkata şâmil olması. Bu, Allah’ın onlara akıl, zekâ ve zarûri bazı bilgiler ihsan etmesidir. 20/Tâhâ, 50 ve 87/A’lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidâyetten bahsedilir.

2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. “Onları, buyruğumuz ile insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık.”[184] âyetinde olduğu gibi.

3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları bu hidâyete muvaffak kılması. “Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır.”[185] “Allah, iman edenlere hidâyet etti.”[186] âyetlerinde olduğu gibi.

4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. “Hamd Allah’a olsun ki, bizi buna hidâyet etti.”[187] âyetinde olduğu gibi.

İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece dâvet ve yolu tanıtmak sûretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber’e hitaben: “Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin.”[188] “Her millet için hidâyet eden (yani, dâvet eden) vardır.”[189] gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet çeşitlerine ise: “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin”[190] (Hitap özellikle Hz. Peygamber’edir) gibi âyetler işaret eder. Allah’ın; zâlimler, kâfirler, fâsıklar hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi, yani “hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti” söz konusudur. Cennete koymak ve âhirette mükâfat vermekten ibâret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir: “İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğa, Allah nasıl hidâyet eder?”[191]; “Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.”[192]; “Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğine hidâyet eder.” [193]

Hâdî, câhiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur’an, sâlih amelle hidâyet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-sâlih amel üçlüsünün neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.[194] Başka bir ifadeyle hidâyet, tevbe-iman-sâlih amelin doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman ve sâlih amellerle olacağını şu âyette de görmekteyiz: “İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir.”[195] Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı görülmekte olup şöyle buyrulmaktadır: “Onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir ve durumlarını düzeltir.”[196] Âyette doğru yola eriştirilen ve durumları düzeltilenler, sûrenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve sâlih amel işleyenlerdir. [197]

 

Hidâyet, Yön Bulmak; İman, Yönü Bulduran Kuvvet

İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.

Hidâyetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, hem imana, hem de küfre doğru eğilmeye elverişlidir. Kalbin imanla küfürden birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir sebep icabeder. Hidâyeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Yani gönüllere imanı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O’dur. Kullarından istediğine hidâyet; istediğine dalâlet verir. Allah’tan başka insanları hidâyet ve bahtiyarlığa eriştirecek yahut dalâlet ve hüsrâna düşürecek hakiki bir fâil yoktur. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığını kimse doğru yola getiremez.

Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ’nın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul irâdesini, yeteneklerini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Yani, halk tabiriyle “belâ isteyen belâsını; Mevlâ isteyen Mevlâ’sını bulur.” Nitekim insanlarda hidâyet ve iman asıldır. Dalâlet ve küfür sonradan ârız olmuştur. Cüz’î iradenin sû-i isti’mâlinden doğmuştur. Dalâlet ve küfür fıtrata muhâlefettir. Hastalıktır.[198] Sağırlıktır, dilsizlik ve körlüktür.[199] Küfür ve dalâlet, zarara asla uğramayacak bir ticareti/kazancı[200] istememek ve müflis tüccar olmaktır. “Onlar hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de hidâyete erememiş, doğru yola girememişlerdir.” [201]

Kaalû Belâ denilen bezm-i elestte, yani hilkat sabahında, ruhlar meclisinde Allah, hepimizden ahd ve misak aldı. O’nun huzurunda doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu mâcerayı hatırlayamıyoruz, ama onu Allah, kitabında bildirmiş, bu sûretle kat’i olarak mâlum olmuştur. Hatırlayamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayatımızda bile, nice mühim ve hayatî olayları unutup duruyoruz. İşte ezelî iman, Allah’ın bir hidâyeti ve bu mâceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda her türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyaya çıkma zamanı gelince her ruh için cismânî ve rûhânî kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması, dünyaya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi, dünyada gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstererek ezelî iman nurunu kuvvetlendirip parlaklığını arttırması, hep Allah Teâlâ’nın kat kat hidâyetleridir ki, kul, hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah’ın hidâyeti de daima artar durur. “...Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” [202]

 

Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam

Fâtiha sûresinde “ihdinâ” (bize hidâyet et)”[203] diye duâ ediliyor. Dalâlette bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini istemek; hidâyette bulunanların hidâyet istemesi de sebat ve hidâyet mertebesinde yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten ayırma demektir. Şu âyette buna benzer duâ ifadesi vardır: “Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma.”[204] Nice âlim ve âbid vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak’tan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca bir hayat önemlidir ama müslümanca ölmek çok daha önemlidir. “Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün”[205] Biz, her an hidâyette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah’ın yardımına muhtacız. Zaten sûredeki tüm cümleler istimrârı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler, sürekli O’na; ibâdetler, tâatler ve duâlar da kesintisiz O’nadır.

Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye tâliptir. Zarardan kurtulmak için, mü’minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya gayret etmelidir. İşte bu duâmızla biz, Rabbimiz’den hidâyetimizin artırılmasını da istiyoruz. [206]

Bu âyetten hemen önce “Ancak Senden yardım isteriz.” denilmişti. İşte, bu duânın nasıl yapılacağını göstermek için duâya başlanıyor: “Hidâyet eyle bizi doğru yola...” Bu talep ve duâ, istiânenin öneminin ve genişliğinin tatbik sahasını gösteriyor. Duâ ve isteğe ne sûretle başlayacağımızı, Allah’tan ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması gerektiğini öğretmek için böyle duâ etmemiz telkin edilmiş oluyor.

“İhdinâ” (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi. Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet edilmesi, hangi yola Allah’ın bizi iletmesini istediğimiz de “es-sırâta’l-müstakîm” ifadelerinde açıklanmış oldu: “Dosdoğru yola. Öyle yol ki...”

“Niçin “bana hidâyet et” değil de; “bize hidâyet et” diye çoğul edatı kullanıldı?” denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Duâ, daha genel olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın olur. “Müslümanlar arasında duâsı kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Allah, birisinin duâsını kabul edince, diğerlerinin duâsını geri çevirmez” denilmiştir. Peygamber Efendimiz, “Allah’a, kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle duâ edin.” buyurdu. Sahâbe: “Yâ Rasûlallah, hangimizin öyle dili vardır?” deyince de, O: “Birbirinize duâ edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile o da senin lisanınla Allah’a isyan etmemiştir.” buyurmuştur. Kul, sanki şöyle der: “Senin Rasûlünün ‘cemaat, birlik rahmet; ayrılık ise azabtır.’[207] buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün hamdleri dile getirerek “el-hamdü lillâh” dedim. İbâdeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibâdetini dile getirerek “iyyâke na’büdü (ancak Sana ibâdet ederiz)” dedim. Yardım talebinde bulununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek “ve iyyâke nesteıyn (ancak Senden yardım isteriz)” dedim. Şüphesiz hidâyeti istediğimde, onu herkes için isteyerek “ihdinâ (bize hidâyet ver)” dedim.” Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları da yeryüzünde halifeler kılmıştır. [208]

“İhdinâ” derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasûlüne: “Sen sevdiklerine hidâyet veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir.”[209] buyurarak hidâyeti Rasûlünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. “Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme yol göstermektesin.”[210] Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.

Peygamberler ve onların tebligâtı hidâyettir. [211] Peygamberlerde örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir ni­yet ve gayret ürünü olduğu da Kur’an tarafından beyan edili­yor. [212]

Peygamberlerce gösterilen hidâyete varışı engelleyen negativitelerin başında zulüm gelir. Kur’an birçok âyetinde “Al­lah zâlimlere hidâyet nasip etmez” diyor.[213] Engellerden biri de nankörlüktür.[214] Fısk (bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete ulaşmayı engeller.[215] Kur’an; yalancılık ve israfın da hidâyete varmayı engel­lediğini beyan ediyor. [216]

Kur’an, hidâyetle tebliğ (gerçeği duyurup göster­mek) ilişkisi üzerinde ısrarla durmaktadır. Ve Kur’an’ın bu konuda açık beyanı şudur: Tebliğ bir cebrî (baskıya daya­lı) hidâyet yolu değildir. O halde hiç kimse: “Şu benim gösterdiğim en doğrusudur ve bu yüzden sizi bunu kabule zorlayacağım” diyemez. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, Son Peygamber’e bile: “Sana düşen sadece tebliğdir.”[217]; “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin.” [218]; “Sen insanları, imana girinceye dek zorlayacak mı­sın?” [219] denilebilmiştir.

Allah, hidâyetini istediği kişiyi, İslâm’a ve huzura ısıtır, gönlünü bu işe çevirir. [220]

 

Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait

Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nûruna dâvet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah’a aittir. Doktorlar nur vermiyor, veremiyor; sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına vesile oluyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi, hidâyete ermiş gibi görünür, ama gönülden inkâr eder. Yine, kişinin kafatası veya kalbi açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidâyet bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur. Bizim tebliğimiz, bir kişinin hidâyetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana verdiği değer bu!... “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, ihyâ ederse (hidâyetine vesile olursa) bütün insanları kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.”[221] Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken[222] öldürülenin mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medenî zannedilen Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı zihniyet ve aynı paktta olmamak için “gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” diyoruz. [223]

“Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra hidâyet edendir.”[224] “Ne zaman Benden bir “hüdâ” gelir de, kim Benim “hüdâ”ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.”[225] Yeryüzündeki hayatında insanın önüne iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan birisi, Allah’a giden yol, diğeri ise, Allah’ın yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak “hüdâ”sını göndermiştir. Nitekim “hidâyet” kelimesinin bir anlamı “hediye”dir. Allah’ın insanlara yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle O’nun hediyesidir. İnsana düşen, Allah’ın hediyesini kabul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini insan için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın doğru yolu bulması için Allah, elçilerini gönderir ve onlarla beraber Kitap indirir.

 

Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir

İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah’ın yoluna girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek için çabalaması gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır. Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendi kendilerine, ya da elçilerinin çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, elçiler getirdikleri Kitab’ın âyetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış ve şirkin yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır. Yani, Kur’an’ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular üzerinde bir ‘bilgi’ oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını süsler, onlara vaad eder, içlerine kuruntular eker. “Elbette Senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım’ dedi; ‘onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim.’ (İblis) Onlara vaad eder, ümit verir.”[226] İşte, şeytanın vaadine, verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar ‘ölmüş’ insanlardır. Bunlar, fâsıktırlar, fâcirdirler... Elçilerin getirdiklerine inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye çalışırlar. Onların bu durumuna, Kur’ân-ı Kerim’de “çok uzak bir dalâl” denir.

İblisin temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece vaad eder; kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına, hevâlarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdürebilmek için birtakım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı birtakım “bilgi”ler, eğlenceler, şarkılar, sporcular, bilim, teknik, sosyal bilgiler, ilerleme, eğitim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar, Allah’la ilişki koparılarak değerlendirildiğinde; Allah’ın yolundan sapmış, tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri putlara dönüşür. [227]

Öte yandan, şirkin yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu arayan insanlar dalâl içinde olmalarına rağmen, elçilerin okuduğu âyetlerle, kalplerindeki kirleri gidermeye girişirler, tezkiyeye başlarlar. Bu şekilde arınmaya koyularak hüdâya tabi olmak isteyenlerin bu çabasına “ihtidâ” denilir. (İhtidâ etmediği halde, böyle görünen dönmeler vardır. Sabataycılar da denilen bu dönmeler -avdetîler- 2. Meşrûtiyet döneminde ve T.C.’de etkin faâliyetlerde bulunmuşlar, Osmanlı’nın ve müslümanların başını çok ağrıtmışlardır. Özellikle Selanik, dönmeleriyle meşhur idi. Hâlâ Hâriciye’de ve basında dönmelerin ciddi etkinlikleri vardır.) İhtidânın başlangıcı elçilere ve Allah’tan getirdiklerine inanmak ve okudukları âyetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir. “Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir.”[228] “Eğer müslüman olup teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir.”[229] Beri taraftan, elçilerin çağrılarına kulak vermeyip uzak bir dalâl içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalâlete sürükleyenlere karşı tavırları şöyle anlatılır: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, “keşke” derler, Allah’a itaat etseydik, Rasûl’e itaat etseydik! Rabbimiz, doğrusu biz efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar yolu saptırdılar.” [230]

Kalplerini arıtanlar; Allah’a yapışır, Rasûllerin öğretilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeye, hayatlarını sürdürmeye çalışırlarsa, Allah da onların hidâyetini artırır, onları sırât-ı müstakîmde sâbitleştirir. “Allah, İhtidâ edenlerin hidâyetlerini artırdı ve onlara takvâlarını verdi.”[231] İhtidâlarında sâbit olup, imanlarından dönmeyenler ve sâlih amellerde bulunanların sonunda kalpleri de hidâyete erer. Kalp hidâyete erince, insan bütünüyle hüdâya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidâyet bulmuş demektir. “Kim Allah’a iman ederse, Allah kalbini hidâyete erdirir.”[232] Allah’ın hidâyete erdirdiği insanlar, yine İblis’in iğvâlarına kapılıp dalâlete düşebilirler. Dalâlet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır; İster bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasten olsun. Sırât-ı müstakîmde olmamak veya sırât-ı müstakîmi bilmemek de dalâlettir.

Kur’an, hidâyetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın hidâyet vermediğine kimsenin hidâyet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi herkesin hidâyet üzere olacağını söylemektedir.[233] Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve yardımı ile olur. “De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim ihtidâ eder, doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de dalâlet içinde olursa, saparsa; kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim.”[234] “Allah kimi saptırırsa, artık onu hidâyete, doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz.” [235]

Hidâyet, öncelikle Allah’tandır ve tek hidâyet edici O’dur. Fakat Rasûller Allah’ın hidâyetiyle hidâyet edici, yani insanları Allah’ın yoluna yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidâyet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah’ın elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidâyet veremez. Allah’ın izniyle insanlar hidâyete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler içinde yürüterek onları dalâlete çağırır. Ama yine, insanı sapıklığa iten Allah’tır; yani, nihai belirleyici O’dur. İnsansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblisin vaadlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidâyete götüren imamlar olarak Rasûller göndermesi, temelde yine Allah’ın hidâyet etmesi olduğu gibi, İblisle de saptırması, yine Allah’ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidâyete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidâyete ermeğe çabalayan insanları hidâyete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:

“Onları (elçileri) emrimizle hidâyete götüren imamlar kıldık.” [236]

“Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme ihtidâ ettirirsin.”[237] Buna karşılık;

“Muhakkak sen, sevdiğine hidâyet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet eder.” [238]

“Sen, görmüyorlarsa, körlere hidâyet mi vereceksin?” [239]

“Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.” [240]

Dalâlet, “an” harf-i cerriyle kullanıldığında “yitmek, yok olup gitmek” anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfürleri, iftiraları, hepsi âhirette kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece onların hiçbir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiçbir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar verecektir. Dünya hayatında Allah’a koştukları eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir: “Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti.” [241]

Kur’an’ı başından başlayarak okuyan kimsenin, Yüce Allah’tan ilk isteği hidâyettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir: Hidâyeti isteyene “işte Kur’an!”[242] denilmektedir. Dosdoğru yol, hidâyet Kur’an yoludur.

 

Hidâyette Kulun Rolü

Kur’an’ın tamamını dikkatlice okumayanlar yüzeysel bir bakış açısıyla kaderci bir anlayışa kapılır ve hidâyetin, kişinin hiçbir etkisi olmadan, tamamen Allah tarafından takdir edildiğini zannederler. Kuşkusuz Allah’a inanan her mü’min Allah’ın iradesinin her türlü iradenin üstünde olduğuna; Allah’ın dilemesinin önünde hiçbir engel bulunamayacağına kesin olarak inanır. İnsan da diğer yaratıklar da Allah’a muhtaçtırlar. Yaratıkların, kendilerinden kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur. Organları da, fiilleri de, yararlandığı şeylerin hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. Hidâyeti de veren O’dur. Ancak, hidâyeti dileyen bir kimseye Allah engel olur ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı? Ya da hidâyeti bulmak istemeyeni Allah zorla hidâyete sürükler mi? Daha açık bir ifade ile Yüce Allah, kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve kimilerini cezâlandırmak için başka şeylere yönelir mi?

Allah’ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak inanan mü’min, durup dururken Allah’ın, kulları arasında bir ayırım yapmadığına; O’nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır. “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zâlim değildir.”[243] “Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullara asla zulmetmez.” [244]

Aslında Allah, hidâyeti, bir bakıma yaratılışla iç içe ve her bir canlıya kendisine özgü bir tarzda vermiştir. “O, her şeyi ölçüyle yapıp, yol göstermiştir.”[245] Böylece her canlının kendine has yolda ilerlemesiyle, kâinatın sistemi bozulmadan devam etmektedir. İnsana gelince, o diğer canlılardan daha farklı bir konumdadır. Çünkü Allah, ona bir değil; iki yol göstermiş ve onu irâde hürriyeti içerisinde imtihan etmek istemiştir: “Biz ona eğri ve doğru iki yol göstermedik mi?” [246]

Böyle geniş bir serbestliğe sahip olan insan soyunun, doğru yolu çeşitli sebeplerle bulanık görmesi ya da yolunu şaşırması tehlikesine karşı -ki bu, insanlık tarihi boyunca sürekli vuku bulmuştur.- Allah sürekli elçiler göndererek kendi doğru yolunu, yönünü insanlığa göstermiştir. İnsanlar ise elçilerle gelen bu yol pusulasına karşı olan tavırlarına göre; ya doğru yolda, ya da yanlış/eğri yolda hayatlarını tüketmektedirler. Bu durum, yeryüzü sisteminin Allah tarafından alabora edilip ortadan kaldırılacağı ve yerine bu dünyadaki yol tercihinin cevabını oluşturan yeni bir düzen oturtulacağı Kıyâmet saatine kadar da devam edecektir. Çünkü Allah insanları bu konuda serbest bırakmıştır. Aksi takdirde insanın diğer varlıklarla farkı kalmazdı. “Bize düşen, yalnızca yol göstermektir.” [247]

Kur’an’ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yâni Allah’ın birliği... Ne zâtında, ne sıfat­larında, ne mülkünde ne icraatında ortağı bulunmaması. Kur’an’ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah’a dön­müş, teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.

