PEYGAMBERLERİMİZ VE TEVHİD MÜCADELESİ

K I S S A

 

  • Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’an Kıssaları
  • Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
  • Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
  • Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
  • Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
  • Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
  • Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
  • Tefsirlerden İktibaslar
  • Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
  • Kıssacılık ve Kıssacılar

“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” [1]

Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti

Kıssa: Bir haberi nakletme, bir olayı anlatma hikâye etmek demektir. Bu, Arapça'da ‘kassa’ (hikâye etti) kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa" denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay" anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati Gazvet-i Bedr..." Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da vardır.

"Kıssa" kelimesi esas olarak "izlemek", "izi tâkip etmek" anlamına gelmektedir. 18/Kehf, 64 ve 28/Kasas, 11'de bu anlamda kullanılmıştır: "(Mûsâ): ‘İşte aradığımız o idi’ dedi. Tekrar izlerini tâkip ederek geriye döndüler" (ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ) [2]; "(Mûsâ'nın) kız kardeşine ‘Onun izini takip et (kussî hi)’ dedi. O da onlar farkına varmadan onu uzaktan gözetledi." [3]

Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir; “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır. "Kıssa", edebiyatta "hikâye" anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak anlatan edebiyat türüdür. Kur'an'daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için "gerçek kıssa"lardir: "İşte (İsa hakkındaki) "gerçek kıssa" (el-kasasu'l-hakku) budur" [4] Kıssanın gerçek olmayan bir türü vardır ki, buna hikâye denir. Kıssa denilebilecek hikâyeler nâdir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi için, yaşanmış ve kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.

Kur'an, kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihî hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kur'an'ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir: "Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik" [5]; "Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık." [6]

Kur'an'ın bu ifâdeleri, hem okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamber’in bir mûcizesi, hem de Kur'an'a eskilerin masalları: Esâtîru'l evvelîn [7] diyen müşriklere bir cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek haberlerini, tarihlerini anlatır.

Kur'an Kıssaları

Kur'an, insanları doğru yola iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel öğüt metodunu kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslûpla anlatmış, bunu yaparken, benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak dersler çıkarılmasını istemiştir.

Kur'an, muttakiler için bir öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır: "Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür."[8]; "(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve anlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları, en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir." [9]

Kur'an'ın metod olarak kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya gelmiş bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibâdet, muâmelât, ukûbât, ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibarıyla en geniş olanı ahlâk ve kıssalardır. Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü, insanlara ders ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve milletlerin kıssalarıdır.

Kıssanın insan eğitiminde büyük rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları ve sebeplerini anlatmak, bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü insan, yaratılışı, eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış insanlar ve milletler için sözkonusu olan, bugünün insanı için de sözkonusudur. Meselâ; inkârcıların ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına yol açan zulümleri anlatılmak sûretiyle gözler önüne serilir. Yine sıkıntılara göğüs gererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü kaybetmeyen kimselerin, sonuçta büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının mükâfatını görecekleri Hz.  Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.

Kur'an'da geçen kıssalarda esas gâye; "tarihî bilgi vermek olmadığı için, yer ve zaman belirtilerek teferruata girilmez. Esas gâye: "çeşitli toplumların tarihlerindeki birtakım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında, Hz.  Muhammed'in hayatında karşılaştığı olaylara benzeyen hâdiseleri açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima üstün geldiğini göstermek; Peygamber’e ve mü'minlere teselli vermek, her peygamberin karşılaşmış olduğu muhâlefetin eninde sonunda yıkıldığını ve eridiğini tarihî misallerle tesbit ederek mü'minlerin azmini kuvvetlendirmektir." [10]

Kur'an kıssaları; peygamber kıssaları ve geçmişlerin haberleri diye iki kısımdan meydana gelir.

Peygamber Kıssaları: Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları hakkında yeterli mâlûmat verilmiştir. Kur'an'da "Peygamber kıssaları" ifâdesi değil, "peygamberlerin haberleri: Enbâu'r-rusul" tâbiri geçer: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." [11]

Kur'an'da Hz.  Âdem, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil, İshak, Lût, Yakub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, İdris, Lokman, Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa, Muhammed (s.a.s)'in kıssaları geçmektedir.

Geçmişlerin Haberleri: Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' [12] ifâdesiyle; Zülkarneyn, Ashâbu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashâbu'r-Ress, Ashâbü'l-Eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret, Bedr, Uhud, Benû Nâdir, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi, münâfıklara ait kıssalar yer almaktadır.

Genellikle muharref Tevrat ve İncil'de nakledilen Yahûdi-Hristiyan kültürüne âit kıssalara İsrâiliyyat adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere âit haberlerin doğru olanlarını içine aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman uydurma olan bu gibi rivâyetlere ihtiyaç kalmamıştır.

Kur'an'da "en güzel kıssa" (ahsenü'l-kasas) olarak anlatılan Hz.  Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır: Sabır ve sıkıntılara katlanmanın büyük mükâfatı, Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak, bilmeyerek kötülük yapanları affederek onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirerek güvenilir olduğunu isbat etmek, emânete hiyânet etmemek ve üzerinde hakkı olanların hakkını gözetmek.

Eğitim ve Öğretim Aracı Olarak Kıssa: Çocukların ve gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır. Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel olayları canlı bir dille, edebî bir üslûpla tasvir etmek, okuyanlar üzerinde büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en güzel şekilde hikâye üslûbuyla anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden sakındırılır. İyi işler ve güzel ahlâklıların örnek davranışları da hikâye yoluyla etkili bir biçimde aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara teşvik edilir.

İslâm'ı insanlara sevdirmek için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Eğitim maksadıyla bu çeşit ahlâkî hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa da, Kur'an ve Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya yasaklamak için, dinî bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın insanlar üzerinde bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için hikâye uyduran ve nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır. [13]      

Allah, muhâtaplarına tevhid ve ahlâk ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatıp öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metod kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hâdiseleri, dinî ve ahlâkî bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla anlatımdır.

Kıssa kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hâdiseyi veya bir haberi bildirmek ve nakletmektir.[14] Bu mânâ ile alâkalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebî ve rasullerin yanında; başından geçen hâdiseleri anlatan Kur’an birimlerine de kıssa denir. [15]

Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş peygamberler ve milletlere dâir kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasûlullah’ın zamanında meydana gelen Hicret, Uhud, Mekke’nin Fethi, İfk Hâdisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kasasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır. Yoksa tarihî bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gâye edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlâk ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda, daha önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükâfat verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın gâlip geldiği açıklanmıştır. “Sana elçilerin haberlerinden -kalbini sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” [16]

Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkânı sağlanmıştır. Birçok sûrede ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı motiflerle doldurulan olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

1) Âdem ile melekler ve İblis, Âdem ile Havva, Âdem ve iki oğlu (Hâbil ve Kabil) hâdisesi,

2) Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb, Eyyub’un (a.s.) hayatı ve tevhid mücâdelesi,

3) Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı öğütler,

4) İbrâhim (a.s.) ve oğullarının kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi hâdisesi,

5) Yusuf’a (a.s.) karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hâdise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi,

6) Mûsâ’nın (a.s.) rasullüğünden önceki hayatı, risâleti, mûcizeleri, Firavun’un inadı, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır (diye bilinen, kendisine rahmet ve ilim verilen kul) kıssası, 

7) Dâvud ve Süleyman’ın (a.s.) kıssası, Süleyman ve Belkıs,

8) İsa’nın (a.s.) doğumu, risâleti, sofrası,

9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf, Ashâb-ı Uhdûd, Ashâb-ı Fil,

10) İsrâ, Hicret, Bedir, Uhud, Benî Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi ve münâfıklara âit kıssalar. [17]

Kur’an’da peygamber kıssaları yanında, başka insan ve topluluklarla ilgili kıssalar da vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:

a) Kur’an’da Kıssaları Anlatılan (Peygamberler Dışındaki) İnsan ve Topluluklar:

İsrailoğulları (yahûdiler), hıristiyanlar, sâbiîler, Semud toplumu, Lût kavmi, Medyen halkı, Ress halkı, bir kasaba halkı, Yesrib halkı, Hicr halkı, Âd halkı, bedevîler, Medine halkı, Tubba kavmi, Hz. Mûsâ’nın kavmi, Yunus kavmi, Hz. İbrâhim ve onunla birlikte olanlar, ikiden biri (Hz. Muhammed’in (s.a.s.) arkadaşı), Hz. Mûsâ’nın yardımcısı, ilim sahibi bir kişi, Hz. Mûsâ ve kadınlar, Tâlût ve topluluğu, Câlût ve ordusu, Ashâb-ı Kehf, Rakîm ehli, Ye’cûc v Me’cûc, bağ sahipleri, Hz. Yusuf’un zindan arkadaşları, Hz. Yusuf’un kardeşleri, Firavun ailesinden imanını gizleyen adam, Hz. Nuh’un ve Hz. Lût’un eşleri, şehir halkının üç elçisi, on iki güvenilir gözetleyici, Hz. Nuh’un oğlu, Hz. İbrâhim’in babası Âzer, Hz. Mûsâ’nın annesi ve kızkardeşi, Hz. Lût’un ailesi ve karısı, Hz. Âdem’in iki oğlu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in eşleri, İmran ailesi, Firavun ve önde gelen çevresi, sihirbazlar, büyücüler, Firavun ve orduları, Karun, Hâmân, Firavun, Firavun ailesi, Hz. Mûsâ’dan sonra İsrailoğuları’nın önde gelenleri, Firavun’un eşi, Ebû Leheb ve karısı, Mısırlı aziz ve karısı, müstazaflar-müstekbirler, Zü’lkarneyn, Zeyd, Sâmirî, Üzeyr, Sebe melîkesi, bahçe sahipleri.              

Bunun yanında Kur’an’da mü’minlerin ve kâfirlerin değişik özellikleri de anlatılır.

b) Kur’an’da Melekler:

 

Güç sahibi melek; Cebrâil, çarpıcı bir güzelliğe sahip olması, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Cebrâil’i görmesi, Cebrâil’in ufukta görülmesi, Cebrâil’in Hz. Meryem’e düzgün bir beşer kılığında gönderilmesi, gözetleyici ve yazıcı iki meleğin her insanın yanıbaşında olması, ikişer üçer ve dörder kanatlı elçi melekler, cehennemin sert ve güçlü melekleri, Allah’ın makamına süresi elli bin yıl olan bir günde çıkmaları, meleklerin şâhitliği, yakınlaştırılmış meleklerin Allah’a kulluğu, Arşın etrafını çevreleyen melekler, saflar halinde dizilen ve tesbih eden melekler, Hz. Âem’e secde eden melekler, mleklerin Rablerinden krkmaları ve erolundukları şeyi ypmaları, dizi dizi duran melekler, iman edenlerin karanlıklardan nura çıkmaları için duâ etmeleri, meleklerin Peygamber’e salât etmeleri, iman edenlerin üzerine meleklerin inmesi ve onları müjdelemesi, Allah’ın mü’minlere meleklerle yardımı, meleklerin Kadir gecesi Rablerinin izniyle yeryüzüne inmeleri, inkâr edenlere lânet etmeleri, meleklerin ikrama lâyık görülmüş kullar olmaları, Hz. İbrâhim’e gelen melekler, Hz. Lût’a gelen melekler, Hz. İbrâhim’e müjde ile gelen meleklerin yemek yememesi, Hz. Zekeriya’ya gelen melekler, Hz. Meryem’e gelen melekler, ölüm melekleri, yazıcı melekler, Arşı taşıyan melekler, Hârut ve Mârut, Tabutu taşıyan melekler,                Kıyâmet gününde melekler, Cennet melekleri, Cehennem melekleri (bekçileri).

c) Kur’an’da Bahsedilen Mekânlar:

Tûr-i Sina, Tuvâ vâdisi, Mescid-i Haram (Beyt-i Haram, Beyt-i Atîk, Kâbe), Safâ-Merve, Mescid-i Aksâ, Mekke, Medine (Yesrib), Mısır, İrem, Babil.

 

d) Kur’an’da Peygamberlerin ve Mü’minlerin İmtihan Oldukları Mekânlar:

Hz. Yunus: Balık ve gemi, Hz. Yusuf: Kuyu ve zindan, Ashâb-ı Kehf: Mağara, Hz. Muhammed (s.a.s.): Mağara, mescidler, Müminlerin yaşadıkları mekânlar.

 

e) Kur’an’da Dikkat Çekilen Diğer Mekânlar:

İki denizin birleştiği yer, güneşin battığı yer, güneşin doğduğu yer, iki seddin arası, Hz. Meryem’in doğu tarafında çekildiği yer, hurma dalının altı, Hz. Meryem ve İsa’nın (a.s.) yerleştirildiği yer, Kehf ehlinin kaldığı yer, ekini olmayan bir vâdi.

Kur’an’daki kıssaların tarihî gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermeye çalışmalıyız.

Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?"[18] Bu ise, Kur’ân kıssalarının vâkıa ile eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.

Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz."[19] Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta mükemmellik ve anlamda üstünlük derecelerinin en yücesini kapsamaktadır.

En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır."[20] Çünkü Kur’ân kıssalarının kalplerin ıslâhı, amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri vardır.

Yukarıda bazı ayrıntılı örnekleri görülen Kur’ân kıssaları, özetle üç kısma ayrılır:

Bir kısmı peygamberler; onların kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kâfirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.

Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir. Meryem ve Lokman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası,[21] Zükarneyn, Karun, Ashâb-ı kehf, Ashâb-ı fil, Ashâb-ı uhdûdd ve benzer kıssalar gibi.

Bir üçüncü kısım da Peygamber (s.a.s.) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Hârise, Ebû Leheb ve başka kimselere âit kıssalar gibi.

Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları

Kur’ân-ı Kerim’in anlatım tekniklerinden biri de kıssalar yoluyla olanıdır. Kıssalar muhâtaplara birer örnek ve ibret olarak anlatılır. Muhâtapların bu kıssalardan dersler alması istenir. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [22]

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşık yarısına yakınını oluşturan kıssaları sırf tarihî bir olay/anlatı olarak vahyetmemiştir. Yusuf (a.s.) kıssası hâricinde tüm ayrıntılarına kadar aynı sûre içerisinde anlatılan başka bir kıssa yoktur. Bir sûre içerisinde anlatılan bir bölüm diğer sûrelerde anlatılmamış olabilir. Aynı kıssanın o bölümünün başka sûre içerisinde değişik varyantlarla anlatıldığını görebiliriz. Bütün bu anlatım teknikleri Allah’ın, kıssaları bize, sırf kronolojik, tarihî bir biçimde anlatma arzusunda olmadığını gösterir. Kıssaların anlatımından Allah’ın o anda insanlara vermek istediği mesajların ön planda tutulduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla Kur’an kıssalarının amacı tarih anlatmak değildir. Amaç geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek o anda yaşayanlar ve kıyâmete kadar yine aynı olayları yaşayabilecek diğer insanlara ibretler vermektir. “Allah’ın sünnetinde/kanununda bir değişme bulamazsın.” [23]

Kur’an’ın iniş sürecinde; Rasûlullah ve sahâbe bu kıssalardan ne anlıyordu? Acaba Rasûlullah ve ashâb, bugünün muhâtapları bizler gibi kıssaların tarihî, edebî, sosyolojik, pedagojik yönlerini araştırıp öyle mi hayata aktarıyorlardı? Yoksa kıssaların özel oludğunu mu kabul ediyorlardı?

Mekke dönemi, müslümanların harıl harıl İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştıkları bir dönemdir. Karşılarında ana ve babalarından tutun, âilelerinden kabile bireylerine kadar herkes vardır. Mü’minler İslâm’ı bu insanlara anlatmaya çalışırken Allah onlara, daha önce yaşayanlardan bir örnek verir. Bu örnek, aynı zamanda müşriklerle beraber hepsinin atası olan İbrâhim’in (a.s.) kıssasıdır. Hem tebliğ edenler hem de edilenler için öğüt ve ibret numûnesi… Aynı örnek bizler ve kıyâmete kadarki tüm muhâtaplar için de geçerlidir.

Tanrı ve evren üzerine sorular ve düşüncelerle başlayan bir tefekkür sonunda gerçeği, “Allah’ı bularak bu inancını diğer insanlara en başta babasına anlatmaya, onları düştükleri yanlıştan kurtarmaya çabalayan Hz. İbrâhim, Allah’ın tüm insanlara sunduğu öğüt ve ibret anıtıdır. Oysa günümüzde İbrâhim’in (a.s.) kıssasının Nemrud’un onu ateşe atması ve Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hâricinde diğer anlatılanlar geri plana itilmiş; “Nemrud”, “kurban” gibi rumuzlarla anılır olmuştur.

Müslüman ve müşrikler arasındaki mücâdele uzadıkça müşrikler müslümanları yoğun bir işkence ve baskı altına alırlar. İman edenler, bunalmaya, endişeye düşmeye başlamışlardır. Bu çaresizlik ve ıstırap içerisinde Allah’tan yardım dilemektedirler. Bu esnâda Allah Nûh’un (a.s.) kıssasını vahyeder. Bu kıssa nâzil olunca Müslümanların tavrı ne olmuştur? Nûh’un (a.s.) gemisinin ebatlarıyla mı uğraşmışlardır? Gemiye bindirilen hayvanların hangileri olduğu üzerinde mi kafa yormuşlardır? Yoksa Tûfan’ın tüm dünyayı mı, yoksa Nûh’un (a.s.) yaşadığı kavmi mi kapladığını bulmaya çalışmışlardır? Allah Nûh kıssasını bu düşüncelerin cevabı için mi indirmiştir?

Oysa Allah, Nûh’un kıssasını vahyetmekle, Mekkeli müslümanlara şu mesajları vermek istemiştir. Nûh (a.s.) gece-gündüz durmaksızın açık ve gizli olarak insanları İslâm’a dâvet etmiştir. “Gece gündüz çağırdım onları, açıkça da söyledim gizlice de.”[24] Müşriklerin, Nûh’un (a.s.) mü’minleri etrafından kovmasını, dâvâdan vazgeçmesini, buna karşılık olarak Nûh’a (a.s.) büyük ödüller vereceklerini vaat etmelerine karşılık o; Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etmiştir. “Benim ücretim Allah’a âittir.”[25] Nûh (a.s.) bütün baskı ve eziyetlere rağmen tebliğin gidişâtını Rabbine havâle etmiştir. “Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”[26]; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver.” [27]

Nûh kıssasının inişi, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden yılan Mekkeli müslümanlara Nûh’u (a.s.) örnek alarak tebliğde gevşememelerini, sebat etmelerini öğütlemiş oluyordu. Tabii ki daha sonra kıyâmete kadar Kur’an’a muhâtap tüm insanlara da bir ibret ve öğüt olacaktı.

Günümüzde ise Nûh (a.s.) kıssası okunduğunda birçok kimse Kur’an’ın muhâtapları Mekkeli müslümlar gibi ibret almaktansa, Nuh’un gemisiyle, içine binen hayvanların nitelikleriyle, Tufan’ın nasıl olduğu gibi tarihî bilgilerle uğraşmaktadırlar. Yunus, Yusuf, Eyyub ve Süleyman kıssaları gibi diğer kıssalar da aynı kaderi paylaşmaktadırlar ne yazık ki…

Bazıları kıssalarla ilgili konular gündeme getirildiğinde “ne gereği var bunların üzerinde durmaya” gibi düşünceler içerisindedirler. “Biz bunları aştık, daha önemli konulara bakalım!” dercesine kayıtsız kalmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki rasüllerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de vahyin iniş dönemi esnâsında müslümanların müşriklere karşı verdikleri tebliğ mücâdelesidir. Mekke’nin ilk dönemlerinden itibaren inen kıssaların tebliğ eylemindeki konumunu değerlendiremeyen müslümanlar tebliği neye göre ve nasıl yürüteceklerdir?

Kâfirlerin baskısını görünce Nûh (a.s.) gibi mi olacaklar, yoksa “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” deyip, kendi gücünün neye yeteceğini denemeye bile gerek görmeyerek sadece çoluk-çocuğunun rızkını kazanmaya mı çalışacaklardır? Ya da, “devir değişti, insanlar bozuldu; kimseye din-min anlatılmaz” deyip, yanlış bir ictihadda bulunarak kavmini terk eden Yunus (a.s.) gibi toplumu terk mi edecekler? Ya da kırk gün kırk zeytinle inzivâya çekilip toplumun belâlarından kaçtıklarını söyleyenlere alkış mı tutacaklar?

Şâyet ders alırlarsa Yunus kıssası onlara ibret olacaktır. Çünkü Yunus (a.s.) kavmine kızarak Allah’tan bir emir almadığı halde çeker gider, düşüncesine göre o kavim artık ıslah olamazdı. “O öfkelenip giderken kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı.”[28] Ancak düşündüğü gibi olmadı. Allah, bu hatasına karşılık verdiği cezâdan sonra onu tekrar elçi olarak kavmine yolladı. Yunus’un (a.s.) kavmi daha sonra iman etti. “Sonunda ona inandılar.”[29] Böylece müslümanların tebliğ eyleminde sonucu Allah’a bırakmalarını, gevşememelerini, Yunus (a.s.) kıssası vâsıtasıyla Mekkeli müslümanlara öğütlemiş oluyordu. Tabii daha sonrakilere de, bize de…

Ancak sonra gelenlerin birçoğu bu mesajları alacakları yerde, Yunus’un (a.s.) balığın karnına nasıl sığdığı, “yaktin”in nasıl bir ağaç olduğu üzerinde fikir yarıştırmakla meşgul olmuşlardır.

Görülüyor ki Kur’an’daki kıssalar yaşadığımız hayatla o kadar iç içedirler ki, onları anlamadan, ne yapacağımız hareketlerin, ne de bu hareketlerin karşılığı olarak gelecek sonuçları iyi değerlendirmemiz mümkün olacaktır.

Kıssalara tarih gözüyle bakmak, ya da onların yaşayan şahıslara özel, onlarla sınırlı olduğu şeklinde bir kabul, Kur’an’ın yeterince özümsenmediğinin bir göstergesi olacaktır. Kur’an’da Yusuf (a.s.) kıssası, onun hayatını anlatmak için midir? Süleyman’la (a.s.) Sebe melikesi arasında diyalog, Sebe kraliçesi gibi bir yöneticiye Allah’ın dininin tebliğ edilmesi örnekliği değil midir? Peygamberimiz’in diğer kavimlerin krallarına yaptığı İslâm’a dâvete örneklik teşkil etmemiş midir?

Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer rasullerin kıssaları bize yaşadığımız anın ve gelecekte bunlara karşılık yaşayacağımız olayların ipuçlarını verir, yol gösterir. İslâmî mücâdelede yöntem sorunlarımıza cevaplar verir. Karşılaşacağımız soruları, atılacak çamur ve iftiraları bildirir. Kâfirlerin takınacakları tutumlar ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında bizleri uyarır.

Öyleyse; tûfan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dâbbe vs. gibi tâlî meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım. Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur’an’ın bildirdiği gayb bilgisinin sınırları içerisinde mütâlaa etmeli, bu meselelerin “kıssacılık” veya “İsrâiliyât”tan kaynaklanan mevzû haberlerle yorumlanması cihetine gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit geçirmeyelim; zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize hak nâmına hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş “gaybı taşlmak”tan öte bir şey olmayacaktır. Birer tebliğci olan/olması gereken bizler, bu gerçeklerin ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur’an bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirelim. [30]            

              

Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri

Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:

 

1. Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtivâ ettiği hikmeti açıklaması. Çünkü Yüce Allah: "Andolsun onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir." [31] buyurmaktadır.

 

2. Yalanlayanları cezâlandırmak sûretiyle Yüce Allah'ın adâletinin açıklanması. Allah Teâlâ yalanlayıcılar hakkında: "Biz onlara zulmetmedik; Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." [32] diye buyurmaktadır.

 

3. Mü'minleri mükâfatlandırmak sûretiyle Allah'ın lutfunun açıklanması. Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût’un ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri Biz böyle mükâfatlandırırız." [33] diye buyurmaktadır.

4. Peygamber (s.a.s.)'in, yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle (mûcizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azâbım nasıldır!?" [34]

5. Mü'minleri iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce yaşayan mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların İlâhî yardıma mazhar olarak zafere eriştiklerini bu kıssalarla öğrenmiş bulunuyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz de duâsını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." [35]; "Andolsun ki Biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise zâten üzerimize bir haktır." [36]

6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin) benzerleri vardır." [37]

 

7. Peygamber’in (s.a.s.) risâletini ispatlama. Çünkü geçmiş ümmetlere dâir haberleri ancak Yüce Allah bilir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." [38]; "Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" [39]

Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)

Kur’an kıssalarında vurgulanan ya da hikmet olarak çıkarılan toplumlarla ilgili sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:

I.  Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri

  • İnsan, toplumsal bir varlıktır.
  • Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
  • Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
  • Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
  • Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
  • Toplumlar değişkendirler.
  • Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
  • Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
  • Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
  • Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
  • Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
  • Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.

II.  Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri

  • Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
  • Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
  • Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
  • Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
  • Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
  • Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.

III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri

  • Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
  • Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
  • Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
  • Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
  • Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
  • Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.

IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri

a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır. [40]

b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” [41]

c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır. 2/Bakara, 246-252 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”[42]; “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.” [43]

d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.” [44]; “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” [45]

Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:

a. Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” [46]

b. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.” [47]

c. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” [48]

d. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” [49]

e. İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.” [50]

f. Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır. [51]

g. Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir. [52]       

h. Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. [53]

i. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. [54]

A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır.[55] Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” [56]

Helâk Konusunda Sünnetullah

Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz: 

Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. [57]

Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır. [58]

Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler. [59]

Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır. [60]

Toplumun önderleri toplumdan sorumludur. [61]

Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir. [62]

Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler. [63]

Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler. [64]

Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder. [65]

Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez. [66]

Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez. [67]

Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür. [68]

 

 

Peygamber Kıssalarında Zikredilen Helâklerin Sebepleri

Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.

Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.

Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.

Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.

Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür. [69]

Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:  

a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir. [70]

b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar. [71]

 

c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.

 

Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”[72]; “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.”[73]; “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” [74] 

Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı.[75] Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.[76] Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.[77] Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. [78]

“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” [79]     

d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” [80]

 

“İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” [81]   

“...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.” [82]

“Halkı ıslahatçı olduğu halde Rabbin, bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.” [83]

 

"Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." [84]

Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür.

Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." [85] Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır.[86]  “Ezzâlimu seyfullah yentekımu bihillâh sümme yüntekamu minhu. Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.”[87] Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder.  "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" [88]

 

Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" [89]

 

Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi."[90]; "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!"[91]; "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız."[92]; "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." [93]

 

Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler." [94] Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi.

 

Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." [95] Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.

Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi  cezâlanır."[96] Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler." [97] Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler."[98] Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." [99]

Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez."[100] Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir). [101]

 

Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur."[102] Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." [103]     

 

Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır."[104] Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.

 

Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı."[105] Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk."[106]; "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!"[107] Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.       

 

Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir."[108] Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!" cevabını vermişti. "Ama ölür" denilince de, "Bırakın ölsün!" demişti.[109] Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" [110] ihtârında bulunmuştur.   

 

Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.      

                                 

En büyük zulüm şirk olduğuna [111] ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm,  en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.

Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." [112]

İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir. 

İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder. [113]    

Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj

Kur’an kıssalarında yer alan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı, vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanı sıra Yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vaad ettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'ân-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin câhiliyye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.

Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat deneyimlerini, duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Âdem'den (a.s.) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yol azığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yol azığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahûdilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaç tanesini belirtelim:

Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski yahûdilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahûdi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat Yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret alabilecektir.

Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece âhenkle okunması lâzım gelen bir güzel sözler manzûmesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünülmemelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi; Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz takdirde her şeyi onun satırlarında buluruz. O'nun âyetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. İşte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz: "Ey mü’minler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." [114]

Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.

Kur’an kıssalarının içerdiği bütün mesajları istesek de tümüyle kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi, Kur'an âyetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açar. [115]

 

Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı

Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lokman kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binâen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmektedir.

Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:

1. Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.

2. İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi,

3. Bu kıssalara muhâtap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî sûrelerde geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslûp serttir. Fakat Medine döneminde inen sûrelerde bunun aksini görüyoruz.

4. Kıssaların, durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması sûretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması,

5. Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun Yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır. [116] 

Kur’an Kıssalarının Gerçekliği: Günümüzde edebî türler arasında en fazla gelişen türler roman ve hikâye türleridir. Bilindiği gibi roman ve hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsa bile yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebî türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarında birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.

Çağımızın bilimleri arasında çekidüzen verilen bilim dallarından biri de tarihtir. Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce yer veilmeyen ve tarihe gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu kazılarda elde edilen bulgular değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için bu tür belgelerin elde edilebilmesi de maddî imkân, teknoloji ve ciddî disiplin isteyen bir iştir. İtiraf etmek gerekir ki, Batılılar bu konuda önemli bir mesafe kat etmişlerdir. Batıda yapılan bu çalışmaları basamak yaparak bazı müsteşrikler, Kur’an’da geçen bazı kıssaların tarihî gerçeklerle bağdaşmadıklarını ileri sürmüşlerdir.

Roman ve hikâye gibi bazı edebî türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar bile toplumu etkilediklerini gören ve Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında psikolojik yenilgiye uğramış bazı müslüman araştırmacılar, Kur’an kıssalarının gerçek olaylara dayanma mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların hikmetlerinin insanların ibret almaları olduğunu ve onlardan ibret alınması için de gerçek olmalarının gerekmediğini savundular.

1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı “el-Fennu’l-Kasas fi’l-Kur’an” isimli doktora tezinde bu görüşü ileri sürdü. O dönemde tezin lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellif üniversite hocalığından uzaklaştırıldı. Ancak onu takiben birçok modernist, bu görüşün savunucusu oldu.

Kur’ân-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin “evvelkilerin masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bk. 25/Furkan, 4-6, 16/Nahl, 24-25; 68/Kalem, 15-16; 3/Âl-i İmrân, 44; 12/Yusuf, 102; 18/Kehf, 13, 18, 22, 91. [117]   

Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı

Kıssa kelimesinin çoğulu olan “kasas” ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de toplam 26 yerde geçer. Kıssa kavramına yakın anlamı olan, haber, vâkıa, hâdise anlamına gelen nebe’ ve çoğulu enbâ’ kelimeleri de toplam 29 yerde kullanılır. Hubr, haber ve ahbâr kelimeleri de toplam 7 yerde zikredilir. Yirmi sekizinci sûrenin ismi de Kasas (Kıssalar) sûresidir.

Kur’ân-ı Kerim’de, her haberin gerçekleşeceği bir zamanın olduğu vurgulanır.[118] Kur’an’ın büyük bir haber olduğu beyan edilir. [119]

Kur’an, bazı geçmiş olayların ve eskiden yaşayan kimselerin haberlerini anlatır [120]. Bu haberlere Kur’an, gayb haberleri,[121] eğer bahsedilen kişiler peygamber ise Peygamber haberleri[122] der.     

Kur’an, peygamberlerin bir kısmının kıssalarını anlatmış, bir kısmının ise anlatmamıştır. [123]     

Kur’ân-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçmez. Aynı kökten gelen, aslında isim olup masdar yerine de kullanılan kıssa kelimesinin çoğulu “kasas” biçiminde ve “kasasnâ”, “nekassu”, “lem naksus” gibi fiil hallerinde kullanıldığı görülür. Anlam olarak bakıldığında, kelime, peygamberlerin hayat ve mücâdeleleri olaylarına verilen bir isim olarak (kasas şeklinde, kıssalar olarak) geçtiği gibi; anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, tâkip etmek, izlemek gibi mânâlarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Bu kelime ve anlatım üslûbu, Kur’an’da geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu sûretle insanların unutmuş bulundukları veya gâfil oldukları olaylar üzerine dikkatleri yoğunlaştırarak derinden derine tefekkür alanına çıkarma gâyesine dikkat çekmek ister tarzda kullanılır. İşte bundan dolayı da Kur’an “kıssa” kelimesi yerine, ilk bakışta daha uygun gibi sanılan (Arapça) “hikâye” kelimesini kullanmamıştır. Çünkü hikâye kelimesinin lügat anlamı; bir şeyin aynısını ve benzerini getirnek mânâsına gelmektedir. Arapçada ve Türkçede hikâye denilince, ister vuku bulsun, ister (gerçek olabilecek tarzda ama) hayâlî olsun, anlatılan her şeye hikâye denir ki, bu anlam Kur’an kıssalarının mâhiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz. Kur’an kıssalarına hikâye demek doğru değildir.

Kur’ân-ı Kerim, kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihî olaylar hakkında kasas kelimesi dışında nebe’ (çoğulu enbâ’), asr-ı saâdette vuku bulan hâdiseler için de haber (çoğulu ahbâr) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifâde edilen Kur’an kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve haberler olmasıdır. Kıssa kelimesi, günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde Arapça’da hayale, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek olaylar hakkında kullanılan bir kelimedir. Vukuu kesin olmayan anlatımlar için kullanılan diğer kelimeleri kıssa kavramı yerine kullanmak kesinlikle yanlıştır.     

“Şüphesiz bu, gerçek kıssadır…” [124]

 

“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…”  [125]

“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” [126]

“Ve onlara olup bitenleri tam bir ilim ile mutlaka kıssa edeceğiz/anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz.” [127]

“İşte o ülkeler -ki, sana onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller (mûcizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.” [128]

 

“…İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” [129]

“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” [130]  

“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Onlardan (bugüne kadar izleri) ayakta kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.” [131]

 

“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [132]

“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” [133]

"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" [134]

“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her şeyin açıklanması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve hidâyettir.” [135]

 

“Onların (Ashâb-ı Kehfin başından geçenleri hak/gerçek olarak kıssa ediyoruz/anlatıyoruz…” [136]

 

“(Rasûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir (üzerinde düşünmeye ve ibret almaya lâyık olaylara dair haberleri içeren Kur’an) verdik.” [137]

“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını anlatmadığımız, /durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var…” [138]

 

“Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.” [139]

Tefsirlerden İktibaslar

Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki: 

“Yâ Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz…”[140] Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır.”[141] Bu âyet uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gaybdan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.

Her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir."[142] Bu Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." [143]

Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ûl-i bih olur. "Kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim[144] âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek (kasasâ) geriye döndüler" demektir. "(Mûsâ'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et (kussî hi)' dedi." [145] âyetinde izini takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir gerçek hikâye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikâyede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas yahut kıssa denilir ki, "kasas" bunun çoğulu olur.

Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikâyelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikâyeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delâlet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belâgatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir mâcerâsı olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin belâğatli bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.

Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına İlâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nâzil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır. [146]

Seyyid Kutub diyor ki: Sûrenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu özellikle belirtiliyor: "Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz." Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.

 

"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen bunlardan habersizdin." Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş biriydin. [147]

Mevdudi diyor ki: “Bu âyet dolaylı biçimde Mekke kâfirlerine seslenmekte ve Rasul'ün Mısır'da İsrailoğulları'nın yerleşmesine dair bir kıssa hakkında hiçbir şey bilmediğini, ancak bunun hakkında Allah'tan gelen vahiyle haberdar olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir görüş kaçınılmazdı zira, kâfirler bu meseleyi âniden ortaya atarak, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) imtihandan geçirmek ve (güya) "gerçek yüzünü teşhir etmek" istiyorlardı. Bu girişim bu âyetlerle karşılandı: "Ey Muhammed, onlara de ki, bundan önce İsrailoğulları'nın Mısır'a yerleşmesi hakkında hiç bir mâlûmâtınız yoktu ve şimdi bu olayla ilgili bizden indirilmiş vahyî bir bilgi karşısındasınız." [148]

Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı

“İsrâiloğulları, kıssa anlatırlardı da bu, onların helâk edilmelerine sebep oldu.” [149]

“İsrâiloğulları sâlih ameli terk etmelerinden dolayı helâk oldukları zaman kıssalarla kendilerini avutuyorlardı.” [150]

 

“Ancak emîr, memur veya hilekâr (gösteriş düşkünü, kibirli, çalımlı) olanlar kıssa anlatabilir, onlardan başkası kıssa anlatmaz.” [151]     

Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir. [152]

Abdullah bin Ömer: “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” [153]

Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”[154] hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.[155] Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”[156] demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir.

Bu hadislerde kınanıp olumsuz şekilde bahsedilen kıssa konusunda ileriki sayfalarda Kıssacılık ve Kıssacılar başlığı altında bilgi verilecektir.

Hz. Peygamber’in Kur’an kıssalarında gözetilen hedeflere paralel olarak, zaman zaman mü’minlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla vaazlarında tarihî ve temsilî mâhiyette kıssalara yer verdiği görülmektedir. Ayrıca onun hayatının değişik safhalarına âit ibret ve öğüt verici birçok olay da kaynaklarda yer almaktadır.

Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisleri kıssa yönüyle çok zengindir. Bir kısım peygamberlerle ilgili olarak Kur'anî ve gayr-ı Kur'anî kıssalar anlatıldığı gibi, Kur'an'da hiç yer verilmeyen bazı şahısların kıssaları da anlatılır. Bunlardan bir kısmı örnek kişilerin, bir kısmı da kötü kişilerin kıssasıdır. Bazan cennet ve cehennemin tefâhuru (birbirlerine övünmesi), hayvanların konuşması gibi daha farklı kıssalara da rastlanır. Hepsi hisseler alınacak derslerle doludur. Sırf eğlence olsun diye anlatılan kıssa mevcut değildir.

Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yoluyla müşahhas, herkesin ve hatta en avamdan bir kimsenin bile anlayabileceği bir hale getirilmekte, âdeta sahneye konmaktadır. Bu tarza, taşıdığı ta'limî (didaktik) değer sebebiyle eskiden beri bütün dinî kitaplarda yer verilmiştir. Şu halde kıssaya genişçe yer verme hâdisesi sadece İslâm'a has bir metod değildir. İncil ve Tevrat gibi diğer mukaddes kitaplarda da kıssalar mevcuttur. Telkin ve öğretimde kıssa anlatımının ehemmiyetini idrak eden laik çevreler de günümüzde kıssa edebiyatına çocuk-büyük her çeşit insan seviyesinde yer vermektedir. Roman bile bir kıssalar dizisinden meydana gelen bir büyük kıssa olarak tarif edilebilir.

Dinî mesajın, ahlâkî ideallerin halka intikalinde kıssanın mühim ve müessir bir vasıta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bütün İlahî kitapların ve peygamberlerin kıssalara yer verdiğini, dolayısiyle günümüz şartlarında, dinî öğretim ve ahlâkî terbiyede bu tekniğin yeterince kullanılması, işlenmesi geliştirilmesi gereğine dikkat çekiyoruz [157].

Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: Hadis-i şeriflerde değişik türevleriyle yer alan “k-s-s” maddesi, genellikle dinî kıssalara dayanarak vaaz ve nasihat etmek,[158] bir hâdise/olay[159] veya rüyâyı [160] anlatmak, nakletmek, bir kimsenin izini takip etmek [161] gibi anlamlar taşımaktadır.  Özellikle Buhârî’nin “bab” başlıklarında yer alan kıssa kelimesi, bu ve benzeri yerlerde “mevzû, mesele, vâkıa[162] anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kimlerin kıssa anlatabileceği ve ashâbın bu konudaki hassâsiyetleri de hadis kitaplarında yer alan bilgiler arasındadır. [163] 

Nebevî Kıssaların Çeşitleri    

Hadislerde yer alan kıssaları tarihî, temsilî ve Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili vuku bulan hâdiseler şeklinde üç ana grupta mütâlaa etmek mümkündür.

a) Tarihî Kıssalar: Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi hadislerde de gayb haberleri olarak nitelendirilen ibret ve öğüt verici tarihî kıssalar önemli bir yer tutmakta ve bunların bir kısmını geçmiş peygamberlerin kıssaları teşkil etmektedir. Allah Rasûlü’nün haber verdiği peygamber kıssalarının büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almazken, bunlardan bazıları kısaca zikredilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ ile Hızır arasında geçen hâdise Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alırken,[164] hadislerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. [165] Ayrıca Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gelip Kâbe’yi inşâsına Kur’ân-ı Kerim’de sadece işaret edilirken,[166] hadislerde bu konu ayrıntılı olarak yer almaktadır.[167] Diğer taraftan Hz. İbrâhim’in, hanımı Sâre ile hicretleri esnâsında zâlim bir hükümdarla karşılaşmaları ve aralarında geçen hâdise, Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. Eyyûb, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa gibi peygamberlere âit değişik uzunluklardaki bazı kıssalar da Kur’ân-ı Kerim’de hiç yer almadığı halde, hadis kaynaklarında zikredilmektedir.

Peygamber kıssaları dışında Rasûl-i Ekrem tarafından anlatılan çeşitli konularda ve farklı uzunluklarda pek çok tarihî kıssa hadis kaynaklarında yer almaktadır. Asıl hedef sözkonusu hadisleri tek tek ele alıp değişik açılardan değerlendirmek olmadığından, burada bazılarına işaret etmekle yetinilecektir.

Yağmurlu bir günde mağarada mahsur kalan üç kişinin kıssası,[168] günlerini ibâdetle değerlendiren âbid Cüreyc’in başından geçenler[169] ve beşikte iken konuşan diğer çocuklar [170] ile İsrâiloğullarından Allah’ın kendilerine zenginlik vererek denediği kel, kör ve alaca tenli üç kişinin kıssaları,[171] ashâbu’l-uhdûd diye meşhur sihirbaz, râhip ve çocuk hâdisesi, [172] geçmiş milletlerin dinleri uğrunda çektikleri ezâ ve cefâ,[173] yüz kişinin katili olan adamın durumu[174] ve Ümmü Zer hadisi olarak anılan on bir kadının, kocaları hakkında sohbetlerini içeren[175] tarihî olaylar ilk anda dikkati çeken ve kıssa tanımına en uygun örneklerden birkaçıdır.

Ayrıca satın alınan bir tarlada bulunan altın külçe [176], bin dinar borçlanan ve Allah’ı kefil gösteren adam,[177] bahçeyi sulayan bulut,[178] öldükten sonra yakılıp külünün savrulmasını isteyen kimse [179] ile acıya dayanamayıp intihar eden kişinin durumu,[180] kibirli adamın yere batırılması,[181] susuzluktan can çekişen köpeği sulayan adamın veya günahkâr kadının affedilmesi[182] ile kedisini hapseden kadının azâba uğraması[183] gibi oldukça kısa, buna karşılık İslâmî bir inancı veya düşünceyi etkili bir biçimde ortaya koyan eğitici mâhiyette pek çok tarihî kıssa da kaynaklarda zikredilmektedir.

b) Temsilî Kıssalar: Hz. Peygamber birtakım genel meseleleri ya da soyut aklî gerçekleri ortaya koyarken bunların daha iyi anlaşılmasını temin etmek ve zihinlerde kalıcı olmasını sağlamak maksadıyla, geçmişte meydana gelip gelmedikleri bir tarafa, temsilî mâhiyette kıssalara da başvurduğu görülmektedir.

Bunlar, mâhiyet itibarıyla kıssadan daha çok “meseller”i ilgilendirmekle beraber, teşbih ve kıyas yoluyla eğitici, öğretici, ibret ve öğüt verici birtakım hâdiselerin tasvirlerinden ibâret olması yönüyle de temsilî kıssalar şeklinde değerlendirilebilir.

Hz. Peygamber’in bir kulun tevbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın ne derece hoşnut olacağı fikrini, ıssız bir çölde bütün erzâkıyla birlikte devesini kaybedip ölmek üzere iken bineceğine kavuşan ve böylece ölümden kurtulan bir kimsenin duyacağı sevinç ve mutluluğa benzeterek açıklamaya çalışması,[184] emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerin sosyal boyutunu ortaya koyarken kötülüklere müdâhale etmeyenlerin durumunu aynı gemide yolculuk edenlerden bir kısmının gemiyi batırma isteklerine karşı koymayan diğerlerinin haline benzetmesi,[185] kendisinin son peygamber[186] ve doğru sözlü bir uyarıcı olduğunu “en-nezîru’l-uryân” diye tasvir ederken [187] ortaya koyduğu teşbih ve temsiller sözkonusu kıssalar arasında zikredilebilir. [188]

Daha çok bir duygu, düşünce ve fikrin iyice açıklanması ve müşahhas hale getirilmesi bakımından büyük önem taşıyan temsilî kıssaların birçok örneğini hadis kaynaklarında bulmak mümkündür.

c) Hz. Peygamber’in Şahsıyla İlgili Kıssalar: Bunlar, Rasûl-i Ekrem’in şahsî tecrübeleri arasında yer almakta ve bir kısmı peygamberliğinden önce olmak üzere değişik zaman ve mekânlarda gerçekleşen ibret ve öğüt verici olağanüstü olaylardır. “Şakku’s-sadr” diye bilinen ve birden fazla gerçekleştiği rivâyet edilen Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması,[189] isrâ ve mirac hâdiseleri[190] ile Rasûl-i Ekrem’in bir gazve dönüşü karşılaştığı sûikast teşebbüsü sırasındaki tutum ve davranışı,[191] yine Hz. Âişe vâlidemizin bir sorusuna karşılık, Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet için gittiği Tâif’te mâruz kaldığı ezâ ve cefâ karşısında kendisini bir bulutun gölgelendirmesini ve bu esnâda Cebrâil ile arasında geçen konuşmayı dramatik bir şekilde nakletmesi [192] gibi hususlar bu konudaki yaygın örneklerden birkaçıdır.

Nebevî Kıssaların Konuları

Hadislerde yer alan kıssaların insan hayatının değişik yönlerini kapsadığı ve bu sebeple de pek çok konuyu ihtivâ ettiği söylenebilir. Bu çerçevede nebevî kıssalarda başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Zira, nübüvvetin en önemli hedeflerinden biri beşerî düşünceyi her türlü bâtıl fikir ve inançlardan arındırmaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in naklettiği kıssalarda Allah’ın varlık ve birliği,[193] güç ve kudreti, af ve mağfireti,[194] sadece Allah’a güvenmenin gerekli olduğu,[195] O’nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği[196] gibi doğrudan Allah inancı ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır.[197] Yine nebevî kıssalarda meleklerin varlığı,[198] peygamberlerin tevhid mücâdelesi, Rasûlullah’ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu[199] gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği dikkat çekmektedir.

Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah’a tâzim,[200] emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, [201] günahlardan tevbe ,[202] intiharın haram kılındığı [203], Allah adına yemin etmenin sorumluluğu,[204] iffet,[205] ahde vefâ,[206] borçluya kolaylık göstermek[207] ve tüm canlılara merhametli olmak[208] gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici öğretici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir.

Bütün bunlara ilâveten hadislerde yer alan kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî zaafları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir. [209]

Netice olarak, Hz. Peygamber’in haber verdiği kıssalarda inanç esaslarının, İslâmî değer yargılarının, olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın konu edildiği anlaşılmaktadır.

Nebevî Kıssaların Gâyeleri

Bütün çeşitleriyle Hz. Peygamber’den nakledilen kıssaların önemli maksatları vardır. Asıl hedefi dinî gâyeleri gerçekleştirmek olan nebevî kıssaları, maksatlarına göre iki ana ana grupta toplamak mümkündür.

a- İslâm’a Dâvet: Hz. Peygamber’in başta gelen görevi Allah yoluna dâvet ve İslâm’ı tebliğ etmek olduğundan, nebevî kıssalarda gözetilen en önemli gâye bu maksadı gerçekleştirmektir. Nübüvvet ve risâletin bir parçası olan nebevî kıssalar ise bu vazifeyi yerine getirmede en tesirli yol ve yöntemlerdendir. Nitekim kıssalar vâsıtasıyla İslâm’ın Allah katında en son ve makbul din olduğu, bu dinin prensiplerini kabul edip gereğini yerine getirenlerin mükâfatlarını fazlasıyla görecekleri vurgulanarak insanlar doğrudan İslâm’a dâvet edilmektedir.[210] Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetine ve onun Allah tarafından gönderilen son elçi olduğuna ve faziletlerine işaret edilirken,[211] diğer taraftan Allah Rasûlü doğru sözlü bir uyarıcı olarak vasfedilerek ona itaat edip, ikazına kulak verenlerin kurtuluşa ereceği, isyan edenlerin ise hüsrâna uğrayacakları[212] temsilî kıssalar vâsıtasıyla açıklanmaktadır.

Ayrıca nebevî kıssalar vâsıtasıyla insanların; Allah’ın hudûduna riâyet etmeye,[213] sâlih amellere,[214] güvenilir olmaya,[215] şüpheli şeylerden sakınmaya,[216], Allah’tan korkmaya,[217] O’nun verdiği nimetlere şükretmeye,[218] sadece O’na tevekkül etmeye[219] ve Allah için sevmeye,[220] gerekirse O’nun yolunda nefsini fedâ etmeye[221] çağrıldığı dikkat çekmektedir.

b- Eğitim: Nebevî kıssaların esas gâyelerinden biri de insanları değişik yollarla eğitmek ve müslümanların mâruz kaldıkları sıkıntılara karşı sabırlı olmalarını temin etmektir.

Hz. Peygamber’in naklettiği kıssaların en belirgin özelliklerinden birisi eğitici olmasıdır. Zira, Allah Rasûlü’nün ilk dönem İslâm toplumunun oluşmasında, itikadî, amelî ve ahlâkî hakikatlerin iman edenlerin gönüllerinde ve zihinlerinde yerleşmesinde, kötü duygu ve düşüncelerin sökülüp atılmasında kıssa ile eğitime büyük önem verdiği ve bu hususta başta öğretim (tâlim) olmak üzere teşvik ve sakındırma (terğîb ve terhîb), öğüt ve tevbe gibi eğitim metotlarına sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Kur’an ve Sünnet’in genel eğitim öğretim ve dâvet metotları arasında önemli bir yeri olan güzel öğüt (mev’ızatü’l-hasene) ve kıssa ile terbiyenin insan fıtratı ve eğitim açısından büyük önemi olduğunu belirtelim.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Kur’an ve hadislerde yer alan kıssalar birçok yönden benzerlikler göstermekte olup, her ikisinin de asıl amacı insanları hakka dâvet etmek, onları değişik yol ve yöntemlerle eğitmektir. [222]                            

 

Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler

 

a) Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in (a.s.) Kıssaları

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Hz. İbrâhim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrâhim, kadını Beyt'in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrâhim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.

Hz. İbrâhim (a.s.) bundan sonra (emr-i İlahî ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Kedâ'da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrâhim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrâhim bunun üzerine "Evet!" buyurdu.

Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrâhim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında,  ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler." [223]

İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidipgelişi yedi kere yatpı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.

Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrâil'di. Cebrâil kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a tevkil etmiş."

Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihâyet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."

İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zâyi ve helâk oluruz diye korkmayın! Zîra Allah Teâlâ 'nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.

Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Hâlbuki biz bu vâdide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.

"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ, dediler. Rasûlullah (s.a.s.) der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.

Derken Hz. İbrâhim (a.s.), İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın: "Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrâhim, bu sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın: "Halimiz fena, darlık ve sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikâyetvâri konuştu. Hz. İbrâhim:

"Kocan gelince, ona benden selam et ve "kapısının eşiğini değiştirmesini" söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi. "Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu: Kadın: "Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. Senden sordu, ben de haberini verdim, yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" dedi. İsmail: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?"  dedi. Kadın: "Evet! Sana söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail: "Bu babamdı. Seninle ayrılmanı bana emretmiş. Haydi, artık ailene git!" dedi ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.

Hz. İbrâhim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilâhare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın: "Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz. İbrâhim: "Haliniz nasıldır?" dedi,  geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın: "İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senâda bulundu. "Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın: "Et yiyoruz!" dedi. "Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da: "Su!"  dedi. Hz. İbrâhim: "Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye dua ediverdi." Rasûlullah (s.a.s.) devamında buyurdu ki: "O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrâhim, hububatları için de dua ediverirdi."

İbn Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhate uygun düşmez (başka yerde karın ağrısı yaparlar). Bu, Hz. İbrâhim'in duâsının bir bereketi ve neticesidir.

(Rasûlullah (s.a.s.) Hz. İbrâhim'den anlatmaya devam etti:) "İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki: "Kocan geldiği zaman, benden ona selam söyle ve kapısının eşiğini sâbit tutmasını emret! (Çünkü eşik, evin dirliğidir)." Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "Yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar hakkında) bir kısım övgülerden sonra: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, sana selâm ediyor, kapının eşiğini sâbit tutmanı emrediyor" dedi. Hz. İsmail: "Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlâd doğurur.)

Sonra, Hz. İbrâhim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz. İsmail zemzemin yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar (kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü). Sonra Hz. İbrâhim: "Ey İsmail! Allah Teâlâ bana ciddî bir iş emretti" dedi. İsmail de: "Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrâhim: "Bu işte sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da: "Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrâhim: "Allah Teâlâ bana burada bir Beyt yapmamı emretti!"  diyerek atrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."

(İbn Abbâs) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Kâbe'nin (daha önceki) temellerini yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor, Hz. İbrâhim de duvarları örüyordu. Bina yükselince, Hz. İsmail, babası için (bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrâhim (iskele olarak)  onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnâda onlar: "Ey Rabbimiz (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" diyorlardı."

İbn Abbâs der ki: "Hz. İsmail ve Hz. İbrâhim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin!"[224] diye dua ediyorlardı." [225]

Açıklama:

1- Önce şunu belirtelim: Rivâyet pekçok kısımlarıyla İbn Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın sözü gibidir. Ancak şarihler, rivâyette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının Rasûlullah’a (s.a.s.) ait olduğuna hükmederler.

Bazı rivâyetlerde susayan çocuğun ayaklarını yere vurarak kıvrandığı, annenin Safa ile Merve arasında telaşla gidip geldiği, tepeye çıkışlarında dönüp çocuğa baktığı, bu sırada, çocuğun başına bir hâdise gelip gelmediğinden endişe ettiği belirtilir.

Keza suyun yerden çıkarılışı ile ilgili bazı farklılıklar da rivâyetlerde görülür: Cebrâil ayağını vurarak, parmağıyla yeri deşeleyerek vs. zemzem yerden fışkırmıştır:

Kâbe ile ilgili olarak bazı rivâyetlerde şu ziyade gelmiştir: "Beyt, Tufan sırasında kaldırıldı. Peygamberler onu haccederlerdi. Fakat yerini (tam olarak) bilmezlerdi. Allah onu İbrahim için hazırladı ve yerini ona öğretti." Beyhakî'nin kaydettiği bir rivâyette: "Allah Teâlâ Cebrâil'i Hz. Âdem'e gönderdi ve Beyt'in inşa edilmesini emretti. Böylece onu Âdem bina etti. Kendisine: "Sen insanların ilkisin, bu da insanlar için yapılan Beyt'in ilkidir" denilir. Bir başka rivâyette: "Beyt'i ilk inşa eden Hz. Âdem'dir" denmiştir. Ancak: "Ondan da önce meleklerin inşa ettiği de söylenmiştir. Vehb İbn Münebbih'ten gelen bir rivâyette ise: "Beyt'i inşa eden Şîs İbn Âdem'dir" denmiştir.

2- Âlimler hadisten, zemzem suyunun bidâyette Hz. Hacer ve oğlu İsmail için su ve yiyecek ihtiyaçlarına kâfi geldiği hükmünü çıkarmışlardır.

3- Hadis, Hz. İsmail'in annesi Hacer ve babası İbrahim'in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü rivâyette Arapça'yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece Arapçayı ilk konuşanın Hz. İsmail olduğuna dair bazı rivâyetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu rivâyet, "Arapların tamamı İsmail evladından gelmektedir" diyenleri de yalanlar.

4- Hadiste, Hz. İbrâhim'in, Mekke'ye, Hz. Hacer'in ölümünden ve Hz. İsmail'in evlenmesinden sonra "bıraktıklarını aramak üzere"  uğradığı ifade edilmektedir. Bu ifadeden çıkan neticelerden biri, Hz. İbrâhim'in kurban edilmek üzere İsmail'i değil İshak'ı yere yatırdığı, bir başka ifade ile, semadan inen koçla kurban edilmekten kurtarılan kimsenin İsmail değil, İshak olduğudur. İbnu't-Tin der ki: "Bu hadiste Hz. İbrâhim, İsmail'i süt emerken bırakmakta ve evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz. İbrâhim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi arasında Mekke'ye uğradığı, hadiste zikredilirdi." Esasen boğazlanmak istenenin Hz. İshak soyundan olduklarını söylerler ve semavî koçla kurban edilmekten kurtulmuş olan birinin neslinden olmakla ayrıca tefahur ederler, şeref payı çıkarırlar.

İbnu't-Tin'e: "Hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'ye arada gelmiş olabileceğinin nefyedilmediği, dolayısıyle, gelmiş olabileceğinin zımnen mevcudiyeti"  belirtilerek cevap verilmiştir.

5- Rivâyette Hz. İsmail'in rızkını kazanmak üzere evden çıktığ belirtmektedir. Başka rivâyetler onun sürü otlattığını, bu esnada avcılık yaptığını ifade eder.

6- Hadiste kadın, "kapının eşiği"ne benzetilmiştir. Çünkü aralarında benzerlik var: "Kapı, evi ve içindekileri muhafaza eder; kadın da evin bekçisidir. Kocanın gıyabında evi ve içindeki eşyayı muhafaza eder. Eşiğin değiştirilmesi, boşamadan kinaye yapılmıştır, ulema bunu boşamayı hâsıl eden kinayat arasında mütalaa etmiştir.

Bugün Makam-ı İbrahim'de görülen ökçe ve parmak izleri o günden kalmadır.

7- Bazı rivâyetlerde, Hz. İbrâhim'le Hz. İsmail'in Kâbe'yi inşa etmek üzere bir araya geldikleri zaman babanın yüz, oğulun otuz yaşında oldukları zikredilmiştir.

8- Bazı rivâyetler, Hz. İbrâhim'in inşa sırasında yükselttiği temellerin Hz. Âdem tarafından atılmış olan temeller olduğunu tasrih eder. Bu durum Buharî rivâyetinde kapalıdır. Bir rivâyet şöyle:

"Hz. İbrahim (s.a.s.), temellerle Hz. Âdem'in attığı temele ulaştı. Göğe doğru yüksekliğini dokuz zira', yerdeki genişliğini yani çevresini otuz zira' yaptı. Buradaki zira' (kol uzunluğu) kendi kollarıydı."

Bir başka rivâyette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Hıcr kısmını Beyt'e idhal etti. Daha önce (orası) Hz. İsmail'in koyunlarının barınağı idi. Hz. İbrâhim Beyt'i taşları üst üste koyarak inşa etti, tavanı yoktu. Bir kapı yaptı, kapının yanında bir de kuyu açtı. Bu çukur, Beyt'in deposuydu. Beyt'e gelen hediyeler buraya atılıyordu."

Bir başka rivâyette şu ziyade mevcut: "Allah, İbrahim'e, Sekîne'ye uymasını vahyetti. Sekîne Beyt'in yerinde halkalandı, tıpkı bir bulut gibiydi. Baba-oğul (o hududu) kazdılar, Hz. Âdem'in attığı ilk temeli kazıyor gibiydiler."

Bir başka rivâyette: "Hz. İbrâhim başının üstünde Beyt'in yerinde bulut gibi bir şey gördü, içinde baş gibi bir şey vardı. Ona şöyle hitap etti: "Ey İbrahim! Benim gölgem üzerine benim miktarımca bina yap, ne artır ne de eksilt." İşte bundandır ki Allah Teâlâ: "Hani biz İbrahim'e Beyt'in yerini göstermiş ve "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" diye vahyetmiştik" [226] buyurmuştur.

Bir başka rivâyette, "İnşaat Rükn'ün bulunduğu yere ulaşınca, o gün Rüknü koyar, Makam'ı alıp Beyt'e yapışık şekilde yerleştirir" denmiştir.

9- Bir başka rivâyete göre Kâbe'nin inşaatı bu suretle tamamlanınca Hz. Cebrâil (a.s.) gelir ve hacc menâsikini öğretir. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.) Makam'ın üzerine çıkıp halka şöyle hitap eder: "Ey insanlar! Rabbinize icabet edin!" Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail bu yerlerde (bir müddet) kalırlar. Hz. İshak ve Sâre Beytu'l-Makdis'ten buraya hacc yaparlar. Bundan sonra Hz. İbrâhim Şam'a döner ve orada vefat eder.

İbn Abbâs'ın bir rivâyetine göre, "Hz. İbrâhim Makam'ın üzerine çıkınca şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Size hacc farz kılındı! Bu sesi O,  erkeklerin sulbünde, kadınların rahminde olanlara da işittirdi. Onun bu davetine, iman edenler ve Allah'ın ilminde kıyamete kadar gelip hacc edecekleri sebkat etmiş olanlar: "Lebbeyk Allahümme lebbeyk! =Buyur Allahım buyur!" diye cevap verdiler."

Bir başka rivâyette şöyle denir: "Hz. İsmail vadiye bir taş aramaya gitmişti ki Hz. Cibrîl (a.s.) Haceru'l-Esved'i indirdi. Bu taş, yeryüzü Tufan'la sulara boğulunca semaya kaldırılmıştı. Hz. İsmail gelince Haceru'l-Esved'i gördü ve: "Bu nereden geldi, kim getirdi?" dedi. Hz. İbrâhim: "Beni ne sana ne de taşına bırakmayan Zat" cevabını verdi." Bir başka rivâyette şu ziyade var: "Bu taş Hindistan'da idi; papatya gibi bembeyaz bir yakuttu." [227]

b) Ashâbu’l-Uhdûd Kıssası

Hz. Süheyb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir Râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) Râhibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, Râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu.

(Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu Râhibe şikâyet etti. Râhip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!"  de; ailenden korkacak olursan, "Beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.

O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine): "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, Râhip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: "Allahım! Eğer Râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı Râhibe gelip durumu anlattı. Râhib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana mâruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı.

Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.

Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iâde etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan: "Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!"  dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da Râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine Râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da kaçındı. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.

"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âlâ, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: "Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifâyet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kâfi geldi" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âlâ, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifâyet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:

"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan: "Allah onlara karşı bana kifâyet etti" dedi. Sonra krala: "Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan: "İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın,  sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk: "Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: "Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "Sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: "Anneciğim sabret. Zîra sen hak üzeresin!" dedi. [228]

Açıklama:

Ashâb-ı Uhdûd, Kur'an-ı Kerim'de temas edilen zâlim bir zümredir. Büruc suresinin 4-10. âyetleri onlardan bahseder, Uhdûd, hendek demek olduğuna göre, ashâb-ı Uhdûd hendek sahipleri demektir. Kur'an'da bu hendek sahiplerinin kimler olduğu, ne zaman yaşadığı tafsil edilmez. Daha çok onların, mü'minlere dinlerinden dönmek için işkence yaptıkları belirtilir. Bunlar, içerisine ateş yakılmış hendeklerin sahipleridir. Dinlerinden dönmeyen mü'minleri bu hendeklere atıp yakmaktalar ve karşıdan bu manzarayı vicdansızca vahşi bir zevkle seyretmektedirler. Ama hiçbir zâlim felah bulmadığı gibi, bunlar da felah bulmamış, âyet-i kerime ashâb-ı Uhdûd'un gebertildiklerini belirtmiştir. Müfessirler, ashâb-ı Uhdûdla ilgili on ayrı hikâye kaydederler. Hikâyelere göre bu işkenceler Yemen'de, Mecran'da, Irak'ta, Şam'da, Habeşistan'da... Mecusiler, Yahudiler veya diğer bazı krallar tarafından icra edilmiştir.   Kur'an'ın ıtlakı hepsine hak verdirecek mahiyettedir. Sanki âyette bir hadiseye değil, bu çeşitten pek çok hadiseye bir iş'ar olmaktadır. Dolayısıyle, nakledilen hikâyelerin farklı yerlerle ilgili olması, onların batıl olduğuna delil olmaz. Bilakis ateş dolu hendeklerde mü'minlerin, insanlık tarihi boyunca mükerrer kereler imha edildiklerini, yakıldıklarını ifade eder. Ancak,  Kur'an-ı Kerim'in öncelikle Kureyşliler tarafından bilinen bir hâdiseyi nazara vermesi gâyet tabiidir. Kur'an bunları tel'in etmekte, kötü akibetlerini haber vermektedir. Bundan sonra gelip mü'minlere cehennemî azap verecek zâlim kâfirlerin de aynı akibete uğrayacakları, mü'minlere bildirilerek teselli verilmektedir. [229]

c) Beşikte Konuşanların Kıssası

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz. İsa İbn Meryem aleyhima'sselam, Cüreyc'in arkadaşı.

Cüreyc, kendini ibâdete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibâdetle meşguldü. Derken bir gün annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi. Cüreyc: "Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye düşündü). Namazına devama karar verdi.

Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allahım, kötü kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benî İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibâdetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi.

Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zinâ yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fâhişe ile zinâ yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede, (getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar.

(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın: "Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı. (Ebû Hureyre der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ı, şehâdet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim.")

(Rasûlullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni zânî seni!) Zinâ yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise: "Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi: "Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, câriyeye baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yap! dedi. İşte burada anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki: "Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap" dedim. Sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan câriyeyi döverek, zinâ ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma"  dedim. Sen ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedin.")

Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zinâ ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar zâlimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!" dedim. "Zinâ ettin, hırsızlık yaptın!" dedikleri şu zavallı câriye ise ne zinâ yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Alahım beni bunun gibi yap!" dedim." [230]

Konuşma yaşından önce konuşan çocukların sayısı rivâyetlerde yediye çıkmaktadır. İbn Hacer, kaynaklarını da vererek diğerlerini de tanıtır.

Biri, Firavun'un kızına berberlik yapan kadının oğludur. Firavun ateşe atacağı zaman bebek: "Anneciğim sabret, biz hak yoldayız."  demiştir.

Ashâb-ı Uhdûddan bir kadın ateşe atılacağı zaman, memede olan çocuk: "Anneciğim sabret, sen hak üzeresin" demiştir.

Hz. Yahyâ'nın beşikte iken konuştuğu rivâyet edilmiştir.

Hz. İbrâhim de beşikte konuşmuştur.

Rasûlullah'ın o devirde Mübareku'l-Yemame adında bir çocuğun beşikte konuştuğu rivâyet edilmiştir. Hz. Yusuf'un şahidi ihtilaflıdır.

