Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha

KORONA VİRÜS İLÂHÎ İKAZ VE CEZA MI, YOKSA MÜSTEKBİRLERİN OYUNU MU

İNSANLIĞIN BİR VİRÜSLE İMTİHANI

“İnsanların, kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rum, 41)

2019 yılının sonlarında Çin’in Vuhan şehrinde ortaya çıkan ve kısa süre içinde tüm dünyaya yayılan bir virüs, mevcut tüm gündemlerin üstünde yer edinerek tam anlamıyla insanlığı teslim almış görünmektedir. “Korona” adı verilen bu virüs, tüm dünyada alışkanlıkları değiştirdi, devletlerin sosyo-ekonomik politikalarında önemli değişimlere yol açtı, İslam’ın ısrarla tavsiye ettiği temizlik, temiz ve sağlıklı beslenme gibi alışkanlıkların tüm dünyada uygulanmasına vesile oldu.

Kendini, sahip olduğu bilgi ve teknolojiyi yücelten insan, bir küçük mikrobun, hem de gözle görülemeyen bir virüsün hakkından gelemiyor. Koronavirüsü bir uyarı olarak görmek ve onunla da imtihan olduğumuzu unutmamak gerekiyor.

Koronavirüsün Allah’ın âyetlerinden bir âyet olduğunda, yani Allah’ın varlığına ve birliğine delil ve işaret olduğunda kuşku yoktur. İnsanları ve dahası yeryüzünde müstağnileşerek tâğutlaşan, toplumlar üzerinde rablik ve ilahlık taslayan koca koca devletleri âciz ve çaresiz bırakan bir âyet. Ancak mikroskopla görülebilen bir virüs karşısında bile çaresiz kalabildiğini insanlara gösteren, kendilerinin âciz, muhtaç, savunmasız, ölümlü varlıklar olduklarını kanıtlayan, onlara maddî ve mânevî temizliği hatırlatıp fert ve toplum hayatlarında bu temizlik üzere yaşamayı mecbur eden bir âyet…

Mazlumlar Suriye’de, Irak’ta, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Afganistan’da, Filistin’de bombalar altında hunharca katledilirken, mülteciler Akdeniz ve Ege’de batan, hatta bugün virüsten en çok kayıp veren emperyalist devletler tarafından bizzat batırılan bot veya tekneleriyle birlikte denizde kaybolurken, mazlumların intikamının nasıl olabileceğini düşündüren bir âyet. Batı ve Doğu emperyalizminin temsilcisi toplumların, kendi dışındaki halkların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürerek elde ettikleri varlıklar üzerinden Karunca bir hayatı sürdüremeyeceklerini ihtar eden bir âyet…

Bir tarafta dünyayı ve her şeyi tümüyle etkileyen korona virüs var, diğer tarafta çoğu insanın gönlünde mânevî virüs var. Biri dünyasını mahvediyor insanın, diğeri insanın dünyasını çirkinleştirmekle kalmıyor, âhiretini tümüyle mahvediyor.

Halkın çoğu, bâtıl düzenin yönlendirmesiyle özgürlük adına Allah yokmuş gibi yaşamaya başladı. İnancından koptu, inancına şirk karıştırdı, ibâdetlerini ihmal etti, ahlâkı önemsemedi, insanlar birbirlerini kandırmaya çalıştı, aşırı dünyevîleşti, israf ve lüks tutkunu oldu, fâizsiz, haramsız yapamaz hale geldi. Hâlbuki kardeşleri Suriye, yıllardır yanıyordu. Filistin ağlıyordu. Müslümanların toprakları; ülkedeki insanların zihinleri, gönülleri, mahkemeleri, okulları, hatta mescidleri işgal altındaydı. Bilindiği gibi, halkın bozulmasından iki sınıf insan, esas olarak sorumludur: Ulemâ ve umerâ. Yani, âlimler ve yöneticiler. Yöneticiler Allah’ın indirdiği hükümlerle insanları yönetmek yerine, kendi hevâlarından oluşturdukları kanunlarla ülkelerini yönetiyorlar. Âlimler de mirasına sahip çıkmaları gereken Rasûlullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun), putlarla ve putçularla yaptığı mücadeleyi, Kur’an’ı hâkim kılma, yeryüzünü ıslah etme, zulmün her çeşidine dur deme görevlerini yerine getirmiyorlar. Âlimlerimizin çok daha önemli işleri var! Hayata dokunmayan modern Kelâm tartışmaları gibi…

Ve toplum olarak Rabbimize hakkıyla kulluk yapamadık, her şeyden önce. Şirksiz bir imana, katıksız bir ihlâsa, riyâsız bir sâlih amele yönelmedik tam anlamıyla. Şimdi Rabbimizin ihtarına, ikazına, gazabına muhatap olduk. Kâbemiz tavafsız, namazlarımız cemaatsiz, talebelerimiz rahlesiz kaldı; cehennem yok gibi yaşadığımızın bir cezası olarak.

"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

Bu toplum, hijyeni iyi anlıyor da, “şirk pisliğini kendi içimden nasıl temizlerim, çevremdeki pisliklerle nasıl mücadele ederim?” diye hiç düşünmüyor. Sağlığının ciddi boyutta bozulmasına sebep olan bulaşıcı hastalığı yeterince tanıyor ve tedbir almaya çalışıyor da; sokaklara ve oralardan evlere kadar yayılmış isyan ve tuğyan pandemilerini hiç fark etmiyor, en küçük tedbir almıyor.   

"Bunca azgınlık, bunca tuğyan var, ama karşılığında yeterli şekilde tevhide, Kur'an'a davet eden yok; edenlerin de sesi kısık. Ne yazık ki, insanımız bu virüsten de esas anlamıyla ibret alacağa benzemiyor. Allah'ın bir ikazı olarak ele alan ve Allah'a dönen insanımız yok denecek kadar az.

Koronavirüsü biz çağırdık; o da geldi. Halimizle, yaşayışımızla virüsü biz davet ettik; o da çağrımıza icabet etti. Ona kızmanın bir anlamı yok, kendimize kızmak gerekiyor. İnsan, küçücük virüsten korkacağına, onu da emri altında tutan, istediği zaman istediği yere, istediği ölçüde musibetlerin uğramasına izin veren Allah’ın azabından korkmalıdır. Çünkü Allah’ın yaratıp emrettiği evrenin (7/Âraf, 54) en minik bir parçası olan virüsler de, O’nun izni dışında hareket edemez. O’nun gücünü hatırlatır. “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

Dünyadaki bütün ağaçların içinden herhangi bir yaprağın Allah’ın ilmi ve izni dışında düşme gücü olmadığı durumda, bir virüs Allah’tan bağımsız faaliyet yapamaz. Virüslerin de sahibi, yöneteni Allah iken, sanki Korona, Allah’tan habersiz, O’ndan izinsiz gelmiş gibi, onu ve onun bulaştırdığı hastalığı Allah’tan bağımsız şekilde tanıtmaya kalkıyor devlet. İmdadı sadece aşıdan bekliyor devlet ve millet. Tamam, sebeplere yapışılmalı, gerekli tedbirler alınmalı; ama bunlarla yetinmeyip Allah’a sığınarak tevekkül ve dua edilmeli.

Fakat görünen o ki, kitleler ve onları yönlendirme mevkiindekiler daha çok tedbirle oyalanıp Allah’a sığınma ve dua etme, hali sorgulayıp ıslah etme ihtiyacı hissetmiyorlar. Bedeni temiz, yiyip içtiği temiz, gönlü temiz, imanı temiz, ahlâkı temiz, dâvâsı temiz şekilde, tertemiz yaşıyorsanız, Korona virüs böyle yerleri ve böyle kimseleri sevmez, büyük ihtimalle size uğramaz. Nihayet her şey Allah’ın mülkü ve askeri olduğundan, virüsler de İlâhi kurallar istikametinde, Sünnetullah çerçevesinde hareket eder. 

Toplum olarak, dünya halkları olarak korona virüs dayağını biz çoktan hak ettik. Yoksa, Rabbimiz, zerre kadar zulmetmez. Evet, koronayı hal dilimizle biz davet ettik. Aynen eski isyankâr kavimlerin, Peygamberlerin uyarılarına rağmen, Allah’a dönmedikleri, kendilerine gelmedikleri için başlarına gelen musibetler gibi. Nuh kavmi gibi putperestlikler, Âd kavmi gibi âdîlikler, Lût kavmi gibi çirkinlikler, Semud ve Medyen kavmi gibi diğer insanların hakkını yemeler, hepsi bu toplumda bütünüyle mevcut. Ayrıca, akrabalarımıza, komşularımıza bile yeterince tebliğ edememiş durumdayız. Dünyada kendilerine İslâm dâveti ulaşmamış insanlardan sorumlu değilmişiz gibi rahat yaşıyoruz. Filistin’de, Suriye’de, Yemen’de ve daha nice yerlerde insanlık dışı zulümlere şahit olunuyor. Genelde insanların kılı kıpırdamıyor. Helâk olan kavimler gibi öğüt ve ikazdan anlamaz oldu insanımız. Nasihatten, ikazdan anlamayan, cezasına da katlanacak.

Sünnetullah şimdi bizi Korona ile terbiye ediyor. Bununla da, kaybettiğimiz değerlerimize tekrar dönmezsek, ihmal ettiğimiz insanî ve İslâmî görevlerimizi yapmaya başlamazsak, daha ağır ikazlar bekleyelim! Hiçbir şey tesadüfen ortaya çıkmaz. Halk, şirk bataklığına dalarak, kendi nefislerine ve hemcinslerine zulmederek, haramlar denizinde yüzerek, virüsleri çağırdı. Ve korona gibi virüslerin özelliğidir, kurunun yanında yaşları da yakar. Bilmiyor muyuz, Rabbimiz öyle diyor: “Ve sizden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25)

Koronavirüs; bilimi putlaştıran, teknolojiyi tanrılaştıranların, bombalarına ve füzelerine güvenenlerin, dünyayı sömürenlerin, para babalarının, baronların, Firavun ve yardımcılarının bir mikrop karşısında yıkılacak âciz zavallılar olduğunu gözler önüne sermiştir. Haz ve hız içinde yaşıyorken, şimdi frene basmak zorunda kaldılar, ölümü akıllarına getirmeyenler, şimdi her gün ölümün acısını tadıyorlar. Haddini bilmeli insan; bilmezse küçücük bir böcek bildirir haddini, rüsvay eder. Bir damla sudan yaratılan insan, Rabbine karşı nasıl bu kadar azgınlaşabiliyor? Çağlar öncesinden yankılanan meşhur bir ses geliyor kulağımıza: “Fe eyne tezhebûn / Bu gidiş nereye?” Bu maceranın sonu ne?

İstatistiklerin verdiği haberlerin Kur’an’daki haberlerden, doktorların sözünün Allah'ın sözünden, devletin yasaklarının Allah’ın yasaklarından daha üstün tutulduğu bir zaman ve mekânda bu virüsü yensen ne olacak? Sen bu anlayış ile, yaşarken ölmüş oluyorsun. Haydi kalk, elinden önce gönlünü yıka. Bir yandan tedbir alıp virüs kirinden arınırken, diğer taraftan Allah’a sığınıp tevbe ederek şirk kirinden arınma zaruretinin önemi ve önceliğini sakın ihmal etme. Bugün olmasa da yarın, virüs sebebiyle olmasa da başka bir sebeple seni mutlaka yakalayacak olan ölüme, takvayı kuşanarak her an hazır ol ve Müslim olarak ölmeye çalış (3/Âl-i İmran, 102).

Görünen o ki, gerçek mü’minler, sabır ve tevekkülle olaylara bakıp virüsle imtihanını kazanmaya çalışırken; Allah’a ve âhirete inanmayanlar virüs, virüs diye günde bin defa ölüyorlar.

Bizim insanlığa çağrımız, bu virüs musibetine köklü bir muhasebe ve özeleştiri ile yaklaşmak, insanların dünya ve âhiret saadetini harap eden, başta şirk ve tuğyan olmak üzere her türlü pisliklerden imana ve onun gerektirdiği takvaya hicret etme bilincini hatırlamak ve nasuh bir tevbeyle topluca İslâmî hayata yönelmek ve yeryüzünde İslâm nizamını egemen kılma cehdine katılmaktır.

Hâlâ tevbe edecek zaman gelmedi mi? Gelin hep birlikte, halimizi sorgulama ve ıslah seferberliği içine girelim. Böylece tevbe günleri ve iman günleri olsun bu günler.

Keşke günümüz toplumları, içinde bulundukları, Allah’ı yok sayan veya Allah'a rağmen hayat anlayışlarını ve buna dayalı siyasî, ictimaî, iktisadî zulüm ve isyanlarını hiç değilse koronavirüs musibeti vesilesiyle sorgulayabilse, bir özeleştiri ve tevbe sürecine yönelebilse…

Bizim insanlığa çağrımız, bu virüs musibetine köklü bir muhasebe ve özeleştiri ile yaklaşmak, insanların dünya ve âhiret saadetini harap eden, başta şirk ve tuğyan olmak üzere her türlü pisliklerden imana ve onun gerektirdiği takvaya hicret etmeye gayret etmektir. Nasuh bir tevbeyle İslâmî hayata topluca yönelmek ve yeryüzünde İslâm nizamını egemen kılma gayretine sarılmaktır.

Herkesin herkese korku yaydığı bir ortamda, biz moral verelim. Allah’a imanı, O’na tevekkülü gündeme getirelim. İnsanlara fizikî mesafe koysak bile, gönül yakınlığı oluşturalım. Tedbirsiz davranarak farkında olmadan da olsa bir başkasına virüs bulaştırmış olsak, bunun vicdan azabı ve vebali bizi çok zora sokacaktır. Kişisel hijyenimize dikkat edelim, temiz ve sağlıklı gıdalar ve vitaminlerle bağışıklık sistemimizi güçlü tutalım.

Bunları ihmal etmeyelim; bununla birlikte, günahlardan ve ahlâkî zaaflardan da arınalım, içdünyamızı da zenginleştirelim. Virüsten ziyade, esas Allah’ın azabından korkup tedbir almaya çalışalım. Musibet gibi görünen bu olayları fırsata çevirmeye çalışalım, Allah’a yalvarıp tevbe edelim. Virüsü bir İlâhî uyarı olarak görüp kendimizi sorgulayalım. Eğer gerekli ibretleri çıkarıp halimizi sorgulayarak ıslah sorumluluğumuzu yerine getirirsek; göreceğiz ki, Rabbimiz yardım edecek ve bir musibet olarak başlayan bu süreç, sonunda inşaAllah bir rahmete vesile olarak tamamlanacaktır. Rabbimiz yardımına müstahak olan kullar olmayı ve bunun için sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirmeyi hepimize nasip etsin.

"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

 

 

VİRÜS DİYOR Kİ

Siz çağırdınız beni, ben de geldim. Halinizle, yaşayışınızla beni davet ettiniz; ben de çağrınıza icabet ettim. Bana niye kızıyorsunuz, anlamıyorum. Benden korkacağınıza, beni emrinde tutan, istediği zaman istediği yerde, istediği ölçüde beni gönderen Allah’tan korkun. Ben, O’nun gücünü hatırlatırım sadece. Benim de sahibim, yöneticim Allah iken, sanki ben Allah’tan habersiz, O’ndan izinsiz gelmişim gibi, beni Allah’sız tanıtmaya kalkanlar oluyor. Bana kızmayın, kendinize kızın.

Beni sevmiyorsanız niye çağırdınız? Bedeni temiz, yiyip içtiği temiz, gönlü temiz, imanı temiz, ahlâkı temiz, dâvâsı temiz, tertemiz yaşıyorsanız, ben böyle yerlere uğramam. Her şey Allah’ın mülkü ve askeri olduğundan, ben de İlâhi kurallar istikametinde, Sünnetullah çerçevesinde hareket ederim. Onca Kur’an ayetlerine ilgi göstermediniz. Öğütleri kulak ardı ettiniz.

Evet, tarihin her döneminde fesat vardı. Ama eskiden isyan edenler azdı, şimdi herkes azdıkça azdı. Hani sizin dilinizde bir söz var: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” “Nasihat ile yola gelmeyeni azarlamalı, azardan anlamayanı da güzelce bir dövmeli” anlamında. Ey insanlar! Siz korona virüs dayağını çoktan hak ettiniz. Yoksa, hepimizin Rabbi, zerre kadar zulmetmez. Beni siz istediniz. Öğüt ve ikazdan anlamaz oldunuz.

Sünnetullah şimdi sizi benimle terbiye ediyor. Benimle de insanlığa tekrar dönmezseniz, daha ağır ihtarlar bekleyin! Bana kızmayın, kendinize kızın. Beni siz çağırdınız. Ben bir yere uğrarsam, kolay kolay gitmem. Benim özelliğimdir, kurunun yanında yaşları da yakarım. Bilmiyor musunuz, hepimizin sahibi ve ilâhı öyle diyor: “Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25).

“Kula belâ gelmez Hak yazmayınca / Hak belâ yazmaz kul azmayınca.”

Ey insan! Korkacaksan, asıl âhiretinin mâruz kaldığı tehlikelerden kork. Korumak istiyorsan, önce imanını, mânevî varlığını koru! Virüse karşı tedbir alabilirsiniz; ya cehenneme karşı hangi tedbirleri alıyorsunuz? Gözünüzle görmediğiniz halde bana inanıyorsunuz da, cehenneme inanmıyor musunuz yoksa?

Görünen ve görünmeyen nice varlıklar Allah’ın askeri konumundadır. Allah dilerse sizi su ile helâk eder Nuh kavmi, Firavun ve askerleri gibi. Dilerse sivrisinekle azap eder, Nemrut gibi. Rüzgârla, sesle, depremle helâk eder; Âd, Semûd, Lût kavmi gibi. Mümkün, bazılarını da helâk eder, benim gibi küçücük bir virüsle; sizin gibi. “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en üstünüsün.” (7/A’râf, 155)

 

 

KORONA VİRÜS HAKKINDA KUR’AN VE HADİSLER NE DİYOR?

Hepinizin kabul edeceği gibi, daha önce bilinmeyen, yeni ortaya çıkıp kendisine orijinal bir ad verilen korona virüs ifadesinin Kur’an ve Sünnette geçmesini beklemek, doğru değildir. Ama, insanlığın ihtiyacı olan her konuda hüküm bildiren, dünya nizamı ve yaşama biçimi olan dinimizin bu konuyu enine boyuna ele almaması mümkün değildir. Korona virüs hakkında herkes konuştu. Daha çok devlet yöneticileri ve tıpta uzman olanlar olmak üzere, bilgi ve duyuru kirliliği yaşıyoruz. Ama, maalesef bu virüs hakkında Allah ne diyor, Rasulullah ne diyor, önemsenmedi, merak edilip araştırılmadı. Bu yazıda “bu virüse dinimiz nasıl bakıyor, nasıl bakmamızı istiyor?” sorusuna cevap aramaya çalışacağım. Kur’an’da olayın sünnetullah boyutu ve genel olarak musîbetler konusunun nasıl ele alındığı, hadislerde geçen tâun kavramının bizim konumuzu anlattığını ele almak durumundayız. Hadislerde geçen “tâun”, bulaşıp yayılan her hastalığa verilen addır. Veba da denilir. Bugünkü korona virüs de tâun ve vebâ olarak ifade edilir.

 

 

KARANTİNAYI DÜNYADA İLK OLARAK RASÛLULLAH EMRETTİ

“Karantina” kelimesi, sözlükte “yolcuların gözetim altında tutulma süresi” demek olan ve İtalyanca “kırk” anlamına gelen quarantenadan gelir. Bulaşıcı hastalıklar sebebiyle çeşitli tedbirlerin alınması ve hastalığa yakalanmış olanların tecrit edilmesi anlamında kullanılır.

“Bir yerde veba olduğunu işitince oraya girmeyin; bulunduğunuz yerde veba çıkacak olarsa, ondan kaçmak için orayı terk etmeyin.” (Buhârî, Tıb 30)

“Tâun, bir yerde zuhur ederse siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için oradan çıkmayın!” (Müslim, Selâm 92, hadis no: 2218)

Aynı şekilde cüzzamlı hastalardan kesinlikle uzak durulmasını isteyen Rasûl-i Ekrem (Buhârî, Ṭıb 19), kendisine biat etmek üzere Medine’ye gelmekte olan Sakīf kabilesi heyetinde cüzzamlı bir hastanın bulunduğunu haber alınca onun geri dönmesini istemiş ve biatının kabul edildiğini bildirmiştir (Müslim, Selâm 126; İbn Mâce, Tıb 44). Hz. Peygamber, hastalıklı hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrı tutulması gerektiğini de belirtmiştir (Müslim, Selâm 104-105; Ebû Dâvûd, Tıb 24).

Mikrop diye küçük canlı organizmalarının varlığının kimse tarafından bilinmediği bir zaman diliminde, Rasûlullah (s.a.s.) mikropları, virüsleri tanıdığı, onların insandan insana hastalıkları bulaştırdıklarını bildiği gibi, çözümün karantina olduğunu söylemiş ve insanlığa tıb yönüyle büyük yol açmıştır. Mikroskobun bulunmasıyla, mikro organizmaların varlığının bilemsel yönden kesinlik kazanması 17. Y.Y.’ın ikinci yarısına aittir. Batının bu buluşundan en az bin sene önce, 7. Y.Y.’ın ilk yarısında Rasûlullah hastalıkların nasıl bulaştığını ve nasıl yayıldığını tespit etmişti. Evet, dünyada ilk defa mikropları en doğru şekilde tanıyan, hastalıkların onlar aracılığıyla bulaştığını tespit edip çözümünün de karantina olduğunu belirten zât, Peygamberimizdir. Bundan on dört asır önce bu bulaşıcı hastalığı doğru tanımlayıp doğru çözüm yolu göstermesi, onun kendi kendine yapabileceği bir şey değildir.

“…Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lutfu gerçekten büyük olmuştur.” (4/Nisâ, 113). Salât ve selâm olsun ona…

 

 

RASÛLULLAH’IN EMRİNE UYULSAYDI, BU VİRÜS ÇIKTIĞI YERDE YOK EDİLECEKTİ

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasulullah’ın emrine uyulmuş olsa ve bulaşıcı hastalık olan yerden kimse başka bir yerleşim yerine çıkmamış olsaydı, bu belâ dünyaya yayılmayacaktı. Rasûlullah, sadece belirli bir zümreye değil; âlemlere rahmet olarak gönderilmişti çünkü. Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderilen peygamberimize (4/Nisâ, 64) insanlar, itaat etmedikleri için böyle bir belâya çarptırılıyorlar. Rasûlullah’ın karantina emrine uymamak, hem Allah’a itaatsizlik, hem peygamberine ve hem de Allah’ın tabiattaki kanunlarına, O’nun değiştirilemeyecek olan sünnetine karşı çıkmak demektir. O yüzden cezası da ağır olacaktır. Bunun cezası genel anlamda şöyle belirtilir:

“Rasul’ün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın (fitnenin) gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!” (24/Nûr, 63).

Mecburiyet hissettiklerinden ve ölümden korktukları için insanlar, başlarındaki yöneticilere ve küresel yönlendiricilere kesin bir itaat içindeler. Biz müslümanlar, devlet “evde kal!” demese bile, devletin yasak koymasından önce, Rasulullah’ın koyduğu yasağa uymalıyız. Rasûl’e bu konuda ve Kur’an’ın hayata geçirilmesine yönelik onun emirlerine ve örnekliğine muhâlefet etmenin cezası, başına belâyı bulmak veya can yakan bir cezaya çarpılmaktır.

 

 

KUR’AN’IN TEMİZLİK KONUSUNDAKİ EMİRLERİNE UYULSAYDI, BU VİRÜS ORTAYA ÇIK(A)MAZDI

Dinimiz, temizliği iman ile irtibatlandırmış, nice ibâdeti temizlik şartıyla kabul edileceği açıklanmış, maddî temizlikle birlikte mânevî temizliği, gönlün arınmasını da öne çıkartmıştır. Temizliği imanla bağlantılı olarak, imanın yarısı şeklinde ele alan dinimiz, temizliğin kendisini de ibadet saymıştır. Abdest, gusül ve teyemmüm bu ibadetlerdendir. Temizlik hakkında çok şümullü alanları sayarak her alanda temizliğe önem vermeyi emretmiştir. Yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanmasını isteyerek, abdest ile, el ve yüz temizliğine dikkat çekmiş, tuvalette su kullanmayı ve çıkışta mutlaka elleri yıkamayı emretmiş, diş temizliği üzerinde ısrarla durmuş, gıdaların temiz olması gerektiğini hükme bağlamış, temizlik için sol eli kullanmayı emretmiş, aksırınca mendil kullanmayı veya sol elini kullanmasını istemiştir. Tırnak kesmeyi, etek ve koltuk altı tıraşı ve temizliğini istemiştir. Bütün bunların yanında çevre ve mekân temizliği ile ilgili hükümler bildirmiş, meydanların ve piknik alanlarının temizliğinden bahsetmiştir. Dinimizin çok kapsamlı olarak ele aldığı ve çok önem verdiği bu temizlik, bütün boyutlarda uygulansaydı, hiç korona görülür veya görülse bile üreyebilir miydi?