Fâtiha’nın ilk âyetinde “Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi” oldu­ğu haber verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve âhiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem... Keza, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük âlem. Bütün bu âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irâde ve kudretiyle safha safha terakki etti­rerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah’tır. Bütün bu âlem­ler O’nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâ­diseyi, ister hayır, ister şer olsun, yaratan da O’dur.

Zeminin yüzünde gece ve gündüzü O yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu ve uyanıklığı ve nihâyet insan kalbinde dalâlet ve hidâyeti yaratan da O’dur. Zira, O’ndan başka yaratıcı yoktur.

Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah’ın büyük bir ihsanı. Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddî olmayan o göz ile maddeden münezzeh olan Allah’ın varlığı görülüyor ve O’na iman ediliyor. Ve kalp kâ­inatı çok gerilerde bırakacak bir vüs’ate, bir genişliğe kavuşuyor.

İşte, gözde görmeyi yaratmak Allah’a mahsus olduğu gibi, kalpte imanı ve hidâyeti yaratmak da yine O’na mahsus. O halde Allah’ın dilediğine hidâyet vereceğine dair âyetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi hidâyetin de O’nun elinde olduğuna iman edeceğiz.

“Doğrusu, lütuf muhakkak Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.” [248] Âyetin sonunda Vâsi’ ve Alîm isimlerinin zikredilmesi ne ka­dar mânâlıdır. Evet, Allah Vâsi’... Yâni O’nun rahmeti, ilmi, inâye­ti insan idrâkinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kapla­mış... Ve O, her şeyi hakkıyla bilen mutlak Alîm. Öyle ise lütfu, ih­sanı, keremi ve hidâyeti kime vereceğini O bilir. Bu veriş rastgele değil, bir ilim ve hikmet iledir. Bu hakikati ders veren bir diğer âyet: “Doğrusu sen sevdiğine hidâyet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidâyet verir. Ve hidâyete erecekleri en iyi O bilir.” [249]

Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı... Canlı ve cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah’ın ilim ve mura­kabesi altında sürdürüyor.

Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur du­yuyor? Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki bi­naları, insanları, arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne derece tok yahut aç? Akşam yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken hangi hislerle dolu olacak? Yuva yaptığı çatıyı gördüğünde içinden neler geçe­cek? O günkü mesaisini bitirmiş, diğer kuşlarla havada son birkaç tur daha atarken o küçük ve temiz kalbi nasıl bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice haller o kuşun ruhunu sarmış durumda. O, kendi iç âleminin bütün incelikleri ile ancak ve ancak Yaratıcısı’nın, Rabbinin nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi altında...

Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her biri kendi âleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kâinatla ir­tibat kurarken, ruhu ve hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle, Allah’a teveccüh ve tevekkül etmekte...

Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor? Hangi derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride neler almayı plânlıyor? Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çile­sini mi çekmekte? Beden sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne âlemde? Düşkünlere kar­şı kalbi katı mı, yumuşak mı? Rabbine teveccühü ne derece? Nef­sine ne ölçüde güveniyor? İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor?

İşte meçhûlümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın Câhiliyiz, Allah ise Mâliki ve Âlimi.

İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, hidâyete erecekleri de en iyi Kendisinin bileceğini yuka­rıdaki âyetle haber veriyor.

Hidâyet ve dalâletle ilgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de mü’minin ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü’minin ruhu havf ve recâ (korku ile ümit) sınırları arasında terakkisini sürdürür. Bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur. Havf, Allah’tan korkma, O’nun aza­bından kendini kesin şekilde emin bilmeme hâli... Recâ ise, Allah’ın rah­metinden daima ümitvar olma, günahlarının O’nun affını hiçbir za­man aşamayacağını düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme durumu.

Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın dilediğini dalâlete götürebileceğini” beyan etmekle mü’mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenmemesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise düşmemesini, “Allah’ın dilediğini hidâyete/doğru yola sevk edebileceğini” hatırlatır.

Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir âyet meali: “Bir de müşrikler (Allah’a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve O’nsuz hiçbir şeyi ha­ram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi an­cak açık bir tebliğ değil mi?” [250]

“Her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama bu tak­dir edilenlerden birisi de insana cüz’î irâde verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir tak­dir... Buna göre, insan ister ibâdet etsin, ister isyan yolunu tut­sun, her İki halde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu za­man gözden kaçıyor yahut yeterince anlaşılmıyor.

Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş; hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bun­ların hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahrukatı için­de en güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ih­sanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana tâbi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koy­muş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bı­rakmış. Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan kullarına, meleklerden daha üstün dereceler ver­sin ve onları ebedî saâdetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları ise azabına uğratsın. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.

“Allah dikseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi” sorusunu başka sorular da takip eder. Meselâ, “Allah dileseydi bütün cansız­ları yarıcanlı yapabilirdi” yahut “Allah dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi” veya “Allah dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi” gibi... Elbette, Allah, dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış. Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı sûrede şu âyet-i keri­me de yer alıyor: “Allah dileseydi elbette hepinizi binek ümmet ya­pardı. Fakat O dilediğine dalâlet, dilediğine hidâyet verir ve muhakkak surette hepiniz bütün yaptıkları­nızdan sorumlu tutulacaksınız.”[251] Bu âyet-i kerimede birçok ders bir arada veriliyor: Allah, insanları melekler gibi bir tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş. Allah’ın irâdesi mutlak... Ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...

İnsan Allah’ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz edeceğine, kendi irâdesine bırakılan işleri, istikamet üze­re yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu...

“Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidâyete eriştirir. (Ey Rasûlüm) Artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını şüp­hesiz bilir.”[252] Hidâyete erecekleri de dalâlete düşecekleri de en iyi Allah bilir... “Hâdî”, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. “Hidâyeti yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan” mânâsına geliyor...

Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyet yarat­mıyor. “Kalpleri Allah ‘ı anmak hususunda katılaşmış olan­lara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık dalâlettedir­ler (sapıklıktadırlar).” [253]

Kulun kendi cüz’î irâdesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde hidâyet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir ves­veseye fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime: “Muhakkak ki, Allah, bir kavme verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez.”[254] Bir başka âyet: “Onlar öyle kimselerdir ki, hidâyet karşılığında da­lâleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendi­lerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.”[255] Bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi irâdesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz.

Hidâyet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati gö­rebiliriz. Bunlardan bir kısmını zikredelim:

“Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” [256]

“Allah kâfirler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” [257]

“Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete eriştirmez.” [258]

Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebe­bini öğreniyoruz. Hepsi de insanın kendi irâdesiyle ilgili: Zulüm, inkâr ve fısk.

Bir diğer âyet-i kerime : “... İnkâr edenler ise, ‘Allah bu misâlle neyi murad etti?’ derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birço­ğunu da doğru yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah ‘a olan ahitlerini kabulden sonra bozarlar; Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.”[259] Bu âyet-i kerimelerden de, dalâlete düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.

Hidâyete gelince o, Allah’ın büyük bir İhsanı olmakla beraber, buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi:

“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve müttakîlere, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara doğru yolu gösteren (hidâyet kaynağı) bir kitaptır.”[260] âyet-i kerimesiyle “ittika” yâni “Allah’a karşı gelmekten sa­kınma” olarak beyan ediliyor.

“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidâyet buyuruyor.”[261] âyetinde de hidâyet için kulun Hakk’a gönül vermesi, cüz’î irâdesini hayra sarfetmesi şart koşuluyor.

Hidâyet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah’ın Rahmân ve Rahîm olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in muttakîlere hidâyet olmak üzere inzal edildiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) âlemlere rah­met olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalâa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça görülecektir. [262]

 

Hidâyet Türleri

İnsanda üç çeşit hidâyet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür. Hayatının ilk safhasında sadece içgüdüler ona kılavuzluk eder. İkinci safhada beş duyu devreye girer. Ancak içgüdü hidâyeti de devam eder ve içgüdü yanıldığında duyuların hidâyeti onları düzeltir. Üçüncü hidâyet ise, muhakeme, yani akıl hidâyetidir. Akıl, içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir ve onlara hakemlik yapar. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, bu hidâyete sahip olmasıdır. Acaba akıl hidâyeti yanıldığında hangi hidâyet insana kılavuzluk eder? Akıl da yanılabilir. Çünkü akıl, insana kılavuzluk ederken ilk iki hidâyetin topladıkları malzemeyi kullanır. Bu sebeple eksik malzeme her zaman için sözkonusu olabilir ve akıl hidâyeti yanılabilir. Ayrıca insan; sevgi, kin ve nefret gibi duyulara da sahiptir ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz etkilerde bulunabilirler. İşte bu sırada, yanılmaz ve mutlak doğru olan hidâyet gündeme gelir ki o da “vahiy”dir. Fâtiha sûresinde, kulun Allah’tan istediği hidâyet, işte budur. [263]

Kur’an’ın bizden istediği, peygamberlerin kişiliğinde örnekleşen hidâyeti izlememizdir. Peygamberler ve onların tebliğatı hidâyettir.[264] Peygamberlerde örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir niyet ve gayret ürünü olduğu da Kur’an tarafından beyan ediliyor. [265]

 

Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak

Hidâyeti bulup o yolda yürüyen insanın, başkalarına bu hidâyeti ulaştırmak istememesi, elinde bulunan imkân ve fırsatları değerlendirmemesi, bir insanlık suçudur, büyük bir cinâyettir. Komşumuzun evi yanarken, yangını söndürme gücümüz olduğu halde seyirci kalmak ne ise; hatta ondan da daha kötüdür, cehenneme aday inanç ve yaşayışlara tepkisiz ve pasif bir seyirci kalmak. Hidâyete dâvet etmediğimiz yakınlarımız ve ilişkide olduğumuz insanlar, yarın yakamıza yapışıp bizden dâvâcı olabilirler endişesi ile başkalarına mesajı ulaştırmaya çalışmak zorundayız. [266]

İslâm’ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar, Kur’an’da şöyle uyarılır: “İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara Kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah’ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim.” [267]

 

Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak

Kimlerin doğru yolu bulduğu, kimlerin de yolu kaybedip şaşıranlar olduğu sorusu, bizim için önemli olmalıdır. Cevabını âyetlerden bulalım: “Allah, insanların bir bölümünü doğru yoluna eriştirdi. Fakat bir kısmı da şaşırmışlığı/sapkınlığı hak etti. Çünkü bunlar, saptırıcıları Allah’tan başka veli edinmişler ve kendilerini doğru yolu bulmuş sanmışlardı.”[268] Bu âyette dikkati çeken nazik bir nokta var; o da, insanların bulundukları yolun doğru ya da eğriliği hakkında yanılabilecekleridir. Bu konuda yegâne ölçünün Allah tarafından belirlendiği, dolayısıyla ancak Allah’a; yani O’nun indirdiklerine uymakla bu problemi çözebilecekleri gerçeğidir. Buna da, tahmin etmekle değil; görüp duyduklarını, bildiklerini tahkik ederek, doğruyu, güzeli arayıp tâbi olmakla ulaşılabileceğini Rabbimiz bildiriyor: “Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar, işte onlar Allah’ın kendisine yol gösterdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.”[269] Bir de bunun karşıtına bakalım: “Onlar sadece zanna ve nefislerinin arzusuna, canlarının istediğine uyarlar; oysa, andolsun ki onlara Rablerinden hidâyet edici, yol gösterici gelmiştir.”[270] “Hevâ ve hevesini ilâh edinen, bir ilim üzerine (bilgisi olduğu halde) Allah’ın dalâlette, şaşkınlıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Artık onu Allah’tan başka kim yola getirebilir? Siz, yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” [271]

Allah’ın hidâyet verdiği kimseler de şunlardır: “Allah, kendi rızâsını gözetenleri onunla (Kur’an’la) kurtuluş yollarına ulaştırır. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve yol gösterir.”[272] “Bunlar, namaz kılan, zekât veren ve âhirete de tam olarak iman eden mü’minlere yol gösterici kılavuz ve müjdedir.”[273] “İman edenleri ve sâlih amel işleyenleri, imanlarına karşılık Rableri doğru yola eriştirir.”[274] “Güven, iman edip imanlarına zulüm katmayanlarındır. İşte onlar, hidâyete eren, doğru yolu bulanlardır.”[275] Dikkat edilecek olursa, Allah’ın hidâyeti insana içten bir güç olarak verilmesine karşılık ilk adım insan tarafından atılmalıdır. Bu tercihe göre Allah, insanı fert ve toplum olarak denemekte, sonuçta ona yol göstermekte, ya da şaşkınlık içinde bırakmaktadır. Burada hidâyet üzerinde ve sapıklık içinde; daha doğrusu hidâyete lâyık olup olmama hakkındaki bilgilerimizi özetleyecek olursak, sapıklık nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

Allah’ın bazı kimselere hidâyeti nasip etmemesinin sebeplerinin başında zulüm gelir. Kur’an, birçok âyetinde “Allah zâlimlere hidâyet nasip etmez.” diyor.[276] Saptırıcıları veli/dost edindiği halde, kendini doğru yolda sanmak;[277] hevâ ve hevesine uymak, zevklerine göre yaşamak;[278] Allah’ı zikirden, anmak, hatırlamak ve düşünmekten yüzçevirmek;[279] dünya hayatından başka bir beklentisi olmamak;[280] babalarını, atalarını üzerinde bulduğu dini ve din anlayışını körü körüne sürdürmek;[281] zâlimlerden ve nankörlerden olmak;[282] iman edip peygamberlerin hak olduğuna şâhit olduktan ve kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr etmek.[283] Hidâyetin önündeki engellerden biri de nankörlüktür. [284]            

Fısk (fâsıklık, yani bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete erişmeyi engeller.[285] Kur’an, yalancılık ve israfın da hidâyete ulaşmayı engellediğini beyan ediyor.[286] Şeytana tâbi olmak,[287] Peygamber’in yolundan ayrılıp başka yollara uymak,[288] Allah’tan korkup çekineceğine başka varlıklardan korkup çekinmek,[289] bütün bunlar hidâyetin engellerindendir.

Bunlara mukabil hidâyete ermek için gerekli şartlar da şunlardır: Sözü dinleyip en güzeline, en doğrusuna uymak,[290] Allah’ın rızâsını gözetmek,[291] Allah’tan gelenleri bir ücret istemeden insanlara duyurmak,[292] işlediği hata ve günahlardan dönmek, tevbe etmek,[293] Kur’an okumak, Allah’ın âyetlerine uymak,[294] iman edip imanına zulüm katmamak,[295] sâlih amel işlemek, namaz kılmak, zekât vermek,[296] hidâyete yönelmiş olmak,[297] Allah’tan başkasından korkmamak,[298] yalnızca Allah’a teslim olmak,[299] düşünmek, ibret almak. [300]

Dünyaya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî imanlarında sâbit kalabilmek ve onu kuvvetlendirip nûrunu arttırmak bir kul için dünyada, âhirette verilen nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. Çünkü iman her hayrın köküdür. İman olan kalpte her hayır bulunur. Dünya ve âhiretin mutluluğu da ancak imanla meydana gelir. Bu kimseler, hakkı tanır, hakka saygı gösterir. Hak söze boyun eğer. Haksızlığa ve zulme tahammül etmez. Elinde kuvvet de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez. Hak ile yaşar, hak ile ölür. Hak’tan geldiği gibi, şaşmadan, sapmadan yine Hakk’a gider. İşte Allah’a karşı sözlerinin eri olan hakperest yiğitler bunlardır.

 Bir kısım insanlar da dünyaya gözlerini açar açmaz etrafında azgınları görür. Çevresini Allah ile ilgisi olmayanlar bürür. Onların Allah’a karşı küfran ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü arzusuyla fıtrî imanını terk ediverir. Kazanmak için geldiği dünyada sermayesini de kaybeder. Hak yolundan sapar. Hayatı, dünya yaşayışından ibâret zanneder. Bütün kuvvetiyle dünyaya tapar, derken bir gün cehennemi boylar. İşte Hak’tan dönen, dalâlet yolunu tutan, Allah’a vermiş olduğu sözünden cayan, nefsine uyan azgınların sonu da budur.

Bilinmelidir ki, dünyada insanları iyiliğe çağıran hidâyet mürşitleri bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan şeytanlar da vardır. Aramızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, insanı yoldan çıkarabilirler. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolunu Allah’a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışıp beraber olabilmek Allah’ın büyük lütfu ve hidâyetidir. [301]

“Taşlara, göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyeti yaratmıyor.” “Hidâyet, kalp gözünün açılmasıdır.”

 

Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah’ın Değişmeyen Kanunu)

“Sen onların dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. ‘Asıl doğru yol (hüdâ), Allah’ın yoludur’ de.”[302] Yüce Allah’ın Hz. Muhammed’i (s.a.s.) kendisiyle gönderdiği yol (İslâm) evrensel, sağlam ve dosdoğru olan dindir. Yol demeye elverişli gerçek yol (hidâyet) de odur. Onun ötesinde gerçek doğru yol (hüdâ) yoktur. “Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl’e karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!”[303] Uyulması gereken hak yol, İslâm’dır. Ondan ötesi, terk edilmesi ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim ondan ötesine tutunursa zarar eder. Allah o kimseyi terk ettiği gibi, yardımını da ondan çeker ve o kişi zâlimlerden olur. “...Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.” [304]; “Sana gelen ilimlerden sonra onların keyiflerine uyarsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun.”[305] Rasûlullah’a “ilim” diye gelen, Allah’ın yolu ve İslâmî emirlerden “şeriat” kıldıklarıdır. Farz-ı muhal, yahûdi ve hıristiyanların heveslerine uysan, o takdirde zâlimlerden olursun. Hitap Rasûlullah’a, maksat ümmetinedir. Bu âyette, bâtıllarında ısrarcı olan hevâ ve heveslerine tâbi olan bâtıl ehline korkutma ve tehdit vardır. Mü’minler bilmeliler ki, sağlıklı bir gerekçeyle de olsa, insanların hevâlarına uymak, insanları bâtıl tehlikelere düşüren ve Hak yolu terk ettiren büyük bir zulümdür.

“Kimler Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[306] Bu âyetin tefsirinde İbn Kesir şöyle der: “Yani kendisiyle kitapların indirildiği, peygamberlerin gönderildiği şeye yönelenlere, âhiret hallerinden karşılaşacaklarında korku; dünya işlerinden kaçırdıklarına da üzüntü yoktur.” Allah’ın hidâyetiyle yol bulanlar, ne gelecekten korkarlar, ne de kaçırdıklarına üzülürler. Çünkü hidâyete tâbi olmak, onlara hayırları kazanma yollarını kolaylaştırır, dünya ve âhiret saâdetini vaad eder. İstikameti bu olana, her karşılaşacağı ve her rastladığı yahut kaybettiği kolaylaşır. Çünkü o bilir ki Allah, onun takipçisidir.