Aynî, hadiste üç denmiş olmasını, Rasûlullah’ın (s.a.s.) "üç" dediği zaman, diğerlerinin henüz vahyen bildirilmemiş olabileceği ihtimaliyle açıklar. Çünkü, Rasûlullah (s.a.s.) gaybı bilmezdi. Cenab-ı Hakk'ın bildirdiği kadarını bilirdi. Hz. Yusuf'a şahidlik eden çocuk, Firavun'un ateşe atmak istediği kadının çocuğu ve Yahya (a.s.) da konuşma yaşından önce konuşan çocuklar arasında zikredilirler. Kurtubî "Bu üç çocuğun beşikte iken, diğerlerinin beşikten çıkmış, biraz daha büyümüş ama henüz çocuk yaşına basmamış halde konuşmalarıyla" te'vil ederek tearuzu giderir.

 

d) Mağara Ashâbının Kıssası

 

İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında: "Sizi bu kayadan, sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:

"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum.  Derken şafak söktü: "Ey Allahım! Bunu senin rızân için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!" Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.

İkinci şahıs şöyle dedi: "Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nâil olacağım sırada: "Allah'ın mührünü, gayr-ı meşrû olarak bozman sana haramdır!" dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim. Ey Allahım, eğer bunları senin rızâ-yı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar." Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.

Üçüncü şahıs dedi ki: "Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak -yaklaşık 7 kg. civarında- pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: "Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de: "Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam: "Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar: "Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. "Ey Allahım, eğer bunu senin rızân için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler." [231]

 

e) Kifl Kıssası

İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında Kifl adında biri vardı. Bildiğinden hiç şaşmazdı. İhtiyaç içinde olduğunu bildiği bir kadına gelerek, altmış dinar verdi. Kadından kâm almak üzere teşebbüse geçince kadın, titredi ve ağladı. "Niye ağlıyorsun?" diye sorunca, kadın: "Bu benim hiç yapmadığım (haram) bir amel. Bu günaha beni râzı eden de fakrımdır!" dedi. Adam da: "Yani sen şimdi Allah korkusuyla mı ağlıyorsun? Öyleyse, Allah'tan korkmaya ben senden daha lâyığım! Haydi git, verdiğim para da senin olsun. Vallahi ben bundan böyle Allah'a hiç âsi olmayacağım!" dedi. Adam o gece öldü. Sabah, kapısında şu yazılı idi: "Allah Kifl'i mağfiret etti!" Halk bu duruma şaşırdı kaldı. Allah o devrin peygamberine Kifl'in durumunu vahyen bildirinceye kadar şaşkınlık devam etti." [232]

f) Âd Kavmini Helâk Eden Rüzgârın Kıssası

Ebû Vail, Rebîa kabilesinden el-Haris İbn Yezid el-Bekrî adında bir adamdan naklen anlatıyor:

"Medine'ye gelmiştim, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına gittim. Mescid, cemaatle dolu idi. Orada dalgalanan siyah bayraklar vardı. Hz. Bilal (r.a.) kılıcını kuşanmış, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında duruyordu. Ben: "Bu insanların derdi ne, (ne oluyor)?" diye sordum." Rasûlullah (s.a.s.) Amr İbn u'l-As'ı, Rebîa'ya doğru göndermek istiyor, (onun hazırlığı var)!" dediler. Ben: "Âd elçisi gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Âd elçisi de nedir?" buyurdular. Ben:

"Bunu çok iyi bilen kimseye düştünüz. Âd (kavmi) kıtlığa uğrayınca Kayl'ı kendileri için su aramaya gönderdi. Kayl da, Bekr İbn Muaviye'ye uğradı. O, buna şarap içirdi ve Mekke'de o sıralarda seslerinin ve tegannisinin güzelliğiyle meşhur Cerade isminde iki câriye de şarkılar söyledi. [Bu suretle bir ay kadar kaldıktan sonra], Mühre (İbn Haydân kabilesinin) dağına müteveccihen oradan ayrıldı. Dedi ki:

"Ey Allahım! Ben sana ne tedavi edeceğim bir hasta, ne de fidyesini ödeyeceğim bir esir için gelmedim. Sen kulunu, sulayıcı olduğun müddetçe sula. Onunla birlikte Bekr İbn Muaviye'yi de sula. -Böylece kendisine içirdiği şarap için ona teşekür eder.- Bunun üzerine onun için üç parça bulut yükseltildi. Biri kızıl, biri beyaz, biri de siyah. Ona: "Bunlardan birini seç!" denildi. O, bunlardan siyah olanını seçti. Ona: "Âd kavminden tek kişiyi bırakmayıp helâk edecek bu bulutu toz duman olarak al!" denildi."

Bunu söyleyince (s.a.s.): "(Onlara) sadece şu -yüzük halkası- miktarında rüzgâr gönderildi"  buyurdular ve arkasından şu mealdeki âyet-i kerimeyi tilâvet ettiler: "Âd (kavminin helâk edilmesinde) de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki, her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu" [233]

g) Kel, Ala Tenli ve Âmânın Kıssası

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce alatenliye geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam: "Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: "Hangi mala kavuşmayı seversin?" "Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hâmile bir deve verildi. Melek: "Allah bunları sana mübârek kılsın!" deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.

"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam: "Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi" dedi. Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Sığırı!" dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: "Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti.

Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam: "Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Koyun!" dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi."

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve: "Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:

"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: "Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi" dedi. Ama adam: "(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevarüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de: "Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:"Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin!" deyip, âmâya uğradı.

Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da: "Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!" dedi. Âmâ cevaben: "Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!" dedi. Melek de: "Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" dedi (ve gözden kayboldu)." [234]

h) Bin Dinar Borç Alanın Kıssası

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar!" dedi. İsteyen ise: "Şahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü:

"Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip: "Ey Allahım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahid istediğinde ben: "Şahid olarak Allah yeter!" demiştim. O da şahid olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun parçasını denize attı ve odun denize gömüldü.

Sonra oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu, ama içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım" dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi. Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." [235]

i) Hadislerdeki Bazı Müteferrik Kıssalar

Hz. Selman (r.a.) dedi ki: "Hz. İsa ile Hz. Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki fetret altı yüz senedir." [236]

Açıklama: Hadiste geçen fetretten murad, Allah tarafından bir peygamberin gönderilmediği müddettir. Selman'ın verdiği bu rakam hususunda bazı ihtilaflar var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir. Kelbî'den, 540 olduğu rivâyet edilmiştir. 400 sene diyen de olmuştur. [237]

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:

"Tübba' mel'un mudur bilemiyorum. Keza Üzeyr, peygamber midir onu da bilemiyorum." [238]

 

Açıklama:

Tübba' Himyerli bir kraldır, büyük orduları olmuştur. Tübba' denilmesi tebaiyetinin çokluğundandır. Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ondan bahsedilir. Duhan 37 ve Kaf 14. âyetler... Rasûlullah, Tübba' hakkında, vahye mazhar olmazdan önce böyle söylemiştir. Ancak,  daha sonra "Tübba'a sövmeyin, çünkü o Müslüman olmuştur" diyecektir. Rasûlullah'tan gelen bazı hadislerde, "Tübba' mel’un mu; Zülkarneyn peygamber mi; hudud cezası, sahibini günahtan temizler mi bilemediğini" ifade etmiştir. Ancak bazı rivâyetlerde, Cenab-ı Hakk'ın, peygamberine "hududun kefaret olduğunu, Tübba'ın Müslüman olduğunu" bildirdiği belirtilmiştir. [239]

Kıssacılık ve Kıssacılar

Kıssacılık Ne Zaman Başladı? Halkın terbiyesine katkıda bulunarak dinî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen hikâyelerini anlatıp şerheden vâizlere kas (kaas) veya kassâs (çoğulu kussâs) denmektedir.

Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”[240] hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.[241] Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”[242] demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir. Yalnız, Hz. Ömer devrinde (h. 13-23/m. 634-643) kıssacılık kapısının zorlanmaya başladığına dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ashabdan Temîm ed-Dârî’nin bu mevzûdaki çeşitli müracaatlarını Hz. Ömer reddetmiş ve hatta bir defasında elini boğazına götürüp kesiyormuş gibi yaparak kıssacılığın çok tehlikeli bir meslek olduğunu anlatmak istemiştir.[243] Yine Hz. Ömer, aynı maksatla kendine müracaat eden Hâris bin Muâviye’ye “kıssacının zamanla gurura kapılarak kendini halktan üstün görmeye başlayabileceğini” söyler.[244] Müracaatları ile Hz. Ömer’i bîzâr eden Temîm ed-Dârî’nin sadece cuma günleri “Kur’an okuyarak halka hayrı emredip şerden nehyetmek şartıyla” izin koparabildiği rivâyet edilmektedir.

Diğer taraftan Hasan el-Basrî, kıssacılığın bid’at olduğunu söylerken, İbn Sîrîn de bu bid’atı Hâricîlerin ihdâs ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca fitnenin zuhurundan sonra kıssacığılı Muâviye’nin ihdâs ettiği de söylenmektedir.

Kıssacığın başlangıcı hakkındaki bu değişik rivâyetler, aynı zamanda bu mesleğe ashâb ve tâbiîn büyüklerinin itibar etmediklerini ve bu hususta onların çok titiz davrandıklarını da belirtmektedir. Medinelilerin kıssacısı olarak bilinen İbn Ebi’s-Sâib’e (II/VII. asır) halkı Kur’ân-ı Kerim’den usandırmamak için yalnız cuma günleri ve mahdut sayıda kıssa anlatmasını tavsiye eden Hz. Âişe’nin endişesi meydandadır. [245]

Bu rivâyetler bize göstermektedir ki, kıssacılık İslâm âlimlerince hüsn-i kabul görmemekle beraber, ilk asırlarda kıssacıların işlediği mevzûlar muayyen idi. Daha sonraları bu belli ölçüler aşılarak, kıssacılık mesleğine küçüklük ve çirkinlik kazandıracak olan ölçüsüz hikâyecilik yoluna girilmiştir.

Kıssacıların Belli Başlı Özellikleri: Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmek ve İslâm büyüklerinin müsaadeleriyle İslâmî esaslar dâhilinde halka nasihat eden iyi niyetli kıssacılar istisnâ bırakılarak, dinî bakımdan herhangi bir endişe duymaksızın kıssacılığı istismar eden pervâsız hikâyecilerin durumları bizi ilgilendirmektedir. Genellikle kıssacılar, İslâmî ilimlerden, özellikle hadis ve rivâyet inceliklerinden haberi olmayan câhil kimselerdir. Zaten bu durumları sebebiyledir ki, hadis âlimleri tarafından daha ilk anda yakalanmış ve teşhir edilmişlerdir. İslâm ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerim’e ters haberler rivâyet etmişlerdir. Suyûtî’nin karşılaştığı böyle bir vâizin (kıssacının) sözleri, onların ilmî hüviyetlerini göstermesi bakımından enteresandır. Suyûtî diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’e tamamen muhâlif haber-i vâhidler rivâyet ederek vaaz eden bir şahsa nasihat yollu dedim ki; ‘kardeşim, en iyisi bunları ne sen söyle, ne de biz kabul edelim.’ Bana kızarak: ‘o zaman râvîleri tekzib etmiş olmaz mıyız?’ diye çıkıştı. Ben de şöyle dedim: ‘Ey miskîn, dedim; bunları kabul ettiğimiz zaman Kur’ân-ı Kerîm’i, reddettiğimizde ise râvîleri tekzîb etmiş oluruz; hangisi daha doğrudur? Sonra bunların doğru rivâyet edildiğini nereden biliyorsun?!...” [246]

Kıssacıların en belirli özellikleri mübâlağacı oluşlarıdır. Onların en sâdık müşterileri, zihnî ve fikrî durumlarını çok iyi bildikleri avâm tabakasıdır. Kıssacılar, normal bir aklın kabul edemeyeceği ölçüsüz masallar icat ederek bu müşterilerini memnun etme yolunu tutmuşlardır. Cennetin veya cehennemin tavsîfine girişince, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde hiç temas edilmeyen konular uydurarak aşırı mübâlağa örnekleri vermişlerdir. Meselâ kıssacıların pek mübâlağalı uydurmalarından biri olan Hz. Âdem (a.s.) hakkındaki şu masal ne kadar gülünçtür: “Onun başı buluta (veya semâya) değiyordu. Bu sürtünme sebebiyle saçları dökülmüştü. Hz. Âdem, yeryüzüne indiği zaman, cennetten uzaklaştırılmasına o kadar ağladı ki, gözyaşları denize ulaştı ve bu gözyaşlarında gemiler yüzdü.” [247]

Mükâfat olarak dağıttıkları şeyleri de “sanki daha azını veya çoğunu vermek câiz değilmiş gibi” ekseriyâ yetmişer bin adet olarak tevzî etmişlerdir. Örnek verecek olursak; Mevzûât kitaplarında şu kabil uydurmalara pek sık rastlanır: “Allah Teâlâ sevdiği kimseye beyaz inciden yapılmış bir köşk ihsân eder; o köşkte yetmiş bin maksûre (saray) vardır; her maksûrede yetmiş bin kubbe vardır, her kubbede bin yatak vardır; her yatakta…”[248] Mükâfat olarak verilecek nimetlerin miktarı arttıkça, netice itibarıyla halkın hayreti de artıyor, hikâyecinin yanında daha çok kalıyor ve bunlara bağlı olarak kıssacıya verilecek bahşişlerin miktarı da çoğalıyordu.

Kıssacılar, aynı zamanda -ashâb devrindeki kıssacıların tersine- “Allah rızâsını hesaba katmayarak” ellerine geçecek birkaç kuruş veya ziftlenecekleri âdî dünyalık uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar menfaatperest insanlardır. Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, “esas gâyesi halkı memnun etmek, onların ceplerinden para sızdırmak olan efsâne üreticisi durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka yönelik hikâyelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber’e (s.a.s.) atfettiler ve onları dinleyicilerine anlattılar. Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn’in karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçi yönleriyle birlikte ne derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu iki meşhur hadisçi Bağdat’ta Rusâfe Mescidinde namaz kılarken bir kıssacı: “Haddesenâ Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn… şeklindeki bir isnâdla şu uydurma hadisi anlatmaya başlar: “Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ derse, Allah Teâlâ bu sözün her kelimesinden, gagası altın, tüyleri mercan olan bir kuş yaratır…” Kıssacı bu hikâyeyi hayalinin genişliği oranında süsleyerek yazıyla kırk sayfa tutacak kadar uzatır. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivâyet etmediklerini birbirine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra, Yahyâ bin Maîn dinleyicilerin verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidiyle onların yanına gelen sözde vâize Yahyâ bin Maîn, “Bunu sana kim rivâyet etti?” diye sorar. O da Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn rivâyet etti” der. Yahyâ sözüne devamla, “Yahyâ bin Maîn benim, Ahmed bin Hanbel de bu yanımdaki kişidir; şâyet mutlaka yalan söylemen icap ediyorsa, buna bizim adımızı karıştırma” diye azarlayınca, kıssacı şu cevabı verir: “Çoktan beri Yahyâ bin Maîn’in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Bunun doğru olduğunu şimdi anladım. Yâhu dünyada sizden başka Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel yok mu? Ben adları Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn olan on yedi kişiden hadis yazmışımdır!” Ahmed bin Hanbel koluyla yüzünü kapayarak, “bırak şunu gitsin!” demiş, kıssacı da onlarla alay eder bir tavırla oradan uzaklaşmıştır. [249]

Sahtekârlık ve riyâkârlık onların en belirli özelliklerindendir. Kıssacılığı çarşı-pazara kadar götüren dilenci hikâyeciler, uydurmalarına sahih hadis süsü verebilmek için birkaç tane de sağlam isnad ezberlemek ihtiyacını duymuşlar ve hilelerini bu sûretle gizlemek istemişlerdir.

İbnü’l-Cevzî, onların tipik hokkabazlıklarını şöyle anlatır: “Bunlar arasında, suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu sûretle kendilerini soluk benizli zâhidlermiş gibi gösterecek olan sarımsı bir ten kazananlar bulunmakta; diğerleri, istendiği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktadır. Diğer bazıları kendilerini -zâten teâmüle aykırı olarak allı pullu kumaşlarla süslettikleri- kürsünün tepesinden aşağı atacak derecede gösteride ileri gitmekte yahut da, dinleyicilerin alışık olduğu tarz dışında olarak, riyâkâr fıkralarını kuvvetli jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmakta, ayaklarından istimdâda başvurmaktadırlar… [250]    

Kıssacıların Halk ve Âlimler Karşısındaki Durumları: Halk tabakasının iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir kapasitede bulunması, halk hikâyecisi denebilecek olan kıssacıların işine çok yarıyordu. Diğer bir deyişle kıssacıların mantık ölçülerini bir yana atarak alabildiğine saçma hikâyeler uydurmaları, halkın cehâleti sebebiyle mümkün olmuştur. Zira halk, “aklın kabul etmediği tuhaf hikâyeler anlatan veya kalbi rikkate getirip gözyaşları döktürebilen vâizleri dinlemekten hoşlanır.” [251]

Bu saf ve câhil halk, muhakkak ki, kıssacıların her sözünü sonsuz bir itimatla kabule hazır bir derecede onlara bağlı idi. Şâir Külsüm bin Amr el-Attâbî (ö. 220/835), bir gün mescidde kendini dinlemek üzere etrafına toplanan cemaate şu sözleri hadis diye söylüyordu: “Dilini burnunun ucuna dokundurabilen kimse, cehenneme girmeyeceğinden emin olabilir.” Kıssacının istemesi üzerine hazır olan bütün cemaat cennetlik olup olmadıklarını denemeye girişmişlerdir.

Her devirde görüldüğü üzere “eğlenceli hikâye ve masalları sert hakikatlerden, kuru kanunlardan ve sahih hadislerden daha çok tasvip eden” halk, ciddî ve vakur âlimlere iltifat etmeyerek, kıssacıların etrafında toplanagelmiştir. Bunun sebebi, sadece kıssacıların çeşitli hilelerle kendilerini bir âlim olarak kabul ettirmeye çalışmaları değil; aynı zamanda halkın da zihnî yapıları itibarıyla onlardan hoşlanmalarıdır. Halkın kıssacılar tarafından söylenen her sözü, en ufak bir zihnî muhâkemeye tâbi tutmaksızın kabule âmâde olduklarını ifâde ettiği kadar, kıssacıların da din bakımdan hiçbir mülâhazaları olmadığını gösteren şu hal ne kadar düşündürücüdür: Mescid-i Hüseynî’de kendisini halkın çepeçevre kuşattığı bir vâiz, içinde bir duâ yazılı olan küçük bir kâğıdı etrafındakilere göstererek: “Bunda Mûsâ’nın (a.s.) duâsı vardır; bunu her kim okursa veya yanında taşırsa, üzerinden farz namazlar sâkıt olur!” diye bağırmaktaydı. Ne tuhaftır ki, onun bu pâyânsız cüreti üzerine bir an bile tefekkür etmeyen ve mahşeri andıran kalabalıklarıyla sadece “sarık, fes, kavuk ve başörtülerinin görünebildiği” bu topluluk, ellerinde hazırladıkları paralarla, kendilerini namaz külfetinden kurtaracak olan bu sihirli duâyı bir an önce alabilmeyi düşünüyordu. [252]

İmam Ebû Hanife, bir mesele hakkında fetvâ almak isteyen annesinin müşkülünü halletmek ister; fakat annesi oğlunun verdiği cevapla tatmin olmayarak, zamanın meşhur kıssacısı Zür’a’ya danışmak istediğini söyler ve birlikte ona giderler. Ebû Hanife, Zür’a’ya annesini takdim ederek, bir mesele hakkında fetvâ almak istediğini söyler. Kıssacı tevâzu göstererek Ebû Hanife’nin kendinden daha âlim ve fakîh olduğunu ve binâenaleyh meseleyi onun halletmesi gerektiğini söyler. İmamın fetvâsını kıssacının tasdik etmesinden sonradır ki, annesi memnun ve mutmain olabilmiştir. [253]

Kıssacıların dinî bakımdan bir tehlike teşkil etmeye başlamaları üzerine İslâm âlimlerinin onlara karşı daha menfî tavırlar takındıkları görülmektedir. Abdullah bin Ömer, kıssacıların sesinden rahatsız olduğunu söyleyerek, onların bulunduğu mescidde daha fazla kalmazdı. Bir defasında yakınında oturan bir kıssacıyı, oradan emniyet memuru yardımıyla uzaklaştırmıştı. Abdullah bin Abbâs, zamanın kıssacılarından Nevf bin Fadâle el-Bikâlî’yi “yalan söylüyor Allah düşmanı!” diyerek tezyif etmişti.[254] Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 74/693), talebelerinin kıssacılarla bir yerde bulunmalarına izin vermemişti.[255] Mâlik bin Enes, kıssacıların Medine câmisinde icrâ-yı faâliyette bulunmalarına müsaade etmemişti.

Şarlatan kıssacıların sahte tavırlarına aldanarak onları büyük âlim diye kabul eden halk tabakası, İslâm âlimleri ile kıssacılar arasında cereyan eden çetin mücâdelelerde -ne gariptir ki- kıssacıların taraflarını tutmuşlardır. Her devirde bunun birçok misalini görmek mümkündür. Bütün bu üzücü davranışlara rağmen İslâm ulemâsının kıssacılarla olan mücâdelelerini gevşetmedikleri anlaşılmaktadır. Ne var ki, hikâyecilerinin üzerine toz kondurmak istemeyen halkın tutumu, âlimleri zaman zaman müşkül durumlarda bırakmıştır. Hatta Suyûtî bile, kıssacıların aleyhinde konuşuyor diye avam tabakası tarafından ölümle tehdit edilmiştir.

Halkın bu şuursuz tarafgirliğini göz önünde bulunduran âlimler, kıssacılarla yaptıkları mücâdelede zaman ve zemine göre çeşitli taktikler kullanmışlardır. Edebiyatçı Ebû’l-Kasım, bazı arkadaşlarıyla birlikte hacca gider. Medine’ye vardıklarında hacıların, uydurma hadis rivâyet eden bir âmânın etrafında toplandıklarını görürler. Ebû’l-Kasım, bu hale bir son vermek ister; fakat aynı zamanda halkın âmânın tarafını tutarak kendilerine hücum etmelerinden de çekinir. Aklına güzel bir çare gelir; derhal yere oturarak Kur’ân-ı Kerim okumaya başlar. Halk onun güzel sesiyle Kur’an okuduğunu duyunca, âmâyı terk ederek bu defa da Ebû’l-Kasım’ın etrafında toplanır.

Bütün bu vakalar, halkın din konusundaki büyük cehâleti yüzünden, gerçek İslâm âlimlerini sahtesinden ayıramadıklarını, kim daha fazla bağırıp eğlendirici hikâyeler anlatırsa ona daha çok itibar ettiklerini göstermektedir. Bunun yanında, İslâm âlimlerinin gerek doğrudan doğruya hadis uyduran kimselerle, gerek imal edilen bu sözlerin piyasaya arzında büyük gayretler sarfeden kıssacılarla pek çetin mücâdele yaptıkları da anlaşılmaktadır. [256]           

Kıssa Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Kıssa Kelimesinin Çoğulu Kasas ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 62; 4/Nisâ, 164, 164; 6/En’âm, 57, 130; 7/A’râf, 7, 35, 101, 176, 176; 11/Hûd, 100, 120; 12/Yûsuf, 3, 3, 5, 111; 16/Nahl, 118; 18/Kehf, 13, 64; 20/Tâhâ, 99; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 11, 25, 25; 40/Mü’min, 78, 78. 

B- Haber, Vâkıa, Hâdise Anlamındaki Nebe’ ve cemi Enbâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 44; 5/Mâide, 27; 6/En’âm, 5, 34, 67; 7/A’râf, 101, 175; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 49, 100, 120; 12/Yûsuf, 102; 14/İbrâhim, 9; 18/Kehf, 13; 20/Tâhâ, 99; 26/Şuarâ, 6, 69; 27/Neml, 22; 28/Kasas, 3, 66; 33/Ahzâb, 20; 38/Sâd, 21, 67, 88; 49/Hucurât, 6; 54/Kamer, 4; 64/Teğâbün, 5; 78/Nebe’, 2.

C- Herhangi Bir Vâkıanın Anlatılıp Bildirilmesi Anlamındaki Hubr, Haber ve Çoğulu Ahbâr Kelimelerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 94; 18/Kehf, 68, 91; 27/Neml, 7; 28/Kasas, 29; 47/Muhammed, 31; 99/Zelzele, 4. (Haber Kelimesinin Fâil İsmi Olan ve Bütün İşlerin İçyüzünü Bilen, Her Şeyden Haberdar Olan Mânâsındaki Allah’ın İsimlerinden Olan Habîr Kelimesi ise Toplam 45 Yerde Kullanılır.) 

D- Kıssa ve Haberle İlgili Konular:

a- Kur’an, Büyük Bir Haberdir: 38/Sâd, 67-68, 88

b- Her Haberin Gerçekleşeceği Bir Zaman Vardır: 6/En’âm, 67.

c- O Gün Yer, Haberlerini Söyler: 99/4-5

d- Geçmişlerin Haberleri: 20/Tâhâ, 99.

e- Gayb Haberleri: 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49.

f- Peygamber Haberleri: 11/Hûd, 120.     

g- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.      

          

PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLER

 

  • Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
  • Peygamberlerin Özellikleri
  • İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
  • Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
  • Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
  • Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
  • Son Peygamber
  • Mütenebbî/Sahte Peygamber
  • Peygamberlerin Sıfatları
  • Kur'ân-ı Kerim'de İsmi Geçen Peygamberler
  • Peygamberlere İman
  • Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
  • Peygamberlere Vâris Olabilmek
  • Nebî ve Rasül Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?

“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir." [257]

Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti

            "Nebî" sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. "Nebe’", kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve önemli haber demektir. "Nebî", önemli ve faydalı, aynı zamanda sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi, yükseklik anlamına gelen "nübüvvet" kelimesinden türemiştir. Buna göre "nebî", her bakımdan yüksek bir makam sahibi, İnsanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.

 

            "Rasûl" kavramı "risl" kökünden türemiştir. "Risl" sözlükte; yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Rasûl", hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) İnsanlar arasından bazılarını seçer ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine "irsâl",  gönderilen elçiye "rasûl", rasûllerin görevlerine de "risâlet" denir. İslâm literatüründe "nebî" ile "rasûl" aynı anlamı ifade ederler. Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.

Türkçe’de ise, Farsçadan gelen "peygamber" kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Her üç kelime de "Allah’ın elçisi" anlamına gelir. Nebî’nin çoğulu "enbiyâ" ve "nebiyyûn"dur. Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21. sûrenin adı: "Enbiyâ" sûresidir. "Rasûl"  veya "mürsel", haber ve mesaj götüren anlamında elçi demektir. "Rasûl"ün çoğulu; rusül, mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.

            Rasûller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak nebîler, haber getiren anlamında yalnızca İnsanlardan seçilirken; rasûller hem İnsanlar arasından, hem de İnsan dışındaki varlıklardan seçilebilir. Rasûle  aynı zamanda mürsel de denilmektedir. "Rasûl", risâlet görevini Allah ile İnsan arasında yürüten kimsedir. Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.

            Rasûller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur ve rüzgâr, şuurlu rasûllere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir. “Allah, meleklerden de elçiler seçer, İnsanlardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[258] Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.[259] Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur. Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı, yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon  gösterir;  onların elçilikleri bunlarla sınırlıdır.

Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri İnsanlara aktaran, onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye davet eden kişidir. Onlar İnsanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından seçildikleri için, en temiz İnsanlardır. İnsanlık için örnek kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her nebî, kendi döneminin İnsanları için, Allah tarafından seçilmiş örnek (numûne)  idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.

            Allah’ın İnsanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı İnsanlara ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle İnsanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda nübüvvettir ve Allah’ın İnsanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur. 

Risâlet, İnsanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir. İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği keşfedebilir. Rasûller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle; İnsan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a bağlılığı pratik hayata geçirirler; İnsan hayatından çirkinlik ve kötülükleri uzaklaştırmaya çalışırlar.

               

 

Kur'ân-ı Kerim'de Nebî ve Rasül Kavramı

Kur'ân-ı Kerim'de "nebî" kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75 defa, "nübüvvet" 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam 160'a çıkar. "Rasül" ve "mürsel" kelimeleri ise Kur'an'da toplam 383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu sayı 513'e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.[260] Yani, onlar  her  türlü  kirden  ve  pislikten,  isyandan  ve sapıklıktan korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir. Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”[261] 

            Peygamberler, İnsanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[262] En güzel biçimde yaratılan İnsan,[263] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini  bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında bir çok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden İnsanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir. [264]

İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[265] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda İnsanlardan kimin peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir. [266]

            Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.[267] Ama bütün peygamberler, İnsanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm'ı anlatmakla görevli idiler. Allah’ın rasûlleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi de seçilmiş, şerefli elçilerdir.[268] Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[269] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler. [270]

            Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[271] Peygamberler, İnsanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[272] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[273] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[274]  Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir. [275]

"Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasül gönderdik." [276]

"İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi." [277]

 

"Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah'ın peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar 'işittik, itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır' dediler."  [278]

 

"Hiç bir beşerin, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) İnsanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi mümkün değildir. Bil'akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz." [279]

 

"İçlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir  peygamber  göndermekle  Allah, mü'minlere büyük bir lütfuta bulunmuştur." [280]

 

"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." [281]

 

"Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [282]

 

"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, İnsanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah azizdir, hakîmdir." [283]

 

"Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [284]

 

"İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy." [285]

 

"Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında  adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez." [286]

 

"Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [287]

 

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım." [288]

 

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasülü'ne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasülü'ne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar onlardır." [289]

 

"O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: 'Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.' Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, İnsanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta." [290]

 

"Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır." [291]

 

"O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." [292]

 

"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve İnsanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür. " [293]

                                                                              

Peygamberlerin Özellikleri

            Peygamberler, "nübüvvet/peygamberlik" kurumunu hayata geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, İnsanlara öğretirler. Her türlü zorluğa katlanarak İnsanları tevhîde, kurtuluşa dâvet ederler. Bu dâvetleri için İnsanlardan hiç bir karşılık beklemezler. Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, İnsanı ve İnsanla ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber olamazlar. Peygamberleri İnsanlar kendi aralarından seçselerdi, şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları seçerlerdi.

            İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar, nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır.  Üstünlük ölçüsü olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır. Peygamberler ise İnsanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır. Allah (c.c.) bütün İnsanlara peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler de, İnsanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini doğrulamıştır.

            Peygamberler İnsanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, İnsanlığa, dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en yüce ahlâka sahip oldukları gibi, İnsanları da o üstünlüğe çağırmışlardır. Onlar, İnsanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü, cehaleti, düşmanlığı, ahlaksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.

Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler. Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/İnsandırlar. Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle, diğer İnsanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik) görevini yükleniyorlardı.

Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı İnsanın tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için gerekli ilâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında haberleşmenin yoludur. Bu haberleşme Allah’tan İnsana doğru "vahy" ile; İnsandan Allah’a doğru "duâ ve ibâdet" ile olmaktadır.

 

İnsanların Peygamberlere İhtiyacı

            Nübüvvet, İnsanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu durum, İnsanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını İnsan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, İnsanlar için bir "örneklik" kurumudur. İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır. İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde ortaya koyar. Vahy, İnsanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği somut örneğe dâvet eder.

İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir. İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri de. Toplu olarak yaşayan İnsanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz, haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir, mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer İnsanlara hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar ise İnsanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?

            Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, İnsan mı olmalı, yoksa İnsandan daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri İnsan kendisi koyarsa, şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer İnsanlar üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara, kendi koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü İnsanın zayıf tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.

İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar olmasın. O, İnsanı tamamen bilen ve İnsandan güçlü biri olsun. Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette İnsanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi Allah taşımaktadır. O Allah, İnsanın dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak ilâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı İnsanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir.

 Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz İnsanlar doğru yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez. Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde yaratılan İnsanın sürekli "irşâd" edilmesi gerekir. Kendisine doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana, hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler bu anlamda İnsanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse nübüvvet, ilâhî irşâd kurumudur.

Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın İnsana olan rahmetinin bir tecellisidir. Başıboş bırakılan İnsan tek başına, ne hidâyeti ne de  güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine ilâhî güzelliklere ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu manada İnsanların önderleridir.

Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından istediği İnsan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir. Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi olarak seçer ve onlar vasıtasıyla İnsanlara mesajını gönderir. Elçilerinin diğer İnsanları vahiyle terbiye etmesini ister.

  

Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri,  yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını İnsanlara ulaştırırken her türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları ile mücadele de eder.

                                                                                    

Peygamberler, İnsanlar arasında en emin/güvenilen İnsanlardır. Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış, veya günah işlemek yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler)[294]. İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir. İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, İnsanlığa ve kurtuluşa ulaşabilir.

            Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, İnsanların hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı. [295]

Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri

1- Allah'a Dâvet: İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gâye, Kur'an'ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı'sını tanıyıp O'na hakkıyla kulluk etmektir. "Ben cinleri ve İnsanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[296] İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir şekilde İnsanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah'a inanmak, her doğan İnsanın fıtratında var olan bir gerçektir.[297] Her İnsan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri” olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları “put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli olan Zât'ı bildirmiştir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[298]; "Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [299]

Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, İnsan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcı'sını tanıyamamakta, O'na kulluk yollarını bilememektedir. Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile İnsan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibâdet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah'a dâvet etmiş, bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud'u anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Hz. Nûh'un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını, ancak toplumun buna yanaşmadıklarını[300] örnek verebiliriz.

2- Allah'ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz,  ibâdete  ait  meseleleri  bilemez, Allah’ın emir  ve  yasaklarını  hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.

 

Hayat ve medeniyetle beraber İnsan düşüncesinin de ilerlediği öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca İnsanda meydana gelen değişikliğe rağmen, ilk İnsanla bugünkü İnsan, İnsan olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk İnsanlarla günümüz İnsanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, İnsanlığın ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir. Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla tanzim edilmesi gerekmektedir.

İlâhî emir ve yasakları İnsanlara ulaştıracak bir İnsana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir İnsan olması da gereklidir. Allah da bu elçileri İnsanlardan seçmiştir. Seçilen bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş, hiçbiri İnsanları Allah'a dâvetten geri kalmamışlardır. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[301]; "Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [302]

3-İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım özelliklerden dolayı, zaman zaman "sırât-ı müstakim" dediğimiz, doğru  yoldan  sapabilir.  Ancak  ona,  bu  sapmasını haber vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir. Evet, gelen her peygamber, etrafındaki İnsanları uyarmış, yanlış yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye çalışmıştır. "Elif Lâm Râ. (Bu Kur'an,) Rablerinin izniyle İnsanları karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." [303]

 

 

4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş gâyelerinden birisi de, her konuda İnsanlara örnek olmalarıdır. Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise, çok güçlüdür. Kur'an da Rasulullah'a, diğer peygamberlerin yolunu takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer İnsanları da bu konuda uyarmıştır. "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!"[304] Buradan da, her konuda peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, İnsanlar için bir emir olduğunu anlıyoruz.

 

Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, İnsanlara dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler, hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve davranışlarını düşünürken, İnsan gerçekten heyecan duymaktadır. Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur'an, "onların hepsi de sâlih kimselerdendi." [305] demekle, peygamberlerin bütünü hakkında değer hükmünü bildirmiştir.

Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün İnsanlardan üstündürler. "Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[306] Peygamberler, bütün İnsanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip etmekle yükümlüdür.

5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat çekilmiştir: "Şâyet İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o, iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü) topraktan başkası doyurmaz."[307] Ahiret hayatı, peygamberler olmaksızın aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan İnsanları, bu âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.

 

Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir aldanma metâı olduğu,[308] İnsanlar için çok süslü gösterildiği,[309] oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu,[310] dünyadaki nimetlerin geçici olup asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı [311] üzerinde durulmuştur.

Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir: Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz etmek hiç de kolay değildir. Zira İnsanoğlunun hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini  oluşturan  gençler,  delikanlılar  aşırı  bir  şiddette olan duygularını, nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan, ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler. Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları prensiplerle İnsanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.

 

6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği muvâzene/denge ile İnsanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün bütün dünyayı terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir. Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.

 

İslâm'da İnsanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur. Mü'minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,[312] Karun gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,[313] ama bununla birlikte, çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi[314] de, yine İslâm'ın, dolayısıyla bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.                      

                                                                                             

7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, İnsanların âhirette Allah'a karşı herhangi bir itirazlarının olmasını önlemektir. "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki, İnsanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hâkimdir."[315] Yani iman ve itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri kalmasın: "Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi:  'Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!"[316] Peygamber gönderilmemiş olsaydı, demek ki İnsanlar, bunu bahane edeceklerdi: "Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık" diyebileceklerdi. İşte bu mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.

 

Kıyâmet gününde Allah, bütün İnsanları toplayacak, her peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna dair şâhit olarak getirecektir: "Kıyâmet gününde, her ümmete bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler."[317] Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: "Cehennem, öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında, zebâniler onlara: 'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye soracaklardır. Onlar da: 'Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik diye cevap verirler. 'Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin ehlinden olmazdık' derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun alev alev yanan o cehennem ehli!" [318]

Her peygamber, İnsanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı istediği  hakikatleri,  peygamberleriyle  gayet  açık  bir  şekilde  gözler  önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, "Biz, peygamber göndermedikçe azab edici değiliz."[319] buyurmaktadır. Demek ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.

8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme:  İlk İnsanla beraber ortaya çıkan din, çağlar boyunca inanların rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı, kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün eski dönemlerde olduğu gibi, İnsanların büyük çoğunluğu Allah'a inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir. Din, İnsanlığın en önemli gereksinimlerindendir.

 

İnsanlar, ilâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler. Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, İnsanları çeşitli yollara götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların, İnsanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, ilâhî tebliği alıp kavimlerine ulaştıracak  İnsanlar  seçmiştir.  Zira,  hayatın, yaşayış tarzının, ilâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir: “Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani Allah İnsanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat İnsanların çoğu bilmezler.”[320] İnsanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir. Çünkü İnsanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey, dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin öge de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, İnsanların muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılamışlardır.

 

9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla, hem bu, hem de öbür dünyada İnsanları saâdete götürecek, faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına, iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira İnsanların arzu, istek ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine, haksızlıklar yapılamasına, İnsan hakları çiğnenmesine rağmen birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti, toplumu düzeltip İnsanları Allah'a kul olma noktasına getirecek kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.

 

Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki İnsanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını görürüz. Hz. Nûh, İnsanları putlara tapmaktan sakındırmış, tutmaları gereken yolu göstermiş,[321] Hz. İbrahim, kavmiyle büyük mücadeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak doğruları göstermeye çalışmış[322], Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış[323], Hz. Lût, kavmi arasında yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten)  vazgeçirmeye çalışmış ve bu uğurda çetin mücadeleler vermiş,[324] Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya uğraşmıştır.[325] Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna benzer nice mücadelelerde bulunmuştur. "Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında  adâletle hümolunur. Onlara  asla  zulmedilmez." [326]"Muhakkak  ki  Biz,  peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.” [327]

10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik mi?”[328];“Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”[329] Ancak İnsan, arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”[330] Fakat her İnsan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki İnsanda, bir şeyi emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı İnsanı dizginleyen en önemli faktör, Allah'a inanma ve yaptıklarının hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri  kanunlarla,  İnsanlar  arası  münasebetleri  en  iyi  bir şekilde ayarlamaya çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını vurgulamıştır.[331] Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”[332] ifade etmiştir. [333]

Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri

1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev için tercih edildiğini,[334]  onların seçkin[335] kişiler olduğunu belirten âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini ifade eden âyetler de vardır.

Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Doğrudan doğruya Allah, İnsanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin İnsana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset yoluyla ulaşılacak bir şey değildir. Onların getirmiş olduğu her şey, vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana vahy olunana uyuyorum.” [336]

Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece tebliğ edip anlatmak ve ilâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir. Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri, kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar, peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”

2- Tevhide Çağrı:  Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”[337] Bütün peygamberlere baktığımızda, hepsinin temel gayelerinin, İnsanları Allah’ın varlığına ve  birliğine  çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.” [338]

 

Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu, İnsanları sadece Allah'a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah'a kulluk edin; tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasül gönderdik.”[339] Bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasülü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli  söz:  ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü  veya bu anlama gelen sözdür.”[340] buyurmuştur.

3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında İnsanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer İnsanların böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir. Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah'a aittir.”[341] cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler. Nasihatleri ve irşadları karşılığında, İnsanlardan bir övgü de beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.

 

4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, İnsanlara olan merhametinden dolayı, gönderdiği her peygamberi, İnsanlar ondan, anlaşılması gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber, öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şayet Kur’an, başka bir dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler, mutlaka diyeceklerdi ki,  ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”[342] Peygamberler, içinden çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin diliyle göndermiştir.” [343]

 

 

5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, İnsanların fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında, sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz, sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [344]

 

İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin, onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde bilen peygamberler, gayet açık ve net bir şekilde, aktaracakları şeyleri aktarmış, İnsanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,[345] en kolay ve açık deliller ileri sürülmüş,[346] anlatılacak şeylerde bir kapalılık bırakılmamıştır. [347]

 

6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz gibi, “yapılan bir harekette, diğer İnsanların değerlendirmelerini göz ardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma”  diye  de  tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”[348] Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[349] Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak, ihlâs ile Allah'a kulluk et!”[350]; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has kılarak) ancak Allah'a ibâdet ederim.” [351]     

 

 

 

Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?

 

Bir peygamberin peygamberliği, onun gösterdiği mûcizelerden anlaşılır. Bütün peygamberlerin bir mûcizesi vardır. Peygamberlerin peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş oldukları hârikulâde (olağanüstü) olaylara mûcize denir. Peygamberlerde görülen mûcizelerin benzeri, başkaları tarafından gösterilemez. Mûcize, Allah’ın bir fiili olup, peygamberlere nisbet edilmesi mecazîdir. Peygamberler, kendiliklerinden ve istedikleri mûcizeyi gösteremezler. Peygamberin, bi’setinden (peygamber olarak gönderilmesinden) kısa bir süre önce zuhur eden hârikulâde hallere irhasat; daha evvel zuhur eden olağanüstü hallere de keramet denir.

 

Son Peygamber

Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) göndermiştir. Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani, bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[352];“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler/salât getirirler).  Ey iman edenler! Siz de O’nu övün, O’na salât ve selâm getirin.” [353]

Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz. Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resulullah  en güzel örnektir.” [354]

Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) de  ki, A llah’ı  seviyorsanız  bana  uyun  ki, Allah  da  sizi    ve  günahlarınızı  bağışlasın.   Allah affeder ve merhamet eder. De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr edenleri sevmez.” [355]               

 

 

Mütenebbî/Sahte Peygamber

Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına  rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar peşinde koşan İnsanlardır.

        

İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu (İskender el-ekber), içinde Demirel’den, bazı bakanlardan isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden meczup İnsanlar da cahil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda bulunabilmektedir. 

               

 

Peygamberlerin Sıfatları

1-)  Sıdk;  Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. "Kitapta İbrahim'i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi."[356] Yine bütün peygamberlerin doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde, Hz. İsmâil,[357] Hz. İdris,[358] Hz. Yusuf[359] için sıdk sıfatı verilir; diğer peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.               

2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir İnsanlardır. Peygam-berler asla emanete hıyanet etmezler. “Bir peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”[360] Mekke müşrikleri Peygamberimize “Muhammed’ül-emin” diyorlardı. Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.

3-) Fetanet; Peygamberler, İnsanların en zekileri ve en akıllılarıdır.

4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler büyük günah işlemezler. Ancak, İnsan olduklarından dolayı “zelle” denilen çok küçük hatalar yaparlar. Kur’an bu hataları bazen zelle kelimesi ile, bazen zulüm kelimesiyle, bazen de zenb/günah kelimesi ile ifade eder. Bu hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.

5-) Tebliğ;  Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış oldukları emirleri mutlaka İnsanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." [361]

Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda canlarını feda  etmişlerdir.  Peygamberler,  gördükleri  tüm kötülükleri mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.

Peygamberler âdil kimselerdir. Adalete ters hiçbir iş yapmazlar. Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler seçilmiş, seçkin İnsanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlak sahibidirler. Yaratılışları ve suretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani bizim gibi İnsandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme, uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer İnsanlardan farksızdırlar. [362]                                              

                                                                                             

 

Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler

 

Peygamberlik makamı Hazreti Âdem ile başlayıp Hazreti Muhammed Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir kısım peygamberleri sana anlattık, bir  kısmını  ise  anlatmadık.”[363]  Fakat, her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler şunlardır:

Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa (s.a.s.).

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.

Peygamberlere İman

Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir. Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah, kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[364] Peygamberlere imanla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında (kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince, işte onların mükâfatını Allah kıyamette verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” [365]

“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’  derler. Böylece iman ile küfür arasında bir yer tutmak isterler.” [366]

Kendilerine peygamber gönderilen toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine tâbi olan İnsanlar çok az olmuştur. Mesela Hz. İsa’ya on iki kişilik “havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer İnsanlar, tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.

Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti. Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve müşriklerden de değildi.”[367]; “Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah’a tevekkül edin.”[368]; “Hani havarilere (Hz. İsa’ya bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şahid ol’ demişlerdi.” [369]

Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim  (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her bir peygamberin tâkip  ettiği yoldur.

Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.” [370]; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[371]; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.” [372]

İşte, Hz. Âdem’den kıyamete kadar her İnsanın ve her cinnin, hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur. Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebi ve rasül varsa, onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına kulluk etmiyorlardı.

                                              

Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.) teşkil etmektedir. Artık Rasülullah gönderildiğinden itibaren, Rasülullah’sız bir din, Rasülullah’sız bir akide ve inanç olamaz. Öyleyse, yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasülullah’tan başkası olamaz. Zira Rasül’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasül’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).” [373]

Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasülüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu, Rasül’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasülullah’ın (s.a.s.) kendi hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.[374] Rasülulah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile Rasülü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.

İslâm akidesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akidenin ikinci yarısıdır. Peygambere iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her İnsan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akide gerçeklere dayandırılırsa görülür ki, mü’min olduklarını iddia eden pek çok İnsan bu bağdan kopmuştur. Rasüllere iman olsun, diğer iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz. Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki,  itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse, Rasül’e bağlanmak zorundadır. Rasül’e bağlanmayanlar, Allah’a da bağlanmamışlardır.

Kur’an-ı Kerim,  peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasülüne götürünüz. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.”  [375]Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.” [376]“Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.” [377]“Allah’a ve O’nun rasülüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.” [378]

Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i ilahi ile gönderilmişlerdir.”[379]  İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur. İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı surette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur:“Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[380] İtaat, bir akide meselesidir. Mü’min, akidesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir. [381]

Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir

Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, İnsanların, hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir: "İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi." [382] İşte bunun için Yüce Allah, her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.[383] Peygamberlere iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa da olur, olmasa da”  kabilinden İnsanların tercihine bırakılmış bir tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti. Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun). Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı ki Peygamber size şâhit olsun; siz de İnsanlar üzerine şâhitlik edesiniz. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. O’dur sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[384] Böylece peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler de diğer İnsanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları istenecektir.

Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, İnsanın başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak, bu mesajı İnsanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek, gereken gayreti gösterip hakkıyla mücadele vermek.

Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan İnsanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[385] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır. [386]

Allah, İnsanlara İnsan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!” [387]

İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Peygamberler  ise,  kendilerine  itaat  eden   ümmetlerine   hatalarının   affedilmesi   için   şefaatçi olacaklardır. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...

Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...

Peygamberlerin ve –günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar İnsanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.

Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli yanıdır.

Peygamber Efendimiz’e karşı –hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle[388] yükümlü  oldukları  gibi,  vefatından   sonra  da   kayıtsız   şartsız   ona   uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler.[389] Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.[390] Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir. [391]

Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’ya karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri ve emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir. [392]            

 

Peygamberlere Vâris Olabilmek

 

İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş, yahut da tamamen kopmuş olan İnsanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden bu güzel İnsanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen Rabbimiz’e aittir.

İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine tüm tazelikleriyle İnsanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ ımızla barıştırmanın mücadelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm İnsanlığa numune olarak gösterilir.

Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.

Gün olmuş İnsanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler, bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş İnsanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i görevlendirmiş. Yine gün olmuş İnsanlar cinsî sapıklığa düşmüş, nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş. Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman; Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekânizmasını tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, İnsanı sömürmenin ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol arayışında olan tüm İnsanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.

Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun.

Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak, bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.

Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen bir müslüman, peygamber vârisidir.

“Alimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuran Rasûlullah Efendimiz’e tam manası ile vâris olmak meselesine gelince; Kur’ân’ı öğrenip öğreten, İnsanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek mücadelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim, amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis, fıkıh halkaları kurarak, İnsanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren İnsanlar, peygamberin vârisleridir. [393]

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak, her hastalığa nebevî reçeteler şifa verecek, her probleme nebevî çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!   

 

Nebi İle Rasül Arasında Fark Var mıdır?

(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte Peygamberliğe)

Nebi ve Rasul kavramları müteradif,  yani eşanlamlı ifadelerdir.  Kur’an’da  “nebî”  ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir fark olduğu belirtilir: Rasul, kendisine kitap ve şeriat gönderilen peygambere denir. Nebi ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip, kendisinden önceki rasulün kitap ve şeriatını İnsanlara tebliğ eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir, ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.

Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasül kavramı arasında olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere; rasül ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler. Hindistan'da Sör Seyyit Ahmet'in başını çektiği modernist akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasüldür; fakat her rasül nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı İnsanlara ulaştırıcıdır. Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasüldür; fakat her elçiye/rasüle kitap verilmemiştir. Kur'an'dan uydurma deliller bulmaya çalışan bu sahtekârlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) "hâtemu'l enbiyâ/nebîlerin sonuncusu" [394] olduğunu kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil de rasül olarak isimlendirirler. Nebî ve rasülle ilgili geleneksel yanlışı tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki Kur'an, nebî ile rasül arasında bir fark gözetmiyor.

Kur'an'a Göre Nebî ile Rasül Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasül ise, alınan mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir. Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren mü'min gibi. Yani nasıl bir mü'minin aynı anda âdil ve muttakî olması, çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve rasül olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasül arasındaki fark, sadece kelime anlamları itibariyledir. Yoksa, şeriat alıp almaması, kitap alıp almaması açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece nebîdir; kendilerinden önceki rasülü tekrar ederler. Oysa Kur'an, Hz. İsmail için, hem rasül, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır: "Kitap'ta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasül nebî idi."[395] Hz. Hârun için de Kur'an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine rasül demektedir: "Fir'avn'a giderek (ona) deyin ki: 'Biz âlemlerin Rabbinin rasûlüyüz." [396]

 

Geleneksel görüşün nebî'yi önceki kitabın ve rasülün mukallidi durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî kavramına kitap nispet edilmiştir. "Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Kabul ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım dedi."[397] Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî, kitap ve şeriat olmayan biri değildir. Yine Kur'an'da kendilerine kitap verildiği muhkem olarak Kur'an'da anlatılan peygamberleri nebî olarak vasfetmektedir. "Nebîlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu İsâ'dan sağlam bir söz (misak) almışızdır."[398] Dolayısıyla Kur'an, nebî ile rasül arasında kitap alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur'an, bazı nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi,  rasüllere de kitap verildiğini açıklar: "Andolsun Biz rasüllerimizi açık delillerle gönderdik. Ve onlarla beraber Kitab'ı, mizan'ı/nizâmı indirdik ki, İnsanlar adâleti yerine getirsinler."[399] Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasül kavramına kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an, nebî ile rasül arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin genel Kur'anî tanımı nebîdir; rasül, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle, görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.

Kur'an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) aynı âyetlerde hem nebî, hem rasül demektedir.[400] Hâtemiyetin (son nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasüllük için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur'an nebî ile rasül arasında bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar da rasüldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasül ise genellikle, alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır. Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ etmiştir (rasül). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini (rasüllüğünü), İnsanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasül denemez. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra bir İnsan, kavramsal anlamda ister rasül olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin, yalancı peygamberdir, müseylimetü'l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasül de ıstılâhî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî rasüldür; her rasül de nebîdir. [401]             

                 

Peygamber ve Peygamberlikle İlgili Âyet-i Kerimeler        

  • Peygamber Anlamındaki Nebî ve çoğulu Enbiyâ ve Nebiyyûn/Nebiyyîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 75 Yerde:) 2/Bakara, 61, 91, 136, 177, 213, 246, 247, 248; 3/Âl-i İmrân, 21, 39, 68, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181; 4/Nisâ, 69, 155, 163; 5/Mâide, 20, 44, 81; 6/En’âm, 112; 7/A’râf, 94, 157, 158; 8/Enfâl, 64, 65, 67, 70; 9/Tevbe, 61, 73, 113, 117; 17/isrâ, 55; 19/Meryem, 30, 41, 49, 51, 53, 54, 56, 58; 22/Hacc, 52; 25/Furkan, 31; 33/Ahzâb, 1, 6, 7, 13, 28, 30, 32, 38, 40, 45, 50, 50, 50, 53, 53, 56, 59; 37/Sâffât, 112; 39/Zümer, 69; 43/Zuhruf, 6, 7; 49/Hucurât, 2; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 1, 3, 8, 9.
  • Peygamberlik Anlamındaki Nübüvvet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 79; 6/En’âm, 89; 29/Ankebût, 27; 45/Câsiye, 16; 57/Hadîd, 26.
  • Elçi/Peygamber Anlamına Gelen Rasûl ve Çoğulu Rusul Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 332 Yerde:) 2/Bakara, 87, 87, 98, 101, 108, 129, 143, 143, 151, 214, 253, 279, 285, 285, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 49, 53, 81, 86, 101, 132, 144, 144, 153, 164; 172, 179, 179, 183, 183, 184, 194; 4/Nisâ, 13, 14, 42, 59, 59, 61, 64, 64, 69, 79, 80, 83, 100, 115, 136, 136, 136, 150, 150, 152, 157, 164, 164, 165, 165, 170, 171, 171; 5/Mâide, 12, 15, 19, 19, 32, 33, 41, 55, 56, 67, 70, 70, 75, 75, 83, 92, 92, 9, 104, 109, 111; 6/En’âm, 10, 34, 61, 124,130; 7/A’râf, 35, 37, 43, 53, 61, 67, 101, 104, 157, 158, 158; 8/Enfâl, 1, 1, 13, 13, 20, 24, 27, 41, 46; 9/Tevbe, 1, 3, 3, 7, 13, 16, 24, 26, 29, 33, 54, 59, 59, 61, 62, 63, 65, 70, 71, 74, 80, 81, 84, 86, 88, 90, 91, 94, 97, 99, 105, 107, 120, 128; 10/Yûnus, 13, 21, 47, 50, 74, 103; 11/Hûd, 59, 69, 77, 81, 120; 12/Yûsuf, 110; 13/Ra’d, 32, 38, 38; 14/İbrâhim, 4, 9, 10, 11, 13, 44, 47; 15/Hıcr, 11; 16/Nahl, 35, 36, 113; 17/İsrâ, 15, 77, 93, 94, 95; 18/Kehf, 106; 19/Meryem, 19, 51, 54; 20/Tâhâ, 47, 96, 134; 21/Enbiyâ, 25, 41; 22/Hacc, 52, 75, 78; 23/Mü’minûn, 32, 44, 44, 51, 69; 24/Nûr, 47, 48, 50, 52, 52, 54, 54, 56, 62, 62, 63; 25/Furkan, 7, 27, 30, 37, 41; 26/Şuarâ, 16, 27, 107, 125, 142, 162, 178; 28/Kasas, 47, 59; 29/Ankebût, 18, 31, 33; 30/Rûm, 9, 47; 33/Ahzâb, 12, 21, 22, 22, 29, 31, 33, 36, 36, 40, 53, 57, 66, 71; 34/Sebe’, 45; 35/Fâtır, 1, 4, 25; 36/Yâsin, 30; 38/Sâd, 14; 39/Zümer, 71; 40/Mü’min, 5, 22, 34, 50, 51, 70, 78, 78, 83; 41/Fussılet, 14, 43; 42/Şûrâ, 51; 43/Zuhruf, 29, 45, 46, 80; 44/Duhân, 13, 17, 18; 46/Ahkaf, 9, 35; 47/Muhammed, 32, 33; 48/Fetih, 9, 12, 13, 17, 26, 27, 28, 29; 49/Hucurât, 1, 3, 7, 14, 15; 50/Kaf, 14; 51/Zâriyât, 52; 57/Hadîd, 7, 8, 19, 21, 25, 25, 27, 28; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 9, 12, 13, 20, 21, 22; 59/Haşr, 4, 6, 6, 7, 7, 7, 8; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 5, 6, 6, 9, 11; 62/Cum’a, 2; 63/Münâfıkun, 1, 1, 5, 7, 8; 64/Teğâbün, 6, 8, 12, 12; 65/Talâk, 8, 11; 69/Haakka, 10, 40; 72/Cinn, 23, 27; 73/Müzzemmil, 15, 15, 16; 77/Mürselât, 11; 81/Tekvîr, 19; 91/Şems, 13; 98/Beyine, 2.
  • Gönderilmiş Rasûl/Peygamber Anlamına Gelen Mürsel ve Çoğulu Mürselûn/Mürselîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde:) 2/Bakara, 252; 6/En’âm, 34, 48; 7/A’râf, 6, 75, 77; 13/Ra’d, 43; 15/Hıcr, 57, 61, 80; 18/Kehf, 56; 25/Furkan, 20; 26/şuarâ, 21, 105, 123, 141, 160, 176; 27/Neml, 10, 35; 28/Kasas, 7, 65; 36/Yâsin, 3, 13, 14, 16, 20, 52; 37/Sâffât, 37, 123, 133, 139, 171, 181; 51/Zâriyât, 31.
  • Elçilik/Peygamberlik Anlamına Gelen Risâlet ve Çoğulu Risâlât Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde:) 5/Mâide, 67; 6/En’âm, 124; 7/A’râf, 62, 68, 79, 93, 144; 33/Ahzâb, 39; 72/Cinn, 23, 28.
  • Peygamberlere İman ve Peygamberlik Konularındaki Âyetler
  • Peygamberlere İman Etmek: 2/Bakara, 98, 136-137, 177, 253, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 64, 136, 150, 152, 171; 5/Mâide, 12, 32, 99, 109, 111; 6/En’âm, 34, 86-87, 89, 130; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 103; 17/İsrâ, 15, 55; 18/Kehf, 106; 21/Enbiyâ, 6-9; 42/Şûrâ, 13; 44/Duhân, 5.
  • Mü’minler, Peygamberler Arasında Ayrım Yapmazlar: 2/Bakara, 135-137, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 150-152.
  • Peygamberlerin Bazılarına Üstün Özellikler Verilmiştir: 2/Bakara, 253; 17/İsrâ, 55.
  • Allah, Peygamberliği Dilediği Kimseye Verir: 3/Âl-i İmrân, 74; 6/En’âm, 88; 14/İbrahim, 11; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 55; 28/Kasas, 68; 40/Mü’min, 15; 62/Cum’a, 4.
  • Peygamberleri Yalanlayanlar: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yûsuf, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38 Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10.
  • Peygamberlere Düşmanlık Edenler: 2/Bakara, 98; 13/Ra’d, 42.
  • Peygamberlerin Şeriatlerinin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48.
  • Peygamberlere Mûcize ve Kitap Verilmiştir: 16/Nahl, 44; 57/Hadîd, 25.
  • Peygamberler, Kıyamet Gününde Ümmetleri Üzerine Şahit Olarak Bulunacaklardır: 16/Nahl, 84, 89; 17/İsrâ, 71; 28/Kasas, 75.
  • Peygamberleri İnkâr: 4/Nisâ, 136, 150-151; 6/En’âm, 89, 148; 10/Yûnus, 74; 16/Nahl, 63; 17/İsrâ, 94-96; 43/Zuhruf, 6-7; 51/Zâriyât, 52-53.
  • Bütün Peygamberlere Selâm: 37/Saffât, 181.
  • Her Ümmete Peygamber Gönderilmiştir: 4/Nisâ, 41; 10/Yûnus, 47; 15/Hıcr, 10; 16/Nahl, 36; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 24; 37/Saffât, 72-74; 43/Zuhruf, 6.
  • Peygamberlere İtaat: 4/Nisâ, 64, 70; 7/A’râf, 35.
  • Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.

G-     Peygamberlerin Görevleri ve Özellikleri

  • Peygamberler, Beşîr ve Nezîrdir (Rahmet Müjdecileri ve Azap Habercileridir): 2/Bakara, 213; 4/Nisâ, 165; 6/En’âm, 48; 18/Kehf, 56; 34/Sebe’, 34; 53/Necm, 56.
  • Peygamberler, Kendilerine Kesinlikle Kulluk İstemezler: 3/Âl-i İmrân, 79-80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.
  • Peygamberler, Kendiliklerinden Hiçbir Şey Getirmezler: 40/Mü’min, 78.
  • Peygamberler, Eziyetlere Sabrederler: 6/En’âm, 34; 14/İbrahim, 12; 33/Ahzâb, 69; 35/Fâtır, 4; 46/Ahkaf, 35.
  • Peygamberler, Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimselerdir: 6/En’âm, 90; 19/Meryem, 58.
  • Yalancı Peygamberler: 6/Enâm, 93.
  • Peygamberlerin Gönderilmesi, Allah’ın Zulüm İle Yok Edici Olmadığındandır: 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 6; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 34/Sebe’, 34.
  • Peygamberler de, Sorguya Çekilecektir: 7/A’râf, 6-7; 33/Ahzâb, 7-8.
  • Bütün Peygamberlerle Alay Edilmiştir: 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 11-12; 21/Enbiyâ, 41.
  • Peygamberler, Allah’ın İzni Olmadan Mûcize Gösteremezler: 13/Ra’d, 38.
  • Peygamberler, Kendi Kavimlerinin Dilleriyle Gelirler: 14/İbrahim, 4.
  • Peygamberlerin Görevleri Tebliğdir: 16/Nahl, 35; 29/Ankebût, 18; 33/Ahzâb, 7-8, 39.
  • Peygamberler, Beşerdir/İnsandır: 17/İsrâ, 94-95; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 75; 25/Furkan, 20.
  • Şeytan, Peygamberler Üzerinde Etkili Olamaz: 22/Hacc, 52-53.
  • Peygamberler, Güzel Amel ile Emredilmişlerdir: 23/Mü’minûn, 51.
  • Bütün Peygamberlerin Getirdiği Ortak Prensipler: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
  • Peygamberler Mâsumdurlar: 38/Sâd, 48-49.
  • Peygamberler, Emaneti Korurlar: 3/Âl-i İmrân, 161.
  • Peygamberler, Allah'a İbâdete Dâvet Ederler: 3/Âl-i İmrân, 79-80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.
  • Peygamberleri Yalanlamak ve Onlara İsyan:
  • Peygambere İsyân: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.
  • Peygamberleri Yalanlayanların Kötü Sonları: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 59; 22/Hacc, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38/Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10.
  • Peygambere Karşı Gelmek ve Çok Soru Sormak, Yok Oluş Sebebidir: 5/Mâide, 101-102.
  • Peygamber Gönderilmeyen Toplumlara Azap Edilmez: 17/İsrâ, 15; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 59.
  • Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.):
  • Peygambere Biat Etmek: 48/Feth, 10, 18.
  • Peygambere İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12.
  • Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan Ayrılanlar: 4/Nisâ, 115; 28/Kasas, 85.
  • Peygamber Güzel Ahlak Örnekleri Vardır: 33/Ahzâb, 21; 68/Kalem, 4
  • Peygamberimiz’e Salevat Getirmek: 33/Ahzâb, 56.
  • Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.

                            

 Â  D  E  M  (A. S.)   

 

  • Âdem Kelimesi
  • Âdem'in Yaratılışı
  • Âdem'e Ruh Verilmesi
  • Âdem'e İsimlerin Öğretilmesi
  • Âdem'in Cennete Yerleştirilmesi; Âdem’in Cennetinin ve Yasak Ağacın Mâhiyeti
  • İsrâiliyât ve Kitab-ı Mukaddes'e Göre Hz. Âdem
  • Âdem'in Peygamberliği
  • Âdem Olmak / Adam Olmak
  • Âdem'in Kur'an'da Anlatılan Kıssasından Ders ve İbretler

"Allah Âdem'e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip, 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin' dedi." [402]

 

Âdem Kelimesi

 

"Âdem" kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında tartışmalıdır. Arap dilcilerinin çoğu, bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu, "esmerlik" ve "ülfet" anlamına gelen "üdme" veya "tip, örnek" anlamına gelen "edeme" kökünden türediğini savunurlar. Başka bir görüşe göre, "bir şeyin dış yüzü" anlamına gelen "edîme" kelimesinden türetilmiştir. Âdem kelimesinin Arapça'ya Süryânîce veya Ârâmîce'den geçtiğini savunanlar da olmuştur.

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'e İslâmî kaynaklarda insanlığın atası olması sebebiyle "Ebu'l-Beşer", Kur'an'da Allah'ın seçkin kulları arasında sayılmış olduğundan[403] "safiyyullah" ünvanlarıyla da anılmaktadır. Âdem kelimesi, Kur’ân-ı Kerim'de 25 yerde geçmektedir. 

 

Hz. Âdem'in Yaratılışı

 

Kur’ân-ı Kerim'e göre Hz. Âdem'in yaratılışının diğer insanlarınki gibi olmadığı kesindir. "Allah nezdinde (yaratılış bakımından) İsa'nın durumu Âdem'e benzer. Allah, onu topraktan yarattı; sonra ona 'ol!' dedi ve o da oluş sürecine girdi."[404] Bu âyet, bu iki peygamberin yaratılışlarındaki olağan üstü duruma işaret eder. Allah, Hz. Âdem'i topraktan yarattı.[405] Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irâde ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir. "Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması O'nun âyetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz." [406]

Genellikle sahih kabul edilen bir hadis-i şerife göre Allah, Âdem'i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem'in nesli değişik karakterler taşır. "Allah Teâlâ Âdem'i yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat/huy bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler." [407]

Allah Teâlâ, Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hal ve safhalardan geçirmiştir:

1- Türâb (toprak) safhası "Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması O'nun âyetlerindendir." [408]   

2- Tîn safhası. Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir: "O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır." [409]

İnsan hayatının ruh üflenmesinden/candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır. "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kaadirdir."[410]; "O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her şeye kaadirdir." [411] Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da % 75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen, aynen insana da intikal ettirilmiştir. "Andolsun Biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." [412] İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır.