“…Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (2/Bakara, 222)

"Temizlik, imânın yarısıdır” (Müslim, Tahâre 1)

"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler." (Buharî, Savm 27)

"Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, şâyet sadece Allah'a ibâdet ediyorsanız O’na şükredin" (2/Bakara, 72)

 

ALLAH’IN İZNİ OLMADAN, O’NDAN BAĞIMSIZ HİÇBİR MUSÎBET OLMAZ!

“Allah’ın izni olmadan başa gelen bir musibet yoktur. Kim Allah’a iman ederse Allah onun gönlünü doğruya yöneltir. Allah her şeyi bilmektedir.” (64/Teğâbun, 11)

“De ki: Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiç bir şey isabet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.” (9/Tevbe, 51-52)

 

BU VİRÜS, İLÂHÎ CEZÂ VE AZAPTIR!

“İnsanların, kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)

“Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)

“Yoksa kötülüklere batıp yara alanlar, kendilerini; iman edip salih amellerde bulunanlarla bir tutacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (45/Câsiye, 21)

“Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)

 

HADİSLERDE KORONA VİRÜS’ÜN CEZÂ OLDUĞU ÇOK DAHA NETTİR

Hadislerde geçen “tâun” ve “vebâ” kelimesi; Arapçada her türlü bulaşıcı ve yayılan hastalık için kullanılan genel bir isimlendirmedir. Bugünkü korona virüs de bu kapsamdadır.

“Tâun azap alâmetidir. Allah onunla kullarından bazı kimseleri imtihan eder...” (Müslim, Selâm 93)

“Tâun, bir ricz yahut bir azaptır. Benî İsrail’e yahut sizden öncekilere gönderilmiştir…” (Müslim, Selâm 92, hadis no: 2218)

Eski Ahid'in çeşitli yerlerinde İsrâiloğulları’nın isyankâr davranışlarının Allah’ın gazabını üzerlerine çektiği, bu sebeple veba ile cezalandırıldıkları ifade edilir (Sayılar, 16/44-48; Tesniye, 28/20-21; Mezmurlar, 78/50; 106/29). Bazı müfessirler, Kur’an’da (el-A‘râf 7/130-135) Hz. Mûsâ’ya inanmayan Firavun ve Mısırlılar’ın üzerine gönderildiği bildirilen tûfan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gibi musibetler için kullanılan “ricz” kelimesini tâun olarak açıklamıştır (Taberî, VI, 41).

“Veba hastalığı bulunan yere yaklaşmakta helâk vardır.” (Ebû Dâvud, Tıb 24, hadis no: 3923)

 

 

BU CEZÂNIN GEREKÇESİ NE?

 

 

İNSANLARIN KENDİ YAPTIKLARI SUÇLARI

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

 

FESAD

“Allah yeryüzünün ifsad edilmesine izin vermiyor: “İnsanların, kendi elleriyle yapıp-ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)

 

ŞIMARIKLIK VE AZGINLIK

“Kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)

 

NİMETLERE NANKÖRLÜK, LÜKS, ZEVK U SEFÂ

“Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)

 

KENDİLERİNE YAPILAN UYARILARI UNUTMALARI

“Kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)

 

FUHUŞ VE HARAMLAR

Allah yeryüzünün ifsad edilmesine izin vermiyor: “İnsanların, kendi elleriyle yapıp-ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)

 

 

BU VİÜS, MÜ’MİNLERE RAHMET OLABİLİR Mİ?

“Tâun (Veba, Virüs) hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minleri rahmet yaptı…” (Buhârî, Tıb 31, Enbiyâ 54, Kader 15; Müslim, Selâm 97; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 358)

 

 

NASIL RAHMET OLUR?

“Nice hoşlanmadığınız şey vardır ki, o sizin için hayırdır… Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216). Bu musibetleri uyarı olarak ele alır, kendi yaptıkları suçların bir cezası olarak, bu musibetleri bir uyarı olarak ele alır, muhasebelerini yapıp kendilerini hesaba çekerek tevbe etmeleri, Allah’a yönelip O’nun razı olacağı inanç ve amel içinde olmaya söz verdikleri zaman, rahmet olur. Böyle bir musîbetle sınandığında, tevhidî bir iman içinde, Allah’ın takdirinden başka bir şeyin kendisine isabet etmeyeceğine inarak sabredip bulunduğu yerde aşırı korkulara kapılmadan ve isyan etmeden beklerse, işte o zaman bu musibet rahmet olur.

Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) tâundan sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “O, sizden öncekilere Allah’ın gönderdiği bir azaptı. (Şimdi) Allah onu mü’minlere bir rahmet yaptı. Eğer bir kul tâuna tutulur da bulunduğu yerde sabrederek bekler, Allah’ın takdirinden başka kendisine bir şey isâbet etmeyeceğini bilirse, o kimseye şehid ecri kadar sevap verilir.” (Buhârî, Tıb 31, Enbiya 50, Kader 15; Müslim, Selâm 97; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 358).

Hz. Âişe (r. anhâ): “Tâundan kaçmak, harpten kaçmak gibidir.” demiştir. (Beyhaki, Şuabu’l-İman 5/22, 23)

 

 

NANKÖR İNSANLARIN BU TÜR MUSİBETLERDEN İBRET ALMAYIŞLARI

“Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.” (6/En’âm, 43)

"Allah (size, her çağda benzerlerini görebileceğiniz) bir örnek veriyor: Bir memleket vardı. (Halkı) Güven ve huzur içinde yaşıyordu. Rızıkları da dört bir yandan bol bol geliyordu. Derken bunlar, Allah'ın (emirlerine başkaldırarak, O'nun) nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah, (bir âfet gönderdi ve) işledikleri (günahlar) yüzünden, tüm ülkeyi kasıp kavuran açlık ve korkuyu onlara tattırdı." (16/Nahl, 112)

“Onlar gemiye bindikleri zaman, dini yalnızca O'na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah'a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar.” (29/Ankebut, 65)

“İnsanların başına bir sıkıntı gelince yalnız rablerine sığınarak O’na yalvarırlar; sonra onlara kendi katından bir nimet tattırdığında bakarsın ki bir kısmı kalkıp rablerine şirk/ortak koşar.” (30/Rûm, 33)

“Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefânızı sürün; ama yakında bileceksiniz!” (30/Rûm, 34)

“…Kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler.” (30/Rûm, 36)

“Yine, insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah’a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleleri dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur. Allah’ı bırakıp kendisine ne zarar ne de yarar sağlayabilen şeylere yalvarıp yakarır. Sapkınlığın en uç noktası da işte budur. (Bir de) o, zararı yararından daha yakın olan varlıklara yalvarıp yakarır. O ne kötü bir dost ve ne kötü bir arkadaştır!” (22/Hacc, 11-13)

“Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)

 

SEBEBİ

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

 

ÖZELLİĞİ

Kurunun yanında yaş da yanar: “Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25)

 

 

ECEL GELMEDEN KORONA DA ÖLÜM SEBEBİ OLAMAZ!

Bu aşırı korku, genellikle ölüm korkusudur. Hâlbuki Allah eceli takdir etmiştir. Kimse eceli gelmeden ölmez.

“Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.” (3/Âl-i İmran, 154)

“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır.” (3/Âl-i İmrân, 145)

“Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” (16/Nahl, 61)

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” (3/Âl-i İmran, 145)

“Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah işlediklerinizden haberdardır.” (63/Münâfikun, 11)

 

 

İMTİHAN VESİLESİDİR; BAZILARI BUNUNLA SAPAR, BAZILARI DA HİDÂYETE YÖNELİR

"Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin." (7/A'râf, 155)

“Tâun azap alâmetidir. Allah onunla kullarından bazı kimseleri imtihan eder. Onu işittinizmi, bulunduğu yere girmeyin. Bir yerde zuhur eder de, siz de orada bulunursanız ondan kaçmayın.” (Müslim, Selâm 93)

 

 

KADERLE İLİŞKİSİ; TÂUNA KARŞI TEDBİR ALMAK, KADERDEN KAÇMAK DEMEK MİDİR?

Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında Şam civarında büyük bir veba salgını yaşanmıştır. Hicrî 17 veya 18; milâdî 639 yılındaki Amvâs tâununda içlerinde Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Muâz bin Cebel gibi sahâbenin ileri gelenlerinin de bulunduğu 25-30.000 kişi ölmüştür (İbn Kesîr, VII, 79 vd.). Çoğunluğu ashâb olan binlerce mücâhid, savaş yapmak için geldikleri bugünkü Ürdün topraklarında vebâdan ölüp o topraklara gömülmüştür. Suriye bölgesi ordu kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından Şam-Hicaz yolu üzerindeki Serğ kasabasında karşılanan Hz. Ömer’e Şam’da veba çıktığı haberi verilince vebanın olduğu yere gitmemiş, kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyen Ebû Ubeyde’ye Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığındığını söylemiştir (Buhârî, Ṭıb 30; Müslim, Selâm 98-100).

 

 

ÇÖZÜM, ŞİFÂ ALLAH'IN ELİNDEDİR

“Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur…” (10/Yûnus, 107 ve bkz. 6/En’âm, 17)

“…Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, rahmetini tutup önleyebilirler mi?' De ki: 'Allah, bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler), yalnız O'na güvenip tevekkül etsinler.” (39/Zümer, 38)

"Hastalandığım zaman, O'dur bana şifa veren." (26/Şuarâ, 80)

"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

 

 

KORONA VİRÜSÜ ANLAMAK VE YORUMLAMAK İSTEYEN MÜ'MİNLER İÇİN ÂYETLER

“Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, elbette 'Allah' diyecekler. De ki: 'Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, rahmetini tutup önleyebilirler mi?' De ki: 'Allah, bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler), yalnız O'na güvenip tevekkül etsinler.” (39/Zümer, 38)

 

“Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107 ve bkz. 6/En’âm, 17)

 

"Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin." (7/A'râf, 155)

 

“İnsanların, kendi elleriyle yapıp-ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)

 

“...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)

 

“Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)

 

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25)

"Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

 

“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (3/Âl-i İmrân, 145)

“Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” (16/Nahl, 61)

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” (3/Âl-i İmran, 145)

“Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah işlediklerinizden haberdardır.” (63/Münâfikun, 11)

 

“... Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldimi, bir an ne geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (10/Yunus, 49)

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

“Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)

 

 

BU VİRÜS, İNSANLARA ABDEST ALMASINI ÖĞRETİYOR; NAMAZ İÇİN BAŞKA VİRÜS BEKLERSENİZ, SIRA CENAZE NAMAZINIZA GELİR!

Corona virüsünü engelleyen en önemli faktör abdest almaktır. Zaten bütün doktorlar 'abdest alın' demeseler de sık sık abdest almayı öneriyorlar.

Abdest alırken günde en az beş defa dışa temas eden el, kol, yüz, ağız, kulak, burun, ayak gibi organlarımızı sık sık yıkamış oluyoruz. Yemekten önce ve sonra ellerimizi yıkama sünnetini yerine getiriyoruz.

Corona virüsü genellikle boğaz sızısı ile başlar. Boğaz sızı başladığı andan itibaren bol su içmek, tuzlu veya sirkeli su ile gargara yapmak bağaza yerleşen Corona virüsünü temizler. Her abdest alışımızda üç defa gargara yaptığımızı unutmayalım. Dinimizin talimatlarına uysak pek çok hastalıktan zaten korunmuş oluruz.

                                                                              

Ama Allah için değil; bir virüsten korunmak için alınan abdest, sadece dünyada sıkıntıdan kurtarabilir. Ya âhiret sıkıntıları? Abdesti öğreten virüs, kadınlara peçe takmayı öğreten virüs; aynı zamanda Allah’tan korkmayı, O’na güvenerek dua edip O’na yönelmeyi de tavsiye ediyor.

 

 

TEDBİR İSE TAMAM, TAMAM DA, BU KORKU VE ZİLLET NEYİN NESİ?

Korona hakkında o kadar çok şey yazıldı, söylendi. Arkasından ne geleceği şimdiden insanları ürkütüyor. Allah'tan korkmayanlara ne kadar güvenebiliriz? Dünyevî çıkarları için ebedî geleceklerini, âhiretlerini satanlar, insanların hayatlarını önemserler mi? Komplo teorisi deyip geçmek yerine, ya doğruysa demek ve ona göre şüpheli hususlardan bile uzaklaşmak gerekmez mi? Allah'a isyanda bu kadar ileri giden toplumlar, hâlâ akıllarını kullanmıyorlarsa Allah'ın helâk yasasının işlemesi kaçınılmaz olur. Rabbimiz buyuruyor ki: "Sadece içinizden zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allah’ın cezası şiddetlidir." (8/Enfâl, 25). Koronadan veya başka bir sebepten hepimiz öleceğiz. Pisi pisine ölmek veya görevlerini yaparak müslümanca ölmek; bu konuda bizim tercihlerimizin önemi büyük. Müslümanca yaşayışa da, müslümanca mücadelelere de, müslümanca ölüme de hazır olmalıyız.

Bütün bunlara rağmen tedbiri elden bırakmamak gerekir. Hem bu hastalığın kendimize ve çevremize bulaşmaması için tedbir, hem başta şirk ve nifak olmak üzere mânevî hastalıkların bize ve sevdiklerimize ulaşmaması için tedbir, hem ilaç ve aşı konusunda, kâfirlerin oyununa gelmeme yönüyle tedbir, hem propagandaların etkisinde kalmama yönüyle tedbir, hem Allah'a yakınlaşma ve O'ndan yardım isteme konusunda tedbir, hem kendimizi tehlikeye atmama yönüyle tedbir... Unutmayalım, Allah istemediği müddetçe hiç kimsenin zerre kadar faydası da, zararı da olamaz. Yine hatırımızdan çıkarmayalım ki, ölümden kaçış yok. Koronadan değilse de ölüm mutlaka bizi bulacak. Öyleyse ölüme ve ölüm sonrası hesaba hazır olarak tedbir...

   

 

DEPREMİN MESAJINI DUYUYOR MUSUNUZ?

30 Ekim 2020’de Seferhisar-İzmir civarından yayılan tüm ülkeyi telaşlandıran depremin mesajı bizi hayra doğru değiştiriyor mu, yoksa unutulup gidiyor mu? Kulaklarına mühür vurulanlardan olmadığınıza göre, siz de depremin konuşmalarını duymuş olmalısınız. Deprem diyor ki:

“Her şey Allah’ın askeridir. En itaatkâr, en güzel asker olması gereken insanlar bu görevini ihmal edince, iş bana düştü. Ben O’nun askeri olarak görev yapıyorum. Yazarlar, hocalar, nasihatçiler, davetçiler, dernekler, cemaatler insanları sadece Allah’a davet etmeyince, görevi ben devraldım; insanları azapla korkutanlar kalmayınca, ben üstlendim bu görevi. Bu kadar Müslüman, uyarı görevlerini yapmayınca, ikaz ve uyarı görevi bana yüklendi. Ama, nice insan hâlâ uyumayı sürdürdüğüne göre, bir dahaki sefer, herkes uyansın diye sesimi yükseltmem gerekecek. Ben, Allah’ın bir sünneti, bir nimetiyim.

Bazılarınızın yakalarından tutup sarsarım bazen; başka türlü uyanmıyorsunuz çünkü. Bazen bazılarınıza tokat da vururum, ama merhametimden yaparım bunu, Çirkinleri güzel sanıp sahte güzellere kapılıp bayılanlar olur içinizde, dünya içkisiyle sarhoş olanlar çıkar; ayılsınlar ve ayıksınlar diye atarım tokadı, şefkat tokadıdır bu. Bana niye kızıyorsunuz, anlamadım. Benden korkacağınıza, beni emrinde tutan, istediği zaman istediği yerde, istediği ölçüde beni gönderen Allah’tan korkun. Ben, O’nun gücünü hatırlatırım sadece. Benim de sahibim, yöneticim Allah iken, depremi Allah’sız tanıtanlar oluyor, bazıları fayı tanrı yerine koyuyor. Fay kızdı, fay kırıldı, deprem oldu dediler, yaratıcı ve esas sebep olarak Allah diyeceklerine dediler fay; vay anam vay!

Asıl deprem evlerde, ailelerde. Çatırdıyor aileleriniz. Okullarınız küfrün sarsmasıyla sallanıyor. İnancınız ve ahlâkınız büyük darbeler yiyor. Depremin merkez üssü Ankara, meclis. Farkında değil misiniz? Sarsıntı bütün ülkeden hissediliyor. Sarsıntı kesilmiyor. Siz, küçük depreme odaklanmışsınız. Binaları yıkan deprem, en fazla dünyanızı yok eder. Siz, âhiretinizi mahveden depremlere bakın önce. Eskiden de oluyordu bu tür isyanlar ve depremler, ama azdı. Şimdi insanlar azdıkça azdı.

Depreme dayanıklı bina için daha çok teknoloji mi gerekiyor? Batı kafası depremi de ranta çevirmenin yolunu buluyor. Afrika’nın kırsal kesiminde deprem olsa kim ne kadar zarar görür, bir düşünsenize. Anadolu’nun eski köy evleri olsa evleriniz, sade, doğal. Topraktan, kerpiçten yapılmış tek katlı, önünde bahçesi… Ağaçlarda cıvıl cıvıl kuş sesi… Deprem ne zarar verebilir o evlere? Duvarlar yıkılsa, altında kalsan, biraz kalın bir yorgan olur, o kadar. Ama üst üste tabut gibi yükselen, ama içindeki insanı küçülten, alçaltan apartmanda tavan çökse, kolon üstüne devrilse ne yaparsınız? Deprem bir daha gösterdi ki, Batı tarzı hayat, Batı teknolojisi iflas etti. Haydi, teknoloji engellesin depremleri, depremi önceden haber versin profesörleriniz güçleri yetiyorsa… Allah cehennemle korkutuyor, insanlar cenneti dünyada arıyor. Allah kıyametin dehşetinden korkutuyor, halk geçtiğimiz deprem korkusunu atlatsa da büyük depremden korkuyor. Aslında büyük deprem: Kıyâmet…

Ne? İçinizde duymayanlar mı var depremin sözlerini? Ârıza, alıcılarda olmalı. Kulakla kalp arasındaki kablo kopmuş demek ki…

Deprem olarak son diyeceklerim; 6.6 volüm ile konuşmuştum, eğer duyulmadıysa sözlerim; bir dahaki sefer daha yüksek volümle seslenirim. Büyük deprem dediğiniz günde görüşürüz derim. Ben deprem diye ad verdiğiniz Allah’ın askeriyim.

Kaddafi, Yıllar Önce Oyunu Görmüş ve Uyarmıştı

 

 

DİYANET’TEN FETVÂ İSTENİYOR

Kalpler zaten birbirinden uzak, herkes ayrı bir dünyada ve birbirine mesafeli idi. Korona virüs, bunu dış görünüş yönüyle de ortaya koydu. Artık, 'safları sık tutun, yaklaşın" yerine "safların arasını açın, yaklaşmayın. Mü'minlere karşı mesafeli olun" deniliyor. Ve günün sorusu: "Cuma namazı kılınmıyor, Diyanet'e göre Cuma namazı artık farz değil. Öyleyse Cuma saati alışveriş yapabilir miyiz? Yani, âhiretle ilgili hususlarda taviz veriliyorsa, dünya ile ilgili hususlarda da genişleme olmalı. Cuma namazı için yakınlık caiz değil, ama alışveriş için yakın temas caiz. İbadetlere kısıtlama, ticarete genişleme. Yani farz olanlara yasak, haramlara helâl fetvası isteniyor. Diyanet, duyuyor musun? Fetva isteniyor.

KORONAYA YAKALANMAK MI, YAKALANACAĞIZ DİYE PARANOYAK VE KORONAYAK OLMAK MI DAHA KÖTÜ?

1- Korona korona diye insanları aşırı korkuttular. Yakında insanlar koronadan değilse bu korkudan helâk olacak, psikolojik hasta olmayan kalmayacak. Dengesizlikler, geçimsizlikler, kavgalar, cinayetler patlayacak, intiharlar artacak. Bu gidişle çoğu insan, koranadan daha az zararlı olmayan şekilde paranoyak, koronayak olacak.

2- Korona sebebiyle herkes bir yere doğru yönlendiriliyor. Bireyselleştiriliyor, diğer insanlardan yalıtılıyor, internetten ticaret yaygınlaştırılıyor. Sanal âleme teslim ediliyor. İnsanlar para yönüyle, düşünme yönüyle, ümit yönüyle, inanç yönüyle fakirleştiriliyor.

3- İnsan yalnızlaştırılıyor, düşünemez hale getiriliyor, geleceği belirsizleşiyor. Ümitsiz, geleceksiz, idealsiz hale sürükleniyor. Korona korona diye hergün ölümü yaşayan canlı cenazeye dönüştürülüyor. Mümkün, bunu yapanlar bile büyük oyunu görmüyorlar. Yarın bu korkuları kullanacak planlı güçler ortaya çıkacak. Korona sonrası dünyayı çok farklı yöne yönlendirecek.

4- Bir adama artık en büyük iftira, o kimseye korona hastası de, gerisi tamamdır. Hanımı bile eve almaz, çocukları bile ondan kaçar. Onun nasılsa daha önce alışveriş yaptığı markete bile başkaları adım atmaz.

5- Hastaneler içler acısıdır, sağlam giren hasta çıkar büyük ihtimalle; ama en kötüsü ölüm öncesi ve ölüm sonrası yakınlarınla görüştürülmemen.

6- Ve öldüğünde yıkanmaman, cenaze namazının büyük bir ihtimalle kılınmaması ve sevdiklerinin sana son görevlerini yapamaması. Başka zaman başka hastalıktan ölsen, belki binlerce insanın cenaze namazına katılacağı sen, ölünce kimsesizler gibi meçhul bir yere, kireç dolu bir çukura atılıverilmen…

7- Korona vesilesiyle ve korona bahanesiyle nice insan işsiz kaldı. Nice esnaf kirasını ödeyemiyor, masraflarını çıkaramıyor. Evini geçindiremeyen insanlar, yarın başka problemlere yönelebilirler. Yıllardır devlete vergi verenlere yasak koymak kolay; bir sene de devlet halkına vergi versin de halk devlete baba desin.

8- Devlet tek ses. Devletleri de korkarım tanımlayamadıkları global bir güç yönlendiriyor. İstediği yasağı istediği şekilde koyuyor. Kimseden farklı ses yok. Koronaya mı daha fazla kızalım, korona sebebiyle insanlara yapılan köle muâmelesine mi? İnsanlar koyun sürüsü gibi hiç seslerini çıkarmadıklarından tedbir adına kimbilir daha neler yapılacak, göreceğiz?

9- Korona, hep maddî açıdan ele alınıyor, onun Allah’tan bağımsız hareket ettiği sanılıyor. Koronadan kurtulmak için Allah’a yönelip tevbe etmemiz, kendimizi hesaba çekmemiz gerektiği unutuluyor, unutturuluyor. Korona insanın en fazla dünyasını mahveder, öldürür. Şirk virüsü ise, dünyada rezil bir hayata sebep olduğu gibi, insanın âhiretini tümüyle mahveder.

10- Geçmiş kavimler niye helâk oldu, bilmiyor muyuz? Dünya helâke doğru gidiyor. Problem korona gibi gözüküyor. Aslında korona değil, Kur’an’a bakışımız, onunla mesafemiz bizi mahvediyor. Âyet şöyle diyor: “Başınıza gelen musibetler, felaketler kendi ellerinizle işlediğiniz ameller, yüklendiğiniz günahlar yüzündendir. Allah müstahak olduğunuz, başınıza gelecek felâketlerin çoğunu da bertaraf ediyor.” (42/Şûrâ, 30). Halk arasında bilinen bir vecizeyi de hatırlayalım: “Kula belâ gelmez, Hak yazmadıkça / Hak belâ yazmaz kul azmadıkça.”

11- “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allah’a şirk/ortak koşmalarından ötürü, kâfirlerin kalbine korku salacağız.” (3/Âl-i İmran, 151). Bu âyet, Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini korku saracağını ifade etmektedir. Kalbin huzur ve mutluluğu ise, Allah’a iman ve O’na ibâdet/zikir ile mümkün olur. Hidâyete tâbi olanlara, yani iman edip sâlih amel işleyenlere ise şöyle müjde verilir: “Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacak, üzülmeyeceklerdir." (2/Bakara, 38)

12- Gelin Allah’a dönelim; Allah’ı vekil edinip O’na tevekkül edelim. Allah, bütün bu problemleri biz kulluk yapar, İlâhî yardım ve merhamete lâyık olursak bir anda çözer. O, ölüden diri çıkarır, ummadığımız yerden bizi rızıklandırır. Şer zannetiklerimizi hayra çevirir. Yeter ki biz yönümüzü O’na çevirelim. “Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.” (6/En’âm, 43)

13- "Allah (size, her çağda benzerlerini görebileceğiniz) bir örnek veriyor: Bir memleket vardı. (Halkı) Güven ve huzur içinde yaşıyordu. Rızıkları da dört bir yandan bol bol geliyordu. Derken bunlar, Allah'ın (emirlerine başkaldırarak, O'nun) nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah, (bir âfet gönderdi ve) işledikleri (günahlar) yüzünden, tüm ülkeyi kasıp kavuran açlık ve korkuyu onlara tattırdı." (16/Nahl, 112).

14- İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse ve asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulacağı gibi, kişi, bir sürü sahte otoriteye boyun eğmek zorunda kalır. İnsan, tarih boyunca böylesine yanlış korkular yüzünden sayısız tanrı icat etmiştir. Günümüzde küçücük virüsten büyükçe korkmuş; aşıyı, tıbbı, medyayı aşırı yüceltmeye başlamıştır. Bu gereksiz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur.