“...Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim, sıkıntılı bir hayat vardır.”[307] Hidâyetine/Kur’an’a tâbi olanlar hakkında Allah’ın âdeti, dünyada rahat bir yaşantıyla (bereketli, bol bir geçim) faydalandırmasıdır. “Erkek veya kadın, mü’min olarak kim sâlih/iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel, hoş bir hayatla yaşatırız. Ve mükâfatlarını elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.”[308] Allah’ın hidâyetine uyanın durumu, sâlih amel işlemekle beraber mü’minliktir. Yoksa Allah’ın hidâyetine tâbi olmuş sayılmaz. Onun yaşadığı “tertemiz, güzel hayat” ise, herhangi bir sıkıntının olmadığı bir hayattır. Çünkü bu, İbn Kesir’in de tefsirinde dediği gibi, hangi yönden olursa olsun, bütün rahatlık şekillerini kapsar. Kaldı ki, sıkıntı, Kur’an’a uyan kimsenin kendisiyle faydalandığı temiz yaşantıya aykırıdır. Öyle ise, “sapma”nın giderilmesi gibi, “sıkıntı” da ondan bu dünyada giderilmiştir. Zira Allah’ın hidâyetine uyan kimse, O’nun rızâsını gözetir. Allah’ın kendisi için taksimine de, azımsamadan kanaat eder. Çünkü o Allah’ın kendisine bahşettiği din nimeti sâyesinde bahtiyardır, mutludur, rahat ve geniş bir yaşantı içindedir. Allah’ın, onu İslâm’la nimetlendirmesinden sonra, onun, dünyaya ve dünyanın geçici metâına/faydasına değil de, Allah’ın yanında olana yönelmesi, eline geçince terk etmeksizin ve kaybedince üzülmeksizin bu hususta hırslı olmaması, kesinlikle onun rahat bir yaşantı ve temiz bir hayat içinde olması demektir.

Allah’ın hidâyetinden yüz çevirenler hakkındaki âdetullah geçim sıkıntısıdır, sıkıntılı bir hayattır. “Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır.”[309] Allah’ın zikrinden maksat, O’nun Kur’an’ı ve dini İslâm’dır. Yüz çevirmekten maksat ise Kur’an ve İslâm’ı terk etmek, ona uymamak ve hidâyeti başkasından ummaktır. Allah’ın hidâyetinden yüz çeviren için, dünyada geçim sıkıntısı vardır. Çünkü âyette geçen “dank” kelimesi darlık ve şiddet demektir. Bu da dünyaya ve dünya metâının artmasına şiddetli arzu ve ihtiras, azalmasından korku şeklindedir. Öyle ki, iç huzuru, gönül ferahlığı diye bir şey yoktur. Aksine, hidâyetten, doğru yoldan saptığı için, görünüşte nimet içinde olsa da, dilediğini yiyip dilediğini giyse ve dilediği yerde otursa da göğsü dar ve sıkıntılıdır. Çünkü Allah’ın hidâyeti, kalbini imar etmedikçe saâdeti de rahat bir geçimi de fark edemez. Bu, dünyadaki durum.

Âhiretteki duruma gelince, cezâ konusundaki sünnetullah, Allah’ın âyetlerine ve hidâyetine gözlerini yumduğu için kıyâmet günü kör olarak haşredilecektir. “Kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır. Kıyâmet günü, onu kör olarak haşrederiz.”[310] Allah’ın hidâyetinden, âyetlerinden gözünü yuman, onu unutmuş ve terk etmiş demektir. Dünyada Allah’ın âyetlerini görmezlikten geldiği gibi, yaptığına uygun olarak âhirette körlük hali içinde terk edilecektir. Çünkü cezâ, yapılanın cinsinden olur.

Hidâyetinden (Kur’an’dan) yüz çevirene, Allah, şeytanı kendisinden ayrılmayan, kötü amelini süsleyen, hak yolundan alıkoyan ve ona doğru yolda, hidâyet üzere olduğunu telkin eden arkadaş kılar. “Kim Rahmân’ın zikrini görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı saldırırız; artık o, onun arkadaşı olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.” [311]

“O cennet ehlinin kalplerinde olan haset ve kini çıkarırız. Oturdukları yerlerin altlarından ırmaklar akar. Şöyle derler: ‘Allah’a hamd olsun ki, bizi hidâyeti ile buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık.”[312] Görülüyor ki, hidâyete, doğru yola gitmek için, Allah’ın bize müdâhale etmesi gerekiyor. “Hidâyeti, duâ ve niyazla Allah’tan isteyin. Çünkü hidâyet edici O’dur.”[313] İbrahim (a.s.): “Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklar topluluğundan olacaktım.”[314] der.

Peygamberimiz’in getirdiği Kur’an’ın bizzat kendisi hidâyet olduğu içindir ki, onun tebliğcisi de rehber oluyor. “Gerçekten bu Kur’an, insanları en doğru yola hidâyet eder, rehberlik eder.”[315] Peygamberimiz de rehberlik görevinin kendisine Allah tarafından verildiğini ifade etmiştir: “Allah, beni, âlemlere rahmet ve rehber olarak gönderdi.” “Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı suyu kabul eder de çayır ve bol ot yetiştirir. Bir kısmı da kurak olur. Suyu tutar da Allah onunla halkı faydalandırır. Ondan içerler, sulanırlar, ekin ekerler. Bu yağmur, başka bir çeşit toprağa da isâbet eder ki, düz ve kaypaktır. Ne suyu tutar, ne de çayır bitirir. Allah’ın dinini anlayıp da, Allah’ın benimle gönderdiğinden faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimseye karşı başını kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir.” [316]

“Vallahi, senin hidâyetinle (hidâyete vesile olmanla) bir tek kişiye hidâyet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.” [317]

Sahâbeler, Peygamberimiz’e müracaat ederek: “Ey Allah’ın Rasûlü, Tâiflilerin okları bizi yaralayıp parçaladı. Aleyhlerine Allah’a bir bedduada bulunuverseniz!” dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ım Tâiflilere hidâyet ver!”[318] buyurdular.

Arayıp yönelmek bizden; yolu gösterip istikametimizde yardım Rabbimizdendir. “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah, şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir.”[319] “İhdinâ’s-sırata’l müstakim: Bizi dosdoğru yola ilet” [320]

Allah Teâlâ, irâde-i cüz’iyyesini hidâyete, hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kullarına hidâyeti, aydınlık yolu gösterir. Bir kimse, hidâyeti Yüce Allah’tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, sâlih amel işlemelidir.

 

Hidâyetle İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Hidâyet Kelimesinin Kökü H-d-y ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 317 Yerde)

B- Hidâyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

Hidâyet, Allah’tan korkanlar içindir: Bakara, 150.

Hidâyeti Allah Verir: Bakara, 213, 272; A’raf, 30, 43; Nahl, 9; Sebe’, 50; Müddessir, 55-56; İnsan, 29-30; Tekvir, 29.

Allah, Kafirlere ve Münafıklara Hidâyet Vermez: Bakara,264; Zümer,3; Münafıkun,6

Allah’ın Muradı Hidâyettir: Nisa, 26; Yunus, 25; Hadid, 9.

Allah, Dilediğine Hidâyet Verir: En’am, 39; Yunus, 25; Ra’d, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Hacc, 16; Nur, 35, 46; Kasas, 56; Fatır, 8, 22; Şura, 13; İnsan, 30.

Allah, Hidâyet Ettiği Kimsenin Göğsünü İslâm İle Açar: En’am, 125; A’raf, 179.

Allah Dileseydi Bütün İnsanlar İman Ederdi: Yunus, 99-100; Ra’d, 31, Nahl, 9; Secde, 13.

Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimseyi Saptıracak Yoktur: Zümer, 37.

İnsana Doğru Yol Gösterilmiştir: İnsan, 3; A’la, 3; Leyl, 12-14.

İnsana Hayır ve Şer Diye İki Yol Gösterilmiştir: Beled, 10; Şems, 8.

Hidâyette Olanlar: Bakara, 5; Necm, 30, 32.

Hidâyete Ulaşmanın Yolu: Bakara, 186.

Hidâyeti Kabul Edenler, Kendileri İçin Eder: Yunus, 108; İsra, 15; Meryem, 76; Neml, 92; Zümer, 41.

Allah’ın Hidâyet Verdiği Kimseler Doğru Yoldadır: İsra, 97; Kehf, 17.

Allah’ın Hidâyetine Tabi Olanlar: Taha, 123; Kasas, 85; Muhammed, 17; Müddessir, 55; İnsan, 29; Tekvir, 27-28.

Hidâyet Yolu, Allah Yoludur: Şura, 53.

Hidâyet İçin Dua: Fatiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.

C- Dalâlet (Sapıklık)

Allah Dilediğini Saptırır: En’am, 39; Ra’d, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Fatır, 8.

Allah’ın Saptırdığı Kimseyi Hiç Kimse Doğru Yola Getiremez: Nisa, 88, 143; Maide, 41, Ra’d, 33; Nahl, 37; İsra, 97; Kehf, 17; Hacc, 18; Nur, 40; Rum, 29; Zümer, 19, 23, 36; Casiye, 23; Zariyat, 9.

Allah, Dalâlette (Sapıklıkta) Bırakmak İstediği Kimsenin Göğsünü Yukarı Çıkıyormuş Gibi Daraltır: En’am, 125.

Dalâlette Olanları Allah Bilir: Necm, 30.

Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan Ayrılanlar: Nisa, 115; Kasas, 85.

Şeytanı Dost Edinenleri, Allah Dalâlette Bırakır: A’raf, 30.

Allah’ın Saptırdığı Kimseler, En Büyük Zararda Olanlardır: A’raf, 178, 186.

Dalâleti (Sapıklığı) Seçen, Kendi Aleyhine Seçmiştir: Yunus, 108; İsra, 15; Neml, 92; Sebe’, 50; Zümer, 41.

 i- Dalâletten Korunmak İçin Dua: Fatiha, 5-7.

Hidâyetle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

Müslim, İlim 16, Mesacid 256.

Ebu Davud, İlim 10

Müsned, Ahmed b. Hanbel, I: 88, 227, III: 451, IV: 367, 399, V: 145, 177, 252

Muvatta, İmam Malik, Kur’an 8.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 108-113

Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 354-358

Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y c. 1, s. 118-121

Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 74-76

Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 45

Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 42

Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 194-199

Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 239-297

Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 183-188

Kur’an’da Hidâyet, Abdullah Cevadi Amuli, İnsan Y.

İslâm Hidâyeti, İbn Teymiye, (terc. Celal Yıldırım), Dedekorkut Y.

Kur’an ve Hayat, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 33-86

İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17 s. 473-477

İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 2 s. 420-421

Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 139-145

İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 91-95

Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 135-144

Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 2 s. 26-29

İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 31-35

İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 189

Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 87-88, 47

Kur’an’da Allah ve İnsan, İzutsu, 135-

Kur’an-ı Kerim’de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 63-64

Kütüb-i Sitte Terc. Ve Şerhi, İbrahhim Canan, Akçağ Y. c. 11 s. 502; c.13 s. 105

İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 44-53

Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 158-163

İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 41-45

Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 56-58

Kur’an Okulu II, Hanif Y. s. 92-94

Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y. s. 38-83

İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 273-280

Kur’an’da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 199-201; 321-322

Esma’ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.247-250125-127

Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 244-246

Esmaü’l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 312-316

Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 130

Esmaü’l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. s. 130- 131

Esma-i Hüsna’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 189-190

Hidâyet, Şule Yüksel Şenler, Timaş Y.

Hidâyet (Akaid, Fıkıh, Ahlâk, Siyer), Ahmed Öztürk, Şahsi Basım

Hidâyete Erenler, Heyet, Feyz Y.

İslâm Hidâyeti, Şeyhulİslâm İbn Teymiyye, Dede Korkut Y.

 

 

HAYIR - ŞER

  • Hayır; Anlam ve Mâhiyeti
  • Şer; Anlam ve Mâhiyeti
  • İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
  • Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
  • Hadis-i Şeriflerde Hayır ve Şer
  • Her Şeyi Yaratan Allah’tır; Fakat Şer İnsanlardandır
  • Merhametli Allah’a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
  • Hayrın İki Yönü
  • Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
  • İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
  • Şerrin Ehveni Olur mu?
  • Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller

“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” [321]

 

Hayır; Anlam ve Mâhiyeti

Türkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. “Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.

 Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir. Yine aynı kökten gelen ‘ihtiyar’, seçmek, dilemek, irâdesini kullanmak; ‘muhtar’, özgür iradeyle seçilen, beğenilen şey; ‘istihâre’, hayırlı bir işi dilemek; ‘hıyare (çoğulu ahyâr)’, hayırlı kimseler, seçilmişler demektir.

Kur’an’ın geniş kapsamlı kavramlarından biri, hayır kelimesidir. Bu kelimenin hem dünya işlerini, hem de âhiretle ilgili değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır ve onun karşıtı olan şer meselesi İslâm tarihinde üzerinde çokça tartışılan konulardan biridir. İslâm ıstılahında “ma’rûf”, her türlü hayrı; “münker” de her türlü şerri ifade eder.

 

Şer; Anlam ve Mâhiyeti

‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin karşıtıdır.

 Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır. Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır [322]. Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.

 Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar.[323] Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir. [324]

 Şer, bazen sû’ yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah (c.c.) tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan, hür irâdeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) onu başıboş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda denemek için Allah’ın insana izin vermesi ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.

 Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir.[325] Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir.[326] Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu[327] daha kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir.[328] Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar. [329]

Çevremizde olup bitenlere ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır. [330]

 

İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi

İnsan, nimetle/hayırla da sınava tâbi olur, külfetle/şerle de. Mutlak olanın dışındaki, kaynağı beşerî olan hayır ve şer, insan açısından göreceli olduğundan, denendiği şerrin ya da şer zannetiğinin kendisi için büyük hayırlara dönüşmesi mümkündür. Bazı insan, şerle imtihanı kazanır, ama hayırla imtihanda kaybeder veya tersi olabilir. Ama özellikle müslümanların mutlaka, korku, açlık ve fakirlikle sınanacağını[331] biliyoruz. İnsan bazen risk taşıyan mal, mülk, evlât ve sağlık gibi hayırlarla veya hayır zannedilenlerle; bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşmanlar gibi şerler ve şer zannedilenlerle imtihan edilir. İnsan, hayatın geçici güzellikleriyle sınava çekilir[332] ki, o kişi için bu geçici nimetler, kalıcı hayırlara dönüşebilir. Mal, evlât, bu kabilden bir deneme aracıdır.[333] Bol rızık ve verilen nimetler birer sınama olduğu gibi,[334] başa gelen üzüntü ve kederler,[335] belâ ve musîbetler de birer imtihandır. [336]

İnsana bazen iyilik halinin bazen sıkıntının isâbet etmesi aslında bir denemedir: “Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.”[337] Şer ile imtihan karşısında müslümanın en önemli dayanağı sabır ve duâdır. Mü’min, kendine göre şer saydığı belâ, musibet, keder ve mahrumiyet anında, kararlı davranarak, bütün bunların bir deneme olduğunu düşünerek sabreder. Denemeyi başarmak için Rabbine niyaz eder. Yalnızca O’ndan yardım diler, halini yalnızca O’na arzeder. Çünkü mü’min duâ ile evrenin dehşet verici sessizliği içerisinde yalnız olmadığını anlar, duâ ile Rabbini yanı başında ve kalbinde bulur.

 Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp hoşlanmamasına göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca göre verilmelidir. Çünkü bu konudaki değerlendirmeler çoğu zaman izafi (göreceli) olmakta ve karar vermekte acele edilmektedir. Kur’an, bu konuda tipik iki örnek vermektedir: “Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” [338] “…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” [339]

“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” [340] Bu âyet, insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret etmektedir. Gerçekten insan, öfkelendiği, sıkıldığı ya da bir güçlükle karşılaştığında, sabır ve güzel duâ iplerine yapışmadıysa, öfkelendiklerine bedduâ eder, güçlüklerden kurtulmak için sabır ve metânetle çaba göstereceği yerde, acelecilik göstererek hemen kurtulmak ister. Halk deyimiyle denize düştüğünde yılana sarılır. Hemen kurtulamayınca da, ümitsiz ve kötümser bir hâlet-i rûhiye içinde, “Allah’ım, canımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!” gibi kendisi için bile bedduâ eder. Elbette bu davranış, doğru değildir.

İnsanın bilgisi, hele Allah’ın ilmi ile kıyaslanınca yok sayılacak kadar azdır. O, kendi hayrına ve şerrine olan şeyleri de yeterince bilemez. Bir de hevâsı/kötü arzuları, geçici dünya rahatı işin içine girince hayır ve şer kavramlarını karıştırır. Bir şeyin hayırlı veya şerli oluşunun, bir insanın o şeyi sevmesi ya da ondan hoşlanmaması ile temelde hiçbir ilgisi yoktur. Asıl önemli olan, o şeyin bizi götürdüğü nihâî sonuca nazaran hüküm verilmesi gerekmektedir. Yani hayır, Allah’ın hoşlandığı şeydir; bu, bizim hoşlanmadığımız şey olabilir. Nefsin hoşlandığı her şeyi yerine getirmek, Kur’an tâbiriyle hevâyı ilâhlaştırmak [341] ile Allah’ı râzı etmenin [342] ayrıldığı noktadır hayır ve şer tanımı.

İşte bu noktada Vahy devreye girmekte ve Rahmân olan Rabbimiz, bize hayır ve şerri göstermekte, sırât-ı müstakîme hidâyet etmektedir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha şer/kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[343] Savaş, aslında sevilen, nefsin hoşlandığı bir şey değildir. Fakat bazen insan savaşmak zorunda kalır. İslâm’ın emrettiği cihadda iki güzelden biri vardır: Şehid olup cennete gitmek veya gâzi olup zafer kazanmak, ğânîmet alıp zengin olmak. Savaş ve cihaddaki sırrı insan tümüyle bilemez; Allah bilir. Bazı toplumlar cezaya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belâlarla cezalandırır. İşte onlardan biri de savaştır. Nitekim Kur’an, “Allah, insanları birbiriyle def etmeseydi (savıp hizaya getirmeseydi) yeryüzünde nizam bozulurdu”[344] buyrulmuştur.