 

3- Tîn-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Hz. Allah, bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. "Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık." [413]

4- Hame-i Mesnûn: Sûretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. "Andolsun Biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." [414] Böylece Allah, Âdem'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.

5- Salsâl: Kuru çamur demektir. Cenâb-ı Hak, kokmuş ve sûretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek, porselen) gibi tamtakır kuru bir hale getir. "O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır." [415]

Hz. Âdem'in hangi günde yaratıldığı Kur'an'da belirtilmemekte, ancak hadislerde onun Cuma günü yaratıldığı, o günde cennete konulduğu, yine Cuma günü cennetten çıkarıldığı, aynı günde tevbesinin kabul edildiği ve yine bir Cuma günü vefât ettiği haber verilmektedir. [416]

                                                                              

Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi

 

Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem'i yaratırken, maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefh edilmesine müsait bir hale getirdi. Nihâyet şekil ve sûretinin tesviyesini/düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir. "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatini) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis'ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." [417]

Cenâb-ı Allah, böylece Hz. Âdem'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyetinin selâmlaşma örneğidir, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: "Es-selâmü aleyküm" dedi. Onlar da "Es-selâmü aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler. Âdem, insanların büyük atası olduğu için, Cennete giren her kişi, Âdem'in bu güzel sûretinde girecektir. Hz. Âdem'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihâyet bu eksiliş şimdi (Peygamberimiz zamanında) sona erdi. [418]

Kur’ân-ı Kerim'de Hz. Âdem'le ilgili âyetlerde üç nokta dikkatimizi çekmektedir. Öncelikle Âdem'in, önemsiz bir madde olan topraktan başlamak üzere bedenî ve ruhî yönleriyle tam ve kâmil bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği safhalardan söz edilir ve bu sûretle Allah'ın kudretinin üstünlüğü vurgulanmış olur. İkinci olarak Âdem'in varlık türleri arasındaki mevkiinin yüksekliğine işaret edilir. Bu âyetlerde hem Âdem'in hem de onun soyunun yeryüzünün halifeleri olduğu, Allah'ın kendilerine verdiği aklî, zihnî, ahlâkî meziyetlerden, dolayısıyla Allah'a ibâdet hükümlerinin yerine getirilmesini sağlayan, ayrıca diğer birçok varlık türlerini kendi hizmetinde kullanabilen varlık olduğuna dikkat çekilir. Çeşitli âyetlerde Allah'ın emri uyarınca meleklerin Âdem'e secde ettikleri bildirilmektedir.

Buna göre Allah, Âdem'i meleklerden daha üstün ve onların saygısına lâyık bir mertebede yaratmıştır. Bu meziyet yalnız Âdem'e ait olmayıp aynı zamanda bütün insanlığa şâmil bir şereftir. Kur'an'da başka vesilelerle de insanoğlunun bu meziyetine işaret edilmiştir.[419]

Kur’ân-ı Kerim'in Âdem'le ilgili olarak ele aldığı üçüncü konu onun peygamberliğidir. Hz. Âdem'in nebî veya Rasûl olduğunu açık ve kesin olarak ifade eden âyet yoksa da yine Kur'an'ın açıkladığına göre, Âdem Rabbi'nden vahiy (kelimât) almıştır.[420] Allah ona hitap etmiş, yükümlülük ve sorumluluğunu bildirmiştir.[421] Başka bir âyette de Allah'ın Nuh, İbrahim hânedanı ve İmran'ın ehli ile birlikte Âdem'i de âlemlere üstün kıldığı belirtilmekte,[422] böylece dolaylı olarak onun peygamber olduğuna işaret edilmektedir.

Hz. Âdem'e İsimlerin Öğretilmesi     

  

Allah, Hz. Âdem'i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin delâlet ettiği varlıkları anlama yeteneği verdi. "Hatırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar: 'Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim' dedi. Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların delâlet ettikleri âlemleri ve eşyayı) meleklere gösterip sâdıklar iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle bana haber verin' demişti. (Melekler de:) 'Seni tenzih ederiz; Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin Sen' demişlerdi." [423]

Allah, Âdem'i yeryüzünün halifesi yapacağını meleklerine tebliğ etmiş, Âdem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem ve evlâtlarının lâyık olacaklarını Allah, Âdem ile melekleri bir imtihandan geçirerek göstermiştir.

Hz. Âdem ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılmasının[424] temelinde, Allah'ın onlara verdiği bilgi gücü bulunduğu söylenebilir. Nitekim Kur'an'da meleklerin, insanoğlunu "yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken" varlık olarak nitelendirmeleri üzerine Allah'ın Âdem'e bütün isimleri öğrettikten sonra bunları meleklere sorduğu, onlar bilemeyince Âdem'e "Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir!" dediği ve Âdem'in isimleri onlara bildirdiği açıklanmıştır.[425] Tefsirlerde genellikle bu âyetlerdeki "isimler"in kavram bilgisi olduğu ve meleklerin bilmedikleri şeyler hakkında Hz. Âdem'in bilgili kılındığı, böylece onun ilimde meleklerden daha üstün nitelikte yaratıldığı yine bu âyetlerden anlaşılmaktadır. Söz konusu âyetlerin birinde, "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti" denilerek Âdem'in bilgisinin genişliğine işaret edilmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak, meleklerin bile Âdem'e secde etmesini gerektirdiğine göre, insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki birçok varlığa ve güçlere hâkim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.

Kur'an'da belirtildiğine göre, Allah Âdem'i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman meleklere, "Âdem'e secde edin!" diye emretmiş, bütün melekler bu emre uymuşlar,[426] ancak İblis kendisinin ateşten, Âdem'in ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla ondan üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı gelmiş[427] ve bu yüzden lânetlenerek Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır.[428] Bunun üzerine, Allah'tan kıyamete kadar, düşmanı olan Âdem soyunu doğru yoldan ayırmak, kendi dostlarını çoğaltmak için mühlet istemiş,[429] Allah da ona bu fırsatı vermiştir. İslâm'da Allah'tan başkasına ibâdet maksadıyla secde etmek küfür olduğundan, meleklerin Hz. Âdem'e secdesi İslâm âlimlerince ibâdet secdesi değil; saygı secdesi ve bir nevi biat olarak yorumlanmıştır.    

Hz. Âdem'in Cennete Yerleştirilmesi; Âdem’in Cennetinin ve Yasak Ağacın Mâhiyeti

Allah, Âdem ve eşini cennete yerleştirdi: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleş, otur. Ondan (cennetin yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz." [430]; "Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın." [431]

Yasak Ağaç

Hz. Âdem ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü Allah, bu ağacın adını bize bildirmemiştir. Âyetlerde, “yasak ağaç” genel olarak zikredilir, fakat bu ağacın mâhiyeti hakkında bilgi verilmez. Onun iyiyi kötüyü bilme, cinsel bilince erme durumu veya üzüm, asma, buğday ve incir ağacı olduğunu belirten rivayetler ise, kesin gerçeği yansıtmaz. Çünkü Kur’an, bu ağacın gerçek mâhiyeti hakkında, ondan “ölümsüzlük ağacı” olarak söz edenin, şeytan olduğuna işaret etmenin ötesinde bir şey belirtmez. Şu halde “yasak ağaç”, insana harama ihtiyaç duymayacak derecede sayısız nimetler bahşeden Allah’ın, kişinin arzu ve eylemleri için belirlediği sınırlara; irâdesini sınamak için koyduğu haramlara işaret etmektedir.[432] Sadece şeytanın Âdem ve Havva'ya çirkin yerlerini göstermek için,  hangi sözlerle kandırıp vesvese verdiği ifade edilmiştir: "Rabbiniz başka sebepten dolayı değil; sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı"[433] ve "Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?"[434] diyerek şeytanın onları yanılttığı belirtilmektedir. Bu ağacın mâhiyeti konusunda sahih hadislerde de başka bilgi yoktur. Âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Cenâb-ı Hak cennette Âdem'e büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennete bu yasak ağaç, yenilmek için değil; insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur.

Âdem’in Cennetinin Mâhiyeti

Âlimler, Hz. Âdem ve eşinin yerleştirildiği cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Âyette geçen “cennet” kelimesi, filolojide “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”; İslâmî terminolojide ise, “ölümden veya kıyâmetin kopmasından sonra, mü’minlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer” anlamına gelir. Acaba Hz. Âdem'in ve eşinin iskân edildiği bu cennet, yeryüzünün bağlık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir; yoksa dünyadan ayrı âhirette mü'minlere vaad edilen cennet midir? Kur'an'da buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. Kur’an’da bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığı açıkça belirtilmediğinden, İslâm bilginleri bu ve benzeri âyetlerdeki “cennet” kelimesini farklı yorumlamışlardır.

  • İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Âdem'in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu cennet, âhirette mü'minlere ve iyilik yapanlara vaad edilen, mükâfat yurdu olan cennettir. Çünkü:

a) "Allah dedi ki: 'Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine veya mü'minlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız."[435] Bu âyetlerde "hubût" (inmek) tâbiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve Havva'nın yerleştikleri yer, arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.

 

b) Tâhâ sûresi 118-119'uncu âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği cennetin anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükâfat yurdu olan, mü'minlere vaad edilen cennete ait niteliklerdir. Bu özellikte olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennet, âhirette mü'minlere vaad edilen cennettir.

c) Bu "cennet" lafzının başındaki elif lâm, umum için değil; ahid içindir. Bu da göstermektedir ki, cennetin mânâsı, müslümanlar arasında bilinen ve mükâfat yurdu olan cennete delâlet eder.    

d) Yine bazı hadis rivâyetlerine göre, Allah meleklerden birine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Âdem'i cennette yaratmıştır.[436] Hz. Âdem ile Hz. Mûsâ'nın ruhlarının münakaşa ettiğini bildiren hadis [437] de bu cennetin sevab yurdu olan cennet olduğunu açıklar.

2- Âlimlerden diğer bir kısmı ise, söz konusu âyetlerde yer alan “cennet” kelimesini sözlük anlamıyla “bahçe” olarak yorumlamışlar ve bunun yeryüzünde olması gerektiğini savunmuşlardır. Meselâ, Ubey bin Kâ’b, İbn Abbas, Süfyan bin Uyeyne, Ebû Hanife ve Mâturîdî bu cennetin yeryüzünde bulunan bir bahçe olduğunu söyleyenlerdendir.[438]

Böyle düşünenler, şu delilleri getirirler:

  • Eğer Âdem ve eşinin konulduğu cennet, âhiret cenneti olsaydı, onlara yasak konulmaması gerekirdi, çünkü ebedîlik yurdu olan cennette yasak yoktur.
  • Cennette günah ve isyan da söz konusu olamaz; hâlbuki ayetlerde geçen cennette Âdem ve eşi günah işlemişlerdir.
  • Eğer burası asıl cennet olsaydı, orada kâfirin de bulunmaması gerekirdi. Oysa İblis, cennetteyken kâfir olmuş ve bu yüzden oradan kovulmuştur.
  • Âhiret cenneti, ebedîlik yurdudur. Oraya giren bir daha çıkmaz; Hâlbuki Âdem ve eşi, konuldukları cennetten çıkarılmışlardır.

Bütün bunlarla birlikte, Hz. Âdem'in yaratılıp yerleştiği cennetin mükâfat yurdu olan cennet veya yeryüzü bahçesi olması mümkündür. Çünkü bu konudaki naklî deliller kesin değildir ve Kur'an'da buna dair kesin bir hüküm yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse bilemediğine göre, şu cennettir veya bu cennettir diye kestirip atmamak en uygunudur.

Bazı âlimler de, Âdem ve eşinin bulunduğu cennetin gökte olduğunu söylemişler; bahis konusu ayetlerde geçen ve “ininiz” anlamına gelen “ihbitû” fiilinin kullanılmış olmasını da, buna kanıt göstermişlerdir. Hâlbuki h b t kökü, lafzan “yokuş aşağı inmek ve yüksekten düşmek.” Mecâzen de “onurunu yitirip düşkün ve sefil hale gelmek” anlamını taşır. Bu yüzden “habita” fiili Kur’an’da gökten inmek mânâsından ziyâde, “yeryüzünde bir yerden diğer bir yere gitmek; daha iyi bir konumdan aşağı bir duruma düşmek” anlamında kullanılır. Gökten inme veya indirme gibi durumlar, Kur’an’da daha çok n z l kökünün değişik kullanım biçimleriyle dile getirilir ve h b t kökünün aksine, indirilen şeyin şerefine dikkat çekilir.

İsrâiliyât ve Kitab-ı Mukaddes'e Göre Hz. Âdem

Müslümanların kültürüne etki eden Hz. Âdem ve onunla ilgili olarak yaratılış, zelle, cennetten çıkarılma kıssası halka mal olduğu şekliyle maalesef büyük çapta Tevrat ve İsrailiyât kaynaklıdır. Kısâs-ı Enbiyâ gibi bazı kitaplarda da bu İsrâiliyât, İslâmî rivâyetler gibi takdim edilebilmiştir.

Kur'an, Âdem kıssasının şekil yönü ve ibret için lüzumlu olmayan teferruatı üzerinde durmamış; aksine onun, insanlık tarihi ve insan varlığı bakımından dikkate değer noktalarını belirtmiştir.

Nice insanımızın, Kur'an'ın daha çok ders ve ibret almamız için anlattığı doğruları bilmediği ve öğrenmek istemediği halde, efsane ve masal karışımına biraz da yahudilerin uydurmalarını ilâve ederek dinî kıssa diye öğrenip başkalarına aktarması cidden gülünmekten öte ağlanacak hâlimizi yansıtmaktadır. Faydalı ilim sınıfına girmeyen, kulluğumuz ve imtihanımız ile hiçbir çıkarımı olmayan, mesaj içermeyen, Kur'an'ın gereksiz görüp anlatmadığı konulara halkımız merak duyabiliyor ve bu meraklarını uydurmalarla tatmin ediyorlarsa, bilen insanlara çok büyük görev düşüyor demektir. İnsanları, masal ve efsane yığını, İsrâiliyâttan nice katmalarla dejenere edilmiş, aslındaki nice hakikatlerin de yok sayıldığı bir din, dünyada da âhirette de kurtaramaz. 

İsrâiliyât dediğimiz daha çok yahudi kaynaklarına ve hıristiyanların da kabullerine göre, kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, "Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız" diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva, yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir.[439] Kur’ân-ı Kerim'de ve hadislerde yılandan söz edilmez. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.

Yine bugünkü Kitab-ı Mukaddes'e göre yasağı çiğnemelerinin sonucu olarak ikisinin de gözleri açılır, çıplaklıklarının farkına varırlar ve incir yapraklarından kendilerine örtü yaparlar.[440] Kur'ân-ı Kerim'e göre de yasağı çiğnemenin hemen ardından utanılacak yerleri kendilerine görünmüş ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başlamışlardır.[441] Bundan sonra,   müslüman halk arasında da yer etmiş Kur'an'a ters yorumlar daha önemlidir: Elimizdeki Tevrat'a göre esas suçlu kadındır, yani şeytan Havva'yı kandırmıştır; o da Âdem'i. Bundan yola çıkılarak kadınların kötülüğü ve şeytana meyli vurgulanır. Bu yüzden tüm kadınlar Allah tarafından cezayı hak eder. Eldeki Tevrat'a göre kadın için asıl ceza gebelik sıkıntıları, çocuk doğurma sancıları ve erkeğin hâkimiyetinde olmak şeklindedir. Erkek için de kadının sözünü dinleyip suç işlediğinden cezalar vardır: Geçim temini için toprakla uğraşmak, toprağa dönünceye kadar alın teriyle yiyeceğini sağlamak ve sıkıntılı bir hayat geçirme ceza olarak erkeğe yazılmıştır.[442] Kur'an'a göre ilk suçlu, esas suçlu olarak Havva validemiz gözükmez. Şeytan her ikisini kandırmış, her ikisi aynı suçu işlemişler, sonra beraber tevbe etmişler ve affedilmişlerdir. Âdem ve eşi, içinde bulundukları cennetten, belirli bir müddet yaşamaları için yeryüzüne indirilmişlerdir.[443] Zaten insan, yeryüzü için yaratılmıştır; arzda kendileri için apaçık düşman olan şeytanı ve aldatıcılığını tanıtmak için cennetteki olay yaşanmıştır.           

Hıristiyanlar Âdem'in yasak ağaca yaklaşmakla büyük bir günah işlediğine, Allah'ın gadabına uğradığına, onun bu günahının kıyamete kadar her yeni doğan çocuğa geçtiğine, dolayısıyla onların da günahkâr olarak doğduklarına, ancak vaftiz edilmek sûretiyle cehennemlik olmaktan kurtulabileceklerine inanırlar. Bu aslî günah inancı, hıristiyan kültür ve felsefesinin ana fikridir. Hıristiyanlıkta insan, kötülüğün içinde rehbersiz bırakılmış, günahı ile baş başa kalmıştır. Hıristiyanlıkta insan, dünyaya artılarla (fıtrat üzere ve en şerefli varlık olarak) değil; eksilerle başlamaktadır, daha doğuştan günahkârdır. Dünyaya gözlerini açar açmaz sırtında, utanıp ezilmesine sebep olan bir kambur bulunmaktadır. Bundan daha kötüsü, bu kambur bazı insanların aracılığı olmadan insanın sırtından düşmemekte, Allah'a kendi başına tevbe ederek temizlenememektedir. Bu demektir ki, insan hiçbir zaman kendi imkânlarını kendisi kullanabilen hür bir benlik olamayacaktır. Bu kapı ona ezelden kapatılmıştır. Batı insanının dine açtığı savaş sebepleri arasında birinci sırayı, insan yaratılışına ters düşen ve insanı sahip bulunduğu soyluluğundan mahrum bırakan bu anlayış gelmektedir.

İslâm'a göre ise Allah yol gösterici, bağışlayıcı ve yardım edicidir. Zaten Âdem de cennetten çıkarıldıktan sonra birtakım kelimeler almış ve tevbesi kabul edilmiştir.[444] İslâm'a göre suç ve ceza ferdî/kişiseldir; kimse kimsenin günahından sorumlu değildir.[445] Kur'an'da, hıristiyan itikadının aksine, Âdem'in hatasının ve cezasının ferdîliği/kişiselliği, Allah'ın insanlara yönelttiği şu hitapla da belirtilmiştir: "Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir; inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş ehlidir, orada ebedî kalacaklardır." [446]

İslâm âlimleri Âdem'in yasak ağaçtan uzak durması yönündeki İlâhî emre uymamasının Allah'a bir isyan ve büyük günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu, bunun bir günah olduğunu, yani Âdem ile Havva'nın yasağı çiğnemek sûretiyle emre karşı geldiklerini ve bu yüzden âsi olduklarını kabul etmişlerdir. Ancak bazı âlimler, "Andolsun ki Biz daha önce Âdem'e emir vermiştik; ancak o unuttu ve biz onu azimli bulmadık." [447] mealindeki ifadeyi göz önüne alarak, Âdem'in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığını belirtmişlerdir.

Nitekim Tefsir-i Kebir'de Fahreddin Razi'nin aktarmasıyla Hasan-ı Basrî, "Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu" demiştir. Ayrıca İslâm âlimlerinin kanaatine göre bu olay, Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet, ne de cemaat vardı. Âdem'in kasıtsız olarak işlediği bu hata, tevbe etmesi üzerine Allah tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o ilk insan, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur. Aslında Hz. Âdem ve eşinin şeytanın iğvâsına kapılmaları, pişmanlık duymaları gibi hâdiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir özeti gibidir. Bu ilk günah ve daha sonraki gelişmelerin, yeryüzünde insanlar da haramlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi tevbe ederlerse tevbelerinin kabul edileceğini, günah karşısında insan için bir tevbe ve af müessesesinin daima işleyeceğini, insanın böylelikle kemale ereceğini gösterdiği düşünülebilir. [448]            

Hz. Âdem'in Peygamberliği

Hz. Âdem, ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Hz. Âdem, yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah, insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva'dan türetmiştir. "Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Âdem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbiniz'e ittika edin, O'na karşı gelmekten sakının." [449]

Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine mâruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl ve vicdan (kalp gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır ve kemâl yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hak peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halifeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olan, iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler cennete girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zât, Allah'ın doğrudan doğruya vâsıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem'di.

Hz. Âdem'in peygamberliği, Kur'an âyetleriyle sâbittir. Kur'an, Âdem'e Allah'ın emir ve nehiylerini haber verir. Kendisine gelen o emir ve yasaklar, vahiy vasıtasıyla bildirilmiştir. Yine Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi[450] Hz. Âdem'e vahiy ile bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için  "ıstafâ" -seçti-[451] kelimesi ile "ictebâ" -seçkin kıldı-[452] kelimeleri kullanılıyor. Bu kelimeler Kur'an'da diğer peygamberler için de kullanılmaktadır. Hz. Âdem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebû Zerr, Peygamberimiz'e "Yâ Nebiyyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?" diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem'dir." dedi.  Ebû Zerr, "Ya Rasûlallah, o nebî oldu mu?" diye sorunca, Hz. Peygamber: "Evet o mükellem bir nebî (Allah'ın kendisiyle vâsıtasız konuştuğu peygamber) idi" dedi.[453] Diğer bir hadis-i şerifte de Kıyâmet gününde, diğer nebîler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber olarak Rasûlullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir.[454] Hz. Âdem'in peygamberliği hususunda (istisnâ dışında) bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir.

Hz. Âdem'in evlâtları onun irşâdı ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden hükümleri ondan öğrenmişlerdi. Ebû Zerr'den rivâyet edilen (sıhhati tartışılan) bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Âdem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.

İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin izini kaybederek bâtıl itikadlara saplanmaları, sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. "İnsanlar (ilk önce) bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi..." [455]

Vahyi inkâr eden, bilimin kaynakları arasında Allah'ın kitabını kabul etmeyen câhiliyye anlayışına göre ilk insan, yarı hayvan yarı insan ilkel mağara adamıdır. O ne konuşma, ne ateş yakma, ne dünya rızıklarından yeterince yararlanabilme ve tabii ne de okuma yazma biliyordu. Bütün bu özellikler, insanın tekâmülü ve gelişmesi sonucu çok sonraları insan tarafından keşfedildi... vs.

Allah, yaratma, peygamberlik, halifelik, meleklerin bile saygı duyduğu yaratıkların en şereflisi... yoktur bu câhiliyyenin bilim diye takdim ettiği tarih kitaplarının, sosyal bilgilerin bilimsel(!) hükümlerinde. Hz. Âdem'le ilgili olarak bir müslümanın tartışmasız kesin doğru kabul ettiği Kur'an'a dayanan ilimle; müslümanlara, müslümanların çocuklarına bilim diye öğretilen câhiliyyenin bu tavrı arasında cennetle cehennem kadar fark vardır. Vahye tümüyle ters düşen bu anlayışlara ve dayatmalara tepkisiz kalması müslümanların ihmal, gaflet ve hatta ihânetiyle ilgilidir. Kâfirler, müslüman mahallesinde salyangoz satabilmekte, hatta dolma yaparak bu salyangozları müslüman çocuklarına yutturabilmektedirler. Kur'an'a dayalı ilim ile, câhiliyyenin bilim anlayışlarının arasındaki uçurum için küçük bir örnektir ilk insan konusu. Bir de bilim seviyesinde olmadığı kendilerince de kabullenildiği halde insanımızın inancını zehirlemesine göz yumulan ilk insanın menşei ile ilgili nazariye/teori var ki evlere şenlik!

Yukarıda âyetlerle ifade edildiği gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwin'ci tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariye/teorinin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde, delil olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini ispat edecek fosil ve deliller ise pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları bunlardan sadece iki örnektir.

Evrim teorisi, ya da eski adıyla tekâmül nazariyesi, vahy terazisinde tümden bâtıl olduğu gibi;  bilim ve akıl ölçülerinde de imkân dışıdır. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır. Yani gözlenen bütün doğal sistemlerde düzensizliğe, dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makine sistemi yoksa, boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur (Allah'ın evrendeki yasalarından, tabiattaki kanunlarındandır). Aklı başında hiçbir bilgin bu kanuna karşı fikir ileri sürme cesareti gösteremez.

Madde âtıldır (eylemsizdir), kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet/eylem-sizlik prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizamı yoktur (lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makine sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ nükleer bir santralde kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkânsızdır. Deney ve gözlem de akıl da bunu kabul etmez.

En basit bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir bilgisayar, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü âtıldır/eylemsizdir, şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makine veya bir bilgisayarı yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir bilgisayar, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekâmül/evrim ettirmek şöyle dursun, madde yığınları arasında dağılıp gider.

Bir eser, müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eser de yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice, sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur; vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makine sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irâde ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar akıl ve imkân dışıdır. Can enerji değildir. Can, canlının duyup görmesini ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme görevini üstlenen manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:

1- Sistemin gelişigüzel değil; enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekânizması ve makine sistemi olmalıdır.

                                                                              

2- Otomobilin çalışması için nasıl petrol lazımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı, yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.

3- Bu enerjinin dönüşüm mekânizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli İlâhî kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beynin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekânizma ve makinelerinin kontrolcü ve idarecisi canlıdır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.

4- Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makine sistemlerini, oksijen - hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah'tır.

İnsanla hayvan arasında mâhiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irâde ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur. Buna göre evrim teorisi/Darwinizm imkânsızdır. Darwinizme inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek/evrimleşerek meydana gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar, azgın kimseler midir?" [456]

   

Kur'an, sahih hadisler ve bunlara dayanan diğer güvenilir İslâmî kaynakların Hz. Âdem hakkında verdiği bilgilerden çıkan sonuca göre Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. Konuyla ilgili âyetlerden, bu yaratılışın belli bir gelişme seyri takip ettiği ve süresi bilinmemekle birlikte belli bir zaman içinde tamamlandığı sonucu da çıkarılabilir. Ancak bu gelişme, hiçbir zaman İlâhî irâde ve kudretin tesiri olmaksızın doğal bir evrim şeklinde anlaşılamaz. Bütün ilgili âyetlerde Hz. Âdem'in herhangi bir başka canlıdan tekâmül sûretiyle değil; topraktan ve tamamıyla bağımsız bir canlı türün atası, öteki bütün canlı ve cansız varlıkların aksine, yeryüzünde halife kılınarak, yükümlü ve sorumlu tutulan ve bunun için gerekli manevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratıldığı, tartışmaya yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır. Bu sebepledir ki insanın yaratılışının bu özel yanını bütünüyle reddederek onu bayağı canlılar seviyesine indiren teorileri İslâm inançları ile bağdaştırmak mümkün değildir. [457]  

                                                

Âdem Olmak

Âdem (adam) olmak, bir iddiadır. Her iddia da bir ispat/bir bedel ister. Âdem olmanın bedeli, Arapça yazılışında âdeta simge hâlinde gösterilmiştir. Bu yazılışı mercek altına aldığımızda, bu hakikati daha yakından görürüz. Âdem bir elif, bir dal ve bir mim harfinden oluşur. Birçoğumuzun bildiği gibi bu harfler, Âdem kelimesinde namazın simgesidirler.

Elif; kıyamı, dal; rükûyu ve mim de secdeyi imler. Bu basit yazılımın bize gösterdiği hakikat şudur: Ey Âdemoğlu! Âdem (adam) olmak istiyorsan, kul olmak zorundasın. Allah’ın karşısında esas duruşa geçmek zorundasın.

Kıyam, rükû ve secde… İşte insan (Âdem/adam) olmanın anahtarları… Allah karşısında esas duruşa geçmek, eğilmek ve secdeye gitmek… İblis, bunları yapmadığı için şeytan oldu. Sureta insan olanlar da bunlardan kaçındığı için Âdem olamıyorlar/olamayacaklar…

Âdem olduğunu söyleyen her kişi, önce esas duruşa geçecek, sonra eğilecek, sonra secdeye kapanacak ve insanlığa (er kişiliğe) adımını atacaktır. Burada eğilmek, alçalmanın değil, yücelmenin işaretidir. Bunlar da semboldür ve bunların da içinin hakkıyla doldurulması gerekir. Her kıyam, rükû ve secde ferdî hayatta doğruluk ve dürüstlüğe, güvene, şefkate, vicdana, merhamete, sevgiye vb.; cemiyet hayatında da dayanışmaya, yardımlaşmaya, kardeşliğe, adalete, özgürlüğe vb. değerlere karşılık gelmelidir.

İçi boş bir kıyam, bir rükû ve bir secdenin de bir anlamı ve karşılığı olmayacaktır. Âdem olma iddiası, hayat boyu ispat edilmesi gereken zor bir iddiadır. Hatta dünya hayatını Âdemleşme veya Âdemleşememe serüveni olarak da adlandırabiliriz. Kimi, iddiasını ispatlayacak, kimisi böyle bir iddianın farkına bile varamayacaktır.

Görünen o ki, birçoğu bu iddiayı kaybetmekle karşı karşıyadır. Rabbimizin birçok ayetinde de belirttiği gibi insanların birçoğu akıllarını kullanmamaktadır.

Âdem (adam-insan) olma meselesi, söylem planında kolay, eylem planında zor bir mesele olarak karşımızda hayatiyetini sürdürmeye devam ettirmektedir. [458]

 Hz. Âdem'in Kur'an'da Anlatılan Kıssasından Ders ve İbretler

Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. İnsanın topraktan yaratılması, bir yönüyle Allah'ın yüce kudretine delil olurken, bir yönden de insana bir hatırlatmadır: "İşte senin aslın, hakir/âdi bir çamurdur. Büyüklenmeye hakkın yoktur." O yüce kudret olmasaydı, çamur nasıl insan haline gelebilirdi? O çamura üflenen İlâhî ruh onu canlandırıyor, hareketli ve şuurlu hale getiriyor. Bu, insanın iki boyutlu olduğunu da gösterir: Topraktan meydana gelen maddî ve beşerî boyutu,  İlâhî ruhtan üflenen ve Allah'ın isimleri öğretmesinden oluşan manevî, ruhî ve ilmî yönü, halifelik boyutu. İnsan, kendine verilen yetenekler sayesinde mayasındaki çamurluğu, yani değersizliği, düşük bir seviyeyi de seçebilir; kendisine üflenen İlâhî ruh yönüne meylederek yüceliği, üstünlüğü, İlâhî ahlâkı da seçebilir.

Çamur, durağanlığı, hantallığı, bir yerde çöküp kalmayı; ruh ise hareketi, canlılığı, çabayı ve gayreti işaret eder. İnsan mayasındaki çamur alçaklığa, ruhu ise yüceliğe meyillidir. İnsanı ancak İlâhî ruhtan gelen bilinç, olgun harekete yöneltebilir.[459] İnsanlar arasındaki mesafe, çamur ile İlâhî ruh arasındaki mesafe kadar olabilir.

Meleklerin Hz. Âdem'e secdesi, insana verilen değerin göstergesidir. Başta melekler olmak üzere yeryüzünde hemen her şey insanın hizmetine verilmiştir. Her şey, insanın önünde âdeta melekler gibi secde etmektedir. Bu hizmetten ise yalnızca İblis kaçınmaktadır. O, bu evrensel değerleri ve nizamı inkâr ederek bu âhengin dışında kalmıştır. Avrupa'da ortaya çıkan Hümanizm, insana verilen bu ulvî değerin yanında hiçbir anlam ifade etmez.

Hz. Âdem'in Kur'an'da anlatılan kıssası, bütünüyle yaratılışın ve insanlığın hikâyesidir. İnsan hayatının nasıl başladığını, nasıl devam etmesi gerektiğini ve nereye varacağını haber veriyor. Âdem kıssası, insanın yüksek mertebesini, kendisine melekler dahil bütün yerdeki varlıkların hizmet ettiği yeryüzü halifeliğini ve bunun sorumluğunu hatırlatıyor. Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak emanet yükünü hakkıyla taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Âdem kıssası, insanı Allah'ın emrine uymaya, yasaklarından kaçmaya alıştırıyor, İblis'in düşmanlığını hatırlatıyor.

Eşyanın isimlerini insan kendiliğinden bilip öğrenmiş değildir. Meleklerin ve insanın Allah'ın öğrettikleri ve öğrenme kabiliyeti verdiklerinin dışında kendiliklerinden bir ilimleri yoktur.[460] İnsana, Allah ilim öğrenme yeteneği vermemiş, onu vahiyle desteklememiş, ona eşyanın isimlerini öğretmemiş olsaydı, insan dünyada hiçbir ilerleme gösteremez, yeryüzünün efendisi, halifesi de olamazdı. Öğretilen isimler sayesinde bilgiye, bilince, adlandırmaya, bilmeye, idrâk ve ifade etmeye kavuşmuş bulunuyoruz. Bunlar olmadan hayat olur mu?

İlimlerin kaynağı olan Kur'an'ı öğreten O olduğu gibi Beyanı, açıklama yeteneğini de Allah öğretmiştir. "Rahmân, Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı/açıklamayı öğretti."[461]

Meleklerin Allah'ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri, gaybın Allah'a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, bizim bilmemizin faydalı olmadığı gaybı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, kâhinler, medyumlar, cinciler, üçkâğıtçı sihirbazlar yalancıdır.

Hz. Âdem'in cennete konulmasının hikmetini en iyi Rabbimiz bilir. Onun cennet hayatının, Allah'ın nimetlerinin büyüklüğünü görme, O'nun koyduğu sınırları tanıyıp onlara uyma, insana kötülük yapabileceklere karşı dikkatli olma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu cennet, insanlar için bir örnektir ya da dünyayı nasıl cennet gibi yapabileceklerinin metodunu göstermedir. Kişi kendi hayatını dilerse cennet gibi ve ölümden sonrasını da cennet yapar; dilerse hayatı kendisi ve çevresi için cehenneme çevirir. Allah'ın bir emrine isyan insanın Cennetten uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Yapılan isyana, hatayı kabul edip tevbe edilmez ve Allah'ın emrine karşı bir mantık yürütülmeye, hataya te'vil bulup kılıf uydurmaya kalkılırsa Allah'ın lânetine uğranılan şeytanlaşma söz konusu olacaktır. Hz. Âdem'in cennet hayatı bu esprileri hatırlatıyor.

 

Kaybedilen cenneti yeniden bulmanın yolu, İslâm'ın tanımını yaptığı takvâ elbisesini kuşanıp müttakîlerden olmaktır. Bu ahlâk, yeryüzünü de insan için cennet haline getirecektir. Müttakîlerden kurulu bir toplum, saadet/mutluluk toplumudur. Takvâ sahibi mü'minler, her devirde asr-ı saadeti yaşayan, saadeti asra taşıyan kutlu insanlardır. Müttakîler için hazırlanmış olan ebedîlik cenneti, geçici olan dünya cennetinde kazanılır. Dünyayı kendisi ve çevresi için cennet gibi yapanlar, Âhiret cennetine adaydırlar. Ebedîlik cenneti, ancak bir bedel karşılığı kazanılır. Bu bedeli mü'minler nefisleriyle, İblisle ve Allah'ın düşmanlarıyla, her şartta ve her imkânda mücadele ederek, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah'ın emrini yerine getirerek öderler. Hz. Âdem'in cennet hayatı, bu gerçeklerin işaretlerini vermektedir.

Hz. Âdem, cennette olmasına rağmen yasak ağaca yaklaşmama emri ile denendi. İnsan orada bile başıboş, kuralsız ve sorumsuz değildi. İnsan yeryüzünde, İblis'in serbestçe faaliyet yapabildiği, nefislerin hoşuna gidecek sayısız çekici zevklerin olduğu, saptırıcıların kol gezdiği bir ortamda başıboş olabilir mi? Kuralsız ya da şeriatsiz kalabilir mi? Sorumluluk, hayatın anlamıdır ve devamını sağlayan en önemli ilkedir. Sorumsuzluk kişi için yokluktur. İnsanın yokluktan kurtulup var olmasını isteyen Yaratıcı, onu yaptıklarından ve emaneti taşıma görevinden sorumlu tutmuştur. Bu, ona değer vermedir, bir başka deyişle adam yerine koymadır.

Yasak ağaç -Allah daha iyi bilir- yeryüzündeki yasakları/haramları sembolize etmektedir. Rabbimiz bununla insanları kendi haram sınırları konusunda duyarlı olmaya davet ediyor. Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem'in şekavetine/bedbahtlığına sebep oldu.[462] İnsan tıpkı atası Âdem gibi, ister bilerek, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O'nun sınırlarını çiğnerse ya da hükmüne uymazsa; şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrar, çok şey kaybeder.

Günümüzde ne yazık ki İblis’in yandaşları yeryüzünün her tarafını, işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden yasak ağaçlarla doldurdular. Onlar, sürekli yasak ağaç üretmekte ve onu reklâmlayarak pazarlamaktadırlar. Şimdilerde asıl mesele, yasak olmayan ağaçları bulup onların meyvesinden yemek ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmek ve diğer insanlara sunmaktır.

İnsan, diğer varlıklardan üstün kılınmasına rağmen,[463] hem unutkan ve zayıftır, hem de yaratılışında olan çamurluğa ve İlâhî ruha meyillidir.[464] Hz. Âdem, cennette olmasına ve Rabbinin uyarılarına rağmen yasağı unuttu.[465] İnsan, unutarak veya aldanarak hata yapabilir. Mü'min insana düşen, hatasını İblis gibi savunmak değil; Âdem ve eşi gibi hatasını anlayıp Allah'tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder. [466]

Hz. Âdem ve Hz. Havva, hatalarını anladıktan sonra şu duayı yapmışlardı: "(Âdem ile eşi) dediler ki: 'Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz."[467] Yaptıkları bu dua, tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin, cezaya sebep olacağının delilidir. Öyleyse bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah'a istiğfârda (bağışlanma dileğinde) bulunmalı. Peygamberimiz bile her gün sayısız çoğunlukta istiğfâr ederdi. [468]

İblis, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. İblis de, onun askerleri ve yardımcıları da tatil yapmayacaklar.[469] İblis ve yandaşları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah'tan, O'na ibâdetten, O'nun yolunda harcama yapmaktan alıkoymaya çalışırlar. Onlar, müslümanların bütün hayırlı işlerine engel olmaya gayret ederler.

Allah, Âdem'i ve eşini affetti. Çünkü onlar günahlarını itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah'ın emrini beğenmezlik etmediler, O'na karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabullenmedi, Allah'ın emrine karşı istikbar etti. Allah'ın İslâm’la gönderdiği hükümlere/ölçülere teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıp Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, İlâhî yasaklarda, Allah'ın hükümleri konusunda pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, İblisin arkadaşıdırlar.

Hataya düşmenin, günah işlemenin sebebi, başkasının teşviki olsa bile, insanın bizzat kendisi esas suçludur; esas sebep, insanın kendi arzusu, kendi hevâ ve hevesidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse bir başkasının yerine kulluk da yapamaz. Herkesin yaptığı kendisine aittir.

Kadın, insanın asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşi veya annesidir. Üstünlük cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır.

Çıplaklık şeytandandır. O, Hz. Âdem'i ve eşini cennette kandırarak onları elbiselerinden soydu, ayıp yerlerini ortaya döküp onları utandırdı. Bu olay, aynı zamandan hem günah işlemenin insanı sıkıntıya sokacağına, hem de şeytanın insanı elbiselerinden soyarak ona daha rahat hâkim olabileceğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur'an insanları bu konuda uyarmaktadır: "Ey Âdemoğulları, şeytan, anne-babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın." [470]

Bilinmeli ki, avret yerlerini örtmek ve namusu korumak ölçüsü, insana verilmiş önemli nimetlerden ve yüceliklerden biridir. Değerini anlayanlar için böyledir ama, hayvanlar örtünme gereği duymazlar. Hz. Ömer'in rivâyetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:  "Kim (uygun) bir elbise bulursa onunla (gereği gibi) örtünsün. (Giyerken), elbise köprücük kemiğine gelince; 'Beni giydiren, kendisiyle avret yerimi örten ve hayatıma (o elbise ile) güzellik kazandıran Rabbime hamdolsun' desin." [471]

İblis, çıplaklığı insanları avlamak için bir tuzak olarak kullanıyor; ağına düşürdüğü kurbanlarının da takvâ elbisesinden sıyrılıp ayıplarının ortaya dökülmesine çalışıyor. Onları Rablerinin huzurunda, insanların içerisinde rezil ediyor. Mü'min, takvâ elbisesi ile ruhunu, hayatını ve edebini koruma altına alır. İman ve takvâ ile Allah'ın istediği gibi bedenini örtüp, haysiyetini, iffetini, şerefini ve fıtrattaki yüceliğini korur.[472] İblis ve yandaşları İslâm'ın getirdiği tesettür/örtünme ölçüleriyle savaşırlar. Çünkü örtüsüzlük, insanları, toplumları ve nesilleri bozmaya götüren önemli yollardan biridir. Günümüzdeki İblis askerlerinin de belirttiği doğru olabilir; "tesettür siyasal ve dinsel bir simgedir." Tamam da, açıklık ve çıplaklık da şeytanî bir simge ve haram tanımazlığın, ahlâksızlığın simgesidir/alâmetidir. [473]

Âdem kıssasında cennette iskân, yasak ağaçtan yeme ve tevbe”den oluşan üç aşama, Abduh’a göre insanın yaratılışındaki üç evreye tekabül eder. Âdem kıssası Âdemoğlunun kıssasıdır. Âdem’in adının anılması, kavmi, büyüğünün adıyla anmak kabilindendir. Cennette iskân, üzüntü ve kederin olmadığı, “kederden kaç hazza koş” sözünde ifadesini bulan çocukluk evresine delâlet eder. Ağacın meyvesinin yasaklanması ve bu yasağı çiğnemek irâdenin ortaya çıkma evresine, pişman olarak Allah’a yönelmek ise olgunluk evresine tekabül eder. Allah’tan kelimelerin verilmesi insan aklının hakikati bulmaya yetmediği, mutlaka nübüvvete ihtiyaç duyduğuna delâlet eder.[474] İnsanlığın atası Âdem’in yaşadığı bu süreçle, her bir insanın anne karnında yaşadığı embriyolojik gelişim süreci arasında, “tedebbür” için bazı paralellikler kurulabilir mi? Anne rahmi, Âdemoğlunun zahmetsizce yaşadığı bir tür “cennet”; Âdem’in kovuluşu, insanın dünyaya gelişini; Âdem’in yasak ağaçtan yedikten sonra cinselliği keşfetmesi, insanın âkıl-bâliğ olarak cinselliği keşfetmesini çağrıştırır. İnsanın dünya hayatının âhirete nisbeti, ana rahmindeki sürenin dünya hayatındaki süreye nisbeti gibidir. Allahu a’lem. [475]    

Hz. Âdem Kıssasından Çıkarılabilecek Dersler ve İbretler

1- Bu kıssada üç yaratıktan söz edilmektedir. Bunlar: Teslimiyet örneği melekler; kibir, öfke, isyan ve günahta ısrar eden nankörlük örneği İblis ve iyiliğe de kötülüğe de yönelme hissini içinde barındıran, her iki yöne de gidebilme gücüne sahip olan insan.[476] İnsan bu haliyle hem meleklerle hem de İblis'le aynı yerde bulunabilecek ve yarışabilecek durumdadır. Yani hem meleklerden de yüce, hem de İblis'ten de aşağılık olabilir. [477]

2- Hz. Âdem kıssası, bütünüyle yaratılışın ve insanlığın hikâyesidir. Onun var edilmesiyle yeryüzündeki hayat olgunluğa ulaşmıştır. Bu kıssa, insanın yeryüzü sınav alanına inmesinden Allah'a dönüşüne kadar geçen zamanın açık bir sahnesidir. 

3- İnsanın dünyadaki hayatı tesadüfen başlamamıştır. Onu Allah yaratmış ve yaratılışını da belli ölçüler içinde ve kâinatın işleyişiyle uyumlu bir şekilde yapmıştır.

4- Allah, yüce gücü bilinsin diye varlıkları ve insanı yarattı. O kendisine ibâdet edilmesini sevdiği için, ibâdet edici kullar var etti. O aynı zamanda az bir amele çok karşılık vermeyi, suç işleyeni affetmeyi sever. Bu da insanın yaratılışı ile gerçekleşti. Allah'ın bir adı da Muhsin'dir. O kullarına ihsan etmeyi sever. Âdemoğullarını yarattı ve onlara bol bol ihsan etti.

5- Kur'an'da Hz. Âdem'in topraktan yaratılışının yedi yerde tekrar edilmesi, aynı zamanda ölümden sonra diriliş olacağına bir işarettir. İnsanı topraktan yaratan, çürümüş ve toprağa karışmış kemiklere de can verebilir. [478]

6- Yüce Allah, yoktan varlık, zayıftan güçlü, sâkinden hareket, cansızdan canlı yaratır. Onun izniyle su ve toprak hareket eder, konuşur hale gelir.[479] İnsan, kendisini böyle yaratan zâta karşı sorumlu değil midir?

7- İnsanın topraktan yaratılması, bir yönüyle Allah'ın yüce kudretine delil olurken; bir yönden de insana bir hatırlatmadır: "İşte senin aslın, hakir/âdi bir çamurdur. Büyüklenmeye hakkın yoktur." O Yüce Kudret sayesinde çamur insan haline geldi. O çamura üflenen İlâhî ruh onu canlandırıyor, hareketli hale getiriyor. Bu insanın iki boyutlu olduğunu da göstermektedir.  

8- İnsan, kâinatta üstün, eşsiz bir varlık olarak yaratılmış, bu eşsiz ve üstün konumuyla uyumlu bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Onun bu dünyadaki sıfatı "halife"dir. Halife, başkasının yerine geçmek anlamına gelmektedir. İnsan ya yeryüzüne ya da başka toplulukların yerine vâris kılınmıştır.[480] İnsan dünyada kendi başına buyruk olarak yaratılmamıştır. İnsan, Allah'ın ölçülerini unutmamalı, halife olduğunu hatırından çıkarıp kendini hâkim zannetmemelidir. Eğer haddini aşıp böyle bir iddiada bulunursa kâfir, zâlim ve fâsıklardan olacaktır. [481]

9- Âdem'e isimlerin öğretilmesi, hem insanın değerinin yüce olduğuna bir işarettir; hem de kullar için muazzam bir nimettir. Öğretilen isimler sayesinde bilgiye, bilince, adlandırmaya, bilmeye, idrak ve ifade etmeye kavuşmuş bulunuyoruz. Bunlarsız hayat nasıl olurdu?

10- Meleklerin Allah'ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri; gaybın Allah'a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, meleklerin ve bizim bilmemizin faydalı olmadığı 'gayb'ı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, medyumlar, kâhinler yalancıdırlar.

11- Meleklerin "yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek halife mi yaratacaksın?" diye sormaları ve Allah'ın cevap olarak "sizin bilmediğinizi Ben bilirim," demesi göstermektedir ki, bilmeden hüküm vermek yanlıştır, hele dinî konularda rastgele fetvâ vermek kötüdür.

12- Allah, Âdem'e isimleri öğreterek eşya hakkında temel bilgiyi vermiştir. İnsana bilgi ve yetki (irâde) birlikte verilmiş ve ondan bazı isteklerde bulunulmuştur. O hilâfetini bu verilen bilgi ve yetkiyle sürdürecektir. Hilâfeti adâlet sınırları içinde olmalı; hevâsına uymamalı ve Allah'a teslim olması gerektiğini unutmamalıdır.[482] "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözü aynı zamanda insanların tümüne verilen nimetlerin hatırlatılmasıdır.

13- Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak "emanet" yükünü taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Dağların, yerin ve göklerin taşıyamamaktan korktukları[483] "emanet" nedir? Gerçek mü'min olmak, insanlar arasında emîn/güvenilir sıfatı kazanmak, Allah'tan gelen İlâhî vahiyden emin olarak, İlâhî hükümleri tereddütsüz kabul etmek, kulluk emaneti, Kur'an ve Kur'an'la bildirilen İlâhî yasalar, insana yeryüzünde yön veren serbest irâde... Bütün bunlar, emanetin değişik açılardan görünüşüdür. İrâdesini Allah'ın hükmüne tâbi kılanlar, halifelik görevini yaparlar; irâdelerini İblis'e ve nefislerine teslim edenler ise emanete ihanet ederler.

14- Meleklerin Hz. Âdem'e secdesi, insana verilen değerin göstergesidir. Başta melekler olmak üzere yeryüzündeki hemen her şey, insanın hizmetine verilmiştir. "O, arzda/yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı."[484] Her şey, insanın önünde melekler gibi âdeta secde (bey'at/hizmetinde olma yemini) etmektedir. Bu hizmetten ise yalnızca İblis kaçınmaktadır. O, evrensel değerleri ve düzeni inkâr ederek bu âhengin dışında kalmıştır.

15- İblis'in üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî mantıktır. Kur'an'a göre üstünlük takvâda,[485] ilimde[486] ve cihaddadır.[487] Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda iblis anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbâr edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.

16- Allah, Âdem'e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tayin etmişti. İblis bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah'ın Âdem'e verdiği bu halifelik emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden secde etmedi. İblis, Allah'ın gelecek zamanlara ait planlarını ve hikmetlerini göremeyip kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Kim nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis'i isyana sevk eden haset/kıskançlık, kibir ve cehalet, şeytanî özelliklerdir. Kimde bu özellikler varsa, o şeytanî karaktere sahiptir.

                       

17- İblis, Âdem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.[488] Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.

Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş;  ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti.

18- İblis'in belki en önemli hatası, yanlış şekilde kıyas etmesi, Allah'ın hükmüne rağmen akıl yürütmesidir. Bu akıllılık değil; akılcılıktır. Bu şeytanî anlayışa göre ölçü, Allah'ın hükmü değil; akıldır. Böylece akıl putlaştırılmıştır. Aklın Allah'ın hükmüne teslim olması, kulun yaratıcısına itaat etmesi gerektiği halde,[489] kendi görüşünü/hevâsını ilâhlaştırmasıdır. Yani kendi aklınca ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi de Âdem'den üstündür. Hâlbuki o durumda Allah'ın kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula yakışan, mutlak Yaratıcı karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem'i kıskanan İblis isyan etti ve lânetlendi. O, ölçüleri tersyüz etti, Allah'ın yarattığı akılla Allah'ın hükmünü tartmaya çalıştı. Allah'a teslim olması, hükmüne itaat etmesi gerekirken alternatif üretmeye kalktı. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur." [490]

19- Şeytanın ateşin topraktan üstün olduğuna dair hükmü de yanlıştır. Toprak, nimetleri, bereketi, üremeyi temsil eder. Toprağın bu üreticiliğine, besleyiciliğine karşılık, ateş; yakıcı, yıkıcı, mahvedicidir. Bu, toprağın ateşe mânevî üstünlüğüdür. Maddî üstünlük ve galibiyete gelince, ateş toprağı yakamaz; ama toprak ateşi söndürür. Ateş geçicidir, yanan ateş,  bir müddet sonra sönüp kaybolur gider. Toprak ise çağlar boyu, nesilden nesile hem de çeşit çeşit verir de verir. Ateşin, yani yakıcı ve yıkıcı şeylerin, meselâ ateşli silâhların, atom bombası vb. araçların güç kaynağı, büyüklük ve üstünlük vasıtaları olduğunu iddia etmek şeytânî bir değerlendirmedir. Şeytan, bu tür yakıcı ve yıkıcı şeyleri, dostlarının gözünde büyüterek, bu sahte güçleri elinde bulunduranlardan insanları korkutur. Ayrıca toprak tevâzunun, secdenin timsalidir; ateş ise isyanın. 

20- Kibir/büyüklük taslamak, insanı alçaltan şeytanî bir huydur. Bu huy, insanı Allah'ın hükümleri karşısında istikbâr etmeye ve istiğnâ duygusuna götürür. Kibir, istikbâr, istiğnâ (kendini Allah'a karşı muhtaç hissetmeme) duyguları, şeytanın önemli araçlarındandır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün azılı inkârcıların tavrı istikbârdı. Bu çirkin huy yüzünden insanlar Rablerine secde etmekten,  O'nun emirlerini dinlemekten yüz çevirirler.

İnsanın topraktan yaratılmasının bir hikmeti de, toprağın tevâzu (alçak gönüllülük) ve haddini bilme halini hatırlatmasıdır. Böylece insan, Allah karşısında haddini bilmeye çağrılıyor. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltir; kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır." [491]  

 21- Allah, meleklere "bir halife yaratma" iradesinden söz etti. Bu âyetten, bir şey yapmadan önce akıllı ve işin ehli insanlara danışma (istişâre etme) ahlâkına işaret çıkarılabilir.

 22- Hz. Âdem'in cennet hayatının, Allah'ın nimetlerinin büyüklüğünü görme, O'nun koyduğu sınırları tanıyıp onlara uyma, insana kötülük yapabilecek düşmanlarına karşı dikkatli olma bilincine sahip olma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu cennet, insanlar için bir örnektir. Dünyayı nasıl cennet gibi yapabileceklerinin metodunu gösterir. Kişi kendi hayatını cennet gibi ve ölümden sonrasını dilerse cennet yapar; dilerse hayatı kendisi ve çevresi için cehenneme çevirir. Hz. Âdem'in cennet hayatı bu espriyi hatırlatıyor.

Allah'ın başlangıçta insan için uygun gördüğü yer cennettir. İnsan, Allah'ın hidâyetine uyar ve hatalarında ısrar etmeyip tevbe yolunu seçerse yine cennete kavuşacaktır. Ancak bu defa kazanarak, yani dünyada iken şeytanın yolunu reddedip Allah'ın emri istikametinde yol almanın mükâfatı olarak cennete girecektir. [492]

 23- Allah, Âdem'in hayatının bir bölümünde fiilen gösterdiği, sayısız nimetlerle donattığı, gözlerin görmediği huld cennetini, müttakîler için, Allah'tan hakkıyla korkup sakınanlar için hazırlamıştır.[493] Kaybedilen cenneti yeniden bulmanın yolu, Kur'an'ın tanımını yaptığı takvâ elbisesini kuşanıp müttakîlerden olmaktır. Bu ahlâk, yeryüzünü de insan için cennet haline getirir. Müttakîlerden kurulu bir toplum, saâdet/mutluluk toplumudur. Günümüzde de insan "asr-ı saâdet"i yaşayabilir; "saâdet"i "asr"a taşıyabilir. Nasıl mı? Cevabı "Asr" sûresinde.

  24- Hz. Âdem'i şekavete (bedbahtlığa/mutsuzluğa) düşüren şey, İblis'e aldanıp Rabbinin tenbihini/uyarısını unutmaktır. Onun ve soyunun şekavetten kurtulması da Allah'tan gelen "hidâyet"e uymasıdır.[494] İlâhî hidâyette yaratılışın cevabı, saadetin formülü, kurtuluşun reçetesi vardır. Bu hidâyette fıtratın ihtiyaç duyduğu ilkeler ve ölçüler, fazilet, en olgun düzen ve dosdoğru bir yol vardır. İnsan, sapmamak ve sıkıntıya uğramamak için Allah'ın hidâyetine tâbi olmalıdır. O daima bu hidâyete muhtaçtır. Bu hidâyetten ve Allah'ın zikrinden yüz çevirenler, kendi bedbahtlığını kendileri kazanırlar, gündüzleri geceye ve nurları zulumâta (karanlıklara) çevirirler. [495]

25- Müttakîler için hazırlanmış olan ebedîlik cenneti, geçici olan dünya cennetinde kazanılır. Dünyayı kendisi ve çevresi için cennet gibi yapanlar, âhiret cennetine adaydırlar.  Huld (ebedîlik) cenneti, ancak bir bedel karşılığı kazanılır. Bu bedeli, mü'minler, nefisleriyle, şeytanla, şeytanlaşanlarla her şartta ve imkânda mücadele ederek, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah'ın emrini yerine getirerek öderler. Cennet, kul için üstün bir makam olduğundan, orayı hak etmenin bedeli de ona göredir. Orayı arzu edenler, gereken bedeli ödemek zorundadır. 

26- Hz. Âdem, cennette olmasına rağmen "yasak ağaca yaklaşmama" emri ile denendi. İnsan orada bile başıboş, kuralsız ve sorumsuz değildi. İnsan, yeryüzünde, şeytanın serbestçe faaliyet yapabildiği, nefislerin hoşuna gidecek sayısız çekici zevklerin olduğu, devlet eliyle haramların kolaylaştırılıp Allah'a itaatin önüne sayısız engeller konulduğu, saptırıcıların kol gezdiği bir ortamda başıboş olabilir mi? Kuralsız ya da şeriatsiz kalabilir mi? Bunca şeytânî yollar içinde kılavuzsuz sırât-ı müstakimi bulabilir mi?

27- Sorumluluk, hayatın anlamıdır ve devamını sağlayan en önemli ilkedir. Sorumsuzluk kişi için "yok"luktur. İnsanın yokluktan kurtulup "var" olmasını isteyen Yaratıcı, onu yaptıklarından ve emaneti taşıma görevinden sorumlu tutmuştur. Bu, ona değer vermedir, bir başka deyişle "adam yerine koyma"dır. Yasak ağaç, ihtimal ki yeryüzündeki haramları sembolize etmektedir. Rabbimiz bununla insanları kendi haram sınırları konusunda duyarlı olmaya davet ediyor.

28- Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem'in şekavetine (bedbahtlığına) sebep oldu.[496] İnsan, tıpkı atası Âdem gibi, ister bile bile, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O'nun sınırlarını çiğnerse veya hükmüne uymazsa, şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrayıp çok şey kaybeder.

Günümüzde tâğûtî düzenlerin ve düzenbazların egemenliği sayesinde şeytanın yandaşları yeryüzünün her tarafını işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden "yasak ağaçlar"la doldurdular. Onlar sürekli "yasak ağaç" üretmekte ve şeytânî vesvese ve kandırmaca ile insanları o ağaçlara yaklaştırmaktadırlar. Müslümana yakışan, yasak olmayan ağaçlar bulup onların meyvesinden yemek, ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmektir.   

29- Âdem ve eşi cennetteyken Allah tarafından denenmiş ve eğilimleri ortaya çıkmıştır. Dünyada da benzer bir imtihan vardır. Her iki imtihanda da Allah'ın sınırsız mubah alanı ve çok az haram alanı vardır. Mubah alan, insanın tüm ihtiyaçlarını sonuna kadar karşılamaya yeterlidir. Helâl/mubah nimetler, keyfe kâfidir. Bundan dolayı haram sınırını aşan kimselerin kendilerini savunabilecekleri hiçbir gerekçeleri olmaz. Savunma çabaları, temelsiz görüşlerden (hakkı göremeyişlerden) başka bir şey değildir; tıpkı şeytanın demagojileri gibi.   

30- İnsan, diğer varlıklardan üstün kılınmasına rağmen,[497] hem unutkan ve zayıftır, hem de İlâhî ruha yatkınlığı yanında, yaratılışında olan çamura/çamurluğa da meyillidir. [498]

31- Hz. Âdem, Rabbinin uyarılarına rağmen yasağa uymayı unuttu.[499] İnsan unutarak veya aldanarak hata yapabilir. İman eden insana yakışan, hatasını İblis gibi savunmak değil; Âdem ve eşi gibi yanlışını anlayıp Allah'tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder.[500] Hz. Âdem ve Hz. Havvâ'nın, hatalarını anladıktan sonra yaptıkları dua; tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin delilidir. Öyleyse, bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah'a istiğfarda (bağışlanma dileğinde) bulunmalıdır. 

32- Çıplaklık şeytandandır. O, Hz. Âdem'i ve eşini cennette kandırarak onları elbiselerinden soydu, ayıp yerlerini ortaya döküp onları utandırdı. İnsan, fıtrî olarak hayâ duygusuna, çıplaklıktan utanma hissine sahiptir. Hayâsız insanlar, fıtratları bozulmuş, insanlıktan uzaklaşmış kimselerdir. Bu olay, aynı zamanda hem günah işlemenin insanı sıkıntıya sokacağına ve hem de şeytanın insanı elbiselerinden soyarak ona daha rahat hâkim olabileceğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur'an insanları; "Ey Âdemoğulları, şeytan, anne-babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini sıyırarak onları cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir belâya uğratmasın."[501] diyerek uyarıyor.

 Şeytan, çıplaklığı insanları avlamak için bir tuzak olarak kullanıyor. Ağına düşürdüğü kurbanlarının da takvâ elbisesinden sıyrılıp ayıplarının ortaya dökülmesine sebep oluyor. Onları Rablerinin huzurunda, insanların içerisinde rezil ediyor. Mü'min, takvâ elbisesi ile ruhunu, hayatını ve edebini koruma altına alır. Takvâ imanıyla da Allah'ın istediği gibi bedenini örtüp, haysiyetini, iffetini, şerefini ve fıtrattaki yüceliğini korur.[502] Şeytan ve yandaşları İslâm'ın getirdiği tesettür/örtünme ölçüleriyle savaşırlar. Çünkü örtüsüzlük, insanları, toplumları ve nesilleri bozmaya götüren önemli yollardan biridir. Bilinmeli ki, avret yerlerini örtmek ve korumak ölçüsü, insana verilmiş önemli nimetlerden ve yüceliklerden biridir.     

33- Fıtratı bozulmamış insanlar, kötülüğü kolay kolay kabul etmezler. İblis, insanın bu özelliğini bildiği için ona öğüt veriyormuş edasıyla sokulur, doğrulardan olduğuna inandırmak için yemin eder, yasakları çiğnetmek için bunu yapınca elde edeceği çok güzel sonuçlardan bahseder ve böylece onu kandırabilir. Şeytan ve onun yardımcıları, insanı kandırmak için daima hoşa gidecek şekilde yaldızlı ve süslü sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı -kendilerine göre- deliller getirirler, ikna odaları kurarlar, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Allah tarafından yasaklanan şeyleri, çeşitli yorumlarla güzel/normal göstermeye çalışırlar. Bütün bu nefse hoş gelen söz ve tavırlar, aslında saptırıcı, istikameti şaşırtıcı ve çarpık içeriklidir. Bu câzip yöntemler, avlarını tuzağa düşürmeye yarayan hilelerdir. [503]

34- İnsanda mevcut hali yeterli görmeme, bulunduğu mevkiden daha üstün konuma geçme arzusu vardır. Bazan insan bunun için haramları da çiğneyebilir. Şeytan, Âdem ve eşini üstün bir mevki göstererek ve buna inandırarak kandırmış, yasağı çiğnemelerini sağlamıştır.     

35- Şeytan, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. Ne şeytan, ne de onun yardımcıları tatil yapmayacaklardır.[504] Şeytan ve dostları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah'tan, O'na ibâdetten, O'nun yolunda harcama yapmaktan, cihaddan, her türlü hayırlı işlerden alıkoymaya çalışırlar.

36- "Kahrolsun İblis!" demenin, "şeytana uydum", "şeytanın vesvesesi, kandırması olmasaydı..." demenin faydası yoktur. Kişi kendi arzusuyla ve nefsinin isteğiyle şeytanın aldatmalarına kanar, onun adımlarını izler. Çünkü şeytanın ve yandaşlarının sâlih mü'minler üzerinde bir gücü yoktur. O yalnızca vesvese verir, davet eder, günahları ve dünya tutkularını çekici gösterir, yanlış yapmaya özendirir.[505] O, hiç kimseyi kendi emrine uymaya zorlayamaz. Üstelik, şeytanın hilesi, oldukça zayıftır.[506] Ama ne yazık ki insanların çoğu bu zayıf hilelere aldanır. Şeytanın davet ettiği veya söz verdiği şey de aldanmadan, yanılmadan, yani seraptan ve ümniyyeden (boş hayalden) başka bir şey değildir. [507]

37-    İblis'in lânete uğrama meselesi, sadece Allah'ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü'min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme, özür dileme yerine itirazı ve rezil bir hayatı tercih etti. İnsanın kendi hatasını savunması, te'vil etmesi, suçunu Allah'a karşı itiraf edip kabullenmemesi şeytanî özelliktir.

Allah, Âdem'i ve eşini affetti. Çünkü onlar, günahlarını Allah'a itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah'ın emrini beğenmezlik etmediler, ona karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabul etmedi. Allah'ın emrine karşı istikbâr etti. İnsanın önünde iki yol vardır. Birisi, İblis'in itaatten çıkma ve Allah'a isyan yolunda ısrar yolu; diğeri, Âdem'in hatasından dönüp tevbe etme yolu.  Allah'ın İslâm'la gönderdiği hükümlere (ölçülere) teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıpkı Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, farz ve haramlarda (Allah'ın hükümleri konusunda) pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, şeytanın arkadaşıdırlar.

38- Hataya düşmenin, günah işlemenin sebebi, üçüncü şahısların teşviki olsa bile, esas suçlu, insanın bizzat kendi arzusu, kendi hevâ ve hevesidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse bir başkasının yerine kulluk da yapamaz. Herkesin yaptığı kendisine aittir.

39- Allah, yasak sınırını aşan Âdem ve eşini affetmiş, dünya imtihanını günahsız olarak başlatmıştır. Tüm insanlar da dünyaya günahsız olarak gelecekler, dünya hayatları boyunca sayısız imtihanlar geçireceklerdir. 

40- Kadın, tüm insanların asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşidir. Üstünlük, cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır. Bu kıssaya göre, şeytanın ilk saptırdığı kadındır veya erkektir denilemez. Kadının, şeytanın görevini üstlenip kocasını saptırdığı da iddia edilemez. Kadın ve erkek (Âdem ve eşi), yasağı birlikte çiğnemişler; yine birlikte tevbe etmişlerdir.

Yine bu kıssaya göre, insanoğlunun hangi şeyden yaratıldığı gâyet açıktır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi iddialar, Kur'an'dan dayanak alamaz. Kadın ve erkeğin ortak adı insandır ve insan topraktan yaratılmıştır. [508]  

41- Allah, hâlis (ihlâs sahibi) kullarını meleklerle de destekleyecektir. Melekler, muhâfızlık yaparak, haber (vahy) getirerek, mü'minleri müjdeleyerek, cihadda mü'minlerle birlikte yer alarak ve onlar için Allah'a dua ederek mü'minleri destekleyeceklerdir. [509]

Şeytan melek değil; cinlerdendir.[510] Dolayısıyla melekler, Allah'a isyan etmezler. Melekler, bazı müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah'ın kızları da değildir. Allah'a tamamen teslim olmuş, Allah'ı hamd ile tesbih eden kullardır.   