15- İnsan, Allah’ın dışında başka şeylerden gerçek anlamıyla korkarsa, korktuğu çoğunlukla başına gelir; Allah korktuğu şeyi veya kimseyi ona musallat eder. Bu, yanlış korkunun dünyadaki zararlarındandır.

16- Allah korkusu amaç değil; araçtır. Bu doğru korku, istenen amaçları gerçekleştirmiyorsa, doğru olmaktan çıkar. Allah’tan korkmak, O’nun emir ve yasaklarına titiz bir şekilde yapışmayı neticelendirmelidir. Allah korkusu, kişiyi sorumluluk bilincine, teslimiyete götürür/götürmelidir. Mü’min, Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkar. Allah sevgisinin ve râzısının bedeli de O’na her konuda itaattir. Amelde tesiri olmayan korku, hayvanı yürütmeyen kamçı gibidir, bir değer taşımaz.

17- Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur.

18- Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada bu kontrol ve yönlendirme daha ustalıkla yapılmakta, yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarmak için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden gerçek anlamıyla korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir (2/Bakara, 155). Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği ile sınanmaktayız.

19- Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez.

20- “Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O, ancak bir İlâhtır; yalnız Benden korkun! Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur. Din de sürekli olarak yalnız O’nundur. Hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52)

Kendini, sahip olduğu bilgi ve teknolojiyi yücelten insan, bir küçük mikrobun, gözle görülmeyen bir virüsün hakkından gelemiyor. Korona virüsü bir uyarı olarak görmek ve onunla da imtihan olduğumuzu unutmamak gerekiyor. Tedbir alalım elbette; ancak esas ölüm ötesine tedbir alalım. Korona virüsü yok edebilir insan; ama ölümü yok edemez. Öyle ise, ölümün adı ister korona olsun, ister kalp sektesi, ölüme ve ölüm ötesine hazır olmak gerekiyor. "Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin." (7/A'râf, 155)

 

 

KORONA MASKESİ TAKARAK KORONA ADINA İNSANI MAKİNELEŞTİRDİLER

Müslümanların elinde İslam adına birkaç şey kalmıştı. Ona da göz dikti iki ayaklı virüsler.

Gönülden olmasa bile, birbiriyle selamlaşıp tokalaşıyor, bazen sarılıyordu insanımız.

Huşûdan uzak olsa bile, cemaatle namaz kılıyor, safları sık tutarak kardeşliğini hiç değilse şeklen ilan ediyordu.

Bilinçli olmasa da hac ve umreye gidiyor, kısmen de olsa yenileniyordu.

Planlı ve düzenli olmasa da cemaat dersleri, haftalık sohbetler yapılıyordu.

Yeterince yararlanılmasa da, derneklere, vakıflara, cemaat evlerine gidip çizgisini koruyordu.

Dâvet ve tebliğ amaçlı olmasa da, misafirlikler, eş-dost ziyaretleşmeleri, ikramlar oluyordu.

Bazen sakıncalı olsa da düğünde, cenazede; yani sevinçte ve tasada insanlar bir araya geliyordu.

Biraz zorluğu olsa da, torunlar dedelerin omzuna çıkıyor, secdede sırtından inmiyordu.

Herkes tam güven vermese de, maskesiz dolaşıyordu, yüzünü gizlemiyor, kimliğini saklamıyordu.

Bazen hastalık belirtisi olsa da, rahat rahat aksırabiliyor, öksürebiliyordu.

İstenilen samimiyet olmasa da, insanlar birbirinden kaçmıyor, birbirlerini zararlı bir varlık gibi, potansiyel tehlike gibi görmüyordu.

Kahraman olmasa da, bu kadar korkak değildi, tedbir diye paranoyak ve koronayak olmuyordu.

Allah’a tam itaat etmese de, devletin emir ve yasaklarına İlâhî bir itaat gibi tam teslimiyet göstermezdi.

Ümidini Allah’a tam bağlamamış olsa da, gelecek hakkında bu kadar karamsar değildi.

İslâm’ın hâkimiyetinde yaşamadıysa da, kendisini küfür dünyası bu kadar yönlendirmiyordu.

Sürekli Allah’la birlikte olmasa da, hayatında bu kadar yalnızları oynamamıştı.

Bütün bunları zerre kadar cirmi olan bir böcek mi yapıyor, yoksa o askerlerini kullanan bir zât, bizi ikaz mı ediyor?

“Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.” (6/En’âm, 43)

Nimetler elinden alınınca değeri daha anlaşılıyor. Bütün bunları, üç milyon tanesinin bir pirinç büyüklüğünde olduğu küçücük bir virüs mü yapıyor? Yoksa, virüsün adını istismar ederek birileri mi insanlığı mahvediyor?

Çip takacaklar, robot yapacaklar diye korka dursun, şimdiden yukarıda bazıları sayılan özelliklerden, insanlıktan çıktığını, makineye dönüştü(rüldü)ğünü görmezden geliyor.

Şükredilmeyen, kıymeti bilinmeyen nimetleri, sahibi elimizden alıverir. “Hani Rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti." (14/İbrahim, 7). Bu azap, âhiretteki büyük azaptan önce, dünyada avans cinsinden korona benzeri azap da olabilir.

Sebep nedir bütün bunlara, çözüm nerededir? Aklı olmayan, gözü görmeyen, havada uçuşan tozdan çok daha küçük bir virüs mü istemişti bu kadar insanı insanlıktan çıkaracak davranışları, yoksa onun adını kullanan çıkar grupları mı?

Deprem oluyor, bütün sebebi fay hattına bağlıyor insanlar; pandemi oluyor, her problemi, bir virüsün küçücük bünyesine sığdırmaya çalışıyorlar.

“Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)

Hani iman etmiştik. Her şeyi yaratan Allah idi, O’nun izni olmadan herhangi bir ağacın yaprağının bile düşmeyeceğine inanıyorduk hani. Hani o şifa vermeden hiçbir derde çözüm olmazdı.

Aşı mı çözüm getirecek? Ya daha büyük dert getirirse? Fâsığın verdiği haberi araştırmadan kabul etmemiz câiz değilken; kâfirlerin hem de kanla beslenen vampirler gibi parayla beslenen alçakların kurduğu tuzaklara düşmeyelim. İnsanlar küçücük virüsten korktuğu kadar tek büyük olan, en büyük olan Allah’tan korkmadıkça dünyaları da düzelmeyecek, âhiretleri de. Maddî/tıbbî sebeplerden de öncelikli olarak çözümü Allah’ta arayalım.

Uzun müddet yağmur yağmayınca ne yapılması gerekiyorsa biz de başımıza yağmur yerine musibet yağdığında benzerini yapalım. Çözümü kâfirlerin de aradığı yerde arar ve ölürsek, virüs kurbanı oluruz. Çözümün esas olarak Allah’ta olduğunu kabul edersek, aşıdan önce İslâm aşısı, Kur’an aşısı olmaya çalışırız. Ölürsek, öteki dünyadaki virüslerden kurtulmuş oluruz.

Bu musibet, bizi Allah’a mı yaklaştırmalı, yoksa sadece dünyevî çözüm diye sunulan ne olduğu belli olmayan aşılardan medet ummaya mı götürmeli?

“Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru.” (2/Bakara, 201)

 

 

 

KORONA DENİLEN VİRÜS SEBEBİYLE YAPILAN BÜYÜK YANLIŞLAR

1- Korona korona diye insanları aşırı korkuttular. Yakında insanlar koronadan değilse bu korkudan helak olacak, psikolojik hasta olmayan kalmayacak. Dengesizlikler, geçimsizlikler, kavgalar, cinayetler patlayacak, intiharlar artacak. Çoğu insan, koranadan daha az zararlı olmayan şekilde paranoyak, koronayak olacak,

2- Korona sebebiyle herkes bir yere doğru yönlendiriliyor. Bireyselleştiriliyor, diğer insanlardan yalıtılıyor, internetten ticaret yaygınlaştırılıyor. Sanal âleme teslim ediliyor. İnsanlar para yönüyle, düşünme yönüyle, ümit yönüyle, inanç yönüyle fakirleştiriliyor.

3- İnsan yalnızlaştırılıyor, düşünemez hale getiriliyor, geleceği belirsizleşiyor. Ümitsiz, geleceksiz, idealsiz hale sürükleniyor. Korona korona diye hergün ölümü yaşayan canlı cenazeye dönüştürülüyor. Mümkün, bunu yapanlar bile büyük oyunu görmüyorlar. Yarın bu korkuları kullanacak planlı güçler ortaya çıkacak. Korona sonrası dünyayı çok farklı yöne yönlendirecek.

4- Bir adama artık en büyük iftira, o kimseye korona hastası de, gerisi tamamdır. Hanımı bile eve almaz, çocukları bile ondan kaçar. İnsanlar onun nasılsa daha önce alışveriş yaptığı markete bile adım atmaz. Koronadan fazla insanlardan eziyet çeker.

5- Hastaneler içler acısıdır, sağlam giren hasta çıkar büyük ihtimalle; ama en kötüsü ölüm öncesi ve ölüm sonrası yakınlarınla görüştürülmemen.

6- Ve öldüğünde yıkanmaman, cenaze namazının büyük bir ihtimalle kılınmaması ve sevdiklerinin sana son görevlerini yapamaması. Başka zaman başka hastalıktan ölsen, belki binlerce insanın cenaze namazına katılacağı sen, ölünce kimsesizler gibi meçhul bir yere, kireç dolu bir çukura atılıverilmen…

7- Bu ev hapsi ne kadar sürecek, esnaf kiralarını nasıl ödeyecek, işsiz kalan kimseler evlerini nasıl geçindirecek, belli değil. Büyük ihtimalle Ramazanlarda da evlerde hapis yaşayacak insanlar, ne iftara gidecek, ne iftar verebilecekler. Hac da yapılmayacak, bayram namazı da kılınmayacak. Bayram yapma, bayramlaşma hakkı da verilmeyecek insanlara.

8- Devlet tek ses. Devletleri de korkarım tanımlayamadıkları global bir güç yönlendiriyor. İstediği yasağı istediği şekilde koyuyor. Kimseden tek ses yok. Koronaya mı daha fazla kızalım, korona sebebiyle insanlara yapılan kötülüklere mi? İnsanlar koyun sürüsü gibi hiç seslerini çıkarmadıklarından tedbir adına kimbilir daha neler yapılacak, göreceğiz?

9- Korona, hep maddi açıdan ele alınıyor, onun Allah’tan bağımsız hareket ettiği sanılıyor. Koronadan kurtulmak için Allah’a yönelip tevbe etmemiz, kendimizi hesaba çekmemiz gerektiği unutuluyor, unutturuluyor. Korona insanın en fazla dünyasını mahveder, öldürür. Şirk virüsü ise, dünyada rezil bir hayata sebep olduğu gibi âhiretini tümüyle mahveder.

10- Gelin Allah’a dönelim; Allah’ı vekil edinip O’na tevekkül edelim. Allah, bütün bu problemleri biz kulluk yapar, İlâhî yardım ve merhamete lâyık olursak bir anda çözer. O, ölüden diri çıkarır, ummadığımız yerden bizi rızıklandırır. Şer zannetiklerimizi hayra çevirir. Yeter ki biz yönümüzü O’na çevirelim.

 

 

KUR’AN'I YAŞAMAYAN KORONA'YI YAŞAMAK

ZORUNDA KALIR

Dünyadaki toplam korona virüsün ağırlığı bir gramdır.

-Bir gram virüs, 420 milyon ton insanı eve kapattı.

-Bir gram virüs, 8 milyar insanı evinde esir aldı.

-Bir gram virüs, tesettür düşmanlarına bile peçe taktırdı.

-Bir gram virüs, pavyonları, kumarhaneleri kapattırdı.

-Bir gram virüs ozon tabakasını onardı.

-Bir gram virüs bir milyar ton petrolü depolarda tuttu.

-Bir gram virüs 20 trilyon dolar kaynak tüketti.

-Bir gram virüs 45 savaşı dondurdu.

-Bir gram virüs 100 milyon insanı işsiz bıraktı.

-Bir gram virüs binlerce şirketi iflas ettirdi.

-Bir gram virüs hava kirliliğini % 75 oranında temizledi.

-Bir gram virüs, üretim ve tüketimi alt seviyeye düşürdü.

-Bir gram virüs bütün ülkelerin kapılarını kapattı.

-Bir gram virüs dünyanın bütün gündemini değiştirdi.

-Bir gram virüs bütün borsaları alt üst etti.

-Bir gram virüs her türlü trafiği minimize etti.

-Bir gram virüs insan temasını sonlandırdı.

-Bir gram virüs suya sabuna dokunmayı maksimize etti.

-Bir gram virüs gezegenin tamamını kırmızıya boyadı.

-Bir gram virüs iki milyar öğrenciye tatil yaptırdı.

-Bir gram virüs bütün teknolojileri alt etti.

-Bir gram virüs milyarlarca insanın ağzına gem vurdu.

-Bir gram virüs bütün insanları eşitledi.

-Bir gram virüs dünyayı sarstı, insanı silkeledi.

-Bir gram virüs yedi milyar insanı şaşkına çevirdi.

-Ama göreceksiniz ki insan bir gram bile akıllanmadı...

-İnsanların akıllanması için Kur’ana dönmeli ve Kur’an’ı baş tacı edip tanışık olmalı

 

 

 

KORONA, KORONA DEĞİL; HAYDİ KUR'AN'A, KUR'AN'A!

Ramazan gündemimizi de günümüzü de yaşayışımızı da değiştirmek için geliyor. Gına geldi artık korona’dan. Bu virüs, vücudumuza girmese de, kalbimize korkusu, dilimize zikri yerleşti. Yeter artık, gündemimizi değiştirmezsek, biz değişmiş olacağız ve mânevî olarak iyice hastalanacağız.

Kur'an ayı geliyor. Gündemimiz bundan sonra Kur’an’a endeksli olmalı. Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre (97/Kadr, 3), Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan, yani otuz bin günden daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir.

Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de otuz bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de otuz bin günden üstün olur.

Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez.

Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.

Ramazan, Kur’an’ın kendisine indiğini bilen ve ona göre hayatını tanzim eden kimselerin Ramazan’ıdır. Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da başka şeyleri Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini reddetmeyen kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan da yoktur bayram da. Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar.

 

 

KORONA TARAF TUTMAZ; AMA İNSANLAR

ÖYLE FARKLI Kİ…

Bir tarafta obeziteden hastalananlar;

Diğer tarafta iskelete dönmüş çocuğun başında bekleyen akbabalar.

Bir tarafta zulmün her çeşidini her ülkeye, her yöne ulaştıranlar;

Diğer tarafta gardiyanlarına âşık olan mahkûmlar.

Bir tarafta kahkahalarla çevreyi ayağa kaldıranlar;

Diğer tarafta onları rahatsız etmemek için sessizca ağlayanlar.

Bir tarafta azanlar, ezenler, üzenler;

Diğer tarafta susan ve susturan fertler, toplumlar, düzenler.

Bir tarafta eşiyle, çocuklarıyla rahat evinde rahat edemeyip kuduranlar;

Diğer tarafta evsizler, çadır soğuğunda donanlar.

Bir tarafta paraya tapanlar, Karun taraftarları;

Diğer tarafta üzülenler, gönderemedik diye bu yıl Afrika’ya iftarları.

Bir tarafta demokrasi, özgürlük, laiklik diye velvele koparanlar;

Diğer tarafta küresel fesatla bozulanları onaranlar.

Bir tarafta köpeğinin mamasını Paris’ten getirenler;

Diğer tarafta çöpten ekmek toplayıp yiyenler.

Bir tarafta elleriyle yaptıkları taşa, tunca tapanlar;

Diğer tarafta Allah’tan başkasına kulluk yapmayanlar.

Bir tarafta aşı ile aşıracağı paraları şimdiden sayanlar;

Diğer tarafta koronaya yakalanmadan, korkusundan uyuyamayanlar.

Bir tarafta hâlâ Allah’a isyana dalanlar;

Diğer tarafta onların yerine de tevbe edip ağlayanlar.

Bir tarafta her türlü haltı yiyenler;

Diğer tarafta onlara Allah’tan korkun, şirkten sakının diyemeyenler.

Bir tarafta Korona, Korona diye toplumu bayıltanlar;

Diğer tarafta Kur’an’a, Kur’an’a diye insanları ayıltanlar.

 

 

KORONA VİRÜS PAZARLAMACILARINI VE AŞI OLAYINI ŞU BİLDİĞİMİZ İKİ ÂYET IŞIĞINDA DEĞERLENDİRSEK?!

“Onlara ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın, düzeni bozmayın!’ denildiğinde, ‘Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz’ derler. İyi bilinsin ki, gerçekten fesatçılar/bozguncular onların ta kendileridir, ama farkında olmuyorlar.” (2/Bakara, 11-12)

Bu âyetin açıklaması (tefsiri) olarak Kur'an Yolu adlı tefsir aynen şöyle diyor:

Her insan kendi aklını beğenir ve tuttuğu yolun doğru olduğunu iddia eder. Sıra iddianın deliline gelince müminle kâfirin farkı ortaya çıkar. Müminin delili, aklının yanında, hatta önünde bulunan ve doğru bilginin kaynağı olan vahiydir, Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde yer alan bilgiler ve açıklamalardır. Hz. Peygamber’e inanmayanlar ise yalnızca beşerî bilgi kaynaklarıyla yetinmek durumundadırlar. Beşerî bilgi kaynakları birçok konuda, tek başına doğruyu bulmaya, bilmeye yeterli olmadığından bununla yetinenler hataya düşerler, yanlış yollara saparlar; ancak gerçeği bilmedikleri için kendi bildikleri ve yaptıklarının doğru olduğunu savunmakta ısrar ederler. Hak dine inanmayanlar, akıl üstü konularda yanıldıklarını ancak çıkmaza saplandıkları, sistemleri tıkandığı, bunalımlar baş gösterdiği zaman kısmen anlarlar, çoğu defa yine anlamaz, yanlış yorumlara girişirler, gerçeğin bilgisi âhirete kalır ki bunun da artık dünyada onlara faydası olmaz.

 

 

KORONADAN KAÇARKEN NEREYE KAÇTIĞIMIZA İYİ BAKALIM

İran’da koronavirüse (Kovid-19) iyi geldiği iddiası üzerine, virüsten korunmak için sahte etil alkol tüketen Çok Sayıda kişi hayatını kaybetti. İran merkezli İSNA haber ajansı, Huzistan iline bağlı Ahvaz kentinde, sahte etil alkol tüketerek zehirlenen 20 kişinin hayatını kaybettiğini, 218 kişinin hastanede tedavi altına alındığını bildirdi. (Gazeteler, 9 Mart 2020) Bakın İran'daki insanlara. Virüsü önler diye içki içmişler. Tabii, İran'da içki yasak. Evlerde zor imkânlarla içki üretiyor üretenler. O içkilerden içenlerin sayısı çoğalarak toplam 255 civarında kişi ölmüş. Eyvallah, içkinin bu virüsü önlediği kanıtlanmış böylece. Onlara gelecek virüsü önlemiş, onlara virüs bulaşmasına fırsat bırakmadan kendisi öldürmüş içki. Böyle önleme yerinde dursun. Koronadan ölselerdi, belki günahlarına keffaret olurdu bu ölüm. Ama koronadan korkup içkiden çözüm beklediler. İçki de olayı böyle çözdü. Beterin beteri var. Bazı ilaçların yan etkisi, faydasından daha büyük olur, bilirsiniz. Kur’an bunu, yine içki ve kumar üzerinden açıklar: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: 'Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür.” (2/Bakara, 219). Ölçü; Allah’ın koyduğu hükümler. Unutmayalım korkularımızla da, korkularımızı yenmek için tercih ettiğimiz çözümlerle de imtihan oluyoruz. “Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz.” (21/Enbiyâ, 35). “İnsan, şerri de hayrı istediği gibi ister. İnsan pek acelecidir!” (17/İsrâ, 11).

Bir şerden kurtulmanın yolu başka bir şerri tercih etmek olamaz. Denize düşen yılana sarılmasın. Sadece koronaya karşı çıkmak yerine, esas inançsız olarak, inancına şirk karıştırmış olarak ölmeye karşı çıkmak, koronaya tedbir aldığımız gibi, buna tedbir almak zorundayız. Sonu cehennem olduktan sonra koronadan ölmesen, başka bir hastalıktan ölsen ne olur? Ölüm sonrasını güzelleştirmeye çalışmadıktan sonra, ölüm şeklini güzelleştirsen ne olur? İnsanımıza sorsak, “koronadan ölüp cennete gitmek ile, koronadan değil de normal şekilde ölüp cehenneme gitmek arasında tercih yapsan hangisini tercih edersin?” diye, çoğunluk ne der acaba? Haber yerine Koronaber dinleyen, gündemine başka şey koymayan insanlar, Allah’ı devre dışı tutarak nasıl çözüm bulabilirler ki?

Haberlerde, devlet adamlarının açıklamalarında belki 100 defa virüs kelimesi geçiyor, ama bir defa bile “Allah” kelimesi geçmiyor. Meyhaneleri, kumarhaneleri demek ki devlet yasaklayabiliyormuş. Halk da bunlarsız yapabiliyormuş. Ama Allah için olmadıktan sonra neye yarar? Yarın koronavirüs bitecek, bu yasaklar da bitecek. Allah’tan korktukları için değil; koronadan korktukları için konuluyor bu yasaklar. Koronadan korktuğu kadar cehennemden korksa insanımız, âhiretini garanti altına almış olacak. Haberlerden takip ettiğimize göre, Kütahya’da bir kadın korena korkusundan kurtulmak için intihar etmek istiyor. Zorla kurtarıyorlar. Bir cellattan kaçarak başka bir cellada sığınmayalım. “Öyleyse, Allah'a doğru (yönelip, şirkten ve bozulmalardan) kaçın.” (51/Zâriyât 50). Kaçışta başlangıç yerimiz değil; hedefimiz Allah olsun. Koronadan cehenneme kaçıyorsak, bu kurtuluş değil, unutmayalım!

 

 

MEDYA BÜYÜTECİYLE BÜYÜTÜLÜP CANAVAR YERİNE KONULAN KORONA VİRÜS

ÖLÜM, SADECE KORONA VİRÜSLE GELMİYOR!

Bir aydan daha uzun süre içinde (Virüsün ilk çıkışından 22 Mart’a kadar) bu virüsten ölenlerin sayısı 13 bin. Velveleyi koparıyor bütün dünya. Biliyor musunuz, açlık ya da açlığa bağlı sebeplerle dünyada her gün 21 bin kişi ölüyor. Ayda 630 bin kişi yapar. Evet, her ay ortalama 630 bin kişi açlıktan ölürken kimsenin sesi çıkmıyor/du; şimdi bir ayda 13 bin kişi öldü diye yer yerinden oynuyor. Demek açlık virüsü, tokluk virüsünden beş misli daha hızlı çalışıyor.

Bir aydan (daha fazla olsa da, bugün 22 Mart tarihine kadar virüsün geçmişini bir ay kabul ediyorum) bu güne kadarki Korona virüsten ölenlerin sayısı ile bir ayda ölen kimselerin oranını tespit ettiğinizde 350 misli bir fark çıkıyor. Her ay dünyada ortalama 4,5 milyon insan ölüyor. 13 bin kişi bunun 350’de biri. Yani, 350 ölenden birisi bu virüs sebebiyle ölüyor. 350’de 1 ihtimal, kişiyi hayattayken öldürmeye yetiyor, ama koronadan 349 defa büyük olan herhangi bir sebepten dolayı ölümü insanlar önemsemiyor. Bu ne biçim mantık?

Dünya çapında corona virüs bulaşan kişi sayısı 307.280 kişi (22 Mart itibarıyla). Bunlar dünyanın 115 farklı ülke ve bölgesinde yaşıyor.

Virüs nedeniyle ölen kişi sayısı 13.049, iyileşen sayısı 92.382.

Çin’de, İtalya’da, İran’da değilseniz ve yakın bir tarihte bu ülkelere ziyaret etmediyseniz, endişenizin % 90’ını atmanız lazım.

Gerçekten korona virüs size bulaştıysa, yine de paniğe gerek yok. Çünkü vaka, % 81 hafif formda, % 14 orta, sadece % 5 kritik formda seyrediyor.

Virüs bulaşan hastaların yaklaşık üçte biri tedavi edilip iyileşmiş. Diğerlerinin tedavileri sürüyor.

Atipik zatürede ölüm oranı % 10, korona virüste % 2,4; elli yaş altı ise 0,2.

Ölümlerin % 2,5’unun sebebi trafik kazaları, Diyabet % 5,8 orana sahip,

Kanser % 16 ve Kalp ve damar hastalıkları, ölümlerin sebebi olarak % 32,3 orana sahip. Korona virüs ise, bugün için % 2,4, en yüksek ortalama ise % 3,4.

Yani elli yaşın altındaysanız, Çin’de ya da İtalya’da yaşamıyorsanız bir trafik kazasına kurban gitme ihtimaliniz, korona virüse yakalanma ihtimalinden daha yüksek.

Öyleyse ne bu panik, ne bu paronaya? Ne bu evlere hapsedilmek, ne bu tedbir adına insanların ruh sağlığı ile oynamak…

İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur.