Vahy, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır.“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”[345] Bu âyette geçen “hikmet”, Kur’an ilimleri demektir. Derin ve yararlı ilme hikmet denir. Allah’ın, kendisine hikmet verdiği kimseler öncelikle peygamberler, ilmiyle amel eden âlimlerdir. İlim sahibi olmanın en çok değer verilen tarafı, insanlığa faydalı olmak, onlara hayrı dokunmaktır. Doğruluk, adâlet, ihlâs, sevgi, saygı, başkalarına faydalı olmak, cömertlik gibi yüksek vasıfları Allah rızâsı için taşıyan kimseler de hikmet ehlinden sayılır; dolayısıyla hayırlı insan kabul edilir. Kur’an’ın emirlerini öğrenip noksansız uygulamak için çaba sarfeden, tüm kötülüklerden uzak durma gayreti içinde olan kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır verilmiştir.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer

“Hayr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 176 yerde, türevleriyle birlikte ise toplam 196 yerde geçer. “Şerr” kelimesi ise 31 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim’de hayır kavramı, “iyi, güzel, değerli, faydalı ve mal mülk gibi arzulanan şeyler” anlamlarında kullanılır. Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yolunda sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da- bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman’a (a.s.) verilen atlara “hayır” demektedir. Bir başka yerde, ölen birisinin geride bir hayır/mal bırakması durumunda onunla ilgili vasiyette bulunması gerekir denilmektedir. [346]

 Mü’minler, Allah yolunda hayırdan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar hayır olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır.[347] Görüldüğü gibi burada hayır, hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir. Bir başka âyette ise ‘hayr’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.”[348] Hayır, yine maddî anlamlarda refah, bolluk, zenginlik gibi anlamlarda kullanılır. [349]

Hayır kavramı Kur’an’da şu anlamlarda da kullanılmaktadır:

a) Allah’ın sayısız (maddî ve mânevî) nimeti anlamında,[350]

b) Bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında, ki vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayrın ta kendisidir, [351]

c) Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında, [352]

d) İman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında,

e) Sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında, [353]

f) İslâm,[354]

g) hikmet[355] anlamında “hayır” kavramı kullanılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, hayır kelimesinin Kur’an’da “ma’rûf (iyilik)”, şer kelimesinin de “münker (kötülük)” anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

Hayır ve karşıtı olan şer, şu âyette birlikte kullanılmıştır: “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister (Hayra duâ eder gibi şerre de duâ etmektedir). İnsan pek acelecidir.” [356] Âyette aceleci olan insanın, hayrı ister gibi şerri istediği; hayra duâ eder gibi şer için duâ ettiği belirtilmektedir. İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi, üç anlama gelebilir:

1) Bundan kasıt, Kur’an’a inanmayan kişilerin: “Allah’ım, eğer bu hak ise başımıza taş yağdır” gibi sözlerle Hz. Peygamber’le alay edip azap istemelerini kınamaktır. Allah Teâlâ, o insanların Kur’an’a inanıp doğru yola gelecekleri yerde bu hayrı bırakıp şerri istedikleri anlatılmakta, böyle doğru yoldan ayrıldıkları için türlü azaplara, sıkıntılara uğrayan yahûdilerin sonlarına benzer bir cezaya çarpılacaklarını îmâ etmektedir. Âyetlerin söz akışına en uygun mânâ budur.

2) İkinci ihtimale göre, insanın şer istemesi, bunaldığı zaman kendi aleyhine duâ (bedduâ) edip lânet okumasıdır. Bazı insanlar bunalınca “ölsem de kurtulsam!” gibi sözler söyler. Veya çoluk çocuğuna bedduâ eder. Hâlbuki o istediği şey, kendi lehine değil; aleyhinedir, yani şerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Canınız ve malınız aleyhine duâ (bedduâ) etmeyin. Sonra Allah’ın kabul saatine (zamanına) rastlarsınız da duânızı kabul eder.” [357] buyurmuştur.

3) Üçüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi hayır sanarak ister, olması için duâ eder, yalvarır, olmayınca üzülür. Gerçekten onun olması, kendi aleyhinedir, şerdir; olmaması hayırdır. Ama insan, işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan aleyhine olacak şeyleri ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi de hayır sanarak ister. Âyette bu üç anlam da muhtemeldir. Daha doğrusu, âyet, bu mânâların hepsini kapsar; fakat siyak ve sibaka göre daha uygun ve temel anlam, birincisidir.[358] “Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” [359]

“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.”[360] Bu âyette, hoşlarına gitmese de savaşın, mü’minlere farz kılındığı; hoşlarına gitmeyen bazı şeylerin yararlarına; hoşlarına giden bazı şeylerin de zararlarına olabileceği, işlerin içyüzünü ancak Allah’ın bildiği belirtilmektedir. Evet, insan ne kadar bilgili olsa da, onun bilgisi, ancak duyuların verilerine bağlıdır. Duyulara çarpan olaylardan gelir. Yargısı da görünüşlere göredir. İnsan, olayların iyi veya kötü olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları deney ile bilir. Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü bilir; hâlbuki Allah, her şeyi yaratan kendisi olduğundan, her şeyin dışını da içini de bilir. Bu bilgisi uyarınca insanın yararına olan şeyleri emreder, zararına olan şeyleri de yasaklar. O’nun emrettiği her şey, zâhiren hoş görünmese de gerçekte hoştur, hayırdır.

Savaş da görünüşte hoş değildir; çünkü insanın ölümüne sebep olabilir. Ama birkaç kişinin ölümüyle bir toplumun hürriyeti, şeref ve nâmusu kurtarılır. Ölenler de cennette ebedî diriliğe ve mutluluğa erişirler. Peygamberlere arkadaş olmak şerefine ererler. Gerçekten, cihad eden İslâm toplumları yükselmişler, cihadı bırakınca dünya haritasındaki yerleri küçülmeye başlamış, sonunda güzelim ülkeleri yabancılar ve onların güdümündeki yerliler tarafından sömürülmüştür. Cihadı bırakmak, yalnız cepheye gitmemek değildir. Düşmana karşı kuvvet hazırlamayı ihmal etmek, düşman atom bombası yaparken piyade tüfeğiyle yetinmek de cihadı bırakmak demektir.

Âyetten çıkarılacak birinci hüküm, birinci ders cihada katılmak ve cihadı sürdürmektir. İkinci ders de, bazı hoşumuza gitmeyen şeylerin hakkımızda hayırlı olabileceğidir. Nice üzüldüğümüz şeyler vardır ki, sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz şeyler vardır ki, bizim için kötü sonuç doğurmuştur. O halde, biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler yapıp durumumuzu düzeltmeğe, kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat Allah’tan başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdâbına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilâç acı da olsa hastanın şifasına sebep olabilir. Doktor, zulmünden değil; şefkatinden ötürü o ilâcı hastasına vermektedir. Her arzu ettiğini vermek, hastayı ölüme sürükleyebilir. Şâyet Yüce Allah da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni yoksul yaşatıyorsa, seni çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin içinde senin için kim bilir nice faydalar, hayırlar olabilir. Ya bu vesile ile Allah sana ileride çok yararlı şeyler verecek yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, mânevî dereceni yükseltecektir.

Biz Rabbimizin her an, her nefes bin türlü nimetiyle besleniyoruz. Bir nefes alış, vücuda oksijen götürür; nefes veriş, vücutta biriken zehirli gazı dışarı atar. Bir nefes alış verişte Allah’ın bize iki lütfu, iki nimeti var. Bir vakit de O’ndan bir sınavla karşı karşıya kalırsak elbette sabretmemiz gerekir. Sabredersek acı olaylar tatlılaşır, Allah olayları hikmetle örmüştür. Bazen hayırlı sonuçları görünüşte insanın hoşuna gitmeyen olaylara bağlamıştır. Şerri hayır yapacak yine O’dur. “Allah tevbe edip güzel iş yapanların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” [361] Meyveler güneşin karşısında dura dura tatlılaşır. Hakkın rızâsına boyun eğenler de rûhen olgunlaşır, iki cihan mutluluğuna ererler. [362]

“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” [363]

 “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…” [364]

“...Hayır işlerden neyi yaparsanız Allah onu bilir. (Ey mü’minler!) Âhiret için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvâdır (Allah korkusudur). Ey akıl sahipleri! Yalnız Benden korkun.” [365]

“Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” [366]

“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” [367]

“İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik bir kadından kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin. Mü’min bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırır. Allah ise izni ve inâyeti ile cennete ve mağfirete çağırır; âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” [368]

“Güzel söylemek ve hoşgörü, peşinden başa kakılan, gönül inciten sadakadan daha hayırlıdır.” [369]

“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” [370]

“...Hayır olarak infak ettiklerinizden (harcadıklarınızdan) hepsi, kendiniz içindir (ondan Allah değil; siz faydalanırsınız). Yapacağınız infakı/harcamayı, ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için harcayın. Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız verilir. Ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” [371]

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” [372]

“Sizden, insanları hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emredip münkeri (kötülüğü) men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [373]

“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; ma’rûfu (iyiliği) emreder, (münkerden) kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz...” [374]

“Onlar, Allah’a ve âhiret gününe iman ederler; ma’rûfu/iyiliği emreder, münkerden/kötülükden men ederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlihlerdendir. Onların, hayır cinsinden yaptıkları şeyler karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” [375]

“Allah’ın, kereminden kendilerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için şerdir. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” [376]

“…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” [377]

“...Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayrâtta (hayırlı/iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” [378]

“Eğer Allah sana bir zarar verirse, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse, (bunu da giderecek yoktur), şüphesiz O her şeye kadirdir.” [379]

“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir (Hakkı işitip kabul etmeyen kâfirlerdir).” [380]

“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, kâfir olanlardır. Çünkü onlar (Allah’a) iman etmezler.” [381]

“Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” [382]

“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” [383]

“Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine hayırlar/faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varmıyorlar.” [384]

“Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.” [385]

“...Onlar (peygamberler) hayır işlerinde koştururlar; umarak ve korkarak Bize yalvarırlardı; onlar Bize huşû (derin saygı) duyarlardı.” [386]

“Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin: umulur ki kurtuluşa erersiniz.” [387]

“Doğrusu onlar (İbrâhim, İshak ve Ya’kub a.s.) Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı/iyi kimselerdendir. İsmâil’i, Elyesa’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlılardandır.” [388]

“İnsan, hayır istemekten usanmaz (Her şeyinin olmasını ister). Fakat kendisine bir şer/kötülük dokunursa hemen karamsar olur, (Allah’ın rahmetinden) ümidini keser. Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra Biz ona bir rahmet tattırırsak, ‘Bu, benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır’ der. Biz o inkâr edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara ağır azaptan tattıracağız. İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve kendine yönelir. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.” [389]

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” [390]

 

Hadis-i Şeriflerde Hayır ve Şer

“...Allah’ım! Hayrın tamamı Senin elindedir; şer ise Sana izâfe edilemez.” [391]

“İnsanlardan öylesi var ki, hayrın anahtarı, şerrin kilididir. Öylesi de var ki, şerrin anahtarı, hayrın kilididir. Eline Allah tarafından hayır anahtarları verilene müjdeler olsun! Eline şer anahtarları verilene de yazıklar olsun!” [392]

“Rıfktan (yumuşak huylu, şefkatli ve merhametli olmaktan) mahrum olan, her hayırdan mahrum olmuştur.” [393]

“Başınızdakiler en hayırlılarınız olduğu, zenginleriniz hoşgörülü davrandığı ve işleriniz aranızda görüşülüp danışılarak yürütüldüğü sürece sizin için yerin üstü, altından daha hayırlıdır.” [394]

“Allah, bir insanın ellerini hayrın anahtarı yapmışsa, ne mutlu ona!” [395]

“İnsanların en hayırlısı, iyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan kimsedir.” [396]

“İnsanların en hayırlısı, toplum içinde yaşarken bir taraftan o toplumun hakkını ödeyen, diğer taraftan Rabbine ibâdet eden, savaşa çıktığında ise düşmana korku salan kimsedir.” [397]

“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” [398]

“Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine duâ edecek sâlih evlât, kendisine sevâbı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim.” [399]

“İnsanların en hayırlısı, -savaş zamanında- malı ve canıyla savaşan, -barış zamanında- ise Rabbine ibâdet etmekle meşgul olup kendini insanlara zarar vermekten alıkoyan kimsedir.” [400]

“Üst el, alt elden (veren el, alan elden) hayırlıdır. Sen üst el olmaya bak! Sadakanın en hayırlısı da zenginlikten verilenidir. Kim haramdan sakınıp şerefini kurtarmak isterse, Allah onu iffet ve şerefli kılar. Kim de müstağnî davranırsa Allah onu zengin kılar.” [401]

“Andolsun ki, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam savaşmak, dünyadan da, dünyada olan şeylerden de hayırlıdır.” (Diğer bir rivâyette:) ...Üzerine güneşin doğup battığı şeylerden hayırlıdır.” [402]

“Allah yolunda harcanan bir gün, o yolda harcanmayan bin günden hayırlıdır.” [403]

“Allah, hiçbir mü’mine, yaptığı tek hayrın bile karşılığını ihmal etmek sûretiyle zulümde bulunmaz. Yaptığı her hasenenin karşılığı hem dünyada, hem de âhirette kendisine verilir. Kâfir ise, yaptığı hayır sebebiyle dünyada öylesine yedirilir ki, âhirete varınca, karşılığı verilecek tek hayrı kalmaz.” [404]

“Allah Teâlâ bir kulun hayrını diledimi onu isti’mâl eder!” “Onu nasıl isti’mâl eder?” diye soruldu. “Ölümden önce sâlih amel işlemede muvaffak kılar” buyurdu. [405]

“Hiç kimse, elinin emeğinden (kendi kazancından) yediğinden daha hayırlı bir şey yiyemez. Allah’ın peygamberi Dâvud (a.s.) da kendi elinin emeğini yiyip geçinirdi.” [406]

“Sizin hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” [407]

“Yâ Ebâ Zer! Sabahleyin kalkıp da Allah’ın Kitabından bir âyet öğrenmen, yüz rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır. Ve yine sabahlayıp da ilimden bir bab (bölüm) öğrenmen bin rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır.” [408]

“Bu ilme, henüz ortadan kalkmadan istekli olun, sarılın! Onun kalkması, yeryüzünden ref olunmasıdır. Âlim ile ilim öğrenen (öğrenci) ecirde müşterektirler. Diğer insanlarda ise, hayır yoktur.” [409]

“Allah Teâlâ katında, arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına en hayırlı olanıdır. Komşuların en hayırlısı, komşusuna en hayırlı olanlarıdır.” [410]

“Kıyâmet günü, Allah indinde, derece itibarıyla insanların en şerlisi, başkasının dünyası uğruna âhiretini hebâ eden kuldur.” [411]

“Allah’a andolsun ki, Allah’ın senin vâsıtanla bir adamı hidâyete erdirmesi, kızıl tüylü develerden oluşan sürülerden senin için daha hayırlıdır.” [412]

“Âlimin âbide olan üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir. Şüphesiz ki Allah, melekleri, gökler ve yer ehli, hatta delikteki karınca, denizdeki balık bile insanlara hayır/iyilik öğretene salevât verirler (duâ ve istiğfârda bulunurlar).” [413]

Hadis-i şeriflere göre, insanların (veya müslümanların) en hayırlıları; “dostlarına ve komşularına hayrı dokunan”; [414] “ömrü uzun, ameli güzel olan”; [415] “geç öfkelenip çabuk yatışan”;[416] “borcunu güzellikle ödeyen kimse”dir.[417] Ticâret ehlinin en hayırlısı da borcunu güzellikle ödeyen, alacağını güzellikle isteyendir.[418] En hayırlı yönetici ise halkının kendisini sevip hayır duâda bulunduğu kişidir. [419]

“Amellerin en hayırlısı, namaz” [420]; “mescidlerin en hayırlısı geniş olanıdır.” [421]; “Oruç tutmak, sadaka vermek ve geceleyin namaz kılmak ‘hayır kapıları’dır.” [422]; “Hayâ, bütünüyle hayırdır.” [423]

 

Her Şeyi Yaratan Allah’tır; Fakat Şer İnsanlardandır

Her şeyi yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil; Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, O’nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?

İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’î irâdesini o işi yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böyle bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun. Işık ham maddesi O’nun. Görülen bütün eşya da O’nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer.

Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet, belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de yaratan Allah’tır. Çünkü her mümkini ve her işi yaratan Allah’tır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah’ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de hikmet ve İlâhî adâletin bir gereği olarak yaratmıştır.

Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru yolu göstermiştir: “Biz ona (insana) iki yol gösterdik.”[424] Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: “Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha ermiştir.”[425]

Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah’ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. “Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi.”[426] Allah böyle yapsaydı, insanlar akıllarını kullanarak, vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.

İnsanların şerre dönüştüreceği şeyleri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah’ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak, Allah’ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur.

Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının affolması veya bir kısmından vazgeçilmesi ve o kişinin ecirler kazanması için hastalık, musîbet veya bazı sıkıntılar verir. Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz’î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.

Yüce Allah’ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları hak edenlere verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.

Eski İran’da mecûsîler ve zındıklar, “âlemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz’dür (Ahura Mazda). Kötülüklerin kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen’dir (Angra Mainyu)” derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler.[427] Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş veya uydurulmuş bâtıl dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah’a yüklemenin hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden Kur’an, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her şeyin hâlıkı Yüce Allah’tır[428] buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu bildirilirken, hâlıkının Kendisi olduğunu açıklamıştır. “Ona iki yolu (hayrı ve şerri) göstermedik mi?”[429] buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin insan olduğunu, Allah’ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren kulu, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.

Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi) dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı gibi,[430] şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının/amellerinin sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği”[431] ilân edilir. Dolayısıyla Allah’ın, insanın şerre dönüştüreceği şeyleri yaratması şer değil; tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir. Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı, bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.

Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır. Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan yapan, onun kendisidir. Meleklerle birlikte tâbi tutulduğu bir imtihanda bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, Allah’ın yaratması yönüyle her şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer kesb iledir ve mülk cihetindedir.[432]

Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan, fiilin hâlıkı olur. Çünkü O’ndan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur. Halk etme Allah’a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir. Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün âmilleri hesap dışı bırakmak olur. Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun. Işık hammaddesi O’nun. Görülen bütün eşya da O’nun. O halde insan, neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise bu bakış “hayır” olur, haramsa “şer.”

Kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bunu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.

Kadere inanıyoruz. Ama, takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir.[433]

 

Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez:

“Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” [434]

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” [435]

“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler.” [436]

“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” [437]

“İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.” [438]

“Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” [439]

“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” [440]

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [441]

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” [442]

Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.[443] İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.

Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.[444] Allah, yaratıcıların en güzelidir.[445] Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır.[446] Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.[447] Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.[448] Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.[449] Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür.[450] Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.[451] En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir.[452] Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur. [453]

 

Merhametli Allah’a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması

İnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin bulunmasını nasıl izah ederiz? Hâlbuki, insanların çoğunluk itibarıyla bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre, Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz? Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak, şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor. Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı. Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist, hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.

Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:

Şerlerin bulunduğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır.[454] İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde, insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile “ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için Allah’tan istimdât penceresi açıktır.

İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir. Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir. Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek, rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir. Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan “ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”, şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden, hayırlı vesilelerdir.

İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır. Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış gâyesinden tamamen sapmakta veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb” ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.

Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezası olarak karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir. Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru veya kötülüklerimizin cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.

Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir. Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez. Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin, Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin bulunduğu da hatırlatılmıştır.

Bu durumda, kâinatta, gerçek mânada “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.

Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir veya onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. [455]

 

Hayrın İki Yönü

Hayrın mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.

 Hayır ve şer ya mutlaktır (kesin), ya da izâfîdir (göreceli). Sözgelimi, adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayır’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdir. İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gelir. Mal, servet, dünyalıklar bazılarına hayır olabilir, bazılarına da şer. Helâldan kazanılıp helâla harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala “hayırlı mal” denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayr olduğunu sanmamalıdır.[456] Demek ki helâldan kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç, az da olsa, sahibi için hayırdır.

 Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihad etmeyi, savaşmayı emretmektedir. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “…Olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” [457] Kur’an, kadınlara güzel davranılmasını emrettikten sonra şöyle ilâve ediyor: “…Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda (sizin için) çok hayr yaratır.” [458]

 Kur’an’ın ifadesine göre imtihan için yaratılan insan, çeşitli olaylarla, sıkıntı ve belâlarla imtihan edilir. Başına felâket gelir, zorluğa uğrar, malı elinden gider, yakını ölebilir, zulme uğrayabilir, baskı ve işkence görebilir, dinini yaşamak uğruna zorluklarla karşılaşabilir. Hepsi de denemek içindir. O yüzden insan çoğu zaman kendisi için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Allah (c.c.) insanları bir sınav olmak üzere hayır ve şer ile denemektedir.[459] Bazı insanlar kendisi hakkında hayırlı olanı, faydalı olanı durmadan ister. Bir şerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılır. Bir bolluğa ulaştığı zaman da Allah’ın nimet verici olduğunu unutur ve inkârcılığa kalkışır. [460]

 Mutlak hayır insan tarafından bilinebilir. Daha doğrusu Büyük Yaratıcı görevlendirdiği elçiler aracılığıyla bütün insanlara hayrı da şerri de açıklamıştır. Bunun dışında olan ve insanların zaman zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden kaynaklanan bazı davranışların hayır olup olmadığını bilmek zordur. Ancak iman edip, imanın nuruyla basiret sahibi olan müttakî mü’minler, çoğunlukla kendileri hakkında hayır olan şeyleri anlarlar. Örneğin, bu gibi mü’minler başlarına gelen bir musibeti şer sayıp isyan etmezler. Bilakis onu bir imtihan sebebi sayar, sabreder ve o denemenin gereğini yaparlar.

 

Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer

Mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler. Hayır sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi irâdeleri dışında bir şerle karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da şerri hayra çevirmeye çalışırlar. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. İnsan, kendi özgür irâdesiyle bunlardan birini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği hayır ve şer işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle hayır ve şer olan işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) hayrı yaratır, şerre râzı olmaz. İnsanın hayır ve şer ile denendiğini, onun yaptığı bütün hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana şer işleme irâdesinin verilmesini anlarız. Şüphesiz ki mutlak yaratıcı yalnızca Allah’tır.

 Hayır, bir anlamda Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller, yapılan iyilikler, faydalı işlerdir. Bunun zıddı olan şer ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır. Kur’an şöyle diyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” [461]

Allah (c.c.) kullarının şer işlemlerine izin verse bile, şer yapılmasını istemez; buna râzı değildir. O yüzden kullarını sürekli hayra ve hayır işlemeye dâvet eder. Kullarının yanlışlarını ve hatalarını hatırlatarak hayır olanı onlara göstermektedir.[462] Kur’an, bazı amelleri, davranışları ve pozisyonları daha hayırlı saymaktadır. Meselâ, en hayırlı azık, takvâdır.[463] Yetime bakmak,[464] başa kakılan bir sadakadan daha fazîletli olan güzel bir söz,[465] Allah yolunda tasaddukta bulunmak,[466] inkârcıların hilelerine karşı Allah’ın kurduğu tuzak, Allah’ın mü’minlere olan yardımı,[467] âhiret hayatı,[468] rızık verici olarak Allah,[469] eşler arasındaki sulh/barış [470] ve bunlara benzer birçok şey, daha hayırlıdır.

 İslâm ümmeti insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Islâma iman eder, ma’rûfu emreder, münkerden sakındırırlar.[471] Kur’an, “Sizden, insanları hayra çağıran bir topluluk bulunsun…” [472] buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki hayır, İslâm’dır; İslâm’ın ilkeleridir, sâlih ameldir, faydalı olan her türlü iş ve ahlâktır.

 Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak vahyi göstermektedir. Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Toplumların işlerinin hayır olması da iş başında hayra gönül vermiş kimselerin olmasına bağlıdır. En şerlilerin yönettiği toplumlarda hayır barınamaz. Dünyada da âhirette de gerçek kurtuluşun yolu, hayır sayılan amelleri işlemekle mümkün olur. Bu anlamda hayır, sâlih amelin ta kendisidir. “Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” [473]

 İnsanlar farklı farklı hedeflere yönelirler. Kendilerince önemli buldukları işleri yaparlar. Birçokları da kendi yaptıklarıyla övünür. İslâm’a göre ise hayat bir hayır işleme yarışıdır: “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…”[474] Mü’minlere düşen Allah’ın gösterdiği hayrı işlemek, hayırda yarışmak, hayrât sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp hayra sarfetmek, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği kadar hayır olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle beraber Kur’an’ın övdüğü “ahyâr”dan/hayırlılardan olmaktır.[475] Mü’min, ölüm gelmeden önce hayırlı ameller konusunda acele eder. [476]

Kur’ân-ı Kerim ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda hayır kelimesinin, başta mâlî fedâkârlıklar olmak üzere her türlü yardım severliği ifade eden bir anlamda kullanılması ve müslümanların bu tür faâliyetlere teşvik edilmesi, erken dönemlerden itibaren müslümanlar arasında güçlü bir dayanışma ruhu geliştirdiği gibi çeşitli kişi ve kuruluşlarca başta vakıf kurumu olmak üzere, dâruşşifâ (hastane ve sağlık ocağı), dâruleytâm (yetimler yurdu), dârulaceze (düşkünler yurdu, huzur evi), dâruşşafaka (şefkat yurdu, öksüz, yetim ve mağdur çocuklar yurdu ve okulu), imâret (külliye, yoksullara yardım maksadıyla meydana getirilen kuruluş, fakirlere ve öğrencilere yiyecek verilen yer), sebil (yol kenarlarında kurulmuş olan Allah rızâsı için su dağıtılan yapı), köprü, câmi, mektep, medrese, Kur’an Kursu, İmam-Hatip gibi kamuya hizmet veren birçok hayır eserinin meydana getirilmesini sağlamıştır. İslâm dünyasının ekonomik, sosyal, költürül ve siyâsî krizlere mâruz bulunduğu 20. yüzyılda bu tür faâliyetlerde bir gerileme süreci yaşanmışsa da, yine de hayır faâliyetleri kesilmemiştir. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları gibi çağdaş yöntemlerle faâliyet gösteren kurumlar günümüzde de oluşturulmakta; bunun yanında özellikle sivil toplum anlayışının yaygınlaşmasına paralel olarak sivil toplum kuruluşu olarak pek çok gayr-ı resmî kişi ve kurumlarca, başta eğitim ve öğretim olmak üzere pek çok alanda hayır faâliyetlerinde bulunan vakıf ve dernekler kurulmaktadır. [477]

 

İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer

İslâm düşünürlerine göre şerrin varlığı, aslî değil; ârızîdir. Mutlak hayrın aksine mutlak şer mevcut değildir. Şerrin zâtı yoktur. Çünkü şer, bir şeyin veya bir kemâlin yokluğudur; yani şer, bir tür eksikliktir. Varlıklarda şer olarak bilinen durumlardan her biri, bir şeyin yokluğuna sebep olan şerden ibârettir. Eğer var olan bir şey herhangi bir varlığın zâtına veya güzellik, îtidâl, yetkinlik gibi niteliğine halel getirmiyorsa, herhangi bir şekilde yokluğa sebebiyet vermiyorsa böyle bir şeyin varlığı bir zarar doğurmuyor demektir. Buna göre şerre sebep olmayan şeyin kendisi de şer değildir.

İslâm düşüncesinde hayır ve şer problemi, geniş ölçüde iyimser bir yaklaşımla ele alınmıştır. Konuya felsefî yöntemle ilk yaklaşan âlimlerden biri olan Câhiz, başlangıcından itibaren dünya düzenini hayırla şerrin, faydalı ile zararlının imtizâcına (bağdaşmasına) bağlar. Câhiz’e göre eğer dünyada yalnız şer bulunsaydı bütün varlıklar helâk olurdu. Aksine eğer sırf hayır bulunsaydı, o zaman da bir yükümlülük (imtihan, külfet) düzeninden söz edilemezdi. Ayrıca şerden kurtulup hayrı gerçekleştirmek için düşünmenin kalkmasıyla da hikmet yok olurdu.

İlâhî hikmet, âlemin en güzel, en mükemmel ve en sağlam bir şekilde kurulmasını gerektirmiştir. Âlem hayır olan bir asıldan meydana geldiği için, düzeni de hayır olmuştur. Her ne kadar dünyada bazı sebeplerin çatışmasından bir şer ve bozulma (fesâd) doğar ve meselâ âlem için sırf hayır olarak yaratılan yağmur bazen zarar verirse de bu husus, yağmurun genel düzendeki hayır işlevini sarsmayan cüz’î ve ârızî bir durumdur. Şu halde yağmurun büsbütün yokluğu küllî şer, ara sıra zarara sebebiyet vermesi de cüz’î şerdir. Âlem ise cüz’îye göre değil; küllî nizâma göre işler.

Allah’ın, evrendeki her varlığa genel düzen içindeki yeri bakımından lâyık olduğu hayrı eksiksiz vermesi O’nun cömertliğinin, merhametinin ve Rablığının bir sonucudur. Bununla birlikte İslâm düşünürleri, şerrin yokluğunun da savunulamayacağını, ancak şerrin varlık düzeninde amaçlanmış bir durum olmadığını, ayrıca dünyada hayrın şerden daha çok olduğunu belirterek ölçülü bir iyimserlik görüşüne sahip olmuşlardır. Meselâ su serinletir, ateş ısıtır ve onlardaki bu nitelikler varlık düzeni için tamamen hayırdır. Bir insanın suda boğulması veya ateşte yanması birer şer ise de, bunlar su ve ateşin yaratılışında birinci derecede amaçlanmış hususlar değildir; ayrıca bunlar, genel hayır düzenini ve hayrın mutlaklığını sarsacak sıklıkta vuku bulmayıp ara sıra ortaya çıkan kötülüklerdir. Bu iyimser anlayış, insanla ilgili durumlara da uygulanarak ilâhî irâde ve inâyetin, yeryüzünün halîfesi olan insan türünün kıyâmete kadar dünyada yaşayacak ve orayı hükümranlığı altına alıp îmar edecek şekilde düzenlediği belirtilir ve buna “birinci maksat” denilir. Buna karşılık tek tek kişilerin karşılaştığı durumlar, tâlî dereceden amaçlanmış olan ârızî olaylardır. Bu olaylara bütün halinde bakıldığında bunların küllî yapıya bir düzen olarak yansıdığı görülür. Nitekim canlı tabiattaki başlıca şer çeşitlerinden elemler (acılar, ağrılar, üzüntüler) görünüşte şer gibiyse de canlıların varlıklarını sürdürmelerine katkıda bulunması bakımından hayır sayılmalıdır. Meselâ açlık elemi, canlıya beslenme ihtiyacını hissettirmesi bakımından hayırdır.

İslâm düşünürlerinin evrende hayır düzeninin hâkim olduğu şeklindeki iyimser felsefesi, Gazzâlî’ye nisbet edilen ve zamanla bir vecîze haline gelen, “Leyse fi’l-imkân ebdau mimmâ kân -Var olandan daha mükemmeli mümkün değildir-” şeklinde özetlenmiştir. Gazzâlî, hem tertibindeki güzellik, hem de yaratılışındaki mükemmellik bakımından bu âlemin “sûret”inden daha mükemmelinin bulunmadığı şeklindeki düşüncesini açıklarken aksine bir görüşün Allah’ın cömertliği ve kudretiyle bağdaştırılamayacağını belirtir. Gazzâlî’nin devam ettirdiği bu iyimser felsefe, daha sonraki dönemlerde geniş kabul görmüştür.

İbn Teymiyye ise, şerri sırf yokluk ve kısmî yokluk şeklinde ikiye ayırarak var olan bir şeyin sırf şer olamayacağını ifade eder. Çünkü var olan her şeyde mutlaka bir yarar, bir hayır bulunması gerekir. Allah hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmamıştır; bu hikmet, varlığın hayır tarafıdır. Özü itibarıyla yokluk sayılan şer ve kötülükler varlık değeri taşımadığından bunları Allah’ın yarattığı söylenemez. Çünkü Kur’an’da, “Allah bütün varlıkların yaratıcısıdır” [478] denilmiştir. Sonuç olarak küllî olgular yalnızca hayırdır ve kulların yararınadır.

İslâm düşünürleri ahlâkı da âlemdeki genel hayır düzeni çerçevesinde açıklamışlardır. Buna göre kötü fiiller ve bunların kaynağı olan kötü huylar, ruhun kendine has bazı yetkinliklerini kaybetmesinin sonucudur. Aslında insanın kötü denilen fiilleri de temelde onun yetkinliğinin bir parçası olan, dolayısıyla iyi sayılması gereken bazı niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Meselâ İbn Sinâ’nın örneğiyle, nefsin öfke gücü hâkimiyet kurmak sûretiyle yetkinlik kazanır; fakat öfke ve hâkimiyet, bazen şerre de yol açabilir. Bu durum, yine nefsin bir gücü ve yetkinlik aracı olan aklın öfke gücüne baskın gelmesiyle önlenir. Bu şekilde akıl, hem nefiste kötü ahlâkın gelişmesini hem de zulüm gibi kötü fiillerin ortaya çıkmasını önlemiş olur. Bu sebeple insan, her türlü aşırılıktan kurtulmak için kendini sürekli olarak akıl ve düşüncenin denetimi altında bulundurmalıdır. [479]

 

Şerrin Ehveni Olur mu?

Özellikle Hakkın hâkim olmadığı, şer ve fesâdın devlet ve çevre eliyle mecbûrî istikamet olarak gösterildiği yerlerde çoğu zaman iki şerden birini kabul etme mecbûriyetinde kalırız. Bu takdirde yapılacak iş, şerrin ehvenini, yani daha hafifini kabul etmekten geçer. Burada hayırla şerrin karşılaştırması yapılıyor değil. Elbette ki hayırla, ehven-i şer karşı karşıya gelince hayır işlenecektir. İki şerden birinin tercih edilmesinden başka bir seçenek olmadığı durumda ne yapılacağı, nasıl hareket edileceğiyle ilgili olarak, ehven-i şerrin tercih edilmesi, zararın en az atlatılması olarak değerlendirilmelidir. Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusunda bu gerçek, “iki fesâd teâruz ettikde (karşı karşıya geldiğinde) ehaffı (daha hafifi) irtikâb olunur” şeklinde kurallaştırılır ve iki ayrı misalle açıklanır: “Yangında, yangın yerine yakın evlerin yıkılması, yangının büyümesini önleyecekse bu yola tereddütsüz gidilir.” “Batmaya yüz tutan geminin bir kısım yükleri denize atılır.”

Ehven-i şer için, naklî delil olarak, “Fitne, katilden daha büyüktür (beterdir).” [480] âyet-i kerîmesi getiriliyor. Yani, fitneye sebep olacakları katletmek, fitneye yakalanmaktan daha ehven. Mutlak mânada, adam öldürme elbette arzulanmaz. Ama bu adamlar fitneye sebep olacaklar ve bu yüzden nice insanların maddî ve mânevî hayatları tehlikeye girecekse, bu katl olayı ehven kalır. “Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl kabul edilir.” Yani, çok hayır için, (başka bir yol yoksa) az bir şer kabul edilir. Büyük bir hayrın gelmesi, az bir kısım şerlere bağlıysa o şerler, istenmeyerek de olsa, kabul edilecektir. Kangren olmuş ve kesilmesi gereken bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Hâlbuki, zâhiren şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir; şerr-i kesîr olur.” Parmağın kesilmesi elbette şer. Ama elin kurtulması için bir parmağın fedâ edilmesi gerekiyorsa bunu yapmak gerekir; aksi halde şer büyür; parmak yerine el kaybedilir.