42- İblis, Allah'a inanmakta, O'nun sıfatlarını bilmektedir. Ancak Allah'a itaat etmeyip büyüklenen ve yüz çeviren biridir. Bu yüz çevirmesi ve büyüklenmesinden dolayı lânetlenmiştir. İnsanlardan da kim büyüklük taslar, Allah'ın emirlerinden yüz çevirirse Allah'ı tanısa ve O'na inandığını söylese de İblis gibi nankörlerden sayılacak ve lâneti hak edecektir. İsyan eden, büyüklenen ve Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışanlar, İblis ile birlikte cehennem halkı olarak orayı dolduracaklardır.    

43- İnsan, şeytanın kendisine düşman olduğunu ve daima kendisinin felâketini istediğini unutmamalıdır. Şeytanın ve dostlarının tuzağına düşerek günah işlemesi, onun şeytan tarafından zavallı duruma düşürülmesi demektir. Günaha devam ettikçe hareket yönü, alçalmaya doğru olacaktır. Tevbe etmemek ve şeytanın süslediği hayallere dalmak, zaafın ve alçaklığın en derinine doğru yol almak demektir. İnsanın şerefli olabilmesi için el-Aziz olan Allah'a dayanıp teslim olması, isyandan ve şeytandan uzak durması gerekir.    

44- Kur'an, şeytanın velî (dost-yardımcı) tutulmamasını ihtar ediyor.[511] Şeytanla dost olmak, yılanla yatağa girmekten çok daha tehlikelidir. Akıllı insan, kendine zararlı dost tutmaz. İnsan, ya Allah'ın hizbi, ya şeytanın hizbidir (yandaşı, taraftarıdır).[512] İnsan savaşçıdır; ya Allah yolunda ya da tâğut uğrunda.[513] İnsanın her davranışı bir ibâdettir; Allah'a veya şeytana ibâdet![514] Yolların ayrılış noktası; insanın ya Allah'ın emirlerine kulak verip hakka itaat etmesi yahut da şeytana uyup onun emirlerine itaat etmesidir. Üçüncü bir yol yoktur. Ya Allah yahut şeytan. Ya hidâyet yahut dalâlet. Ya hak, ya bâtıl. Ya kurtuluş ya hüsran. Kur'an'ın bütünüyle anlattığı hakikat işte budur. Diğer bütün düşünceleri ve insanları ilgilendiren halleri Kur'an, bu hakikat üzerine bina eder.   

                                                              

Şeytan ve yandaşlarına karşı mücadele ciddî ve sürekli bir iştir. İnsan güçlü bir iman ve şeytanın istekleri yerine Allah'a şartsız itaat ile mücadeleyi başarı ile bitirebilecek ve şeytanın alçaltmasından kurtulmuş olacaktır. İnsan, sürekli olarak şeytanî hilelere karşı uyanık olmalı, onlarla savaşmalı, tuzakları sezmeye ve açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Ancak her şeye rağmen tuzağa düşebilir. Tuzağa düşünce de tevbe ederek toparlanmalıdır. İnsan fıtratına uygun davranış, hatalarda ısrar değil; tevbedir. [515]    

Âdem kıssası, tüm insanlığın tarihidir. Bu kıssa, insanı Allah'ın emrine uymaya, yasaklarından kaçınmaya alıştırıp teşvik ediyor, İblis'in düşmanlığını hatırlatıyor. Adam olmak; Âdem olmak, Âdem gibi olmak, onun gibi yaşamak demektir. Âdem, yeryüzünde halife olarak yaratılmıştı. Âdem kelimesi elif, dal ve mim harfiyle yazılır. Âdem’in elif’i kıyâmı, dal’ı rukûyu, mim’i de secdeyi çağrıştırır. Adam olmak, Allah için kıyâm etmek, belimizi sadece O’nun huzurunda bükmek, O’nun huzurunda eğilip başkalarının önünde eğilmemek ve sadece O’na secde etmekle, ibâdet edip kulluk yapmakla mümkün olur. Âdem gibi/Adam gibi adam olanlara selâm olsun!                     

 

Âdem (a.s.)  ile İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Âdem İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 25 Yerde): 2/Bakara, 31, 33, 34, 35, 37; 3/Âl-i İmrân, 33, 59; 5/Mâide, 27; 7/A’râf, 11, 19, 26, 27, 31, 35, 172; 17/İsrâ, 61, 70; 18/Kehf, 50; 19/Meryem, 58; 20/Tâhâ, 115, 116, 117, 120, 121; 36/Yâsin, 60.

B-  Âdem (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler        

a-   İlk İnsan ve İlk Peygamber Hz. Âdem: Bakara, 30-31, 33, 37; Al-i İmran, 33, 59; Nisâ, 1, 116, 120; En'am, 2; A'raf, 12, 23, 189; Hıcr, 26, 28, 43; İsrâ, 61, 64; Kehf, 50; Tâhâ, 115, 123; Mü'minun, 12; Rûm, 21; Secde, 7; Sâd, 71, 85; Zümer, 7; Rahmân, 3-4, 14; İnsan, 1.

b-  Âdem A.S.'ın Yaratılışı: Bakara, 30; Al-i İmran, 59; Nisâ, 1; A'raf, 189; Mü'minun, 12; Furkan, 54;  Secde, 7; Fâtır, 11; Saffat, 11; Sâd, 71-74; Mü'min, 67; Necm, 32; Rahmân, 15; Nûh, 19.

c-   Hz. Havvâ'nın Yaratılışı: Nisâ, 1; A'raf, 189; Rûm, 21; Zümer, 6.

d-   Âdem A.S.'ın Bilgisi: Bakara, 31, 33.

e-   Âdem A.S. ile Şeytan: Bakara, 34-36; A'raf, 19-24; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116-119.

f-   Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın Cennetten Çıkarılışları: Bakara, 35-36, 38; A'raf, 19-24; Tâhâ, 120-121.

g-  Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın Dünyaya İnişleri: A'raf, 24-25; Tâhâ, 122-124.

h-  Âdem A.S.'ın Tevbesi: Bakara, 37.

i-   Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın, Nesillerinden Peygamberler Gönderilmesi: Al-i İmran, 33-34.

j-   Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın, Allah'ın Salih Çocuk Vermesi İçin Duâları: A'raf, 189-190.

k-  Hz. Âdem'in Çocuklarından Hâbil ile Kabil'in Allah'a Kurban Sunmaları: Mâide, 27.

l-   Kabil'in Hâbil'i Öldürmek İstemesi: Mâide, 27-29.

m- Kabil'in Hâbil'i Öldürmesi: Mâide, 30, 32.

n-  Kabil'in, Kardeşinin Cesedini Gömmesi ve Pişmanlığı: Mâide, 31.      

 

 

N Û H  (A. S.)

        

  • Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
  • Nûh Sûresi 
  • Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nûh ve Tevhid Mücâdelesi
  • Nûh Tûfânı
  • Tûfan Evrensel mi, Yoksa Yerel Bir Âfet miydi?
  • Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı?
  • Tûfan'ın Arkeolojik Delilleri
  • Tûfan'dan Söz Eden Din ve Kültürler
  • Nûh Kıssasının Kur’an’da ve Muharref Tevrat’taki Karşılaştırması
  • Nûh’un Gemisine Binmek
  • Nûh’un (a.s.) Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik

Rahmetten Tûfâna

  • Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri

“Gerçek şu ki, Allah Âdem’i ve Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân ailesini seçip bütün İnsanlığın üzerinde bir konuma çıkardı.” [516]

 

“Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.” [517] 

 

 

 

Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği

Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh’un (a.s.), kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh’un (a.s.) kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.

Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, İnsanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında İnsanların hepsi İslâm üzere idiler."[518] İbn Abbas’ın (r.a.) sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, İnsanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.

Ayrıca, İbn Abbas’ın (r.a.) bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem’den (a.s.) en az bin sene sonra olmuştur.

  

Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris’den (a.s.) sonra İnsanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra İnsanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve İnsanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir." [519]

Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" [520]. Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik." [521]

İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” [522]; “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” [523]; “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” [524]; “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” [525].

Nûh’un (a.s.) bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh’un (a.s.) da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed’e (s.a.s.) yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi.” [526]

Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir İnsan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir İnsan olduğunu görüyoruz”[527]; "Bu, sizin gibi bir İnsandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik."[528] Mustaz'af İnsanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” [529]; “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” [530]; “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti.” [531]

Zenginlik ve riyâset sahibi bu İnsanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh’a (a.s.) inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh’a (a.s.) mürâcaat etmişler ve bu İnsanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım.” [532]

Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz." [533]

Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum.” [534]

Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler.”[535] Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler." [536]

Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı." [537]

Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh’a (a.s.) şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler.”[538] Onlar, Nûh’un (a.s.) tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz” [539]

Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi”[540]; “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” [541]; “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı.” [542]

Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu.” [543]

Nûh (a.s.), Cebrâil’in (a.s.) gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi.” [544]

Taberî, Nûh’un (a.s.) kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu.”[545] Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı. [546]

Nûh’un (a.s.) yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı [547]. Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.

Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik."[548] Nûh (a.s.) bu esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.

Nûh’un (a.s.) adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.” [549]

Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkârcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı." [550]

Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.” [551].

Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır.[552] Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı." [553]

Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, İnsanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh’a (a.s.) bildirerek, ortaya koymuştur.

Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti." [554]

Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi." [555]

Taberî'nin Rasûlullah’a (s.a.s.) dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti.[556] Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.

İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in."[557] Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer’in (Cizre) yakınında bulunmaktadır. [558]

Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu.[559] Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, İnsanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur." [560]

Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık.”[561] Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir. [562] Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler. [563]

Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı."[564] Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas’ın (r.a.) görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir. [565]

Nûh (a.s.), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı."[566] Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı." [567]

Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret."[568] Nûh (a.s), Peygamber’e (s.a.s.) ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır. [569]

    

Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe İnsanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira İnsan beşer olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan İnsanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.

Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı kollayan (hak yoldaki trafik canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte, peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris’den (a.s.) sonra tökezlenip bataklığa saplanmış İnsanoğluna Yüce Allah, Nuh’u (a.s.) gönderdi.

Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.

Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir İnsan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde bir İnsandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak kabul etmektedir. Hâlbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi.[570] Eğer Allah dileseydi melek indirirdi.[571] Eğer bu şahıs, Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu.[572] Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.” [573]

Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu vazife, bir İnsana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse, mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır.

Nuh’un (a.s.) kavmi, İbrâhim’in (a.s.) kavmi, Şuayb’ın (a.s.) kavmi... ve nihayet Muhammed’in (s.a.s.) kavminin ithamı, “ayaktakımı” ile bir mi olacağız?” Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.

O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa’nın (a.s.) kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış... Sanki bunlar tarihin başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok... [574] 

Nûh Sûresi

Nûh Sûresi; Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci sûresidir. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibârettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh’un (a.s.) kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.

Nûh (a.s.), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ İnsanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh’u (a.s.) kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Rasûlünün dâvetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.

Nûh (a.s.), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş, onları, sürekli uyarısını yaptığı korkunç azaptan kurtaramamıştı. Sure, Nûh’un (a.s.), mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor.

Sûreye, Nûh’un (a.s.) haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor: "Biz Nuh'u; ‘Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar’ diye vahyederek, kavmine peygamber olarak gönderdik.” (1. âyet)

Nûh (a.s.) onları, Allah'a ibâdet, O'nun azabından korkma (takvâ) ve Rasûle itaate çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin" (3. âyet). Bu çağrıya uymak için İnsanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4. âyet). İnsana verilen zamanın kısıtlı olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu halde; İnsanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün çok yakında gelip çatacağını ona unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.

Nûh (a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için, yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan imana davet ettim." (5. âyet). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s.) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s.), kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikâyet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7. âyet).

Daha sonra, Nûh’un (a.s.) kavmini ne şekilde iman'a dâvet ettiği anlatılmaktadır. Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın hakikatini akıllarda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s.) da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken; maslahata uygun olarak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına geçip haykırmıştı. Nûh’un (a.s.) böyle bir tebliğ metodu takip ettiği; "Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı tebliğ ettim" (9. âyet) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.

İnkâr edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır. İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâfatlandırılacakları gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın nimetleri yağacaktır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde defalarca zikredilmektedir. Bunun içindir ki Nuh (a.s.), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken, iman edip af dilemeleri karşılığında, Allah tarafından nimetlerin bollaştırılması ile de ödüllendirileceklerini onlara bildirmekte idi: "Ve şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin, bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12. âyet).

Nûh (a.s.), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, İnsan aklına hayret verecek ve idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve İnsanoğlunun yeryüzünde yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün incelikleri, İnsan aklına durgunluk verecek ilâhî bir uslûpla bütün peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.

Kavmini ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s.), dokuz yüz elli yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21. âyet).

Kâfirlerin her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s.) kavmi de, onun tebliğinin İnsanlar üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular. Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ", "Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin dediler" (22-23. âyet).

İlâhî tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran İnsanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık, onların İslâm'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri büyük zulümler karşılığında böylece cezalandırmaktadır. Nûh (a.s.), kavminden ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine şöyle seslenmişti: “Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!” (26. âyet). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: “Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet. Zalimlerin ise sadece helâkını artır” (28. âyet).

Ve neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s.) kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir ibret vardır. [575]

Kur’ân-ı Kerim’de Nûh (a.s.) ve Tevhid Mücâdelesi

Hz. Nûh’un ismi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 43 yerde geçer. Nûh (a.s.)’un kıssası, Kur’an’da detaylı bir şekilde 28 ayrı sûrede anlatılmıştır. Bunlar: 7/A’râf, 59-64; 11/Hûd, 25-48; 23/Mü’minûn, 23-30; 42/Şuarâ, 105-122; 54/Kamer, 9-17; 10/Yûnus, 71-74; 21/Enbiyâ, 72, 77; 25/Furkan, 37; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 40/Mü’min, 5; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 71/Nûh, 1-28. Kur’ân-ı Kerim’in 71. sûresinin ismi ise Nûh sûresidir. Bu sûrelerin hepsinde, Hz. Nûh (a.s.)’un peygamber olarak gönderilişi, peygamberliği, dâvetini kavminin bile bile inkârına ve ona isyanı, onların eziyetlerine karşı göstermiş olduğu uzun müddet sabredişi, yalanlayıcıların tûfanla boğulup cezâlandırılması anlatılmaktadır.

“Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.” [576]

 

 “Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik....” [577]

 

 “Andolsun biz Nuh'u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.’ Kavmimin önde gelenleri: ‘Gerçekte biz seni açıkça bir ‘şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz’ dediler. O: ‘Ey kavmim, bende bir şaşırmışlık ve sapmışlık yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim’ dedi. ‘Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. (Ayrıca) Size öğüt veriyor ve sizin bilmediklerinizi ben Allah'tan biliyorum. Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir zikir (Kitap) gelmesine mi şaştınız?’ Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” [578]

"Sizi uyarmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr'in gelmesine mi şaşırdınız? (Allah'ın) Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldığını ve sizin yaratılışta gelişiminizi arttırdığını (veya üstün kıldığını) hatırlayın. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın, ki kurtuluş bulasınız." [579]

 

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara rasulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [580]

 

Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.’ Fakat onu yalanladılar; Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak.” [581]

“Andolsun, biz Nuh'u kavmine elçi gönderdik. Onlara: ‘Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”[582] “Allah'tan başkasına tapmayın! Ben, size (gelecek) elem verici bir günün azabından korkuyorum." (26. âyet). “Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir İnsan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz." (27). “(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” (28). “Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.” (29). “Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?” (30). “Ben size: "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum, gaybı da bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, "Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir" diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum." (31). “Dediler ki: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!” (32). “(Nuh) dedi ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz.” (33). “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. (Çünkü) O sizin Rabbinizdir. Ve (nihayet) O'na döndürüleceksiniz." (34). “(Rasûlüm!) Yoksa, "Bunu uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım." (35). “Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme.” (36). “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!” (37). “Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!” (38). “Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." (39). “Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: "(Canlı çeşitlerinin) her birinden iki eş ile -(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.” (40). “(Nuh) dedi ki: "Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (41). “Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi.” (42). “Oğlu: Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): "Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (43). “(Nihayet) "Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!" denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: "O zalimler topluluğunun canı cehenneme!" denildi.” (44). “Nuh Rabbine duâ edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin." (45). “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (46). “Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” (47). “Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.” (48). “(Rasûlüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.” [583]

"Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak değil." [584]

“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [585]

“(Ey) Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın çocukları! Şüphesiz o, şükreden bir kuldu.” [586]

Biz, Nuh'tan sonra nice kuşakları yıkıma uğrattık. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter.” [587]

İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (İnsan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar.” [588]

 

“Nuh da; daha önce çağrıda bulunduğu zaman, biz onun çağrısına cevap verdik, onu ve ailesini büyük bir üzüntüden kurtardık. Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden ‘ona yardım edip-öcünü aldık'. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi, biz de onların tümünü suya batırıp boğduk.” [589]

 

“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı.” [590]

 

“Andolsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.” [591]; “Bunun üzerine, kavminin inkârcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık." (24). "Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım." (25). “(Nuh), Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” (26). “Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.” (27). “Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: ‘Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun’ de.” (28). “Ve de ki: Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın.” (29). “Şüphesiz bunda (Nuh ve kavminin başından geçenlerde) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz (kullarımızı böyle) deneriz.” [592]

“Nuh'un kavmi de, elçileri yalanlandıklarında onları suda boğduk ve İnsanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azab hazırladık.” [593]

“Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.” [594]; “Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?”(106). “Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”(107). “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”(108). “Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.”(109). “Onun için, Allah'tan korkun ve bana itaat edin.”(110). “Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!”(111). “Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur.”(112). “Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz!”(113). “Ben iman eden kimseleri kovacak değilim.”(114). “Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”(115). “Dediler ki: Ey Nuh! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşlanmışlardan olacaksın!” (116). “Nuh: Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı.” (117). “Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar.”(118). “Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde (taşıyarak) kurtardık.”(119). “Sonra da geri kalanları suda boğduk.”(120). “Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”(121). “Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” [595]

“Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. Böylece biz onu ve gemi halkını kurtardık ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış olduk.” [596]

“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [597]

 

“Hani Biz peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Mûsâ'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.” [598]

 

“Andolsun, Nuh bize (duâ edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık. Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık. Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. Alemler içinde selam olsun Nuh'a. Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk.” [599]

“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış?” [600]

"Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez." [601]

 

“O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” [602]

 

“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud (kavmi) de yalanladı.” [603]

“Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar da fâsık bir kavim idi.” [604]

 

 “Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: "Delidir" dediler. O ‘baskı altına alınıp engellenmişti.' Sonunda Rabbine duâ etti: "Gerçekten ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen (bu kâfir toplumdan) intikam al." Biz de ‘bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de ‘coşkun kaynaklar' halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı (hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti. Ve onu da tahtalar ve çiviler(le inşa edilmiş gemi) üzerinde taşıdık; Gözlerimiz önünde akıp-gitmekteydi. (Kendisi ve getirdikleri) İnkâr edilmiş-nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükafaat olmak üzere. Andolsun, Biz bunu bir ayet olarak bıraktık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? Şu halde Benim azabım ve uyarıp-korkutmam nasılmış?” [605]

“Andolsun, Biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.” [606]

“Allah, inkâr edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin!’ denildi.” [607]

 

“Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide Biz taşıdık.”. “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve belleyici kulaklar onu bellesin diye.” [608]

 

“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik.

Ey kavmim, dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım.

Allah'a kulluk edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.

Ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vâdeye kadar tehir etsin (muâheze etmeden yaşatsın). Bilinmeli ki Allah'ın tayin ettiği vâde gelince, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!

(Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim;

Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı.

Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.

Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum.  

Sonra, onlarla hem açıktan açığa hem de gizli gizli konuştum.  

Dedim ki : Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.

(Mağfiret dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin,

Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.

Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?

Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.

Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış!

Onların içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir lamba yapmıştır.

Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir.

Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.

Allah,yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.

Ki, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz.(diye).

(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nuh: Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular.

Bunlar da, büyük hileler, büyük desiseler kurdular!

Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suvâ'dan, Yeğûs'tan, Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!

(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!

Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular ve o zaman Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.

Nuh: ‘Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!

Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (İnsanlar) doğururlar (yetiştirirler).’

Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini arttır." [609]

Nûh Tûfânı

“Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.” [610]

Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nuh Tufanı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nuh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok âyette detaylarıyla anlatılır.

Hz. Nuh, Allah'ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah'ın azabına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nuh'u yalanladılar ve şirk koşmaya devam ettiler. Mü’minûn Sûresi'nde, Nuh Kavmi'nde gelişen olaylar şöyle anlatılıyor: “Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?' Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.' O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin. Rabbim' dedi (Nuh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.” [611]

Âyetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nuh'u, onlara karşı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler. Bunun üzerine Allah Hz. Nuh'a, inkâr edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi.

Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nuh'a "onun içine her (cinsten) ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlanlar dışında olan aileni de alıp koy"[612] emrini verdi ve Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tufan sonucunda sular çekilip, ayetin ifadesiyle "iş bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cudi'ye -yani yüksekçe bir yere- oturdu.

Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihî çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yaşamış birçok uygarlığa ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tufan olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin başına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.

“Tûfan olayı, Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır. Birbirinden ve Tûfan böِlgesinden hem coğrafîi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tûfan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?”

Sorunun cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkânsız olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu İnsanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.

Bununla birlikte, Tufan olayı ve Nuh Kıssası bir çok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde aynı olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegâne anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.

 

Tûfan'ın Fiziksel Özellikleri

Allah, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtı, şiddetli yağmurlar yağdırdı. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttı. Yağmur, kaynak sularla bir işe karşı birleşti. Çivilerle tutturularak tahtadan yapılmış gemiyi bu sularda Allah taşıdı.[613] Allah’ın gözetimi altında ve vahiyle Nûh gemiyi yaptı. Allah’ın emri gelip de tandır kızışınca, hayvanlardan ikişer çift ile iman etmiş kimseleri gemiye alması emredildi.[614] Geminin Cûdî’ye/yüksekçe bir yere oturdu.[615] Tûfan olayı, ibret vericidir. [616]

Tûfan Evrensel mi, Yoksa Yerel Bir Âfet miydi?

 

Nuh Tufanı'nın varlığını inkâr edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tûfanın varlığının imkânsız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tufanın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler. Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran'ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tufan olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tufan efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan Muharref Tevrat, bu tufanın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsadığını söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nuh tarafından uyarılıp-korkutulan Nuh Kavmi'nin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.

Tevrat'ın ve Kuran'ın Tufan anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tufan'ın başlangıcını şöyle açıklamaktadır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum. Fakat Nuh, Rabbin gِzünde inayet buldu.” [617]

Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helâk edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Âd kavmine gönderilen Hz. Hûd [618] veya Semud Kavmi'ne gönderilen Hz. Sâlih [619] ve diğer peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır: “Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp- korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım' dedi.” [620]

Helâk olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.”[621].; “Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.”[622] Ayrıca, Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Yine, Kur’an’da şöyle denilir: “Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.” [623]

Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helâk edilmesi, Allah'ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helâk etmiştir.

Kuran'daki bu ifadelerden Nuh Tufanı'nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felâket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tûfan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tûfan'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir âfet olduğunu göstermektedir.

Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı?

 

Kitab-ı Mukaddes yorumcuları, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.

Bu iddiayı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca İnsan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tufan'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.

Ancak bunlar Tevrat'ın karşı karşıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır.

Ancak sadece o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile biraraya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin [624] çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler topladıklarını düşünmek de zordur. Yaşadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de İnsanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nuh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tufan nedeniyle canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.

Burada önemli olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nuh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede kurulacak yaşamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.

Sular Ne Kadar Yükseldi?

Tufan hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekâna oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tufan Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.

Nuh Tûfanı'nın Yeri

Nuh Tufanı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur.  Ayrıca bu bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında yer alması sebebiyle, coğrafi olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir. Tufan'ın etkisini artıran sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.

Bu bölgenin Tûfan'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir sebebi de tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış bir Tufan'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Nuh kavminin helak edilmesine tanık olan bu medeniyetler, bu felaketin oluş biçimini ve sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tufan'ı anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir. En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felâketin açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.

Mezopotamya bölgesinde yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bu bölge tarih içinde birçok kez seller ve Dicle, Fırat nehirlerinin taşması sonucu meydana gelen felaketlerle yüz yüze gelmiştir. Örneğin, MÖ 2000 civarında Mezopotamya'nın tam güney kısmında bulunan büyük Ur kentinin hükümdarı olan İbbi-sin zamanındaki bir yıl, "gökle yer arasındaki sınırları yok eden bir Tufan sonrası" şeklinde tanımlanmaktadır. MÖ 1700'lerde Babilli Hammurabi zamanında bir yıl da "Eşnunna kentinin bir selle yıkılması" olayıyla tanımlanmaktadır.

MÖ 10. yüzyılda hükümdar Nabu-mukin-apal zamanında Babil şehrinde bir su baskını gerçekleşmiştir. Milattan sonra 7., 8., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda da bölgede önemli su baskınları vuku bulmuştur. 20. yüzyılda  1925, 1930 ve 1954 yıllarında da bu meydana gelmiştir. Anlaşılan odur ki bölge, her zaman için bir sel felaketine açıktır ve Kuran'da belirtildiği gibi büyük çaplı bir selin tüm bir kavmi yok etmesi açıkça mümkündür.

Tûfan'ın Arkeolojik Delilleri

 

Kuran'da helak edildiği haber verilen kavimlerin birçoğunun izlerine günümüzde rastlanılması bir tesadüf değildir. Arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır ki, bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani olursa, buna ait bulgu elde edilmesi şansı da o kadar fazla olmaktadır.

Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felâket, ânî bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve  günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre İnsan eli değmeden saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar.

İşte Nuh Tufanıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması bu sayede olmuştur.  MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tufan'ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.

Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tufan'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde büyük bir tufan sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır.

Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.

Önce Ur şehrinde yapılan kazıları ele alalım: Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ  7000'li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur.

Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British Museum'dan R. H. Hall'dür. Hall'den sonra kazıyı yürütme görevini devralan Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Woolley'in yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon yaratan kazı çalışmaları 1922'den 1934 yılına kadar sürdürülmüştür.

Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey Mezopotamya'dan gelmiş olan ve kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı. Bu halka dair bilgi elde etmek için detaylı kazılar başlatıldı. Reader's Digest  dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:

Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. Bunlardan çok daha önemli olan  başka şeyler de vardı; kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihsel kayıtlar. Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı adları taşıyan yazılar bulmuş, hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık ailesini kuran kişinin adına rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur Hanedanlığı'ndan önce başladığı neticesine vardı. Bu nedenle, son derece gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan daha önceleri var olduğu sonucuna vardı.            

Kanıtın iyice incelenmesinden sonra Woolley kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra birdenbire herşey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur."  

Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, tarihçilerin son Taş Devri kültürü olarak isimlendirdiği bu devrin İnsanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.

Ayrıca Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tufan'ın kalıntıları olarak tanımladı.

Bu veriler, Tufan'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifade etmişti: "Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu."

Tufan'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tufan'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmektedir.

Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tufan'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu.

Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ 3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felaketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle diyor: "Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.

Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı.  Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan'dan etkilenmişti.

Tufan'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900'li yıllarla tarihlendirilmektedir.

Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını  oluşturmuşlardır. Kuran'da olay şöyle anlatılır: “Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti.”[625]; “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık.” [626]

Aslında felâketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gayet doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nuh'un da kavmini böyle bir felaket için uyarması, olayın mucizevi yönünü oluşturur.

Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tufan'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tufan'ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığını göstermektedir. Tufan'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tufan, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı.

Tûfan'dan Söz Eden Din ve Kültürler

 

Hak dini tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş olan Tufan, zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür.

Allah, Nuh Tufanı'nı, İnsanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tufan anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik eden tek kaynak ise Kuran'dır. Bunun tek nedeni Allah'ın Kuran'ı en ufak bir değişikliğe uğramadan korumuş olması ve aslının bozulmasına izin vermemesidir. Kuran, "hiç şüphesiz zikri (Kuranı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da biziz" [627] hükmüne göre, Allah'ın özel koruması altındadır.

 

Tevrat'ta Nuh Tufanı

Hz. Mûsâ'ya indirilmiş hak kitap olan Tevrat, bilindiği gibi zamanla orijinalliğini yitirmiş, bazı kısımları Yahudi toplumunun önde gelenleri tarafından değiştirilmiştir. Hz. Mûsâ döneminden sonra İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerin bildirdikleri de aynı sona uğramış ve tahrif edilmiştir. Dolayısıyla orijinalliğini kaybetmiş olan "Muharref Tevrat"ın bu özelliği, bizim ona bir kutsal kitaptan çok, bir tarih kitabı gibi bakmamızı gerektirir. Nitekim M. Tevrat'ın bu yapısı ve barındırdığı çelişkiler, -bazı bölümlerinde Kuran ile paralellikler içermekle birlikte-, Nuh kıssasında da kendini gösterir.

Tevrat'a göre, Allah, Hz. Nuh'a yeryüzünün zorbalıklarla dolu olması sebebiyle, inananların dışındaki tüm İnsanların yok edileceğini bildirir. Bunun için kendisine gemi yapmasını emreder ve gemiyi nasıl yapacağını etraflıca tarif eder. Ayrıca, gemiye ailesiyle beraber üç oğlunu ve onların üç karısını ve tüm canlılardan ikişer adet ve bir takım yiyecek erzak da almasını söyler.

Yedi gün sonra Tufan vakti geldiğinde, yerin bütün kaynakları yarılmış, göklerin pencereleri açılmış ve büyük bir sel ortaya çıkmıştır. Bu kırk gün, kırk gece devam etmiştir. Gemi, bütün yüksek yerleri ve dağları örten sular üzerinde yüzmüştür. Böylece Hz. Nuh ile beraber gemide olanlar kurtulmuşlar, geride kalanlar ise Tufan'ın sularına kapılıp gitmiş ve boğularak ölmüşlerdir. 40 gün 40 gece süren tufandan sonra yağmurlar kesilmiş ve bundan 150 gün sonra sular alçalmaya başlamıştır.

Bunun üzerine gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturur. Hz. Nuh, suların iyice çekilip çekilmediğini anlamak için birkaç defa güvercin yollar ve sonunda güvercin geri dönmeyince suların iyice çekildiği anlaşılır. Bunun üzerine Allah da Hz. Nuh'a yeryüzüne yayılmaları için gemiden çıkmalarını söyler.

Tevrat'ta yer alan Nuh Tufanı ile ilgili bazı bölümler şöyledir: Ve Allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap; Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar. Ve Nuh Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı. [628]

Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.[629]            Bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için, kendine her temiz hayvandan, erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi olarak ikişer... [630] Ve ahdimi sizinle sabit kılacağım, ve bütün beşer artık tufanın suları ile silmeyecektir, ve yeryüzünü helak etmek için artık tufan olmayacaktır. [631]

Tevrat'a göre, tüm dünyayı kaplayan bir Tufan'la "yeryüzünde olanların hepsi ölecektir" hükmü gereği, tüm İnsanlar cezalandırılmış, Tufan sonrasında yaşayan yegâne İnsanlar Hz. Nuh ile gemiye binenler olmuştur.

İncil'de Nuh Tufanı

Bugün elimizde var olan İncil de gerçek anlamda İlahi bir kitap değildir. Yeni Ahit, Hz. İsa'nın sözlerini ve eylemlerini içeren, onun göğe yükselişinden 30 ila 50 yıl sonra, onu hiç görmemiş ya da bir süre yanında bulunmuş kişiler tarafından yazılmış dört "İncil"le başlar; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört İncil arasında çok belirgin çelişkiler vardır, özellikle Yuhanna İncili, birbirlerine büyük ölçüde paralel olan diğer üçünden (Snoptik İnciller) çok farklıdır. Yeni Ahit'in diğer kitapları ise Hz. İsa'dan sonra onun havarilerinin yaptıkları işleri anlatan ve havariler veya Tarsuslu Pavlus (sonradan Aziz Paul) tarafından yazılan mektuplardan oluşur.

Dolayısıyla bugünkü İncil de İlâhî bir metin değil, bir tarih kitabı niteliğindedir. İncil'de Nuh Tufanı kısaca şöyle geçmektedir: Nuh peygamber sapkın ve itaatsiz kavme gönderilmiş, ancak kavmi ona uymayıp sapkınlıklarına devam etmiştir. Bunun üzerine Allah tufan ile inkâr edenleri yakalamış, Nuh peygamberi ve inananları gemiye bindirip kurtarmıştır. Konuyla ilgili bazı İncil bölümleri şöyledir:

“Nuh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nuh'un gemiye bindiği güne dek, tufandan önceki günlerde İnsanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tufan gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak.”[632] “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tufanı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nuh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” [633]

Tufan'la İlgili Diğer Kültürlerdeki Bilgiler

Sümerlerde; Enlil isimli bir tanrı, diğer tanrıların İnsanlığı yok etmeye karar verdiklerini, kendisinin de onları kurtarmaya niyetli olduğunu İnsanlara açıklar. Olayın kahramanı Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'dır. Tanrı Enlil, Ziusudr'aya Tufan'dan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatır. Metnin kayığın yapılışını anlatan parçası yitiktir, ancak böyle bir parçanın varlığı, Tufan'ın gelip, Ziusudra'nın nasıl kurtulduğunu anlatan bölümlerinden anlaşılmaktadır. Tufan'ın Babilonya versiyonuna dayanılarak, olayın eksiksiz Sümer versiyonunda, Tufan'ın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir.

Sümer ve Babil kayıtlarına göre, Xisuthros ya da Khasisatra, ailesi, arkadaşları, kuşlar ve hayvanlarla birlikte 925 metre uzunluğunda bir gemiyle Tufan'dan kurtulmuşlardır. "Sular göğe doğru uzandı, okyanuslar kıyıları örttü ve nehirler yataklarından taştı." denir. Gemi daha sonra Gordiyen Dağı'na oturmuştur.

Asur-Babil kayıtlarına göre ise Ubaratutu ya da Khasisatra, ailesi, uşakları, sürüleri ve vahşi hayvanlarla birlikte 600 kübit uzunluğunda, 60 kübit yüksekliğinde ve genişliğinde bir tekneyle kurtulmuştur. Tufan 6 gün 6 gece sürmüştür. Gemi Nizar Dağı'na gelince uçurulan güvercin dönmüş ama karga dönmemiştir.

Bazı Sümer, Asur ve Babil kayıtlarına göre de, Utnapishtim, ailesiyle birlikte 6 gün 6 gece süren Tufan'ı atlatmışlardır: "Yedinci gün Utnapishtim dışarı baktı. Her şey çok sessizdi. İnsanoğlu tekrar çamura dönmüştü" diye anlatılır. Gemi Nizar Dağı'nda karaya oturunca Utnapishtim bir güvercin, bir karga ve bir de kırlangıç gönderir. Karga cesetleri yemek için kalır, fakat diğer iki kuş geri dönmez.

Hindistan'ın Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, adı geçen Manu, Rishiz ile birlikte Tufandan kurtulmuştur. Efsaneye göre Manu'nun yakalayıp yaşamını bağışladığı bir balık birdenbire büyüyüp, bir gemi inşa edip boynuzlarına bağlamasını söylemiştir. Balık gemiyi dev dalgaların üzerinden aşırıp, kuzeye, Himavat Dağı'na çıkarmıştır.

Britanya'nın Galler yöresi efsanelerine göre, Dwyfan ve Dwyfach büyük felaketten bir gemiyle kurtulmuşlardır. Dalgalar Gölü adı verilen Llynllion'un patlaması sonucu oluşan korkunç seller durulunca, Dwyfan ve Dwyfach yeniden Britanya halkını oluşturmaya başlarlar.

İskandinav Edna efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle Tufan'dan kurtulduğunu anlatır.

Litvanya efsanelerinde ise birkaç çift İnsanın ve hayvanın yüksek bir dağın tepesinde bir kabuğun içinde barınarak kurtuldukları anlatılır. 12 gün 12 gece süren rüzgarlar ve seller yüksek dağa erişip oradakileri de yutacağı zaman, Yaratıcı onlara dev bir ceviz kabuğu atar. Dağdakiler ceviz kabuğu ile yolculuk yaparak felaketten kurtulurlar.

Çin kaynaklı öyküler Yao adında birisinin 7 kişiyle birlikte, ya da Fa Li, eşi ve çocuklarıyla birlikte bir yelkenliyle sel ve depremlerden kurtulduğu anlatır. "Dünya paramparça oldu. Sular fışkırıp her tarafı kapladı." diye söylenir. Sonunda sular çekilir.

Tüm bu bilgiler bizlere somut bir gerçeği göstermektedir. Tarihte her topluluğa İlahi vahyin mesajı ulaşmıştır ve bu sayede de pek çok toplum Nuh Tufanı ile ilgili bilgileri öğrenmişlerdir. Ancak İnsanların İlahi vahyin özünden uzaklaşmalarıyla birlikte Tufan ile ilgili bilgiler de çeşitli değişikliklere uğramış, efsanelere ve mitolojiye dönüşmüştür.

Hz. Nuh'un ve onun inkârcı kavminin gerçek hikayesini öğrenebileceğimiz yegâne kaynak ise, İlahi vahyin bozulmamış tek kaynağı olan Kuran'dır. Kuran'ın bu özelliği, yalnızca Nuh Tufanı değil, başka tarihsel olaylar ve kavimler hakkında da doğru bilgileri edinmemizi sağlar. [634]

Hz. Nûh Kıssasının Kur’an’da ve Muharref Tevrat’taki Karşılaştırması

Yukarıda değinildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nûh’un kıssası, tafsîlâtlı olarak A’râf, Hûd, Mü’minûn, Şuarâ, Kamer ve Nuh Sûrelerinde zikredilmektedir. Tevrat’ta ise, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünün 6., 7., 8. ve 9. bablarında anlatılmıştır. Bu iki kaynak, karşılaştırıldığında, bu iki anlatım arasındaki farkları şöyle belirtebiliriz:

a- Diğer bazı peygamber kıssalarında olduğu gibi, Tevrat burada da teferruâta dalmakta; geminin hacmini, hangi ağaçtan yapıldığını, tûfanda suyun ne kadar yükseldiğini vs. gibi hususları nakletmektedir. Kur’ân-ı Kerim ise, sadece ibret alınması gereken hususlar üzerinde durmaktadır.

b- Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nuh’un gemiye binmeyen müşrik bir oğlundan bahsetmektedir ki, Tevrat’ta böyle bir oğlunun olduğuna dâir bir kayıt yoktur.

c- Kur’an, tûfanın yeryüzünün tamamını kapladığından bahsetmemektedir. Tevrat’ta ise, yeryüzünün tamamının sular altında kaldığı ifâde edilmektedir. (Haddi zâtında o gün için İnsanlar, yeryüzünün belli bir bölgesinde yaşıyorlardı ve helâk edilmeleri için yeryüzünün tamamının sular altında kalması gerekli değildir.)

d- Tevrat’a göre gemiye binen ve tûfandan kurtulanlar Hz. Nûh ile onun eşleri ve oğulları ile oğullarının eşleridir. Kur’an’da ise gemiye binip kurtulanların iman eden kişiler olduğu bildirilmekte ve bunların -sayıları az da olsa- Hz. Nuh’un âilesinden ibâret olmadığı anlatılmaktadır. (Ayrıca, Nuh’un (a.s.) eşinin ve bir oğlunun gemiye binip kurtulanlar arasında olmadığı Kur’an’da belirtilmektedir. Tevrat’ta ise bu bilgiler olmadığı gibi, anlatılanların zâhirene bakılınca, sanki Nuh’un bütün akrabalarının kurtulduğu anlaşılmaktadır.)

e- Tevrat’ta tûfandan sonra Yüce Allah’ın (bu tür bir cezâ vermekten) pişmanlık duyduğu ve bir daha yeryüzünde böyle bir tûfanı yaratmayacağı anlatılmaktadır. Kur’an’ın hiçbir yerinde Yüce Allah’ın yaptığından dolayı pişmanlık duyduğuna dâir bir ifâde yoktur. Yüce Allah, böyle bir şeyden münezzehtir.

f- Tevrat, tûfandan kurtulması sebebiyle Hz. Nuh’un takdim ettiği kurbanların etlerini kızartmasıyla, kızartılan etlerin kokularının Allah’a ulaşması üzerine Yüce Allah’ın bu güzel et kokularını kokladıktan sonra gazabının dindiğini ve hoşnut olduğunu anlatmaktadır. Kur’an, yahûdilerin bu anlayışlarını reddederek şöyle buyurmaktadır: “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.” [635]

Bu karşılaştırmadan da anlaşılacağı gibi, Kur’an kıssaları yalnız hedef açısından değil; üslûp ve muhtevâ açısından da Kitab-ı Mukaddes’in kıssalarından birtakım farklılıklar arzetmektedir. [636]  

Tûfan konusunda Mevdûdi şunları söyler: Hem Kur'ân-ı Kerim'in ifâdeleri, hem İncil'deki kayıtlardan, Hz. Nûh'un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz topraklarda yaşamış olduğu kesinleşmiştir. Babil'in tarihî kalıntılarında bulunan eski belgeler de bu tesbiti doğrulamaktadır. Bazı kitabelerde, Kur'ân-ı Kerim'de ve Tevrat'ta yer alan ve Musul'da geçtiği bildirilen tûfan olayına benzer bir olaya da rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ve Ermenistan'ın eski tarihleri ile nesillerden nesillere aktarılan rivâyetlerde de, tûfan vak'ası ayrıntılı şekilde anlatılmıştır. Bu kayıtlara göre, tûfandan sonra Hz. Nuh'un gemisi Musul yakınlarına gelerek durmuştu. Musul'un kuzeyinde İbn Ömer adası çevresinde ve Türkiye toprakları içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh'un gemisi ve diğer kalıntılarının bulunduğuna dâir hâlâ çeşitli açıklamalar yapılıyor. Nahcivan halkı arasında hâlâ yaygın olan inanca göre Musul'un temelini Hz. Nuh (a.s.) atmıştı.

Tûfan Evrensel Nitelikte miydi?  Tûfanın evrensel bir mâhiyette mi, mahallî nitelikte mi olduğu henüz kesin değildir. İsrâiloğullarının rivâyetlerine bakılırsa bu cihanşümûl/evrensel bir tûfandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı.[637] Fakat Kur'ân-ı Kerim'de böyle bir ifâdeye rastlanmıyor. Kur'an'da yer alan işaretler, daha sonraki İnsan soyunun Nuh tarafından kurtarılanlardan geldiğini göstermektedir. Fakat bu husus, tûfanın bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez. Eski devirlerde İnsanların yerleşim bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki de sadece Nuh tûfanında etkilenen bölge o zamanın bilinen dünyasıydı ve Hz. Âdrem'in bütün evlâtları Irak ve çevresinde yaşıyordu. Eğer tûfan sadece bu topraklarda yaşayanları yok etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve İnsanlığı yok etmiş sayılır. Tûfandan sonra, Nuh'un gemisindeki İnsanlar zamanla çeşitli bölge ve ülkelere dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki nokta vardır. Birincisi, Dicle ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir kasırga ve selin koptuğu, hem tarihî verilerle hem harâbelerle ve hem de jeolojik çalışmalarla sâbittir. Fakat bütün yeryüzünü etkisi altına alan cihanşümûl bir fırtına, kasırga veya sel felâketinin belirtileri yoktur. İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün uluslarında, hatta Avustralya'ya, Yeni Gine'ye ve Amerika'ya kadar uzanan bölgelerde, büyük bir tûfan ile ilgili hikâye ve rivâyetler meşhurdur. Bundan çıkan sonuç şudur: Bütün bu ülkelerin İnsanlarının ataları Hz. Nûh (a.s.) zamanında tûfanın geldiği sırada bir tek bölgede yaşıyorlardı, ama tûfandan sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni yeni yerleşim merkezleri kurdular.

Nûh'un Gemisi Bir İbret Nişânesi Olmuştur: "Ve gemiyi âlemlere bir ibret kıldık."[638] Bu âyet tefsir edilirken, geminin değil; tûfanın, İnsanlar için ibret nişânesi yapıldığı mânâsı da çıkarılabilir. Fakat hem burada, hem Kamer sûresinin 115. âyetinde bu hususta kullanılan ifâde gösteriyor ki, İnsanlar için ibret nişânesi bizzat Nûh'un gemisiydi ve şimdi de olmaya devam ediyor. Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde, özellikle Ağrı dağının tepesinde bulunduğuna dâir binlerce yıldan beri rivâyet ve efsâneler halk arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tûfandan hemen sonraki yıllarda ve günümüzde de dünyada büyük bir İlâhî azâbın vuku bulduğu, böyle bir azâbın büyük bir İnsan kitlesini yok ettiği ve Allah'ın buyruklarına uymayanların ağır biçimde cezâlandırıldıklarını İnsanlara hatırlatmıştır. İbn Cerîr et-Taberî, Kamer sûresinin tefsirini yaparken, ayrıca İmam Buhârî, İbn Ebî Hâtim ve Abdürrezzak da Katâde'nin şu rivâyetini nakletmişlerdir: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sahâbîleri henüz sağ iken, müslümanlar Irak'ın fethi sırasında el-Cezire'ye (İbn Ömer adasına) gittiğinde Cûdî dağında (ve bir rivâyete göre Bakırda köyü yakınlarında) bir gemi gördüler. Zamanımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla geçerken gemiye benzer bir iskeletin görüldüğü ve bunun araştırılması için dağın tepesine çeşitli araştırması ve dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi ve radyolardan öğreniyoruz.

 

Tûfanla ilgili Tarihî Kayıtlar: Hz. Nuh'un kıssasına benzer efsâne ve rivâyetler Yunan, Mısır, Hindistan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski medeniyetlerin literatüründe yer almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile Amerika'nın çeşitli bölgelerinde de Hz. Nuh tûfanına benzer hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki bu olay, bütün İnsan soyunun bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş ve daha sonra İnsanların çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmalarıyla oralara kadar çeşitli hâtıra, rivâyet ve efsâneler şeklinde ulaşmıştır. Dünyanın hemen hemen bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktığında büyük ve müthiş bir tûfandan bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın asıl mâhiyetini, yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir. İnsanların hayal gücü ve anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.

Cûdî dağı, Kürdistan bölgesinde, İbn Ömer adasının kuzeyinde bulunuyor. Kitab-ı Mukaddes'te ise, bu geminin durduğu yerin Türk-Rus sınırındaki Ağrı dağı (Ararat) olduğu zikredilir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır ki, Ermenistan yaylasından başlayarak güneyde Kürdistan'a kadar uzanıyor. Cûdî dağı işte bu dağlar silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur. Kadim tarih kitaplarında geminin durduğu yer Cûdî olarak kaydedilmiştir. Nitekim, Hz. İsa'nın doğumundan 250 yıl önce Babil'in bir râhibi (Berasus) eski Keldani rivâyetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh'un gemisinin Cûdî dağına yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo'nun öğrencilerinden Abydenus da kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu anlatırken, Irak'ta pek çok kişi de bu geminin parçalarının bulunduğunu ve bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifâ dağıtıldığını yazmıştır. [639]

Cûdi dağı ile ilgili Kur'an Coğrafyası adlı kitapta şu bilgiler verilir: Hz. Nûh (a.s.)un gemisinin demirlendiği Cûdî, Dicle'nin doğu yakasında ve Musul bölgesinde bir dağın adıdır. Dağın tepesinin avuç içi gibi olması, geminin demir atmasına ve gemidekilerin barınmasına elverişli olması sebebiyle bu isim verilmiştir. "Cûdî", sözlükte cömertlik anlamına gelen cûd kökünden türemiştir. Cûdî dağı, Güneydoğu Anadolu bölgesinde Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta ve Şırnak il merkezine 17 km. mesâfededir. Elips biçiminde olan dağ üzerinde iki bin metreyi aşan dört doruk vardır. Bunların en yükseği 2114 metredir. Bu tepelerin 2017 metre yükseklikte olanı "Nûh Peygamber'in ziyâret tepesi" adını taşır.

Kaynaklar, dağın eteğinde, tûfandan kurtulanlar tarafından kurulmuş "Karye Semânîn" (Seksenler Köyü) adlı bir kasaba ve "Deyru'l-Cûdî" adlı bir manastırdan bahsederler. Yüce Allah, Cûdî dağını Hz. Nûh ile, Tûr dağını Hz. Mûsâ ile, Mekke'deki Hira dağını da Hz. Muhammed (s.a.s.) ile şereflendirilmiştir. Cûdî kelimesi, İnsanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan Nuh tûfanına işaret edilerek Kur'an'da bir âyette şu şekilde geçer: "Yere, 'suyunu çek!', göğe de: 'Ey gök, sen de tut!' denildi. Su çekildi, iş de bitti; gemi Cûdî'ye oturdu. 'Haksızlık yapan toplum Allah'ın rahmetinden uzak olsun!' denildi." [640]

 

Kitab-ı Mukaddes'de bu geminin durduğu yerin, Cûdî değil; Anadolu'da Ağrı dağı (Ararat) olduğu beyan edilmiştir [641]. Hâlbuki Ağrı dağının, konumu itibarıyla geminin demirlenmesine ve gemidekilerin barınmasına uygun olmayışı nedeniyle tutarlı bir görüş olmadığı, belki Kitab-ı Mukaddes yazarlarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığı ispat edilmiştir [642]. Nitekim Yakut elHamevî (1299), bu konuda lafzî olarak Arapça'ya çevrilen bir Tevrat metninden hareketle geminin Cûdî dağına oturduğunu kaydeder [643]. Nitekim Hz. İsa'dan önce kaleme alınan eserlerde Hz. Nuh'un gemisinin oturduğu dağın Cûdî dağı olduğu yazılıdır. Son dönemde yapılan bazı bilimsel araştırmalar da Nuh Peygamber'in gemisinin demir attığı dağın Cûdî dağı olduğunu isbat ve ilân etmiştir. [644]

 

Hz. Nûh ve tûfan kıssası ile ilgili olarak İslâm ulemâsı bazı konularda ihtilâf etmişler ve bu güne kadar bu tartışmalar sürmüştür. Bunlardan bir kısmı, yukarıda ayrıntılarıyla ele alındı: Cûdî kelimesinin bir dağı mı, yoksa yüksek bir yer mi olduğu, Tûfanın yerel mi, evrensel mi olduğu gibi. Bunların dışında âlimlerin tartıştığı bu konuyla ilgili diğer hususları da şunlardır:  

 

Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynaması: 11/Hûd Sûresi, 40. âyette geçen “tennûr” kelimesi, lügatta tandır dediğimiz, içinde ekmek pişirilen bir ocaktır, bir çeşit fırındır. Müfessirler tandırın kaynamasını çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Son asrın müfessirlerinden M. Hamdi Yazır, Hz. Nûh’un gemisinin alelâde yelkenli bir gemi olmayıp buharlı bir vapur olduğuna işaret etmektedir ki, o zaman, “tandır kaynadı” demek, vapurun ocağı yandı ve harekete hazır duruma getirildi, demek olur. Bunun bir deyim olduğunu iddiâ edenler de vardır. Buna göre “Tandır kaynadı” demek, iş bitti demektir.

Nûh’un Gemisi mi, Gemileri mi? Kur’an’da geçen gemi hakkında kullanılan “fülk” kelimesinin çoğul anlamı olduğu, Kur’an’da istisnâ dışında bu kelimenin hep çoğul anlamda kullanıldığı ifâde edilir. Dolayısıyla fülk kelimesi “gemi” değil, gemiler anlamına gelir ve bu kadar çok canlının sığacağı tek bir gemiden değil; Kur’an’da bu kelime ile “filo” dan bahsedilmektedir, diyen âlimler de vardır. 

Hz. Nûh’un 950 Yılı dâvet ve tebliğe ayrılan 1000 yıl civarında yaşamış olması: Bazı âlim ve araştırmacılar, İnsan ömrünün tarihin ilk zamanlarından bugüne genelde ortalamasının aynı olduğunu, bunun değişmeyen bir İlâhî sünnet olduğunu değerlendirirler. Hz. Nûh’un “binden elli yıl eksik” tebliğ ettiğinin mecâzî bir anlatım olduğunu, bunun şu şekilde te’vil edilebileceğini ifade ederler: Nûh (a.s.), bir İnsanın en ideal anlamda tebliğ yapabileceği müddet olan “bin”den elli kadar, yani % 5 oranında az tebliğ etmiştir. Nuh (a.s.), gece-gündüz, açık-gizli ve bütün zamanlarını kullanıp mükemmele/ideale çok yakın olarak, zamanının % 95’lik bir alanını tebliğle geçirdi (Allah en doğrusunu bilir).       

 

Nûh’un Gemisine Binmek

Semâvî dinlerin ortak örneklerinden biri: “Nûh’un gemisi” örneğidir. Tûfanlara gark olmuş bir dünyada, ancak Nûh’un gemisine binenler kurtulmuştu. Ve (çoğunlukla ortak kabule göre), içinde aslanla ceylanın, kurtla kuzunun, köpekle kedinin kardeşçe yaşadığı bir gemiydi bu. Bu nebevî mûcizenin zihinlerde uyandırdığı güçlü çağrışım, çağlar boyu, pek çok İnsan, özellikle politikacılar tarafından hep kullanılagelecek; içinde yaşanılan ülke, sık sık, “Nuh’un Gemisi”ne benzetilecekti.

Yaşadığımız ülkede de, böylesi bir “gemi” söylemine sık sık muhâtap olmaktayız. “lâfla peynir gemisi yürümez!” gibi atasözlerine mukabil, birileri bizlere sık sık “devlet gemisini beraberce yüzdürmek”ten söz eder. İkide bir, “Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Bu devlet, hepimizin” diye vurgulanır. Öyle ki, yetmiş küsur yıldır “Türklük gurup ve şuuru”yla geçip gittikten sonra, bu deyimin yaşadığı tıkanma karşısında, “Türkiyelilik” vurgusu ağırlık kazanıyor. “Anayasal vatandaşlık”tan “Anadolu müslümanlığı”na; “aynı ülkenin çocuklarıyız”dan “ne mutlu Türkiyeliyim diyene” sözüne ve “ya sev, ya terket!” anlayışına kadar, bir sürü yeni deyim ve anlayış üretiliyor.

Ve bu çabalar karşılıksız kalmıyor. Birçok ehl-i din, özellikle ya doğrudan veya dolaylı biçimde kafası politikayla karışık olanlar, bu sözlere olumlu karşılıklar veriyorlar. “Aynı Allah’ın kuluyuz” esası üzere anlaşamadığı İnsanlarla “aynı devletin çatısı”nda buluşabilen İnsanlar görülüyor. Şeytanın nefis kulağına üflediği desîselerden başka kural tanımayan İnsanları hoşnut etmek için, “bir arada yaşama” teorileri geliştiriliyor. Rasûlullah’ın “Medine sözleşmesi” bile, bu uğurda bin bir zorlamaya konu ediliyor. Ömrünü kâinatın her an tebliğ ettiği imanî gerçekleri bozmaya ve yıkmaya vakfetmiş İnsanlara, kimilerince “devletimizin(!) büyüğüdür” gerekçesiyle toz kondurulmuyor. Kâinâtı Sâni’siz, İnsanı sahipsiz gören İnsanlarla “devlete sahip çıkma” ortaklığına gidiliyor. Hoşgörü adına İslâm’a ihânetler ediliyor. Tahammülsüz yobazları iknâ adına, hakikatten tâviz üstüne tâvizler veriliyor.

Kalp ve vicdanları buna iknâ için ise, önümüze “Nuh’un gemisi” temsili sunuluyor. Hz. Nuh’un gemisinde her türlü mahlûkun kader birliği ederek barış içinde yaşadıkları hatırlatılıyor. Ama, “küçük” bir püf noktası da hemencecik atlanıyor. Gerçekten, Nuh’un gemisinde aslan da, ceylan da vardı. Ayılar, maymunlar, domuzlar, fareler ve yılanlar bile vardı. Ama inançsızlar yoktu! Tüm bu hayvanlar Nuh’un çağrısına fıtraten icâbet etmiş; onun selâmına selâmla mukabele etmiş; “Selâmun alâ Nûhın fi’l-âlemîn” [645] sırrına onlar da dâhil olmuşlardı. Hiçbiri “hudûdullah”a müdâhale etmeyen; binlerce yıldır yılanlar fareleri, gelincikler ve leylekler yılanları, büyük balıklar küçük balıkları, aslanlar ceylanları yediği halde, hiçbiri hiçbirinin soyuna ve sonuna kasdetmeyen, kendilerine takdir edilen rızıktan yalnızca karınlarını doyurup hayatlarını sürdürecek kadar yiyen mahlûklardı onlar. İmansız ve şükürsüz İnsanlar gibi, bir türün, hatta tümüyle hayatın canına kasdetmiyorlardı. Tok bir aslan, yanından geçen bir ceylana kem gözle bakmaz; karnı doymuş bir leylek keyif için yılan yakalamazdı. Bizim “vahşi” diye hakir gördüğümüz bu mahlûkat, Rabbinin koyduğu hadlere, “hudûdullah”a riâyet ediyorlardı; O’nun peygamberini tanımışlardı.

(O yüzden, hâlâ daha, Kur’ânî bir ta’limden hissedar olmuş anneler, her gün binlerce cinâyet ve soygunun yaşandığı medenî hayatın öte yandan İnsansız mekânlar için saldığı korkudan etkilenen çocuklarına, kırlara çıkarken, ormana giderken korkmamaları öğüdünü verirler. Derler ki, “ormana veya kıra adım atarken, ‘Selâmun alâ Nûhın fi’l-âlemîn’ deyin; mahlûkat Nuh selâmını bilir.” Nuh’un yanında olduğunuzu bilirse ve sizden kendisine zarar verecek bir tavır görmezse, size ilişmez. Rasûl-i Ekrem’in ders verdiği bir hakikatin cilvesidir bu. Onun, yılan gördüğünüzde “Enşednâkum bi’l-ahdi’lllezî ehaze aleykum Nûhun”, yani “Nuh’a verdiğiniz söz sebebiyle, Allah aşkına bize dokunmayın” deyiniz buyurduğuna dâir sahih rivâyetler mevcuttur.)

Akılsız hayvanlar bile Nuh’u tanır ve çağrısına fıtraten icâbet ederken, inançsızlar, Nuh’un (a.s.) tevhid çağrısına ısrarla kulak tıkamışlardı. Kulak tıkadıkları için, akletmeye de mecalleri kalmamıştı. Hz. Nuh’un, vaad edilen azâbın gelmesi için bedduâ etmesine sebep olan, hakikate karşı gözünü ve kulağını bu denli kapamış inançsız İnsanlardı. Nuh’un inkârda direten hanımı ve bir oğlu dâhil! Hatta onlar için “Ehlimi kurtar!” diye yakaran Nuh’a (a.s.), Rabbi tarafından “Onlar senin ehlin değil!” uyarısı yapılmıştı. Zira Nuh’un gemisine girmek için gereken ehliyet, mü’min olmaktı. Rabbini bilmek; yalnız ve ancak Allah’ı rab tanımaktı. Soyu, rengi, ırkı, ülkesi ne olursa olsun, Rabbini bilen herkes, “Nuh’un gemisi”ne girme hakkı taşıyor; Rabbini tanımayan ise, isterse Nuh’un oğlu olsun, bu haktan mahrum oluyordu.

Yani ne Nuh’un gemisi belli bir ırkı veya coğrafyayı temsil ediyor; ne de o coğrafyadaki herkes gemiye giriyordu. Nuh’un gemisi, tevhid gemisiydi; nereli ve kim olursa olsun, tevhide iman eden herkesi içeriyordu. Ama yalnız tevhide inananları içeriyordu. Ki, şu fırtınalı asırda, dünyevîliğin ortalığı sele verdiği şu çağdaş tûfan hengâmında, hepimizin bizi “sâhil-i selâmet”e çıkaracak böylesi bir gemiye ihtiyacımız var.

Ama, unutmayalım: Her gemi Nuh’un gemisi değildir. Nuh’un gemisi ise; toprağın, millî sınırların, devlet çatılarının “asıl” olduğu bir gemi değildir. Nuh’un gemisi, Rabbini tanıyan her türden mahlûkun buluştuğu bir gemidir. İnsanları o gemide görmenin yolu, herkesi mevcut haliyle oraya sokmak için gemiye giriş nizamnâmesini tâvizler ve te’villerle bozmaktan değil; herkese ulaşacak bir imanî dâvette bulunma cehdinden geçmektedir. Yoksa, Nuh’un gemisine girelim derken, başkalarının dolduruşuna gelip onların dolmuşuna binmek pekâlâ ihtimaldir. [646]            

Hz. Nûh (a.s.)’un Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik

“Sonra gelenler içinde âlemlerde Nûh’a selâm olsun diye ona (iyi bir ün) bıraktık.” [647]. “Biz onu (Nûh’u) ve gemide bulunanları kurtardık. Geri kalanları suda boğduk. Doğrusu bunda (alınacak) âyet (ibret/ders) vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.” [648]

İslâm dâvetinin, kendi zâlim otoritelerinin ortadan kaldırılmasını da hedeflediğini anlayan Mekke ileri gelenleri (mele’), bunun önüne geçmek için, Rasûlullah’a ve diğer mü’minlere karşı hakaret ve baskı dolu bir kampanya başlattılar. Buna rağmen müslümanlar, Allah’ın âyetlerini onlara “okumak”tan vazgeçmediler. Fakat içinde bulundukları baskı ve zulüm, nihâyetinde bir beşer olan mü’minleri sıkmaya, zorlamaya başladı. Bunun üzerine Allah, müslümanlara şöyle seslendi: “Andolsun asra ki, İnsan şüphesiz ziyandadır. Ancak, iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”[649] Böylece Allah, her konuda olduğu gibi, “tebliğ”de de müslümanlardan “sabırlı” olmalarını istedi. Bir süre sonra, Nûh (a.s.) kıssasını indirerek Nûh kavminin peygamberlerine karşı olumsuz tavırlarını ve âkıbetini anlattı, muhâtapları uyardı.

Aynı zamanda “okuma” ve “sabır” örneği olarak Nûh’u zikrederek, rasûl ve müslümanların, karşılaştıkları engellere bakarak eylemlerinde gevşememeleri öğütlendi. Yanı sıra Yûnus (a.s.) kıssasını da indirerek “okuma” eyleminde “sabır”da sonuna kadar direnmeyen Yûnus (a.s.)’un kınandığı gösterildi. Rasûl ve mü’minlerin aynı olumsuz davranıştan sakınmaları istendi. “Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma.” [650]

Nûh (a.s.): Allah Nûh’u da, diğer peygamberlerde olduğu gibi, kavminin içinden seçerek peygamber tâyin eder. “Andolsun Biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik.” [651]; “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” [652]

Kur’an’dan öğrendiğimize göre Nûh kavmi, çeşitli sahte tanrılara/putlara tapan, şirk içerisinde bir kavim idi. Nûh kavmi, ekonomik ve siyasî olarak sivrilmiş olan ve Allah’ın Kur’an’da mele’ olarak isimlendirdiği kimselerin istekleri, kanun ve düzenleri doğrultusunda yaşamaktaydı. Halkın yaşamını yönlendirmek için kanun ve düzenleri yapan ve İnsanlara dayatan kişiler mele’ adı verilen yönetici takımıydı. “Rabbim! Doğrusu bunlar bana isyan ettiler, malı ve evlâdı kendisinin sadece hüsrânını arttıran kimseye uydular, birbirinden büyük düzenler kurdular. Dediler ki: ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeuk ve Nesr’i asla terketmeyin. Böylece birçok kimseyi yoldan çıkardılar.”[653]; İşte Nûh, böyle putperest bir kavme rasul olarak seçildi. “Andolsun Nûh’u da kendi toplumuna gönderdik. ‘Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” [654]

Kendilerine daha önce rasûl gönderilip inzâr edilmemiş bir toplumda artık hak-bâtıl mücâdelesi başlamış, Nûh (a.s.), kavmini  sadece Allah’a kulluk etmeye, taptıkları ilâhlardan yüzçevirmeye çağırmıştır. Nûh’un bu çağrısına kavmi şaşırıp kalmıştı. İçlerinden çıkan Nûh, toplumun dinini ve o dine dayalı toplumsal yapıyı değiştirmek istiyordu. Tüm toplumu karşısına aldığı bu hareketteki cesareti nereden aldığını merak ediyordu İnsanlar. Öte yandan emperyalist mele’, yani ileri gelenler, ilâhlarına yapılan saldırılara sessiz kalamazlardı. İlâhların terkedilmesi, kâfirlerin otoritelerinin ve toplum üzerindeki sömürülerinin de tehlikeye düşmesi demekti. Bu nedenle Nûh’a (a.s.) karşı gelmeye ve halkın ona ittibâ etmemesi için var güçlerini kullanmaya başladılar. “Dediler ki: ‘Seni de ancak kendimiz gibi bir İnsan görüyoruz.”[655]; “Bu da sizin gibi bir İnsan! Ama size egemen olmak istiyor. Allah dileseydi (peygamber olarak) melekler indirirdi.” [656]

Egemenlikleri ve çıkarları tehlikeye düşen “ileri gelenler”, Nûh’a (a.s.) çamur üstüne çamur atmaya, Allah’ın İnsanlardan bir rasul göndermesinin anlamsız olduğunu iddia etmeye başlarlar. Nûh’un çabasını, “liderlik ve yönetici olma” çabası olarak göstermeye çalışırlar. Böylece Nûh’un (a.s.) dâvâsının İlâhî yönünü halktan saklamaya uğraşırlar. Hâlbuki Nûh, emin bir rasuldü, yalan ona yakışmazdı. Kendini olduğundan başka gösteremezdi. Sivrilme amacında olsaydı bunun için başka yollar denerdi. Meselâ yanına basit görüşlü “ayaktakımı” olarak nitelenen müstaz’af halkı değil; “mele” adı verilen, toplumun egemen sınıfına âit güçlü kimseleri toplardı. Oysa o, Allah’ın âyetlerini okuyordu onlara. Bu âyetlere kim iman ederse, o, Nûh’un yandaşı, sahâbîsi oluyordu.