Yılda 3 milyondan fazla insan obezite sebebiyle yaşamını kaybediyor. Peki ya açlıktan? Açlıktan ve açlığa bağlı hastalıklardan ölenlerin sayısı ise yılda 7,5 milyondan fazla. Hangisine daha fazla üzülelim?

Ecel konusunu ayrı değerlendirmek kaydıyla, geberinceye kadar yiyenler, yediklerinin yarısını açlara verse, hem kendileri ölmeyecek, hem açlar acından ölmeyecek.

Her üç saniyede bir kişi intihar ediyor.

Karşılaştıracağımız ölüm sebeplerini aylık birim üzerinden verelim ki, bir ayda dünyada toplam 13 bin olan korona virüs sebebiyle ölenlerle rahat kıyaslama yapılabilsin.

Trafik kazalarında dünyada bir ayda ortalama yüz bin kişi ölüyor. Herkes normal görüyor; ayda 13 bin kişi koronadan öldü diye ceza, trafikteki toplu taşımalara bile veriliyor. Ama trafik kazalarının cezasını kimse trafiğe çıkmasın, evde kalsın diye arabalara ve binenlere veren çıkmıyor.

Şeker hastalığı sebebiyle her ay ortalama 280 bin kişi ölüyor, kimseden ses çıkmıyor, koronadan 13 bin kişi ölüyor, herkes feryadı basıyor; ayda 280 binden fazla ölüme sebep olan, bu virüsten 21 kat fazla ölüme sebep olan şeker hastalığına kimse sesini çıkarmıyor.

Şeker hastalığına adından veya tadından karşı çıkılmıyor, ya kansere ne demeli? Bir ayda 800 binden fazla insan kanserden ölüyor. 13 bin nerede, 800 bin nerede? Ama korona için herkes ölümden korkutulur gibi ürkütülür, kanser için ciddi uyarıya bile ihtiyaç hissedilmez.

Hiçbir hastalık olmasa bile, kişiler kendilerini krona virüsten daha fazla öldürüyor. Yani, insanlar çoktan korona virüs oldu. Türkiye’de her gün ortalama 9 kişi intihar yoluyla ölümü seçiyor. Dünyada ayda 90 bin kişi intihar ediyor. Ayda koronadan ölen sayısı ise 13 bin.

İşin tuhaf tarafları da var: Sadece ABD'de yılda yaklaşık 20.000 kişi egzersiz yaparken aşırı efor sarfetmeleri sebebiyle hayatlarını kaybediyor.

İstatistikler ölüm sebepleri konusunda daha ne bilgiler veriyor, konuyu fazla uzatmadan birkaç örnek daha verelim. Gözle görülmeyen bir virüsü, dünyanın en büyük canavarı ilan etmenin anlamsızlığını şöyle de değerlendirebiliriz:

Sivrisinekler dünyada her ay 90 binden fazla insanın ölümüne sebep oluyor.

Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Akciğer Vakfı’nın katkılarıyla hazırlanan Tütün Atlası’na göre, Türkiye’deki erkeklerin yüzde 31’i tütün kaynaklı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor. Yani, erkekler açısından her üç kişiden birinin ölüm sebebi, sigara. Bu, Kuzey Kore’nin ardından dünyada en yüksek ikinci oran. Türkiye’de her ay 7 binden fazla kişi sigara kaynaklı nedenlerle yaşamını yitiriyor.

Her ay alkolden ölenlerin sayısı ise dünya çapında 270 bin.

Bazı günler, virüsten ölenlerin sayısı, 200’ü, hatta 300’ü buluyor.

Çok fazla, elbette. Peki şunlara ne dersiniz: Herhangi bir gün;

26.283 kişi kanserden

24.641 kişi kalp hastalıklarından

4.300 kişi diyabetten ölüyor.

Her gün, ortalama:

Sivrisinekler 2740, insanlar 1300, yılanlar 137 kişinin ölümüne sebebiyet veriyor.

Korona virüsün adı mı anılır bunca ölüm sebeplerini dikkate alınca?

Size göre de bir çarpıtma, bir korkutma, bir manipüle, bir tezgâh yok mu korona virüs denilen küçücük böceğin dev gibi büyütülmesinde?

Türkiye’de bir yılda ortalama 430 bin kişi ölüyor. Dünyada ise, her yıl ortalama 56 milyon kişi ölüyor. Diyelim ki, bir yılda bir milyon insan öldü. Bu, ölümlerin % 2’sine bile ulaşamamış olur. Buna rağmen insan ölümden değil, koronadan korkuyor. Evet, her saat 6 bin kişi ölüyor.

Gereksiz panik yapmayın, ucuz medya provokasyonlarına kanmayın.

Dünyanın sonu gelmiş gibi medikal malzeme, ilaç, gıda maddesi stoklamayın.

Kişisel hijyeninize dikkat edin, iyi gıdalar ve vitamin-minerallerle bağışıklık sisteminizi güçlü tutun. Bunları yaptığınız gibi, günahlardan ve ahlâkî zaaflardan da arının, içdünyanızı da zenginleştirin. Virüsten değil, esas Allah’ın azabından korkun.

İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur.

 

 

BAŞIMIZA GELENLER, KENDİ ELLERİMİZLE YAPTIKLARIMIZDAN

Müslümanlar olarak birbirimize sarılamıyorduk, birbirimizle tokalaşamıyorduk; birbirimize yakınlaşamıyorduk. Şimdi tümüyle sarılmamız, tokalaşmamız, yaklaşmamız yasaklandı; bu nimetler elimizden alındı. Birbirimize ikram edemiyorduk, şimdi evimize misafir alamıyoruz kimseyi. Birbirimizi kandırmaya çalışıyor hile yapıyor, rahat yalan söylüyorduk. Şimdi, virüsün elinde oyuncak olduk, köşe kapmaca oynuyoruz zavallı çocuklar gibi.

Sokaklardan, çarşılardan harama girmeden yararlanamıyorduk. Şimdi tümüyle uzaklaşmak zorunda kaldık. Azdıkça azarken, ezdikçe ezerken birileri; biz de baktıkça bakıyorduk. Şimdi zulme rıza gösterdiğimizin cezası olarak mazlum biz olduk.

Ev çalışmalarını küçümsedik, medreselerimizi hor görüp ihmal ettik, cemaat olamadık, cemaatle namazın tadına varamadık. Şimdi cemaatten, çalışmalardan, faaliyetlerden, eğitimden tümüyle mahrum bırakıldık. Mescid-i Aksâ’nın, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Haram’ın kadrini anlayamadık, yeterince ziyaret edemedik. Şimdi bu ağlayan mâbedlerimizi bomboş, ıpıssız görme bahtsızlığına eriştik. İzzeti yanlış yerde aradığımızın cezasını zilleti tadarak çektik. Kıymetini bilemediğimiz, şükrünü edâ edemediğimiz nimetler şimdi elimizden alınıyor bir bir. Gururlu kibirli idi çoğumuz. Şimdi bir pirenin gözünden daha küçük bir böceğe teslim olduk, mağlup olduk şu an itibarıyla. Allah’tan korkmuyor gibi yaşadık, cehennem yok gibi… Şimdi küçücük bir virüsten korkar olduk.

Ve Rabbimize hakkıyla kulluk yapamadık, her şeyden önce. Şirksiz bir imana, katıksız bir ihlâsa, riyâsız bir sâlih amele yönelmedik tam anlamıyla. Şimdi Rabbimizin ihtarına, ikazına, gazabına muhatap olduk. Kâbemiz tavafsız, namazlarımız cemaatsiz, talebelerimiz rahlesiz kaldı; cehennem yok gibi yaşadığımızın bir cezası olarak.

"Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

 

 

KORKU; KİMDEN VE NE İÇİN?

Başka hiçbir konu yok, başka hiçbir kelime yok Korona Virüsten başka. Gazete sayfalarında o, radyoyu aç o, TV.’ye bak o, internete gir o. Bir ay içinde medya 40 binden fazla haber yapmış bu virüs hakkında. Halkın da başka bir şey konuşmadığını, kendinizin de kalabalığa uyduğunuzu kabul edersiniz sanırım.

Medya, devlet, derin devlet, devletleri de sömüren karanlık güçler hep korku ile besleniyor, vampirin kanla beslendiği gibi. Korkuyorlar ve korkutuyorlar. Bu korku, nice psikolojik hastalıklara sebep olacaktır, ama esas zarar mânevî dünyamıza, inancımıza olmaktadır.

Eyvallah bu virüs zararlı, tedbir de alınmalı. Tamam da, bu virüsü bahane ederek insanları ölmeden öldürmeye kalkanları, bunun yarınları dizayn etmek isteyen karanlık güçlerin bir oyunu olduğunu, oyuna gelenler fark edemiyor.

Rabbimiz bizi bazı şeylerle sınayacağını bildiriyor. Bu konuda saydıklarının ilki korkudur (2/Bakara, 155).

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

“Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)

Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalıklar, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. Fıtrî olan insandaki korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrip eden bir musîbete dönüşecek ve içindekini cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet sahibi kılacaktır.

Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada bu kontrol ve yönlendirme daha ustalıkla yapılmakta, yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarmak için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden gerçek anlamıyla korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir (2/Bakara, 155). Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği ile sınanmaktayız.

Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez.

 

 

MUSİBET VE HASTALIKLARIN HİKMETLERİ

 

Hz. Peygamber’in Tâif Seferinde Yaptığı Dua

Peygamberliğin 10. yılında Ebû Tâlib’in ölümünden sonra Kureyşliler Rasûlullah’ın üzerine giderek onu Tâif’e gitmeye zorlamışlardır. Yolculuğun maksadı, İslam davetini Mekke’nin dışına taşımaktı; zira Allah Resulü, Mekkeliler davete kulaklarını tıkadıkları için yeni arayışlar içine girmişti. Sakîf kabilesini İslâm’a dâvet amacıyla yanına azatlı kölesi Zeyd b. Hârise’yi alarak Şevval ayının son günlerinde Tâif’e gitmiştir. Orada yaklaşık on gün kalan Rasûlullah, bu şehrin eşrâfına İslam’ı anlatmıştır. Ancak gençlerin davete ilgi duymalarından tedirgin olan Tâif eşrâfı, çocukları da yanlarına alarak Allah Resulünü taş yağmuruna tutmuş, Hz. Peygamber’in her iki ayağı kanlar içinde kalmıştı. Zeyd b. Hârise, Rasûlullah’ı korumaya çalışmışsa da mâruz kaldığı yoğun saldırıları önleyememiş, onun da başı yarılmıştı. Rasûlullah o gün yaşadıklarının Uhud Savaşından daha şiddetli olduğunu söyleyecekti. Zeyd, Rasûlullah’a, Mekke’ye geri dönmenin tehlikeli olacağını hatırlatmıştır. Rasûlullah ise ona, Allah’ın mutlaka kendilerine bir çıkış yolu göstereceğini bildirmiş ve böylece Mekke’ye dönmüşlerdir. Tâiflilerin saldırısından kurtulduktan sonra, onlara beddua etmemiş, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle seslenmişti:

“Ey Allah’ım! Kuvvetimin zayıflığını, insanlara karşı koymadaki yetersizliğimi ve varlık gösteremeyişimi sana havale ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen, bütün mustazafların ve benim de Rabbimsin. Sen, beni kime teslim ediyorsun? Bana kaba ve sert davranan şu yabancılara mı? Ya da bana galip gelme gücünü verdiğin bir düşmanıma mı? Yâ Rabbi! Gerçekte benim üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet senin bana karşı bir gadap ve öfkenden ileri gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem ve gönülden tahammül ederim. Ben karanlıkta aydınlık yaratan ve dünya ile ahiret işlerini düzelten senin varlığının nuruna sığınıyorum. Senin gazabın ve öfken bana gelmeden önce beni kurtar. Senden başka güç ve kuvvet yoktur.” (İbn Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, nşr. Mustafa es-Sekka ve dğr. Kahire, 1-2, s. 420; Muhammed Ebû Şuhbe, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Dımaşk 1992, I, 402)

 

Musîbet ve Musîbete Karşı Tavır

Musîbete karşı takınılan tavır, aynı zamanda iman ile nifakın arasını ayıran ve münafık tiplerin kalplerindeki nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani imanların musibetle sınanmasıdır.

Münafıklar, müslümanlar savaşta bir başarısızlığa (musîbete) uğradığı zaman onlarla birlik olmadıkları için sevinirler ve bunu kendileri için bir nimet sayarlar. Allah Teâlâ gerçek anlamda nimetlendirilenlerin musibetlere uğrayıp bunlara sabreden kimselerden başkaları olmadığını ve farklı düşünenlerin ise kalplerinde hastalık bulunan tipler olduğunu bildirmektedir: "Şüphesiz ki içinizden (savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet geldiği zaman (onlar) ‘Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım’ der" (4/Nisâ, 72)

Diğer bir musîbet de, insanların işledikleri kötü amelleri ve kalplerindeki nifak ve küfürlerinden dolayı muhatap oldukları musibettir. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda kullanılan musîbet kelimesi ile, bu kötülüklere karşı bir cezalandırma kastedilmektedir: "Başınıza gelen bir musîbet kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O, işlenenlerin birçoğunu da affeder" (42/Şûrâ, 30)

Münâfıkların hallerinden sözedilen başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur halleri..." (4/Nisâ, 62)

İşlenilen kötü amellere karşılık ahirette elim Cehennem azabına uğrayanların durumları da musîbet olarak nitelendirilmektedir: "Eğer onlar (Yahudiler) işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman; ‘Rabbimiz bize Peygamber gönderseydin de biz de senin âyetlerine uyup mü'minlerden olsaydık ya’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)." (28/Kasas, 47)

İnsanların başına gelen bütün musîbetler Allah Teâlâ'nın izni ve takdiri dâhilinde ortaya çıkmaktadır: "Yeryüzüne ve kendinize inen hiç bir musîbet yoktur ki Biz onu yapmadan önce Levh-i mahfuz'da yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." (57/Hadîd, 22); "Allah'ın izni olmadan kulun başına hiç bir musibet gelmez..." (64/Teğâbun, 11)

Bu anlamda, ölüm olayı da bir musibet olarak zikredilmektedir: "... Veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse..." (5/Mâide, 106)

Allah, insanı yaşadığı hayatta sınamaktadır. Bu ömür sonunda sağlığını, ömrünü nasıl geçirdiğini kendisine soracaktır. Her şey gibi hastalık da bir imtihandır. Hastalığın bildiğimiz ve bilemediğimiz büyük hikmetleri vardır. Mü’min açısından, hastalığın derece terfîine ve günahların affolunmasına sebep olacağı ümid edilir.

İmam Gazzâlî, insanların başına gelen musîbet ve hastalıkları üç kısma ayırmıştır:

 

1- Münâfığın hastalık ve musîbeti: Allah’a itirazda bulunduğu için ona gelen musîbet ve hastalıklar cezâ olur.     

 

2- Mü’minin hastalık ve musîbeti: Allah’tan geldi diyerek sabrettiği için onun musîbeti günahlarına keffâret olur.

 

3- Şükür makamında olan mü’minin musîbeti: Bu da hastalığında Allah’a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.

 

 “Hangi müslümana hastalık isâbet ederse ağacın hazan vakti yaprakları döküldüğü gibi, Allah onun hatâ günahlarını döker.” (Buhârî, Merdâ 13)

 

“Müslümana fenâlık, hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısından tutun da bir diken batmasına kadar uğradığı her musîbete karşılık Cenâb-ı Hak onun suçlarını ve günahlarını örter.” (Müslim, Birr 52)

 

“En büyük imtihana tâbi olanlar peygamberlerdir.” (Buhârî, Merdâ 3; Tirmizî, Zühd 57; ibn Mâce, Fiten 23)

 

“Allah, hayır dilediği kimseyi musîbetlerle imtihan eder.” (Buhârî, Merdâ 1)

 

“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (İlâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” (İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034)

Sahabelerden Sa’d rivâyet ediyor: Dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel)  

 

“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” (Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni,  Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144)

İbn Mes’ûd (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Bir zaman Nebî (s.a.s.)’nin yanına girdim, kendisi sıtmaya yakalanmıştı. Elimi vücuduna dokundurdum ve: ‘Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz’ dedim. “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıstırap çekiyorum” buyurdu.” (Buhârî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45)

 

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, bir mü’min için hayrına olmayan bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şayet mü’mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şayet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.” (Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, V/24; Dârimî, Rikak 61)  

 

"Yüce Allah buyuruyor ki: 'Mü'min bir kulumu bir hastalığa müptelâ ettiğim zaman Bana hamd ederse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temiz olarak yatağından kalkar. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ben kulumu bağladım, sınadım (şimdi ey meleklerim:) sağlam iken ona yazdığınız sevaplar gibi hastalık zamanı için de aynı sevapları yazın." (Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/123)

Sahâbelerden Abdullah ibn Mes'ûd diyor ki: ‘Rasûlullah’ın huzuruna girdim; Yâ Rasulallah, dedim, çok ateşin var. “Evet dedi, “Ben sizden iki kişinin hastalığı kadar hastalanırım.” Ben: ‘Şu halde, senin için ecir vardır’ deyince buyurdu ki: “Evet, aynen öyle. Hiçbir müslüman yoktur ki, ona bir diken ve daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey isâbet etsin de, Allah o şeyi, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, o müslümanın günahlarına keffâret kılarak günahları ondan dökmesin.” (Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 10, s. 111)

 

“Allah, bir kulu sevdiği zaman onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinizin hastasını sudan korumaya devam etmesi gibi.” (Tirmizî, Tıbb 1, hadis no: 2107)

 

“Allah Teâlâ buyurur ki: ‘Kulumu iki sevgilisiyle (iki gözüyle) imtihan edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabrederse iki gözüne karşılık olarak ona Cenneti veririm.” (Buhârî, Merdâ 7; Ahmed bin Hanbel, III/144)

 

“Bu hastalığa tutulup sabrederek ecir umarsan, karşılık olarak sana Cennet vardır.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, I, hadis no: 532)

İbn Abbas, bir arkadaşına şöyle demiştir: “Ey Atâ! Sana Cennet kadınlarından bir kadın göstereyim mi?”  O da “evet, gösterin” demesi üzerine İbn Abbas şöyle demiştir: “Şu (gördüğün iri yapılı ve uzun boylu habeşî) siyah kadın yok mu? Bu kadın bir kere Nebî (s.a.s.)’ye gelip: ‘Yâ Rasûlallah! Ben sâra hastasıyım, sâra nöbetim gelince de (bayılıyor) açılıyorum, Allah’a benim için duâ buyurun’ dedi. Hz. Peygamber: “Ey kadın! İstersen hastalığına sabret. Buna karşılık sana Cennet vardır. Veya sıhhat vermesi için Allah’a duâ edeyim” buyurdu. Kadın ‘hastalığıma sabrederim; ancak, açılıyorum, açılmamam için Allah’a duâ buyurun’ deyince Rasûl-i Ekrem duâ buyurdu (Mahrem yerleri açılmaz oldu).” (Buhârî, Merdâ 6; Müslim, Birr 54)   

“Bir musîbet, bin nasihatten iyidir.” (Atasözü)

 

Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler Rahmettir

Dünya bir tiyatro sahnesidir. Hepimize kader, farklı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu dünya sahnesinde, rolümüzü beğenmeyip ille zengin, güzel ve yakışıklı role özenmek usta oyuncuya yakışmaz. Bize hangi rolün daha iyi gideceğini bizi bizden iyi tanıyan yönetmen takdir etmektedir. Doğru olan, bize verilen rolü en güzel oynamak ve göz perdelerimiz kapanınca alkışları hak etmek, yüce senarist ve rejisörden ödül almaktır.

Bazı insanların kör, topal, sağır olarak yaratılmaları da hem kendilerine, hem başkalarına rahmet olabilir. Biz bunu çoğu zaman bilemeyebilir, fark edemeyebiliriz. Asıl olan sıhhattir. Hastalık ârızîdir, geçicidir. Sağlık bizim için rahmettir. Ama hastalık da birçok rahmete vesile olabilir. Düşünelim ki doktor, hastalarına baklava dağıtırken iki kişiye baklava vermiyor. O iki hasta rica ediyor, yalvarıyor ama doktor yine vermiyor. Dışarıdan birisi doktorun haksızlık yaptığını, o iki hastaya bir kastı olduğunu zannediyor. Doktordan durumu sorduklarında ise o ikisinin şeker hastası olduğu veya tatlı şeylerin o hastalar için zararlı olduğu belli oluyor.

Kehf suresinde Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) ile bir sâlih kulun yolculuğunu anlatır. Mûsâ (a.s.) ile o sâlih zat bir gemiye binerler. O sâlih zat gemide hasar meydana getirir. Mûsâ (a.s.): "Gemiye niçin zarar verdin?" diye sorduğunda cevap vermez. Uzun bir yolculuktan sonra yaptıklarının hikmetini Hz. Mûsâ'ya açıklar: "Gemi fakirlerin idi. Arkadan gelmekte olan bir kral (korsan) o gemiyi gasp edecekti. Ancak ben onu ayıplı hale getirince gasp etmedi" (18/Kehf, 71, 79) der.

İsyanın zaten faydası da yoktur; zararı ise hem dünyada, hem âhirette görülecektir. Allah'tan gelen hastalık ve benzeri sıkıntılara çare aramakla birlikte sabreden, hamdini kesmeyen kişiye ise bu rahatsızlıklar, dünyada olgunluk, âhirette ise büyük mükâfat sebebi olacaktır. O yüzden hastalık da rahmettir. Hastanın isyan etmeksizin, çaresini aradığı halde bulamadığı için çektiği sıkıntıları, inlemeleri, günahlarına keffâret olabilir. Musibetler de insana rahmet olabilir; günahlarına mukabil dünyevî cezalarla insan esas azaptan kurtulmuş olabilir. İnsanlık, isyanla değil; verilen emanetleri verildiği doğrultuda kullanarak dünyada gönül rahatlığı, âhirette Rabbın rızâsını ve cennetini elde etmeye çalışmalıdır.

"Mademki Allah rahmândır, dünyada kullar arasında ayrım yapmaz, peki niçin insanların akılları eşit değil?" diyor bazıları. Eğer akıllar ve bedenî güçler bütün insanlarda eşit olsaydı, ilim gelişmez, keşifler yapılmazdı. Evlerin plânı, rengi, bahçeler, yollar aynı tip ve renk olur, hayat çekilmez hale gelirdi. Spor karşılaşmaları, güreşler, koşular, bilgi yarışları yapılmaz, heyecan, zevk, neşe denen şey olmazdı. Çünkü güçler ve akıllar eşit. Herkes aynı saniyede aynı metreyi koşacak, rekorlar, rekabetler olmayacaktı. Bir güle bakan binlerce kişi, aynı kelimelerle aynı vezinle aynı şiiri yazacaktı. 

 

 

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?

Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Evvelâ, kimse O’na karışamaz. O’nun icadına müdâhale edemez. Senin zerrelerini yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır. İnsanî hüviyeti bahşeden Allah’tır. Sen daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında hak iddia edesin. Eğer karşılığında Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “bir göz verme, iki göz ver!” demeye belki hak kazanırdın. “Bir el verme, iki el ver bana” demeye; “niye iki tanede değil de; bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hak kazanırdın. Sen Allah’a bir şey vermemişsin ki, -hâşâ- Allah’a adâletsizlik isnâdında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık yapılmış olsun!

Allah Teâlâ, seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak... Dikkat etsen, senin altında birçok mahlûkat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

Yüce Allah bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip o insanın duygularında inkişaf başlatırsa, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki, bu ona, Allah’ın lutfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid etme gibi... Bir insan Allah yolundaki bir cihadda şehid olur ve büyük mahkemede, Allah’ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları: “Keşke Allah bizi de cihad meydanında şehid ettirseydi!” derler. Dolayısıyla böyle bir insan, çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey, ona oranla çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak bazı kimseler bu konuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yoldan çıkıp azgınlaşsa bile, pek çok kimselerde bu çeşit eksiklikler, daha fazla Allah’a yönelmeye vesile olmuştur, olabilir. Zararlı haşereler çeşidinden bir kısım insanların bu meseledeki kayıplarının bahane edilmesi yerinde değildir. Bu konuda esas olan keyfiyettir.

Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adâletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir taraftan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara mâruz kalış, hastalıklar vesâir zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı -insanın gözüne sivri kalem batırılırcasına- hikmet olarak anlatılmak istenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarına rağmen, günden güne iz'ansız, ferâsetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o oranda çoğalmaktadır.

Yine, gayrimeşrû çocuk edinmeler, boşanmalar, üveylikler, âile geçimsizlikleri gibi Allah Teâlâ'nın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesçe biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu hârikulâde ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saâdet arıyorsa, elbette bulamayacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder.  (Münip Yeğin, Sakatlık ve Hastalıkta Ne Gibi Hikmetler Var, Merak Ettiklerimiz, s. 407)

 

Hastalık İnsanı Melekleştirir

Özellikle uzun süren hastalıklara yakalanan insanlar için hastalık, güzel bir mânevî hal verir. O kimseler, âdetâ bir ayağı dünyada, bir ayağı âhirette gibi yaşarlar. Her an Allah’a duâ eder, O’ndan medet isterler. Dünyayı kalben terk eder, gönüllerini âhirete bağlarlar. Meselâ, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, dış görünüşü itibarıyla kötü olabilir; fakat sürekli âhirete hazır bir halde bulunmak, mânen çok lezzetlidir. Âdeta her an şehâdeti bekleyen bir Allah askeri gibi, hâlis ve sırf Allah rızâsını gözeten bir ruh hâleti vardır.