“Hayır”, bir tek hakikat olduğu halde, sonsuz denecek kadar çok şûbelere ayrıldığı gibi, şer de öyledir. Onun da nice alt birimleri, yan kolları vardır. Meselâ, sağ el ile yemek sünnet ve hayır; sol elle yemek ise bunun zıddı, yani şer. Aynı şekilde, namaz kılmak hayır, bunun terki ise şer. O halde, ehven-i şer yoktur diyerek, sol elle yemek yemeyi, namaz kılmamakla eşit tutmak mümkün mü? Ticarî hayatta da kâr gibi, zararın da nice dereceleri var. Zarar da şerdir, iflâs da. Ama bunları eşit kabul edemeyiz. “Zararın neresinden dönülürse kârdır” deriz. Kur’an’da, “mü’minlere en şiddetli düşmanlığı yahûdilerin ve müşriklerin yaptığı beyan edilir.[481] Hıristiyanlar ise, bu iki gruba göre daha ehven sayılır.[482] Kendi halinde, kimseye karışmayan sıradan bir kâfirle, İslâm’a karşı her imkânıyla savaşan İslâm düşmanı bir harbîyi eşit kabul edemeyiz.

Üç kişi düşününüz: Birisi alkolik olsun, diğeri hem alkol alsın, hem de kumarbaz olsun. Üçüncüsü ise, hem alkolik, hem kumarbaz ve hem de hırsız olsun. Bunların üçünün de yaptıkları şer ve bunların üçü de şerli kimseler. Ama birinci ikinciye, ikinci de üçüncüye göre ehven. Hepsi kara, ama tonları farklı.

Mü’min, mecbur kaldığında, ehven-i şerle amel ettiği gibi; onun en büyük düşmanı olan şeytan da tam aksine, “a’zam-ı şer” (şerrin en büyüğü) ve “ehven-i hayır” (hayrın en hafifi) ile amel eder ve ettirmeye çalışır. Bunlar, onun vazgeçilmez prensipleridir. Onun en büyük hedefi insanları şirke bulaştırmaktır. Bir mekruhu veya haramı gözde fazla büyüterek Allah’tan ümit kestirmek ya da “ölmüş eşek kurttan korkmaz” dedirterek, “bu yanlışı yaptın, öyleyse şu şirki ve küfrü de işle, nasıl olsa aynı şey” diye telkinlerde bulunarak insana yaklaşır. Böylece haramlarla şirki aynı terazide tartan şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zâlim bir müşrik yapmaya çalışır. Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece gündüz çalışan İslâm düşmanı bir dâvâ adamına dönüştürmeye gayret eder. Bu onun son hedefidir. Zira dâvâ sahibi olmayan bir müşrik, şeytanın kölesi ise, şirki dâvâ edinen savaşçılar onun can yoldaşıdır; Kur’an tâbiriyle “şeytanın askerleri/hizbi.” Bütün bunlar, şeytanın, “a’zam-ı şer” ile amel ettiğine örneklerdir.

Şeytan, bütün oyunlarını boşa çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı seçen mü’minlerde taktik değiştirir. Onlar hakkında ehven-i hayırla amel eder. Mü’minin imanına ilişemeyeceğini anladımı, onun ibâdetiyle uğraşır; ibâdetsiz bir mü’min olmasını arzu eder. Bunu başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nâfilelere yanaşmamasını ister. Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî ibâdetlerle meşgul olmasını, başkalarına tebliğ etmemesini arzu eder. Ve mü’minlere şu yollu telkinlerde bulunur: “Her koyun, kendi bacağından asılır!”, “Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından asarlar!” Şeytanın, “ehven-i hayır” ve “a’zam-ı şer” ile amel etmesi ne kadar desîse/entrika gereği ise; bizim de onun tam tersine, “a’zam-ı hayır” ve “ehven-i şer” ile amel etmemiz o kadar hikmetli olacaktır.[483] Tabii ki, hayrın ve hakkın olduğu veya uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.

Bazı müslümanlar, “şerrin ehveni olmaz!” derler. Bu söz, hiçbir günahın küçük görülmemesi mânâsına söyleniyorsa, takvâ kasdıyla ifade ediliyorsa, dinin temel esaslarından tâviz verilmemesi gerektiği dillendiriliyorsa, doğrudur. Siyasi ve sosyal küfrü savunmak amacıyla şerri ehven vasfıyla temize çıkararak bize sunan zihniyete karşı biz de haykırıyoruz: “Şerrin ehveni olmaz!” diye. Ama baş ağrısını kanserle bir tutma kabilinden, mekruhu haramla veya günahı şirk ve küfürle aynı görmek söz konusu ise, bu söze katılmak mümkün değildir. Edille-i şer’iyye dediğimiz dinin emir ve yasakları konusunda, “yapılması gerekenler” ve “yasaklar” gibi iki liste yoktur. Bu tür hikmetlerden dolayı, farzdan, vâcibe, sünnete, müstehaba ve mubaha varan bir merdiven vardır. Haramlar için de aynı durum söz konusudur: Şirk/küfür, haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh gibi dereceler. Örneğin, bir müstahabı veya sünneti yerine getireceğim diye bir haramın işlenmesi hiçbir şekilde, naklen ve aklen uygun görülmez.

Bu konuda unutulmaması gereken husus, “hayır” ve “şer” tanımları ve hayrın/hakkın tercih edilmesi için bütün yolların tıkalı olmasıdır. “Hayrın çok olması”, mutlak hayır olması ve âhiretten bağımsız olmayan hayır anlamında ele alınmalıdır. “Şerrin az olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması, dinin temel yasaklarını içermemesi demektir. Yani bu konuda ölçü, dinin tâviz verilemeyecek esaslarından olmayan bir şer ile dünyâ ve âhiret hayrının kast edilmesidir. Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak”[484], “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak”[485], “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek”[486] gibi konular hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ehven bir şer kabul edilemez. Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer ve tâviz” tanımları açısından önemlidir. Bu konu, şeytanın tâviz için insana yaklaşabileceği bir alan olması hasebiyle, çok dikkatli olunmasını gerektiren, hassâsiyet, ehliyet ve samimiyetle değerlendirilmesi zorunlu bir husustur.

Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah[487] sadece hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı her şey de şer. Haramlara hayır denmediği gibi; harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildir. Mü’minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O, duyu ve duygularının, hevâsının değil; Allah’ın kuludur. Hoşlandığı ve hoşlanmadığı her konuda Rabbine itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu ve duygularını da selim kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. O anda, Allah’ın emirlerindeki hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.

Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı kılmış olabilir.[488] Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar.[489] Müslüman, Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.

Hastanın durumuna göre ilaç verilmesi gerektiği bir vâkıadır. Aynı doktor, bir hastaya su içmeyi yasaklarken, başka bir hastaya bol su içmeyi tavsiye eder. Hatta aynı hastaya, bir zaman yasakladığı bir şeyi başka bir zaman tavsiye edebilir. Bu durum, doktorda çelişki ile izah edilemez. Aynen böyle. Küfürle bir haramı aynı gören ve her ikisini de şer kabul edip aralarında bir ayrım gözetmeyen kimseye, dememiz gereken şey; elbette: “İkisi de şerdir, ama biri ehvendir, diğeri daha büyük şerdir. Haramla küfür, şer yönüyle aynı değildir” demek olacaktır. Tam tersine, böyle birisine: “Tabii, şer şerdir, ehveni filan olmaz; haram da birdir, küfür/şirk de. Hangisini yaparsan yap!” diyebilir miyiz?

Ama, bir diğer şahıs: Dinin bazı konularını tâviz masasına yatırıp küfrün bir kutsalını övmek için dinden bir konuyla kıyas ediyor ve bir şerri (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükümeti desteklemeyi, demokrasiyi, oy vermeyi vb. şeyi) hayır olarak sunamadığı için şer kabul ediyor, ama ehven kabul ederek insanlara sevdirmeye çalışıyor ve böylece çok ciddi bir şerri “ehven” göstererek Müslümanlara tavsiye ediyorsa; o zaman “ne yapalım, İslâm yasaklıyor, ama bu önemli bir yasak değildir; şerdir, ama ehvendir, kabul edelim” mi dememiz gerekir? Elbette, böyle bir durumda: “Hayır var olduğu müddetçe; şer şerdir; ehveni filan olmaz; şerden Allah râzı olmaz; ehven de olsa, kötüdür” demek en doğrusudur.

 

Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller

İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Allah için yapılan her meşrû amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Olaylara ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir.

Ehven-i şer, daha az kötü, daha az fena olan demektir. Hayrın ve hakkın olduğu veya imkân nisbetinde uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.

Şer’î ise, şeraite uygun, şeraitle ilgili demektir. İslâmiyet’in temel kurallarına ve İslâm dininin emrettiği dünya nizamına uygun olan demektir. Şer kelimesiyle bir ilgisi yoktur; şeriat kelimesiyle aynı kökü paylaşır.

Müslümanlar olarak bu oyunların ne zaman farkına varacağız? Dişimizi kıran taşın, rengi pirince en çok benzeyen taş olduğunu, basit kazanımlar peşinde bâtıl düzenlerin kurtarıcılarını desteklerken, aslında şer bataklığının içine çekildiğimizi ne zaman kavrayacağız? Ne zaman at gözlüklerimiz çıkartıp hayrı göreceğiz, duygularımızın esiri olmayı bırakacağız? Benimsenmesi ve giderek hayır zannedilip savunulması yönüyle en zararlı şerrin, ehven-i şer olduğunu ne zaman anlayacağız?

Beyazın siyahı, yakının uzağı, haksızın haklısı, güzelin çirkini… Bu tamlamalar ne kadar anlamsız ve saçma geliyor kulağımıza değil mi? Hiç beyazın siyahı olur mu? İçerisinde siyah bulunan renk, artık beyazlıktan çıkmamış mıdır? Ya haksızın haklısı!

Ama bunlara çok benzeyen ve de çok sık kullandığımız bir deyim var dilimizde. “kötünün iyisi” diye. Alıştık, alıştırıldık bu tamlamaya. Hiç düşünmedik bir şey hem kötü, hem de iyi nasıl olur diye. Bakışlarımızı sadece şer tarafına çevirmemiz istendi; taktığımız at gözlükleri başka şeyleri örneğin hayrı görmemize engeldi. Bu şer çöplüğünde sıtma da vardı, ölüm de. Ölümü gösterdiklerinde bize, sıtmaya razı olduk; sağlıklı bir ömrü aklımızın ucundan bile geçirmeden.

Gözümüz şer tarafına kaymış, burnumuzu bu pisliğin içine sokmuştuk ya işte bu şeytanın arayıp da bulamadığı bir fırsattı. Artık melek postuna bürünüp bizi kandırabilirdi, aynen Âdem ve eşine yaptığı gibi. Hani nasıl da onlara dost görünmüş, sonsuzluk ve güç vaad ederek Allah’ın yasakladığı ağaçtan yedirmişti.[490] Deseydi ki “Ben sizin düşmanınızım, bu ağaçtan yiyin ki Allah sizi cezalandırsın”, o ağaçtan yerler miydi hiç? Şeytan, Allah’a giden dosdoğru yolun üzerinde oturuyordu[491] ve bu yaklaşım da şeytanın sağdan yanaşmasıydı,[492] şeytanın Allah ile aldatmasıydı. [493]

Popülist câhiliyye kültürünün, hayatımızın her alanında şerde hayır aramamızı empoze ettiğine şahit oluyoruz. Cehenneme giden yolların üzerindeki iyi niyet taşlarıdır “ehven-i şer” anlayışı. İman ve küfür arasındaki çizgiyi, hakla bâtıl, hayırla şer arasındaki sınırı silip atan bir anlayıştır bu.

 

Ehven-i şer anlayışının meşruiyeti var mıdır?

Hayrı, yani vahyin tavsiye ettiği hususu tercih etmeyip şerlerden birini tercih etmek gibi bir yanlış seçim karşısında olan insan bilmeli ki; şer olması hasebiyle hiçbir günah, küçük ve basit görülemez; hiçbir şer de şer olması hasebiyle ehven olamaz.

Şer şerdir. Hayra ulaşmak mümkün olduğu halde, şerler arasında tercih yapılamaz. Kur’an, ehven de olsa şerre tâbi olmayı, onunla uzlaşmayı hiçbir şekilde câiz görmez.

“Şerrin az veya hafif (ehven) olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması da, dinin temel yasaklarını içermemesi anlamında kullanılabilir. Dinin tâviz verilemeyecek esaslarından birini pazarlık konusu yapmak, küfürle, tâğutlarla uzlaşmak, şerrin hafifi, ehveni midir; yoksa en büyüklerinden birisi mi? Kendisinde hayır bulunmayan bir şer ile, ya da hayır ve şerrin karıştığı için hakla bâtılın senteze girdiği bir tavırla dünyâ ve âhiret hayrı nasıl umulabilir? Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak”,[494] “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak”,[495] “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek”[496] gibi konular, bir muvahhid mü’min tarafından nasıl ve ne şekilde ehven bir şer kabul edilebilir? Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer” tâbirini sık kullananlar açısından cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Kapitalizmi savunan birileri tarafından komünizme göre kapitalizm ehven-i şer olduğu için desteklenmelidir. Nitekim, “lâ”sı olmayan ılıman bir dini savunan ve dış ülkelere de açılan uzlaşmacı büyük bir grup yıllarca bu mantıkla masonları, İslâm düşmanı yöneticileri savunmadı mı? Sosyalizm ve komünizmi savunan kimseler de Müslüman olduklarını iddia eden bazılarına, sosyalizmi ehven-i şer diye takdim edip kapitalizmi destekletebilirler. PKK bile bu konudan yararlanıyor; aynı argümanı kullanarak TC ile kendi örgütü arasında hangisinin ehven olduğu hususunu sorarak bir tercih yaptırmaktadır. Bu konu, şeytanın tâviz için insana yaklaşabileceği bir alandır.

Şer, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Şer, temelde başta şirk olmak üzere Allah’a isyânı, her çeşit günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi sapık inanç ve tavırların hepsi şerdir. Kur’an’da şer kavramı, daha çok şirk, küfür ve isyan yerine kullanılır. Kur’an’da şer kelimesiyle, bazen sû’ yani günah işleme duygusu da anlatılır.

Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır.[497] Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır. Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir. [498]

Muvahhid mü’min için hayırla şer arasında nasıl bir tercih yapması gerektiği gibi bir soru, gereksiz bir soru olması icap ettiği halde, maalesef “vahy” demek olan mutlak hayrı tercih etmenin göreceli zorluğuna katlanmak istemeyen tavizci kesim kendine göre şerler arasında bir tercih yaparak ehven kabul ettiği şerri (hayra rağmen) tercih edebilmektedir. Unutmayalım: “vahy”, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır. “Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” [499]

Şer olan bir sistemin herhangi bir kurumundan şer’î olan bir uygulama yapılması beklenebilir mi?

Cehennemden saraylar, köşkler beklenirse, şer olan bir sistemden veya onun bir kurumundan da şer’î bir uygulama beklenebilir. Şer, zaten şeriata ters olan, Allah’ın rızâsına uymayan işlerdir. Şerden şeraite uygun bir uygulama kesinlikle beklenemez. Şer şerrî bir uygulamayı neticelendirir, şer’î uygulamayı değil.

Şerden ancak şer doğar, mahzâ hayır olan şeriat (şer’î uygulama) değil. Şerre sebep olan herhangi bir şey de şerdir. Baştan aşağı şer kabul edilecek tâğutî düzenlere oy vermek veya onların devamından ve güçlenmesinden yana tavır almak da tümüyle şerdir; böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiçbir yönü yoktur. Muvahhid mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler, şerre destek olmazlar. Bilirler ki, hayra destek ve vesile olmak o hayrı işlemek gibidir; şerre destek ve vesile olmak da o şerri işlemek gibi insanı günahkâr yapar. “…İyilik ve takvada (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”[500] Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller “hayır”dır. Bunun zıddı olan şer ise, bütün günahlar ve faydalı zannedilse bile aslında zararlı olan, en azından faydasız olan işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır.

Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa “ehven-i şer”dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer mantığı ise, hayra giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı için, esas büyük şerden de daha zararlı olabilir.

İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup yaşattığı cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke’de egemen sistemle Rasûlullah’ın (s.a.s.) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahilî toplumu değiştirme ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılâbın temelleri atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden gelen gayret gösterilmiştir.

Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslâmi kimlikle ve İslâmi ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslâmî bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar(!) elde edilse de, o pratikler İslâmî olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslâmi kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslâmi kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslâmi kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir.

Bu mânada ülkemizde en büyük sorun olan tesettür sorununu ehven-i şer mantığıyla çözme girişimlerine ne dersiniz?

Önce, sorunun adını doğru koyalım: Bu ülkede en büyük sorun, tesettür sorunu değil; tevhid sorunudur, iman sorunudur. İslâm’ın gönüllere, amellere, sosyal ve siyasal hayata hâkim olmaması sorunudur. Tesettür de bu temel sorunun bir uzantısıdır. Uzlaşmacı büyük kesim, tesettürü başörtüsüne indirgedi, istekleri de sadece üniversite öğrencileriyle sınırladı. Elbette tesettür büyük bir sorundur, özellikle okullarda okuyan müslüman öğrenciler açısından. Bu sorun da, bireysel çapta, uğrunda her çeşit fedakârlığı yapabilecek bir imana sahip olmakla, toplumsal alanda da topyekün İslâmî değişim ve dönüşümle çözüme kavuşabilir.

Ehven-i şer mantığı ile önemli hiçbir sorunun çözüldüğü görülmemiştir ki tesettür sorunu çözülsün. Çöpleri hasıraltına koymak, şimdilik sorun yokmuş havası estirmektir ehven-i şer mantığı. Çözümü erteleyip ötelemenin, herhangi bir sorun yokmuş gibi davranmanın, daha fecisi hakla-bâtılın karıştırılmasının adıdır ehven-i şer. Bu uzlaşmacı mantık, belirli oranda da olsa şerri kabul edip onayladığı için mutlak hayra giden yolu da tıkar. Yakın gelecekte Allah’ın râzı olduğu İslâm’ın tahrif edileceği ve muvahhid mü’minlerin tümüyle etkisiz hale getirileceği “ılıman İslâm” projesi, ehven-i şer anlayışı üzerinde bina edilmektedir. Tesettür konusunu yozlaştıran, daha karmaşık ve çözümsüz hale getiren en önemli etken, ehven-i şer mantığıdır. Bu mantık, “Rabbimizin kesin emridir, bundan zerre kadar taviz vermeyiz” diyen hayır taraflarına engel olan ve “peruk”, “şapka”, Artema usûlü “aç-kapa” (okul kapısına kadar kapa, okula girerken ve okulda aç) anlayışlarını din adına savundu. Hizmet için başın açılmasına fetvalar üretti. Tesettür düşmanları, karşılarında direnen bir ümmet göremedi. Bu anlayış, sadece tesettür meselesini çözümsüzlüğe mahkûm etmedi; aynı zamanda dini de tahrif eden bir çizgiyi savundu. Dinin emirlerini teferruat kabul eden, basit dünyevî çıkarları İlâhî emirlere tercih eden bir anlayışı “din” diye takdim etti.