                

Peygamber için mal-mülk değil; inanç önemliydi. Çünkü Allah, İnsanların servet ve güçlerine değil; iman ve amellerine göre değer biçiyordu.

Müşriklerin Dâvâdan Tâviz İstekleri: Bütün bu hamlelerine rağmen, Hz. Nûh’un tavrını değiştiremeyen mele’/ileri gelenler, kendileri gibi bir İnsanın bu “basit görüşlü ayak takımı” ile birlikte hareket etmesini onun şânına uygun görmezler. O “ayak takımı” olarak nitelendirdikleri müstaz’afları etrafından kovması gerektiğini, Nûh’un (a.s.) yerinin kendi yanları olduğunu telkin ederler. Nûh (a.s.), bu isteklere karşı şöyle cevap verir: “Benim ücretim Allah’a âittir.”[657]; “Mü’minleri yanımdan kovacak değilim; çünkü ben sadece uyarıcıyım.”[658] Nûh (a.s.) sonuna kadar iman edenleri savunur, onlara kol-kanat gerer. Onların hesabının Allah’a âit olduğunu, kendisinin sadece uyarıcı olduğunu defalarca anlatır. Mal-mülk için dâvâsından tâviz vermesinin mümkün olmadığını ısrarla beyan eder.

Nûh kıssasında Allah’ın Nûh (a.s.) hakkında belirttiği vasıflar, diğer kıssaları anlatılan rasullerde olduğu gibi, Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.) için de sözkonusuydu. Mekke ileri gelenleri Peygamberimiz’e servet ve dünya nimetleri karşılığı dâvâsından vazgeçmesini teklif etmişlerdi. Peygamberimiz’in de cevabı, Nûh’un (a.s.) cevabı gibi olmuş ve müşriklerin bu taleplerini “Güneşi bir elime, ayı da diğer elime koysanız, yine de dâvâmdan vazgeçmem!” diyerek şiddetle geri çevirmişti. Kıssaların Mekke’de yaşamakta olan Hz. Muhammed’e (s.a.s.), sahâbîlerine ve müşriklere örnekliği, İnsanların sorunlarına ânında müdâhale etmesi ve örnek geçmiş tutumları bildirmesi; Peygambirimiz’in Mekke müşriklerinin kendisini mal-mülk karşılığı dâvâsından döndürme isteklerini bu şekilde reddedişi ile daha da somutlaşmaktadır.

Tebliğde Sabır: Kavminin müşrikleri ile Nûh (a.s.) arasındaki bu mücâdelede yıllar, asırlar geçer. Hz. Nûh, her fırsatta İnsanlara, Allah’ın risâletini bildirme, ulaştırma çabası içindedir: “Rabbim! Doğrusu ben kavmimi gece gündüz çağırdım.”[659]; “Onlara, açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim.” [660]

Hz. Nûh’un tebliğ süresi hakkında Kur’an’da, Kur’an kıssalarında pek sık rastlanmayan bir uygulama ile, tebliğ sürecinin miktarı bildirilir: “Andolsun Biz, Nûh’u kavmine yolladık. Onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı.”[661] Allah’ın bize bu miktarı bildirmesinde mutlak bir hikmetin olduğu âşikârdır. Allah bu uzun süreci bildirmekle, Mekke’deki mü’minlere ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm iman edenlere, tebliğde sabretmelerini, bu hususta Nûh’un (a.s.) tebliğ eylemindeki sabrını örnek almalarını, Allah’ın emri gelinceye kadar tebliğ eylemini sürdürmelerini ister.

Nûh’un (a.s.) bu uzun tebliğ sürecindeki yoğun çabalarına rağmen, kavminin bir gemi dolusu iman eden İnsan hâricindeki çoğunluğu, dinlerinde ısrar ederek muhâlif kaldılar. Etrafında bir avuç mü’min toplandı. Hatta oğlu ve karısı bile iman etmediler [662]. Nûh’un dâvetine karşı kavmi: “Parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inatlaştılar, büyüklendikçe büyüklendiler.”[663]; “Benim dâvetim, onlara kaçışlarını arttırmaktan başka bir katkıda bulunmadı.”[664] Nûh’la müşrikler arasında saflar net ve kesin olarak ayrılmıştı. Müşriklerin en son kozları, Nûh’u memleketten sürme tehditlerine ve azap isteklerine ulaşmıştı: “Ey Nûh! Bu işe son vermezsen taşlananlardan olacaksın!”[665] “Bizimle tartıştın, hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen bize tehdit ettiğin azâbı getir!” [666]

Mücâdelede Sonucun Allah’a Havâle Edilmesi: Çaresiz ve bitkin düşmüştü Hz. Nûh. Dayanacak gücü kalmamıştı. Sığınabileceği tek sığınağa, Allah’a sığındı ve şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”[667]; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”[668] Kâfirlerin yıllar süren inat ve kibirleri yüzünden işledikleri kötü fiiller basiretlerini köreltmişti. Artık Allah’ın nezdinde o kavmin iman etmesi mümkün değildir. Haklarındaki Allah’ın hükmü gerçekleşmiş, artık oranın müşriklerinin iman etmeyeceği ve helâk olacağı vurgulanmıştır. Nûh (a.s.), kavminin alaylarına aldırış etmeden gemi inşâ etmeye başlamıştır. Nihâyet gemi biter ve Tûfan da başlar.

Şefaat: Sular yükselmeye, gemiyi kaldıracak seviyeye gelmeye başlamıştı. O esnâda Nûh, oğlunu gördü. Allah’ın “aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında” emrine rağmen babalık yüreği dayanamadı, onu da gemiye çağırdı: “Ey oğulcuğum, bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma!”[669] Basîreti körelmiş kâfirlerden biri  olan oğlu, Nûh’a şöyle cevap verdi: “Dağa sığınırım, o beni sudan kurtarır.”[670] Nuh oğluna şöyle seslendi: “Bugün acıdığı hâriç, O’nun emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Aralarına dalga girdi ve o da boğulanlardan oldu.”[671] Nûh (a.s.) dayanamadı ve Rabbine seslendi: “Rabbim, oğlum benim ehlimdendi.”[672] Rasul olan bir baba bile oğlunu kurtaramamıştı. Bu dünyada şefaat edememişti ki, âhirette şefaat etmesi mümkün olsun! Hz. Nûh’un “kan bağı”na dayalı duygusal davranışına Allah şöyle cevap verdi: “Ey Nûh! O senin ehlinden sayılmaz, çünkü (onun yaptığı) sâlih olmayan bir ameldir. Öyleyse bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Câhillerden olmamanı sana tavsiye ederim.” [673]

Allah’ın bu ifâdesi kıyâmete kadar tüm mü’minlere de bir uyarı, bir ihtardır. Müslüman olmayanın, (bırakın, babasının hacı, dedesinin hoca olmasını) peygamber soyundan gelse, babası peygamber bile olsa, bir değeri yoktur Allah yanında. Olamaz da. İnsanı âhirette kurtaracak olan ancak “selim bir kalp” (derin bir iman)[674] ve buna dayalı amellerdir.[675] Allah nezdinde kâfirlere şefaatçi yoktur. Müslümanlara da şefaatçi gerekmeyecektir. Herkes yaptığı amellerin karşılığını alacaktır. Kâfirler için rasul babası ve peygamber oğlu ya da rasul eşi olsa bile hiçbir şefaat, fidye ve diğer araçlar/vesileler, Allah katında kabul edilmez. [676]

Tûfân: Suların yükselmesiyle beraber Allah’ın Nûh kavmi hakkındaki kararı yerine gelmiş ve tûfan gerçekleşmişti. Kur’an’da tûfan üzerinde kâfirlere vaad (vaîd) edilen azap olarak durulmaktadır. Bundan başka bir gâye yoktur. Buna rağmen âlimler, tûfânın tüm dünyaya mı, yoksa Nûh kavmini mi kapsadığı üzerinde durmuşlar ve bu hususta hayli fikir yarıştırmışlardır. Ancak, ulemânın, tûfanın tüm dünyaya mı, yoksa sadece Nûh kavmine mi şâmil olduğu hakkında da somut bir karara varamadığı da âşikârdır. Her şeyden önce, kıssanın odak noktası “tûfan” değil; mü’min ve müşriklerin vahye karşı aldığı tavırdır. Tûfan olayı, Hz. Nûh’un verdiği uzun mücâdelede, kâfirler aleyhine gerçekleşmiş bir sonuçtur ve kıssanın sadece bir bölümünü oluşturmaktadır.

Tûfanın ister tüm dünyaya, isterse Nûh kavmine şâmil olduğuna inanalım, bu inanış bizim için imanî bir zaaf teşkil etmez. Ancak “gaybî bir olay” olan tûfan üzerinde sonuç getirmeyecek tartışmalara girmek, bizi özden cüze, hidâyetle ilgili içerikten gereksiz ayrıntılara çekeceğinden “gaybe taş atmak”tan kaçınmak daha doğrudur.

 

Rahmetten Tûfâna

Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura "yağ!" veya "dur!" diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmaya gerek yok.

Kur'an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur'an'a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur'an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur'an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah'ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken "Elhamdü lillâh..." deriz; diğerini içtikten sonra.  Kur'an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü gibi.

Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı (17/İsrâ, 82) gibi.  Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tûfanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.    

  

Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: "Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir." şeklinde ifade edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.

 

Dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.

Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir.

Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var.

"Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?"  Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!"  Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi? 

Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne gerek var? "De ki: (Sabahın birinde)  Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" [677]; "İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" [678]

Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri

a- Nûh (a.s.)’un risâletle görevlendirildiği esnâdan başlayarak giriştiği tebliğ mücâdelesi: Dokuz yüz elli yıl gibi çok uzun süren tebliğ mücâdelesinde, bıkmadan yılmadan sonuna kadar mücâdele etmesi, kıyâmete kadar yaşayacak tüm muhâtaplar için ders alınacak bir örnekliktir. Nûh (a.s.)’un bu uzun mücâdeledeki metodu ise âyetlerde şöyle veriliyor: “Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz dâvet ettim.”[679]; “Onlara açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim.” [680]

b- Kâfirlere yaranmak için dâvâdan tâviz verilmemesi ve müslümanların bütünlüğünün korunması: Kur’an’da kıssaları anlatılan tüm peygamberlerde olduğu gibi, Nûh kıssasında da, kâfirlerin dâvâdan tâviz verilmesi ve peygambere ittibâ eden müslümanların terkedilmesi karşılığı yaptıkları dünyalık tekliflere itibar edilmeyerek İslâm dâvâsından tâviz verilmemesi bizim için en güzel örnekliktir. “Benim ücretim Allah’a âittir.” [681]; “Mü’minleri de kovacak değilim. Çünkü ben sadece uyarıcıyım.” [682]

c- Peygamber soyundan olsa dahi, hiç kimse Allah’a teslim olmadıkça bu dünyada ve âhirette kurtuluşa eremeyecektir. Rasûl kendi soyundan olsa bile, Allah’a isyankâr olan ehline bu dünya şefaat edemez. Zâten bir kâfire, âhirette de şefaat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla İnsanlar iman etmedikçe bu dünyada ve âhirette şefaate ulaşamazlar. “Allah kâfirlere Nuh’un karısıyla, Lût’un karısını misal gösterir. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler; fakat onlara hıyânet ettiler. Kocaları Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara:) ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” [683]

d- Mücâdelede sürekli direniş ve sonucun Allah’a havâle edilmesi: Allah’ın âyetlerini var güçleri ile topluma ileten müslümanlar, bu çalışmalarının toplumsal neticesini, Allah’a havâle etmeleri, sonucun O’nun takdirinde olduğunu anlamaları gereklidir. Yani tebliğ mücâdelesini akamete uğratmamaları, Yûnus (a.s.) gibi toplumdan uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu husustaki Nûh’un (a.s.) duâsı, bize metod hakkında bilgi vermektedir: “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”[684] Eğer müslümanlar toplumlarının tebliğe boyun eğmemelerine kızarak Allah’ın âyetlerini tebliğ etmekten vazgeçerlerse, bu hususta Allah’ın emri olmadan böyle bir davranış gösteren Yûnus (a.s.) kıssasındaki gibi Allah tarafından kınanma durumunda kalabileceklerdir. Bu yüzden tebliğ sürecinin fetrere uğratılmaması ve tebliğde sürekli direniş gösterilmesi gereklidir Nûh kavmindeki tebliğin sonunu, Allah şöyle belirtiyor: “Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası (bundan sonra) iman etmeyecek.” [685]

e- Hidâyet ve zafer, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu yüzden müslümanların sayılarının azlığı ve dünyada kâfirlere gâlip gelememeleri gerçek anlamda yenilgi değildir. Müslümanların yapması gereken Hakk’ın şâhitliğini göstermektir. Bu hususta ellerinden gelen tüm gayreti ortaya koymaları, onların yegâne görevidir. Nûh (a.s.)’un az sayıda İnsanın hidâyetine vesile olması, onun görevini yapmadığı anlamına gelmez. Nûh, Hakk’ın şâhitliğini yapmış ve Allah’ın bu imtihan dünyasındaki ondan istediği hususları en güzel şekilde yerine getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîleri bu kıssanın Kur’an’da indiği zaman belki Nûh kavminin âkıbeti gibi kendilerinin de aynı âkıbete uğrayacaklarını sanmışlardı. Oysa Allah onlara çoğunluğa dayanan bir zafer ihsan etti. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîlerini yeryüzünün hâkimleri yaptı. Bu örnek, bizim sonuçlarla ilgilenmemizin çok önemli olmadığını, asıl olanın Allah’ın emirlerini topluma iletmek, Hakk’ın şâhitliğini yapmak, hidâyet ve zafer olayının Allah’ın elinde olduğuna inanmak gerektiğini ortaya koymaktadır. [686]        

Hz. Nûh, ümmetinin durumunu değiştirmek, onları üzerinde bulundukları bâtıl yoldan hakka iletmek ve şirkin karanlığından kurtararak tevhidin aydınlığına iletmek için uzun süre çabaladı durdu. Tevhid dâvetini net bir biçimde saf olarak hiç kapalılık bırakmadan, bütün berraklığıyla açık-seçik bir vaziyette kavmine sundu. Bunun için her gün artan bir gayret sarfetti. Geceyi gündüze kattı. Dokuz yüz elli sene kavmini iman aydınlığına kavuşturmak için durmak bilmeden çalıştı, çalıştı. Onları gerçeği görmeye çağırdı.

Nûh (a.s.) kavmini hakka çağırırken durmadı, yorulmadı, bıkmadı. Tek tek söyledi; topluca çağırdı. Açıktan konuştu. Gizli anlattı. Yüksek sesle seslendi. Dış dünyaya, göklerin yaratılışına, ayın ışıklarına, güneşin ışık dağıtışına, yağmurun yağışına, toprağın yetiştiriciliğine, Allah’ın kendilerine verdiği çocuk ve mal nimetlerine dikkat etmeye, öz nefislerini incelemeye ve bunlardan ibret alıp Allah’a inanmaya çağırdı. Hak dâvetçilerinin vasıflarını ve çalışma usûllerini ilk defa açıkladı. Bu yönde ilk örnek oldu. [687]

  

Nuh (a.s.) dâvetiyle tevhid mücâdelesinin dayandığı temelleri ve bu dâvet esnâsında kullanılan usûlleri açıkça gösterdi. Bunu yaparken birinci derecede peygamberlik, dolayısıyla da tevhid dâvetçisi olma görevinin hesabını verdi. Eksiksiz ve net bir söylemle kavmini tevhide dâvet etti. Usûl güzeldi. Çalışma yerindeydi. Fakat kavmine istediği ölçüde tesir edemedi. Çünkü etki ve netice Allah’a âitti. [688] 

Hz. Nuh’un müşrik oğlunun, sâlih amel sahibi bir mü’min olmadığından dolayı, Hz. Nuh’un evlâdı bile sayılamayacak ve dünyada helâka uğrayanlardan olduğu gibi, âhirette de azâba uğrayacak olması konusunda, inanç bağının ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir. Kendi öz oğlunu kâfirlikten dolayı kurtaramamıştı Hz. Nuh. İnanç bağı dışında kalan kan ve soy bağı, cins ve ırk bağı, meslek ve sınıf bağı, renk ve dil bağı, kavim ve aşiret bağı, toprak ve vatan bağı müslüman fertleri birbirine bağlayamaz. İşte bu olay, câhiliyye mantığı ile İslâm mantığını birbirinden ayıran temel noktalardandır. Câhiliyye mantığıyla bakış açısına sahip olanlar, büyük bir yanılgıya düşmüş olurlar. Çünkü câhiliyye mantığında ne olursa olsun, baba çocuğunu dışlayıp yabana atamaz. Tehlikeli günlerde mutlaka sahip çıkması gerekir. Baba-evlât bağları her bağın üstündedir. Ama İslâm, bütün bu ince ve kopmak üzere olan bağlara sahip çıkmaz. İslâm, sadece akîde bağını tanır ve neticeyi de ona göre sonuçlandırır.

Nuh (a.s.) ile oğlu arasında geçen olay ile, İbrâhim (a.s.) ile babası, Muhammed (s.a.s.) ile Ebû Tâlip arasında geçen olayın mâhiyeti birdir. Yol şudur: Ya bir olan Allah’ın tek ilâh olduğuna dayanan İslâm’a; ya da birçok âciz İnsanın kendi kafasından türettiği, kendi gibi bir beşer olan birinin ilke ve felsefesinden türeyen câhiliye düzenine inanılacaktır. Neticede ya gemiye binip Allah’ın izniyle kurtulup dünyada huzurlu ve âhirette sonsuz bir şekilde müreffeh bir hayat seçilecek, ya da sularda boğulup Allah’ın çetin azâbıyla başbaşa kalınacaktır. Öz olarak ya tevhid, ya şirk; ya İslâm, ya küfür, ya cennet ya da cehennem...  

Nûh (a.s.) ve Tebliğ Mücâdelesiyle İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Nûh İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 3/Âl-i İimrân, 33; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 59, 69; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 3, 17; 19/Meryem, 58; 21/Enbiyâ, 76; 22/Hacc, 42; 23/Mü’minûn, 23; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 105, 106, 116; 29/Ankebût, 14; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât 75, 79; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 5, 31; 42/Şûrâ, 13; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 26; 66/Tahrîm, 10; 71/Nûh, 1, 21, 26.

  • Nûh (a.s.)’un Kavmiyle Dâvet İlişkisini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-49; 23/Mü’minûn, 23-30; 26/Şuarâ, 105-122; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 54/Kamer, 9-16; 71/Nûh, 1-28.
  • Nûh (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 57/Hadîd, 26.
  • Nûh (a.s.)’un İnsanlığın İkinci Atası Olması: 17/İsrâ, 3.
  • (Nûh (a.s.)’un Peygamberlik Süresi: 29/Ankebût, 14.
  • Nûh (a.s.)’un Neslinden Peygamber Gönderilmesi: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 37/Sâffât, 77-81; 57/Hadîd, 26.
  • Nûh (a.s.) Nûh Kavmine Gönderilmiştir: 23/Mü’minûn, 23; 26/Şuarâ, 105-107; 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 1.
  • Nûh (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-34; 23/Mü’minûn, 23-26; 26/Şuarâ, 105-118; 71/Nûh, 1-20.
  • Nûh (a.s.)’un Hem Açık, Hem Gizli Dâveti: 71/Nûh, 8-9.
  • Nûh Kavminin Taptığı Putlar: 71/Nûh, 23.
  • Nûh (a.s.)’un Kavmine Bedduâsı: 71/Nûh, 5-28.
  • Nûh (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
  • Nûh (a.s.)’un Kavminin Kötülüğü: 54/Kamer, 9.
  • Nûh Tûfânı: 54/Kamer, 9-14.
  • Nûh (a.s.)’un, Gemi Yapmakla Emrolunması: 11/Hûd, 36-40; 23/Mü’minûn, 26-27.
  • Nûh (a.s.)’un, Gemiye Hayvanlardan İkişer Çift Alması: 23/Mü’minûn, 27.
  • Nûh (a.s.)’un, Akrabâsının Kurtulması İçin Duâsı ve Aldığı Cevap: 11/Hûd, 45-47; 23/Mü’minûn, 27.
  • Nûh (a.s.)’un En Yakın Akrabâsının Durumu: 11/Hûd, 40, 42-43.
  • Nûh Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 42-43; 17/İsrâ, 17; 21/Enbiyâ, 76-77; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 119-1222; 29/Ankebût, 14, 40; 37/Sâffât, 75-76, 82; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9-14; 71/Nûh, 25-26.
  • Nûh (a.s.)’un Kavminden İman Edenlerin Tûfandan Kurtulması: 11/Hûd, 41-42, 44; 48-49; 21/Enbiyâ, 76-77; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 119; 29/Ankebût, 15.
  • Nûh (a.s.)’un, Tûfandan Kurtulunca Duâsı: 23/Mü’minûn, 28-29.
  • Nûh (a.s.)’ın Kıssasında İbretler Vardır: 23/Mü’minûn, 30; 69/Haakka, 11-12.
  • Nûh (a.s.)’un Mü’minler İçin Duâsı: 71/Nûh, 28.

 

 

H Û D   (A. S.)   V E   Â D   K A V M İ

  • Hûd (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
  • Âd Kavmi
  • Ahkaf
  • İrem
  • Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi
  • Hûd Sûresi
  • İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma
  • Maddî Üstünlük ve Lüks Yaşam Üzerine
  • Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almamız Gereken Ders ve Mesajlar
  • Âd Kavmi ve Onların İzindeki Günümüzün Âdîleri

“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’

Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’

(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.

Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.

Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’

Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’

(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’

Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” [689]

 

 

 

Hûd (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi

Hûd (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de kıssası geçen peygamberlerden biridir. Âd kavmine gönderilen Allah'ın rasûlüdür. A'râf, Hûd, Şuarâ ve Ahkaf sûrelerinde kendisinden bahsedilmektedir. Âd kavmine gönderilmiştir ki, Kur'ân dışında diğer mukaddes kitaplarda bu kavimden söz edilmemektedir. Âd kavmi Hz. Nûh tûfanından sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir. [690]

Hûd (a.s.), Âd kavmi içinde soyu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Hûd (a.s.) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Âdem’e (a.s.) benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi; yoksullara bol bol sadaka verirdi. [691]

Âd kavmi Arabu'l-âribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, suyu ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları[692] yer altında da, su depoları ve köşkleri vardı.[693] Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.

Allahu Teâlâ, Âd kavmine, peygamber olarak Hûd’u (a.s.) gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan Allah'a iman ve ibâdete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe dâvet etti ise de, red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allahu Teâlâ onlardan üç yıl yağmuru kesti. Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur bekledikleri halde bir kasırga ile onları helâk etti.

Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Vedâ haccında, Usfan vâdisine vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Ebâ Bekr! Bu hangi vâdidir?" diye sormuştu. Hz. Ebû Bekir "Usfan vâdisidir" diye cevaplayınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hûd’un (a.s.), beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber vermiştir. [694]

Âd kavmi helâk olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır. Âd kavminin, Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı muârızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz edenler gibi kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, dönmekte olan çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür:

a- Hz. Hûd'u beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek: "Kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz."[695]; "Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; ‘biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz.'' [696]

b- Atalar dinine bağlılık: "Dediler ki: ‘Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?"[697]; "Dediler ki: ‘Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?" [698]

c- Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamayacağını ileri sürmeleri: "Âd kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler." [699]

d- Âhireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibâret olduğunu ileri sürmeleri: "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz." [700]

e- Hz. Hûd'u küçümsemeleri: ''Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşrâf takımı dedi ki; ‘bu da sizin gibi bir insandan başka birisi değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdîrde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz." [701]

Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı tavır şöyle idi: ''Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?"; ''Ey kavmim, bende bir sapıklık yok; ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum."[702]; "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Siz (putları Allah'a ortak koşmakla) sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na yönelin) ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin." [703] Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarının Kur'ân'da zikredilmesi mü’minlerin ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı müslümanlar için de tâkip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd kıssasından alınacak ibretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:

Hz. Hûd, Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakur bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe kötülükle karşı koymadığı gibi, yumuşak davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riâyet etmeleri gerektiğini anlatmakta ve bundan dolayı onlardan bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir. [704]

Hûd (a.s.), Nûh’un (a.s.) oğlu Sâm'ın neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur'ân-ı Kerim’de ismi bildirilen peygamberlerdendir. Yemen'de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkaf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan itibaren Allahu Teâlâ’ya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hûd (a.s.), gâyet şefkâtli ve çok cömertti. Nûh tûfânında sonra, onun torunlarından biri olan Âd, Yemen'de Hadramut civârında Ahkaf denilen yerde yerleşti. Âd'ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allah Teâlâ’yı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakirleri ve diğer kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı. Allah Teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak için Hûd’u (a.s.) onlara peygamber gönderdi. Bu hususta Kur'ân-ı kerimde meâlen buyruldu ki:

Âd kavmine kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd (a.s.) onlara; ‘Ey kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ o'nun azâbından korkmayacak mısınız?’ dedi.[705] Hûd (a.s.) kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulüm ve günahlardan tevbe ederek vazgeçmeye ve Allah Teâlâ’ya şükür ve ibâdete çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hûd’u (a.s.) dinlemeyip ona karşı kaba ve inkârcı davrandılar. Hûd (a.s.) kavminin bu tutumu üzerine; ''Eğer doğru yola gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazifemi yapıyorum; Rabbim size acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?'' buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hûd’a (a.s.); ''Mûcize getirmeden sana inanmayız, putlarımızı terk etmeyiz.'' dediler. Hûd (a.s.) onlara; ''İstediğiniz mûcize nedir?'' diye sordu. Onlar da: ''Rüzgârı istediğin tarafa çevir!'' dediler. Hûd (a.s.) duâ etti. Allah Teâlâ; ''Ne tarafa istersen elinle işâret et!'' buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikamette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd’un (a.s.) duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri halde inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hûd (a.s.) duâ etti. koyunların yünü ipek hâline geldi. Âd kavmi, gösterilen mûcizelere rağmen inanmadılar. ''Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de görelim!'' dediler. Hûd (a.s.) kavmini imâna dâvete devâm etti. Pek az kimse imân etti. Kavmi ise hakaret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hûd (a.s.): ''Yâ Rabbi! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesile olacak bir musîbet ver?'' diye bedduâda bulundu. Hûd (a.s.)’un bedduâsını kabul buyuran Allah Teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu. Bu arada Hûd (a.s.) kavmini imana, tevbe ve istiğfâra dâvete devam ediyordu. Hûd’un (a.s.) kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir:

''Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra o'na tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin.''[706] Hûd’un (a.s.) bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd’a (a.s.) işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd’a (a.s.) bildirildi. Bir sabah Hûd (a.s.) iman edenleri bir araya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, “işte bize yağmur geliyor” dediler. Hûd (a.s.) ''Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder'' dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. 41/Fussılet sûresi 16. âyet-i kerimesinde, bu rüzgâr ''sarsar'' (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de ''eyyâm-ı nehısât'' (uğursuz günler) olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikte havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur'ân-ı Kerim’de meâlen şöyle bildirilmektedir:

''Nihâyet Hûd'u ve berâberindeki imân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzib edip yalanlayarak iman etmemiş olanların kökünü kestik.''[707] Hûd (a.s.) ve ona iman edenler bu şiddetli kasırgada Allah Teâlâ tarafından muhâfaza edildi. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu. Hûd (a.s.), Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatle meşgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i Şerif’te (Kâbe-i Muazzama’nın  etrafındaki mescidde) Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.

Hûd (a.s.) ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle  ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’in A'râf, Hûd, Mü'minin, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Haakka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir.

 

Âd Kavmi

Âd: Birinci Âd diye anılan bir kavim olup Hûd Peygamber’in gönderildiği on-on üç kabileden oluşan üç-dört bin kişilik bir topluluktur.[708] Âd, Nuh'un torunlarından Avs'ın oğlu­dur. Avs’ın babası İrem, onun babası Hz. Nuh'un oğlu Sam'dır. Tarihçiler ve müfessirler Âd kavmini Âd-ı ûlâ ve Âd-ı uhrâ olmak üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd'un peygamber olarak gönderil­diği kavim Âd-ı ûlâ'dır. Kur’ân-ı Kerim’de: "Allah daha önce gelen Âd'ı (Âdeni’l-ûlâ, ilk Âd’ı) helâk etti"[709] denilmektedir. Bu se­beple müfessırler. Âd ve Hz. Hûd ile ilgili olarak Kur'an'da zikredilen müşte­rek olayların hepsinin birinci Âd kavmiyle ilgili bulunduğunda hemfikirdir­ler. Âd-ı ûlâ'nın helâk edilmesinden sonra bu kavimden kurtulanların nes­linden ikinci Âd, yani Âd-ı uhrâ ortaya çıkmıştır. Zemahşerî’ye göre İrem şeh­rine sahip olan da bu ikinci Âd kavmi­dir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm’de birinci Âd kavminden bahsedildiği halde,[710] ikinci Âd kavminden açıkça söz edilmemektedir. Yine Kur­'an'da İrem şehrinden bahsedilirken[711] bu şehrin hangi Âd kavmine ait olduğu açıkça zikredilmemiştir. Tefsir kaynaklarında kaydedildi­ğine göre İrem, Âd’ın dedesidir. Bu durumda İrem şehrinin ona izâfe edilmesi ve birinci Âd kavmiyle ilgili olması ihti­mali daha kuvvetli görünmektedir.

Âd kavminin yaşadığı coğrafî bölge, birçok tarihçi ve müfessire göre Yemen'dir. Bu kavim Yemen'de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış­tır ki Kurân-ı Kerîm'de de Hz. Hûd'un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır. [712]

Âd kavmiyle ilgili bilgiler genellikle Kur'an'a dayanmakta, ayrıntılar ise daha çok tefsirlerde bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’in beyanına göre bu kavim muh­teşem saraylara, [713] mallara, sürülere ve eşsiz bağ ve bahçelere sahipti.[714] Bu yüzden gurur ve kibre kapılmış olan Âd kavmi putlara tapmaya başla­mış, insanlara zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuştur.[715] Allah. Hz. Hûd'u bu kavme peygamber olarak göndermiş, fakat kavmi onu yalanlayarak kendisine karşı çıkmıştır.[716] Hz. Hûd'un onları uyarması ve Allah'ın kendilerine ver­diği nimetleri hatırlatarak O’na iman etmelerini istemesine karşı onlar: "İster öğüt ver ister verme, bizce birdir, fark etmez."[717] diyerek ken­dilerine yapılan ikazları dinlememişler­dir, isyan ve inkârlarının cezası olarak Allah, önce yağmurlarını keserek kurak­lık sebebiyle ünlü İrem bağlarını kurut­muş, daha sonra kasıp kavuran bir rüz­gârla onları cezalandırmıştır.[718] Sekiz gün süren bu rüzgâr Kur'an'ın tasvirine gö­re Âd kavmini hurma kütükleri gibi bu­lundukları yerden söküp atmıştır.[719] Hz. Hûd ve ona inanan mü’minler ise bu felâketten kurtularak,[720] ikinci Âd kavminin çe­kirdeğini oluşturmuşlardır. [721]

Âd, Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmidir. Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan tevhîd mücâdelesinin mâhiyeti, Kur'ân-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeplerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır. Meydana gelen olayların sebeplerini iyi tespit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitapların tasdîki, (Dine âit) her şeyin tafsilidir."[722] hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır.

Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkaf'tır. Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler. Kur'ân-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki O, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mûcizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." [723] hükmü beyan buyurulmuştur. Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır. Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gâyet kuvvetli oldukları bilinmektedir. Hz. Âdem’in (a.s.) boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir. Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz. Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır. [724]

Hz. Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'dır. Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir. Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur.[725] Bu lider Hz. Hûd’un (a.s.) tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular."[726] hükmü beyan buyurulmuştur.

İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar.

Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" [727] denilmek sûretiyle, bu mâhiyet meydana konulmuştur. Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hz. Hûd’a (a.s.) peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücâdele başladı. Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu. Şimdi bu mücâdeleyi Kur'ân-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: ‘Allah'tan korkmaz mısınız?’ demişti. ‘Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir. Siz her yüksek yerde bir alâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bilip durduğunuz şeylerde (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum." [728]

Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar. "(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: ‘Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz. Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz’ dedi. (Bunun üzerine Hûd) ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Bende hiç beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin/güvenilir bir nasihatçiyim. Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vâsıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." [729]

Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd’un (a.s.) tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı: "Dediler ki: ‘Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!.."[730]; "Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir."[731]; "Dediler ki: ‘Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız. Senin söylediklerine inananacak da değiliz. Biz ‘Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış!’ (demekten) başka bir şey söylemeyiz." [732]

Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu. Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine âit olduğu iddiasına iman etmişlerdi. Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sâyesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı. Sürekli olarak; "Biz azâba uğratılacak da değiliz"[733] diyerek kendi kendilerini iknâ etme yoluna gidiyorlardı. Hûd’un (a.s.) tebliğini kabul eden mü’minlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir!" sloganına sarılmıştı. Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü. Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı. Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu. Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu. O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Bu noktada Hûd (a.s.) yeniden tebliği denedi ve; "Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim). Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allah Teâlâ'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır." [734] dedi.

Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı. Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı. Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler. Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı. Bunun "Allahü Teâlâ’nın (c.c.) bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Şimdi hâdisenin cereyan ediş şeklini Kur'ân-ı Kerim'den öğrenelim: "Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: ‘Bu bize yağmur verici bir buluttur.’ (Hûd) ‘Hayır!’ (dedi) ‘bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir. Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır. O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir." [735]

İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti. Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirkin ve zulmün cezasını bu dünyada gördü: "Âd kavmi (peygamberleri Hûd'u) yalanladı. İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün). Çünkü Biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik. (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu." [736]

Bu azâb sırasında Hz. Hûd (a.s.) ve beraberinde bulunan mü’minlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık."[737] Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbirlerin zaferleri geçicidir. Elbette azâbın en şiddetlisine muhâtap olacaklardır. Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar. [738]

 

 

Ahkaf

Ahkaf, “hıkf” kelimesinin çoğulu olup kum yığınları demektir.[739] Arabistan yarımadası genelde kum yığınlarından oluştuğundan, “Ahkaf” kavramı, genel olarak tüm bölgeyi içine alabilir. Zaten Kur’an’da bölgenin sınırları belirtilmemiştir. Ancak, tarihçiler ve müfessirler bölgenin yerini belirlemeye çalışmışlardır.

Bu görüşlere göre Ahkaf, Umman ile Hadramût arasındaki kum dağları, Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği ve Âd kavminin yaşadığı bölgedir. Arap Yarımadasının güney tarafı ile, Hadramût’un kuzeyinde bir yer olup doğusunda Umman, batısında er-Rub’u’l-Hâlî bulunmaktadır. Bugün bu bölgede hiçbir bitki ve insan yaşamamaktadır. İncecik kumuyla ıssız bir çöl görünümündeki bu bölgeye hiç kimse girmeye cesâret edememektedir.

1992 yılında yapılan kazı çalışmaları sonucu Âd kavmine âit bölgenin, Umman’ın sahile yakın bir yerinde olduğu tesbit edilmiş ve kumların altından çıkan şehre, Kumların Atlantis’i Ubar adı verilmiştir. Ubar’da yapılan kazı ve araştırmalar, buranın bir zamanlar çok yüksek kule ve görkemli yapılardan oluşan bir şehir olduğunu ortaya koymuştur.

Hûd Peygamber’in kabrinin burada olduğu rivâyet edilmiştir. Bugün Mukallâ diye bilinen kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde “Kabr-i Hûd” diye bilinen bu yere günümüzde Arap Yarımadasından binlerce kişi gelerek merâsimler yapmaktadır. “Urs” denilen bu merâsimlerin yapılması ve bölgede bazı harâbelerin bulunması Âd kavminin burada yaşamış olma ihtimâlini güçlendirmektedir.

Kur’an’da bir sûrenin (46. sûre) adı olan “Ahkaf” kelimesi, söz konusu sûrede bir kere, şu şekilde geçmektedir: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım’ diye uyarmıştı.” [740]

 

 

İrem

İrem, Kur'an'da sözü edilen bir kabilenin veya yerleşim merkezinin ismidir. Kelimenin aslının İbrânîce "Âram" ol­duğu ve "yüksek memleket" anlamına geldiği belirtilmektedir.[741] Tev­rat'a göre bu kelime, hem Âram veya Su­riye diye adlandırılan bölgenin, hem de bu bölgede yaşayan ve Ârâmîler'in atası olan kişinin adıdır. Aram, Akkad Kralı Naramsin'in bir yazı­tında Yukarı Fırat yöresinde bir bölgeye verilmiş yer adı, milâttan önce 2000 yıl­larına ait tabletlerde ise Aşağı Dicle hav­zasında bir şehir ismi olarak geçmekte­dir. Kelime, sonraları Mari, Alalah ve Ugarit belgelerinde şahıs adı, Mısır belgele­rinde ise yer adı olarak ortaya çıkmakta­dır.

Tevrat'a göre Aram, Hz. Nûh'un üç oğ­lundan Sâm'ın beşinci oğludur; kendisi­nin de Üs (Uts).Hul, Geter ve Maş adında dört oğlu vardır.[742] İrem kelimesini bir kişi adı kabul eden müslüman tarihçi ve müfessirler de onun şece­resini İrem b. Sâm b. Nûh [743] veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nûh[744] olarak ver­mektedirler.

İslâm tarihçilerine göre Arap yarıma­dasındaki kavimlerin çoğu İrem'in soyun­dan gelmektedir. Ahkâf ta yerleşmiş olan,[745] kendilerine Hz. Hüd'un peygamber olarak gönderildiği kavme adını veren Âd da İrem'in büyük oğlu Avs'tan torunudur. İrem'in diğer oğlu Âbir'den torunu Semûd'un kavmi ise Hicr'de yerleşmiş olup onlara da Hz. Salih gönderilmiştir. [746]

Şark Edebiyatlarında olduğu gibi, Divan edebiyatında da, İrem keli­mesi daha ziyâde (Bağ-ı İrem) şekliyle mutluluk verici, mâmur ve gösterişli bi­naları, evleri vb. yerleri ifade eden (olumlu) bir mazmun olarak kullanılmıştır. Bağları ve rengârenk ağaçları ile İrem bahçeleri ba­harı temsil eden, ayrıca sevgilinin bulun­duğu evi, gezindiği bahçeyi vb. mahalleri tanımlamada kullanılır. İrem, tasavvufî edebiyatta da "insanın gönlü, Tanr'nın tecellîgâhı, Tanrı ile bu­luşma yeri" anlamında bir remiz olarak kullanılmıştır. [747]

İrem: Helâk edici, yok edici; çölde yol gösteren alâmet taşı; nişan için dikilen taş anlamlarında kullanılır. Halk arasında; Âd'ın oğlu Şeddâd tarafından, Cennete karşılık olarak bina edildiğine inanılan, bağ ve bahçeleriyle ünlü bir şehir olarak bilinir.

Kur'ân-ı Kerîm, yeri geldikçe, insanların ibret almalarını sağlamak maksadıyla geçmiş kavimlerden, bunların işlemiş oldukları kötülüklerden ve buna karşılık uğradıkları İlâhî cezâlardan söz eder. Bazen, kısaca temas edilen bu gibi konular, kimi âlimler tarafından tarihî ya da semantik bilgilere dayanılarak ilmî izahları yapılmaya çalışılmış, kimi kıssacılar tarafından da alabildiğine genişletilmiş, haklarında birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler, sonraları kitaplara da geçerek daha sonra gelenler tarafından gerçekmiş gibi telakki edilmiştir. "İrem"le ilgili durum da bunlardan farklı değildir.

Kur'ân-ı Kerîm, bu kelimeden: "Görmedin mi Rabbin nice yaptı Âd'e; o direk sahibi İrem'e? Ki o, beldelerde bir benzeri yaratılmayandı."[748] şeklinde bahseder, ayrıntıya girmez. "İrem"in ne olduğunu açıkça belirtmez. Sahih hadislerde de bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.

Âyetler bir bütün olarak ele alındığında, "İrem zâtü'l-imâd" terkibinden, bunun; bir belde adı veya bir ümmet adı yahut Âd kavminden bir kabile adı ya da Âd'ın dedesinin adı olabileceği sonucuna varılır. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.

Bunun bir belde adı olduğunu söyleyenler, bu beldenin; Dımaşk, İskenderiye, Şeddâd'ın yaptırdığı şehir; Yemen'de bir kasaba, Irak'ta bir kasaba ya da Şam'da bir kasaba olabileceği ihtimali üzerinde dururlar ki, çoğu zaman görüşleri farklıdır. [749]

"İrem"in bir şehir olduğunu iddia edenlerden bazıları, Vehb b. Münebbih'ten gelen, tamamen uydurma bir rivâyete dayanırlar. Şöyle ki: Abdullah bin Kılâbe isimli biri kaybolan devesini çölde ararken; etrafı sularla çevrili, içinde göz kamaştıran çeşitli taşlardan yapılmış binlerce köşkü olan bir şehre rastlar. Buradan ayrılırken yanına aldığı çok kıymetli bazı eşyayı da arkadaşlarına gösterir. Bu haber Muaviye'ye ulaşınca, bilgi almak üzere Ka'bü'l-Ahbâr'ı çağırtır. Ka'b da bunu teferruatlı bir şekilde Muâviye'ye anlatır. [750]

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu rivâyeti reddederek, râvîsini de eleştirmişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, İbn Haldûn, Yakut el-Hamevî, İbn Kesîr, eş-Şevkânî, el-Âlûsî ve İzmirli İsmail Hakkı gibi bilginler, bunu şiddetle reddederler. [751]

"İrem"in bir kabile veya kavim olduğunu söyleyenler de çoktur.[752] Mu'cem sahibi Yakut el-Hamevî, "İrem"in, Eyle ile Benî İsrâil çölü arasındaki Cüz'am diyarında Hısmey Dağlarından yüksek bir dağın adı olduğunu; bâdiye halkının, burada bağlar ve çam ağaçları bulunduğuna inandıklarını zikreder. [753]

 

 

 

Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti

"Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? " [754]

 

Kur’an’ın çeşitli sûrelerinde sözü geçen bir başka helâk olmuş kavim ise, adı Nûh Kavmi'nden sonra anılan Âd Kavmi'dir. Âd Kavmine gönderilen Hz. Hûd tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hûd'a düşmanlıkla cevap verir.

 

Âd Kavmi'nden bahseden diğer bir sûre ise Şuarâ Sûresi'dir. Bu sûrede Âd Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Âd, "yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte" olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hûd, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler: "Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." [755]

 

Hz. Hûd'a düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Âd'ı "sanki hiç yaşamamışçasına" yok etti...

İrem Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevî Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantis’i Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu arkeolojik bulguyu daha ilgi çekici hale getiren özelliği, isminin Kuran'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kuran'da bahsi geçen Âd kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştüler.

Kuran'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi.[756] Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix  idi. Arabia Felix, Romalıların Arap Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı. [757]

Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı. Peki, böylesine bir  yakıştırmanın sebebi neydi acaba?

Bunun sebebi, bu bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "frankicense" isminde nâdir bulunan bir bitkinin üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı. Eski toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel âyinlerde tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar değerliydi.

Kitabında bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu "şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, bedevîlerin "Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan bedevîler, kendisine eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamadan ölmüştü. [758]

İngiliz araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına başladı. Clapp, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedevîler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için iknâ etmeyi başardı. [759]

Clapp daha sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.

Bu sırada NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada belirtilen yollar, hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.

Sonunda bedevîlerin sözlü olarak anlattıkları hikâyelerin konusu olan efsânevî şehrin yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantis’i Ubar" olarak tanımlandı.

Peki, bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi’nin şehri olduğunu kanıtlayan şey neydi? Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında, Kuran'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu.  Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kuran'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: "Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki, şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi." [760]

 

Âd Kavmi’nin İnsanları: Buraya kadar, Ubar'ın Kuran'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a göre bu şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini dinlememişler ve böylece helâk edilmişlerdi.

İrem şehrini kuran Âd Kavmi’nin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin, tarih kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.

Aslında bu halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Âd Kavmi hakkında halk arasında dilden dile anlatılan hikâyelere rastlamak mümkündür.

Âd Kavmi’ne yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli sebebinin ise bu tarihlerde, bu bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Âd Kavmi’nin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı, belki de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.

Âd kavmi ile ilgili tarihsel bir kayıt yoktur, ama onların "torunları" hakkında önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sâyesinde Âd Kavmi hakkında fikir yürütmek mümkündür.

Âd'ın Torunları Hadramîler: Âd Kavmi insanlarının ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantis’i Ubar"ın bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar" olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramîler, Sebe’liler, Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.

Günümüzde birçok tarihçi, Âd kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı olan Dr. Mikail H. Rahman, Âd Kavmi’nin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört kavimden birisi olan Hadramîlerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramîler, "Şanslı Araplar" olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.

Hadramîlerin Âd Kavmi’nin torunları olabileceğinin bir belirtisi, bunların isimlerinde gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden "Âdramitai" -bu kelime Hadramî demektir- olarak bahsetmektedir.[761] "Âdramitai" kelimesinin isim hali ise "Âdram"dır. Kuran'da "Âd-ı İrem" olarak ismi geçen bu kelimenin zaman içinde meydana gelen bozulma sonucu "Âdram" haline gelmiş olması mümkündür.

Yunan coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Âdramitai" isimli kavmin yaşadığı yer olarak Arap Yarımadası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge, yakın bir tarihe kadar da "Hadramût" ismiyle bilinmiştir. Hadramî Devleti’nin başkenti Sabwah, Hadramût vâdisinin batısında yer almıştır. Bu arada birçok eski efsâneye göre de Âd Kavmi’ne elçi olarak gönderilmiş olan Hz. Hûd'un mezarı Hadramût'tadır. 

Hadramîler’in Âd Kavmi’nin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken, bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramîleri "dünya üzerindeki en zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramîlerin o çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramîlerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.

Hadramîler’in başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları sebebiyle arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir, o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harâbe halinde olmasına rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.

Hadramîler’in bu mimarî üstünlüklerini, ataları olan Âd Kavmi’nden miras aldıklarını varsaymak son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hûd, Âd Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" [762]

 

Sabwah'ta bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı. Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpâre olarak yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Âd Kavmi’nin mimarî tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı kullanarak,  Güney Arapları ve onların ticarî faâliyetleri hakkında birçok araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi." [763]

Photius'un bu ifâdesi, doğrudan Hadramîlere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların zenginliğini ve mimarî alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden "çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak bahsetmektedirler.

Bu şehirlerin sahiplerinin Âd Kavmi’nin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın, Âd Kavmi’nin yurdunu "sütunlar sahibi İrem" [764] olarak tanımlamasının nedeni açıkça anlaşılmaktadır.

Âd Kavminin Pınarları ve Bahçeleri: Günümüzde Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonradan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce yıldır burada bulunmaktadırlar.

Ancak Kuran'da, Âd Kavmini anlatan âyetlerin birinde önemli bir bilgi verilir. Kavmini uyaran Hz. Hûd, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve bahçelere dikkat çekmektedir: "Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum." [765]

 

Ama belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar veya bölgede Âd kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle kaplıdır. Öyleyse Hz. Hûd neden kavmini uyarırken böyle bir ifâde kullanmıştır?

Cevap, tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine kadar Kur’an'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı, ancak günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.

Güney Arabistan'da, Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.

Uydudan çekilen resimlerde Ramlat at Sab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek kadar büyük olduklarını gösteriyordu. [766]

Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir zamanlar Ma'rib ve Hadramût arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım yapıldığı söylenebilir." [767]

Yunanlı klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan, sislerle kaplı, ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan bahsediyordu. Hadramîlerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kapladığını gösteriyordu.

Bir bölgenin çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır. Ortaçağ'da verimli bir arâzî olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte, bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde 1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.

Âd Kavmi Nasıl Helâk Edildi? Kuran'da, Âd Kavmi’nin helâk edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vâsıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Âyetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Âd Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir: “Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azâbım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felâket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.”[768]; “Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.” [769]

 

Daha önceden uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helâkin kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi: "Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır! O, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır." [770]

Âyette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum, kavme gelen azâbın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benzer. Âd Kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azâbı fark etmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir: Bir (kum fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur. [771]

Nitekim Âd Kavmi’nin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantis’i Ubar" da, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan Kur’an’ın ifâdesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür. Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'Interesse dergisi aynı tespiti şu ifâdeyle bildirir: "Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü." [772]

Âd Kavmi’nin bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kuran'da Âd Kavmi’nin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir. Ahkaf Sûresindeki âyette geçen ifâde şöyledir: "Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım' diye uyarıp korkutmuştu." [773]

 

Ahkaf Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Âd Kavmi’nin "kum tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir yoruma göre, Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir bölgenin, güney Yemen'de Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir. Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini gösterir.

Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Âd Kavmi’ne "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan" kum fırtınasıyla beraber gelen helâk, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş olmalıdır.  Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helâk edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür.

Sonuç olarak şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kur’an'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kuran'da anlatıldığı biçimde helâk olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları, kumların içinden çıkarılmıştır.

İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kuran'da çok defa üzerinde durulan şekilde ibret almaktır. Allah Kuran’da, Âd Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" dediklerini haber verir. Âyetin devamında da şöyle denir: "Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür..." [774]

İşte insana düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir. [775]

Kur’ân-ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi

Kur’ân-ı Kerim’de Hûd’un (a.s.) ismi, toplam 7 yerde geçer. [776] 

Hûd’un (a.s.) kavminin adı olan Âd ise toplam 24 yerde zikredilir. Ahkaf kelimesi ise bir yerde geçer ve geçtiği sûrenin adı da bu yüzden Ahkaf adını alır.[777] İrem kelimesi de sadece bir yerde kullanılır. [778]

“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’

Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’

(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.

Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.

Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’

Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’

(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’

Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” [779]

 

“Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” [780]

 

“Âd (halkına da) kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim Allah'a ibâdet edin sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz.

Ey kavmim ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?

Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.’

‘Ey Hûd, dediler. ‘Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terk etmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.

Biz: ‘Bazı ilâhlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz. Dedi ki: ‘Allah'ı şâhit tutarım, siz de şâhitler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.

O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın.

Ben gerçekten benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).

Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır.’

Emrimiz geldiği zaman tarafımızdan bir rahmet ile Hûd'u ve O'nunla birlikte iman edenleri kurtardık. Onları şiddetli/ağır bir azaptan kurtardık.”

İşte Âd (halkı): Rablerinin âyetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler.

Ve bu dünyada da kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı) Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hûd kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” [781]

"Ey kavmim bana karşı gelişiniz sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil." [782]

“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.” [783]

“(Rasûlüm!) Eğer onlar (inkârcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu bil ki) onlardan önce Nuh'un kavmi, Ad, Semûd(kavimleri de kendi peygamberlerini) yalanladılar.” [784]

 

“Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik.

Onlar arasından kendilerine: ‘Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız yoktur. Hâlâ Allah'tan korkmaz mısınız?’ (mesajını ileten) bir peygamber gönderdik.

Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: ‘Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.’

Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.

Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak sûrette sizin (kabirden) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?

Bu size vâdedilen (öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!

Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.

Bu adam, sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz.’

O peygamber: Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!

Allah şöyle buyurdu: Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!

Nitekim vukuu kaçınılmaz olan korkunç bir ses yakalayıverdi onları! Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler topluluğunun canı cehenneme!” [785]

 

“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.

(Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve: ‘(Size, sevinmek) yasaktır, yasak!’ diyeceklerdir.

Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).

O gün cennetliklerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir.

O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.

“İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür o.” [786]

 

“Âd'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” [787]

 

“Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının. Size hayvanlar çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." Dediler ki: ‘Bizim için fark etmez; öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da. Bu geçmiştekilerin ‘geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azab görecek de değiliz.’ Böylelikle onu yalanladılar Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz senin Rabbin güçlü ve üstün olandır esirgeyendir.” [788]

 

“Âd'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” [789]

 

“Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun da, yalanladılar.” [790]

“Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse, artık de ki: ‘Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım.’

Âd (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: ‘Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?’ Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim âyetlerimizi (bilerek) inkâr ediyorlardı.

Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.” [791]

 

“Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi Câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu/günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” [792]

 

“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).

Eyke halkı ve Tübba' kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [793]

 

“Âd (kavmin)de de (âyetler vardır). Hani onların üzerine köklerini kesen (akîm) bir rüzgâr gönderdik.

Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka çürütüp kül gibi dağıtıyordu.” [794]

 

Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgâr göndermiştir. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” [795]

 

“Doğrusu, önce gelen Âd (halkın)ı O yıkıma uğrattı.” [796]

 

“Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?

Biz o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.

İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.

Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!

Andolsun biz Kur'an'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” [797]

“Semûd ve Âd (toplumları) kâria'yı yalan saydılar.

Semûd'a gelince: Onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helâk edildiler.

Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler.

(Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.

Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?

Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı (Lût kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler.” [798]

 

“Görmedin mi Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını?

Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine?

Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı,

O vadide kayaları yontan Semûd kavmine?

Kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a?

Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler.

Oralarda kötülüğü çoğalttılar.

Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı.” [799]

Hûd Sûresi

Kur'ân-ı Kerîm'in onbirinci sûresidir. Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir. Mekkîdir. Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur. Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz. Hûd'dan almıştır. Mirâc'tan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir. Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb, Mûsâ peygamberlerin kıssalarıdır. Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (s.a.s.) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz. Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz. Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır. İslâm tarihçilerinin "Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur. [800]

Hûd sûresinin ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır.

1. Kur'ân-ı Kerîm: ''Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." [801]

Kur'ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren,[802] kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür. Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir.[803] Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kâfirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler[804] ve Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır.[805] Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur.

Hûd sûresinin başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir. Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir. Bu hurûf-ı mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı. Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler. Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir.[806]; "Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. On dan başka tanrı yoktur. Artık müslümansınız değil mi?" [807]

Hûd sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in sağlamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır. Allah'tan başkasına ibâdet edilmez. Dönüş Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir. Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır. Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır. Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın. Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır. Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalpleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır.

Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir. Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz. Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece O'na itaate çağırmışlardır. Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır. Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın. Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." [808]

Öğüt ve ibret almacak kıssaların özü şöyledir: Hz. Nuh, (a.s.) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi. Milletini Allah'a ibâdete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler. Hz. Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı. Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı. Geride kalanların hepsi, Hz. Nuh'un karısı ve kâfir olan oğlu da helâk olmuşlardı. Tufan bittikten sonra Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı.

Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkâr ettiler. Allah, Hz. Hûd’u (a.s.) gönderdi. onlar da azabı istediler. Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü. Hz. Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler. Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar. Hâlbuki o azabı getiren buluttu. Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgâr insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı. Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular. Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı.

Hz. Sâlih (a.s.) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır. Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.

Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi. Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu" Hz. İbrahim’i (a.s.) ateşe attırdı. Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim’i (a.s.) kurtardı. O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı. Babası bile kâfirler arasında kalmıştı. Hz. İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler. Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı.

Lût (a.s.); aralarında fuhşun, cinsî sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom'a peygamber olarak gönderildi. Hz. Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi. Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar. Lût, Allah'a dua etti. Allah', Hz. İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (a.s.) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi. Elçi melekler Lût’un (a.s.) yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz. Lût çok sıkıldı. Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar. Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın."[809] diyorlardı. Hz. Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar. Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler. Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı. Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular.

Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb’ın (a.s.) mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu. Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular. Sûrede son olarak da Hz. Mûsâ’yı (a.s.) yalanlayarak denizde boğulan Firavn'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir: "Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır."[810] Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır. Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: "Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir."[811] Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır. Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Sabret. Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır.

Sûre şu âyetle sona ermektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin. Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir." [812]

Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz. Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Rasûlullah'ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun. Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz. Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok. Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle...

İşte hep bu yüzden onlar azâbı hak ettiler. Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler. Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur. Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır. [813]

 

İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma

Kur’ân-ı Kerim’in tevhid mücâdelesinin seyri ve peygamberlerin örnek dâvet ve tebliği, İlâhî mesaja karşı çıkanların fecî âkıbetleri konusu, nice tefsir kitapları, peygamber kıssaları ve vaazlardaki uydurma rivâyetlere kurban edilmiştir. Kur’an’ın üslûbu, bu tür kıssalarda gereksiz ayrıntılardan kaçınmak, zaman ve coğrafî sınırlamalara yer vermeyip mesajın evrenselliğini göstermek şeklinde beliren “her dönemdeki insanların ibret ve ders alması”nı sağlamaktır. Kur’an’ın gösterdiği bu tavrı Sünnet de aynen korumuş, Rasûlullah’ın yetiştirdiği ashâb da gereksiz ayrıntılara, kendilerine fayda vermeyecek meraklara saplanmamıştır. Ama ne var ki, sahâbeden sonra bu tavır, değişime uğramış; mesaj ve ibret unsuru kıssalara İsrâiliyât denilen çoğu uydurma olan asılsız rivâyetler, efsâneler ve masalımsı unsurlar karıştırılmıştır. Böylece tevhidî muhtevâ gölgelenmiş, Kur’an kıssalarındaki ibret ve mesaj unsuru yok edilmiştir.

Âd kavmi ve İrem hakkında da bu tür İsrâiliyât ve uydurma rivâyetler bolca görülmektedir. Özetin özeti mâhiyette konumuzla ilgili bir-iki örnek verelim: Bazı tefsirlerde Âd kavminin şiddeti, boylarının uzunluğu ile ilgili haberler, selîm aklın kabul edemeyeceği abartılarla doludur. “…Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı, onlardan ziyâde boy-bos verdi.”[814] Bu tür rivâyetler, bu âyetin açıklaması sebebiyle uydurulmuştur.

İbn Abbas’tan: Âd kavminden olanların en uzunu 100 zirâ; en kısası da 60 zirâ idi.[815] El-Kelbî ve es-Süddî’den: Âd kavminden olup uzun sayılan kişilerin boyu 100 zirâ, kısa sayılanlar ise 60 zirâ idi.[816] Vehb İbn Münebbih’ten: Âd kavminden olan bir kişinin başı, büyük bir kubbe ve tepeyi andırırdı; göz yuvaları ve burun deliklerinde ise sırtlanlar yavrulardı.[817] Ebû Câfer el-Bakır’dan: Âd kavminden olanların boyları uzun hurmalara benzerdi. Bunlardan biri iki eliyle bir dağı tuttuğu zaman ondan bir parça yıkar ve koparırdı.

Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Sanki görevli birisi tarafından ölçülmüşçesine, en uzun boyluların 100 zirâ, en kısaların ise 60 zirâ olduğu söylenmiştir. Bunlar, gerçekten asılsız, lüzumsuz birtakım hayâl mahsûlü şeylerdir. Âd kavminden olan kişilerin başlarının büyük tepeler kadar olduğu, burun deliklerinde ve göz yuvalarında sırtlanların yaşadığı, barındığı ve yavruladığı; elleriyle bir dağa sarılan adamın dağdan büyük parçalar kopardığı yolundaki masallara temas etmeye gerek yok. Bunlar müfessir el-Kasımî’nin de dediği gibi, masal anlatmaya düşkün olan kıssacı ve tarihçilerin uydurmalarıdır. Bunları doğrulayacak elimizde ne aklî ve ne de naklî delil vardır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sahih bir senedle rivâyet edilmeyen rivâyetlerin arkasına düşmek ve bunları din gibi göstermek, ayrıca Kur’an âyetlerinin tefsiri sadedinde bunlara yer vermek hiç de doğru değildir. [818]

Kur’ân-ı Kerim, yeri geldikçe insanların ibret almalarını temin maksadı ile geçmiş kavimlerden ve bunların çarptırıldıkları İlâhî cezâlardan da bahseder. Bazen çok kısa olarak temas edilen bu konular, kıssacılar tarafından genişletilmiş, haklarında İslâmî olmayan birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler İslâmî çevrelerde yayılmış ve kitaplara geçmiştir. İrem hakkındaki durum bunun canlı örneklerinden biridir. “Görmedin mi Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığınıi? Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.” [819] Bu âyette geçen İrem’den maksat nedir? Bu konuda öylesine çok rivâyet ve gereksiz ihtilâf var ki… İrem’in ne olduğu, tefsirlerdeki rivâyetlere göre şunlardan biridir: a) Bir beldenin adıdır. Bu belde de: a1) Dımeşk (Şam) şehridir, a2) İskenderiye şehridir, a3) Şeddâd’ın yaptığı şehirdir, a4) Yemen’de bir kasabadır, a5) Irak’ta bir kasabadır, a6) Şam’da bir kasabadır. b) Ümmet adıdır, c) Âd kavminden bir kabile adıdır, d) Âd’ın dedesinin adıdır. Âyette geçen “irame zâti’l-ımâd”, yani “direk sahibi İrem”den maksat kimlerdir? A) Göçebe, çadır erbâbı olan kavimdir, b) Uzun boylu adamlardır, c) Kuvvet ve şiddet erbâbı olan bir kavimdir, d) Direkli, son derece sağlam binâ sahibi bir kavimdir.

İrem şehrinin bânîsi olan Âd kavminin lideri Şeddâd a) 900 yıl yaşamıştır, b) 1000 yıl yaşamıştır. Şeddâdın tam 1000 hanımı vardı. Şeddâd’ın kavmi yüz sene hiç cenâze görmedi, yani yüz yılda bir, ancak bir adam ölürdü. Şeddâd’ın mensup olduğu kavmin insanlarının boyları a) On iki zirâ idi, b)70 zirâ idi, c) En kısa boylu adamları 300 zirâ idi, d) Dört yüz zirâ idi, e) Beş yüz zirâ idi. Şeddâd’ın vücuda getirdiği yapı, tam 400 000 direkli idi.

Cennete Benzetilen İrem Şehri

Vehb İbn Münebbih’ten nakledilen ve çokça tefsirde zikredilen meşhur (ama uydurma) rivâyete göre İrem şehri, altın ve gümüşten yapılmıştı. Muâviye’nin hilâfeti döneminde Abdullah İbn Kılâbe isimli bir zât, kaybolan devesini aramaya çıkarkenbu şehri bulmuştu. Devesini arayan İbn Kılâbe Aden çöllerinde dolaşırken, bu çöllerde üzerinde kale bulunan bir şehre rastladı; kalenin etrafında çok sayıda köşkler vardı. Şehre yaklaşınca burada devesini soracağı bir adam bulacağını zan ve tahmin etti. Fakat şehrin ne dışında ve ne de içinde kimseye rastlamadı. Bineğinden indi; onu bağladı; kılıcını çekti ve kalenin kapısından içeri girdi. Kaleye girince karşısına iki büyük kapı çıktı ki, ömründe bunlardan daha iri kapı görmemişti. Kapılar beyaz ve kırmızı yakutlarla işlenmişti. Abdullah İbn Kılâbe bu manzarayı görünce dehşetle irkildi; kapılardan birini açtı; gördü ki, bu, hiçbir kimsenin benzerini görmediği bir şehirdi. İçeride birtakım köşkler vardı; her köşkün üstünde odalar vardı. Her odanın üzerinde de yakut, inci, gümüş ve altından yapılmış başka odalar vardı. Bu odaların kapılarının kanatları da tıpkı şehrin kapısının kanatları gibi süslü idi. Hepsi birbirine bakıyordu. Bütün odalar inci, misk ve zâferandan yapılmış küçük taşlarla döşenmişti.

Abdullah İbn Kılâbe’yi hiç kimsenin görmediği bu şeyler korkuttu; sonra şehrin yol ve sokaklarına baktı; her sokak meyveli ağaçlarla donatılmıştı. Ağaçların altında birbirine bağlı nehirler vardı. Bu nehirlerin suları gümüş kanallardan akıyordu. Bütün bunları müşâhede eden Abdullah: ‘Bu gerçek Cennet’in ta kendisi!” dedi ve şehrin inci, misk ve zâferan taşlarından bir miktar bineğine yükleyip Yemen’e döndü. Beraberinde getirdiği şeyleri insanlara gösterdi. Bu haber döndü dolaştı Muâviye’ye ulaştı. Muâviye, Abdullah İbn Kılâbe’ye haber yolladı. Adam geldi ve gördüklerini Muâviye’ye anlattı. Muâviye, Kâ’bü’l-Ahbâr’a haber saldı; huzuruna girince, Kâb’a: ‘Ey Ebâ İshak! Dünyada altın ve gümüşten yapılmış şehir var mıdır?’ diye sordu. O da: ‘Evet vardır. O şehrin yapılış tarzını, tezyînâtını ve kim tarafından yapıldığını sana anlatayım mı? Onu Şeddâd ibn Âd yapmıştır. Şehir ‘İrem Zâtü’l-Imâd’dır dedi. Muâviye: ‘Bu şehrin hikâyesini bana anlat!’ dedi. O da söze başladı:  

“Bunlar ‘Âd-ı Ûlâ’dandır. Âd’ın Şedîd ve Şeddâd adında iki oğlu vardı. Aradan zaman geçti, önce Âd, sonra da Şedîd öldü. Şeddâd tek başına hayatta kaldı. Şeddâd yeryüzüne egemen oldu; bütün krallar kendisine boyun eğdi. Şeddâd kitap okumaya düşkün idi. Okuma esnâsında Cennetin tasvirini gördü. Allah’a baş kaldırıp Cennet’in benzerini dünyada yapmaya karar verdi. “İrem Zâtü’l-Imâd”ın yapılması için emir verdi. Bu iş için kendi hassâsından 100 kahraman (uzman) görevlendirdi. Her kahramanın/uzmanın 1000 tane yardımcısı vardı. Bütün dünya krallarına, memleketlerinde bulunan mücevherlerin gönderilmesi husûsunda emir çıkardı. Yukarıda konu edilen kahramanlar, şehrin yani dünya cennetinin yapılması için bir yer aramaya koyuldular. Büyük, temiz, tepelerden oluşan bir bir yerde karar kıldılar. Burası aynı zamanda akarsuları bulunan güzel bir yerdi. Kahramanlar “kralımız Şeddâd’ın şehir yapılması için seçilmesini ve arzu ve emrettiği yer burasıdır” dediler. Şehrin temellerini el-Cizeu’l-Yemânî denilen alaca renkli bir çeşit göz boncuğundan attılar. Yapılması için tam 300 yıl çalıştılar. Şeddâd 900 yaşında idi. Şehri yapıp bitirince Şeddâd’a gelip durumu arzettiler. Şeddâd: “Gidin, onun üzerine bir kale yapın; kalenin etrafına 1000 köşk yapın; her köşkte vezirlerimden birinin bulunduğunu gösteren 1000 ‘alem’ bulunsun” dedi. Bunları da yaptılar. Kral Şeddâd, sayıları bin tane olan vezirlerine yapımı tamamlanmış bulunan “İrem Zâtü’l-Imâd”e taşınma hazırlığı yapmaları için emir verdi. Melik ve yakınlarının hazırlığı tam on sene sürdü. Hazırlıklar bitince yola düştüler. Şehre bir gün ve bir gecelik mesâfe kalınca semâdan bir sayha ile hepsi helâk oldu. Tek bir kişi bile kurtulmadı. [820]          

Bu şehrin yeri durmadan değişir ve bir yerden diğer bir yere intikal eder durur. Bazen Yemen’dedir, bazen Şam’da; bazen Irak’tadır, bazen başka bir yerde. Bu rivâyetlerin hepsi katıksız yalandır. Yunan mitolojisindeki sahte tanrılar gibi, hemen her eski toplumda birçok efsâneler anlatılır. Yukarıdaki rivâyetler de bu efsânelerden ibârettir, gerçekle ilgileri yoktur.