Bir de hastaya bakanların durumu vardır. Görünüşte çok zor, zahmetli, sıkıntılı olan bu hizmet de hem çok sevaplı, hem çok hikmetlidir. Hastanın kazandığı mânevî hal ve sevabın bir benzeri, hastaya bakanlar için de geçerlidir. Eğer evimizde baktığımız hasta, babamız veya annemiz ise, bu hizmet bize âhiretimizi kazandıracaktır. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Allah’ın Rasûlü (s.a.s) bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün!’ dedi. ‘Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorulunca şu açıklamada bulundu: ‘Ebeveyninden her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cenneti kazanamayanın.” (Müslim, Birr 9; Tirmizî Deavât 110). Demek ki onları memnun etmek, Cenneti kazandıran bir hizmettir. 

 

Kur’an’da Ruh Sağlığı, Psikolojik Denge ve Huzur

Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!” (12/Yûsuf, 85). Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.

Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek, ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde önüne geçer.

Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (39/Zümer, 53) “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?” (15/Hicr, 56) “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.” (23/Mü’minûn, 97) “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107)

Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında “zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.” (13/Ra’d, 28). Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.

Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten zevk almağa başladığında bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. (Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 97)

   

 

Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk

                                                                                                  

Kitabımızın ilk âyeti "Elhamdü lillâh" diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi ama, gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.

"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (20/Tâhâ, 123) Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: "Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti." (14/İbrahim, 7)

                                       

Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak.  İslamî geleneğimizde "nasılsınız?" sorusuna cevap "elhamdü lillah" idi. Şimdi, beylik bir "iyiyim"den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivayete göre; Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Rasûlullah, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: "Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!" (Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.) Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah'ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel'in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbına devamlı hamdediyor. (17/İsrâ, 44). Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor.  İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör (14/İbrahim, 34). Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.

Yönetici(ler) Emrediyor: Sizi Virüsler Ham Etmesin. Kaçın, Evlerinize Sığının!

İnsanoğlu ne kadar âciz, ne kadar zavallı! Bir gramın milyarda birinden daha hafif, gözle görülmeyecek küçücük bir virüs karşısında nasıl da güçsüz! Diğer taraftan bunca zayıflığının yanında utanmadan hâşâ Allah’a kafa tutmaya kalkıyor, isyan etmekten çekinmiyor. Kur’an’da Süleyman (a.s.) zamanında bir küçük varlık hakkında şu olay anlatılır: “Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve askerleri farkında olmayarak sizi çiğneyip ezmesinler!” (27/Neml, 18). Ya şimdi? Şimdi de karıncalara ve virüslere karşı kocaman insanların başındaki yöneticiler diyorlar: Ey insanlar! Yuvalarınıza, evlerinize girin. Karıncadan çok daha küçük virüsler sizi çiğneyip ezmesinler!” Karıncalara ve çok daha küçük virüslere göre insanlar açısından dağ gibi büyük dev varlık insan, virüsten kaçacacak yer arıyor, evlerine sığınıp korkudan dışarı çıkamayacak acziyete düşüyor. Karıncaların insanlar çiğnemesin diye evlerine sığınması normal de, koca insanın karıncadan çok daha küçük hayvancıklardan korkup evine sığınması, günlerce çıkmaması, onlardan ödü kopacak şekilde korkması, insanlığını yitirdiğinin bir göstergesi, bir cezası olsa gerek. Kibirlenip büyüklük tasladığı için Allah’tan korkmayanlara, Allah’ın küçücük bir askerinin onları rezil edecek şekilde küçük bir cevabı. Eskilerden miras kalan onca bilgi mirası ve üstüne teknolojik bilgilerle donanmış insan, virüsle mücadelesinde yıllar geçiyor, galip gelemiyor. Gözle görülen bir küçük böceğin, meselâ bir pirenin milyarda bir küçültümüşü kadar yer kaplayan bir virüs, her yere giriyor, herkese zarar verebiliyor, aşı bile onu durduramıyor. Onca teknolojik birikim çağdaş insanı, küçücük düşmanlarından koruyamıyor. Küçücük, minicik böcek, insanların aldığı tedbire karşı taktik değiştiriyor, gücünü yeniliyor, mutasyona uğruyor. Hangi bilgi, hangi akıl, hangi teknoloji ile yapıyor bunu? Küstah, kibirli insan ise, ne mutasyon geçirebiliyor, ne karşısındaki düşmanı gâfil avlayabiliyor. Kim kaçıyor, kim kovalıyor? Kim saldırıyor, kim kendini müdafa etmeye çalışıyor? Savaş bir yılı aşkın zamandır sürüyor. İnsanların öldürdüğü virüs sayısını bilmiyoruz. Ölseler de sayıları azalmıyor. Bu küçük askerler sebebiyle 150 milyondan fazla insan onların saldırısından etkilenmiş, 3 milyondan fazla insan da bu küçücük askerler tarafından, elinde silah da olmayan küçük böcekler tarafından öldürülmüş. Fil ordusuna karşı kuşların, filleri ve insanlardan askerleri yenilmiş ekin yaprağı gibi ezip geçtiğine inanmayan çağdaş insan, kuştan çok daha küçük yaratıkların, günümüz insanını helak ettiğini gözleriyle görüyor. Gözüyle görmediği bir virüse inanmayan çıkmıyor da, Allah’ı inkâr edenler çıkabiliyor. Bir virüsün insanı yenebilecek güce nasıl sahip olduğunu, nasıl mutasyon geçirebildiğini düşünmek istemiyor. Çağdaş insanın zirai ilaçlarla yok ettiği böcekler ve genel anlamda doğa intikamını alıyor diyebilir bazıları. Tabiata veya virüse bu gücü veren, onu aşıyı bile etkisiz bırakabilecek mutasyon kabiyetiyle destekleyen kim? Allah’ın haberi yok mu bütün bu olanlardan? Yoksa her şey O’nun izniyle olmuyor mu? Dünyanın herhangi bir bölgesinde herhangi bir ağacın herhangi bir yaprağı Allah’ın izni ve ilmi olmadan düşmediğine göre bu virüs Allah’ın haberi olmadan mı bu şekilde saldırıya geçiyor? İnsanoğlu da Allah’ı hesaba katmadan çözüm istiyor. Unutuyor ki galibiyet sayıca çoklukta değil. Unutuyor ki, gözünde büyüttüğü teknoloji ona huzur da vermiyor, onun hayatını da kurtarmaya yetmiyor. Unutuyor ki küçücük bir virüse karşı da olsa, Allah istemediği müddetçe insan galip gelemez. 

 

Şükür yerine şikâyet, iyimserlik yerine kötümserlik Şükür, insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Pandemi vâsıtasıyla sağlığın kıymetini daha iyi anlamalıyız.

Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastahane ve mezarlık aynalarında görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.

Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbiyle başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. "Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız!" buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden dua, haşyet, takva, İslam'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslam, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı "asr-ı saâdet", yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.

Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik. Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.

Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?

Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah'la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir.

Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere de yapılmalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar üzerinde düşünmemiz, Allah'ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı'yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.

Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah'tan geldiğini bilmek, O'nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O'na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibadet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür.  Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah'ın nimet ve ihsanını düşünüp O'nun rızasını istemek) ve sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek).

Hayatta zorluklar var. Sıkıntılar, gerçekleşmeyen istekler, hallolmayan problemler var. Ama hayatın güzel tarafları da çok. Zorlukla beraber kolaylık; sünnetullah, Allah’ın vaadi. Yine kolaylık istiyorsak, zorlukla beraber; unutmayalım. Zahmetsiz rahmet yok. Sıkıntılar, acılar hayatın tuzu, biberi; heyecanı, mutluluk kaynakları. Monotonluktan kurtaran, eksikliğini yaşadığımız şeylerin değerini öğreten hikmetler…

Hayat mücadelesinde hatalar yaptık, ama doğrularımız Allah’ın izniyle daha çok oldu. Kötü günlerimiz yanında iyi günlerimizin daha çok olduğu; hastalıklı günlerimiz yanında sağlıklı günlerimizin daha fazla olduğu gibi.

Hayatta ister yenelim, ister yenilelim. Ulu hakem, hükmünü, bizim oyunu ne kadar dürüst oynadığımıza göre verecektir. Yani, Pollyannacılık oynamalıyız; mutluluk oyunu. Dünya hayatı zaten oyundan ibaret, para, mal-mülk hep oyuncaklarımız. Çocuklar yapboz evlerle oynuyor, büyükler betondan evlerle; çocuklar nylon arabalarla oynuyor, büyükler sactan arabalarla. Çocuklar plastik bebeklerle oynuyor, büyükler büyük bebeklerle…

 

Dünya denilen salon, bir tiyatro sahnesi... Hepimize kader, ayrı ayrı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu fâni dünya sahnesinde, rolümüzden şikâyet edip illâ başrol oyuncusunun rolüne veya zengin rolüne özenmek değildir önemli olan. Usta sanatkâr, kendisine ne rol uygun görülmüşse o rolü beğenmemezlik yapmaz; topal rolü verilmişse o rolün hakkını verir; fakir ve garip rolünü en güzel şekilde oynar. Hepimiz kendimizi, kendimize biçilen rolümüzü oynuyoruz. Doğru olan; bize uygun görülen rolü en güzel oynamak ve Yüce Yönetmen ve senaristten ödül almaktır. Unutmayalım, sahnedeki oyun uzun sürmez. Perdeler (gözler) kapanmak üzere. Sonra oyunu nasıl oynadığımız ortaya çıkacak, notlarımız verilecek.      

 

 

TAKVÂ DENİLEN GÜZEL KORKUYU İHMAL

Takvâ denilen güzel ve faydalı korkuyu ihmal eden insan; hangi şeyden, niçin, ne kadar korkması gerektiğini de bilip ölçülü şekilde tedbir alamaz. Böylece korku ile imtihanını kaybederek dünyada stres ve bunalım içinde yersiz ve zararlı korkuların tutsağı olur. Allah'tan korkup takvâ sahibi olmaya çalışan, O'na tevekkül edip şifayı verecek olanın O olduğuna inanan, ecel gelmeden ölümün gelmeyeceğini kabul eden ve Allah’ın sünneti gereği tedbiri ihmal etmeyen kimse huzur içinde yaşarken; aşırı korkutulan kimse her gün koronayı yaşar ve her gün ölür. Halkları yönlendiren güçlerin korona adlı kurtu kullanarak aşırı korku salmalarının arkasından ne çıkabileceğini şimdiden doğru değerlendirip kurtla mücadele kadar, kurtla korkutanlarla da mücadele etmek zorundayız.

 

 

KORONA KORKUSU

“Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, elbette 'Allah' diyecekler. De ki: 'Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, rahmetini tutup önleyebilirler mi?' De ki: 'Allah, bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler), yalnız O'na güvenip tevekkül etsinler.” (39/Zümer, 38)

“Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107 ve bkz. 6/En’âm, 17)

"Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin." (7/A'râf, 155)

“...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)

“Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25)

"Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (3/Âl-i İmrân, 145)

“Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” (16/Nahl, 61)

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” (3/Âl-i İmran, 145)

“Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah işlediklerinizden haberdardır.” (63/Münâfikun, 11)

“... Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldimi, bir an ne geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (10/Yunus, 49)

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

“Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175). Medya, devlet, derin devlet, devletleri de sömüren karanlık güçler hep korku ile besleniyor, vampirin kanla beslendiği gibi. Korkuyorlar ve korkutuyorlar. Bu korku, nice psikolojik hastalıklara sebep olacaktır, ama esas zarar mânevî dünyamıza, inancımıza olmaktadır.

Eyvallah bu virüs zararlı, tedbir de alınmalı. Tamam da, bu virüsü bahane ederek insanları ölmeden öldürmeye kalkanları, bunun yarınları dizayn etmek isteyen karanlık güçlerin bir oyunu olduğunu, oyuna gelenler fark edemiyor.

 

ŞİRK, BÜTÜN YANLIŞ KORKULARIN KAYNAĞIDIR

Tevhid inancı, emniyet ve huzurun kaynaklandığı bir güç ve kuvvet olduğu gibi; şirk de korku ve kuruntuların, vehim ve stresin, çeşitli fobilerin kaynağıdır. Hurâfelerden, çeşitli evhâm ve kuruntulardan, uğursuzluk anlayışından ve bâtıl tanrılardan korkar durur müşrik. Ölüm, müşrik ve kâfir için, sevdiği her şeyin bittiği ve yok olmak demek olduğu için çok korkunç ve ürkütücü bir olaydır. Şirk ortamlarında, ortada bir sebep yokken korku, uğursuzluk görüşü ve evhâma kapılma gibi rûhî ve mânevî hastalıklar, insanda çokça ortaya çıkar. “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allah’a şirk/ortak koşmalarından ötürü, kâfirlerin kalbine korku salacağız.” Bu âyet, Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini korku saracağını ifade etmektedir. Kalbin huzur ve mutluluğu ise, Allah’a iman ve O’na ibâdet/zikir ile mümkün olur. Hidâyete tâbi olanlara, yani iman edip sâlih amel işleyenlere korku ve üzüntü yoktur. “Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)

Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalıklar, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. Fıtrî olan insandaki korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrip eden bir musîbete dönüşecek ve içindekini cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet sahibi kılacaktır.

Kur’an, bütün duygularımıza istikamet gösterir, meşrû ve faydalı hedeflere yönlendirir. Aynı zamanda ifrat ve tefrit gibi aşırılıklardan koruyarak onların itidâlde kullanılmasını öğütler. Korku duygusu için de bunlar geçerlidir. Kur’an, insan fıtratındaki korku hissini yönlendirerek, bu duyguyu her çeşit sahte, sapık, yanlış ve boş hedeflerden alıkoymaya çağırır. Sonra da doğru hedef göstererek, bu duygumuzu esas korkulması ve sığınılması gereken Yüce Allah'a bağlar. İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse ve asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulacağı gibi, kişi, bir sürü sahte otoriteye boyun eğmek zorunda kalır. İnsan, tarih boyunca böylesine yanlış korkular yüzünden sayısız tanrı icat etmiştir. Doğa güçlerinden korkmuş, ateşi, gökleri, karanlıkları; firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş, o zâlim yöneticileri; açlıktan korkmuş, ekmek ve maaş verenleri; cinlerden, büyüden, muskadan korkmuş, üfürükçüleri ve büyücüleri; yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş, putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Ve virüsten korkmuş, aşıyı, tıbbı, medyayı ilâhlaştırmaya başlamıştır. Bu gereksiz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur.

İnsan, Allah’ın dışında başka şeylerden gerçek anlamıyla korkarsa, korktuğu çoğunlukla başına gelir; Allah korktuğu şeyi veya kimseyi ona musallat eder. Bu, yanlış korkunun dünyadaki zararlarındandır.

Allah korkusu amaç değil; araçtır. Bu doğru korku, istenen amaçları gerçekleştirmiyorsa, doğru olmaktan çıkar. Allah’tan korkmak, O’nun emir ve yasaklarına titiz bir şekilde yapışmayı neticelendirmelidir. Allah korkusu, kişiyi sorumluluk bilincine, teslimiyete götürür/götürmelidir. Mü’min, Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkar. Allah sevgisinin ve râzısının bedeli de O’na her konuda itaattir. Amelde tesiri olmayan korku, hayvanı yürütmeyen kamçı gibidir, bir değer taşımaz.

Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur.

Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada bu kontrol ve yönlendirme daha ustalıkla yapılmakta, yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarmak için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden gerçek anlamıyla korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir (2/Bakara, 155). Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği ile sınanmaktayız.

Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez.

“Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O, ancak bir İlâhtır; yalnız Benden korkun! Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur. Din de sürekli olarak yalnız O’nundur. Hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (16/Nahl, 51-52)

“Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, elbette 'Allah' diyecekler. De ki: 'Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, rahmetini tutup önleyebilirler mi?' De ki: 'Allah, bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler), yalnız O'na güvenip tevekkül etsinler.” (39/Zümer, 38)

 

SLOGANLARIMIZI VE ZİKİRLERİMİZİ GÖZDEN GEÇİRELİM

Batılılar, gayri müslimler bu musibeti nasıl yorumluyorsa, çözümü nerede arıyorlarsa, Allah’ı karıştırmadan bu konuları gündemleştirmeyi nasıl beceriyorlarsa, müslümanlar da aynı yoldan gidiyor. “Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.” (6/En’âm, 43)

Herkesin zikri, tesbihle saymasa bile günde en az bin defa “korona, korona…” Yetti artık; “korona, korona.” Sloganı değiştiriyoruz: “Haydi Kur’an’a, Haydi Kur’an’a!”

“Evde kal.” Bu ifadeyi, evlenemeyip evde kalmak anlamında ele alan genç kızlarımız kendilerine yapılmış beddua gibi algılıyor. "Evde kal" yerine; meselâ "Evde, kendine gel, Allah'la birlikte ol, Kur'an oku!" desek; “Evde ve her yerde Kur’an’la ol, huzur bul!” şeklinde olsa şiarımız, o zaman laiklik elden gider de Atatürk çarpar diye mi düşünüyorsunuz? Bu alternatif sözleri sadece slogan olarak dillendirmek de yetmez; hayat prensibi olarak yaşayışımıza geçirmek zorundayız.

“Biz bize yeteriz Türkiyem” Hayır, biz bize yetseydik, başımıza bunca musibet gelmez, gelince de hemen hallederdik. Allah’ı devreden çıkararak, Allah’sız, yani onun yardımı olmadan hiçbir şeyi başaramayız. Biz bize yetmedik, gözle görülmeyen küçük bir böceğin hakkından gelemedik.

Rabbimiz soruyor: “Eleyse’llahu bi kâfin abdeh / Allah, kuluna yetmez mi?” (43/Zümer, 36) Ve cevap veriyor: “Ve tevekkel ale’llah. Ve kefâ billâhi vekîlâ / Allah’a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter.” (33/Ahzâb, 3) Hayır, biz bize yetmeyiz; “Hasbuna’llah ve ni’me’l vekîl /Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.”

 

 

İNSANLARA MUSALLAT OLAN CİNLERİ ÇIKARDIĞINI İDDİA EDENLER! HAYDİ, İŞBAŞINA! KORONA İNSANLARA MUSALLAT OLDU

 

İnsanlara musallat olup içlerine girdiğini iddia ettikleri cinleri, insan bedeninden çıkardıklarını iddia eden, bunu rukyecilik adına yapan cincilere, üfürükçülere çağrı yapıyorum: Madem sizde öyle bir ilim, öyle bir güç var; bunu bize ispatlamanız için işte önemli bir fırsat… Korona virüsten kurtulmak için dünya ülkeleri milyar dolarlar hazırlıyor ve harcıyorlar. Okuyup üfleyerek, muska yazıp uğraşarak aldığınız paranın milyonlarca katı para kazanmak istiyorsanız, tam size uygun zamanlar…

Haydi, insanın içine girip gerçekten musallat olan şu virüsleri insan bedeninden çıkarın da insanlığa büyük hizmet etmiş ve size inanmayanları da iknâ etmiş olun. Gücünüz yetmiyorsa, “cinler insanlara musallat oluyor, ben de onları insan içinden çıkarıyorum” deyip insanları kandırmayın!

“Ben cin çıkarıyorum, virüs değil” demeye de kalkmayın! “Cin”, gözle görülmeyen canlı varlık; “ins”in (insan) mukabili demektir. Ve nice hadiste de, gözle görülmeyen küçük varlıklara (mikroplara) cin denilmiştir.

Rukyeciler, üfürükçüler! Haydi, ne duruyorsunuz, madem öyle kabiliyetiniz var, çıkarın da görelim şu insanlara musallat olan Korona virüs adlı cinleri.

 

Mikroplar ve Şeytan

Bazı hadislerde, fare haşarat gibi birtakım za­rarlı hayvanlarla, insan sağlığı açısından zararlı olan mikroplara, "Şeytan" lafzıyla işaret edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Câbir'den (r.a.) nakledilen bir hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

 

"Kaplarınızı örtün, kırbaların ağzını bağlayın, kapıyı kilitleyin, kandili söndürün, Çünkü şeytan, hiçbir kırba bağını çözemez, hiçbir kapıyı ve hiçbir kap-kacak ağzını açamaz. Şayet sizden herhangi bi­riniz kapkacağını örtmek için üzerine enlilemesine bir tahta parçası koymaktan başka bir imkân bula­mazsa, Allah'ın adını anarak bunu yapsın. Çünkü küçük bir fâsık, ev halkı içerideyken üzerlerine evleri­ni yakabilir." (Müslim, Eşribe 96; Krş. Buhârî, B. Halk 11, 15; Müslim, Eşribe 97; Ebû Dâvud, Eşribe 22, hadis no: 3731-3733; Tirmizî, Et’ıme 15, hadis no: 1812)

Hadiste geçen, "Küçük bir fâsık" lafzıyla, fare­nin kasdedildiği belirtilmektedir (Bkz. en-Nevevî, Minhâc, XIII, 183). Yine, yukarıdaki hadiste "şeytan" lafzıyla, sadece zararlı haşerelerle fare gibi hayvanların değil; insan sağlığı için zararlı olan mikropların da kastedildiği anlaşılmaktadır. Câbir'den nakledilen bu konudaki bir hadis, bu hu­susu te'yîd etmektedir. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kabın ağzını örtün, tulumu da bağlayın. Çünkü senede bir gece veba iner. Yanına uğradığı kapağı olmayan her kabın yahut üzerinde bağı olmayan her tulumun içine mutlaka bu vebadan iner." (Müslim, Eşribe 99)

 

Yukarıdaki hadiste, vebanın bulaşacağı bu gece­nin yılın hangi gecesi olduğu belirtilmemiştir. Veba salgını çıktığında, herhangi bir gün veya gece, bu mümkün olabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber, yiyecek ve içecek maddelerinin ağzının kapatılmasını emret­miş, salgın hastalıkların mikroplarının hava yoluyla da bulaşabileceğine işaret etmiştir. Günümüzde, birçok hastalığın teneffüs edilen hava, mikrop bulaşan yiyecek ve içecekler yoluyla insanla­ra geçtiği bilinen bir husustur. Hz. Peygamber'in, yi­yecek ve içecek kaplarının ağızlarının kapatılmasını emretmesinin hikmetinin bu olduğu açıktır (en-Nevevî, Minhâc, c. 13, s. 183, 186-187). (Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Şeytan, s. 254-255)

 

 

Biraz da Mizah

Korona Virüse Bir de Bu Taraftan Bakmaya Ne Dersiniz?

Bir Mutlu Adamın Korona’ya Teşekkürü

 

- Korona virüs, hayatımda karşılaştığım en harika şey:

- Eşim artık seyahat etmek istemiyor. Çarşı-Pazar gezip tozmuyor.

- Bütün ürünler Çin'den geldiği için alışveriş yapmıyor.

- Kalabalık var, bana da bulaşır diye AVM'lere gitmiyor.

- Hayatında hiç peçe takmayan kadın, peçesiz (maskesiz) dışarı çıkmıyor.

- Ağzını hiç kapatmayıp devamlı konuşan hanım, maskeden dolayı ağzını bile açmıyor, gevezelik yapmıyor.

- Temizliğe fazla dikkat etmeyen hanım, şimdi bana bile temizlik dersi veriyor.

Bu virüs değil; bu bir nimet!

BİR MUTLU HANIMIN KOCASINA KORONA CEVABI

- Korona virüs, hayatımda karşılaştığım en harika şey:

- Eşim artık kahveye, derneğe, arkadaşlarıyla buluşmaya gitmek istemiyor. “Evimi ihmal etmişim, artık evdeyim, sizlerle birlikteyim, ne güzel!” dese de, biliyorum ki, sebep Korona virüs.

- Ben evde zahmetlerle yemek hazırlıyorum; haber de vermeden “ben çarşıda yedim” diyor, lokantayı eve tercih ediyordu. Şimdi, dediğine göre; artık lokantalar kaliteli yemek yapmıyormuş.

- Eskiden sadece o bana “ağzını kapa!” derdi; virüs sayesinde artık ben ona: maskesini uzatarak “ağzını kapa!” diyorum.

- Eskiden ellerini sık sık yıkamazdı. Şimdi, virüsü bahane ederek, ben ona: “kalk bakalım, ellerini güzelce bir yıka, öyle otur!” diye posta atabiliyorum.

- Kocama bir yasak mı koyacağım; “şunu yapmak, Korona için risk imiş, aman ha!” demem yetiyor.

 

AŞI İLK ÖNCE KİME VURULMALI?

Covid 19 aşısı ilk önce

politikacılar üzerinde denenmelidir.

Eğer hayatta kalırlarsa,

Aşı insanları kurtarır.

Eğer hayatlarını kaybederlerse,

Aşı ülkeleri kurtarır.

 

TÜRK VİRÜSÜ GİRMİŞ ÜLKEYE; ÖYLEYSE “EN BÜYÜK VİRÜS, BİZİM VİRÜS!”

Şükrü Hüseyinoğlu kardeşim face'e bir yazı yazmış. Yazısı aynen şöyle:

Koronavirüsün Türkiye'ye has birden çok mutasyonu tesbit edilmiş. Kısacası sonunda "yerli ve milli" virüsümüz de oldu.