Soruya cevabı tersinden vermek de mümkün: Evet, tesettür sorununu değilse de, başörtüsünü ehven-i şer mantığı tümüyle çözdü; bu mantık sayesinde artık başörtüler çözüldü, başörtülüler ve bunu savunanlar da çözüldü.

Öyleyse müslümanın (ferdî, âilevî ve toplumu kapsayan tüm alanlarda) şer olan bir sistemden ehven-i şer mantığıyla çözümler beklemesi meşrû mudur?

Hem meşrû değildir, hem de mantıklı değildir. Harama rızâ haram, küfre rızâ küfürdür. “İyilikte ve takvada yardımlaşın. Haram işlerde, günahlarda ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan sakının. Allah’ın cezâsı şiddetlidir.”[501] “Şerre delâlet eden, sebep ve yardımcı olan o şerri yapan gibidir” hükmüne göre, tekrar düşünelim: Küfrün hâkimiyetine, tâğûtî kanunların tatbik edilmesine, düzenin devam etmesine oyuyla, sözüyle... yardımcı olanların, küfrün hâkimiyetindeki veballere ortak olacaklarını. Yoksa farkında olmadan veya olarak, İslâm nizamı gelsin diyerek veya demeyerek, câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor bazı müslümanlar? Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman zannedilenler eliyle mi uygulansın, bu mu isteniyor? “Onlar, hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah’tan daha güzel hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sahibi olan bir toplum bilir.” [502]

İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i Tevhid’de bu ifâde tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun, her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta İslâm’ın dışındaki bütün sistem ve görüşler ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, kafa, el ve dildeki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri evvelâ “lâ-hayır!” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hakiki İlâh’ın kabulü yerleşsin. “Kim tâğûta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah, kemâliyle işiten ve bilendir.” [503]

İslâm, kelime-i tevhid’deki lâ=hayır kılıcıyla şerle (şerrin bir kısmıyla), tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona taviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği şirk ve şerle uzlaşma ve ehven kabulü nasıl mümkün olabilir? Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.”[504] Ehven-i şerre râzı, yani şerrin bir kısmını kabullenen tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı, dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.” [505]

“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah’a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.

Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk’a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” [506]

Nereden başlamalıyız? Kur’an’ın, Peygamber’in başladığı yerden başlamalıyız. Din “lâ” diye başlıyor. Biz de lâ diyerek başlamalıyız. İnançta lâ denmesi gerekenler var, ibâdette, hukukta, hükümde, itaat anlayışında, ahlâkta lâ denilmesi gereken yerler var: Tümüne lâ diyoruz.

 “Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sapasağlam kulpa yapışmış olur.”[507] İllâllah’tan önce lâ diyor, imandan önce tâğuta küfrediyor, onu inkâr ve reddediyoruz. Her çeşit tâğuta, her gruptaki bel’amlara, her kesimden Karun’lara, her görevdeki Hâmânlara lâ diye karşı çıkıyoruz. Tüm putlara ve sahte ilahlara hayır diyoruz. Şerle, küfürle uzlaşmıyor, şerrin tümüne, ehvenine de karşı çıkıyoruz.

İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak ehven-i şer anlayışı gibi tuzaklarla bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyuncaklarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, TV. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesinden, inançsızlaştırılmasından ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddia eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii, her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye, fitne toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacak kimse bile kalmayacaktır.

Müslümanın asıl söylemi ve eylemi hangi minvalde olmalı, Rabbanî yol ve sünnetullah çerçevesinde nasıl bir yol izlenmelidir?

Büyük şehid, merhum Seyyid Kutub’un dediği gibi; “Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Rabbânî bir din ise, onun hareket metodu da tamâmen Rabbânîdir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dinin hakikatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir.” İslâm, öyle büyük bir nizamdır ki, onu vaz’ eden Rabbimiz, gâyeyi gösterdiği gibi, vâsıtaları da göstermiştir. İnsan için Allah’a kulluk, ibâdet ve O’nun rızâsını kazanmak gâye olduğuna göre; bu nasıl olacak, hangi vâsıtalarla bu gerçekleşecek Kitab’ın hükümleri ve Rasûl’ün pratik uygulamalarıyla açıklanmıştır. Bir kimse İslâm’da zinânın, fâizin, içkinin olmadığını, bunların yasaklandığını bildiği (veya bilmesi gerektiği) halde, “zinâ yaparak, içki içerek veya fâiz vâsıtasıyla İslâm’ı getireceğiz, bunlarla İslâm’a hizmet edeceğiz” demesi ne kadar İslâm dışı ve saçma ise, şer olan bir sistemin herhangi bir kurumunun şer’î zannettiği bir uygulaması da en az o kadar İslâm’a ve mantığa terstir. Bilinmelidir ki şerle hayra gidilmez. Şer’an pis kabul edilen bir sıvı ile, meselâ şarapla abdest alınmaz. Haram parayla, fâizle hayır yapılmasının câiz olmadığı gibi. Küfre âit bir vâsıtayla İslâm’a, şeytana âit bir atla cennete gidilmez. Gâvurun atına binen onun kılıcını sallar. Bâtıl, ancak Hak’la zâil olur; Başka bir bâtılla değil.

Tevhidî bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” (kötü) ile şerden bir şube olan “ehven-i şer” (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “iyi ve maruf” olanı tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir... Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslâm şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.

Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Allah’ın “emrolunduğun gibi dosdoğru ol, istikameti koruyun, aşırı gitmeyin” ve “zâlimlere meyletmeyin size ateş dokunur” uyarılarına rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine, cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.

 

Ehven-i şer Kur’an ve sünnette geçiyor mu? Geçiyorsa nasıl geçiyor?

Kur’an’da ve Sünnette “ehven-i şer” tâbiri yoktur. Yani “Kur’an ve Sünnet” şiarını öne çıkaran kimselerin “ehven-i şer” diye bir ölçüleri söz konusu değildir; onlar kendilerine göre şerlerin ehven olanlarını seçmekle değil; şerleri tümüyle yok etmeye çalışıp “hayr”a yapışmakla emrolunmuşlardır.

Tevhidî istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adâlet arayışı ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılabi (devrimci) ruhu kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslâmi kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz.

Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gâyemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”

Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidî akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini âdil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslâmî kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır.

 

Müslümanların yozlaşmasında ehven-i şerrin yeri nedir?

Hakkı savunan insan için ise ehven-i şer diyerek şerle uzlaşma, en hafif deyimle bir bid’at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah’ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, şerrin ehvenine de rızâ göstermeyip tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, Allah’ın yasakladığı bir şerri ehven diye savunması, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasûller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir. [508]

Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. Bu konuda oltaya taktıkları en önemli yemleri de “ehven-i şer” solucanıdır. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”[509]

İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” [510]

Ehven-i şer mantığı, şerle ve şerri dayatanlarla uzlaşma demektir. Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü’minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelîzmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. (Hâlbuki Kur’an’dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü’minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak İlâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa benzetmektir. Hak Din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.

Ehven-i şerciliği, tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?

Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…

Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.

Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [511]

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” [512]

 

Hayır ve Şerle İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Kur’ân-ı Kerim’de Geçen “Hayır” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 196 yerde): 2/Bakara, 54, 61, 103, 105, 106, 110, 148, 158, 180, 184, 184, 184, 197, 197, 215, 216, 220, 221, 221, 263, 269, 271, 272, 272, 273, 280; 3/Âl-i İmrân, 15, 26, 30, 54, 104, 110, 110, 114, 115, 150, 157, 178, 180, 198; 4/Nisâ, 19, 25, 46, 59, 66, 77, 114, 127, 128, 149, 170, 171; 5/Mâide, 48, 114; 6/En’âm, 17, 32, 57, 158; 7/A’râf, 12, 26, 85, 87, 89, 155, 155, 169, 188; 8/Enfâl, 19, 23, 30, 70, 70; 9/Tevbe, 3, 41, 61, 74, 88, 109; 10/Yûnus, 11, 58, 107, 109; 11/Hûd, 31, 84, 86; 12/Yûsuf, 39, 57, 59, 64, 80, 109; 16/Nahl, 30, 30, 76, 95, 126; 17/İsrâ, 11, 35; 18/Kehf, 36, 40, 44, 44, 46, 46, 81, 95; 19/Meryem, 73, 76, 76; 20/Tâhâ, 13, 73, 131; 21/Enbiyâ, 35, 73, 89, 90; 22/Hacc, 11, 30, 36, 58, 77; 23/Mü’minûn, 29, 56, 61, 72, 72, 109, 118; 24/Nûr, 11, 12, 27, 33, 60; 25/Furkan, 10, 15, 24; 28/Kasas, 24, 26, 60, 68, 68, 80, 84; 29/Ankebût, 16; 30Rûm, 38; 33/Ahzâb, 19, 25, 36; 34/Sebe’, 39; 35/Fâtır, 32; 37/Saffât, 62; 38/Sâd, 32, 47, 48, 76; 41/Fussılet, 40, 49; 42/Şûrâ, 36; 43/Zuhruf, 36, 52, 58; 44/Duhân, 32, 37; 46/Ahkaf, 11; 47/Muhammed, 21; 49/Hucurât, 5, 11, 11; 50/Kaf, 25; 54/Kamer, 43; 55/Rahmân, 70; 56/Vâkıa, 20; 58/Mücâdele, 12; 61/Saff, 11; 62/Cum’a, 9; 11, 11; 64/Teğâbün, 16; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 12, 32, 38; 70/Meâric, 21, 41; 72/Müzzemmil, 20, 20; 87/A’lâ, 17; 93/Duhâ, 4; 97/Kadr, 3; 98/Beyyine, 7; 99/Zilzâl, 7; 100/Âdiyât, 8.

B- Kur’ân-ı Kerim’de Geçen “Şerr” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 31 yerde): 2/Bakara, 216; 3/Âl-i İmrân, 180; 5/Mâide, 60, 60; 8/Enfâl, 22, 55; 10/Yûnus, 11; 12/Yûsuf, 77; 17/İsrâ, 11, 83; 19/Meryem, 75; 21/Enbiyâ, 35; 22/Hacc, 72; 24/Nûr, 11; 25/Furkan, 34; 38/Sâd, 55, 62; 41/Fussılet, 49, 51; 70/Meâric, 20; 72/Cinn, 100; 76/İnsan, 7, 11; 77/Mürselât, 32; 98/Beyyine, 6; 99/Zilzâl, 8; 113/Felak, 2, 3, 4, 5; 114/Nâs, 4.

C- Hayır ve İyilik

a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.

b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 114.

c- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.

d- Hoşa Gitmeyen Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.

e- Hayır Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26.

f- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.

g- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.

D- Şer ve Kötülük

a- Hoşa Giden Bir Şey Şer Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.

b- Kötülük Eden Kendi Aleyhine Eder: 41/Fussılet, 46; 45/Câsiye, 15.

c- Kötülük Yapmakta Yardımlaşmak Yasaktır: 5/Mâide, 2.

Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

Buhârî, İstikrâz 4, 6; Rikak 34; Sahih-i Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 1/235; 5/185; 12/1984

Müslim, İman 61; Müsâfirîn, 201

Tirmizî, Zühd 3, 21, 22; İman 8; Fiten 15, 26, 76, 77, 78; Birr 28

Nesâî, Cenâiz 123; Zekât 74; İftitâh 17

İbn Mâce, Mukaddime 19, 20; Tahâret 4; Ticâret 62

Ebû Dâvud, Edeb 6, 12

Muvattâ, Tahâret 36

Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18, 19

Kütüb-i Sitte; 2/549; 3/401-402; 4/265; 13/37-38, 282; 14/16, 19, 23; 16/500; 17/168, 471, 551.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 245-248

İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 257-261, 622-623

Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 112, c. 2, s. 104-108

TDV. İslâm Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, T.D.V. Y. c. 17, s. 43-49

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Halid Erboğa, Şâmil Y. c. 2, s, 83, 381-382; Muhiddin Bağçeci, 6/27-29

Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 26-31; c. 19, s. 307-310

İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 395-412

Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 286-291

Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.

Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hizmet Kitabevi Y.

Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan 1 Milyar Müslüman, Muhammed Han Kayani, İnkılab Y.

 

[1]      ]   1/Fâtiha, 5

[2]      ]   Bk. 57/Hadid, 9; 17/İsra, 1; 18/Kehf, 1

[3]      ]   1/Fâtiha, 5

[4]      ]   47/Muhammed, 7

[5]      ]   Allah’a nispet edilen bir Hadis rivâyeti

[6]      ]   8/Enfâl, 29

[7]      ]   65/Talâk, 2-3

[8]      ]   2/Bakara, 40

[9]      ]   64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11

[10]     ]   1/Fâtiha, 5

[11]     ]   1/Fâtiha, 5

[12]     ]   1/Fâtiha, 5

[13]     ]   51/Zâriyât, 56

[14]     ]   4/Nisâ, 36

[15]     ]   2/Bakara, 133

[16]     ]   21/Enbiyâ, 52, 53

[17]     ]   5/Mâide, 76

[18]     ]   9/Tevbe, 31

[19]     ]   9/Tevbe, 112

[20]     ]   22/Hacc, 11

[21]     ]   22/Hacc, 77

[22]     ]   29/Ankebût, 56

[23]     ]   39/Zümer, 3

[24]     ]   39/Zümer, 17

[25]     ]   39/Zümer, 66

[26]     ]   46/Ahkaf, 21

[27]     ]   16/Nahl, 36

[28]     ]   3/Âl-i İmrân, 64

[29]     ]   5/Mâide, 60

[30]     ]   6/En'âm, 56

[31]     ]   19/Meryem, 93

[32]     ]   21/Enbiyâ, 66-67

[33]     ]   21/Enbiyâ, 98

[34]     ]   60/Mümtehıne, 4

[35]     ]   109/Kâfirun, 1-6

[36]     ]   21/Enbiyâ, 25

[37]     ]   14/İbrahim, 35

[38]     ]   29/Ankebût, 17

[39]     ]   41/Fussılet, 37

[40]     ]   39/Zümer, 14

[41]     ]   15/Hicr, 99

[42]     ]   1/Fâtiha, 5

[43]     ]   51/Zâriyât, 56

[44]     ]   12/Yusuf, 40

[45]     ]   17/İsrâ, 23

[46]     ]   39/Zümer, 11

[47]     ]   39/Zümer, 14

[48]     ]   38/Sâd, 30

[49]     ]   36/Yâsin, 60-61

[50]     ]   45/Câsiye, 23

[51]     ]   26/Şuarâ, 71

[52]     ]   14/İbrahim, 35

[53]     ]   Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 136-138

[54]     ]   7/A'râf, 59

[55]     ]   45/Câsiye, 23

[56]     ]   Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126

[57]     ]   6/En'âm, 62

[58]     ]   Buhârî

[59]     ]   39/Zümer, 3

[60]     ]   40/Mü'min, 60

[61]     ]   2/Bakara, 186

[62]     ]   6/En'âm, 162-163

[63]     ]   51/Zâriyât, 56

[64]     ]   21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6

[65]     ]   Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4

[66]     ]   72/Cin, 18

[67]     ]   Bak.57/Hadîd, 25

[68]     ]   29/Ankebût, 45

[69]     ]   2/Bakara, 183

[70]     ]   9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25

[71]     ]   Sahih-i Müslim

[72]     ]   Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164

[73]     ]   51/Zâriyât, 56

[74]     ]   2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...

[75]     ]   13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14

[76]     ]   2/Bakara, 21

[77]     ]   22/Hac, 77

[78]     ]   98/Beyyine, 5

[79]     ]   4/Nisâ, 36

[80]     ]   5/Mâide, 5

[81]     ]   Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155

[82]     ]   51/Zâriyât, 56

[83]     ]   16/Nahl, 36

[84]     ]   6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...

[85]     ]   5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18

[86]     ]   19/Meryem, 42

[87]     ]   29/Ankebût, 17

[88]     ]   14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71

[89]     ]   43/Zuhruf, 45

[90]     ]   21/Enbiyâ, 53

[91]     ]   5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17

[92]     ]   36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44

[93]     ]   11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10

[94]     ]   10/Yûnus, 28

[95]     ]   34/Sebe', 41

[96]     ]   23/Mü'minûn, 47

[97]     ]   34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20

[98]     ]   39/Zümer, 3

[99]     ]   12/Yûsuf, 40

[100]   ]   37/Sâffât, 161

[101]   ]   37/Sâffât, 95

[102]   ]   39/Zümer, 3

[103]   ]   34/Sebe' 37

[104]   ]   10/Yûnus, 18

[105]   ]   37/Sâffât, 95-96

[106]   ]   10/Yûnus, 104

[107]   ]   10/Yûnus, 105

[108]   ]   10/Yûnus, 104

[109]   ]   6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66

[110]   ]   6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18

[111]   ]   6/En'âm, 56

[112]   ]   39/Zümer, 64

[113]   ]   10/Yûnus, 18

[114]   ]   16/Nahl, 73

[115]   ]   37/Sâffât, 95

[116]   ]   19/Meryem, 42

[117]   ]   46/Ahkaf, 4

[118]   ]   53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40

[119]   ]   37/Sâffât, 86

[120]   ]   21/Enbiyâ, 52

[121]   ]   14/İbrâhim, 35

[122]   ]   21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67

[123]   ]   19/Meryem, 42

[124]   ]   14/İbrâhim, 35

[125]   ]   11/Hûd, 109

[126]   ]   21/Enbiyâ, 98

[127]   ]   21/Enbiyâ, 98

[128]   ]   39/Zümer, 15

[129]   ]   37/Sâffât, 22-34

[130]   ]   19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6

[131]   ]   16/Nahl, 36

[132]   ]   39/Zümer, 17

[133]   ]   5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36.