Yukarıda genel hatları iktibas edilen rivâyetlerde Şeddâd’ın kavminin (Âd kavmi) boyları hakkında verilen rakamlarda, 300, 400, 500 zirâ olması, aklın mantığın kabul edeceği bir şey değildir. Bunlardan 70 rakamına dikkatimizi çeken Ahkâmu’l-Kur’an sahibi İbnü’l-Arabî, açıkça bunun bâtıl olduğunu söyler. Sebep olarak da Âdem’in (a.s.) boyunun sahih hadislerde 60 zirâ olarak zikredildiğini,[821] kendinden sonra gelecek nesillerin ise zamanla kısala kısala daha küçük miktarlara müncer olacağının ifâde edildiğini gösterir. [822]

Not: Arşın da denilen zirâ, takrîben 68 santimetre tutarında uzunluk ölçüsüdür. Adım, yani yürüyüşte bir normal bacaklar arası açıklığı belirtir.

Yukarıda bir kısmı aktarılan bu tür rivâyetler İbn Kesir’in de dediği gibi, yahûdilerin uydurmasıdır.[823] Bu tür İsrâiliyât cinsinden rivâyetlerin yayılmasında, din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.           

Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...” diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bazen bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. Bir-iki örneği yukarıda aktarılan İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği, Hz. Hûd ve Âd kavmiyle ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.       

Şeytan, insanın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal olmuş.

Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ve eski kavimlerin Kur’an’da anlatılan ibretlik durumlarını, ibret alıp ders çıkarmak ve peygamberleri örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır,[824] buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı[825] olarak anlatıldığı vurgulanır.

Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet hikmet ve ibretinin, eski müşrik kavimlerin başından geçenlerin ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal ögelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.              

Maddî Üstünlük ve Lüks Yaşam Üzerine

Kur'ân-ı Kerim'de Mekkî sûrelerde anlatılan Âd kavmi; Hz. Nuh'un milletinden sonra gelmiş bir kavimdir. [826]

Muhtemelen Arabistan yarımadasının güne­yinde yaşamış olan Ad kavminin kıssası, câhiliye Araplan'na ibret olarak anlatılır. Kendileri gibi Arap bir toplum olan Âd kavminin başına gelenler Allah tarafından hatırlatılarak aynı so­na uğramamaları için Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve ona indirilen Kur'an'a iman etmeleri istenir.

Arabistan'ın eski ve şöhretli bir kavmi olan Âd'ın başından geçenler, câhiliye Araplannca ef­sânevî olarak biliniyordu. Kur'an'm inişi ile be­raber Hûd peygamber ve Âd kavmi hakkındaki doğrular vahyedilerek, insanların bu kıssadan öğüt almaları gerektiği belirtilir. "Âd kavminin başından geçende de (ibret vardır)."[827] Kur'an'da anlatılan Âd kavminin sosyal ve ekonomik yapısı incelendiğinde Allah'ın Âd kav­mine büyük nimetler ihsan ettiği görülmektedir. Nuh kavminden sonraki en güçlü kavimdir Âd "Düşünün ki Allah, sizi, Nuh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışça size, onlar­dan ziyade boy ve güç verdi."[828]; "Bildiğiniz şeyleri veren, size davarlar, oğul­lar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah'tan sakı­nın." [829]

Allah'ın büyük bir nimet bahşettiği Âd kav­mi, bolluk içinde yaşayan, toprak ve hayvancılı­ğa dayanan bir tarım toplumuydu. Aynı zaman­da ticaret yoluyla da zenginlemişler ve bu zen­ginliği tepeler üzerine binalar kurarak değerlen­dirmeye başlamışlardı. "Siz her tepeye bina diker, eğlenir misiniz? Ve ebedî kalacakmışsınız gibi, muhkem bi­nalar mı ediniyorsunuz?"[830] Bu muhteşem zenginliğe sahip Âd kavminin, İrem adındaki kentlerinin, numune bir kent ol­duğunu Allah, şöyle belirtiyor: “O direkli İrem'e. Ki, o, beldeler içinde, misli yaratılmamıştı.” [831]   

Allah'ın nimeti sâyesinde büyük bir medeni­yetin sahibi olan Âd kavmi; kendilerine bahşedi­len bu nimetin kadrini bilip, O’na itaat etmediler. Aksine büyüklük taslayıp, kibirlenip böbürlene­rek yaşayan bir kavim oldular.

Kendilerinden önce yaşayanlara rasûl olarak gelen Nuh'un (a.s.) getirdiği İlâhî mesaj onun ölümün­den sonra terkedilmiş unutulmuştu. Dolayısıyla Âd kavmi, Allah'ı, O'nun istediği biçimde tanıyamıyorlardı. Putlarının emri sandıklan; aslında zenginler ve yönetenler tarafından, onların çı­karları doğrultusunda, putlar adına uydurulan bir dine -hayat tarzına- göre yaşıyorlardı.

Onlara göre, Allah'ın verdiği bu nimetler, Allah tarafından değil; kendi zekâ ve çalışmalarının, elde ettikleri teknolojilerinin ürünüydü. Zaman içinde zulüm iyice azmıştı. Edindikleri mal ve mülk onlan şımartmış, yoksulu ezen, haklının yerine kuvvetli olanın egemen olduğu bir düze­nin insanları olmuşlardı. "Âd kavmi yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış 'Bizden daha kuvvetli kim vardır?' demişti." [832]

 

İşte bu esnâda, Nuh'tan (a.s.) beri hiç bir uyarıcıya muhâtap olmayan Âd kavmine Hûd (a.s.) elçi ola­rak gönderilir. "Ad kavmine kardeşleri Hûd'u gönderdik: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısı­nız?' dedi." [833]

Aralarında yaşayan, kavmin bireylerinden biri olan Hûd'u, Allah "kardeşleri" olarak nite­ler. Bir diğer âyet-i kerimede şöyle belirtilir: "Sizi uyarmak için, aranızdan bir adam vâsıtasıyla, size Rabbinizden ihtar geldiğine hayret mi ediyorsunuz?"[834] Böylece aralarından bir adam rasûl seçilmiş, Allah'ın imtihanı başlamıştı. Bu sınav aynı zamanda kendilerinden sonra yaşayanlara, hat­ta kıyâmete kadar yaşayacak tüm insanlara öğüt ve ibret olacaktı.

Hûd'un (a.s.) kavmi putlara tapan, yani onların emrettiğini zannettikleri bir yaşam tarzına ina­nan insanlardı. Aslında akılsız olan ve kendile­rine bile fayda ve zarar veremeyecek bir nesne olan bu putlar aracılığıyla; kavmin "ileri gelen­leri" kendi işlerine gelenleri halka putların emriymiş gibi yansıtıyorlardı. Böylece halkı çıkar­ları doğrultusunda yönetiyorlardı. "İşte bu, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd kavmidir." [835]

Âd kavminin inkârcıları Hûd’a (a.s.) şöyle sesleni­yorlardı: "Sen, bize yalnız Allah'a ibâdet edelim de atalarımızın taptıkları putları bırakalım diye mi geldin?"[836] Hûd (a.s.) ise onlara şöyle cevap veriyordu: "Allah'ın hiç bir delil indirmediği putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?"[837]; "Artık Allah'tan korkun da, bana itaat edin." [838]

Hz. Hûd'un bu uyanlarına rağmen inkârcılar ona çeşitli iftiralarda bulunurlar. "Kavminin inkârcı ileri gelenleri, 'biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz' dediler."[839]; "Herhalde ilâhlarımızdan bazısı, seni fena çarpmış olacak.”[840]; "Bu bize getirdiğin eskilerin âdetinden baş­ka bir şey değildir."[841]; "Eğer Rabbimiz böyle bir şey dileseydi, me­lekler indirirdi. Doğrusu seninle beraber gönde­rileni inkâr ederiz’ demişlerdi." [842]

Hz. Hûd'a en çok karşı koyan ve iftiralarda bulu­nanlar, kavmin ileri gelenleriydi. Kavmin insan­larının Hûd'a meyletmemeleri için ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Kavmin insanlarının Hûd'a inanmaları halinde çıkarları en çok tehli­keye düşecek olanlar "ileri gelenler"di. Bütün karşı gelmelere rağmen Hûd, Allah'ın mesajını onlara iletmeye devam ediyordu. “Onlara, önlerinden artlarından, her yandan 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.”[843] diyordu. "Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yaratana aittir. Akletmez misiniz?" [844]; "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağ­mur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; suçlu­lar olarak yüz çevirmeyin." [845]

Hûd (a.s.) yıllarca çırpındı, durdu. Kavmine Al­lah'ın mesajını iletmeye çalıştı. Ama nafile... Kavmi imana yanaşmıyordu. Onları Allah'ın azâbıyla da tehdit etti. "Doğrusu size büyük bir günün azâbından korkuyorum."[846] Kavminin artık basîreti bağlanmıştı. Azab ile korkutmaları bile onları uyandırmıyordu. Hz. Hûd'un bu çağrısına şöyle diyorlardı: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce farketmez." [847]; "Biz azab olunacaklar da değiliz." [848]; "Eğer doğru sözlülerden isen, hay­di bizi tehdit ettiğin azâbı getir." [849]

Hz. Hûd'un bütün uyarılarına rağmen kavmi inkârda direniyordu. Âd kavmi öyle bir teknolojiye sahipti ki, bu teknoloji ile yaptıkları tepe­ler üzerindeki kâşâneler, villalar, devâsâ binaların hiç bir güç tarafından yok edi­lemeyeceği kanaatine sahip olmuşlardı. Bağlar, bahçeler, en güzel yiyecek ve içecekleri sağlıyor­du onlara... Hiç kimseye muhtaç değillerdi. Dile­dikleri gibi yer, içer, yaşarlardı. Kimse onlara karışamazdı...

İşte, onların edindikleri mal-mülk ve servet­lerin körelttiği basîretleri; kâinatın tek hâkimi olan Allah'ın isteklerini inkâra götürmüştü. Sonlarını göremiyorlardı. Oysa peygamberleri onlar için çırpmıyor, var gücü ile Allah'ın vahyini kavmine iletmeye çalı­şıyordu. "İşte ben Allah'ı şâhid tutuyorum. Siz de şâhid olun ki, ben, sizin Allah'ı bırakıp O'na şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Artık bana (isterseniz) top­tan tuzak kurun. Sonra bir an bile mühlet ver­meyin." [850]; "Siz yüz çevirirseniz, ben size gönderilmiş olduğum vazifemi tebliğ ettim. Hem Rabbim, si­zin yerinize başka bir kavmi getirir de, siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz…” [851]

Kavmi ile Hûd (a.s.) arasında mesâfe iyice açılmıştı. Kavminden ona inananlar çok azınlıktaydı. İnkârcılar bunu gördükçe daha da azıyorlardı. Artık rasûlü memleketten sürmekle tehdit etmeye başlamışlardı. Hûd (a.s.) ise Rabbine sığınır. Kavminin ısrarlı karşı koyuşlan karşısında yapacağı tek hareket bu kalmıştı. "Ben hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmışım. Yerde debelenen hiç bir canlı yotur ki, alnından O tutmuş olmasın. Şüphesiz ki benim Rabbim doğru yol üzerinde­dir."[852]; "Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah’a tevekkül edip güvensinler.” [853]

Artık iş Allah'a kal­mıştı. Hûd (a.s.) yapacağını yapmış, kavmini uyar­mıştı. Allah nezdinde bir kavmin helâki için tüm alâmetler belirmiş, son yaklaşmıştı. "O azâbın,   yayılarak vâdilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde; 'Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır.' dediler. Hûd: 'Hayır o acele beklediğiniz şeydir, can yakıcı azab veren bir rüzgârdır. Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." [854]

Artık azâbın emâreleri de görünmüştü. Hz. Hûd ve ona tâbi olanlar, Âd kavminin yerleşim yeri Ahkaftan ayrıldılar. Böylece Allah inanan­ları kurtarmıştı. "Buyruğumuz gelince, Hûd'u ve beraberinde­ki inananları, rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azabdan kurtardık." [855]

Hûd kıssası anlatılırken, Âd kavminin helâk edilişi, dikkat çekecek biçimde ayrıntılarıyla üzerinde durularak çok çeşitli perspektiflerle anlatılmaktadır: "Böylece onu yalanladılar. Biz de onları he­âak ettik."[856]; "Rezillik azâbını onlara dünya hayatında taddırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azâbı ise daha çok alçaltıcıdır ve onlar yardım da gör­mezler."[857]; "Gerçekten Biz, üzerlerine uğursuzluğu dâim bir günde, uğultulu bir rüzgâr gönderdik."[858]; "İnsanları kökünden sökülmüş hurma kü­tükleri gibi atıyordu."[859]; "Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerle­rine o rüzgârı, yedi gece sekiz gün estirdi. Hal­kın kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yıkıldıklarını görürsün."[860]; "Onlardan arda kalmış bir şey görüyor musun?” [861]

  • Böylece âlemlerin rabbi olan Allah'a karşı gelmekte direnen bir kavmin nasıl bir fecî sona ulaştığı; kıssayı okuyup dinleyenlere ibret olması açısından çok dehşetli olarak tasvir edilir: "Bak! Nasıl oldu azâbım ve tehditlerim?”[862] Âd kavmine verilen bu cezâ, bu dünya hayatındakidir. Âhiretteki ise, orada verilecektir. Bu hususta Allah şöyle diyor: "Âhiret azâbı ise daha alçaltıcıdır..." [863]

Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almamız Gereken Ders ve Mesajlar

1. "Kardeşiniz olan": "Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik.”[864]
Tebliğin muhâtap üzerinde etkisi, dâvetçide bazı sıfatların bulunmasını gerektirir.
Bunlardan biri de mübelliğin, muhâtap tarafından tanıdık, bilindik bir geçmişe sahip
olmasıdır. Gönderilen peygamberlerden haber veren âyetlerde, nebîlerin, o kavmin
içinden seçilmiş olduğuna vurgu vardır. Öncelikle kana dayalı yakınlıkları ifade için
kullanılan "kardeş" kelimesi bu özelliği İfade eder. Günlük pratiklerimizde yapılan
eleştirinin yabancı bir kimlik tarafindan değil, içten, bizden birileri tarafından yapılması
kabulünü kolaylaştırır. "Kol kırılsa da yen içinde kalır/kalmalıdır." "Başkası", "öteki" sıfatına sahip fertlerin dışarıdan yaptıkları uyarılar, çoğu kez ukelâlıkla eşdeğer algılanır,  normal insan cinsinden olan, bizim aramızda yetişmiş ve bizden birilerinin dâveti ise bir nebze daha avantajlıdır. O, bizim kötülüğümüz için ve yıkıcı bir eleştiri mantığıyla yöneltmez bakış açısını.

Toplumun içinden çıkan kimselerin, onların kültürünü, örf ve âdetlerini, eğilimlerini,  zevklerini, dilini ve psikolojisini iyi bilen kimselerin o toplumu geliştirme, iyiye doğru değiştirme ve dönüştürme şansı, yabancı kimselere göre çok fazladır. İthal liderler, ithal çözüm çabaları çoğunlukla başarılı olamaz. İnsanlar, yabancı kimselere genellikle kuşku ile bakarlar, onlara yaklaşmaktan çekinirler. Cemaatler de çözümlerini içlerinde üretmeli, liderlerini aralarından çıkarmalıdır ki başarılı olsunlar. Davulun sesi uzaktan hoş gelse de, yakınındaki kimseler gürültüden rahatsız olurlar. Aksini gerektirecek çok önemli zarûruretler olmadıkça; ithal çareler yerine yerel çözümlere mürâcaat etmeli, sorunu içinde yaşayanların çözmesi beklenmelidir. Bu, dünyaya kapalı olma anlamına gelmez. Yardımlaşma, hikmet arayışları, evrensel zenginliklerden yararlanma arayış ve bunlardan istifade ayrı şeydir, tümüyle ithal çözümler, ithal kurtarıcılar, ithal mehdiler beklemek ayrı şeydir. Kurân-ı Kerim, Allah’ın insanları şûbelere, kabilelere ayırmasını “birbirleriyle tanışma” sebebine bağlar.[865] Bu tür tanışıklık, halkın çok önem verdiği hemşehrilik, ya da aynı semtin çocuğu olma, tebliğ ve hayra çağırma yönünde kullanılabilecek bir avantajdır.  

“Kardeş” ifadesinde bir sıcaklık var. İçlerinden çıkan dâvetçi, hal diliyle şöyle demiş oluyor: “Evet, seni düşünen, seven, iyiliğini arzulayan kardeşin olarak ben, bu inancının seni sürüklediği yerden endişe ediyorum. Amacım seni sömürmek, yeni bir inanç adına sırtına binmek değil. Sadece hepimizin ortak boyun eğeceği bir İlâh’ı sana tanıtmak. Bunu da sadece seni sevdiğim ve kardeşim olduğunu hissettiğimden yapıyorum.” Câhiliye içindeki muhâtabın kardeş sıcaklığı içinde algılanması ve ona o psikolojik kanaldan mesajın aktarılması iletişim ve etki açısından bir avantajdır.  

Sayılan tüm bu avantajlarının yanında, dâvetçinin içimizden biri olmasının getirdiği dezavantajlar da yok değildir. Düşüncesiz halk yığınları şöyle de düşünebilrler: “O, daha düne kadar kendi aramızda görüp bildiğimiz, Zeyd’in (filanın) oğlu değil midir? Nereden çıkarıyor bu iddiâları? O kim oluyor da, şimdi bizi atalarımızın yolundan çevirmeye yelteniyor?”

2. Kınayanın Kınamasından Çekinmemek: "Kavminden ileri gelen kâfirler
dediler ki: Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni bir yalancı
sayıyoruz."
[866]

İddia sahibi olmak, toplumun örfü, geneli ve normal tanımı ötesinde bir gerçeğe iman etmek...  Hele bu farklı olanı rüzgârın tam ters yönden estiği bir vasatta yapıyorsanız, âyetlerde sayılan kâfirlerin olumsuz tepkilerine bu itham, yakıştırma ve suçlamalarına; bunların çağdaş açılım ve benzerlerine hazır olmak zorundasınız. Siz, yalancısınız, dış mihrakların âletisiniz, hâinsiniz, mecnunsunuz, hayalperestsiniz, rüya âleminde geziniyor, insanlara boş şeyler vaad ediyorsunuz, evrensel kabullere ters kürek çekmektesiniz, aileleri parçalamakta, bölücülük yapmaktasınız… Bu vb. suçlamaları göğüslemeye hazır olmadan kesinlikle insanlara tebliğe koyulmayın. Tüm bu yergilere, ancak hakkıyla iman eden ve gerçekten haklı olmanın huzur ve tatminini duyan bir yürek karşı koyabilir. O yüzden tebliğ, ancak kâmil iman sahiplerinin yapabileceği bir eylemdir. "Allah’a dâvet eden (Emr-i bİ'l-ma’rûf ve nehy-i ani'l-münker yapan), sâlih amel yapan ve ben de müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?"[867] ifâdesi, kâmil bir mü’min duruşunu resmetmektedir. Bu konuda körler ülkesinde gözleri sağlıklı bir insanın çevreyi, körlere anlatması örneği verilebilir. Bu ülkenin kör sâkinleri, kendi algılamadıkları bir dünyadan bahseden bu kişinin gözlerini kör ederek gerçekleri algılamasını önlemişlerdir.

3.Câhilin Cür’eti: "...Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize)
getir."
[868]

Allah'ı hakkıyla takdir edememek küfrün özelliklerindendir. Şeytan ve kendi kötü zanları, hevâları onları bu hususta karanlıklara götürmüştür. Ya Allah’ın rahmetine aldanarak yaptıkları her türlü taşkınlığı küçük ve bağışlanır görmüşler, ya da İlâhî tehditlerin vukuunu imkânsız saymışlardır. Her hâlükârda bu alandaki Câhillikleri bilgisiz cür’etlerini arttırmıştır. Yanlış bir hedefe ve ilimsiz bir zemine oturduğundan dolayı bu tavra cesaret değil, cür’et demekteyiz.

4. Rasûller Ne İster? "Ey kavmim! Ben (tebliğime) karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir..."
[869]

Peygamber kıssalarında en çok rastlanana cümlelerden biri de yukarıda alıntıladığımız bölümdür. Onların çağrıları, kavimleri tarafından çoğu kez doğru algılanmamış ve neyi istedikleri yolunda pek çok güncel spekülasyona sebep olmuştur. Şahıslarıyla ilgili yergi sıfatları bir yana, niyetleri de dünya merkezli iktidar hesaplan olarak nitelenmiştir. Gerek zatları gerekse niyetleri hakkındaki bu tanımlama ve yakıştırmalar, açık bir iftirâ olduğu halde, toplumun ileri gelenleri tarafından özenle seçilmiş ve halk arasına yayılmışlardı. Bu ithamlar, düşünülmeksizin gelişigüzel sarf edilmiş sözler değildi. "Ölçtü biçti, kahrolası ne biçim ölçtü biçti. Sonra yine canı çıkası ne biçim ölçtü biçti, nasıl ölçüp biçtiyse! Sonra baktı. Sonra yüzünü ekşitti ve surat astı. Sonra arkasını döndü ve büyüklendi. Ve ‘bu muhakkak büyüleyici bir sihirdir!’ dedi."[870]; "O ve kardeşi ancak seni yurdundan çıkarmak için gelmiş iki büyücüden başkası değildir."[871]; "Eğer biz sahip çıkmazsak bizi atalarımızın yolundan çevirmek için gelen ve yeryüzünde ululuk sizin sizin olsun diye mi bize geldin?" [872]

Peki, ama Rasûllerin “Allah 'a kulluk/iman edin ve bana itaat edin!” çağrısının anlamı bu söylediklerimizle çelişmiyor mu? Bu talepleri apaçık bir iktidar talebi, yani dünyevî bir rant değil mi?

Rasûller kendi adlarına, kendileri için bir iktidar talebinde bulunmamışlardır. Kendilerinin de diz çöküp, “kulluk”tan öte bir pozisyona tâlip olmadıkları bir İlâhî nizam için itaat talep etmişlerdir. Bu ise dâvetleri için istenen bir ecr (karşılık) olarak tanımlanamaz. Olsa olsa “Haydi Yaratıcı önünde topluca secde edelim ve O’nun sınırlarım çiğnemeyelim!” çağrısı olur. Onlar şahıslarının değil Rabbin irâdesi olan vahyin iktidarına çağırmışlardır. Ancak, soyut, zaman ve mekân ötesi bir Varlıkla ilişkide belli sembollerle olay sâbitlenmek zorundadır. O’na yapılan ibâdetlerde bir kıbleye yönelmemiz, duâ esnâsında ellerimizi göğe kaldırmamız gibi yönelimler bu zorunluluğun birer nişânesidir. O’na ve kitabına itaat de, sözde kalmamalı ve farklı yönlere eğilip bükülmemelidir. Bunun için kendi cinsimizden bir rasûle itaat, Yaratıcı kudretin irâdesine itaatin ete kemiğe bürünmüş şeklidir.

5. Kulluk Berekettir: "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın..." [873]

Âyetlerde bu vaat pek çok defa tekrarlanır. Kul olan evrenin, boyun eğdiği
Yaratıcıya, irâdeli kul olan insanın da itaat etmesi bereketi getirmektedir. “Kim Allah’tan korkarsa (ittika ederse), Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül edip güvenirse O, kendisine yeter…”[874]; “Allah güven (ve) huzur için olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.”[875]; “O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı iman etseler ve (Allah’ın azâbından) korunsalardı (ittika etselerdi), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık; fakat yalanladılar, Biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden onları yakalayıverdik.” [876]

Bazen de kulların tüm itaatlerine rağmen geçici süreyle mallardan, canlardan eksiltme ve korku ile ümmet imtihan olunabilir.[877] Bu durum, yukarıdaki âyetlerle tezat oluşturmaz. Çünkü "Şu günler ki, Biz onları insanlar arasında dönüp dolaştırırız."[878] âyeti olayların ve şartların mevsimler ve bulutlar gibi coğrafyalar üzerinde dolaşıp durduğunu belirtir.

 

6. "Ben Sizden Berîyim": "(Hûd) dedi ki: Ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de
şâhit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan berîyim/uzağım!"
[879]

Uzlaşma ve ortak payda bulma teklifleri, dâvâ adamları ve hareketlerin önündeki en kritik dönemeçlerdendir. Bu tür karışımlarda, uzlaşma ve tâvizlerde câhiliye ve şirkin kaybedeceği bir şey yoktur. Kayıp tevhid cephesinindir. Bu anlarda sağlam bir duruşa ihtiyaç vardır. Ve en net bir söylemle "Ben sizden uzağım, farklıyım; ben mü’minlerdenim" gibi farklılıkların altı çizilmelidir. Durduğumuz sâbit noktadan insanları tevhide çağırmamız anlamlıdır. Yoksa câhiliyeyle ilişkisinde, olumsuz değişime açık, ayakları sürekli ileri-geri yer değiştiren ve sâbit doğruları üzerinde direnemeyen bacaklar bu yükü taşıyamaz. Sözün eğilip büküldüğü, netliğin hareket açısından zorlukların kaynağı olarak algılandığı bir değerlendirme zemininde Rabbimizden niyâzımız "ayaklarımızı sâbit kılması, üzerimize sabır yağdırması, kâfirlere karşı yardım etmesi ve canımızı ancak mü’min sıfatı üzere alması"[880] olmalıdır.

 

7. Meydan Okuma: "...Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet
vermeyin!"
[881]

"Elinizden ne geliyorsa yapın!" Ne müthiş bir irâde ve ayak direme. Sırtını biriktirdiklerine ya da oğullarına değil; Rabbine dayamış bir tevhid erinin ağzına yakışan bir ifâde. Sağlam bir gönlün iktidarı altındaki bir ağızdan dökülen... Gücünü ve güven duygusunu araç-gereçlerden ve kalabalıklardan alan bir ağızda ise sırıtan bir terkip. Bu tür bir iman ve tevekkül, tartının diğer ucundaki milyonlarca sürüklenen irâdeyi, tek başına alıp götürür ancak. Ve bu irâdedir kişinin amelini öncüler sıfatıyla, binlerce kat fazlasıyla bereketli yazdıran.

 

8. Vahye İtaat; Ya da... "İşte Âd (kavmi); Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, O’nun
peygamberine âsî oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular."
[882]

Vahye itaatin ötesi, inatçı ve zorba gibi sıfatlara sahip iktidarlara itaatten başka bir yere çıkarmaz insanoğlunu. Ey kul, nedir senin derdin? Rab (Efendi) olarak Allah'tan daha iyisini mi arıyorsun? Sırf bu arayıştaki ukelâlığın bile burnunun sürtülmesi için yeter sebep. Bu lüksün seni çıkaracağı tek yer merhametli, halim, kerem sahibi bir Rab’den/Efendiden; inatçı, zorba bir yaratılmışa kölelik. Kişinin kendisini nasıl bahası dışında birine nisbet etmesi lânetlenmiş bir fiilse, bundan daha büyüğü; ferdin kendine Yaradanı dışında bir Rab/Efendi aramasıdır.

Merhamet sahibi ve adâletli Allah’a teslim olmayan kimseler, mutlaka teslim olup kulluk yapacakları bir otorite bulurlar. Bu otorite de, başka problemleri yanında en azından inatçı ve zorbadır. Bu rab taslakları, kendi hevâlarından çıkardıkları kanun ve hükümlerle kendisine boyun eğen Âdîleri kendilerine uymaya, kayıtsız-şartsız itaate zorlarlar. Allah’a yönelmeyen, sadece O’nun otoritesine boyun eğmeyen inançsız kimse de, böylesine acınacak duruma düşer, şahsiyetini, izzet ve onurunu kaybeder, kendisi gibi, hatta kendisinden daha seviyesiz birilerine kul olur. Bu da âd kavminin yaptığı bir özellik olması yönüyle her dönemde görülen bir âdîliktir.

9. İtiraz Sahiplerinin Sıfatları: "Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler; ‘bu’ dediler, ‘yalnızca sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer içtiğinizden içer." [883]

Âhirete ulaşma konusundaki flu/bulanık görüntü, kişinin tuğyânında etkin bir faktördür. Bu, kâfirlerin inkârında etkin olduğu gibi, biz müslümanların günaha düşmelerinde de etkisi büyük olan bir durumdur. Dünya hayatı, ardından asırlarca sürecek kabir âlemi, sonrasında baas, mîzan, sırat ve ebedî âlem. Tüm bunların gerçekleşmesini binlerce yıl ötesi olarak algılamak ve uzak görmek bilinçteki resimde buğulanma oluşturuyor. Rasûlün anlatımı esnâsında "Cehennemin sıcaklığını hissediyorum!" diyen sahâbînin âhireti hissediş ve duyuşu... Savaş esnâsında "Cennetin kokusu burnuma geliyor" diyen ve attığı adım yere düştüğünde ebedî hayatı tadacağını duyumsayan bir kişinin âhiret bilincinin parlaklığı... En az, elindeki peşin dünya hayatı kadar peşin ve yakın hissedilen bir âhiret inancı, yani âhirete yakînî, gözle görür gibi iman bizleri günahlardan dizginleyebilir. Yoksa, buğulu bir anlatım ve algılanış düzlemindeki âhiretin bir cezbe oluşturması ve sâlih amelleri doğurması da, fiilleri kontrol etmesi de asla mümkün değildir. Kendi katlarından ulaştıkları bir diğer iddia da şu âyette geçmektedir: "Biz azâba uğratılacak da değiliz!"[884] Eğer âhiret, sizin anlattığınız gibi gerçekse, bu dünyada bizi güzel rızıklarla rızıklandıran varlık orada da bundan daha iyisiyle bizleri karşılar...

Refah içinde bulunmak da, müstağnî tavırların temelinde bulunan bir unsurdur. "Hayır! Muhakkak ki insan, kendini yeterli gördüğünden dolayı azar, taşkınlık yapar."[885] ifâdesi bu durumu anlatır. Yine Rasûllerin tebliğleri öncesinde kavimlerin zorluklarla imtihan edilmeleri, “umulur ki bu durum, kibirlerini kırar ve vahye itaat için müsâit bir rûha bürünürler” hikmetine mebnîdir.

 

10. Yönetimin Kutsallaşma Meyli Karşısında İslâmî Tavır: “Gerçekten tıpkı
kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan uğrarsınız.’ (dediler).”
[886]

“O, bizim gibidir. Ve bu bir eksikliktir. Zira itaat edilecek bir otorite, olağanüstülüklerle donanmış, kutsal bir nitelik arzetmelidir!” Kâfirler peygamberlere bu tür beklentilerle karşı çıktıkları halde, itaat ettikleri otoritelerde gerçekten bunu aramakta mıdırlar, yani bu beklentilerinde samimi midirler? Onların itaat ettiği şu anki liderlerinde bu olağanüstü, kutsal ve beşer üstü özellikler var mıdır? Bu soru, kendilerine sorulduğunda bunun cevabı da şöyle olacaktır: “Hayır, onlar da bizim gibi insanlar, ama onları üstün kılan fazlalıkları var. Onlar mal, evlat ve soyca üstünler. Yani önlerinde eğilmeyen boyunları zorla kıracak maddî güçleri, imkânları var…” Özetle câhiliye insanının zihninde iki şey önünde boyun eğme ve itaat etme kavramı mevcuttur: Ya zorla boyun eğdiren maddî güç ya da karşı konulamaz, olağandışı vasıflarla donatılmış bir varlık. Kendileri gibi olan, hem de mal ve evlâtça zenginleştirilmemiş bulunan bir kişiye itaat etmek câhilî mantığın algılayabileceği bir şey değildir.

11. Şeytanın Vesveseleri Aşılabilecek Boyuttadır: "...Şeytan onlara yaptıkları
işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar."

[887]

Şeytanın sâlih kullar üzerinde bir yaptırımı olmadığı Kur’an’da ısrarla vurgulanır. Şeytanın kullandığı tüm yöntemleri aşmak için, müslüman kulların elinde yeterli psikolojik, biyolojik ve ilmî veri/güç mevcuttur. Şeytana olan esâret, insanların yetersizliğinden değil; onunla mücâdele etmediklerinden kaynaklanmaktadır.

 

12. İlâhî Azaptan Siyasî Mücâdeleye Örnekler: "Nihâyet onu vâdilere doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; ‘Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur’ dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan rüzgârdır." [888]

Kâfirler anlayış ve hissediş açısından basîretsiz varlıklardır. Basîret ve ferâset, bu anlamda yalnızca mü’minlerin sıfatıdır. Kendilerine yaklaşan helâk bulutunu zorlu bir kuraklık ânından sonra, rahmet bulutu olarak algılamışlar ve bir araya gelip onu topluca ve sevinçle karşılamışlardır. İlâhî azap için resmedilen bu tarz ameller için, belli örnek sıfatlar mevcuttur. Azap bazen gizli, bazen açık olarak gelmektedir. Kâfirler ummadıkları yönden azâba yaklaştırılmaktadırlar. Azap son âna kadar onlarca hissedilmemektedir. Bir anda olup bitmekte ve sonuç almaktadır. Tek bir sadmeyle noktalanmaktadır. Tedrîcen ve yavaş yavaş artan bir şekilde değildir. Çok büyük bir şiddete sahiptir, ki bu onun uygulama zamanının, mekânının sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Zamana yayılmış ve mekân açısından odaklanmamış bir tarzda olsa, bu denli yıkım şiddeti olmayabilirdi.

13. Helâkin Sebebi: "...Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı." [889]

 

Hz. Hûd Kıssasının Mesajları

Hûd (a.s.) kıssasının vahye muhâtap olan tüm insanlara verdiği mesajları şöyle sıralayabiliriz:

  • Bu dünya hayatında insanların elde ettikleri bütün nimetler Allah'ın onlara bahşettiği şey­lerdir.
  • Allah'ın onlara verdi­ği bu nimetleri, yine Al­lah'ın istediği biçimde harcamak gerekir.
  • Allah'ın ihsan ettiği mal-mülk ve serveti, Allah'ın lutfundan ve sınav olarak verdiği değil de, sırf kendi akıl ve becerileri neticesi elde ettiklerini zanneden­ler, daha sonra onları diledikleri gibi harcama yetkisinde kendilerini görürler ki, bu tavır on­ları inkâr zincirine ulaştırmış olur.
  • Hele bu inkârcı servet sahipleri âhireti yalanladıklarından; diledikleri gibi harcadıkla­rı servetlerini kazanırken yaptıkları zulümlerin ve Allah'ın verdiği servetlerden yoksullara vermediklerinin hesabını, kimseye vermeyecekleri düşüncesinde olurlar ki, onları azdıran, inkâr et­tiren âmillerden biri de bu olur. Hûd kavminin inkârcılarının düşünceleri de bu idi. Âhireti red…
  • İşte bu gibi mesajların verildiği Âd kavminin kıssası; Kur'an'ın indiği câhiliye toplumunun aynı bazdaki düşüncelerinin yanlışlı­ğını beyan etmiş olur. Âd kıssasından ders almayanların sonu, dehşetli sahnelerle anlatılan Âd kavminin sonu gibi olacağı mesajı verilmiş olmaktadır.
  • Çağımız toplumlarında da Âd kavminin kıssasında anlatılan inkâr psikolojisi yaşanmak­tadır. Bu insanların sahip oldukları villa, yazlık gibi binalarda diledikleri gibi kayıtsızca özgür ya­şama isteği, bu uğurda kazandıkları ve kazana­cakları paraların, nasıl ve nereden geldiğinin önemsizliğine itmiştir. Zulümle de olsa, bu uğur­da kazandıklarını kendileri için helâl(!) addet­mektedirler. Lüks binalarda diledikleri gibi har­cayacakları servetlerden, fakir ve yoksulun ihti­yacı için de harcanması veya onların da bu ser­vette haklarının olduğu, onların hiç umurunda değildir.
  • Helâk sahnesinin çok dehşetli olarak tas­vir edilmesi inkârcıları düşündürmek için en ib­retli mesaj değil midir? [890]

Âd Kavmi ve Onların İzindeki Günümüzün Âdîleri

 

Âd kavmi, Arabistan kabilelerinin en eskilerinden birisi idi. Peygamberimiz’in gönderilişi ve öncesindeki câhiliyye dönemlerinde bu kavmin kıssası bilinmekte ve anlatılmakta idi. Onların güç, kuvvet ve zenginlikleri, İrem bağlarının güzel meyveleri ve ihtişamı hakkındaki hikâyeler çok meşhur olmuş ve sonunda bu kavmin helâk edilişleri de ibret alınacak bir örnek olarak anlatılıyordu. Onların bu şöhretleri Âd kelimesinden yeni kelimeler türetilmesine yol açtı. Meselâ, her eski şeye “âdî”, arkeolojik kalıntılara da “âdiyât” diye isim verilir oldu. Hiçbir izleyeni ve sahibi kalmamış ve bu yüzden çoraklaşmış arâziye de “âdî el-arz” denilmektedir. [891] 

Âdî; Aslında Âd kavmine âit demektir. Âd kavminin özelliğinden dolayı “âdî”; bayağı, aşağı, alçak ve kıymetsiz anlamında kullanılır. Âdet haline gelmiş olan anlamına da gelir. Âdiyât da, kıymetsiz şeyler, insanlarca alışılmış olan basit olaylar için kullanılır. (Kur’ân-ı Kerim’in 100. sûresinin adı olan ve ilk âyetin ilk kelimesinde kullanılan âdiyât kelimesi ise, Âd’dan değil; “adiv” kelimesinden türemiştir, -deve ve at gibi- hızlı koşanlar anlamına gelir.) Âdîlik: Aşağılık, saygısızlık, değersizlik, önemsizlik, düşüklük anlamına gelir. Âd kavminin yalancı ve sahte cenneti olan İrem’in fecî âkıbetini değerlendirmeyip, İrem’i gözlerinde büyütüp ona arzu duymalarının neticesi, Müslüman olduğunu iddiâ eden nice şâir onu abartılı şekilde övmüş, mutluluk verici ev ve bahçeleri ifâde eden bir mazmun olarak kullanmışlar. Yine günümüzde de devam ettiği gibi, nice Müslüman, kızına İrem adı koyarak ona olan özlem ve arzusunu dillendirmiştir. Fecî bir helâkle Allah’ın kamçısına muhâtap olan İrem’i kızlarına ad vererek onların sonlarından ibret almak yerine, onların hayatını örnek alınacak bir yaşam olarak görmeye devam etmekteler.

Âd kavminin yöneticisi Şeddad, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur.[892] Bu lider Hz. Hûd’un (a.s.) tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular."[893] hükmü beyan buyurulmuştur.

Âd kavminin Allah’a şirk koşma problemiyle birlikte önemli bir özelliği de, kendilerine liderlik yapan her zorbanın emrine uymalarıdır.[894] Rabbin âyetlerini inkâr ve O’nun peygamberlerine isyan eden Âd kavminin zorba/zâlim yöneticilerine ittibâ etmeleri, bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutulmalarına sebep olarak gösterilmektedir.[895] İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlim olarak vasıflandırılır.[896] Şirk de en büyük zulümdür.[897] Ve Hûd sûresinde zâlimlere meyletmenin neticesi açıklanır: “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” [898]

 

"Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." [899]

Bu âyetlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki, yakaladıklarına karşı zorbalık yapan Âd kavmi, anıtlar, anıtkabirler, yüksek binâlar, sanat eserleri konusunda birbirleriyle yarışıyordu. Günümüz insanları da âdîlikte onları taklit ediyor ve dünya zevklerine karşı aşırı tutkular besliyor. Dünyevîleşen, materyalist insan, her şeye pragmatik yaklaşıyor ve âhireti hatırına getirmiyor. Hayallerini dâvânın hedefleri değil; lüks ve ihtişam süslüyor, rüyâlarını rahat ve yalancı zevkler dolduruyor. Âd kavminin tüm olumsuz özellikleri günümüz toplumunda eksiksiz mevcut. 

 

Âd Kavminin Helâk Edilişi: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi Câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, Biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” [900]

Âd kavmi, “sarsar”, yani soğuk ve dondurucu, “âtiye”, yani şiddetli esen ve “akîm”, yani kasıp kavuran bir rüzgârla yok edildiler. Ayrıca, buna ek olarak kendilerini “sayha”, yani korkunç bir çığlık[901] yakalayıvermişti.

Bugün de Batıdan esen ve rahmet/bereket getireceği zannedilen rüzgâra gönüllerini açmış zâlim yöneticiler ve onlara uyan insanlar bu rüzgârla ülkenin üstünde dolaşan helâk yüklü bulutları, önceden tahmin etmeleri beklenemez. Ama Hûd (a.s) gibi tevhid önderlerinin izcileri, kendilerine çok iş düştüğünü bilmek ve değil gülmeye; ağlamaya bile vakitlerinin olmadığını değerlendirmek zorundadırlar. Hakkıyla iman edip sâlih ameller yapmalı, Hakkı ve sabrı hem kendileri yaşamalı ve hem de çevrelerine tavsiye etmelidir. Bunun dışında hüsrandan kurtuluşun olmadığını her toplantılarının sonunda birbirlerine hatırlatmalıdırlar.

Son söz olarak demek istiyoruz ki, şirk ve zorbalara uymak Âd kavmine âit özelliktir, yani âdîliktir, alçaklıktır, mel’unluktur. Tarihte olduğu gibi günümüzde de insanın önünde iki yol var: ya Âd kavminin yolu, yani Âdîlik, ya da Hz. Hûd’un (ve tüm peygamberlerin) yolu olan tevhid ve Rabbe itaat/kulluk…   

Hakk’a hakkıyla kulluk yapıp dünyada huzur ve âhirette cenneti hak edenlere selâm olsun!

 

Hz. Hûd'un Kıssasından Çıkarımlar

Şimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu sûrede anlatılan biçimi ile Hz. Hûd ile soydaşlarının hikâyesinden çıkarmamız gereken dersler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü İslâm çağrısının, tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde Kur'an'da anlatılmasının sebebi, bu inanç sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü kilometre taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu kilometre taşları İslâm çağrısının sadece geçmiş yüzyıllarının değil, kıyâmet gününe kadarki gelecek yıllarının da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre taşları, Kur'ân-ı Kerim'in ilk muhâtapları olup onun ışığında o günlerin câhiliyesinin karşısına dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları değildir sadece; tersine bu işaret taşları, kıyâmet gününe kadar câhiliyeye karşı mücâdele verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini belirleyeceklerdir. İşte Kur'ân-ı Kerim'i, İslâm çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona bütün zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu kazandıran özellik de budur.

Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi bu vurgulamaların hemen hemen hepsine bir kez daha gözatmak istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları sûrenin hızlı akışı içinde âyetlerin kısaca açıklanması çerçevesine bağlı kalarak gündeme getirebilmiştik. Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini aşmamakla birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları şöyle sıralayabiliriz:

1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri, bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini oluşturan tek ve ölümsüz çağrıya deyinmek istiyoruz. İbâdeti ve kulluğu birlikte Yüce Allah'a sunma çağrısı. Kur'ân-ı Kerim, bu çağrıyı bize her peygamberin dilinden şöyle aktarıyor; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibâdet) ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."

Biz tek Allah'a "ibâdet etmeyi, sürekli biçimde dünya ve âhiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde boyun eğmek" şeklinde açıkladık. Çünkü "ibâdet" kelimesi sözlük anlamı ile bu demektir. Çünkü "ibâdet"; kökünden türemiş bir fiil olan "abede": "Boyun eğdi, baş eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine aynı kökten türemiş bir kelimenin oluşturduğu "Tarîkun muabbedün" tamlaması "düzleştirilmiş, yürünmeye elverişli duruma getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş "Abbedehû" ifâdesi "ona boyun eğdirdi, onu emri altına aldı" anlamına gelir.

Zâten Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhâtapları olan ve "ibâdet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini bildiğimiz "kulluk amaçlı hareketler" ile sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an, Mekke'de onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk içerikli hareketler" farz kılınmamıştı bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında onun "Yüce Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin boyunlardaki her türlü itaat halkalarını söküp atmak" demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu anlamı çıkarıyorlardı.

Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de "ibâdet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler" anlamında değil de "bağlılık, uyum" anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı şu münâsebetle yaptı. Bir defasında sahâbîlerden Adiyy b. Hatem'e yahûdiler ile hristiyanlardan, onların hahamlarını ve râhiplerini rab edinmelerinden sözederken, konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet. Bu hahamlar ile râhipler, yahûdiler ile hristiyanlara helâl şeyleri haram ve haram şeyleri de helâl ilân etmişler, onlar da din adamlarının bu yasalarına uymuşlardır. Bu da onlara ibâdet etmeleri demektir."

"İbâdet" kelimesinin "kulluk amaçlı hareketler" için kullanılması, bu hareketlerin çeşitli alanlardaki Allah'a boyun eğme biçimleri olarak sayılmalarından ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibâdet" kavramının tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği değil, bu içeriğin bağımlı tezâhürleridirler. Zaman içinde gerek "din" ve gerekse "ibâdet" kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca insanları İslâm’dan çıkararak câhiliyenin bataklığına düşüren "Allah'tan başkasına ibâdet etme" eyleminin sadece ibâdet içerikli davranışları Allah'tan başkasına, meselâ putlara ve heykellere sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye başlamışlardır. Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık türünden kaçındıkça, câhiliyeden ve müşriklikten uzak kalmış ve "müslüman" olmuş olur. Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm toplumunun müslümanlara tanıdığı bütün haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal dokunulmazlığı gibi İslâm hukukunun getirdiği bütün dokunulmazlıkların koruyucu şemsiyesi altındadır.

Bu görüş asılsız bir saplantıdır; insanın İslâm’a girişini ve ondan çıkışını belirleyen "ibâdet" kavramının özüne yönelik bir sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir değiştirme ve başkalaştırma girişimidir. Bu kavram, her konuda Yüce Allah'a eksiksiz biçimde boyun eğmek ve yine her konuda Yüce Allah'tan başkasına boyun eğmeyi kesinlikle reddetmek demektir. "İbâdet" kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi, Peygamber Efendimiz "Yahûdiler ile hristiyanlar, Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve râhiplerini ilâh edindiler" âyetini[902] açıklarken, bu kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir terimi doğrudan doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıktan sonra, o konuda artık hiç kimseye söz düşmez.

Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez vurguladığımız gibi bu dinin mâhiyeti ve stratejisi konusunda Yüce Allah'ın bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde üstüne basa basa belirtmeye çalıştık. Şimdi ise bu sûrede anlatılan biçimi ile Hûd hikâyesinde bu meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı zamanda Hz. Hûd ile soydaşları arasındaki savaşın, Hz. Hûd'un getirdiği İslâm ile soydaşlarının içinde debelendikleri câhiliye arasındaki çatışmanın da eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur" derken, ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.

Hz. Hûd, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım, sakın ibâdet amaçlı davranışlarınızı Allah'tan başkasına sunmayınız" demek istemiyordu. Oysa "ibâdet" kavramını kafalarında sınırlandırarak onu sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler böyle demek istediğini sanırlar. Aslında Hz. Hûd'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında tek Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü ile yaşama tarzında zorbalardan birine itaat etmeyi, boyun eğmeyi reddetmektir. Hûd'un soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve âhirette lânete uğramalarını haketmelerini gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ı yüce Allah'tan başkasına sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki müşriklik türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik türleri ki, Hz. Hûd, onları bunların tümünden arındırarak tek Allah'a kul olmaya, sadece tek Allah'a boyun eğmeye inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz ağır cezayı haketmelerine yol açan kötülükleri, sözlerin en doğrusunu söyleyen, tüm âlemlerin Rabbinin "İşte o Âdoğulları, onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular" âyetinde belirttiği gibi, Rablerinin âyetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı gelmeleri ve zorba kullarının buyruklarına boyun eğmeleridir.

Onların "Rablerinin âyetlerini yalanlamaları" peygamberlere karşı gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun eğmelerinde açığa çıkar, somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin kendilerine duyurdukları İlâhî yasalarda, Allah'tan başkasına boyun eğmemeyi ve zorbalara boyun eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda somutlaşan Allah'ın emirlerine karşı gelirlerse Rablerinin âyetlerini yalanlamış ve peygamberlere başkaldırmış ve böylece İslâm’dan çıkıp müşrik olmuş olurlar. Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm ile birlikte başlamıştır. Hz. Âdem cennetten yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde kafasında ve gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni insan kuşağının çekirdeği olurken, bağlısı olduğu hayat sistemi yine İslâm’dı. İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan çıkıp câhiliye bataklığına saplanagelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan İslâm çağrısı, insanları câhiliye bataklığından çıkarıp İslâm’ın aydınlığına kavuşturmayı amaçlamıştır. Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını sürdürmüştür.

Gerçek şu ki, eğer "ibâdet" teriminin gerçek anlamı sadece "kulluk amaçlı davranışlar"dan ibâret olsaydı, bu sınırlı amaç, bunca peygamberden ve peygamberlik misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca yoğun çabaya değmezdi; tarih boyunca insanları İslâm’a çağıran önderlerin ve mü'minlerin mâruz kaldıkları bunca işkencelere ve acılara değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp her konuda ve hayatın her alanında tek Allah'a boyun eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem de âhiret hayatının sistemini Yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine bağlamaktır.

İlâhın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici merciin birliği; yasa kaynağının birliği; hayat sisteminin birliği; insanların kapsamlı biçimde benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine, uğrunda bunca zahmetli çabaların harcanmasına, tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç budur. Bütün bunlar, Yüce Allah böyle bir sonuca -hâşâ- muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bütün bu çabaların gerisinde yatan sebep şudur: İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı, üst düzeyli ve "insana yaraşır" bir hayat tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve yönü ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir "birlik" sisteminin var olması şarttır.

2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın. Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz" âyetinde bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir. Bu gerçek, bizim Peygamberimizin, "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere tanıtırken, açıkladığı ve bu sûrenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin aynısıdır. Bu gerçeği açıklayan âyet şuydu:

 

“Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza ‘büyük gün’ün azâbından korkarım.” [903]

Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç kaynaklı değerler ile insan hayatının pratik değerleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı ve genel-geçer yasaları, bu dinin içerdiği gerçekle, hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması ve yerine sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya hayatının dış görüntüsüne ilişkin bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi görmelerini, hiç değilse sezmelerini sağlayacak derecede arınmamış, şeffaflaşmamış kimseler bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar. Bu gerçeği onların vicdanlarına sindirip yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı}, Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek (hak) kavramı ile ve yanı sıra şu evrenin yapısında ve değişmez yasalarında somutlaşan, gökler ile yerin yaratılışlarının dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı özdeştir; bu "gerçek"ler birbirinden farklı ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar değildirler. Kur'ân-ı Kerim, sık sık Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek ile göklerin ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği arasındaki, bu üç gerçekle Yüce Allah'ın kıyâmet günü hesaplaşması sırasındaki özellikli ve ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği arasındaki sıkı bağlılığı vurgular. [904]

Gerek bu âyetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka âyetlerde görüyoruz ki, Yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile O'nun şu evreni gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak yaratması, yasaları ve özgür dileği ile onu çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe (hakka) dayalı olarak gerçekleşen evrensel olgular arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette insanlar arasında gerçeğe dayalı olarak hüküm verilmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş bir tek gerçektir. Bu bütünden Yüce Allah'ın dileği uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır. Allah bu takdiri gereğince insanların sınav alanı olan dünyada işledikleri iyiliklere ve kötülüklere karşılık olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin evrensel güçleri dilediği kullarının üzerine salar. İşte tevbe etme, günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur alma arasındaki ilişki bundan kaynaklanır. Bütün bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak, Yüce Allah'ın zâtında, takdirinde, tasarısında, yönlendirmesinde, yönetiminde, hesâbında, ödüllendirmesinde ve cezâlandırmasında ifâdesini bulan "gerçek (hak)" kaynağıdır.

Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor ki, inanç kaynaklı değerler, insanın hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler. Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya Yüce Allah'ın mâhiyetini bilmediğimiz takdîrî yolu ile gerçekleşir ki, bu takdir insan bilgisinin ve emeğinin ötesinde sebepler âlemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu etki insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve algılanabilir sonuçlar yolu ile gerçekleşir. Bunlar imanın olup olmadığına bağlı olarak insanların hayatlarında meydana gelen somut ve duyu organları ile algılanabilir sonuçlardır.

Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret ederken şöyle demiştik: Hani sistemin bir toplumda egemen olmasının anlamı şudur: O toplumda her çalışan insan, emeğinin âdil karşılığını alır. Herkes kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve iç güvenliğinin yanı sıra toplumsal güvenliğin ve toplumsal huzurun mutluluğunda yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak insanlar âhiretteki son ödüllerine kavuşmadan önce daha dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını tadarlar.

Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda tek Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur: Uydurma ilâhların etrafında çalınan davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda, çekilen tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı törenlerde harcanan enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur. Bütün gösterişli törenler uydurma ilâhlara, putlara gerçek ilâhlığın bazı niteliklerini yansıtarak insanların onlara boyun eğmelerini sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak İlâhî sistemin egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve emekler yapıcılık alanında, kalkınma yolunda, yeryüzü halifeliğinin yükümlülüklerini yerine getirme uğrunda kullanılır. Bundan, insanlar adına hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir. Üstelik kulların keyfî sultasına fırsat vermeyen Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar onurlu, eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.

Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata yansıyacak olan imanın meyvelerinin, kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.

3- Şimdi de Hz. Hûd'un, soydaşlarına karşı takındığı o son tavrı ele alacağız. Bilindiği gibi o, son aşamada soydaşları ile bütün ilişkilerini kesmiş, aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu kararını açık açık yüzlerine karşı haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son derece kesin bir dille, tam bir meydan okuma edâsı ile, savunduğu gerçeğin üstünlüğünden zerrece kuşku duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini vicdanının dolaysız algısı ile kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı. [905]

Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı sahnenin önünde uzun uzun durup düşünmeye ihtiyaçları vardır. Düşünelim ki, Hz. Hûd bir tek adamdır. Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Karşısında yeryüzünün o dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddî uygarlık alanında en gelişmiş toplumu var. Nitekim Yüce Allah, başka bir sûrede Hz. Hûd'un soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu bize anlatırken, bu dediklerimizi vurgulamaktadır. [906]

Bu adamlar şımarık zorbalardır. Yakaladıkları insanlara karşı acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları baştan çıkarmış. Hep dünyada kalacaklar, hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler yapmışlar! İşte Hz. Hûd, bunlara karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir yiğitlikle, üstünlük duygusu ile, güvenle ve korkusuzca. Soydaşları olmalarına rağmen onlarla arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor. Dahası onlara meydan okuyor. Kendisine karşı akıllarına gelebilecek her tuzağı kurmalarını, bu yolda ona hiçbir mühlet tanımamalarını, ellerinden gelen kötülüğü arkalarına koymamalarını, yapacaklarından pervâsı olmadığını yüzlerine karşı haykırıyor!

Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince nasihat etmiş, her fırsatta onlara sevecenlikle yaklaşmış, son derece tatlı bir dille kendilerini Allah'a çağırmıştı. Fakat sonunda açıkça anladı ki, adamlar Yüce Allah'a başkaldırma konusunda, onun tehditlerini alaya alma konusunda, ona karşı küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı ve ısrarlıdırlar.

Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini vicdanında buluyordu. Kesinlikle inanıyordu ki, karşısındaki sözden anlamaz, şımarık, küstah, ellerindeki nimetlere güvenip baştan çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden birer canlı"dan başka bir şey değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde hareket eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin avucu içinde idi." Öyleyse "yeryüzünde hareket eden bu canlı yığının" nesini umursayacaktı ki!?

Bu şımarıkları eski insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara ellerindeki nimetleri, zenginliği, maddî gücü, evlâtları, köşkler yapma ve maden çıkarıp işleme yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu ayrıcalıkları onlara iş olsun diye değil, sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer dilerse onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar ona ne bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi. Öyleyse onların nesinden korkacaktı? İstediğinde ve istediği şekilde veren de, verdiklerini geri alan da onun Rabbi değil miydi?

İnsanları Allah'a çağıran dâvâ adamları, Rablerin yüce gerçeğini vicdanlarında bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman, böyle bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu sâyesinde çevrelerini sarmış olan azgın câhiliye cephesi karşısında durabilirler. Câhiliye cephesinin maddî gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı bilimsel ve teknolojik gücü, uzmanlaşmış, deneyimli ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü karşısında ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların perçemleri Rablerinin avucu içindedir" ve insanlar, bütün insanlar "yeryüzünde hareket eden canlılar"dan başka bir şey değildirler!

Bu dâvâ adamları, günün birinde mutlaka içinde yaşadıkları toplumla, ırkdaşları, milletleri ile, bütün bağlarını kesinlikle koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı ırkın, aynı milletin fertleri iki kampa, iki karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir tarafta tek Allah'ın egemenliğini benimseyen, bunun dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı tarafta Yüce Allah'ı bir yana bırakarak düzmece ilâhlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların ümmeti saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman Yüce Allah'ın dostlarına vaad ettiği zafer kesinlikle gerçekleşir, Allah'ın düşmanları şu ya da bu şekilde yok edilir. Bu yok etme, daha önce akla gelebilecek bir yolla meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir.

Yüce Allah'a çağrı sürecinin ilk insandan günümüze kadarki tarihi boyunca görülen şudur: Yüce Allah'ın dostları, O'nun düşmanlarından kendi inisiyatifleri ile ayrılmadıkça, mü'minler bu ayrılmayı inanç farklılığı esasına oturtarak tek Allah'ı tercih etmedikçe Allah, dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler bu kararlı tercihi yaptıkları zaman "Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar, artık O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka hiç kimseden yardım görmeyecek olan bir mücâhidler ordusu oluşturmuş olurlar. [907]

Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

A- Hûd’un (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124. 

B- Hûd Kavminin adı olan Âd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 Yerde): 7/A’râf, 65, 74, 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 50, 59, 60, 60; 14/İbrâhim, 9; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 123; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 15; 46/Ahkaf, 21; 50/Kaf, 13; 51/Zâriyât, 41; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18; 69/Hakka, 4, 6; 89/Fecr, 6.

C- Ahkaf Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 46/Ahkaf, 21.

D- İrem Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 89/Fecr, 7.

D- Hûd (a.s.) ve Kavmini Konu Edinen Âyet-i Kerimeler

a- Hûd (a.s.)’un Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-60; 23/Mü’minûn, 31-41; 26/Şuarâ, 123-140; 46/Ahkaf, 21-23; 54/Kamer, 18-21.

b- Hûd (a.s.), Âd (İrem) Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50; 23/Mü’minûn, 32; 26/Şuarâ, 125; 46/Ahkaf, 21.

c- Âd Kavmi, Nuh Kavminden Sonradır: 23/Mü’minûn, 31.

d- Birinci ve İkinci Âd Kavimleri: 53/Necm, 50.

e- Âd Kavminin Oturduğu Yer: 46/Ahkaf, 21.

f- Âd Kavminin Kötülüğü: 26/Şuarâ, 128-130; 41/Fussılet, 15; 69/Hakka, 4, 9.

g- Hûd (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-57; 23/Mü’minûn, 32-38; 26/Şuarâ, 123-138; 46/Ahkaf, 21-23.

h- Hûd (a.s.)’un, Kavmine Karşı Allah’a Duâsı: 23/Mü’minûn, 39-40.

i- Âd Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 57-60; 23/Mü’minûn, 39-41; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 139-140; 29/Ankebût, 38; 41/Fussılet, 15-16; 46/Ahkaf, 24-26; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 41-42; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18-22; 69/Hakka, 6-8; 89/Fecr, 6-8, 11-13.   

       

 

S Â L İ H   (A. S.)   V E   S E M Û D   K A V M İ

 

  • Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
  • Semûd Kavmi
  • Hicr
  • Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı
  • Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi
  • Semûd Kavmi ve Günümüz
  • Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
  • Tefsirlerden İktibaslar

“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.

Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.      

Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler. 

Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’

Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.

Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.

Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” [908]

 

 

 

Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi

Sâlih (a.s.), Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biridir. Semûd kavmine gönderilmiştir. Sâlih’in (a.s.) şeceresi İslâm kaynaklarında Nûh oğlu, Sâm oğlu, İrem oğlu, Âmir (Âbir) oğlu, Semûd oğlu, Hâzir oğlu, Ubeyd oğlu, Mâşih (Mâsih) oğlu, Esif (Âsif) oğlu, Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır. Allah Teâlâ onu, önceki peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen Semûd kavmini uyarmak için bu kavme peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semûd kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler ve eziyet ederek, yanlarından kovmuşlardır. Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek küçümsemeye çalışmış ve kendilerini tehdit ettiği azâbın gelmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli bir şekilde cezalandırarak yok etmiştir. Sâlih’in (a.s.) ve Semûd kavminin kıssası sonraki nesillere ibret olsun diye Kur’ân-ı Kerim'de yer almıştır.

Hz. Hud'un vefatından sonra, Semûd'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.

Semûd kavmi, tevhid inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler. Bu kavmin ahlâk ve fazilet bakımından en üstünü olan Sâlih'e kırk yaşına geldiği zaman peygamberlik görevi verildi.

Hz. Sâlih, kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu; "Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine âittir."[909] dedi.

Sâlih (a.s.) gerçekten saygı duyulacak bir İnsandı. Semûd Kavmi de Hz. Sâlih'i sever, sayardı. Sâlih, dâvetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Sâlih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor musun?"[910] dediler.

Semûd kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden bir İnsana mı uyalım?"[911] dediler. Kavmi, Hz. Sâlih'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Sâlih için "o, şımarık bir yalancıdır."[912] dediler.

 

"Onlar yarın kıyâmette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler. Ama iş işten geçmiş olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır."[913] Semûd kavmi, Hz. Sâlih'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. Sâlih peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Sâlih'in, Rabbı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor musunuz?"[914] dediler. O, gerçek iman mutluluğuna eren İnsanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.

 

Hiçbir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında Semûd kavminin inkârcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı bir inkâr ederiz"[915] diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar. Bu inkârcılar, Hz. Sâlih'i bozgunculukla suçlarken halkı da inkâra zorladılar; "Yeryüzünü islah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dediler.

Hz. Sâlih sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu. Semûd kavminin sapıkları Hz. Sâlih'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mûcize getir" dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.

İstedikleri mûcize, dişi ve hâmile bir deve idi. Allah, mûcize olarak Semûd kavmine bu dişi deveyi verdi. Bu mûcize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkârlarında direttiler ve Allah elçisi hakkında "amma da sihirbazmış!" demek alçaklığında bulundular.

Semûd kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semûd kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir" buyurdu. Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu. Hz. Sâlih bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu; "Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azâbı yakalar" diyordu.

Bu kavmin inkârcıları Sâlih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Sâlih'i, mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mûcize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Sâlih peygamberi ve mü’minleri yıldırmak, korkutmak istediler; isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Sâlih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen vaad ettiğin azâbı getir!" [916]

Allah Elçisi yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; “Ey kavmim! Ben size Rabbımın risâletini tebliğ ettim. Size nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz"[917] dedi. Hz. Sâlih, kavmine iyi muâmelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tevbe etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. “Niçin tevbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz." [918]

Semûd Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. Biz, senden ötürü ve seninle bulunanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Belâ ve musîbetlere sebep olarak Sâlih'le mü'minleri gösterdiler. "O şehirde dokuz kişi vardı, ki bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyor, iyilikte bulunmuyorlardı." [919]

Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularını devam ettirmek niyetindeydiler. Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Sâlih'i ve âilesini öldürelim. Sonra velîsine; ‘biz o âilenin helâkinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz’ diyelim, dediler.”[920] Kendi aralarında bu karara vardılar.

Şânı Yüce Allah, bu olayı şöylece belirtiyor: "Onlar, bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hilelerini alt-üst ettik."[921] Sâlih peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da âilesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri terk etti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.

Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Sâlih peygamberin evini kuşattılar. Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar. "Allah'ın azâbı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öyle kaldılar." [922]

Ne kadar inkârcı ve sapkın varsa hepsi de helâk oldu. Şehir bir harâbe haline dönüştü. Mü’minler bir müddet sonra bu harâbe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın ve inkârcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a şükrettiler. Sâlih peygamber, mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndü. Allah Elçisi Sâlih (a.s.), mü’minlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın sevincini tattırdı.

Her peygamber gibi o da Rabbinin rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı. [923]

Kavminin helâk edilmesi üzerine Sâlih (a.s.) ve ona iman eden topluluğun Mekke’ye göç ettikleri rivâyet edilir.

Semûd Kavmi

 

Semûd, Kur’ân-ı Kerim'de adı geçen ve kendilerine uyarıcı olarak Sâlih’in (a.s.) gönderildiği, Hicaz ile Suriye arasında Vadil-Kura'da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim'de bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmekte olup, ayrıca Sâlih’den (a.s.) bahseden âyetler de onun kavmi olan Semûd ile ilgilidir.

Semûd, Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun adıdır. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Semûd’un adıyla anılırlar. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır. Kur’an’da “Ashâbu’l-Hıcr”[924] diye de anılır. Arap kaynaklı olmayan bazı vesikalardan da bu isimde bir kavmin varlığından ve yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir.[925] Bunlar, Vâdi’l-Kurâ’da kayaları oyarak evler,[926] düz arâzide de saraylar yapan bir Arap toplumu idi.