Ben de şu yorumu yazdım, sonra da coştum, ilâveler yaptım:

Orta parmaklarını yumup diğer iki parmağıyla boynuz işareti yapanlar, yasak masak dinlemezler, gece vakit arabalara atlayıp araba camlarından kafalarını çıkararak slogan atarlar artık: "En büyük virüs, bizim virüs!"; "Türk'e Türk virüsü yakışır. Düşmana korona yapışır!"; "Kahrolsun yabancı virüsler, Yaşasın Türk virüsü!"; "PKK'lılar Türk Virüsüne Lâyık Değildir!"; "Ey virüs, titre ve Türk'ün göğsüne dön!"; "Ya Türk virüsünü sev, ya ülkeyi terket"; "Ya Devlet virüsü başa, ya Çin Virüsüyle yaşa!"

Bu kadar slogan yeter. Gençler hep bir ağızdan virüs aşkına şarkı söylemeye başlarlar:

TÜRK OLSUN DA İSTERSE VİRÜS OLSUN!

Türk olsun, isterse virüs olsun.

Alsın canımı, bir süs olsun.

Ey Türk virüsü, bulamadıysan yer;

Yerin yurdun, açtığım göğüs olsun.

TÜRK VİRÜSÜNE ÖLÜRÜM TÜRKİYEM

Baş koymuşum Türkiyemin yoluna,

Türkse, Türk virüsüne ölürüm.

Yabancı virüsler giremez ülkeme,

Türk adlı virüsüne ölürüm Türkiyem.

 

BİN CAN FEDA BİR TÜRK VİRÜSÜNE

Havasına suyuna, taşına toprağına;

Bin can feda bir Türk virüsüne.

Her köşesi yalancı cennetim,

Virüs girmiş yanar içim.

Bir başkadır benim virüslü memleketim.

Lay Lay da Lay Lay. Lay Lay da Lay Lay...

LAY LAY DA LAY LOM

Anadolum bir hasta,

Virüs yaşar koynunda.

Türk virüsle yatar, anası ağlar da.

Öz be öz Türk’ün virüsüne,

Ülkeme, tilkime, kurduma.

Bütün âlem kurban benim virüslü yurduma.

Lay Lay da Lay Lay. Lay lay da Lay Lom...

 

KORONA MI, KUR’AN’A MI?

Korkutuyorsa seni küçük bir mikrop olan Korona

Pislikleri hayatından kovarak insan hastalıktan koruna

Cehennemi dünyada da yaşamak istemiyorsak

Hayatımıza geçirmek için candan sarılmalıyız Kur'an'a

 

İLLÂ İMAN, İLLÂ TAHÂRET

GEZDİM PARİS İLE ROMA’YI, ALMAK İÇİN İBRET

TEKNOLOJİLERİ ONLAR İÇİN YALANCI CENNET

MEĞER UYGARLIK SEVİYELERİ BİR HİÇ İMİŞ

İLLÂ İMAN, İLLÂ AHLÂK, İLLÂ TAHÂRET!

 

HANIMLARIN DİLİNDEN

Sen neymişsin be korona virüs,

Seninle kocalarımızı adam ederüs.

Allah’tan korkmayanları iyice bir korkut,

İşin bitince çekip gitmezsen küserüs.

 

Bu da Benim Yaşadığım Mâceram

Bugün, hayatımda kısmen farklı bir gündü. Uzun zamandır karşılıklı diyaloğumuzun olmadığı nice arkadaş, telefon açtı, “hocam nasılsın, hastalığın nasıl?” diye sordu. Tanımadığım gençlerden arayan bazıları, beni sevdiği için televizyonlarda, internetler duyduğu nasihatleri bana tekrar etti. Sebebini anlamadım. Durup dururken bunlar beni niye arıyor diye hayli merak ettim. Araya Cuma namazı girdi, başka meşgalelerim oldu, sonra internete girdim; girer girmez telefonların sebebini anlamış oldum. Kendi ölümüme değilse de, kendi ölümcül hastalığıma uzaktan kendim şahit oldum. Üzerime kaynar sular boşaldı. Van’dan F.Z. diye gerçekten beni Allah için sevip saydığını bildiğim bir hanım kardeş, benim sayfama da kendi sayfasına da “Ahmed Kalkan Hoca Korona Virüse yakalanmış, hasta olmuş; sonra kendi kendine evinde tedavi olmuş” diye uzun uzun anlatmış. Öyle canlı anlatıyor ki, sanki beni hasta halimle görmüş gibi. Yazısından bir bölümü şöyle: “Hayırlı geceler arkadaşlar abiler amcalar kardeşler bacılar teyzeler acı ama gerçekdir ahmed kalkan hoca efendi de korona hastalığına yakalandı. kaç gün önce, ama hemen ardındah sevinçli bir haber de sizlere verecem. ahmed kalkan hoca efendi iyileşti, hastanelere gitmeden kendi evinde kendi kendini tedavi etmiş. binlerce milyonlarca hamdu senalar, şükürler olsun ki allah tarafindan şifayı almış inşallah allahın kuvvetiyle, gücüyle şimdi çook iyi…”

Bütün bu değerlendirmeyi nereden yaptı bu hanım kardeşim? İftira atacak biri kesinlikle değil; benim düşmanım hiç değil. Gerçekten bana büyük hürmeti, saygısı olan birisi. Sebep: Okuduğunu yanlış anladığından. Birkaç gün önce Face’de bir yazı paylaşmıştım: Başlığı şöyleydi: "ALMANYA’DA VİRÜSE YAKALANIP KURTULAN BİR KARDEŞİN YAŞADIĞI TECRÜBE" ve yazıda, Almanya’daki bir Müslüman Türkün kendi başından geçenleri anlattığı bir yazı vardı. Başlığı önemsemeyince, yazıda yazılanları benim başımdan geçti şeklinde anlamış. Yanlış anlamakla yetinmeyip bu yanlış anladığını doğru gibi herkese ilan ederek beni farkında olmadan zor durumda bıraktı. İyi niyet yeterli olmuyor bazen. Bir şeyi doğru anlamadan, araştırmadan, tahkik etmeden duyuru yapmanın karşı tarafa vereceği zarar da hesaplanmalı. (Bunları niye açıklama ihtiyacı hissettim? Çünkü aşağıda anlatacağım gibi, itham altında kaldım, kim bilir daha ne kadar bunun zararlarını yaşayacağım? Zaten facebookta herkese açık yazıldığı için bu yazılanların burada izah etmemin de bir sakıncası olmadığı, tam tersine olmayan bir hastalıkla herkesin bana cüzzamlı, virüslü muamelesi yapmasının yanlışlığını vurgulamam gerektiğini düşündüm.)

Ben de şöyle cevap yazdım: “F. Z. (ismini yazmayayım) Hanım, nereden çıkardın benim bu virüse yakalandığımı? Çoğu insan, senin yazdığın yazıdan dolayı beni arıyorlar, hasta mısın, sağ mısın, yoksa öldün mü, diye soruyorlar. Bir yönüyle iyi, aramayan bazı dostlar hasta olduğumu duyunca soruyorlar. Zehra Hanım, o yazı bana ait değil; ben sadece paylaştım. Başlığına dikkat etseydiniz, benim hasta olduğumu ilan etmenize gerek kalmazdı. Başlıkta, büyük harflerle şöyle yazıyordu: "ALMANYA’DA VİRÜSE YAKALANIP KURTULAN BİR KARDEŞİN YAŞADIĞI TECRÜBE" Ben, Almanya'da değilim ve ben kendimin kardeşi nasıl olurum? Tabii üzüldüğünüzü söylüyorsunuz. Gerçekten de üzüldüğünüze inanıyorum. Ama bu konuda beni de farkında olmadan üzmüş oldunuz. Allah için beni sevip saydığınızı biliyorum. Bu yüzden teşekkür ediyorum. Ama, herkes bana virüslü muamelesi yapıyor, sizin yazınızdan ötürü. İnsanları inandırmam da kolay olmuyor. Saklıyorum sanıyorlar hastalığımı. Böyle konularda adının çıkması, gerçeğinden beter oluyor. Beni gören yolunu değiştiriyor. Bana virüslü muamelesi yapmaya kalkıyor. Başka biri olsaydı benim hakkımda hasta diyen, gerçekten ağır sözler söylerdim, kızardım. Siz benim kardeşimsiniz, kızmadım, kızamadım, ama hiç doğru olmadı yapılan. Ben öyle virüse kapılsam, her gün face'e rahat girip hemen her gün yazı yazabilir miydim? Bir daha böyle yapmayın kardeşim. Yalan haber yaymaktır bu.

Size hakkımı helal ediyorum, ancak siz de yanlış anladığınızı ilan edin. Benim yazımda ben kendimden bahsetmiyorum. Bir Almanya'da çalışan arkadaşın başından geçen yazıyı paylaşıyorum o kadar. Yanlışını düzeltmeni bekliyorum. Selamlar kardeşim.”

Bazı hastalıklar sanal da yaşanıyormuş demek… Gerçeğini yaşasaydım, çok yakın çevrem duyar, bilir; mümkün ki gizli tutarlardı. Ama sanal dünya, herkese ilan edilen dünya. Gizlisi saklısı olmayan bir dünya. Olmayanı var gösteren bir dünya. Ben ne yaparsam yapayım, artık korona virüslü biriyim, damgayı yedim. Nasreddin Hoca gibi şöyle mi diyeyim: Bana mı inanıyorsunuz, Facebook’a mı?

Hikâyem burada bitti. İnşaAllah biter. Bitmez de yarınlarda da yanlışı duyan, olayın doğrusu kendisine ulaşmamış nice insanlar, bu hikâyeyi devam ettirirse… Bu da benim imtihanlarımdan. Rabbim hepimizin imtihanlarımızı kazanmamızı nasip etsin. F. Z. Hanıma da daha dikkatli olmayı, dostlarına ve sevdiklerine zarar vermemeyi Rabbim nasip etsin.

 

BİR DAHA ALTMIŞ BEŞ YAŞ HİKÂYESİ

Bu da Hikâyenin Benim Kalemimden Döküldüğü şekli

Hani demişler ya, padişah bu, astığı astık, kestiği kestik. Gerçi hangi padişah, ilk cumhurbaşkanı kadar adam asmış, Suriye Cumhurbaşkanı kadar halkını öldürmüştür, orası ayrı bir soru. Padişahların adı çıkmış bir defa. Zamanın eskisi, yenisi olur mu bilinmez ama işte eski zamanda, evvel zaman içinde padişahın biri, zaptiyelerine emretmiş: "65 yaş üstündeki herkesi krona adlı kılıçla infaz edin..."

Eee padişahın emri bu. Emir demiri, emir eri de kafaları keser. “Niye kesiyorsun?” diyenlere cevap mahiyetinde, topu emredenlere atar ve kendisinin emir kulu olduğunu söyler. Hâlâ karşı çıkmayı sürdürenler varsa. onlara da, “ben anlamam, Şeyhul İslâma sorun, fetvasını o vermiş” der. “Şeyhul İslâm da kim?’ diyorsanız; cevaplayayım: O günün Diyanet Başkanı olan, ama ağırlığıyla ikinci padişah gibi duran saray ulemâsının başı. Şeyhul İslâm ülü’l emre itaatten başlar, İngiltere’nin bile ülkenin ihtiyarlardan temizlenmesi gerektiğine dair çağdaş fetvası olduğunu, ölmelerinin vatana daha büyük katkı sağlayacağını Fetâvâyı Afganiyye’den ve Abidin oğlundan delillendirerek halkı ikna etmeye çalışır. Kendi yaşını sorduklarında, kendisinin ülkesine hizmet ettiği ve devletin sıhhat ve selâmeti için padişahın emriyle yaşının sorulamayacağını, kendisini korumakta zorlanmasın diye hakkında koruma kanunu olduğunu ilan eder. Şeyhul İslâm fetvayı çoktan vermiştir, isterse vermesin…

Tüm diyardaki 65 yaş üstündekiler toplanacak ve infaz edilecektir. Padişah, bütçeyi savaşta ölen gençlerle azalacak olan nüfusa göre yapmış. Bakmış ki artık cihadı gençler unutmuş, fetih eskilerde kalmış. Varsa yoksa vatan ve demokrasi türküsü çalınıyor her yerde. Vatan için ölünür elbet demiş. Fazla yaşadıklarını düşündüğü ihtiyarlara, vatana, vergi ile de katkıları yok bunların, bari ekonomik giderler düşsün diye, vatan ve bayrak yolunda ölmeleri için onların infazını istemiş. Vatan haini olmamak için herkes vatanı uğruna babasını kendi elleriyle devlete teslim etmiş. Ama, her ülkede devleti tanımayan muhalifler, anarşist ruhlu kimseler çıkar ya, bu ülkede de gençlerden biri, babasını düğün sandığının içine koyar ve sandığı da samanların altına, samanlığa saklar.

O ülkedeki tüm 65 yaş üstündekiler toplatılır ve infaz edilir. Caddelere yazılar, pankartlar asılmış. Pankartlarda şöyle yazıyormuş: “İhtiyarları öldür ki devlet yaşasın!” Eh, padişah demişler adına. Padişah bu, bazen beşikteki bebekleri, hatta kardeşlerini öldürür, bazen ihtiyarları; devletin bekası için elbette. Yanlış olsa İngilizler ihtiyarlarına kıymazlar. Tedbir almaya gerek yok demezler. Ölen ölsün, kalan gençler bizimdir diye düşünmezler. Bakın Prens Charles da 65 yaşını doldurduğu için ondan başladılar ihtiyarları sabun fabrikasına göndermeye. Virüsten korunmak için memleketin sabuna ihtiyacı var, hiç olmazsa bir işe yarasınlar, devlete hayatlarıyla hizmet edemiyorlar, hiç değilse ölümleriyle hizmet etsinler. Gelelim padişahın ülkesine…

Bir isyankâr hâriç, 65 yaş ve üstündeki herkes devletine seve seve canını vermiş. Şeyhül İslam da şehit fetvası çıkarmış bunlar için. Askerlerimiz vatan için, devlet için nasıl ölüyorlarsa ve öldüklerinde nasıl şehit ilan ediliyorlarsa, bu ihtiyarlar da aynı gaye için ölüyorlar ve onlar da şehit oğlu şehittir diye hükmedip fetva vermiş. Rivayet edilir ki, bu fetvaları vermese imiş kendisi de cellatlar tarafından şehit edilebilirmiş. Padişah da, izinde imiş, yok, tatilde değil, izinde; atasının izinde. Hani, Çanakkale’de, “ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” demiş ya baş padişah; onun izinden giderek ihtiyarlara aynı emri vermiş. Şeriatın emri ile bir kişiyi asmış olsa yedi düvel, padişahın yaşını da sorarmış, kesilmemiş başını da. Ama “bizden birinin emriyle asıp kesiyor, öyleyse yurtta sus, cihanda sus” demişler ve susmuşlar. Tabii padişah bu, devlet bu; yaşa derse yaşarsın, sürün derse sürünürsün. Öldür derse öldürür, öl derse ölürsün. İtiraz edersen vatan haini ilan edilerek yine öldürülürsün. Zaten ülke olağanüstü halden geçiyormuş son günlerde. Milli birlik ve bütünlüğe ihtiyaç varmış, herkes devletin yanında yer almalı, kimse itiraz etmemeli imiş, hocalar da hep bunu anlatıyormuş.

Padişah bakar ki emrine karşı herhangi bir direniş olmamıştır, hatta babalarına “gel baba, seni huzur evine götüreceğim, orada huzurlu bir şekilde yaşayacaksın” diye kandırıp cellada teslim ediyorlarmış. O kadar padişahlarına ve devletlerine bağlı muhafazakâr imişler.

Aradan bir süre geçtikten sonra, padişahın yine vatan için fedakârlık aşkı tutmuş; eski yaptığını tekrar etme arzusu ile yanıp tutuşmuş. Yine gürlemiş: "Kırk yaş üstündeki herkesi deniz kenarına toplayın" demiş, herkes ibadet bilinciyle toplamış veya toplanmış. Padişah; "size üç gün müddet. Üç gün sonra gelip kontrol edeceğim. Benim için, pardon vatan için kumdan tespih yapacaksınız. Eğer becerip başaramazsanız hepinizin başı kesilecek" demiş. Gözünü sevdiğimin teknolojisi yok; en azından göz boyama, hile bugünkü kadar bilinmiyor. O yüzden kumdan tespih yapmak ne mümkün. İki gün geçer hiç kimse tespihe benzer bir şey ortaya koyamaz. Üçüncü günün akşamı ölüm korkusundan babasını sakladığını bile unutan genç adam, koşar babasının yanına, durumu anlatır...

Süre bitmiştir... 40 yaş ve üstündeki babalarını devlet uğruna feda eden kahraman adamlar, şehit olacaklarının üzüntüsüyle gözleri yaşlı deniz kenarına toplanırlar... Ortada tespihten eser yoktur...

Cellatlar hazırdır... 40 yaşına henüz girmemiş genç ahali korku içinde Korona virüsü bekler gibi bekliyor. Kimi eşinin, kimi babasının, kimi ağabeyinin, kimi de yakınlarının infaz kaygısı içinde...

Padişah meydana infaz emri için mehter müziği eşliğinde salına salına ihtişamla gelir.

"Verilen süre doldu, görevi yerine getiremediniz" der ve tam cellatlara, infaza başlayın diyecekken; babasını gizleyen adam, padişaha tüm ahalinin duyacağı ses tonuyla seslenir;

"Padişahım! Biz bu görevi yerine getirirdik, lâkin bir sual edin bakalım niye emrinizi yerine getirmedik" der. Padişah; olmayacak bir şeyin cevabının da olamayacağını bildiği için, alaycı bir ses tonuyla "neden?" der. Genç adam cevap verir. "Hünkârım, biz çok düşündük; kumdan tespih taneleri yapmak zor değil. Lakin bunun imamesi nasıl olacak? Padişahımız ya beğenmezse...

Siz bu konuda tüm ülkenin en iyisisiniz. Ayrıca, imame, tespih tanelerinin lideridir, padişahıdır. Siz varken, biz tespihe nasıl padişah oluştururuz? Padişah olmadan halkın hiçbir kıymeti olmadığı gibi, imame olmadan da tespih tanelerinin kıymeti yoktur. Siz varken bizim tespih tanelerine lider, padişah yapmamız ne haddimize... Padişahların, imamelerin de önceliği vardır. Önce siz imameyi yapın, biz de taşları etrafına hemen diziverelim" der.

Padişah çok zor durumda kalmıştır. Bu cevap karşısında infaz emrini veremez. Kerhen de olsa; "tamam, sizleri afettim" demek zorunda kalır.

Beraberinde her sözüne kafa sallamak ve yardakçılık yapmak için bulunan, şimdi de kendisine tren görmüş öküz gibi bakanlarına, pardon vezirlerine dönerek şu tarihî sözler ağzından dökülür: "Ulan şerefsizler, hani 65 yaşın üstündekilerin hepsi ölmüştü, hani akıl verecek kimse kalmamıştı bunlara? Demek ki saklanan tecrübeli birini gözden kaçırmışsınız!"

Evet, üretilen bir virüs yaşamımızı ve dünyamızı alt üst ederken, diğer tarafta hedef aldığı kitle, yaşamımızda en kıymetlilerimiz, hâfızamız olan, bir sözü, bir nasihati ile bizi ölümden kurtaracak ya da kırk yıl ileri götürecek olan tecrübelilerimizi hedef almakta.

Maalesef öyle bir psikolojik duruma geldik ki; neredeyse virüsün sebebi ilan edeceğiz onları. İşte bunu onlara yapmayalım, onları incitmeyelim...

Tıpkı babasını gizleyen evlat gibi onlara çok kıymetli olduklarını, onlara çok ihtiyacımız olduğunu, onlarsız bu karanlık yoldan çıkamayacak olduğumuzu ve onları çok sevdiğimizi hissettirelim ve şunu unutmayalım; onları feda edersek sıra bize gelecek...

Mesela ben 38 yaşındayım kumdan tespih nasıl yapılır, onu da bilmem.

Yaşamımızda çok krizler yaşadık; lakin rahmetli babam hep bir yol bulur, ailemizi düze çıkarırdı. Biz onları gözden çıkaran ne İngiliz ne de İtalyanız.

Ne olur onlara sıkı sıkı sarılın! Korkmayın, onlar bizim virüsümüz değil; olsa olsa PANZEHİRİMİZ olur.

Yeterki biz onların VİRÜSÜ olmayalım...

Evinde kal değil;

ŞİMDİ BİZIMLE KAL, BİZDE KAL, DEME VAKTİDİR.

 

Şirk-Virüs Benzerliği

“Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, elbette 'Allah' diyecekler. De ki: 'Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, rahmetini tutup önleyebilirler mi?' De ki: 'Allah, bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler), yalnız O'na güvenip tevekkül etsinler.” (39/Zümer, 38)

“Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (10/Yûnus, 107 ve bkz. 6/En’âm, 17)

“İşte ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah’a dayanıp tevekkül ettim. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbimin (gösterdiği) yol dosdoğru bir yoldur.” (11/Hûd, 56)

 

“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” (2/Bakara, 250).

Hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, bütün dünya bir araya gelip bütün güçleriyle bize zarar vermek isteseler Allah istemedikçe zerre kadar zarar veremezler. “Eğer insanların tümü toplanıp sana zarar verme hususunda birleşseler ancak Allah’ın senin aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293)

 

“Şüphesiz Allah, insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine (kendileri kendilerine) zulmediyorlar.” (10/Yunusu, 44)

 

"Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin." (7/A'râf, 155)

 

“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez…” (13/Ra’d, 11)

 

“İnsanların, kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)

 

“Fâiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde kalkamazlar” (2/Bakara, 275)

 

“...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)

“Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

 

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25)

 

“Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (2/Bakara, 155)

 

“Sizi, bir imtihan olarak, şerle de hayırla da deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize döndürüleceksiniz.” (21/Enbiyâ, 35)

 

"Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

 

“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (3/Âl-i İmrân, 145)

 

“Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” (16/Nahl, 61)

 

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” (3/Âl-i İmran, 145)

 

“Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah işlediklerinizden haberdardır.” (63/Münâfikun, 11)

 

“... Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldimi, bir an ne geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (10/Yunus, 49)

 

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

 

“...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” (9/Tevbe, 13)

 

“Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)

 

“Allah'a ortak koşmaksızın O'na yöne­lerek pis putlardan kaçının, yalan sözden de çekinin. Allah'a ortak koşan kimse, gök­ten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgâ­rın bir uçuruma attığı şeye benzer.” (22/Hac, 31)

 

“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem’e? Ki şehirlerarasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd’a? Ve kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir.” (89/Fecr, 6-14)

 

“Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici, hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.” (88/Ğâşiye, 21-24)

 

“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (15/Hıcr, 3)

 

“Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu verir.” (65/Talâk, 2)

 

“Erkek olsun kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (16/Nahl, 97)

 

“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.” (39/Zümer, 17)

Hayvanlardan insana bulaşmıyor, insandan insana bulaşıyor.

Temizliği sevmiyor.

İnsanın elini, yüzünü yıkaması gerekiyor.

Bazı insanlar, kendilerine virüs bulaştığını fark etmiyor.

Yakın temas, virüsün bulaşmasına sebep olabiliyor.

Şirk, cahiliye döneminde olduğu gibi, daha çok, heykellere tapan insanlarda görülüyordu.

Uyarılara dikkat etmeyen kimselere “And olsun ki biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik. “Ben sizin için apaçık bir uyarı­cıyım; Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, Doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir gü­nün azabından korkuyorum” dedi.” (11/Hûd, 25-26)

Şuayb’a (aleyhisselâm):

“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum ve hakkı­nızda kuşatıcı bir günün azabından korku­yorum.” (11/Hûd, 84)

“Buzağıyı ilâh olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında al­çaklığa uğrayacaklardır. İşte biz iftira eden­leri böylece cezalandırırız.” (7/A’râf, 152)

 

“And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur: And olsun, eğer Allah'a ortak koşarsan iş­lerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda ka­lanlardan olursun.” (39/Zümer, 65)

 

“Hayır, yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (39/Zümer, 66)

 

“And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar şüphesiz yardım gö­receklerdir. Bizim ordumuz, şüphesiz üstün gelecektir.” (37/Sâffât, 171-173)

 

“Ey Muhammed!  Senin için söylenenler, senden önceki peygamberler için de söy­lenmişti. Doğrusu Rabbin hem bağışlayan ve hem de can yakıcı azap verendir.” (41/Fussılet, 43)

 

 

Ahlâk Bozukluğu

 

“İbrahim şöyle demişti: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl; beni ve oğullarımı putla­ra tapmaktan uzak tut.” (14/İbrâhim, 35)

 “And olsun ki, onların hayata, diğer insanlardan ve hatta Allah'a eş koşanlardan da daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yaptıklarını görür.”

 

 

Kalplerin Korku ile Doldurulması

 

“Hakkında hiç bir delil indirmediği şe­yi Allah'a ortak koşmalarından ötürü, inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin dura­ğı ne kötüdür.” (3/Âl-i İmran, 151)

 Zenginler, Şirk Dolayısıyla Gurura Kapılıp Aldanırlar

 

“Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri, onlara: “Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyo­ruz” diyegelmişlerdir.” (34/Sebe’, 34)

“Malları ve çocukları en çok olan bizle­riz, azaba uğratılacak da değiliz, derlerdi.” (34/Sebe’, 35)

İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.