[134]   ]   Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109

[135]   ]   Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, s. 66 ve 84

[136]   ]   Mehmet Kubat, a.g.e. s. 138

[137]   ]   2/Bakara, 256

[138]   ]   4//Nisâ, 59

[139]   ]   9/Tevbe, 31

[140]   ]   Elmalılı, IV, 2511; Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için Bak. Tirmizî, Tefsir 10

[141]   ]   Elmalılı Tefsiri, Eser Y., IV, s. 2512

[142]   ]   Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46

[143]   ]   Elmalılı, IV, s. 2513, 2514

[144]   ]   3/Âl-i İmrân, 64

[145]   ]   3/Âl-i İmrân, 79-80

[146]   ]   7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36

[147]   ]   M. Kubat, a.g.e. s. 132

[148]   ]   36/Yâsin, 60-61

[149]   ]   2/Bakara, 168, 208

[150]   ]   17/İsrâ, 53

[151]   ]   35/Fâtır, 6

[152]   ]   6/En'âm, 112

[153]   ]   27/Neml, 24

[154]   ]   19/Meryem, 83

[155]   ]   6/En'âm, 43

[156]   ]   43/Zuhruf, 37

[157]   ]   2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21

[158]   ]   7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120

[159]   ]   5/Mâide, 91

[160]   ]   6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48

[161]   ]   4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64

[162]   ]   6/En'âm, 68

[163]   ]   4/Nisâ, 76

[164]   ]   4/Nisâ, 60

[165]   ]   27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38

[166]   ]   5/Mâide, 91

[167]   ]   19/Meryem, 44

[168]   ]   51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15

[169]   ]   34/Sebe', 40

[170]   ]   34/Sebe' 41

[171]   ]   Dört Terim, 87

[172]   ]   72/Cin, 6

[173]   ]   İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şûle Y., s. 78

[174]   ]   1/Fâtiha, 5

[175]   ]   109/Kâfirûn, 1-2, 6

[176]   ]   21/Enbiyâ, 67

[177]   ]   1/Fâtiha, 6

[178]   ]   6/En'âm, 71

[179]   ]   16/Nahl, 9

[180]   ]   28/Kasas, 56

[181]   ]   42/Şûra, 52

[182]   ]   [43] Maide 32

[183]   ]   Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76

[184]   ]   21/Enbiyâ, 73

[185]   ]   47/Muhammed, 17

[186]   ]   2/Bakara, 213

[187]   ]   7/A'râf, 43

[188]   ]   42/Şûrâ, 52

[189]   ]   13/Ra'd, 7

[190]   ]   28/Kasas, 56

[191]   ]   3/Al-i İmran, 86

[192]   ]   2/Bakara, 258

[193]   ]   2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199-200

[194]   ]   20/Tâhâ, 82

[195]   ]   10/Yûnus, 9

[196]   ]   47/Muhammed, 5

[197]   ]   Ömer Dumlu, Kur'ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, D.İ.B. Y., s. 63-64

[198]   ]   2/Bakara, 10

[199]   ]   2/Bakara, 18

[200]   ]   35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11

[201]   ]   2/Bakara, 16

[202]   ]   49/Hucurât, 7; Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Yağmur Y., s. 247-248

[203]   ]   1/Fâtiha, 6

[204]   ]   3/Al-i İmran, 8

[205]   ]   2/Bakara, 132

[206]   ]   Bak. 35/Fâtır, 32

[207]   ]   Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278

[208]   ]   35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105

[209]   ]   28/Kasas, 56

[210]   ]   42/Şûrâ, 52

[211]   ]   21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; Âl-i İmrân, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En’âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus 57, vs.

[212]   ]   29/Ankebût, 69

[213]   ]   bk. 3/Âl-i İmrân, 86; 5/Mâide, 51; 6/En’âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cumua, 5)

[214]   ]   bk. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3

[215]   ]   bk. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkûn, 6

[216]   ]   bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28

[217]   ]   Âl-i İm­rân, 20

[218]   ]   28/Kasas, 56

[219]   ]   10/Yûnus, 99

[220]   ]   6/En’âm, 125; Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 182

[221]   ]   5/Mâide, 32

[222]   ]   5/Mâide, 32

[223]   ]   M. Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76

[224]   ]   20/Tâhâ, 50

[225]   ]   2/Bakara, 38

[226]   ]   4/Nisâ, 118-120

[227]   ]   Bak. 14/İbrahim, 35-36; 25/Furkan, 17-18

[228]   ]   2/Bakara, 137

[229]   ]   3/Âl-i İmran, 20

[230]   ]   33/Ahzab, 66-67) (Ayrıca bak. 7/A'raf, 38-39

[231]   ]   47/Muhammed, 17

[232]   ]   64/Teğâbün, 11

[233]   ]   Örnek olarak bak. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ, 52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara, 142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...

[234]   ]   10/Yûnus, 108

[235]   ]   13/Ra'd, 33

[236]   ]   21/Enbiyâ, 73

[237]   ]   42/Şûrâ, 52

[238]   ]   28/Kasas, 56

[239]   ]   10/Yûnus, 43

[240]   ]   6/En'âm, 116

[241]   ]   6/En'âm, 24; 10/Yûnus, 30; A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 141-142

[242]   ]   2/Bakara, 2

[243]   ]   41/Fussılet, 46

[244]   ]   3/Âl-i İmran, 82

[245]   ]   87/A'lâ, 3

[246]   ]   90/Beled, 10

[247]   ]   92/Leyl, 2; Kur'an Okulu 2, Hanif Y. s. 92

[248]   ]   3/Âl-i İmrân, 73

[249]   ]   28/Kasas, 56

[250]   ]   16/Nahl, 35

[251]   ]   16/Nahl, 93

[252]   ]   35/Fâtır, 8

[253]   ]   39/Zümer, 22

[254]   ]   13/Ra'd, 11

[255]   ]   2/Bakara, 16

[256]   ]   2/Bakara, 258

[257]   ]   2/Bakara, 264

[258]   ]   9/Tevbe, 24

[259]   ]   2/Bakara, 26-27

[260]   ]   2/Bakara, 2

[261]   ]   13/Ra'd, 27

[262]   ]   Alaaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 118-125

[263]   ]   Sait Şimşek, Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Beyan Y., s. 56 vd.

[264]   ]   21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmran, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En'âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus, 57...

[265]   ]   29/Ankebût, 69

[266]   ]   bak. 33/Ahzâb, 67

[267]   ]   2/Bakara, 159-160

[268]   ]   7/A'râf, 30

[269]   ]   39/Zümer, 18

[270]   ]   53/Necm, 23

[271]   ]   45/Câsiye, 23

[272]   ]   5/Mâide, 16

[273]   ]   27/Neml, 2

[274]   ]   10/Yûnus, 9

[275]   ]   6/En'âm, 82

[276]   ]   Bak. 3/Âl-i İmran, 86; 5/Mâide 51; 6/En'âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cum'a, 5

[277]   ]   7/A'râf, 30

[278]   ]   45/Câsiye, 23

[279]   ]   59/Haşr, 19

[280]   ]   2/Bakara, 200

[281]   ]   2/Bakara, 170

[282]   ]   3/Âl-i İmran, 86

[283]   ]   3/Âl-i İmran, 86

[284]   ]   Bak. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3

[285]   ]   bak. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 6

[286]   ]   bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28

[287]   ]   22/Hacc, 4

[288]   ]   4/Nisâ, 115

[289]   ]   2/Bakara, 150

[290]   ]   39/Zümer, 18

[291]   ]   92/Leyl, 19-20

[292]   ]   36/Yâsin, 21

[293]   ]   20/Tâhâ, 82; 122

[294]   ]   2/Bakara, 150; 4/Nisâ, 174-175

[295]   ]   6/En'âm, 82

[296]   ]   27/Neml, 2

[297]   ]   47/Muhammed, 17; 42/Şûrâ, 13

[298]   ]   2/Bakara, 150

[299]   ]   3/Âl-i İmran, 20

[300]   ]   20/Tâhâ, 128; 10/Yûnus, 43-44; 12/Yusuf, 111, 6/En'âm, 140

[301]   ]   A. Osman Tatlısu, a.g.e. s. 250

[302]   ]   2/Bakara, 120

[303]   ]   4/Nisâ, 115

[304]   ]   2/Bakara, 120

[305]   ]   2/Bakara, 145

[306]   ]   2/Bakara, 38

[307]   ]   20/Tâhâ, 123-124

[308]   ]   16/Nahl, 97

[309]   ]   20/Tâhâ, 124

[310]   ]   20/Tâhâ, 124

[311]   ]   43/Zuhruf, 36-37; A. Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), İhtar Y., s. 44 vd.

[312]   ]   7/A'râf, 43

[313]   ]   14/İbrahim, 21

[314]   ]   6/En'âm, 77

[315]   ]   17/İsrâ, 9

[316]   ]   Buhârî, Kitabu'l-İlm 20; Müslim, Fedâil 15

[317]   ]   Buhâri, Ashâbu'n-Nebî 9; Müslim, Fedâilu'l-Ashâb 34; Ebû Dâvud, İlim 10

[318]   ]   Tirmizî, Menâkıb, hadis no: 3937

[319]   ]   29/Ankebut, 69

[320]   ]   1/Fâtiha, 6

[321]   ]   2/Bakara, 110

[322]   ]   8/Enfâl, 22, 55

[323]   ]   41/Fussilet, 49-50

[324]   ]   99/Zilzâl, 7-8

[325]   ]   21/Enbiyâ, 35

[326]   ]   3/Âl-i İmrân, 180

[327]   ]   5/Mâide, 60

[328]   ]   98/Beyyine, 6

[329]   ]   113/Felâk ve 114/Nâs Sûreleri

[330]   ]   Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 623-624

[331]   ]   2/Bakara, 155

[332]   ]   20/Tâhâ, 131

[333]   ]   8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15

[334]   ]   39/Zümer, 49

[335]   ]   20/Tâhâ, 40

[336]   ]   9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11

[337]   ]   21/Enbiyâ, 35

[338]   ]   2/Bakara, 216

[339]   ]   4/Nisâ, 19

[340]   ]   17/İsrâ, 11

[341]   ]   25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23

[342]   ]   5/Mâide, 119

[343]   ]   2/Bakara, 216

[344]   ]   2/Bakara, 251

[345]   ]   2/Bakara, 269

[346]   ]   2/Bakara, 180

[347]   ]   2/Bakara, 272-273

[348]   ]   2/Bakara, 215

[349]   ]   6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 21/Enbiyâ, 35; 70/Meâric, 21

[350]   ]   3/Âl-i İmrân, 26

[351]   ]   2/Bakara, 105 ayrıca Bk. 16/Nahl, 30

[352]   ]   8/Enfâl, 70

[353]   ]   2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90

[354]   ]   3/Âl-i İmrân, 104; 68/Kalem, 12

[355]   ]   2/Bakara, 269

[356]   ]   17/İsrâ, 11

[357]   ]   Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât

[358]   ]   Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-30

[359]   ]   10/Yûnus, 11

[360]   ]   2/Bakara, 216

[361]   ]   25/Furkan, 70

[362]   ]   S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 308-309

[363]   ]   2/Bakara, 110

[364]   ]   2/Bakara, 148

[365]   ]   2/Bakara, 197

[366]   ]   2/Bakara, 215

[367]   ]   2/Bakara, 216

[368]   ]   2/Bakara, 221

[369]   ]   2/Bakara, 263

[370]   ]   2/Bakara, 269

[371]   ]   2/Bakara, 272

[372]   ]   3/Âl-i İmrân, 26

[373]   ]   3/Âl-i İmrân, 104

[374]   ]   3/Âl-i İmrân, 110

[375]   ]   3/Âl-i İmrân, 114-115

[376]   ]   3/Âl-i İmrân, 180

[377]   ]   4/Nisâ, 19

[378]   ]   5/Mâide, 48

[379]   ]   6/En’âm, 17

[380]   ]   8/Enfâl, 22

[381]   ]   8/Enfâl, 55

[382]   ]   10/Yûnus, 11

[383]   ]   17/İsrâ, 11

[384]   ]   23/Mü’minûn, 55-56

[385]   ]   . 21/Enbiyâ, 35

[386]   ]   21/Enbiyâ, 90

[387]   ]   22/Hacc, 77

[388]   ]   38/Sâd, 47-48

[389]   ]   41/Fussilet, 49-51

[390]   ]   99/Zilzâl, 7-8

[391]   ]   Müslim, Müsâfirîn 26, 1/534; Tirmizî, Deavât 32, 5/485; Ebû Dâvud, Salât, 1/201; Nesâî, İftitah 17, 2/130

[392]   ]   İbn Mâce, Mukaddime 237, 1/86

[393]   ]   Müslim, Birr 75

[394]   ]   Tirmizî, Fiten 78

[395]   ]   İbn Mâce, Mukaddime 19

[396]   ]   Timizî, Fiten 76

[397]   ]   Tirmizî, Fiten 15

[398]   ]   Müslim, Zühd, 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, V/24

[399]   ]   İbn Mâce, Mukaddime 20

[400]   ]   Buhârî, Rikak 34; Nesâî, Zekât 74

[401]   ]   Buhâri, Zekât, 2/112; Müslim, Zekât 94, 2/717, hadis no: 1033

[402]   ]   Buhârî, Cihad 4/17; Müslim, İmâre 112, 115, 3/1499, hadis no: 1880

[403]   ]   Nesâî, Cihad, 6/40

[404]   ]   Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn 56, hadis no: 2808

[405]   ]   Tirmizî, Kader 8, hadis no: 2134

[406]   ]   Buhârî

[407]   ]   Buhârî, Fazlu’l-Kur’an 6/108

[408]   ]   İbn Mâce, Mukaddime 219, 1/79

[409]   ]   İbn Mâce, Mukaddime 228, 1/83

[410]   ]   Tirmizî, Birr 28; Ahmed bin Hanbel hadis no: 6566

[411]   ]   Kütüb-i Sitte Terc. 4/265

[412]   ]   Buhârî, Ashâbu’n Nebî 9; Müslim, Fedâilu’l-Ashâb 34, hadis no: 1787; Ebû Dâvud, İlm 10

[413]   ]   Tirmizî, İlm 10/157-158; Ebû Dâvud, İlm

[414]   ]   Tirmizî, Birr 28

[415]   ]   Tirmizî, Zühd 21, 22

[416]   ]   Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19; Tirmizî, Fiten 26

[417]   ]   Buhârî, İstikrâz 4, 6; İbn Mâce, Ticâret 62

[418]   ]   Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19

[419]   ]   Tirmizî, Fiten 77

[420]   ]   Muvattâ, Tahâret 36; İbn Mâce, Tahâret 4

[421]   ]   Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18; Ebû Dâvud, Edeb 12

[422]   ]   Tirmizî, İman 8

[423]   ]   Müslim, İman 61; Ebû Dâvud, Edeb 6

[424]   ]   90/Beled, 10

[425]   ]   91/Şems, 7-9

[426]   ]   10/Yûnus, 99

[427]   ]   Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 28

[428]   ]   13/Ra'd, 16

[429]   ]   90/Beled, 10

[430]   ]   2/Bakara, 216

[431]   ]   99/Zilzâl, 7-8

[432]   ]   Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258

[433]   ]   Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Y., s. 307-311

[434]   ]   4/Nisâ, 79

[435]   ]   42/Şûrâ, 30

[436]   ]   30/Rûm, 41

[437]   ]   8/Enfâl, 53

[438]   ]   30/Rûm, 41

[439]   ]   2/Bakara, 251

[440]   ]   17/İsrâ, 11

[441]   ]   8/Enfâl, 25

[442]   ]   11/Hûd, 116-117. Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48

[443]   ]   Bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4

[444]   ]   4/Nisâ, 79

[445]   ]   40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125

[446]   ]   2/Bakara, 138

[447]   ]   5/Mâide, 50

[448]   ]   65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75

[449]   ]   39/Zümer, 23

[450]   ]   39/Zümer, 55

[451]   ]   39/Zümer, 18

[452]   ]   4/Nisâ, 125

[453]   ]   7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24

[454]   ]   51/Zâriyât, 56

[455]   ]   Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s. 307-311

[456]   ]   3/Âl-i İmrân, 180

[457]   ]   2/Bakara, 216

[458]   ]   4/Nisâ, 19

[459]   ]   21/Enbiyâ, 35

[460]   ]   41/Fussilet, 49-50

[461]   ]   99/Zilzâl, 7-8

[462]   ]   2/Bakara, 54, 103, 184, 281; 4/Nisâ, 25; 7/A’râf, 85 vd.

[463]   ]   2/Bakara, 198

[464]   ]   2/Bakara, 220

[465]   ]   2/Bakara, 236

[466]   ]   2/Bakara, 280

[467]   ]   3/Âl-i İmrân, 150

[468]   ]   6/En’âm, 32

[469]   ]   5/Mâide, 114

[470]   ]   4/Nisâ, 128

[471]   ]   3/Âl-i İmrân, 110

[472]   ]   3/Âl-i İmrân, 104

[473]   ]   22/Hacc, 77

[474]   ]   2/Bakara, 148

[475]   ]   38/Sâd, 47

[476]   ]   Tirmizî, Zühd 3, hadis no: 2306, 4/552; Nesâî, Cenâiz 123; Kütüb-i Sitte, 15/181; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 259-262

[477]   ]   Mustafa Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 46

[478]   ]   13/Ra’d, 16

[479]   ]   M. Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 45

[480]   ]   2/Bakara, 191, 217

[481]   ]   5/Mâide, 82

[482]   ]   Bk. 5/Mâide, 82

[483]   ]   Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 2, s. 104-108

[484]   ]   2/Bakara, 86

[485]   ]   2/Bakara, 41

[486]   ]   2/Bakara, 42

[487]   ]   3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20

[488]   ]   2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19

[489]   ]   3/Âl-i İmrân, 110

[490]   ]   7/A’râf, 21

[491]   ]   7/A’râf, 16

[492]   ]   7/A’râf, 17

[493]   ]   31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5

[494]   ]   2/Bakara, 86

[495]   ]   2/Bakara, 41

[496]   ]   2/Bakara, 42

[497]   ]   8/Enfâl, 22, 55

[498]   ]   21/Enbiyâ, 35

[499]   ]   2/Bakara, 269

[500]   ]   5/Mâide, 2

[501]   ]   5/Mâide, 2

[502]   ]   5/Mâide, 50

[503]   ]   2/Bakara, 256

[504]   ]   17/İsrâ, 73-75

[505]   ]   2/Bakara, 42

[506]   ]   16/Nahl, 36

[507]   ]   2/Bakara, 256

[508]   ]   26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.

[509]   ]   68/Kalem, 9

[510]  ]]   2/Bakara, 256

[511]   ]   10/Yûnus, 107

[512]   ]   3/Âl-i İmrân, 26

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.