Bu kavmin Kur’ân-ı Kerim'de zikredilişinin sebebi, peygamberlerini yalanlayıp inkârlarına devam etmelerinden dolayı helâk edilişlerinin bir ibret vâsıtası kılınmış olmasıdır. Semûd kavminin başına gelenler Kur’ân-ı Kerim'de ondan önceki Âd kavminin başına gelenlerle birlikte zikredilmektedir. Semûd kavmi; Semûd b. Casır b. İrem b. Sam b. Nuh'un neslidir.[927] Arap kaynaklı olmayan tarihî belgelerde de Semûd kavminden bahsedilmektedir. M.Ö 715 tarihli Sargon kitabesinde Semûd kavmi, Asuriler'in hâkimiyet altına aldıkları, Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semûd kavmini (Thamudaei) belirten isimden bahsetmişlerdir. Plinus'un Semûd kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir. [928]

Hadis-i Şeriflerde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) H. 9. yılda Tebük seferine giderken Semûd kavminin yaşadığı Hicr'e uğradığı ve bu yerin Sâlih’in (a.s.) kavminin yaşadığı yer olduğunu söylediği nakledilmektedir. [929]

Semûd kavmi, Âd kavminden sonra Allah Teâlâ'ya isyan edip küfre sapmış ve kendilerine tapındıkları putlar edinmişlerdi. Onları uyarmak ve ortağı bulunmayan tek Rab olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etmeye yöneltmek için Sâlih’i (a.s.) görevlendirdi. Sâlih’e (a.s.) kavminin müstaz’aflarından az bir topluluk iman etmişti. Dünyevî makam ve zenginliklerinden dolayı kendilerinin diğer İnsanlardan üstün olduklarını zanneden Semûd kavminin ileri gelenleri (mele'), hor gördükleri (müstaz’af) kimselere: ‘Siz gerçekten Sâlih'in Rabbı tarafından gönderilmiş olduğuna inanıyor musunuz?’ dediler. Onlar da; ‘Doğrusu biz, onunla gönderilene iman ediyoruz’ dediler. Büyüklük taslayanlar, ‘Biz, doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz’ dediler." [930]

Sâlih (a.s.), Semûd kavmini İslâm’a dâvet etmeye devam etti. Sâlih’in (a.s.) onları imana dâvet edip uyarma ve korkutmaya ısrarla devam etmesi üzerine, ona şöyle dediler: "Ey Sâlih; bayramımızı kutlayacağımız zaman sen de bizimle gel (Semûd kavminin putlarını alıp şehir dışına çıkarak kutladıkları bir bayramları vardı). Bize bir âyet (dâvânı ispatlayacak bir şey) göster. Sen ilâhına duâda bulun; biz de ilâhlarımıza duâda bulunalım. Eğer senin ilâhın duâna icâbet ederse sana uyarız. Yok, bizim ilâhlarımız bize icâbet ederse sen bize tâbi olursun!" Bu isteklerini kabul eden Sâlih (a.s.) bayramda onlarla birlikte gitti. Putperestler, putlarından istekte bulundular. Ancak bir karşılık bulamadılar. Bunun üzerine kavmin reisi, Sâlih’e (a.s.); "Ey Sâlih; bize şu kayadan bir deve çıkar. Eğer bunu yaparsan seni doğrulayacağız" dedi. Sâlih (a.s.), Allah Teâlâ kendileri için böyle bir deveyi bu kayadan çıkartırsa, onlardan iman edeceklerine dâir söz vermelerini ve yemin etmelerini istedi. Onlar, bu konuda yemin edip söz verdikten sonra, Sâlih (a.s.), namaza durdu ve Allah'a duâ etti. Bunun üzerine kaya yarıldı ve içinden onların istediği gibi gebe, karnı aç bir deve çıktı. Bu olay üzerine, onlar daha önce vermiş oldukları sözden cayarak iman etmediler.[931] Sâlih (a.s.) onlara şu nasihatlerde bulundu: "...Ey kavmim; Allah'a ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mûcize gelmiştir. İşte, Allah'ın şu dişi devesi size bir mûcizedir. Bırakın onu Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azâba uğrarsınız. Hatırlayın; Allah sizi Âd kavminden sonra halifeler yaptı. Ve sizi yeryüzüne yerleştirdi. Orada, ovalarda köşkler yapıyor, dağları yontup evler yapıyorsunuz. Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın." [932]

Allah Teâlâ, hayvanların sulandığı kuyunun suyunun mûcize deve ile diğerleri arasında nöbetleşe kullanılacağını bildirmişti: “Onlara, suyun aralarında taksim olunduğunu haber ver. Her biri su nöbetinde hazır bulunsun.”[933] Sâlih (a.s.) kavmine; "İşte şu devedir. Su içme hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir" dedi.[934] Deve onların arasında bir süre kaldı. Bu süre içerisinde, bir gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar kuyunun suyundan istifade ediyorlardı. Semûd kavmi devenin su içtiği günlerde onun sütünü sağıyor ve kaplarını dolduruyorlardı. [935]

Semûd kavminin Sâlih’in (a.s.) dâvetine duydukları düşmanlık ve kinleri artınca, deveyi öldürmeyi planladılar. Allah Teâlâ bu durumu Sâlih’e (a.s.) bildirdi. Sâlih (a.s.), gördükleri mûcizeye rağmen iman etmekten kaçınan kavmine, eğer böyle bir iş yaparlarsa helâk edilecekleri uyarısında bulundu. Ancak onlar, onun bütün uyarılara kulak tıkayarak deveyi kestiler: “Onu yalanladılar. Ve derken deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları yüzünden onları kırıp geçirerek yerle bir etti.” [936]

Allah Teâlâ, Semûd kavmini, görmüş oldukları mûcizeye rağmen iman etmemelerinden dolayı hemen cezalandırmamış ve onlara mühlet vermişti. Ancak Sâlih (a.s.) onlara; eğer kendi isteklerinden dolayı mûcize olarak Allah tarafından gönderilen deveye bir zarar vermeye kalkarlarsa affedilmeyecekleri ve korkunç bir şekilde helâk edileceklerini onlara bildirmişti. İnkârlarında direten ve deveyi öldürerek azıtan Semûd kavmi için kurtuluş yolu kalmamıştı. Sâlih (a.s.), yaptıklarını görünce ağlamış ve onlara; "Yurdunuzda üç gün daha kalın..."[937] diyerek gelecek azâbı haber vermişti. Deveyi kestikleri günün akşamı dokuz kişilik bir grup[938] Sâlih’i (a.s.) öldürmeye karar verdiler. Onlar şöyle diyorlardı: "Eğer söylediği doğru ise biz ondan önce davranalım. Yok, yalancılardan ise onu da devesinin yanına gönderelim." Allah Teâlâ bu olayı şu şekilde haber vermektedir: "Aralarında Allah'a yemin ederek, şöyle konuştular; ‘Sâlih'i ve âilesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına ‘yakınlarınızın öldürülmesinden haberimiz yok; şüphesiz biz, doğru kimseleriz’ diyelim." Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkına varmadan, tuzaklarını alt üst ediverdik. Tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu bir bak! Biz onları da kavimlerini de toptan helâk ettik. İşte zulümleri yüzünden, harap olmuş, bomboş evleri, şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için, büyük bir ibret vardır. İman edip Allah'tan korkanları kurtardık." [939]

Semûd kavminin Sâlih’e (a.s.) isyan edip mûcize istemeleri ve sonrasında gelişen olaylar ve helâk edilişleri hakkında birçok rivâyet vardır. [940]

İbn Kesir, konu ile ilgili olarak şöyle der: Bunlar, kendilerine ‘Semûd’ denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semûd’un adını almışlardı. Semûd, Cedis’in kardeşidir. Bu ikisi de, Asir bin İrem’in oğullarıdır. İrem ise, Hz. Nûh’un (a.s.) oğlu Sam’ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Arîbe’dendir. Hicaz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.s.), Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr’e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu ‘Hicr’ denilen yere sahâbîlerle birlikte konakladı. Ashâb, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdular ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Rasûlullah (s.a.s.), sahâbîlerin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarını dökmelerini ve yoğurmuş oldukları hamurları develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) ashâbını  alıp Hz. Sâlih’in (a.s.) devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müslim’de geçtiği üzere, ashâbına: “Şu azâba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin. Eğer ağlamayacaksanız girmeyin. Yoksa onlara gelen musîbet, size de gelir.”[941] buyurdu. 

Hicr

Hıcr, Semûd kavminin yaşadığı kabul edilen bölge ve burada yer alan şehir için kullanılır. Sözlükte "men etmek" anlamında masdar ve "akıl; engel, yasak; himâye, koru­nan şey" mânâlarında isim olan hicr keli­mesi, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli sözlük an­lamları yanında [942] yer adı olarak da zikredilmekte ve burada yaşayanlardan "ashâbu'l-Hicr" diye söz edilmektedir.[943] Bu bölgeye Hicr denilmesinin sebebi, muhtemelen muhâfazalı bir yer oluşudur.[944] Eski dönemlerde Hegra (Strabon’da Egra. Pliny'de Hegra) diye anılan bu yerleşim merkezi, Kur'an'da olduğu gibi ilk dönem tarih ve coğrafya eserlerinde de Hicr diye geçmektedir. Buranın bir adı da Medâinu Sâlih olup bu adlandırma Sâlih peygamberle ilgisi dolayısıyladır.[945] Zamanla Hicr adı terkedilmiş, bunun yerini Medâinu Sâlih almıştır. [946]

İslâmî kaynaklarda Medine ile Şam ara­sındaki Vâdi’l-Kurâ'da bulunduğu belirti­len Hicr,[947] Arap yarıma­dasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde Teymâ'nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz demiryo­lunun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vâ­dinin ve bu vâdideki beldenin adıdır. Bu­günkü yerleşim merkezi Alâ'nın 15 km. kuzeyine düşmektedir. [948]

Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiğine göre as­hâbü'l-Hicr dağlarda oydukları güvenli ev­lerde yaşayan, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirip peygamberlerini yalanlayan bir ka­vimdi. Bir sabah vakti korkunç bir sesle gelen felâketle cezalandırılmışlar, yaptık­ları şeyler ve kazandıkları kendilerine fay­da vermemiştir.[949] Ashâbü'l-Hicr'in Kur'an'da anlatılan özellikleri dikkate alınırsa bunların Semûd kavmi olduğu anlaşılır. Zira İlâhî âyetlerden yüz çevirme ve kendilerine gönderilen pey­gamberleri yalanlama, inanmayan kavim­lerin ortak özelliği olmakla birlikte, kor­kunç bir sesle cezalandırılma Kur'an'da Lû,[950] Şuayb[951] ve Sâlih[952] peygamberlerin kavimleriyle ilgili olarak zikredilmekte, ka­yaları oyup evler yapma işi ise, sadece Hz. Sâlih'in kavmi Semûd'un özelliği olarak be­lirtilmektedir.[953] Bu hususu dikkate alan müfessirler, Hicr sûresinde kıssaları anlatılan ashâbü'l-Hicr'in kendilerine Sâlih'in pey­gamber olarak gönderildiği Semûd kav­mi olduğunu kabul etmişlerdir. Bu kavim Hz. Sâlih'i dinlemediği gibi, bir mûcize ve işaret olmak üzere yaratılan dişi deveyi de, konan yasağa rağmen kesmek sûre­tiyle Allah'ın emrini hiçe saymış ve neti­cede helâk edilmiştir.

Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasın­da Hicr'den geçerken ashâbına buradan su almamalarını söylemiş, onların, "Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk, kaplarımızı doldurduk" demeleri üzerine, "Öyleyse hamuru atın, aldığınız suyu da dökün!" buyurmuştur (). Bir rivâyete göre de hamuru deveye yedirmelerini, devenin içtiği ku­yudan su almalarını (içmediklerinden almamalarını) istemiştir (Buhârî, Enbiyâ 17). Başka bir rivâyete göre ise Rasûlullah Hicr'den geçerken, "Ken­dilerine zulmedenlerin meskenlerine, onların başına gelen felâketin sizin de başınıza gelmemesi için ağlayarak girin, aksi halde girmeyin!" demiş ve devesini hızla sürerek oradan uzaklaşmıştır (Bu­hârî, Tefsîrü'l-Kur'ân 15/2; Müslim, Zühd 1).

Nabatîler döneminde gelişen Hicr şeh­ri daha sonra önemini kaybetmiştir. X. yüzyılın başlarında İstahrî Hicr'i nüfusu az bir köy olarak zikreder (İstahrî, Mesâlik -de Goeje-, s. 19). Ünlü gezgin İbn Battûta Hicr'e uğradığını, burada Semûd kavminin kızıl kayalara oyulmuş meskenlerini gördüğünü, bu yapıların cephelerindeki nakış ve tasvirlerin parlak­lık ve canlılığını koruduğuna, içlerinde hâ­lâ Semûd kavminin iskelet kalıntılarının bulunduğuna şâhit olduğunu kaydetmek­tedir (Seyahatname, I/119). Hicr'i ziya­ret eden ve buradaki mevcut eserler hak­kında bilgi veren ilk Avrupalı seyyah Char­les M. Doughty'dir. Doughty, 1876-1877'de gerçekleştirdiği bu ziyareti esnâsında buradaki Osmanlı kalesinde kalarak hem bölge üzerinde incelemeler yapmış, hem de önemli kitâbelerin kopyasını çıkarmış­tır. Doughty'nin Travels in Arabia Deserta (London 1888) adlı eseri bu seya­hatin ürünüdür. 1907'de Medâinu Sâlih'­te A. Jaussen ve R. Savignac adlı iki Fran­sız papazın yaptığı ilmî araştırmanın so­nuçları da Mission archeologique en Arabie adıyla kitap haline getirilmiştir (Paris 1909-1914). Bölgede 1962'de ve 1985’te de çalışmalar yapılmıştır.

Bölgede yaşayan bedevilere göre Hicr adı kuzey-güney istikametinde 3, doğu-batı istikametinde 2 kilometrelik düz bir alanı ifade etmektedir. Vâdi, çok sayıda sarp kayalıkla ve çakıl tepecikleriyle çev­rilidir. Arapça, Ârâmîce, Semûd dilinde, Nabatîce, Lihyânîce, hatta İbrânîce, Grek­çe ve Latince birçok kitâbenin bulundu­ğu bölgenin merkezinde eski ticaret şeh­ri Hicr'in önemli harâbeleri yer alır. Çok sayıda çanak çömlek parçası, yapı kalın­tıları ve bir kısım ihâta duvarı Hicr'in eski dönemdeki önemini göstermektedir. An­cak daha etkileyici olan eserler ovayı ku­şatan dağ yamaçlarında, özellikle de Kasrü'1-bint denilen kayalıkta bulunan, ço­ğunluğunu aile mezarlarının teşkil ettiği kalıntılardır. Genellikle ölü gömüleri ze­min altına yapılmış, bazen de ölüler ana odanın duvarları içine yapılan nişlere kon­muştur. Medâinu Sâlih mezarlarının de­tayları genel olarak Petra'dakilere ben­zer. Mezarların cepheleri sahte sütunlar­la, silme ve kornişlerle donatılmıştır. Bu­ralara bazen kuş, bazen de urne (ölü ya­kıldıktan sonra küllerinin konulduğu kap) motifleri işlenmiştir, ancak bu ikinciler genellikle kapı girişlerinin üzerine oyulmuştur.

Vâdinin doğu ağzında Cebelu İslîb de­nilen kayalıklarda urne ve kuş tasvirli, yontulmuş sütunlu küçük nişler ihtivâ eden kayalar vardır. Cebelu İslîb merkezî bir alan etrafında çevrelenen kaya blok­larından oluşur. Dar bir boğazdan bu ala­na girilir. "Divan" veya "meclisü's-sultân" denilen bu alan üçgen şeklinde olup ge­nişliği 10, derinliği 12 ve yüksekliği 8 met­redir. Bu salonda dinî âyinler yapılmış ol­malıdır. Bir duvarın ayırdığı kanyonun kar­şı ucunda yamacın kuzey yüzüne oyulmuş uzun bir kanal vardır, bununla şehre su getirildiği tahmin edilmektedir. [954]

 

Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı

 

“Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi  uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.” [955]

 

Kur’an'da belirtildiğine göre Semûd kavmi de, aynı Âd kavmi gibi Allah'ın uyarılarını göz ardı etmiş ve bunun sonucunda helâk olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semûd kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kuran'da bahsedilen Semûd kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir tarihsel gerçektir.

Semûd kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmadan önce, elbette, Kuran'da anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberlerine çıkardıkları zorlukları gözden geçirmekte yarar var. Zira Kur’an her çağa hitap eden bir kitap olduğundan, Semûd kavminin kendisine gelen tebliği inkâr etmesi de her çağ için ibret alınması gereken bir olaydır.

Hz. Sâlih'in Tebliği: Kur’an’da Semûd kavmini uyarıp korkutması için Hz. Sâlih'in gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Sâlih, Semûd halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavim ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepki, yadırgama ve kınamadır:

 

“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’ Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [956]

 

Sâlih Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Sâlih'i inkâr ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Sâlih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Sâlih'in kendilerini Allah'a ibâdet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semûd halkına özgü de değildi aslında; Semûd kavmi, kendisinden önce yaşayan Nûh ve Âd Kavimleri’nin yaptığı hatayı yapıyordu. Kur’an’da bu üç toplumdan şöyle söz edilir: “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” [957]

Hz. Sâlih'in uyarılarına rağmen kavim, Allah hakkında kuşkulara kapılmaya devam etti. Ancak yine de Hz. Sâlih'in peygamberliğine inanmış bir grup vardı, ki bunlar, daha sonra azap geldiğinde Hz. Sâlih ile beraber kurtarılacaklardı. Önde gelenler ise, Hz. Sâlih'e iman etmiş olan topluluğa zorluk çıkarmaya çalıştılar: “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: ‘Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene iman edenleriz’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı inkâr edip tanımayanlarız.” [958]

Semûd kavmi hâlâ Allah ve Hz. Sâlih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısmı, Hz. Sâlih'i açık olarak inkâr ediyordu. Hatta, inkâr edenlerden bir grup -hem de sözde Allah Adına- Hz. Sâlih'i öldürmek için planlar yapıyordu: “Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ (Sâlih) Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz imtihan edilmekte, denenmekte olan bir kavimsiniz.’ Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik düzenlik bırakmıyorlardı.  Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: ‘Âilesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz’ diyelim.’ Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. [959]

 

Hz. Sâlih, Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için Allah’tan bir mûcize olmak üzere son bir deneme olarak onlara dişi bir deve gösterdi. Kendisine itaat edip etmeyeceklerini sınamak için kavmine, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söyledi. Böylece kavim bir denemeden geçirildi. Kavminin Hz. Sâlih'e cevabı ise, bu deveyi öldürmek oldu. Şuarâ Sûresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle anlatılır: “Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’ Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda  bir âyet (mûcize) getir görelim.’ Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’ Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” [960]

 

Hz. Sâlih ile kavmi arasındaki mücâdele Kamer Sûresi'nde ise şöyle bildirilir: “Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp hayvanı ayağından biçip yere devirdi.” [961]

 

Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azâbın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Sâlih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar: “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Sâlih'e de şöyle) dediler: ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vaad ettiğin şeyi getir bakalım!” [962]

 

Allah, inkâr edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Sâlih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören  Hz. Sâlih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helâk olacaklarını bildirdi: “...(Sâlih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.” [963]

Nitekim üç gün sonra Hz. Sâlih'in uyarısı gerçekleşti ve Semûd kavmi helâk edildi: “O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişler, O’na nankörlük yapmışlardı. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” [964]

Semûd Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: Günümüzde Semûd kavmi, Kur’an’da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları da, Semûd isimli bir kavmin yaşadığına deliller sunmaktadır.

 

Kuran'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semûd kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir; zira Semûd Kavmi’nin bir başka ismi de Ashâb-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semûd" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semûd kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir. [965]

Semûd kavminden bahseden, bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır (MÖ 8. yüzyıl). Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semûdlar" olarak anılmaktadır.[966] Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir.

Kuran'da Âd ve Semûd kavimlerinin isimleri daima birlikte anılır. Dahası Allah âyetlerde, Semûd kavmine Âd kavminin helâkinden ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise, Semûd kavminin Âd kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” [967]

Âyetlerden anlaşıldığına göre Âd kavmi ve Semûd kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta belki de Âd kavmi, Semûd kavminin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz. Sâlih, Semûd kavmine Âd kavminin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders almalarını emretmektedir.

Âd kavmine de kendilerinden önce yaşamış olan Nûh kavminin örnekleri gösterilmiştir. Âd kavminin Semûd kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nûh kavminin de Âd kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar ve belki de aynı soydan gelmektedirler. Oysa Âd kavmi ve Semûd kavimlerinin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafî olarak uzak bir konumdadırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur; öyleyse âyette Semûd kavmine hangi sebepten dolayı Âd kavmini hatırlamaları söylenmektedir?

Cevap, biraz araştırıldığında ortaya çıkar. Âd ve Semûd kavimleri arasındaki coğrafî uzaklık aldatıcıdır. Semûd kavmi Âd kavmini bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden geliyorlardı. Ana Britannica Ansiklopedisi "Semûdlar" başlığı altında bu kavimden şöyle bahseder: Semûd, Eski Arabistan'da önem taşıdığı anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğudur. Güney Arabistan kökenli oldukları, ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam arasında yaşayan Semûdlar, Ashâb-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta kesimlerinde Semûdlar'a ait çok sayıda  kaya, resim ve yazı ortaya çıkartılmıştır. [968]

Semûd medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semûdik alfabe" ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da, hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır. Bu alfabe, ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semûd kasabası yakınlarında bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramût ve batısında da Sabwah kenti vardır.

Daha önce Âd kavminin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Âd kavminin yaşadığı bölgede, özellikle Âd'ın torunları olan Hadramîler'in yaşadıkları bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semûd kavmine âit bulguların elde edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kur’an’da işaret edilen Âd-Semûd kavimlerinin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Sâlih'in, Semûdların Âd kavminin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın.” [969]

 

Kısacası Semûd kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helâk olarak ödemiştir. Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerini azaptan koruyamamıştır. Semûd kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkârcı kavim gibi şiddetli bir azapla helâk edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi

Kur’ân-ı Kerim’de “Sâlih”in (a.s.) ismi, toplam 9 yerde geçer. [970]

“Semûd” kelimesi ise toplam 26 yerde zikredilir. Semûd kavmi veya onların evleri, ya da şehirleri anlamındaki “Hıcr” kelimesi ise (bu anlamda) Kur’an’da sadece bir yerde geçer ve bu ismin geçtiği sûreye de bundan ötürü Hıcr sûresi adı verilir. [971]

“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.

Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.

Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.

Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’

Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.

Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.

Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” [972]

 

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [973]

 

“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’

Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.’

Dedi ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiç bir yarar) sağlamayacaksınız.

Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.’

Onu (deveyi) öldürdüler. (Sâlih) dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.’

Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Sâlih'i ve O'nunla birlikte iman edenleri o günün aşağılatıcı azâbından kurtardık. Doğrusu senin Rabbin, güçlü olandır, aziz olandır.

O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.

Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.)” [974]

 

"(Şuayb dedi ki:) Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil.” [975]

 

“Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” [976]

 

“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de  gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [977]

 

“Andolsun, Hicr halkı da peygamberlerini yalanlamıştı. Biz, onlara mûcizelerimizi vermiştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. Onlar da sabaha çıkarlarken, o korkunç ses yakaladı. Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan hiçbir zararı sav(a)madı.” [978]

 

“Bizi âyet (mûcize)ler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı. Semûd'a dişi deveyi görünür (bir mûcize) olarak gönderdik, fakat onlar bununla (onu boğazlamakla) zulmetmiş oldular. Oysa biz âyetleri (mûcizeleri) ancak korkutmak için göndeririz.” [979]

 

“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Âd, Semûd kavmi de yalanlamıştı.” [980]

 

“Âd'ı, Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” [981]

 

“Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı.

Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti.

‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.

Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum;

Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?

Bahçelerin, pınarların içinde,

Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?

Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz.

Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.

Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin.

Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’

Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin.

Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda  bir âyet (mûcize) getir görelim.’

Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir.

Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’

Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.

Böylece azap onları yakaladı. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet sahibidir.” [982]

 

“Andolsun ki, Semûd kavmine, ‘Allah’a kulluk edin!’ (demesi için) kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.

(Sâlih) dedi ki: ‘Ey kavmim, neden iyilik dururken kötülüğe koşuyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Belki size merhamet edilirdi.’

Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz.’

Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.

Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: Ailesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.’

Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.

Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.

İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir âyet vardır.

İman edenleri ve sakınanları da kurtardık.” [983]

 

“Âd'ı ve Semûd'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” [984]

 

Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Fir’avn, Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da peygamberlere karşı birleşen topluluklardır. Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azâbım hak oldu.” [985]

 

“Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı.

Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir dalâlet/sapıklık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz.

Zikr (vahy) içimizden ona mı verildi? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’

Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.

Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret.

Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun.

Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi.'

(Bu azgınlara) Benim azâbım ve uyarmam nasıl oldu?

Biz onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler.

Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı?” [986]

 

Semûd ve Âd (kavimleri), başlarına çarpacak felâketi (kıyâmeti) yalan saymışlardı. Semûd’a gelince: Onlar, korkunç bir sesle helâk edildi.” [987]

 

“Orduların haberi geldi mi sana? Onlar Fir’avn ve Semûd orduları idi (Nasıl helâk oldular?!)” [988]

 

“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem şehrine; yontulmuş kayaları vâdiye getiren Semûd kavmine; kazıkların (kazık gibi dikilmiş piramitlerin/anıtkabirlerin) sahibi Fir’avn’a. Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin her an gözetlemededir.” [989]

 

“Semûd kavmi azgınlığı yüzünden Allah’ın elçisini yalanladı. Çünkü onların en azgını deveyi kesmek için ayaklandı. Allah’ın Rasûlü onlara: ‘Allah’ın devesine ve onun suyuna dikkat edin!’ dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafı dümdüz etti. Allah bu şekilde azap etmenin âkıbetinden korkmaz.” [990]

 

 

Semûd Kavmi ve Günümüz

Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların anlatımı içerisinde şu ifadeler dikkati çeker:         

"Ey insanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerin­den geçersiniz. Akletmez misiniz?" [991]; "Âd ve Semûd kavimlerini de yok ettik. Bunu otur­dukları yerler göstermektedir." [992]

Yüce Allah, Kur'an'ın indiği câhiliyye toplumuna, kıssaları vaz’ eder. Kıssalarda anlatılanlar, câhiliyye Araplarınca tanınan ve meşhur olmuş kavimlerdir. Yap­mış oldukları kervan yolculukları sırasında geçtikleri yol­lar özerinde o kavimlerin harâbelerini görürler, rivâyetle­rini işitirlerdi. Kutsal kitap sahiplerinden ve atalarından, tevâtür yoluyla işittikleri rivâyetler, bu kavimlerin hakkındaki efsânevî hikâyelerdi.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: MÂdem câhiliyye Arapları bu kıssalar hakkında bilgi sahibi idiler, o halde Kur'an bunları niçin anlatıyor?

İşte bu soruya cevap ararken, Kur'ân-ı Kerim ile Tevrat ve İncil’in aralarında ve câhiliyye Araplarının tevâtür yoluyla edindikleri efsânevî bilgilerle kutsal kitaplar arasında muazzam bir yakla­şım farklılığı görüyoruz. Tevrat, İncil ve câhiliyye Araplarınm efsânevî bilgi­lerinde kıssalara; tarihsel, mekânsal ve biyografik bir yaklaşım tarzı sergilenir. Kur'an'da ise bunlar en son plandadır. Kur'an vaz’ ettiği kıssalarda; küfûr-hidâyet ol­gusunu ön plana çıkarır. Tarih, kişiler ve zaman önemli değildir. Çünkü, geçmişte yaşamış ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm toplumlarda, aynı iman-küfür olgusu ya­şanacaktır. Bu bir sünnetullahtır, Allah'ın kanunudur. O halde Kur'an nokta-yı nazarında; kişiler, zaman ve me­kân önemli değildir. Kıssalarda anlatılan kişiler, tarihler ve yerler değişebilir, ancak iman ve inkâr mücâdelesi aynı şekilde gerçekleşecektir.

              

İşte bu yüzden Cenâb-ı Allah, câhiliyye Araplarına Sâlih (a.s.) kıssasının doğrusunu vahyeder. Ve bu kıssa­dan câhiliyye Arapları ve tüm kıyâmete kadar yaşaya­cak İnsanların ibret almalarını ister. "Semûd kavminin başına gelenlerde ibret vardır." [993]

Câhiliyye Araplarının geçtiği işlek bir ticaret yolu üzerinde olan Semûd kavminin Arabistan yarımadasının batısında Medine ile Sina yarımadası arasında olduğu
rivâyet edilir.       

Kur'ân-ı Kerim'de Semûd kavminin oturduğu bir bölgenin İsmi "Hıcr" olarak geçer. "Hıcr" aynı zamanda Kur'an'da bir sûreye ad olarak verilmiştir. Semûd halkı, çöllerle kaplı olan Arabistan yarıma­dası gibi bir coğrafyada, Allah'ın verdiği yeşillikler içinde cennet gibi bir beldede yaşıyorlardı. Kur'an bu husûsu; Allah'ın Semûd kavmine verdiği nimetler açısından şöyle beyan eder: "Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız?" [994]

                              

Yine Kur'an'da Semûd kavminin özellikleri arasın­da, dağları oymak sûretiyle yaptıkları evlerden bahsedi­lir. “Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler edinirlerdi/yaparlardı.” [995]

Allah'ın bunca zenginlik verdiği Semûd halkı zen­ginleştikçe giderek azgınlaşmış, zâlimleşmişti. Aynı, kendilerinden önce yaşamış olan Âd kavmi gibi. Allah'ın bahşettiği nimetler şükürlerini artıracağı yerde sapıklık­larını artırmıştı. Allah bu kavme, onların içinden bir kişi olan Sâlih (a.s.)'ı rasul olarak gönderir. “Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâh yoktur.” [996]

Sâlih peygamberin risâletle vazifelendirilip yollanmasıyla Semûd kavminde hak-bâtıl mücâdelesi baş­lamış oldu. Sâlih (a.s.), kavminden, bir Allah'a inanmalarını, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamalarını ister. Taptıkları putların onlara bir faydasının olmayacağını belirtir.

Sâlih'in bu çağrıları karşısında kavminin aldığı tavır ise ona karşı çıkmak olur. Toplum Sâlih (a.s.)'e tabi olanlar ve karşı çıkanlar ola­rak ikiye bölünür. "Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. He­men birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." [997]

Vahyi temsil eden Sâlih (a.s.), kavminden şunları is­ter: “Artık Allah’tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin emrine itaat etmeyin.” [998] Putların terkedilip, Allah'ın istediği biçimde yaşama­ları, yeryüzünde bozgunculuk yapmamaları istenir Semûd kavminden...

Vahyin gelişiyle beraber çıkarları; putçuluğu teşvik eden bir yaşam tarzına dayalı olan, Kur'an'ın "ileri ge­lenler" diye nitelediği sermaye ve bunun emrindeki yö­netici kesim ise işin ucunun kendilerine dokunacağını anlayınca, halkı Sâlih’e (a.s.) karşı örgütlerler.

Allah Kur'ân-ı Kerim'de; Semûd kavminin “ileri gelenleri”nin dokuz kişi olduğunu açıklar. "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına yanaşmıyorlardı." [999]

Evet! Bu dokuz kişi toplumun ahlâkî, sosyal ve ekonomik yapısını ellerinde bulunduruyorlardı. Zenginlik ve halk adına söz söyleme ve onları diledikleri gibi yönet­mek yalnızca onların hakkıydı!.. Tarihin her kesitinde ve günümüzde de öyle değil midir?

Böylece "ileri gelenler" yönetimindeki inkârcı grup Sâlih peygamberi kavmin gözünden düşürmek için başlarlar saldırı ve iftiralara: “Sen şüphesiz büyülenmiş birisin; bizim gibi bir İnsandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen bir belge getir, dediler.”[1000]; "Aramızda bir beşere mi uyacağız?"[1001]; 'Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir, dediler." [1002]

Artık Sâlih’i (a.s.) yıpratmak için ellerinden ne gelirse yapmaya onu tâciz etmeye çalışırlar. Oysa peygamberlik gelmeden evvel onu çok iyi ta­nıyorlardı. Emin bir İnsandı. Dürüsttü. Aynı, kendinden önceki geçmiş ve kendinden sonra gelmiş diğer rasuller gibi... Hatta; peygamber olduktan sonra bile, ona karşı çıkanlar bu husûsu şöyle belirtiyorlardı: "Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen biriydin." [1003]

Hem onun bu faziletli durumunu teslim ediyorlar, hem de söylediklerine karşı geliyorlardı. Ne olmuştu da, aralarından biri ve hem de güvenilir biri olan Sâlih'e cephe alıp; onun beyinsiz, yalancı ve şımarık olduğunu söylemeye başlamışlardı?

Sebep basitti. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluğa karşı çıkmıştı. Dolayısıyla zenginler ve yöneticilerin rahatını kaçırmış, düzenlerini alt üst etmişti. Hal böyle olunca tabii ki Sâlih (a.s.) kötülenecek, tec­rit edilecek ve tâciz edilecekti.

Sâlih’in (a.s.) tebliğ mücâdelesi hiç kesintisiz olarak devam etti. Bulduğu her fırsatta, her zaman ve her yer­de Allah'ı anlattı ve O’nun emirlerini bildirdi. Yıllarca teb­liğ etti durdu. Onun bu çabasına karşılık kavminin İnsanları ona pek meyletmiyorlardı. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluk içlerine öyle işlemişti ki söküp atmak çok zordu.

Semûd kavminde tebliğ mücâdelesi sürerken; Allah onlara verdiği nimetleri kısar. İşlerinin bozulması, kesat gitmesi karşısında buna bir sebep arayan inkârcılar fa­turayı Sâlih'e keserler. Böylece ‘ileri gelenler’ aynı za­manda Sâlih'i de halkın gözünden iyice soğutmuş, bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı. Sâlih’in (a.s.) uğursuz biri olduğunu iddia etmeye başladılar.

Gerçekten bir uğursuzluk, yani kısmetsizlik gelmişti üzerlerine. Artık eskisi gibi her şey yolunda gitmiyordu. Kazançları düşmüştü. Bunun Sâlih’in (a.s.), putlarına karşı yaptığı hareketlerden olduğu kanısındaydılar. Oysa ger­çek öyle değildi. Bu hususa Neml Sûresi'nde şöyle deği­nilir: "Şöyle dediler: ‘Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Sâlih: ‘Size çöken uğursuzluk Allah katındandır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsi­niz." [1004]

Sâlih’in (a.s.) bu sözleri Semûdluları daha da kızdırı­yor, düşman ediyordu. Sâlih (a.s.) bu vesile ile onların im­tihana çekildiklerini, belki iman ederler diye darlıkla de­nendiklerini anlatır. Fakat bu söylediklerinin yine de faydası olmaz.

Kavmi artık ondan olağanüstü şeyler, mûcizeler is­temeye başlamıştı. Mûcizeler Allah'ın elinde olan şey­lerdi. Peygamberlerin böyle bir yetkileri yoktu. "Doğru sözlülerden isen bir delil getir, dediler."  [1005]

O da; “bekleyin ben de sizin gibi bekleyenlerdenim” diyerek, onların bu isteğinin Allah'ın elinde olan bir şey olduğunu belirtti. Semûd kavminin inkârcılarının amaçları mûcize görmek değil, rasûlü âciz bırakmak, onun Allah ile ilgisi­nin olmadığını göstermek, tuzağa düşürmekti.

Nihâyetinde Allah onların bu tuzaklarına karşı pey­gamberini destekleyerek, müşriklerin istediği mûcizeyi verdi: "Sâlih: ‘İşte âyet (mûcize, delil) bu devedir. Kuyudan su içme hak­kı belirli bir gün onun, belirli bir gün de sizindir; Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük bir günün azâbı yakalar’ dedi." [1006]

"Buna rağmen onu kesip devirdiler."[1007] Mûcize isteklerinin yerine getirilmesine karşılık Semûd kavminin inkârcılarına bu kâfi gelmemişti. Allah'ın zarar verilmemesi isteğine karşılık yine de deveyi kesti­ler. Zaten amaçları iman etmek değildi, Rasûlü aciz göstermekti. Fakat “ileri gelenler”in kurdukları bu tuzak geri tepince, deveyi keserek Sâlih peygamberin, kavim nazarındaki itibarını düşürmek, gündemi değiştirmek iste­diler.

Deveyi kesmeye kesmişlerdi, ama kesmekten piş­man olmuşlardı. Artık işleri tamamen alt-üst olmuş, azap emâreleri kavmi kuşatmıştı. Allah bunu şöyle be­yan eder: "Onlar ise deveyi kestiler; ama pişman da oldular." [1008]

İş işten geçmişti bir kere, peygamber üç gün daha yaşayabileceklerini ondan sonra azâbın kendilerini yaka­layacağını bildirmişti. Zaten bunun alâmetlerini yaşama­ya başlamışlardı bile. Son pişmanlık içerisindeki Semûd kavminin sersem halinden kurtulması için, Sâlih'in katledilmesi gerektiği­ne karar veren; kentin azgın dokuz kişisi olan "ileri ge­lenler" ona tuzak kurarlar. Bu husûsu Allah şöyle beyan eder: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlar­dı. Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: Gece ona ve ailesine baskın yapalım, sonra da velîsine 'biz ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim. Onlar öyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını alt­üst etlik.” [1009]

İnkârcıların vardığı son nokta, rasûlü ortadan kaldır­ma fikri olmuştu. Aynı düşünce tüm inkârcı toplumlarda görülür. Peygambe­rimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) için de Mekkeli müşriklerin aynı tuzağı kurdukları nazar-ı dikkate alınmalıdır. Kabilecilik anlayışının o dönemdeki bir yansıma­sı olan öldürme planındaki ortak ey­lem ve sonucunda kimsenin eylemi üstüne almaması neticesi maktûlün velisinin karşısında birden fazla hasım çıkarılarak onun kısastan vazgeçirilmesi anlayışı görülmektedir. Müşrikle­rin kabilecilik anlayışının bir gereği olan bu zihniyet, Peygamberimiz za­manında da aynı eylemi gerçekleştir­meye kalkışmış ve Sâlih (a.s.)'da olduğu gibi tuzakları geri tepmişti.

Artık Sâlih’in de (a.s.) yapacak bir şeyi kalmamıştı, mü’minlerle beraber Allah onları, azap gelmezden evvel kâfirlerin tuzağından kurtardı. "Buyruğumuz gelince, Sâlih'i ve beraberindeki iman edenleri o günün rezilliğinden kurtardık." ([1010]); "Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." (11/Hûd, 67)

Böylece doğru yola gelmekte direnen Semûd kav­minin inkârcıları da, diğer Nuh ve Âd kavimlerinin inkâr­cıları gibi azâbı tattılar. "İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır." [1011]

 

 

 

Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar

 

Âyetlerden Tesbitler

1. Mûcizeye Rağmen Red ve Taşkınlık, Helâki Getirir: "Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin, sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı bir azap yakalar." [1012]

Rasulleri inkâr eden kavimler azâbın hemen indirilmesi veya mûcize gösterilmesi tarzında taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepleri sağlıklı bir psikolojiyle yapılmış ve imana götüren bir kalbin istekleri olmaktan çok uzaktır. Daha çok inkârı katmerleyen ve vahye karşı körlüğü arttıran bir yaklaşımla, bu isteklerini bildirmişlerdir. Muhâtabın vahiy karşısında kulluk ve hayranlıkla değil de istiğnâ, kibir ve ukelâ bir tarzda duruşu, gayret-i İlâhiyeyi doğurmaktadır. Bu yüzden, kendi açılarından olumlu bir sonuç vermeyeceği bilinen bu talepleri ertelenebildiği kadar ertelenmiştir. Ne zaman ki helâkleri hakkında İlâhî irâde netleşmiş, Rasuller "Artık kavmimizle bizim aramızda hükmünü ver" duâsıyla Yaratıcıya iltica etmişlerse, o zaman belki de helâkin başlama düğmesine basılması anlamında mûcize yaratılmaktaydı. Bu ise mûcizeyi, rasûlü küçük düşürmek ve alaylarına malzeme yapmak için talep eden kavmin ilk etapta şaşkınlığını arttırmaktaydı. Ancak kendilerine geldiklerinde küfürleri artmakta ve o taşkın ruh halleriyle mûcizeyi inkâr etmekteydiler. Bu örnekte olduğu gibi, taşkınlıkları bazen o mûcize ve rasûlün şahsını ortadan kaldırma teşebbüsüne kadar varabilmekteydi.

Ancak Allah'a iman eden kimse, haddini bilen bir gönle ve görmek isteyen bir göze ulaşılabilir. Duyularını ısrarla çalışmaz hale getiren ve kibir dağları ötesindeki gerçekler için boyları kısa kalan bir yaklaşımla Allah'a ulaşma ihtimali yoktur.

 

"Beni niçin âmâ olarak yarattın? Hâlbuki ben dünyadayken görüyordum."[1013] Bir kâfirin, âhirette karşılaştığı bir uygulamayla ilgili ağzından dökülenler... Hayır, ey kulluğunu unutan kul, aslında sen her zaman kör ve sağırdın, İlâhî gerçeklere karşı. [1014]

 

2. Geleceğin Parlaktı: "Dediler ki: Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddi bir şüphedeyiz." [1015]

Sen aklı başında bir adamdın. Bu yeni iddiaların da neyin nesi?! Bu cümle birkaç anlamı içinde barındırmaktadır. Sen bu işten geri dön, senin hakkındaki eski kanaatimiz ve sana olan sevgimiz devam etsin. Ortak bir noktada buluşabilmemiz mümkündür. Bundan hem sen, hem de biz kârlı çıkabiliriz. Bu apaçık bir uzlaşma îmâsıdır.

Tercihlerini net yapamayan İnsanlar, bu tür çağrılarla zorluklar/belâlar arasında bir seçim yapmaları istendiğinde gerisin geriye câhiliyeye kayabilmektedirler. Bu yüzden arkaya ve terk edilene bakmamak, gemileri yakmış bir ruh haline ulaşabilmek, eski yaşantısına en ufak bir hasret ve özlem duymamak gerekmektedir. İslâmlaştığı halde, gözü hâlâ geçmiş yaşantısında kalanlar, asla imanın tadına varamazlar ve mü’min olarak can verme bahtiyarlığını da riske atmış olurlar.

 

3. Zulme Sessiz Kalmak: "Fakat, Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek
öldürdüler. Sâlih dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün yaşayın.’ O söz, yalanlanamayan bir tehdit
idi."
[1016]; "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk
yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı."
[1017]; "Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da cür’et gösterip kılıcını çekerek deveyi kesti." [1018]

Hz. Sâlih'in kavmi bu zulmü işledi. Aslında bu büyük zulme dokuz kişi katılmıştı. Ama topluluk onlara engel olmadı. Engel olmanın ötesinde, bu suskunlukları zulmün işlenmesinde, zâlimler için yeterli bir toplumsal zemini oluşturmaktaydı. Zulmün icrâsı tarih boyunca pek az İnsanın bizzat rol aldığı bir nitelik arzetmiştir. Ancak, sessiz kalan halk, bu fiilin cezâsına da ortak olmak durumundadır. Unutmamak lâzımdır ki, aslında zâlimler marjinaldir.

 

4. Vahiy, Toplumda Ne Tür Bir Sonuca Yol Açar?: "Andolsun ki, Semûd kavmine, Allah'a kulluk edin (demesi için) kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." [1019]

Günümüzde din, milletler için bir dayanışma ve birlik ilâcı olarak algılanmaktadır. “Toplumların iç dayanışmalarında dinin reddedilemez bir yeri olduğu” tarzındaki cümleler, kulaklarımızın alışık olduğu cümlelerdir. Gerçekten de din, birleştirici bir sıfat mı taşımaktadır?

Peygamber kıssalarında anlatılanları göz önünde bulundurduğumuzda, pek çok peygamberin, câhiliye elitleri tarafından bölücülükle suçlandıklarını görmekteyiz. Yukarıdaki âyette bu duruma işaretler vardır. "Sen geldin geleli toplumda huzur kalktı. Baba ile çocuğu, kadın ile kocası arasını, getirdiğin sözlerle ayırdın. Toplumu birbirine düşman kısımlara böldün!..." Bu ve bunun gibi ifâdeler rasullere karşı hep söylenegelmiştir. O halde toplumun yapıştırıcı gücü olarak tanımlanan din, bu ilk muhâtaplarınca niye böyle tanımlanmıştır?

Sadece, genel adı İslâm olan İlâhî dinler değil, toplumun yürürlükte bulunan değerler sistemine alternatif bir değerler bütünü öneren her yaklaşımın sosyolojik bir gerçek olarak, toplumda parçalanmaya sebep olması kaçınılmazdır. Bu parçalanma, yeni önerilen değerlere inanan İnsanlar ve diğerleri olarak toplumu ikiye bölmektedir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

İnsanlar, inançları dışında da pek çok farklı şey sebebiyle çeşitli bölünmeler yaşarlar. Ve bunun sonucu olarak da ulaştıkları durumlarla kendilerini tanımlar; bu tanıma göre dost ve düşmanlarını belirlerler. Sonra da savaşmaya bile uzanabilecek mücâdelelere girişirler. Bazen bir coğrafyalı olmaktır belirleyici vasıf, bazen bir ırktan dünyaya gelmiş olmak. Özetleyecek olursak coğrafyaya, kan bağına, ticarî ilişkilere, ortak inançlara vb. sebeplere dayanan "biz" tanımları vardır. Din, bu tanımları sosyolojik bir gerçek olarak kabul etmiştir. Bunların münker olan bazı tanım ve hukuklarını ıslah ederek yeniden inşâ etmiştir. Ancak, bir üst tanım olarak ve diğer ilişkileri/hukukları belirleyen odak hukuk olarak, İslâm, inanca dayalı "biz" tanımını koymuştur. Birey, şu coğrafyadan, bu kabileden olabilir; ancak, o, her zaman inancın genel tanım ve çıkarlarına göre hareket edecektir. Kendi seçmediğimiz özelliklerimizin değil; bizzat irâdemizle oluşan "inanca" göre bir tanım yapılması, bizleri yüceltmektedir. Hiçbir katkıları olmadan taşıdıkları vasıflarla dostu ve düşmanı tanımlayıp belirleyen, mücâdele eden varlıklar nere, tanımlarını kendi seçtiği ilkeler ve vahye göre yapan İnsan nere!?

Bir toplumun yeni değerlere geçiş esnâsında yaşadığı bu iç parçalanma, geçici bir olaydır. Bu parçalanmanın aile, komşu, akraba, ortak vb. birliklerde verdiği bedel de geçicidir. Yoksa din ebediyyen bu sosyal ilişkilerin reddi ve imhâsı gibi bir çağrıda bulunmaz. Ayrıca geçiş ânındaki bu parçalanmanın olabildiğince harâretinin az olması önemsenmiştir, özellikle parçalanmanın yaşandığı Mekkî yıllarda sıla-i rahim (akrabayla ilişki), birru'l-vâlideyn (ana-babaya iyilik) gibi hususlar üzerinde, akideyle ilişkilendirilerek durulması önemlidir. Ana-baba başta olmak üzere, iman etmeyen, ya da imanlarına şirk bulaştıran yakın akrabâlarla ilişki konusunda “Din”in tavsiyesini şöyle özetleyebiliriz: Onların şirke dayalı değerler sistemini kabul etme, şirk içeren tavsiyelerine uyma; ancak, üzerindeki haklarını yerine getir, onlara kaba davranma, ilişkini kesme!

Kendine inanan ve değerlerini paylaşan bir topluluk oluştuğunda ise din, artık bu aşamadan sonra en güçlü bir bütünleyici unsur halini alır. Öyle ki, yeryüzünün en uzak bölgesindeki bir kardeşine dokunan bir zarar, dünyanın öbür ucundaki mü’mine acı vermelidir. Yoksa duyarsızlık, ilgisizlik, vurdumduymazlık, ona yardım için gerekli gayret ve fedâkârlıktan uzak tavır, imânî bir zâfiyet anlamı taşıyacaktır. Özetle, “Din”, vahiy değerlerini değiştireceği toplum için bölücü, parçalayıcı; hak değerler üzere olan bir toplum için ise bütünleyici sıfata sahiptir.

 

5. Senin Yüzünden: "...Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa
uğradık..."
[1020]

"Bu dış ambargolar sizin tavırlarınız yüzünden. Başımıza başka ülkelerin üşüşmesi sizin bu aptalca tavırlarınızdan. Uyuyan yılanı uyandırdınız da onun için..." Bu gibi sözler tarih boyunca rasullerin ve dâvâ adamalarının kulaklarının alışık olduğu sözler olagelmiştir. Gerek düşmanları, gerekse kalplerinde hastalık izleri bulunan tâkipçileri tarafından bu suçlamalara muhâtap olmuşlardır.

Hareketler “Geçmişteki dâvâ adamı müslümanların başına gelen zorluklar bizim de başımıza gelmeden Cenneti kazanamayız!”[1021] formülü ve ölçüsüyle fertlerini yetiştirmemişlerse, bu tür problem karşısında hemen büyük kayıplar vereceklerdir. Fertlerine önce felâhı (âhiret kurtuluşunu) değil de; refahı (dünya nimetlerini) vaad edenler en ufak zorlukta, taraftarlarınca yuhalanacaklardır.

Zorluklarla karşılaşan ashâba, münâfıklar: "Efendiniz size boş vaadlerde bulunuyor" dediklerinde, mü’minler: "Hayır! Bizim karşılaştıklarımız, bizim başımıza gelenler ancak, Allah'ın ve Rasûlünün bize anlattıklarıdır" diye karşılık vermişlerdi. Zira onlar, Akabe bey’atlerinde, yapacakları katkıların karşılığında neyin olduğunu Rasûlün ağzından şöyle duymuşlardı: "Cennet!"

Kitleler, bedel ödeme husûsunda önderlerin boyuna ulaşamazlar. Bu hususta âhirete çevrilen bir söylem ve bu söylemin pratiğinde ayaklan Allah'ın lütfuyla sâbit önderler sâyesinde bedel boyları yükselir. Bunlara sahip olamadıklarında ise, mevcut boylarının, sindirme operasyonlarıyla daha da cüceleştiğine şâhit olunmaktadır.

 

6. Allah'ın Yardımı Olmasaydı: "...Gece ona ve ailesine baskın yapalım
(hepsini öldürelim); sonra da velisine ‘Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik,
inanın ki doğru söylüyoruz’ diyelim."
[1022]; "Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz
de kendileri farkında olmadan, onların planlanın altüst ettik."
[1023]

Mü’minlerle kâfirler arasındaki mücâdeleyi anlatan Kur'an âyetlerinde ilginç bir vurgu yine bizi beklemektedir. Mücâdelenin ana karakterlerinden biri de mü’minlerin bu zeminde sayı, araç-gereç ve şartlar açısından yaklaşık % 90 zayıf görünümde olmalarıdır. Mücâdele tarihi de bizim gayba (zâhiren görünenin aksine bir güç ve siyasal gayb anlamında) imanımızı arttırmaktadır. İmkânsızlıklar, tüm gayretlere rağmen doldurulamayan boşluklar, âdeta dâvânın gerçek Sahibi tarafından doldurulmakta ve taraftarlarının fizikî eksiklikleri giderilmektedir. Vahiy, mü’minlerden ısrarla bir yönlerini sağlam tutmalarını ister: "Allah'la olan iletişimlerini/diyaloglarını". Bu yön sağlam olduktan sonra, güçleri yettiğince hazırlık yapmaları istenir. Temel noktası sağlıklı olanların, çabalarının sonrasında kalan maddî eksiklikleri tamamlanacaktır.

 

7. Küfrün Temeli, İlâhî Taksime Rızâ Göstermemektir: "Vahy, aramızda ona
mı verildi. Hayır, o yalancı ve şımarığın biridir."
[1024]

Kendi içlerinden birine verilmesini bekledikleri nebîlik, Araplar içinden birine verildiğinde, oğullarından daha iyi tanıdıkları rasûlü inkâr eden Ehl-i Kitab'ın pratiği de buna bir örnektir.

Yaradan’ın adâlet, rahmet, ilim ve pek çok sıfatına mebnî bulunan İlâhî taksime itiraz ve çekememe, küfrün temel taşlarındandır. Bu yüzden verilen nimete, başa gelen hâdiselere isyan, küfre çıkan bir yolun başlangıcı sayılmıştır. Şeytanın ilk günahında da İlâhî takdîre ve konumlandırmaya bir itiraz vardı. [1025]

“Hoştur bana Senden gelen, Ya gonca gül, yahut diken;

Ya hil’at ü yahut kefen. Lutfun da hoş, kahrın da hoş.”

8. Allah’ın Emânetine İhânet Helâk Sebebidir: “Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.”[1026] Semûd kavmine Allah’tan bir âyet olarak deve verilmişti. Onlar bu Allah’ın devesinin hakkını gözetip, onun Allah’ın arzında rahatça yiyip içmesine karışmayacaklar, ona zarar vermeyeceklerdi. Çünkü bu bir emânet idi. Böyle yapmadıklarında yakın bir azâbın kendilerini kuşatacağı bildirilmekteydi.

Bugün de Allah’ın emâneti olarak Kur’an’a sahip çıkılması, tevhid sancağının daha yüksek burçlara dikilmesi, Rasûlullah’ın yolunun sürdürülmesi bugünkü müslümanlara düşmektedir. Bu dâvâ, bugünün İnsanlarına ulaşan emânettir. Bu emânete ihânet, belâ ve musîbete, azap ve helâke sebep olacağından, dolayısıyla İnsanın kendine yapmış olduğu ihânet ve zulüm olmuş olur: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.”[1027] Günümüzde yaşanan kaos, fitne, güvensizlik, bireysellik, stres ve bunalımlar, helâkin avansı olarak değerlendirilmeli ve daha büyüğünden sakınılmalıdır. “Onlar (kurtuluşa eren mü’minler), emânetlerine ve ahidlerine (verdikleri sözlere) riâyet ederler.” [1028]

 

“Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.”[1029] Hz. Sâlih'in getirdiği haberin kendi muhtevâsı, Hz. Sâlih'in görevi konusunda, ayrıca bâtınî ya da mûcizevî bir “delil”e ihtiyaç bırakmaksızın bu mesajın sıhhat ve değerini kabul etmeleri yönünde yeterli göründü onlara. Bu iman ikrârı, ince bir tarzda, Semûd kıssasının sadece tarihî bir olay olarak taşıdığı yüklemi aşan derin bir anlam ifâde etmektedir. Bu, dinî bir mesajın İlâhî kaynak ve niteliğine inanmakta güçlük çeken şüpheci kimseler için, onların asıl mesajın içsel anlamı ve değerini anlamaya, değerlendirmeye çalışmaları, fakat inanç ve tasdiklerini, gerçekleşmesi nesnel olarak imkânsız birtakım zâhirî ve mûcizevî ispatlara dayandırmamaları yolunda yapılmış bir dâvet niteliğindedir. Çünkü bir mesaj, sıhhat ve doğruluğunu ancak muhtevâsıyla, ifâde ettiği anlamla ortaya koyabilir. [1030]

Sâlih (a.s.) Kıssasının Mesajları

Kıssanın bize vermek istediklerini de şöyle sı­ralamak mümkündür:

a) Sâlih’in (a.s.) kavmi Allah'ın sonsuz nimetler verdi­ği bir kavimdir. Buna mukabil Semûdlular geçmiş kavim­lerde olduğu gibi, bu nimetlerin kendi çalışmalarının ürü­nü olduğunu, bu ürünleri de diledikleri gibi harcayacak­larını öne sürerek Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ederler. Hâlbuki Allah o nimetleri zenginlerin elinde gezen bir metâ olsun diye vermemişti. O servet ve nimetlerde yoksulların da hakkı vardı. Zülüm ile o servetleri yığanlar pek tabii ki onlardan istiğnâ etmeyip diledikleri biçimde, yani zevk ve eğlencelerde harcayacaklardı.        

Günümüzde bunun en çarpıcı örnekleri görülmüyor mu? Tüyü bitmedik yetim hakkı olduğu herkesçe bilinen servetler, o yetimlere değil; bir gecelik harcamalara, ku­marhanelere, batakhanelere, yatakhanelere gitmiyor mu?

b) Zulüm düzenleri sâyesinde edindikleri servetleri, dayanıklı olduğunu zannettikleri dağlara oydukları evle­re yığıyorlardı. Sanki oralarda ebedî yaşayacaklarmış gibi... İnkârcı biri olan Nuh'un oğlu da dağın onu Allah'ın azâbın­dan kurtaracağını zannetmişti. Yine aynı inkâr psikoloji­si ile sığınılabilecek en sağlam yer gördükleri için olsa gerek, Semûdlular da dağları oyup evler yapıyorlardı.

Günümüzde ise bu inkârcı psikolojinin aynı tavrı değişik bir şekilde ortaya koyduğunu görüyoruz: Milimetrik mühendislik ve yüksek teknoloji ürünü olarak yaptık­ları gökdelenler ve binaların; deprem­lere, doğal âfetlere karşı testlerini de yaparak doğaya hâkim oldukları imajı­nı veriyorlar. Böylece zulümle kazan­dıkları paraları bu mekânlarda tüketerek sanki ebedî kalacaklarmış gibi yaşıyorlar.

c) Kıssa içerisinde belirtilen çok önemli bir husus vardır: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” Kıssa anlatımı içerisinde Allah'ın me­le’ ve “ileri gelenler” olarak nitelediği zenginler ve yöneticilerden oluşan ve kavmi inkâra azmettiren, rasûle şiddetle karşı gelen, mûcize devenin kesilmesini gerçekleştiren ve öldürmek için Sâlih'e tuzak kuranlar sa­dece ve sadece "dokuz" kişidir.

Gerçi Kur'an'da, Semûd kavmi hakkında sayısal bir bilgi verilmiyor ama; binlerce kişilik kavmi yöneten, çe­kip çeviren ve gelirine el koyanların adedinin "dokuz" ki­şi olduğu ibretle belirtiliyor.

Bunu günümüz toplumlarında çok daha iyi görmü­yor muyuz? Milyonların oluşturduğu bir ülkeyi, bir elin parmakla­rı kadar zengin ve onların direktifi altındaki çok az sayı­daki yöneticiler idare ediyor. Bu azınlık zümrenin çıkarları ile çatışanlar, hakkı da temsil etse, mahkûm edilerek ezilmiyorlar mı? Toplumlar bu azınlığın istediği şekilde yönlendirilmiyor mu?

d) Semûd'un inkârcılarının en son düşündükleri şey ise bükemedikleri -susturamadıkları- Sâlih’i (a.s.) öldür­mek. Bütün dâvâ adamlarının inkârcılar karşısında bu pozisyonu unutmamaları; bükülmediklerinde ellerinin öpülmeyeceği, aksine yok edilmek istenecekleri hatırlatılmaktadır. [1031]

Yüce Allah, Âd kavmini helâk ettikten sonra onların yerine Semûd kavmini getiriyor ve onlara vermiş olduğu nimetlerden bahsediyor.[1032] Semûd kavmi, Yüce Allah'ın bunca nimetlerine şük­ran borcunu ödemeyip, şan ve şöhret peşinde koştular. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler. Maddî refah, zen­ginlik, bolluk onları da çıldırtmıştı. Bir yandan kışlık ev­ler, bir yandan da dağlarda ve mağaralarda yazlık evler oyup yontuyorlardı. (Bu günkü yazlık ve kışlık villalar hatırlansın...) Fakat ne yazık ki, teknikte bu kadar ilerle­melerine rağmen, dinde alçaldıkça alçalıyorlardı. Çünkü şirk, putperestlik, adâletsizlik zulüm ve baskı son raddeye varmıştı. Herifler iktidar koltuğunda oturup ahkâm kesi­yorlardı. Yüksek rütbeliler, kabile ağaları, villa beyleri büyüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyorlardı. Bu sınıflar elçinin (Sâlih (a.s.) dâvetini kibirlerine yediremeyip kabullenmedikleri gibi, aşağı sınıf olarak kabul ettikleri kişileri de engellemek istiyorlardı. O kibir ve gurur sahibi herifleri Kur'an şöyle konuşturuyor: “Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıf­lar için alay yollu şöyle dediler: 'Siz Sâlih'in hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: 'Biz doğrusu onunla gönderilen her şeye iman edenlerdeniz' dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: 'Doğrusu biz, o sizin iman ettiğiniz şeyi in­kâr eden kafirlerdeniz' dediler.” [1033]

Semûd sapıklarının Sâlih’i (a.s.) reddetmelerinin temel amacı iktidar sevdâsıydı. Eğer bir tek Rabbe iman edip Sâlih’e (a.s.) uysalardı, saltanatları ellerinden çıkmış ola­caktı. Evet, her şey saltanat ve hâkimiyetlerini düşün­dükleri, bugün dünya müstekbirlerinin düşündükleri... Hepsi saltanat, egemenlik ve hükümranlık ihtirâsı...

Allâme Mevdudi, Semûd kavminin İslâm'a yanaşma­malarının temelinde şu üç ana sebebi görüyor ve şöyle di­yordu: "Semûd kavmi üç sebepten dolayı Sâlih’in (a.s.) dâvetini reddediyorlardı. Birincisi, Sâlih (a.s.) bir beşerdi, İnsandı. Başka İnsanlardan üstünlüğü yoktu. Sâlih’in (a.s.) Semûd kavminin bir ferdi olması ve herhangi bir özelliğe sahip olmaması ikinci sebepti. Üçüncü ise, Sâlih alelâde ve yalnız bir İnsandı. Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi. Çevresinde pervane gibi dolaşan İnsanlar yoktu. Bir ordusu yoktu, gösterişli tavırları yok­tu. Semûdlu eşrâfa göre Sâlih (a.s.) İnsan üstü bir varlık olmalıydı. Onlar, onun beşeriyetini de kabul etmeye ha­zırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve bizzat kendi mil­letinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir İnsan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi. Hatta gökten in­dirilmeliydi. Bunların hiç biri olmazsa, en azından nüfuz­lu bir kabile reisi ve zengin bir lider olmalıydı. Sâlih gibi sade ve saf bir İnsanın peygamber olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı." [1034]

Doğrusu, tarihî süreç içerisinde tekzip edenlerin için­deki kin ve şüphe asla değişmemiştir. Tarihin seyrine baktığımızda inanmak ve teslim olmak istemeyenlerin söz ve davranışları hep aynı olmuştur. 'İçimizden bir İnsana mı uyacağız? Kitap aramızda ona mı verilmeliydi? Bir melek gelmeli değil miydi?...' Hep aynı davranış...

Hakikat şudur ki, İnsanı ilgilendirmesi gereken, haklı söz ve haklı dâvettir. Bir dâvetin ne kadar gerçek olduğuna bakmak gerekir. Yoksa tebliğ eden dâvetçinin içimizden herhangi biri olması hiç bir şey değiştirmemelidir. Asıl olan da dâ­vetçinin içimizden görevlendirilmiş olması ve bizim de gururlanmadan, kibirlenmeden ona tâbi olmamızdır. Sına­vın sırrı da buradadır. Ama maalesef, İnsanların çoğu tâbi olacak kişiye, kendilerinden servet ve makamca üstün ve hürmete şâyan olmasından endişe ederek tâbi olmamakta­dırlar.

Tarih sahnesinde böylesine inkârcılar çoğalıp kol gezmeye başlayınca ve içlerinde bulunan elçi de son noktası­na kadar görevini tebliğ edip bir şey yapamaz hale gelin­ce; işte o zaman mü’minleri kurtarmak, inkâr edenleri topyekün helâk etmek zamanı gelmiş demektir.

Yüce Allah, Semûd kavmini büyüklenip kibirlenmelerinin ve bu yüzden inkâr edip küfürde inatlaşmalarının karşılığının helâk olduğunu beyan ediyor.

“Sâlih, ümmetini şöyle uyardı: 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın durun!”[1035] Sâlih’in (a.s.) bu uyarısını dahi ala­ya almışlardı. Hz. Sâlih, müslümanlarla birlikte onların arasından Sina'ya doğru ayrılıp gitti. Üçüncü gün, mühletin so­na ereceği gece yarısı korkunç bir çığlık (patlama) ve bu­nunla birlikte şiddetli bir deprem oldu ve bütün kâfirler helâk olup ahırda ezilen otlar gibi ezilip çerçöp haline geldiler. O muhteşem medeniyetleri; sarayları, yazlık ve kışlık villaları, kibir ve gururları, teknolojileri bu patla­manın önüne geçememişti. O azgınlara yaraşan bundan başka bir şey olamazdı.