 

Zengin de Fakir de, Bilgin de Câhil de, Kadın da Erkek de Bu Hastalığa Tutulabilir

Para ile, makam sahibi olmakla, rüşvetle bu hastalıktan kurtulmak mümkün değildir.

Bu hastalık, toplumsal bütünlüğü, insanların birliğini parçalar.

Herkesi korkunun esiri haline getiren, hastalığa çözüm getirecek birinin bulunamayışı, herkesin karamsar ve kötümser olması, güvenilecek sağlam sığınağın bulunamaması, güvenen kibirli insanların aslında ne kadar âciz olduklarını gösterir.

Zenginleri fakir, güçlüleri güçsüz, asil ve şerefli kimseleri acınacak hale getirip zelil eder.

Bu hastalığa yakalanan kimse, tedbir almadığı müddetçe kurtuluşu mümkün olmaz.

Hangi şeyden bahsettiğimi anladınız mı? Bunu kim bilmez, hepimiz iki aydır kolay cevap mı olur, diye düşünmüş olmalısınız. Bütün bunları yapan hastalığın adına Korona virüs dediniz sanırım. Yanıldınız, ben “şirk”ten bahsediyorum. Bütün bu özelliklerin sahibi, mânevî virüs olan “şirk”tir. Aradaki benzerliğin büyüklüğü, mümkün sizin yanlış cevap vermenize sebep oldu.

İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur.

Ey Allahım! Korktuklarımızdan bizi koru. Korkulardan emin kıl. Korkaklıktan, Senden başkasından korkmaktan, Senin sevgini kaybetme korkusundan başka, korkulacak şeylerden Sana sığınıyoruz. Bizi umduğumuz güzel şeylere kavuştur. “Lâ havfun aleyhim velâ hum yahzenûn / Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.” (10/Yunus, 62) dediklerinin sınıfına kat.  

 

Zâlimler Allah’ın azabının şiddetli olduğunu keşke bilselerdi

“İnsanlar arasında, Allah'ı bırakıp O'na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyen­ler ve onları, Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'minlerin Allah'ı sevmesi ise hep­sinden kuvvetlidir. Zalimler azabı gördük­leri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait bu­lunacağını ve Allah'ın azabının şiddetli ol­duğunu keşke bilselerdi.” (2/Bakara, 165)

Fahreddin Razi, “Sadece putlara tapmak “şirk” değildir. Nefsin istekleri (hırs) peşinde koşmak, Allah sevgisi yerine, bu dünya ve gelecek dünya sevgisini tercih et­mek de şirktir. Eğer gönlünüzde Allah'tan başka herhangi bir şeye yer verirseniz, o şeyi O'na ortak koşmuş (şirke düşmüş) olursunuz.”

“And olsun ki onlara: ’Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorsan, şüphesiz “Allahtır” der­ler. Öyleyse niçin (aldatılıp) döndürülüyor­lar?”   (29/Ankebût, 61)

“... Görülmeyeni de görüleni de bilir. O, hakimdir, haberdardır.” (6/En’âm, 73)

“...Yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü şüphesiz apaçık bir kitapta­dır.” (10/Yunus, 61)

De ki: Allah her şeyin Rabbı iken O'n­dan başka bir rabmı arıyayım?” (6/En’âm, 164)

“O, kendisinden başka ilâh olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, gü­venlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyru­ğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah'tır. Allah putperestlerin koştuğu eşlerden mü­nezzehtir.” (59/Haşr, 23)  

 

Tedavi Edilmezse Ölümcül Oluyor

Yukarıda zikredilen âyetlerden şu ger­çekler çıkarılmaktadır:

a) Allah'ın bütün peygamberleri esasta insanları İslâm'ın "Tevhid Akidesine" çağır­mıştır.

b) Bu peygamberler “Tevhid kavramı­na” tamamen tezat teşkil eden her çeşit “şirk'i” lânetlemişlerdir.

c) Keza onlar, insanlara rehberlik husu­sunda kendi muhteşem hayatlarını bir model olarak takdim etmişler ve kendilerinden ön­ce gelen peygamberlerin öğretilerini kabul etmişlerdir.

d) İlâhi görevlerini yaparken, dünyaca güçlü hiç bir şeyden korkmamışlardır.

e) İnsanlığa rahberlik için, tek bir ortak metodu takip etmişlerdir.

Kur'an'dan çıkarılan bu gerçeklerle aşi­kâr olmuştur ki, Kur'an'da zikredilen bütün peygamberler, insanları, yeryüzünde Allah adına tasarruf etme yetkisi (vekillik) gibi bir imtiyazdan ebediyyen yoksun bırakan, şiddetli, müzmin ve öldürücü bir hastalık olan şirkten kurtarmak için tek bir ortak te­davi şeklini sunmuşlardır. Bu sebepledir ki, nihaî prensipler kitabı olan muhteşem Kur'an, esas itibariyle, peygamberlerin kutsal görevlerinin kolayca kavranması için sadece 25 peygamberi örnek göstermiştir.

Aşağıdaki tablo, bazı ünlü peygamberler zamanındaki halkların “Şirk” üzere amel et­tiklerinden dolayı, Kur'an'da zikredilen cezalara çarptırıldıklarını göstermektedir (Surti, Kur’an’da Şirk Kavramı, s. 9-19)

 

Cezaya Çarptırılan Peygamberlerin Kavimleri ve Çarpıldıkları Ceza Türü

Nuh Aleyhisselâm zamanı: Müşrikler suya gark olup yok olmuş­lardır.

Hûd Aleyhisselâm zamanı: Yedi sene kuraklık. Bu kuraklıktan son­ra bulutların rengi, siyah, beyaz ve kır­mızıya dönüşmüş, bir hafta da sürekli fırtına kopmuş, zelzeleyle her şey yok olup gitmiştir.

Lût Aleyhisselâm zamanı: Bütün halk gökten yağan taşlarla yok olup gitmiştir.

Şuayb Aleyhisselâm zamanı: Halk deprem ve gökten yağan ateşle yok olmuştur.

Mûsâ ve Harun Aleyhimesselâm zamanı: Firavun ve ordusu Kızıldeniz'de boğul­muştur.

İlyas Aleyhisselâm zamanı: Müşrikler gökten yağan ateşle helak ol­muştur.

O dönemlerde bütün dünya üzerinde, insanlar arasında şirk çok yaygındı. Geç­mişte ve zamanımızda milyonlarca insan, bu öldürücü şirk hastalığının kurbanı ol­muştur. Onun tahripkârlığı nedeniyle Pey­gamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’dan önce rivâyetlere göre 124 bin peygamber gönderilmiştir. Pey­gamberlerin sonuncusu, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam'dır ki, şeriatı bir­çok müslüman âlim ve müctehidler tarafın­dan yürütülmektedir. Bu sebeptendir ki, Allah'ın nurunun kalblere girmesine engel ve mutlak bir karanlık olan şirk'i Kur'an'ın ışığı altında dikkatlice incelemek esas ol­muştur.

Kadisiye Savaşı sırasmda İslâm sözcü­sü Rabi bin Amir, Pers Generali Rüstem'in sarayında tevhid'in yüksek amacını şöyle dile getirmiştir:

“Allah bizi, kulların değil, kendi irade­sini takibetmemiz, insanları Allah'a tâate yöneltmemiz ve onları, kulların dar yolun­dan çıkarıp O'nun daha geniş yoluna sevketmemiz ve çeşitli bâtıl dinlerin baskısı al­tındaki insanları, îslâmın âdil dinine sok­mamız için göndermiştir.”

Müşrikler, onlara taptıkları için daima maddî şeylere bel bağlarlar. Dünyevî arzu­larını elde edemeyecekleri (maddesel istek­lerine kavuşamayacakları) zaman, güvenle­ri sarsılır, kuşku ve korkulan artar. Kur'an bu durumda, mü'minlerin rahat ve huzur hallerini şöyle dile getirmektedir:

“Allah, kendisine karşı gelmekten sakı­nan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona bek­lemediği yerden rızık verir. Allah'a güve­nen kimseye O yeter. Allah buyruğunu ye­rine getirendir. Allah her şey için bir ölçü var etmiştir.”  (65/Talâk, 2-3)

Peygamberimiz Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) bir defa, İbn Abbas'a şu tav­siyede bulundu:

“Ey delikanlı! Allah'ı anın. Allah sizi koruyacaktır. O'nu önünüzde göreceksiniz. Eğer bütün insanlar birleşseler ve size iyi­lik etmeyi isteseler, Allah hükmetmedikçe buna muvaffak olamazlar. Eğer onlar hep birlikte sana zarar vermeğe yeltenseler, yi­ne Allah hükmetmedikçe bunu başarama­yacaklardır.”

Ey Allahım! Korktuklarımızdan bizi koru. Korkulardan emin kıl. Korkaklıktan, Senden başkasından korkmaktan, Senin sevgini kaybetme korkusundan başka, korkulacak şeylerden Sana sığınıyoruz. Bizi umduğumuz güzel şeylere kavuştur. “Lâ havfun aleyhim velâ hum yahzenûn / Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.” (3/Âl-i İmran, 151) dediklerinin sınıfına kat.

“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler” (12/Yusuf, 106)

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10) “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121)

“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82); “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yusuf, 40)

 

Hayâten tayyibâ

“(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (5/Mâide, 49)

“… Allah en iyi koruyucudur ve O rahmet edenlerin en merhametlisidir.” (12/Yusuf, 64)

Batı hayatı insanları bireyselleştiren, toplumsal bağları yok eden, fıtrata ters bir zihniyete dayanır. İnsanın çevresinden alacağı güzellikler gibi, vereceği katkı da önemlidir. İslâm, ferdî olarak yaşanabilecek bir din değildir. İnsanın kendini kurtarabilmesi için toplumu kurtarmaya çalışması da gerekir. Dinin bize ihtiyacı yok; ama bizim dine, dâvâya ihtiyacımız çok. Cemaat, hem dünya ve hem âhiret açısından bizim için olmazsa olmaz konumundadır. Cemaat, - 416 - mü’minler için koruyucu bir elbise, bir kale, bir rehabilitasyon merkezi, bir arınma mekânı, bir eğitim ocağı, hayırda yarışı öğreten olgunlaştırma kurumudur.

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (20/Tâhâ, 123). Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” (14/İbrâhim, 7)

Allah bütün insanları dener; en büyük rasüllerden avam tabakasındaki her insana kadar herkes denenir. Bu denemeler aslında, gördüğü derslerden imtihana tâbi tutulan öğrencinin durumu gibidir. İmtihanı başarırsa bir üst sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah’ın Kur’an okuluna girememiş, “mekteb-i İslâm”a kayıt olamamış insanlar, bu okulu görsünler diye çok çeşitli şekillerde denenirler; kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle denenirler. Ama durumlarını değiştirmeyip küfür ve nifaklarında ısrar ederlerse “üzerlerine göklerin kapısı açılır”, iyice azıp tuğyanda bulunurlar ve 1197] 3/Âl-i İmran, 14 - 487 - sonunda ya bütün azabı âhirette görmek üzere cehenneme yuvarlanırlar, ya da dünyada iken cezalarını görürler. Bu ceza, yerden ve gökten gelebileceği gibi, başka insanların eliyle de olabilir; kendi aralarında fitneler şeklinde de olabilir. Öte yandan, mü’minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da ya kaybedip -Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları daha bir güçlenir ve derece alırlar.

 

TOPLUMLARIN HELÂKI İÇİN ALLAH’IN DEĞİŞMEZ YASASI; SÜNNETULLAH

Komünizm, söyleyeceğini söyledi, yapacağını yaptı ve tarih sahnesinden çekildi. Sıra, alternatifi olmadığı varsayıldığından bitkisel hayatta uzatmaları oynayan Kapitalizme geldi. Hakk’ı temsil etmesi gereken Müslümanlar, Dünya İslâm Devleti gibi bir “dev”i canlandırabilseler, yani hak gelmiş olsa, tüm bâtıllar hemen yok olup gidecek. Işığın geldiğinde karanlığın yok olması gibi. Kim derdi ki, Mekke’de bin bir güçlük ve mahrûmiyetle garip olarak doğan İslâm güneşi, yarım asır geçmeden iki süper gücü de eritip yenerek tarih çöplüğüne atacak; kendisi dünyanın tek umudu olacak. Mekke’de taşın altında ezilmeye çalışılan Bilal o gün bunu söylese kim inanırdı ona? Ama Allah’ın vaadini unutuyor insanlık: “Şüphesiz yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olacaktır.” (21/Enbiyâ, 105). Yeter ki, sâlih mü’minler, mirasçılarından kalan mirasın peşine düştükleri gibi Allah’ın kendilerine yaptığı bu vaadin peşine düşsünler. “Biz de yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları arza vâris kılmak istiyoruz.” (28/Kasas, 5). Bunun için gerekli şartlar da sayılıyor: “Allah, içinizden (kendisinin istediği gibi) iman edip sâlih amel işleyenlere; kendilerinden öncekileri güç ve iktidar sahibi kıldığı gibi, kendilerini de kesinlikle yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini kuvvetle icrâ etme gücü vereceğini ve onların korkularını güvene çevireceğini vaad etmiştir. Onlar, yalnız Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim de küfre saparsa, işte onlar, hak yoldan çıkanların tâ kendileridir.” (24/Nûr, 55)

İnkârcı, sömürücü Batının, siyonistlerin ve özellikle İsrail adlı vampirler çetesinin sömürgesi Amerika’nın bugünü ve yarını hakkındaki Sünnetullah’ı Kur’an’dan öğrenelim: “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik.” (6/En’âm, 44) “Kim dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz (tam veririz). Ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.” (11/Hûd, 15) “İnsan için, ancak kendi çalışmasının karşılığı vardır.” (53/Necm, 39)

Ama bu durum çok uzun sürmez. Sonra, yine Allah’ın kanunlarından biri devreye girer: Kâfirlerin bu hâkimiyeti Allah’ın takdir ettiği mahdut bir zaman süreci içindir. Sonra bu zâlim kâfirleri helâk kanunu işler: “…Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler. Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (6/En’âm, 44-45)    

Allah’ın kâfir toplumları eziyet ve sıkıntılarla denemesi, onlar hakkında sürekli bir kanundur. Belki bu deneme/imtihan, küfür ve inatlarından vazgeçmelerini sağlar da Rablerine dönüverirler. Bu da olmazsa, onları sıkıntılarla, harp ve darplerle sınar. Sıkıntıların, onları böyle bir sınava çekmesi gibi, belki bu sınama da onları tevbeye sevkeder. “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını, yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik de (insanlar) çoğaldılar ve: ‘atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu’ dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.” (7/A’râf, 94-95). Yani, peygamberleri yalanlayan toplumlar hakkında Allah’ın kanunu (sünnetullah), canlarına, bedenlerine, rızık ve mallarına verdiği zâyiatla onları cezâlandırmasıdır. Allah bunu yapıyor ki, kendisine boyun eğsinler. Çünkü şiddetli bir belânın, fıtratı ikaz etmesi ve inatçıları yaratıcılarına yöneltmesi tabiidir. Böylece O’na boyun eğer, rahmet ve afvını isterler.

Bunu da yapmayınca, Allah onları denemek için verdiği rahatlık ve bollukla cezâlandırır. “Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik...” buyruluyor. Yani, şükredip tevbe ve inkıyâdla Rablerine dönsünler diye, onların sıkıntılarını rahata, hastalıklarını sıhhat ve âfiyete, fakirliklerini de zenginliğe çevirdik. Şükür ve tevbe de etmediler. Ne bu, ne öteki; hiç biri onlar hakkında fayda vermedi. Üstelik, “bize gelen sıkıntı ve darlık, sonra da genişlik, aynen geçmişte atalarımıza da dokundu. Demek ki, bazen sıkıntı, bazen de rahatlık, zamanın, doğanın bir kanunudur. Din ve amelimizden ötürü bize Allah’tan bir azap söz konusu değildir” dediler. Böylece kendileri hakkındaki Allah’ın emrine uymadılar, ibret ve öğüt almadılar. Darlık ve bollukla her iki haldeki imtihanı anlamaya yanaşmadılar. Neticede azâbı hak ettiler. Allah “ansızın yakaladık” diyor. Yani, onları ansızın, işin farkında değillerken azapla yakaladık, buyruluyor.

Allah, yine şöyle buyuruyor: "Allah bir kasabayı size örnek verir ki, o, korkudan emin ve sâkindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat bu kasaba halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etti de, Allah onlara, işledikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acıları tattırdı." (16/Nahl, 112). Fakirlik ve hastalık gibi meşakkatlerle yakaladık ki, tevbe edip Rablerine dönsünler. Yapmaları gerekeni, âfet ve belâ halinde bile yapmadılar. “Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğip yalvarsınlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azâbımız geldiği zaman boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri (inatları yüzünden, iyice) katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü/câzip gösterdi.” (6/En’âm, 42-43)

20. yüzyıl istisnâî bir yüzyıldır. Tarih çizgisi içinde bir parantez içidir. Tarihin akışı içinde görülmeyen çok farklı şeyler sahnelenmiştir bu asırda. Bu yüzyıla kadar tüm savaşlarda ölenlerin toplamından fazla insan, bu yüzyıldaki hiç yüzünden çıkan iki Dünya Savaşında hayatlarını kaybetmiştir. Sonra birbiriyle savaşanların önemli bir kesimi kendi istekleriyle tek devlet olma çabasına girebilmiştir. Ulus-devlet modası çıkmış, ülkeleri ideolojiler yönetmeye başlamış; materyalizm makasının iki acımasız kolundan biri olan komünizm, tarihin çöplüğüne atılmış, diğer kolu kapitalizm de son zulümlerini alelacele icrâya koyup sahneden çekilme sinyalleri vermektedir. Batının, özellikle ABD’nin dünya insanına sunacağı hiçbir değer kalmamıştır. Yeni Dünya düzen(sizliğ)i, Büyük Ortadoğu planı, ılıman İslâm gibi projelerle dünyaya çeki düzen vermeye kalkan bu süper cüce, kendi düzenini sağlayamayacak acziyeti derinden hissetmeye başlamıştır.

ABD’yi ve temsil ettiği değersizliği putlaştıranlar bilsin ki, artık bu sanal süpergüç, üvey kardeşi Sovyet Sosyalizmi gibi tarihin çöplüğüne atılmanın eşiğine gelmiştir. Hasta can çekiştirmektedir. 21. Yüzyıl yeni bir dünyaya gebedir. Gönül istiyor ki bu boşluğu İslâm doldursun ve her şeye rağmen inşaAllah istikbâl İslâm’ın olacaktır.   

 

TOPLUMLARIN ECELİ

Kur’ân-ı Kerim’e göre toplumlar da bireyler gibi birer organizmadır. İnsan fertlerinin belli bir ömrü, süresi olduğu gibi, toplumların da belli bir ömrü, süresi vardır. İnsan gibi toplum ve devletler de doğar/kurulur, büyür/yükselir ve ölür. Hiçbir nefis, kendisi için belirlenen süreden az ya da çok yaşayamayacağı gibi (63/Münâfıkun, 11), hiçbir toplum ve ulus da sürelerinden fazla yaşayıp egemen olamaz. Toplumların eceli, yani yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık süre için öne alınmayacağı gibi, geriye bırakılmayacağı da bildirilir. Sürelerini dolduran ümmetler ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. "Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah'ın takdir ettiği vakitte yok olup giderler)." (7/A'râf, 34)

Yükselme ve egemenlik sürelerini dolduran uluslar, ahlâkî dejenerasyona uğrayınca Allah’ın cezasını hak eder, ya tamamen helâk edilip tarih sahnesinden silinir veya egemenliklerini yitirirler (7/A’râf, 135, 185; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 104 vb.). “Sizden önce nice (milletler hakkında) İlâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın âyetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün!” (3/Âl-i İmrân, 137)

Hâkimiyet/egemenlik/yönetim, küfürle devam edebilse de zulümle devam etmez. Tarih, bu gerçeğin her asırdaki şâhididir. 20 sene önce Afganistan işgali ve oradaki zulümlerden hemen sonra Sovyetler Birliği yıkılmıştı, şimdi Irak ve Afganistan işgaliyle Amerika intihar ipini kendi boğazına geçirmektedir. Meşhur sözdür: “Eceli gelen it, câmi duvarına siyer.” Sadece Amerika değil çöküş sürecine giren; onun başını çektiği zâlim ve sömürücü dünya görüşü olan kapitalizmin de çanları çalıyor. Bütün beşerî düzenler iflâs ediyor. Zulümle çok uzun süre pâyidar kalmış tek bir devlet gösterilemez. Mülkün temeli adâlettir, binanın temeli yıkılınca bina da kendiliğinden göçecektir. Bu İlâhî bir yasadır. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek demek olan adâlet değil de zulüm ve sömürü bir yönetimde esas olunca krizler, İlâhi bir uyarı olarak yaklaşan fecî sonu haber vermektedir.

ABD’de başlayıp onunla aynı yatağa giren, onunla ilişki içindeki “abd”leri (kulları) arasında hızla yayılan ekonomik kriz adlı öldürücü virüs, sadece ekonomiyi değil, tüm hastalıklı beşerî ideoloji ve düzenleri ölüme mahkûm etmektedir. Sosyolojik İlâhî yasa haykırmaktadır ki; gücün haklılığı değil; haklının güçlülüğü ortaya çıkacaktır. İnsanlara devamlı tüketmeyi ve tükenmeyi teşvik eden, israf ve faize dayalı sömürü düzeni olan Kapitalizm son çırpınışlarıyla S.O.S. sinyalleri vermektedir. Guantanamo ve Ebu Ğureyb’lerdeki işkence ortamının, Irak ve Afganistan işgalinin ve tüm dünya insanlarını filmleriyle uyutup kaka kolasıyla uyuşturarak köleleştiren bir zihniyetin egemenliği elbette uzun sürmez.

 

HELÂKIN MODERN GÖRÜNÜMLERİ Mİ?

Tarihin helâk olayları tekrarlanmasın, eski kavimlerin başına gelen bu âfetler, içinde yaşadığımız toplumlara ulaşmasın istiyorsak, helâk sebeplerini tümüyle terk etmek mecbûriyetimiz vardır. İbret alınmadığı müddetçe tarihin tekerrür edeceğini unutmamalıyız. Kur’an sırf ibret alalım, bizden öncekilerin başına neler gelmiş görelim ve aynı tehlikeli yolu tutmayalım diye yeryüzünde gezip eski kavimlerin durumunu öğrenmemizi ister. Bu gerekçelerle helâk olan kavimleri anlatır.

Var eden de, helâk edip yok eden ve edecek olan da Allah’tır (bk. 28/Kasas, 88). O’nun izni dışında helâk yoktur. O yüzden O istemedikçe dünyadaki bütün insanlar ve imkânları bir araya gelse bir insana en küçük bir fayda veya zarar veremezler. O yüzden tehlike, insanlardan gelecek olan şeyde değil; kendi elimizle yapacağımız suçların cezâsı olarak Allah’ın cezâlandırmasındadır.

İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41). Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.

Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın birsürü uydularla kaplanması, “yıldızlar savaşı” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği fesat cinsinden hemen sayılabileceklerdir. Bu fesat ve fitnenin cezâsı, sadece onu yapmaktan çekinmeyen uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı kirletip fesâda boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en üstünüsün.” (7/A’râf, 155)

Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir, ama bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Toplumlar şimdiden helâki yaşamaya başlamadılar mı? Helâk gelip çatmadı mı?!  

Helâk ve felâket gelip çatmadan önce, açık veya kapalı bir şekilde geleceğini mutlaka haber verir. “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30) “Zâlimler, nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini pek yakında bilecekler!” (26/Şuarâ, 227). Helâk ve felâket, çoğu zaman güle oynaya gelir. “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”  (15/Hicr, 3). Yakında, çok yakında! 

Kâfirleri velî edinip onlarla dost olmanın zararını daha dünyadayken çekmeye başlıyor “müslümanım” diyen ama gâvur gibi yaşayıp başkalarının da öyle yaşamasına sebep olanlar. Amerika öksürünce Ortadoğu grip oluyor, T.C. de daha bir garip oluyor. Krizin sadece ekonomik olduğunu sananlar çok yakında yanıldıklarını göreceklerdir. Çöken sadece ekonomi değil, topyekün beşerî düzenlerdir. Komada ölümü bekleyen hastaya pansuman tedavisi ve makyajla sağlıklı imajı verilmek isteniyor. 20. Yüzyılın başında Osmanlı’ya verdikleri ünvanı bir asır sonra Batıya ve özellikle ABD’ye iade ediyoruz: “Hasta Adam!” Hem de sun’î teneffüsle zorakî yaşatılmaya çalışılan yoğun bakıma alınan ölümcül hasta.

Günlük 4 milyar dolar dış borç ödemek zorunda olan bu devlet, köleleştirdiği mazlumların kanıyla besleniyor. Petrol şeyhlerinin ve Müslümanları ABD adına yöneten zâlim tâğutların ABD bankalarındaki petrodolarları ve şahsî(!) hesapları bu hastanın iskeletine kan depolamış, ölüm sürecini geciktirmiş olsa da, bu durum hastanın canlanmasına yetmeyecek; hastaya kan verenler de hastadan kaptıkları mikropla aynı âkıbete uğrayacaktır. Petrol gelirlerini halkının refahı için değil de ABD bankalarına yatıran petrol milyarderlerinin durumu nedir acaba? Başta Suudi Arabistan olmak üzere Kuveyt ve körfez ülkeleri emirleri, şeyhleri ne kadar dolar kaybettiler dersiniz? Bana sorarsanız, âhirette kaybedecekleri yanında bu dünyadaki kayıpları hiç de önemsenecek kadar değil; oh olsun! Yaşasın zâlimler için dünyada zillet ve ıstırap, âhirette cehennem!

Çöküş başlamıştır. Ama bu devrilmenin acısı müthiş olacaktır. Daha bir-iki sene önce Fransa’da otomobil yakarak kıyam provaları yapan ezilmiş varoş gençliğini hatırlayalım. Köleleştirilen zencilerin ayaklandığı ve kendilerine yapılan zulüm ve sömürünün hesabını sorduğu günleri görür gibi oluyorum. Azgınların sonu, dünyada da çok kötü olacak, bu kesin; ama o azgınların izini takip edenler de onların âkıbetine uğrayabilir, bu da bir uyarı… 

Sovyetler Birliği çökünce ülke kapitalistleşti. ABD çökme sürecine girdi, o da komünistleşiyor. Kapitalizmin ilkelerine aykırı olmasına rağmen devlet, ekonomiye müdâhale ediyor, batmaya başlayan büyük şirketlere yardım ediyor, dünya sahnesinden çekilmiş ve ümit olmaktan çıkmış komünizm felsefesinden medet umar hale geliyor. Şu an kurtarma paketlerinin yanı sıra bankacılık sistemi hızla ulusallaştırılıyor. Dolayısıyla sadece piyasa üzerinde değil, toplumlar üzerinde de her alanda devlet kontrolü ağırlaştırılıyor. İstikbâr ve istiğnâ duygusu en acımasız intihar silahıdır. Amerikalı siyaset ve iktisat bilimci Francis Fukuyama’nın 1992’de yayımlanan kitabı “The End of History and the Last Man” adlı kitabını, “Tarihin Sonu”nu hatırlayalım. Diğer uluslara göre tarihi bile olmayan ABD’nin, bozuk pusulasıyla tarihin ideal sonunu gösterdiğini iddia ediyordu Fukuyama. Gururun aldatıcı zevkiyle sarhoş Fukuyama’nın dediğini tersinden okuyup sözlerinin tam aksini doğru kabul edince günümüze ışık tuttuğunu görüyoruz. Tarihin değil, kendi sonlarının başlangıcı artık gizlenemeyecek hale geldi. Ne diyordu o kitap? İnsanlığın varabileceği medeniyet zirvesinin, ABD’nin temsil ettiği liberal demokratik sistem olduğunu söylüyordu. Arkasında bunca gözyaşı, kan ve zulüm bırakan Kapitalizm ve liberalizmin insanlığın asr-ı saâdeti olduğunu dillendirmeye çalışıyordu. Sadece Soğuk Savaş’ın bitip “savaş sonrası tarih”e (post-war history) geçilmediğini, artık insanlığın ideolojik evrimini de tamamladığını, böylece “Batılı Liberal Demokrasi”nin küreselleşerek tüm insanlığın nihâi yönetim şekline dönüşmekte olduğunu, bir diğer ifadeyle insanlığın ideolojik olarak bu kapitalist ve liberalist dünya görüşüyle son bulacağını, daha başka bir aşamanın olmayacağını azgın ve müstekbir havasıyla iddiadan da öte haykırıyordu. Gurur zaten aldanmak demektir; her gurur sahibi önce kendini aldatır. Kendi bâtıl düzenlerini, dolayısıyla kendilerini tanrılaştıran bu teori putu, çok kısa zamanda kendi kendine devrildi. Hırsız Batı ve vahşi Amerika, artık sömürecek yeni Afrika’lar, kanı emilecek zenci ve Kızılderililer bulamadığı için tatlı rüyaları kâbusa döndü. Başkasının kanıyla ancak bu kadar yaşanır. Batı çıkış yolu olmayan bir labirent içinde şaşırmış vaziyette; strateji üretme kabızlığı yaşıyor. Dünyayı saran gürültü ve pis kokunun sebebi bu. Zaten rüyalar çabuk biter ve her rüya bir uykunun göstergesidir. Amerikan rüyası da sona eriyor. Ama anlaşılan o ki, Amerika’yı ve oradan da dünyayı yönetmeye kalkanlar, rüyanın bitmesinden hoşlanmıyor. Bir anlık uyanmayla sona eren o tatlı rüyanın devamını görme umuduyla kendileri uyumaya ve halkları uyutmaya devam edeceğe benziyor. Kralın çıplak olduğunu fark edenler de, kendi çıplaklıkları ortaya çıkmasın diye bunu dillendiremiyor.

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ı alternatif olarak görmüyor; hatta kurtarıcısına düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında, Amerika’yla işbirliğinde, Avrupa Birliğinde arayıp ifsâdı ıslah zannediyor. Unutmayalım Müslümanlar için temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir.

Biz adımızdan emin olduğumuz gibi biliyoruz ki, beşer ürünü tâğutî yönetimlerin ömrü uzun sürmez, hiçbir ümmetin/topluluğun varlığı ebedî olmaz. Çok kısa bir zaman içinde Sovyet blokunun hızla çöküşüne tanıklık eden insanlık, liberal demokrasinin de leşini tarih çöplüğüne atacaktır. Bu kesin de, sonra ne olacak? Bu kriz, mü’minlere büyük imkân ve fırsat sunmaktadır. Dünya bir kurtuluş arıyor. Kapitalizm ve komünizmden başka bir yönetim tarzı bilmeyen insanlığın son şansıdır İslâm. Batılı bâtılın temsilcisi Amerika’nın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da İslâm devleti; Kur’an’ın hedeflediği toplum ve yönetim; Saâdetin asra taşınıp ikinci bir asr-ı saâdet oluşturma. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamakta, çıkış yolu bulamamaktadır.  

Olaylar, gelişmeler yeni bir dünya düzenine gebe. Beşerî düzenlerin sonu yaklaştı. Batının insanlara vereceği, vaad edeceği, ümitlendireceği hiçbir değeri kalmadı. Dünya ve âhiret kurtuluşunun nerede olduğunu bilen insanlar olarak bize çok iş düşüyor. Üçüncü bir düzeni, alternatif kurtuluş nizamını bırakın uygulamayı, daha dillendirmekten bile kaçınan uyuşuk Müslümanlar, bu boşluğun en güzel şekilde doldurulamamasının vebalini nasıl kaldıracak?      

 

İSTATİSTİKLER VE ONLARDAN YOLA ÇIKARAK KORONA TEDBİRLERİ

Fahrettin Koca, halka istatistiği öğretti. Her gün veya her hafta korona ile ilgili istatistik bilgilerle doldu zihinler. Bizim Kur’an ve Sünnet dediğimiz gibi, Batılılaşmış insanın referans diye, delil diye bir temel dayanağı ve kaynağı vardır: İstatistik. Bir söz veya yazının ne kadar bilimsel olduğu, onun istatistiksel bilgilerle delillendirilmesiyle ölçülüyor. İstatistik, yani sözü rakamlara söyletmek. Rakamları yalanlarına, ideallerine âlet etmek. Rakamlar yalan söylemez, ama insan kendi yalanını rakamlara söylettirir. Daha değişik bir ifadeile; “Rakamlar yalan söylemez, fakat yalancılar rakam söyler!”

“Üç çeşit yalan vardır” diyor, Benjamin Disraeli, “basit yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.” Bir istatistikçinin de şu sözü dikkat çekicidir: “Bilim için istatistik, bir sarhoş için sokak lambası gibidir; aydınlatmada değil dayanıp destek almada kullanılır.” Winston Churchill’in kendisinin de temsilcilerinden olduğu Batı zihniyetinin istatistikleri nasıl kullandığı ile ilgili sözü önemlidir: “Ben sadece kendim tarafından üzerinde oynanmış istatistiklere inanırım.”

Âyet veya hadis okuduğunuzda; acaba diyen nice insan, üzerine istatistik sosu dökülmüş yalanlara ve yönlendirmelere hiç şüphe ile bakmıyor.

Gelin, resmî istatistiklerden yola çıkarak, korona ile ilgili yalanlara örnek verelim. Aşının kullanılmaya başlandığı tarih ile bugünkü tarih arasında istatistikleri konuşturalım:

Türkiye’de aşının ilk kullanılmaya başlandığı tarih 14 Ocak 2021.

14 Ocak’ta vaka sayısı: 9.138, vefat sayısı: 170, toplam vaka sayısı: 2.364.801

14 Nisan vaka sayısı: 59.187, vefat sayısı: 273, toplam vaka sayısı: toplam vaka sayısı: 3.962.760

Toplam vefat sayıları da şöyle: 14 Ocak’ta: 23.495. 14 Nisan’da: 34.455

Bu rakamları karşılaştırırken aralarında sadece 3 ay olduğunu unutmayalım. Peki, bu üç ay içinde ne oldu? Maskelere, mesafelere, temizliklere eskiden ne kadar özen gösteriliyorsa yine devam edildi. Yasaklar benzer şekilde sürdürüldü. Ve esas olarak bir değişiklik oldu. Üç ay öncesinde aşının sadece adı vardı, kendisi yoktu. Üç aydır hızlı bir aşılama oldu. Onu da Fahrettin Koca’nın verdiği istatistiklerden ortaya koyalım: 14 Nisan’a kadar aşı olanların sayısı: 19.184.595. Yaklaşık 20 milyon. Bunlardan yaklaşık 8 milyonu ikinci doz aşı uygulananlar. Çocukların nüfusu 22.876.798. 20 milyon kişi aşı olmuş. 23 milyon da koronadan en az etkilenen çocuk nüfusu. Toplam 43 milyon. Türkiye’nin nüfusu 83.614.362. Buradan yola çıkarak istatistikleri biraz da biz konuşturalım: Aşıdan önce yaklaşık 10 bin olan vaka sayısı, 20 milyon kişi aşılandıktan sonra yaklaşık 60 bin olmuş. Korona’nın Türkiye’de gözüktüğü yaklaşık tarih olarak 14 Ocak 2020’den 14 Ocak 2021’e kadar, bir yıllık süre içinde koronadan ölenlerin sayısı 23.495 iken, aşı olunmaya başladıktan sonraki üç içinde bu sayı 34.455’e çıkmıştır. Değişik bir ifadeyle, aşı öncesinde bir yılda ölenlerin sayısının yarısı kadar insan aşıdan sonraki 3 ayda koronadan vefat etmiştir. Bu karşılaştırmayı yaparken 20 milyon insanın aşı olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Nüfusun dörtte biri aşılanıyor, ama vaka sayısı ve ölüm sayısı, en az dörtte bir azalacağına, alabildiğine artıyor.

Ve fatura ihtiyarlara kesiliyor. Hâlâ 65 yaş üstü olanlara toplu ulaşımı kullanma yasağı ve sokağa çıkma konusunda ağır yasaklar konuyor. Bunların tümü(ne yakını) aşı olduğuna göre, bu ayrıcalıklı ve ağır yasakların devamını nasıl değerlendireceğiz? İstatistiklere soralım; bakalım ne diyor: 65 yaş üstü vakaların, genel vakalar içindeki oranı % 11,3 Ve F. Koca diyor ki: “ Gençlerin aktif vakalar içindeki oranı, artıyor.” İstatistiği konuşturmaya devam ediyoruz: “Korona virüs tanısı almış (pozitif çıkmış) vakalardaki en yüksek oranın, yaklaşık % 50’si 25-49 Bu istatistik bilgilere dayanarak diyebilir misiniz ki “Ümidimiz aşıda. Bakın aşıdan önce problem ne kadar büyük iken, halkın dörtte birinin aşılandığı günümüzde problem küçüldü.” Öyleyse… Öyleyse istatistik rakamlara yalan söylettiriyorlar. Öyleyse aşıya iftira atıyorlar, onu kurtarıcı ilan ederek. Eseri ortada. Öyleyse ihtiyarlara zulmediyorlar. Devletin aldığı tedbirlerle bu sayılara ulaşıldı. Öyleyse devletin bugüne kadar aldığı tedbirler bizi koronada Avrupa’nın birinci sırasına yükseltti.

“Hem istatistiklere yalancı diyorsun, güvenilmez diyorsun; hem de istatistiklerden yola çıkarak mesaj vermeye kalkıyorsun?” Böyle düşünenler olabilir. Yüzeysel bakıldığında haksız da sayılmazlar. Ama öyle değil! Hayır, benim vermek istediğim mesaj bunlar değil, daha başka. Vakit ayırabilecek arkadaşlara mesajımı tekrar hatırlatayım. Mesajım bundan sonraki satırlarda; buyrun.

Bir tarafta dünyaya yayılma eğilimi gösteren korona virüs var, diğer tarafta çoğu insanın gönlünde mânevî virüs var. Biri dünyasını mahvediyor insanın, diğeri insanın dünyasını çirkinleştirmekle kalmıyor, âhiretini tümüyle mahvediyor.

Halkın çoğu, özgürlük adına Allah yokmuş gibi yaşamaya başladı. İnancından koptu, inancına şirk karıştırdı, ibâdetlerini ihmal etti, ahlâkı önemsemedi, herkes birbirini kandırmaya çalıştı, aşırı dünyevîleşti, israf ve lüks tutkunu oldu, fâizsiz, haramsız yapamaz hale geldi. Hâlbuki kardeşleri Suriye yıllardır yanıyordu, Filistin ağlıyordu, Ortadoğunun toprakları, ülkesindeki insanların zihinleri, gönülleri, mahkemeleri, okulları, hatta mescidleri işgal altındaydı. Bilindiği gibi, halkın bozulmasından iki sınıf insan, esas olarak sorumludur: Ulemâ ve ümerâ. Yani, âlimler ve yöneticiler. Yöneticiler Allah’ın indirdiği hükümlerle insanları yönetmek yerine, kendi kafalarından oluşturdukları kanunlarla ülkelerini yönetiyorlar. Âlimler de mirasına sahip çıkmaları gereken Rasûlullah’ın putlarla ve putçularla yaptığı mücadeleyi, Kur’an’ı hâkim kılma, yeryüzünü ıslah etme, zulmün her çeşidine dur deme görevlerini yerine getirmiyorlar. Âlimlerimizin çok daha önemli işleri var, demokrasi türküsü çalacaklar ve birbirleriyle bitmeyen savaşlara girişip mücadele edecekler, birbirlerini tekfir edecekler…

Ve Rabbimize hakkıyla kulluk yapamadık, her şeyden önce. Şirksiz bir imana, katıksız bir ihlâsa, riyâsız bir sâlih amele yönelmedik tam anlamıyla. Şimdi Rabbimizin ihtarına, ikazına, gazabına muhatap olduk. Kâbemiz tavafsız, namazlarımız cemaatsiz, talebelerimiz rahlesiz kaldı; cehennem yok gibi yaşadığımızın bir cezası olarak.     

"Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

Bu toplum, hijyeni iyi anlıyor da, şirk pisliğini kendi içimden nasıl temizlerim, çevremdeki pisliklerle nasıl mücadele ederim diye hiç düşünmüyor.

"Bunca azgınlık, bunca tuğyan var, ama karşılığında yeterli şekilde tevhide, Kur'an'a davet eden yok; edenlerin de sesi kısık. Ne yazık ki, insanımız bu virüsten de esas anlamıyla ibret alacağa benzemiyor. Allah'ın bir ikazı olarak ele alan ve Allah'a dönen insanımız yok denecek kadar az.

Korona virüsü biz çağırdık; o da geldi. Halimizle, yaşayışımızla virüsü biz davet ettik; o da çağrımıza icabet etti. Ona kızmanın bir anlamı yok, kendimize kızmak gerekiyor. İnsan, küçücük virüsten korkacağına, onu da emri altında tutan, istediği zaman istediği yere, istediği ölçüde virüslerin gitmesine izin veren Allah’ın azabından korkmalıdır. Çünkü Allah’ın yaratıp emrettiği evrenin (7/Âraf, 54) en minik bir parçası olan virüsler de, O’nun gücünü hatırlatır. Dünyadaki bütün ağaçların içinden herhangi bir yaprağın Allah’ın ilmi ve izni dışında düşme gücü olmadığı durumda, bir virüs Allah’tan bağımsız faaliyet yapamaz. Virüslerin de sahibi, yöneteni Allah iken, sanki Korona, Allah’tan habersiz, O’ndan izinsiz gelmiş gibi, onu ve onun bulaştırdığı hastalığı Allah’tan bağımsız şekilde tanıtmaya kalkıyor devlet. İmdadı sadece aşıdan bekliyor devlet ve millet. Tamam, sebeplere yapışılmalı, gerekli tedbirler alınmalı; ama bunlarla yetinmeyip Allah’a sığınarak tevekkül ve dua edilmeli. Fakat görünen o ki, kitleler ve onları yönlendirme mevkiindekiler daha çok tedbirle oyalanıp Allah’a sığınma ve dua etme, hali sorgulayıp ıslah etme ihtiyacı hissetmiyorlar. Bedeni temiz, yiyip içtiği temiz, gönlü temiz, imanı temiz, ahlâkı temiz, dâvâsı temiz şekilde, tertemiz yaşıyorsanız, Korona virüs böyle yerleri sevmez, büyük ihtimalle uğramaz. Nihayet her şey Allah’ın mülkü ve askeri olduğundan, virüsler de İlâhi kurallar istikametinde, Sünnetullah çerçevesinde hareket eder. Kur’an’ın nice âyetlerine ilgi gösterilmedi. Öğütler kulak ardı edildi.

Toplum olarak, dünya halkları olarak korona virüs dayağını biz çoktan hak ettik. Yoksa, Rabbimiz, zerre kadar zulmetmez. Evet, koronayı hal dilimizle biz davet ettik. Aynen eski isyankâr kavimlerin, Peygamberlerin uyarılarına rağmen, Allah’a dönmedikleri, kendilerine gelmedikleri için başlarına gelen musibetler gibi. Nuh kavmi gibi putperestlikler, Âd kavmi gibi âdîlikler, Lût kavmi gibi çirkinlikler, Semud ve Medyen kavmi gibi diğer insanların hakkını yemeler, hepsi bu toplumda bütünüyle mevcut. Ayrıca, akrabalarımıza, komşularımıza bile yeterince tebliğ edememiş durumdayız. Dünyada kendilerine İslâm dâveti ulaşmamış insanlardan sorumlu değilmiş gibi rahat yaşıyoruz. Filistin’de, Suriye’de, Yemen’de ve daha nice yerlerde insanlık dışı zulümlere şahit olunuyor. Genelde insanların kılı kıpırdamıyor. Helâk olan kavimler gibi öğüt ve ikazdan anlamaz oldu insanımız. Nasihatten, ikazdan anlamayan, cezasına da katlanacak. Sünnetullah şimdi bizi Korona ile terbiye ediyor. Bununla da kaybettiğimiz değerlerimize tekrar dönmezsek, ihmal ettiğimiz insanî ve İslâmî görevlerimizi yapmaya başlamazsak, daha ağır ikazlar bekleyelim! Hiçbir şey tesadüfen ortaya çıkmaz. Halk, şirk bataklığına dalarak, kendi nefislerine ve hemcinslerine zulmederek, haramlar denizinde yüzerek, virüsleri çağırdı. Ve korona gibi virüslerin özelliğidir, kurunun yanında yaşları da yakar. Bilmiyor muyuz, Rabbimiz öyle diyor: “Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/Enfâl, 25).

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

Bu âyette, gerek evrendeki fiziksel ve sosyal yasaları görmezden gelip gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi suçlarının bir sonucu olduğuna vurgu yapılmaktadır.

Belki de, bu virüs birçok hayra sebep olacak!  Belki de, ilahi rahmetin tezahürü olarak insanların kendine gelmesi için bir nimet bu virüs. Nitekim günahlarda hızlı bir düşüş yaşanıyor. Nice insanın tevbesine vesile olabilir. Sorumluluğunu yerine getirenlerle getirmeyenler teste tâbi tutulmuş olacaklar; Allah'ın görünmeyen orduları ile yeni bir süreç başlıyor olabilir.

Corona virüs; bilimi putlaştıran, teknolojiyi tanrılaştıranların, bombalarına ve füzelerine güvenenlerin, dünyayı sömürenlerin, para babalarının, baronların, Firavun ve yardımcılarının bir mikrop karşında yıkılacak âciz ve rezil zavallılar olduğunu gözler önüne sermiştir. Haz ve hız içinde yaşıyorken, şimdi frene basmak zorunda kaldılar, ölümü akıllarına getirmeyenler, şimdi her gün ölüyorlar. Haddini bilmeli insan; bilmezse küçücük bir böcek bildirir haddini, rezil eder. Bir damla sudan yaratılan insan, Rabbine karşı niye bu kadar azgınlaşabiliyor? Meşhur ve çağlar öncesinden yankılanan bir ses geliyor: “Fe eyne tezhebun/Bu gidiş nereye?” Bu maceranın sonu ne?

İstatistiklerin verdiği haberlerin Kur’an’daki haberlerden, doktorların sözünün Allah'ın sözünden, devletin yasaklarının Allah’ın yasaklarından daha üstün tutulduğu bir zaman ve mekânda bu virüsü yensen ne olacak? Sen bu anlayış ile, yaşarken ölmüş oluyorsun. Haydi kalk, elinden önce gönlünü yıka. Bir yandan tedbir alıp virüs kirinden arınırken, diğer taraftan Allah’a sığınıp tevbe ederek şirk kirinden arınma zaruretinin önemi ve önceliğini sakın ihmal etme. Bugün olmasa da yarın, virüs sebebiyle olmasa da başka bir sebeple seni mutlaka yakalayacak olan ölüme, takvayı kuşanarak her an hazır ol ve Müslim olarak ölmeye çalış (3/Âl-i İmran, 102).

Görünen o ki, gerçek mü’minler, sabır ve tevekkülle olaylara bakıp virüsle imtihanını kazanmaya çalışırken; Allah’a ve âhirete inanmayanlar virüs, virüs diye günde bin defa ölüyorlar.

Bizim insanlığa çağrımız, bu virüs musibetine köklü bir muhasebe ve özeleştiri ile yaklaşmak, insanların dünya ve âhiret saadetini harap eden başta şirk ve tuğyan olmak üzere her türlü pisliklerden imana ve onun gerektirdiği takvaya hicret etme bilincini hatırlamak ve nasuh bir tevbeyle topluca İslâmî hayata yönelmek ve yeryüzünde İslâm nizamını egemen kılma cehdine katılmaktır.

Hâlâ tevbe edecek zamanınız gelmedi mi? Gelin hep birlikte, halimizi sorgulama ve ıslah seferberliği içine girelim. Böylece tevbe günleri ve iman günleri olsun bu günler.

Kişisel hijyenimize dikkat edelim, temiz ve sağlıklı gıdalar ve vitaminlerle bağışıklık sistemimizi güçlü tutalım. Bunları ihmal etmeyelim; bununla birlikte, günahlardan ve ahlâkî zaaflardan da arınalım, içdünyamızı da zenginleştirelim. Virüsten ziyade, esas Allah’ın azabından korkup tedbir almaya çalışalım. Musibet gibi görünen bu olayları fırsata çevirmeye çalışalım, Allah’a yalvarıp tevbe edelim. Virüsü bir İlâhî uyarı olarak görüp kendimizi sorgulayalım ve ibretler çıkartarak halimizi ıslah edelim. Eğer gerekli ibretleri çıkarıp halimizi sorgulayarak ıslah sorumluluğumuzu yerine getirirsek; göreceğiz ki, inşaAllah Rabbimiz yardım edecek ve bir musibet olarak başlayan bu süreç sonuçta inşaAllah bir rahmete vesile olarak tamamlanacaktır. Rabbimiz yardımına müstahak olan kullar olmayı ve bunun için sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirmeyi hepimize nasip etsin inşaAllah.

  

KORKU; KİMDEN VE NE İÇİN?

Başka hiçbir konu yok, başka hiçbir kelime yok Korona Virüsten başka. Gazete sayfalarında o, radyoyu aç o, TV.’ye bak o, internete gir o. Bir ay içinde medya 40 binden fazla haber yapmış bu virüs hakkında. Halkın da başka bir şey konuşmadığını, kendinizin de kalabalığa uyduğunuzu kabul edersiniz sanırım.

Medya, devlet, derin devlet, devletleri de sömüren karanlık güçler hep korku ile besleniyor, vampirin kanla beslendiği gibi. Korkuyorlar ve korkutuyorlar. Bu korku, nice psikolojik hastalıklara sebep olacaktır, ama esas zarar mânevî dünyamıza, inancımıza olmaktadır.

Eyvallah bu virüs zararlı, tedbir de alınmalı. Tamam da, bu virüsü bahane ederek insanları ölmeden öldürmeye kalkanları, bunun yarınları dizayn etmek isteyen karanlık güçlerin bir oyunu olduğunu, oyuna gelenler fark edemiyor.

Rabbimiz bizi bazı şeylerle sınayacağını bildiriyor. Bu konuda saydıklarının ilki korkudur (2/Bakara, 155).

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

“Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)

Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalıklar, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. Fıtrî olan insandaki korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrip eden bir musîbete dönüşecek ve içindekini cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet sahibi kılacaktır.

Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada bu kontrol ve yönlendirme daha ustalıkla yapılmakta, yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarmak için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden gerçek anlamıyla korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir (2/Bakara, 155). Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği ile sınanmaktayız.

Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez.

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Son değişiklik Cuma, 16 Haziran 2023 15:08

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.