Yüce Allah, böylece İslâm'ı yalanlayarak inkâr edip reddeden bir toplumu daha yok ediyor dünya sahnesinden. Kafile kafile İnsanlar gelip geçiyor o yüce imtihandan. Tâbir câ­izse bütün sorular hep bir merkezden ve değişmez bir şe­kilde hazırlanıyor. Hepsinin ortak bir amacı var, o da: 'Allah'a kulluk edin O'ndan başka ilahınız yoktur.' Bütün kâinatın, yerin ve göğün yaratılışındaki hikmet ancak bu­dur. Bu kadar melekler, bu kadar peygamberler, bu kadar kitaplar, bu kadar vârisler ve nihayet bu kadar yazılar ve bu kadar konuşmaların asıl amacı budur... Ne kadar sözü uzatırsanız uzatınız, son sözünüz yine bu olacaktır: 'Al­lah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur.' Evet, bütün çabalar, bütün çalışmalar, bütün amaçlar budur, bu olmalıdır... [1036]

Tefsirlerden İktibaslar

 

Nice müfessir ve peygamber kıssası kitapları Sâlih’in (a.s.) devesi hakkında “kayadan çıktığını” sanki Kur’an ya da sahih hadislerin ifâdesiymiş gibi, kesin doğruymuşçasına anlatırlar. Muhammed Esed, bu konuda şöyle demektedir: Müfessirler, bu dişi devenin mûcizevî bir yapıda olduğunu belirten çeşitli menkıbeler anlatmaktadırlar. Bu tür menkıbeleri ne Kur’an, ne de sahih hiçbir Hadis doğrulamadığı için, bunların birtakım duyarlı müslümanları hayal ürünü düşünce ve anlayışlara sevk eden, ayetteki nâkatullâh (Allah'ın dişi devesi) tabirinden türetildiğine hükmetmemiz gerekir. Oysa Reşid Rıza'nın[1037] belirttiği gibi bu tür fantastik düşüncelere yol açan eğer devenin Allah'a izâfe edilmesi ise, aslında bu, sadece sözü geçen hayvanın herhangi bir kişiye âit olmadığına ve dolayısıyla bütün bir toplumun onu korumakla yükümlü olduğuna işaret içindir; nitekim, aynı âyette “Allah'ın arzı” şeklinde benzer bir deyim daha vardır ki bu da her şeyin Allah'a âit olduğunu ifâde içindir. Hz. Sâlih'in Kur’an'da muhtelif yerlerde sözü geçen bu sahipsiz hayvana iyi davranılması yönündeki özel ısrarı, müteâkip âyetlerin de gösterdiği gibi, zayıf gördüğü herkese, her varlığa karşı kaba ve küstah davranmakta kendilerine gurur payı çıkaran ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülüğü yayan bu kavmin kaba kuvvete dayanan tahakkümüne yönelmiştir. Başka bir ifâdeyle, bu savunmasız hayvana karşı seçecekleri davranış tarzı, onların kalplerinin değişmesine bir “işaret” yahut [1038] “onlar için bir imtihan” olacaktı. [1039]

Elmalılı diyor ki: Sûrenin başındaki "Nice memleketler var ki Biz onları helâk ettik..." [1040] tehdidinin tarihî şâhitleriyle bir açıklamasına, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bütün İnsan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki İlâhî hâkimiyyetin tecellisiyle peygamberlerin gönderiliş hikmet ve neticelerine, şeriat ve dinlerin seyr ve tekâmülüne ve onlardaki maksatların rûhuna yönelik pek mühim hakikatleri açıklayıp aydınlatan ve birçok sûrede çeşitli ibret ve ikaz bakış açısından genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan bu kıssalardan, Kur'ân'ın letâfet (güzellik), ciddiyet ve belâğatına bilhassa itina gösterilerek okunduğu zaman bunlardan alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhâmı vermeyecektir. Önceki kavimlerin bütün masalları, eski eserleri, kaleme alınan kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş olsa bunların ihtivâ ettikleri bozukluklar ve hurâfeler bir araya getirilerek İnsanlık hayatının başlangıç ve sonucu bakımından ifade edecekleri sâbit hakikatlerin, Kur'ân'ın söz konusu bu kıssalarında özetle işaret edilen esasların hudûdunu aşamadıkları görülür. Bu kıssaların ihtivâ ettikleri gerçekler, Kur'ân'ın indirilmesinden önce dillerde ve kitaplarda o kadar bozulmuş ve hurâfelerle karıştırılmıştı ki, İnsanlar onları duyup dinledikçe dinî hisleri, bir çocuğun masal dinlemekten aldığı hayâlî neş'e gibi bir şey zannedecek hale gelmişlerdi. Nitekim bugün de dinler tarihini ve edebiyatı bu ruh hali ile takip etmek isteyenler pek çoktur.

Tefsircilerden bir kısmı, özellikle öncekiler bu kıssalar etrafında, Kur'ân'ın indirilmesinden önce anlatılagelen çeşitli rivâyet ve hikâyeleri nakletmişler ve bununla Kur'ân'ın onlardaki bozulmaları nasıl bertaraf ettiğine ve İnsanları hayalden hakikate nasıl götürdüğüne dair bir mukayese dersi vermişlerdir. Fakat tefsir mütâlaasına ehil olmayan birçok kimse de bu nakilleri, kıssaların tefsiri gibi telakki etmiş ve Kur'ân'da anlatılan hususlardan ziyâde bu rivâyetlerin arkasında koşarak Kur'ân'ın açtığı hakikat yolundan aksi yönde istifadeye kalkışmışlar ve dini, sünnetin dışında mücerred yorumlarda ve garip rivâyetlerde aramak sevdâsına düşmüşlerdir. Bunlara karşılık, sırf tabii kalmak isteyenler de, önceki İnsanları hiç hesaba katmayarak harika cinsinden olan ve dillerde destan şeklinde dolaşan bu nakilleri "öncekilerin masalları" deyip geçmişler veya mutlak sûrette tabiate bağlama yolunu seçmişlerdir. Kur'ân ise, hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu kıssaları ne kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini yapmıştır. Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzû ve gâyesine, tasvir tarzı ve münâkaşasına, yani her peygamberin dâvetinin aslına ve dâvetinin tebliğ biçimi ve ispatına ve kavmiyle olan münâkaşalarının üslûbuna, soru ve cevabın kapsadığı ilmî gerçeklere ve edebî kurallara, neticede iman ve küfrün sonucuna, sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme âhengine ayrı ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve bunlardan tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve helâklerine yol açan sebepleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını öğrenmelidir. Görülecektir ki, bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk'ın emrini dinlememeye, Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır.

Hak dini, İnsanlığın koyduğu sosyal bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket tarzını teşkil eden İlâhî bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk kabiliyeti, kalbini verdiği Yaratıcının şânıyla uyum içindedir. Onun için hepsi hiç, ancak Allah'ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak olan kanun, Zeyd ve Amr'ın kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil, yaratma ve emretme hakkı kendisinde olan âlemlerin Rabbi'nin kanunudur. Yoksa dünya bir tarafa toplansa, bir yaprağın tâbi olduğu düşüş ve yükseliş kanununun İlâhî konumunu değiştirmeye güç yetiremezler. [1041]

Mevdûdi der ki: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik...”[1042] Semûd, Arabistan'ın Âd'dan sonra en yaygın olarak bilenen ikinci eski kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim gelmeden önce onlar hakkındaki hikâyeler, Araplar arasında çok yaygındı. Adları, şiirde, İslâm öncesi Arap hutbelerinde ve Asur'da bulunan levhalarda da sık sık geçmektedir. Eski Yunan, İskenderiye ve Roma tarihçi ve coğrafyacıları da bu kavmin adından bahsederler. Onların bazı kalıntıları Hz. İsa'nın (a.s.) doğumu öncesi yıllara kadar mevcut idi. Roma tarihçilerine göre bu kabileye mensup kişiler Roma ordusuna katılmış ve düşmanları Nebatîlere karşı savaşmışlardı.

Semûd kabilesi, günümüzde el-Hicr diye bilenen Arabistan'ın kuzey-batı kısmında yer alan topraklara vâris olmuş idiler. Başkenti, halen Medine-Tebük demiryolu üzerinde bir istasyon olan Medâin-i Sâlih idi. Eski ismi Hicr'dir. Bu kavmin, tepe ve yamaçlarda oydukları taş evler bugün bile büyük bir alana yayılmış haldedir. Bu ölü şehre, şöyle bir üstünkörü bakıldığında, nüfusunun o zamanlar yaklaşık beş yüz bin civarında olduğu tahmin edilebilir.

Kur'an'ın nüzûlü sıralarında, Hicaz'dan gelen ticaret kervanları Semûd kavminin bu arkeolojik kalıntıları arasından geçmekte idi. Yüce Peygamber (s.a.s.) Tebük'e doğru ashâbını sevk ederken bu harâbelere doğru işaret ederek onlardan, düşünen bir gözlemciye bu gibi şeyler nasıl bir ders veriyorsa öyle bir ibret dersini akıllarında tutmalarını istedi. Arkadaşlarına, Hz. Sâlih'in dişi devesinin su içtiği kuyuyu gösterdi ve onların da o kuyudan su içmelerini söyledi. Daha sonra bir tepe geçidini gösterdi ve Sâlih Peygamberin (a.s.) devesinin su içmek için kuyuya bu geçitten geçtiğini anlattı. O geçit halen Feccu'n-Nâka: (Dişi Devenin Geçidi) diye anılır.

Daha sonra kalıntılar arasında bir gezinti yapmak isteyenleri bir araya toplayarak, şöyle söyledi: "Burası, Allah'ın cezâsını başlarına geçirdiği, helâk ettiği bir kavmin arazisidir. Bu yüzden, buradan olabildiğince nefret ederek, tiksinti duyarak geçin. Burası eğlenilecek bir yer değil, aksine hüzünlenecek, mâtem tutulacak bir yerdir."

“Allah'ın bu dişi devesi size bir mûcizedir/belgedir…”[1043] Âyetin üslûbu açıkça gösteriyor ki, "Allah'ın bu dişi devesi" bir "açık delil"dir. Bir sonraki âyette ise "bir âyettir" denilmekte. 26/Şuarâ sûresi 154-158 arası âyetlerden öğreniyoruz ki, bu kabile İnsanları, Sâlih peygamberden, eğer Allah'ın gönderdiği bir elçi ise, kendilerine açık bir delil getirmesini talep etmişler ve bunun üzerine Sâlih peygamber dişi deveyi bir delil olarak onlara sunmuştur. Bu, o dişi devenin doğumunun mûcizevî bir şekilde meydana geldiğini ve tıpkı diğer peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler nev'inden bir mûcize gibi zuhur ettiği gerçeğinin ispatıdır. Mûcizevi doğuşunun diğer bir kanıtı ise Sâlih peygamberin (a.s.) onu, bir mûcize hususunda dikkat çekerek inanmayanlara sunuşudur. "Sizin hayatınız doğrudan bu dişi devenin hayatı ile bağlantılıdır. Salıverin, özgürce bayırlarınızdan otlasın, sırayla bir gün yalnızca o içsin kuyularınızdan su, ertesi gün de sığırlarınız içer. Eğer ona bir kötülük ederseniz, Allah'ın azâbı âniden size çarpacaktır" demişti. Aşikârdır ki, dişi deve örneğinin böyle canlı bir biçimde sunuluşu, İnsanların onun olağanüstü bir hayvan olduğunu görmeleri içindir. Bu yüzden de, kendi bayırlarında serbestçe otlamasına, kuyularından bir gün de onun su içmesine müsaade ettiler. Fakat gönülleri bir türlü râzı değildi buna. Sonuçta o kadar korkmuşlardı ki, onu öldürebilmek için, günlerce müşâvere edip sonunda da gizli bir plân kurmuşlardı. Bunu yaparken de Sâlih peygamberin, kendilerine mâni olacak dünyevî bir güce sahip olmadığını biliyorlardı. Dişi devenin öyle istediği gibi, bir başına, her yerde dolaşabilme cesaretini göstermesi onun arkasında bazı gizli güçlerin olduğunu göstermekteydi.

Kur'an, bu devenin fiziksel yapısı ve nasıl vücuda geldiği hususunda bir şey söylemiyor. Ayrıca onun mûcizeleri hakkında da mevcut hiçbir sahih hadiste de bir işaret yok. Bu yüzden, müfessirlerin devenin doğuşu vs. hakkında anlattıklarına inanma zorunluluğu yoktur, kabul etmeyen de olabilir. Her ne olursa olsun Kur'an'ın kesin delilidir ki, o dişi deve mûcizelerden bir çeşit mûcize idi.

 

“(Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın; ki, onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz…”[1044] Semûd halkı, yukarıda zikredildiği gibi tepe yamaçlarında büyük evler oyarlardı. Onların bir kısmı hâlâ olduğu gibi Medain-i Sâlih'de bulunmakta olup, o İnsanların mühendislikte ulaştıkları üstün dereceleri göstermektedir.

 

“…Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.”[1045] Yani "Siz Âd kavminin âkıbetinden bir ibret almalısınız. O sapıtmış kavmi yok edip sizi onlara halef kılan aynı Allah, Âd kavmi gibi sapkınlığa düşerseniz aynı şekilde sizi de yok edip yerinize başkalarını geçirecek güce sahiptir."

 

 “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler…”[1046] Hz. Sâlih'in (a.s.) dişi devesini yalnızca bir kişi öldürdüğü halde[1047] bütün kabile bu suçun ortağı sayılmıştır. Çünkü bütün kabile o kişiye arka çıkmış, desteklemişti. Bir birey tarafından işlenmiş olsa bile, bir toplum tarafından tasvip görülen veya bir toplumun irâdesini yansıtan her suç, toplumun suçudur. Onu yapan kişi ise burada sadece bir maşadır. Kur'an'a göre, bir birey tarafından işlenen ve ilgili toplum tarafından da kabul gören bu suç bir millî suç sayılmaktadır.

“Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı…”[1048] Semûd kavminin başına gelen musîbete "recfe" (şiddetli sarsıntı) ismi verilmiş, fakat başka yerlerde “sayha” (korkunç ses), “sâika” (yıldırım) ve  (kulakları patlatan ses) diye de geçmektedir. [1049]

Seyyid Kutub der ki:

Bu, tarih boyunca süren, İnsanlık kitabının bir başka sayfası. İşte, câhiliyyeye tekrar dönülüyor, hak ile bâtılın ayrılış sahnesi sergileniyor, yalanlayanların sonu, yeniden gerçekleşiyor.

 

"Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik. Sâlih onlara dedi ki, ‘Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."[1050] Bunlar, mahlûkatın yola kendisiyle başladıkları ve onunla bitirecekleri sözlerdir. İnanç, yöneliş, tavır alış ve tebliğ noktasında tek bir yöntem vardır. Burada ek olarak bir de, Sâlih'in kavminden doğrulamasını istediği bir mûcize yer almaktadır.

 

“Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir.”[1051] Burada âyetlerin amacı, ortak çağrıyı ortaya koymak ve O'na inananlar ile O'nu yalanlayanların âkıbeti gerçeğini belirlemek olduğu için, mûcize istekleri ayrıntıyla incelenmemiş, sadece bu mûcizenin varlığını ilân etmiştir. Yanı sıra, deve hakkında da onun Rablerinden gelen bir kanıt olduğu, Allah'ın devesi ve mûcizesi olduğundan başka bir ayrıntıdan söz edilmemiştir. Allah'ın devesi olduğunun belirtilmesinden, Rablerinin kanıtı olmasından, bizzat Allah'a nisbet edilmesinden ve peygamberliğini doğrulayan bir delil olmasından, onun sıradan bir deve olmadığını ve sıradan yollarla meydana çıkmadığını anlıyoruz... Devenin durumu hakkında, bu güvenilir kaynakta söz edilenlere başka hiçbir şey eklemiyoruz. -Kur'an'da ona dair bu işaret, başka bütün ayrıntılardan daha yeterlidir- Biz âyetleri izlemeyi ve gölgelerinde yaşamayı sürdürüyoruz:

 

“Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azâba çarptırılırsınız.”[1052] Çünkü o Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, yoksa o kötü sonuç ile uyarıcıdır.

Âyet, kötü son ile uyardıktan sonra Sâlih kavmini, düşünmeye, ders almaya, azgınların sonlarına bakmaya, bu azgınların ardından onlara verilen nimetlere şükre çağırmaya başlıyor: “Allah'ın sizi Âd kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız.” [1053]

Burada âyetler, Semûd yurdunun nerede olduğundan söz etmiyor. Fakat başka sûrede onların -Hicaz ile Şam arasında yer alan- Hicr'de yaşadıkları belirtilmiştir. Sâlih'in onlara yaptığı hatırlatmalardan, Semûdluların yaşadıkları yerin doğası hakkında kimi bilgiler edindiğimiz gibi, yerleşim şekilleri, onlara verilen nimetlerin etkileri hakkında da bilgi ediniyoruz. Burası hem ovalık, hem de dağlık bir arazidir. Ovalık arazide köşkler (villalar, yalılar) yapmışlar, dağda evler oymuşlardı. Bu kısa âyetlerdeki işaretlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu bir uygarlık idi... Sâlih Allah'ın onları Âd kavmine halef kıldığını hatırlatıyor. Yerleşim yerleri onların yerleşim yerleri ile aynı olmasa bile, tarihî süreç içerisinde, Âd medeniyetini izleyen medeniyetin sahibi idiler. Otoriteleri Hicr dışına da taşmıştı. Bu nedenle, yeryüzünde yerleşenlerin halifeleri ve hâkimleri oldular. Sâlih onları, önlerindeki Âd kavminin azgınlarının durumunu ibret alarak, güç ve medeniyetlerinden gurura kapılıp yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesin olarak sakındırdı.

Yine buradaki veciz ve özet ifadeli âyetlerden, şunları da anlıyoruz: Sâlih’in (selâm üzerine olsun) kavminden bir grup İnsan iman etmiş, bir grup ise büyüklenmiştir. İnanmayanların ileri gelenleri, yeryüzündeki otoritelerinden soyutlanmaları ve âlemlerin Rabbi olan tek İlâha dönmeleri çağrısına iman edenleri, tek Allah'a kulluk ederek bu sâyede kullara kulluktan kurtulan ve boyunlarından tâğutun boyunduruğunu söküp atan mü’minlere işkence etmeye kalkışmaları gerekmektedir!

İşte tam böyle, Sâlih'in kendini beğenmiş ileri gelen soydaşlarının güçsüz, ezilen mü’minlere işkenceye ve tehditler savurmaya koyulduklarını görmekteyiz: "Sâlih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere ‘Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ derler.” [1054]

Açıktır ki bu soru, Sâlih'in Rabbinden getirdiğini iddia ettiği mesajı doğrulamalarından kaçınmaları ve imanlarından hoşlanmamaları nedeniyle tehdit ve küçümseme yüklüdür. Fakat ezilenler artık bir daha ezilmeyeceklerdi. Allah'a iman, gönüllerine kuvvet, ruhlarına güven ve huzur doldurmuştu... Onlar, dinlerinden kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin tehdit ve korkutmalarının ne yararı var? Alaya almalar ve zorlamalarının ne faydası olur?

 

“Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz’ dediler.”[1055] Bundan dolayı ileri gelenler, tehdide yorulacak şekilde açıkça konumlarını ilân ettiler: “Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz’ dediler.” [1056]

 

Sâlih'in getirdiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekildeki delile rağmen... İleri gelenlerin Sâlih'i doğrulamaktan alıkoyan delil yetersizliği değildir... Çünkü, tek İlâha kulluk, onların otoritelerini yıkmakla tehdit ediyordu... Çünkü İnsanda, hükümdar olma arzusu ve hâkimiyet ve otorite kompleksi vardır. Şeytan sapkınları bu yulardan tutup güdüyordu.

Sözlerini pratiğe geçirdiler. Kendilerine Allah katından, peygamberini çağrısında doğrulayan bir delil olarak gönderilen ve peygamberlerinin onları, saldırıdan sakındırdığı Allah'ın devesine saldırdılar ve acı bir azâba çarptırıldılar.

 

“Ardından Rablerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten peygambersen, ileride çarpılacağımızı söylediğin azâbı şimdi başımıza getir bakalım!' dediler.”[1057] Bu, isyanın yanı sıra bulunan bir küstahlıktır. Allah onların isyanlarını, bundaki küstahlıklarını ortaya koymak ve buna eşlik eden kişisel duygularını tasvir etmek, yanı sıra azâbı çabuk isteme ve uyarı ile alay ettiklerini de ifade etmek amacıyla, “başkaldırı” olarak isimlendiriyor.

Gelen âyetler, sonucu ilânda gecikmediği gibi, ayrıntıya da girmiyor: "Bu arada ânî bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."[1058] Ânî sarsıntı ve yığılıp kalma, isyan ve arsızlığın cezâsıdır. Ânî sarsıntıya bir dehşet de eşlik ediyor. Yere yığılıp kalma, hareket etmekten âcizliği sahnelemektedir. İsyankâra ânî sarsıntı ne de uygun! Saldırgana âcizlik ne yakışır! Kötü sona uygun bir ceza. Ve bu kötü sonu uygun bir tasvir ile ifade.

Âyetler onları ‘yığılıp kaldıkları’ şekilde bırakıyor ve yalanlayıp karşı çıktıkları Sâlih'in durumunu sahneliyor: “Bunun üzerine Sâlih onlara sırt çevirdi ve ‘Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.” [1059]

O, tebliğ ve öğüt verme emânetini yerine getirdiğine dair şâhidlik ediyor ve isyan ve yalanlama ile kendi başlarına getirdikleri kötü sondan uzak olduğunu belirtiyor... Böylece, yalanlayanların kitabından başka bir sayfa daha kapanıyor. Alay edenler, hatırlatmadan sonra, kendilerine yapılan tehdide çarpılıyorlar. [1060]

Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

  • Sâlih’in (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.
  • Semûd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 61, 68, 68, 95; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 59; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 141; 27/Neaml, 45; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 13; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 17; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 43; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23; 69/Hakka, 4, 5; 85/Burûc, 18; 89/Fecr 9; 91/Şems, 11.
  • Semûd Kavmi veya Onların Evleri Anlamındaki “Hıcr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 15/Hıcr, 80.
  • Sâlih (a.s.) ve Kavmi Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
  • Sâlih (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68; 15/Hıcr, 80-84; 26/Şuarâ, 141-159; 27/Neml, 45-53; 54/Kamer, 23-31.
  • Sâlih (a.s.), Semûd Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 61; 26/Şuarâ, 143; 27/Neml, 45.
  • Semûd Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 74; 15/Hıcr, 82; 26/Şuarâ, 146-149; 41/Fussılet, 17; 69/Haaka, 4, 9; 89/Fecr, 9; 91/Şems, 11-12.
  • Sâlih (a.s.)’in Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-65; 15/Hıcr, 80-81; 26/Şuarâ, 141-157; 27/Neml, 45-53.
  • Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 64.
  • Semûd Kavmi, Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi Deveyi Öldürdü: 7/A’râf, 77; 11/Hûd, 64-65; 26/Şuarâ, 154-157; 54/Kamer, 27-29; 91/Şems, 13-14.
  • Semûd Kavminin Helâk Edilip Yok Oluşu: 7/A’râf, 73-78; 11/Hûd, 66-68; 15/Hıcr, 80-84; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 155-159; 27/Neml, 49-53; 29/Ankebût, 38, 40; 41/Fussılet, 17-18; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 43-45; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23-31; 69/Hakka, 5; 89/Fecr, 9, 11-13; 91/Şems, 14-15.

 

 

 

 

 

İ B R Â H Î M   (a. s.)  

 

  • “İbrâhîm”; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
  • İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
  • Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhim (a.s.)
  • Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
  • İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
  • Put ve Putlaştırma
  • Put Kıran İbrâhim (a.s)
  • Her Nemrud’a Bir İbrâhim
  • İbrâhim (a.s.) ve Hicret
  • İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
  • İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
  • İbrâhim Milleti; Haniflik
  • İbrâhim’in (a.s) Duâları
  • İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
  • İbrâhimî Duruş
  • "O'nda Güzel Örnekler Vardır"

 

"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." [1061]

 

"İbrâhîm"; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği

"İbrâhîm" ismi, elimizdeki Tevrat'ın bazı bölümlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat'a göre İbrâhim'in adı, önce "ulu ata" mânâsında Abram iken, daha sonra "milletlerin babası" anlamında Abraham'a dönüşmüştür. Bununla birlikte Abraham kelimesi menşei ve anlamı tam tesbit edilmiş değildir.

İbrâhim (a.s.) Keldânîler'in Ur şehrinde doğdu. Ur şehrinin, Aşağı Babilonya'da Fırat'ın batı yakasında, bugünkü Bağdat'ın 300 km. güneydoğusundaki Tel el-Mukayyer denilen bir yer olduğu belirtilmektedir. Bir başka yoruma göre ise, Hz. İbrâhim'in doğduğu yer, Kuzey Suriye'de Harran'a çok yakın olan Ufa'dır. Kitab-ı Mukaddes geleneği, İbrâhim (a.s.)'in memleketi olarak Kuzey Mezopotamya'yı, yani Güneydoğu Anadolu'ya tekabül eden bölgeyi gösterir. Bugün artık Hz. İbrâhim ve âilesinin anayurdunun, içinde Harran'ın da bulunduğu bu bölge olduğu kabul edilmektedir.

Hz. İbrâhim'in yaşadığı dönem, tam olarak bilinmemektedir. Milâttan önce 22-20. yüzyıllarda yaşadığı anlaşılmaktadır.

"Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrâhim (a.s.) "ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. Ulü'l-azm pâyesine erişen diğer peygamberler ise Nûh (a.s.), Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed’dir (a.s.). Hz. İbrâhim'in Halîlullah lakabını alması, Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivâyete göre Hz. İbrâhim, insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "Halîlullah" diye nitelendirilmiştir.          

İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi

Hz. İbrâhim, Kur’an’da ismi geçen kendinden sonraki bütün peygamberlerin babasıdır. O, iki nûrânî silsilenin ilk halkasını teşkil eder. Küçük oğlu İshak’la başlayan silsile, torunu Ya’kub’la devam etmiş; Ya’kub’un neslinden ise, başta Yusuf olmak üzere, Mûsâ, Hârun, Yûşâ, Dâvud, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsa’ya dek uzanan nebevî bir zincir devam etmiştir. Büyük oğlu İsmâil ile başlayan nuranî silsilenin ortasında ise nebîlerin sonuncusu ve en ekremi olan Muhammed Mustafa (s.a.s.) vardır. Ki, bu silsile, Rasûl-i Ekrem’in kızı Fâtıma ile damadı Ali’nin oğulları olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam edip bugünlere ulaşmıştır. Böylesi iki nuranî ve mübârek silsilenin başında İbrâhim (a.s.) vardır. Dört semâvî/ilâhî kitabın elçisi olan dört rasûl de onun soyundandır. Mûsâ da onun zürriyetindendir; Dâvud, İsa ve Muhammed de... (Salevâtullahi aleyhim ecmaîn).   

Hz. İbrâhim, ülü'l-azm peygamberlerden biridir. Babasının adı, Kur'ân'da Âzer olarak geçmekte ve onun putperest olduğu bildirilmektedir [1062]. Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrâhim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrut'un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivâyete göre ise, kendisinin bu mâhiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrut hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Âzer, İbrâhim'e hamile kalan karısını Kûfe ile Basra arasındaki Ur şehrine götürüp bir mağaraya saklamış, İbrâhim bu mağarada doğmuştur. İbrâhim, Kur'ân-ı Kerim'de ayrıntılı biçimde anlatılan[1063] Allah'ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlâllerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür. Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrâhim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş, fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince, "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah'a dönmüştür.

Rabbi İbrâhim'e ‘müslüman ol!’ dediğinde, “Âlemlerin rabbine teslim oldum, müslüman oldum[1064] diyerek bu dâvete icâbet etmiştir. Bununla birlikte, "Andolsun, İbrâhim'e daha önce rüşdünü vermiştik; Biz onu iyi tanırdık." [1065] meâlindeki âyetin de işaret ettiği gibi İbrâhim, peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. Hz. Nûh'a verilenler Hz. İbrâhim'e de tavsiye edilmiş,[1066] ona sahifeler (küçük kitap) verilmiştir.[1067] Müslüman tarihçiler Hz. İbrâhim'e on sahife indirildiğini, bunların mesellerden ibâret olduğunu bildirirler. (Elimizdeki muharref Kitab-ı Mukaddes'te 88 ve 89. Mezmurlar ile Yesirah bölümlerinin Hz. İbrâhim'e indirilen sahifeler olduğu, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarca belirtilir.) Hz. İbrâhim, peygamber olarak seçilip kavmine gönderildiğinde önce babasına hak dini tebliği etmişse de, babası onu kovmakla tehdit etmiştir.[1068] İbrâhim daha sonra kavmini de dine dâvet etmiş, ancak olumlu sonuç alamamıştır.[1069] Kur'an'da Hz. İbrâhim'in babası için Allah'tan af dilediği, fakat bu dileğinin kabul edilmediği belirtilmektedir. [1070]

Kur'an'ın çeşitli sûrelerinde İbrâhim’in (a.s.), babasının ve kavminin taptığı putlara karşı mücâdele ettiği ve bir tek Tanrı inancını savunduğu; gök cisimlerine ve bunların sembolleri olan putlara tapmanın mânâsız olduğunu, hiç kimseye fayda veya zarar vermesi mümkün olmayan bu cisimlere tapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylediği ifade edilir. Hz. İbrâhim'in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, "bunlar benim rabbimdir" demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmî kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dinî bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim'in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dinî telâkkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhâkeme tarzı olarak kabul edilmelidir. Zira ay battığında söylediği "Rabbim bana doğru yolu göstermezse..." sözü, güneş batınca da, "Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım" demesi, hâdisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında vuku bulduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Kur'an'da, Hz. İbrâhim'in Allah'a ölüleri nasıl dirilttiğini sorması da aslında inandığı halde "kalbinin tatmin olması" şeklinde olumlu bir gerekçeyle açıklanmaktadır. [1071]

Hz. İbrâhim'in putları kırması ve bu yüzden putperestlerce ateşe atılmasına rağmen ateşin kendisini yakmaması, onun tevhid mücâdelesinin güzel bir hâtırası olarak Kur'an'da ve bazı ayrıntılarla birlikte diğer kaynaklarda yer alır. Buna göre İbrâhim (a.s.), taptıkları putların ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu kavmine göstermek üzere fırsat kollar. Nihâyet bir bayram günü, halk şenlik için şehir dışına çıkınca[1072] put evine giderek en büyük put dışındaki bütün putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp İbrâhim'i sorguya çeker. İbrâhim (a.s.), "Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun" der.[1073] Nihâyet putperest yönetim İbrâhim’i (a.s.) ateşe atmak sûretiyle cezalandırmaya kalkışır.[1074] Ancak Allah'ın, "Ey ateş, İbrâhim'e serinlik ve esenlik ol!" emri üzerine ateş İbrâhim'i yakmaz.[1075] Tarih ve tefsir kaynaklarının çoğunda, Bakara sûresinde[1076] Hz. İbrâhim'le tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrâhim'in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişinin, onu ateşe atan toplumun lideri Nemrut olduğu kabul edilir.

Hz. İbrâhim eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte Nemrut'un ülkesini terkederek önce Harran'da, ardından Ürdün'de bir süre kalmış, oradan Mısır'a gitmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür. Hz. İbrâhim ve Lût, putperest kavmi terkedip Allah'ın kendilerine vaad ettiği bereketli ülkeye ulaştıktan sonra Lût kavmine gitmekle görevlendirilir ve İbrâhim'den ayrılır.[1077] İbrâhim (a.s.), kavminden ayrılıp hicret ettikten sonra[1078] yaşı bir hayli ilerlemiş olduğu ve hiç çocuğu bulunmadığı için Allah'tan sâlih bir evlât ister; kendisine akıllı, uslu (halîm) bir çocuk müjdelenir.[1079] Hz. İbrâhim'in bu ilk çocuğu İsmâil'dir.

Hz. İbrâhim'e Allah'ın elçileri (melekler) misafir olarak gelirler. İbrâhim onlara kızartılmış buzağı ikram eder; fakat misafirler yemezler; durumdan kaygılanan İbrâhim'e endişe etmemesini, Lût kavmi için geldiklerini söylerler; ayrıca ona bir oğlu olacağı müjdesini verirler. O esnâda ayakta olan hanımı bu müjdeyi duyunca gülerek bu iki yaşlı insandan çocuk doğmasının şaşılacak bir şey olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler, Allah'ın emrine şaşmamaları gerektiğini hatırlatırlar. [1080] 

İbrâhim’in (a.s.) eşi Sâre, câriyesi Hâcer'i, kendi rızâsı ile İbrâhim'e verdiği halde, İsmâil'in doğması üzerine kıskançlığa kapılıp onlarla bir arada yaşamak istemez. Allah, İbrâhim'den Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere götürmesini ister. Kur'an'ın ifadesiyle İbrâhim zürriyetinden bir kısmını Beytülharâm'ın yanına bırakır.[1081] İsmâil, Hz. İbrâhim'in ilk çocuğudur ve oraya bırakıldığında daha çok küçüktür. [1082]

Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere bırakan ve kendisi Filistin'de yaşayan Hz. İbrâhim, ilk çocuğu koşar çağa gelince onu kurban etmekle imtihan edilir. Hz. İbrâhim, bu imtihanı başarır ve mükâfat olarak geriden gelecekler arasında ismi ebedîleşir [1083]. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İbrâhim'in nerede ve nasıl vefat ettiği bildirilmemektedir. Müslüman tarihçiler, vefat ettiğinde 200 veya 175 yaşında olduğunu söyleyerek, İbrâhim'in naaşının Hebron'da Sâre'nin yanına defnedildiğini belirtirler.

Hadislerde ve tarih kitaplarında Hz. İbrâhim'in uzun boylu, elâ gözlü, güzel ve güler yüzlü, açık alınlı, ayak izlerine varıncaya kadar Hz. Muhammed’e (s.a.s.) en çok benzeyen insan olduğu nakledilmektedir.[1084] Ayrıca onun Kûsâ'da Süryânîce konuştuğu, Harran'dan yola çıkarak Fırat'ı geçtiğinde dilinin de İbrânice'ye dönüştüğü, tirit yemeğini ilk defa onun yaptığı, "ebu'l-edyâf" (misafirler babası) diye anıldığı, 120 yaşında kendi kendini sünnet ettiği, 300 kölesini serbest bıraktığı, onların da müslüman olduğu nakledilmektedir.

Kur'an'da Hz. İbrâhim'in şahsiyet özellikleri, mânevî ve ahlâkî nitelikleri hakkında geniş bilgi verilmektedir. Buna göre İbrâhim, mü'minlerin babası, Allah'ın dostudur. Kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş, Rabbinin emrettiği yere hicret etmiştir. Onun soyuna da peygamberlik ve kitap verilmiştir. Hz. İbrâhim'in tevhid akîdesini çağında yeniden tesis etmesi yanında, oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe'yi inşâ etmesi, Kur'an'da müslümanlardan biri  olarak gösterilmesi ve kendisine itibarlı bir yer verilmesine vesile olmuştur. Allah tarafından Beytullah'ın yeri bildirildikten sonra İbrâhim, oğlu İsmâil ile beraber Kâbe'nin temellerini yükseltmiş ve bir olan Allah'a adanan ilk mâbed olarak Kâbe inşâ edilmiştir. İbrâhim'den insanlar arasında haccı ilân etmesi, Beytullah'ı temiz tutması istenmiş, böylece bu kutsal mekân bütün müslümanlar için hac yeri ve kıble yapılmıştır.

Beytullah'ın bulunduğu Mekke için duâ eden İbrâhim (a.s.), Mekke'nin emîn bir şehir olmasını dilemiş,[1085] bölgeyi "harâm (kutsal) ilân ederek orada kan dökülmesini ve dışarıda câiz olan diğer bazı işlerin yapılmasını yasaklamıştır. Kendi zürriyetinden Allah'a itaat eden bir ümmet çıkarmasını, onlara peygamber göndermesini niyaz etmiştir.[1086] İbrâhim ve oğlu İsmâil'in duâlarında yer alan bu peygamber, onların soyundan gelen Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Nitekim İsmâil'in neslinden daha başka peygamber de gelmemiştir. "Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım."[1087] hadisi de buna işaret etmektedir. Hz. İbrâhim'in bu duâsına şükran nişânesi olmak üzere müslümanlara namazlarda "salli bârik" duâlarını okumaları öğütlenmiştir. [1088]

Kur'an'da İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi veya hıristiyan oldukları şeklinde yahûdi ve hıristiyanlarca ileri sürülen iddia reddedilmekte,[1089] buna delil olmak üzere Tevrat ve İncil'in ondan sonra indirildiği hatırlatılmakta,[1090] "yahûdi yahut hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" diyen yahûdi ve hıristiyanlara karşı müslümanlardan, "hayır, biz hanîf olan   İbrâhim'in dinine uyarız; o müşriklerden değildi"[1091] demeleri istenmektedir. Öte yandan Arap müşrikleri de İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelmek ve onun binâ ettiği Kâbe'yi koruma işini üstlenmiş olmaktan onur duyarlardı. Ancak Kur'an onlara da Hz. İbrâhim'in asla müşriklerden olmadığını, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman olduğunu hatırlatır. [1092]

Kur'an'da, geçmiş peygamberler içinde özellikle İbrâhim’in (a.s.) öğretisine kalıcı bir değer yüklendiği görülür. Nitekim Peygamberimiz'e de, "doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy" diye emredilmiş,[1093] Allah'ın onu doğru yola, gerçek dine, hakka yönelen ve puta tapanlardan olmayan ibrâhim'in dinine ilettiği belirtilmiştir.[1094] Rasûl-i Ekrem de, "Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim."[1095] şeklindeki açıklamasıyla aynı gerçeği dile getirmiştir. Ayrıca İslâm ümmetine de İbrâhim'in hanîf dinine uyması emredilmiş,[1096] din bakımından en güzel yolun İbrâhim'in dinini benimsemek sûretiyle izlenen yol olduğu ifade edilmiştir.[1097] Kâbe'nin haremindeki İbrâhim makamının namaz yeri kılınması,[1098] İbrâhim'in dinine uyulması emredilmiş,[1099] onun dininden ancak kendini bilmezlerin yüz çevireceği,[1100] gerçek iman sahiplerine "müslüman" ismini, çok önceden İbrâhim'in verdiği[1101] bildirilmiştir. İbrâhim (a.s.), dünyada seçkin kılınmış olanlardan, kendisine güzellik verilenlerden, âhirette de sâlihlerdendir.[1102] O, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önderdir. [1103] 

Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huyluydu, varlığını Allah'a adamıştı.[1104] Kendisi ve eşi ileri yaşta olduğu halde duâsı kabul edilerek ona akıllı, iyi huylu ve bilgili iki oğlu olacağı müjdelenmiştir.[1105] Sadece kendisi değil; âilesi de Allah'ın rahmet ve bereketine mazhar olmuştur.[1106] İbrâhim (a.s.) çok misafirperverdir,[1107] sıdkı bütün bir peygamberdir.[1108] Bu sebeple İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda mü'minler için güzel örnekler bulunduğu bildirilmiştir. [1109]       

                    

Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhîm (a.s.)

Kur'ân-ı Kerim'de "İbrâhîm" ismi 69 yerde geçer. 25 ayrı sûrede Hz. İbrâhim'den  değişik vesilelerle bahsedilir. Hz. Mûsâ’dan sonra, Kur’ân-ı Kerim’de isminden en çok bahsedilen ikinci peygamber İbrâhim’dir (a.s.). Bunun yanında, 213 âyet, Hz. İbrâhim’le (hayatı, mücâdelesi, mesajı, duâları ile) ilgilidir. 

Kur'an'da Hz. İbrâhim, değişik sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur'an'da geçen sıfatlarından bazıları; Evvâh: Başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık,[1110] Halîm: Çok yumuşak huylu,[1111] Münîb: Allah'a sığınan,[1112] Hanîf: Allah'ı bir tanıyan, Hakka yönelmiş,[1113] Halîl (Halîlullah): Dost, Allah dostu,[1114] Kaanit: Allah'a kulluk eden. [1115]   

 

"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." [1116]

 

"Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil'e: ''Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." [1117]

 

"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.' Allah buyurdu ki: 'Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!" [1118]

 

"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [1119]

 

"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." [1120]

 

"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." [1121]

 

"İbrâhim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, Biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o âhirette de sâlihlerden/iyilerdendir." [1122]

 

"Çünkü Rabbi ona: 'Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine teslim olup boyun eğdim, müslüman oldum' demişti." [1123]

 

"Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölün (dedi)." [1124]

 

"Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' demişti. Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuş, O'nun için müslüman olmuş kimseleriz' dediler." [1125]

 

"(Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, hidâyeti (doğru yolu) bulasınız' dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." [1126]

 

"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâta (torunlara; Ya'kub'un on iki evlâdından torunlarına) indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olup müslüman olduk' deyin." [1127]

 

"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?' Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir." [1128]  

 

"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [1129]

 

"İbrâhim Rabbine: 'Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' diye sordu. İbrâhim: 'Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim).' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir; üstün gelen, her şeyi yerli yerince, hikmetle  yapandır' buyurdu." [1130]

 

"Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim âilesi ile İmrân âilesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah (her şeyi hakkıyla) işiten ve (her şeyi tümüyle) bilendir." [1131]

 

"Ey ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?" [1132]

 

"İbrâhim, ne yahûdi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi." [1133]

 

"İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." [1134]

 

"De ki: 'Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrâhim'in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi." [1135]

 

"Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke'deki (Kâbe)'dir. Orada apaçık âyetler/nişâneler, (ayrıca) İbrâhim'in makamı vardır..." [1136]   

 

"...İbrâhim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." [1137]

 

"Onlardan bir kısmı İbrâhim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter." [1138]

 

"Doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrâhim'in, hanif/Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah İbrâhim'i halîl/dost edinmiştir." [1139]

 

"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti." [1140]

 

"Böylece Biz, kesin iman edenlerden olması için İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu (izzet ve hükümranlığını) gösteriyorduk." [1141]

 

"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü; 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca, batanları, yok olanları sevmem' dedi." [1142]

 

"Ay'ı doğarken görünce, 'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette dalâlette olan/yoldan sapan topluluklardan olurum' dedi." [1143]

 

"Güneşi doğarken görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük' dedi. O da batınca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) şirk/ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." [1144]

 

"Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." [1145]

 

"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz?" [1146]

 

"Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [1147]

 

"İman edip de inançlarına herhangi bir zulüm (şirk) karıştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." [1148]

 

"İşte bu, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz huccetlerimiz/delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir." [1149]

 

"De ki: 'Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf/Allah'ı birleyen İbrâhim'in milletine/dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi." [1150] 

 

"(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de iman edenlere. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı) ve halîm (çok yumuşak huylu) idi." [1151]

 

"Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve 'selâm (sana)' dediler. O da: '(Size de) selâm' dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi." [1152]

 

"Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: 'Korkma! (Biz melekleriz.) Lût kavmine gönderildik." [1153]

 

"O esnâda hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik." [1154]

 

"(İbrâhim'in karısı:) 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey!' dedi." [1155]

 

"(Melekler) dediler ki: 'Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." [1156]

 

"İbrâhim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (âdeta) Bizimle mücâdeleye (tartışmaya) başladı." [1157]

 

"İbrâhim cidden halîm/yumuşak huylu, evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı), münîb (kendisini Allah'a vermiş) biri idi." [1158]

 

"(Melekler dediler ki:) 'Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!" [1159]

 

"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!" [1160]

 

"Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [1161]

 

"Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." [1162]

 

"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." [1163]

 

"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." [1164]

 

"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" [1165]

 

"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" [1166]

 

"Onlara (kullarıma) İbrâhim'in misâfirlerinden (meleklerden) de haber ver." [1167]

 

"Onun yanına girdikleri zaman, 'selâm' dediler. (İbrâhim:) 'Biz sizden çekiniyoruz' dedi." [1168]

 

"Dediler ki: 'Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz." [1169] 

 

"(İbrâhim:) 'Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?' dedi." [1170]

 

"Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!' dediler." [1171]

 

"(İbrâhim) dedi ki: 'Rabbinin rahmetinden, dalâlettekilerden/sapıklardan başka kim ümit keser?" [1172]

 

"İbrâhim, gerçekten kaanit (kunut eden, Hakk'a yönelen), hanîf (Allah'ı birleyen ve O'na itaat eden) bir ümmet (önder) idi; Allah'a şirk/ortak koşanlardan değildi." [1173]

 

"Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve sırât-ı müstakîme hidâyet etmiş, doğru yola iletmişti." [1174]

 

"Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlihlerdendir." [1175]

 

"Sonra da sana: 'Doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy! O müşriklerden değildi' diye vahyettik." [1176]

 

"Kitap'ta İbrâhim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi." [1177]

 

"Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?" [1178]

 

"Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım." [1179]

 

"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu." [1180]

 

"Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." [1181]

 

"(Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!" [1182]

 

"İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır." [1183]

 

"Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." [1184]

 

"Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği (hicret ettiği) zaman Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." [1185]

 

"Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk; kendilerine haklı ve yüksek bir şöhret nasip ettik." [1186]

 

“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.  Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [1187]

 

"Bir zamanlar İbrâhim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): 'Bana hiçbir şeyi şirk koşma/eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rükû ve secdeye varanlar için Evimi (Kâbe'yi) temiz tut." [1188]

 

"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin." [1189]

 

"Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler." [1190]

 

"Allah uğrunda, hakkını vererek, gereği gibi cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrâhim'in milletinde/dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size 'müslümanlar' adını verdi. Öyle ise namazı ikame edin (dosdoğru kılın); zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır/dostunuzdur. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!" [1191]

 

"(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim'in haberini de oku/naklet. Hani o, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.' İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." [1192] 

 

"İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır." [1193]

 

"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [1194]

 

"Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok ümmetler/topluluklar da (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir." [1195]

 

"Kavminin (İbrâhim'e) cevabı ise: 'Onu öldürün, yahut yakın!' demelerinden ibâret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, iman eden bir kavim için ibretler vardır." [1196]

 

"(İbrâhim onlara) dedi ki: 'Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur." [1197]

 

"Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi." [1198]                

 

"Ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik. Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfâtını verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir." [1199]

"Elçilerimiz İbrâhim'e (iki oğul ihsan edeceğimize dair) müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: 'Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir." [1200]

 

"(İbrâhim) dedi ki: 'Ama orada Lût var!' Şöyle cevap verdiler: 'Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesnâ; o, (azapta) kalacaklar arasındadır." [1201]

 

“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” [1202]

 

"(Oradan kurtulan İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi. O zaman Biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?' dedi. O da cevaben: 'Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun' dedi. Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: 'Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz muhsinleri/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır' diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: 'İbrâhim'e selâm!' dedik. Biz ihsan sahiplerini/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, Bizim mü'min kullarımızdandır. Sâlihlerden bir peygamber olarak ona (İbrâhim'e) İshak'ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden ihsan sahibi iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa zulüm/kötülük edenler de olacak." [1203]  

 

"Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya'kub'u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen, ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Bizim yanımızda seçkin, hayırlı/iyi kimselerdendir." [1204]

 

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [1205]

 

"İbrâhim'in ağırlanıp ikrâm olunan misâfirlerin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.) Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, 'bunlar, yabancılar' demişti. Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş, onların önüne koyup 'yemez misiniz?' demişti. Derken onlardan korkmaya başladı. 'Korkma' dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: 'Ben kısır bir kocakarıyım!' dedi. Onlar: 'Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, (her şeyi) bilendir' dediler. (İbrâhim:) 'O halde işiniz nedir, ey elçiler?' dedi. 'Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik. Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).' (Bu taşlar,) isrâf edenler (aşırı gidenler) için Rabbinin yanında işaretlenmiş (taşlar)dir. Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık. Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık."  

"Yoksa, Mûsâ'nın ve ahdine vefâ gösteren İbrâhim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?" [1206]; "Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez."[1207]; "Ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur."[1208]; "Ve çalışması da ileride görülecektir." [1209]; "Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir." [1210]; "Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir."[1211];  "Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur."[1212]; "Öldüren de dirilten de O'dur."[1213]; "Şurası muhakkak ki (rahime) atıldığında nutfeden, erkek ve dişiden ibâret olan iki çifti O yarattı."[1214]; "Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir." [1215]; "Zengin eden de yoksul kılan da O'dur."[1216]; "Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur." [1217]                                                                                                         

 

"Andolsun ki Biz, Nûh'u ve İbrâhim'i (peygamber olarak) gönderdik; peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır." [1218]

 

"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' Ancak, İbrâhim babasına: 'Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' demişti. (O mü'minler şöyle dediler:) 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." [1219]; "Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." [1220]; "Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." [1221]

 

"Eğer hatırlatmak/öğüt fayda verirse hatırlatıp öğüt ver. (Allah'tan) huşû ile korkan, öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise, öğütten kaçınır. Sonra o, ateşte ne ölür, ne de yaşar. (Maddî ve mânevi pisliklerden) Temizlenen, Rabbinin adını zikredip O'na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. Fakat siz (ey insanlar!) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki suhufta (kitaplarda), İbrâhim ve Mûsâ'nın kitaplarında (onlara inen suhufda) da vardır." [1222]      

 

Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)

Bir adam Rasûlullah’a (s.a.s.) geldi de: "Ey insanların en hayırlısı!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "O (sıfatın sahibi) İbrâhim (a.s.)!"  buyurdular. [1223]

"Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrâhîm'dir." [1224]

 

"Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cebrâil ve Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik. Nihâyet uzun boylu birinin yanına vardık. (Semâya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrâhim (a.s.) idi." [1225]

 

"İbrâhim'e gelince; arkadaşınıza yani bana bakıverin..." [1226]

 

"Bana İsrâ vâki olduğu zaman... İbrâhim'i de gördüm, zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyen benim..." [1227]

   

"Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." [1228]

"Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim." [1229]

Beşir İbn Sa'd Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bize Allah Teâlâ, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?" diye sordu. Efendimiz şu cevabı verdi: "Şöyle söyleyin: 'Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme  İnneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârakte alâ âl-i İbrâhîm. İnneke hamîdun mecîd. (Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ehline rahmet kıl, tıpkı İbrâhim'e rahmet kıldığın gibi. Sen hamîdsin (hamd edilmeye, methedilmeye lâyık, hamd kendisine mahsus olansın), mecîdsin (azametli, şerefli, gâlip olansın). Muhammed'i ve Muhammed'in âlini mübârek kıl, tıpkı İbrâhim'in ehlini mübârek kıldığın gibi." [1230] 

 

Hadislerde Hz. İbrâhim'in faziletine dair bilgiler yer alır. İnsanlar, kabirden kalktıklarında çıplak olarak haşredilecek ve kıyâmet gününde elbise giydirilen ilk peygamber Hz. İbrâhim olacaktır.[1231] Başka bir hadise göre, kıyâmet gününde Hz. İbrâhim, babasıyla karşılaştığında ona, "Ben sana, bana âsi olma, demedim mi?" diyecek, o da, "artık bugün sana âsi olmayacağım" karşılığını verecektir. Hz. İbrâhim babasının affı için Allah'a yalvaracak, fakat dileği kabul edilmeyecektir. [1232]

Bir hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'yi dokunulmaz bir şehir yaptığı ve onun için duâ ettiği, Rasûlullah'ın da aynı şeyi Medine için yaptığı bildirilmektedir.[1233] Mi'râcda Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. İbrâhim'i yedinci (bazı rivâyetlerde altıncı) semâda Beytülma'mur’a dayanmış olarak görmüştür. [1234]

Mekke'nin fethinde Kâbe putlardan temizlendiğinde Hz. İbrâhim ve İsmâil'in, ellerinde fal okları olan sûretleri çıkınca Rasûlullah, "Yazıklar olsun! Onların bu nesnelerle fal bakmadıklarını bilmiyorlar mı?" demiştir. [1235]

Hz. İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler  

Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim’in (a.s.) doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi,  servet  sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim’in (a.s.) dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.

İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” [1236]

Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.” [1237]

Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim’in (a.s.) dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı. [1238]

Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.

Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”[1239]; İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” [1240]; "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [1241]

 

Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”[1242]; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!” [1243]

Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır. [1244]

Put ve Putlaştırma        

                               

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirkin en belirgin özelliklerinden biri putlara tapmak, onları Allah’a ulaşmada aracı veya şefaatçi görmektir. Fakat, şirk, sadece putlara tapmaktan ibaret değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.

               

Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Hz. İbrâhim dönemindeki ve Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.

               

Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın, müzik, futbol veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.

Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:

                               

1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir. 

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.   

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim  âyetleri,  insanoğluna,  yaratıcının  sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” [1245]

Put, sadece Arapların Câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[1246] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.

Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden birçoklarının tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.

Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. [1247]        

Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[1248] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir.

Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.

 

Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” [1249]    

Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Hz. İbrâhim de ateşe atılma pahasına puthanedeki putları elindeki baltayla yerle bir etmiştir. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[1250] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. [1251] 

               

Put Kıran İbrâhim (a.s.)

 

“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.  Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [1252]

“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” [1253]

 

Her Nemrud’a Bir İbrâhim

"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [1254]

Hz. İbrâhim döneminde, ülkenin hükümdarının veya makamının adı olarak bilinen Nemrut ismi, Kur’an’da geçmez. Hz. İbrâhim’le Rabbi hakkında tartışan hükümdar hakkındaki bu âyette görüldüğü gibi, “Nemrut” veya benzer bir isimden bahsedilmez.  Hadis-i  şeriflerde  de böyle bir isme rastlanmaz. Rivâyetlerden ve İsrâiliyat kökenli kıssalardan yola çıkılarak Nemrut ismine ulaşırız. Bugünkü Tevrat’a baktığımızda Nimrod adına rastlarız.[1255] Fakat Tevrat’ta bahsi geçen Nimrod’un “Nemrut” olmadığı; belki Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğu için, ondan yıllar sonra Hz. İbrâhim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin, olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu meşhur kişiye mal edilmiştir. Bazı tarih kitapları, Nemrud’un, tanınmış Bâbil kralı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Bazı tarihçilere göre, Nemrut, bir Bâbil hükümdarıdır; ancak hangi hükümdar olduğu kesin değildir. Bunlara göre, Nemrut, aynen Firavun gibi, Bâbil hükümdarlarının ünvanıdır. Eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ek olarak Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sayarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarını görmekteyiz. Bu isimlerin yanında, Akad devletinin kurucusu olan ve M.Ö. 2350’lerde yaşamış olan Sargon’un Nemrud olduğu ihtimalinden bahsedilir.

Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hz. İbrâhim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’ân-ı Kerim’in haberi ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrâhim ile Nemrut’un ve kavminin mücâdelesine ilişkin âyetlerin sayısı 91’i bulur. Bu âyetlerin konusu özetle şudur:

Nemrud’un toplumunda putlara tapılmaktadır.[1256] Onların yiyip içtiğine,[1257] konuştuğuna[1258] inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifâ umulmakta; kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır.[1259] Toplumda âhiret inancı yoktur.[1260] Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir. [1261]

Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta,[1262] hem putların bakımını üstlenmekte,[1263] hem de onları, inanmayan kimselere karşı canla başla savunup bu putların üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar.[1264] Bu dindarlık, heykelcilik [1265] gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını”[1266] halindeki bir “edebiyat” ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.

Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır.[1267] Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz.[1268] Geleneklerle şartlanmış olduklarından ötürü insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ve çevrenin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka bir şey yapamaz durumdadırlar.[1269] Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hatta ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadır.[1270] Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddî bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur. [1271]

Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kabul eden bu insanların “dostluk”ları ile bir piramit oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablik yaptığı bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rabliğini Hz. İbrâhim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”. Evet, gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik piramit... Dostluk, bilindiği üzere “velâ” anlamında bir dostluk... Hz. İbrâhim’in topluluğa karşı kullandığı; “...Sizin ve  atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur...”[1272] cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... kulların rabliğinin, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum; “Nemrut” da tepedeki “rab” kabul edilmektedir.

Bir yaratığın rablik dâvâsına kalkışması... Bir insanın Allah’tan başka rab veya rablar edinmesi, ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah’ın gönderdiği elçiyi inkârı, öldürmeye kalkışması, herhangi bir insanı zulmen öldürmesi, hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.

Ama, onun asıl Nemrutluğu bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hatta yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya hayatında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar “vesile” edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkilere putların aracı kılınmış olduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar “Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır. Böylece, insanların “can”ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, “mal”larını yönlendirebilme gücü, “akıl”ları denetim altına alan gelenekler birikimi, “edebiyat”ı oluşturma ve ona yön verme imkânı, “nesil”leri uyumluca yoğurabilme, yontabilme işlevini veren “eğitim”i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silâh gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut’un asıl “Nemrutluk”u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah’a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir. [1273]

İbrâhim (a.s.), kral Nemrut ile mücâdele ederken onu hiçbir zaman Allah’ın varlığını kabule dâvet etmemiştir. Çünkü Nemrut da diğer benzerleri gibi Allah’ın varlığına inanıyordu. Ancak, bu inançla birlikte Allah’a şirk koşuyor, kendini Allah’a denk görüyordu. Nemrud’un ilâhlık dâvâsı, kendisinin göklerin ve yeryüzünün ilâhı olduğu değildi. İbrâhim kavmininin üzerinde yaşadığı sosyal ve siyasal hayatın rabbi olmak, bütün toplumsal hayatı, merkezî bir otorite ve kendi diktatörlüğü ile yönetmek; helâl ve haramı tâyin etmek, emir ve yasaklar koymak sûretiyle onların hürriyetini elinde bulundurmak istiyordu. İbrâhim (a.s.) de, devrinin tâğûtuyla mücâdelesinde, hükmün/egemenliğin ancak Allah’a ait olacağını, bu yetki ve selâhiyetin kimseye verilemeyeceğini, Rabbin; yani yaratan, yöneten, sevk ve idare edenin sadece Allah olduğunu anlatıyordu. İbrâhim (a.s.); “haydi sen de güneşi batıdan getir!” demekle o azgın herifi susturmuştu.

Bu suskunlukla onun aczi ortaya açık bir şekilde konulduğu halde, yine de Allah’a iman edip İbrâhim’e (a.s.) tâbi olmamıştır. İstiğnâ ve istikbâr, kendini beğenmişlik, nefsinin arzu ve isteklerine sıkı sıkıya bağlılık, onu öyle bir aşağılığa düşürmüştür ki, hak ve hakikati, kendi acziyetini anladığı halde despot diktatörlüğünden bir türlü vazgeçip Allah’a ve elçisine itaat etmeyi nefsine yediremiyordu. Hatta bu gurur ve böbürlenme ile, dünyevî çıkarlarını altüst eden elçiyi yakalayıp öldürmek istiyordu. “(Nemrut ve kavminden bazıları:) ‘Eğer bir iş yapacaksanız yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” [1274]   

Yüce Allah, elçisine ve dolayısıyla dinine karşı çıkan herkesi mutlak sûrette cezâlandırmıştır, cezâlandıracaktır. Bu cezâ, bazen bir tûfan,[1275] bazen bir kasırga olur,[1276] bazen de bir deprem.[1277] Allah, bazen melekleriyle[1278] ve bazen görünmeyen askerleriyle [1279] hak edenleri cezâlandırır. Dilerse, bir sivrisinekle. Her şey, O’nun emrinde askerdir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”[1280] İbrâhim kavmi, başta Nemrut olmak üzere, İbrâhim’i (a.s.) ateşe atacak kadar açıkça hakka cephe aldıktan sonra, Allah onları helâk etmiştir.[1281] Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür.   

Burada önemli olan, Yüce Allah’ın, elçisini hazırlanan tuzaklardan kurtarması, müslüman olmayan putperest toplumu da cezalarından biriyle topyekün cezalandırıp helâk etmesidir. [1282]   

İbrâhim (a.s.) ve Hicret

 

"...(İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi."[1283]; "(İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecektir.” [1284]

Hz. İbrâhim, kendi kavmine Allah’ın dinini anlatmada hiçbir engel tanımamış, Nemrut’un zorbalığına boyun eğmemiş, her çeşit işkencelere mâruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat onun bütün gayretleri dünyevî bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip kurtarmaya yetmemiştir. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi sapıklıkları istikametinde gitmektedir. Hz. İbrâhim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir. Hz. İbrâhim, kavminin iman etmesine ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve şirk diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için hicret etmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer, bir karış yer de olsa, Cennette İbrâhim ve Muhammed (s.a.s.) onun arkadaşı olur.” “Muhâcir, Allah’ın kendisini nehyettiği şeylerden hicret eden/uzaklaşan kimsedir.” [1285]    

İbrâhim (a.s.) ve ona uyan mü’minlerde dünya-âhiret dengesine dair güzel numûneler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, Rabbimiz tarafında övgü ile dile getirilen bu tercih, onların âhiret bilincini kuşanmış olmalarından güç almaktadır. Onlar “putperest toplumdan berî/uzak olma” ilkesini kendileri için tavır olarak belirlemişlerdir. Müşriklerin değer verdiği şirk unsurlarını inkâr etmişler, kötülüğe olan ilgilerini düşmanlık ve nefretle karşılamışlardır.

Toplumun kirliliklerinden kesin bir beraat ile Allah’a hicret eden İbrâhim (a.s.) ve arkadaşlarında, âhiret gününü korku ve ümit ile bekleyen bütün zamanların mü’minleri için “müşrik toplumun kirliliklerinden berî olup onlardan tam bir kopuş  ile  uzaklaşmak”  hususunda güzel örnek bulunmaktadır. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir..." [1286]

Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, birlikte yaşadıkları halkın olumsuz değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir. Öte yandan ahlâkî hicret ile kendisini arındıran mü’minler, Allah’a ve âhirete öncelik vermelerinden dolayı gerektiğinde bulundukları şehirleri ve ülkeleri dahi terk edebilmelidirler. Çünkü Allah yolunda kararlı bir şekilde mücâdele edip zulüm diyarını terk eden muhâcirlere, hem bu dünyada hasene/güzellik, hem de âhirette güzellik vaad edilmiştir.[1287] İster mânevî olarak günahların ve kötülüğün yurdundan uzaklaşmak anlamındaki hicret olsun, isterse mekânsal hicret olsun bu göç, çok büyük Rabbânî bereketlerle donatılmıştır. İbrâhim’in (a.s.) şirkten ve şirk değerlerinden i’tizâl edip uzaklaşmasının nasıl büyük İlâhî lütuflara yol açtığı uzun uzun mübîn olan kitabımız Kur’an’da anlatılmaktadır.

Meryem sûresinde İbrâhim (a.s.) ile müşrik babası arasında geçen uzun ve hikmetli konuşmaya yer verilmektedir. Bu âyetlerde ifade edildiğine göre müşrik babasının kendisini çağırdığı yozlaşmaya karşı hicret eden bu hanîf genç, şirkten i’tizâl etmiştir. İ’tizâl, mânevî hicret ile eş anlamlı bir kelime olup; ayrılmak, uzaklaşmak, berî olmak demektir. Müşrik toplumun değer verdiği, ama asla bir kıymeti olmayan tapınma ve sömürme aracı olan putlardan Allah’a i’tizâl/hicret eden, sonra da ıslah olmamakta direten toplumun yaşadığı diyarı terk ederek mekânsal olarak da onlardan ayrılan İbrâhim’in (a.s.), çağları aşan örnekliği Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: "Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!’ İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de i’tizâl ediyorum/uzaklaşıyorum ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.’ Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden i’tizâl edince/uzaklaşınca (hicret ettiği zaman) Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." [1288]

     

Her mü’min, muhâcirdir. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Bu yönü ile, yaşadığı şehri hiç değiştirmemiş bir peygamber veya herhangi bir mü’min bile muhâcir sayılmalıdır. Ahlâkî hicret de diyebileceğimiz bu ibâdetin zamanını, zeminini beklemeye hâcet yoktur. İman eder etmez hemen işe koyulmaktır, nefsi kötülüklerden arındırmaktır, nihâî gâye. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. Kısacası, mânevî hicretin genel ilkesi; “halk içinde, ama Hakka uygun yaşamaktır.”

Mânevî hicret; mekânsal göçten ve kıtal cihadından önce gerçekleştirilmesi gereken kutlu bir tavırdır. İnsanların hayatında rastlanan şeytanî her hale, her davranışa, her görüntüye karşı alınması gereken bir duruştur mânevî hicret. Bu duruş, büyük bir cihaddır. Öyle ki, iç ve dış diye bölünüp parçalanamayacak bir bütünlük, bir karşı koyuştur. İç âlemimizde ve dış dünyamızda ne kadar kötülük varsa onlardan kaçınmak, her tür şerden ve şer taraftarından hicret ederek uzaklaşmaktır. Ancak bu uzaklaşmadır, bizi Allah’a yaklaştıracak olan.       

“Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.”[1289]; “Odur, doğunun da batının da Rabbi. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’na yönel, O’nu vekil kıl, O’nun himâyesine sığın. Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla tahammül et ve onlardan uygun bir şekilde hicret et/uzaklaş!”[1290]; “Ey yalnızlığına bürünmüş olan! Kıyam et/kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! Elbiseni/özbenliğini temiz tut! Ve ruczden/bütün pisliklerden hicret et/kaçın!” [1291]

 

Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir.

Dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla yârenlik eden yarım gönüllü, kararsız ve kişiliksiz insanları velî edinmek biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Değil mi ki, Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. Öyleyse, şeytanî olan her şeyden, tüm haramlardan hicret etmek lâzımdır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.” [1292]

İbrâhim’in (a.s.) Sınavları

Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır. Dünya, tüm insanlar için bir sınav salonundan; hayat da imtihandan başka bir şey değildir. İnsanlar zaman zaman sıkıntı ve zorluklarla, zaman zaman da rahatlık ve imkânlarla sınanırlar. Sınavı başaran, daha zor sınava alınır, onu da başaran daha da zoruna... Ta ki, doğrularla sahtekârlar belli olsun, başaranlarla elenenler anlaşılsın, yarışmaya devam edeceklerle dökülenler ortaya çıksın. Sınav, hayatla birlikte sona erer. Öteki âlemde ise ödül veya ceza. “O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”[1293]; “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”[1294]; “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.” [1295]

 

Herkes gücünün yettiğinden sorumlu olduğu için, güçlü insanların da sınavı, güçleri nisbetindedir. Devlerin yükü de, sınavı da ağır olur. Peygamberlerin imtihanı,  sınavların  en  zor olanıdır. “İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya müptelâ olanları peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” [1296] Sahâbelerden Sa’d rivâyet ediyor: “Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların imtihanı en çetin olanı kimdir?’ Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı/imtihanı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar sınava tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” [1297]

Bir insan düşünün; başına gelmedik kalmamakta. En zor sınavlarla, en çetin problemlerle denendiği halde en küçük bir sızlanma ve şikâyette bulunmama... İmtihanın biri bitmeden daha zor bir diğeri başlamakta, ama hiç sarsılmadan o hep şükretmekte, sadece Allah’a dayanmakta. Putperest baba ile imtihan, çocuksuzlukla imtihan, sonra evlâttan vazgeçmekle imtihan, en sevdiğini kurban etmekle/fedâ etmekle imtihan, evlâdı dağ başına bırakmakla imtihan... Çevre şartlarının en olumsuzu ile, toplumda tek başına olmakla, ahlâksız ve putperest insanlarla sınav, tâğutların en inkârcılarından biriyle, yaratıcı ve öldürücü bir rab olduğunu iddia eden biriyle, sadistlikte Neron’a örnek olan gaddar Nemrut’la denenme, putperest düzenle sınanma, ateşle imtihan... Fakirlikle imtihan olmaktan çok daha zor olan zenginlikle, malı infak etmekle, misafirlere ikramla imtihan. İnsanlarla imtihan olduğu gibi hayvanlarla da imtihan. Hicretle, yeni vatan arayışlarıyla imtihan. Aile ile, çevre ile, devletle imtihanın her çeşidini tadan ve bütün sınavlardan başarıyla geçen kimsenin dünyada da avans cinsinden ödülü vardır: İmamlık/önderlik.      

“Bizim şartlarımız başka, ülkenin durumu, yasalar, yasaklar, çevre şartları, konjonktür...” diye bin dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalışanların, “yenim dar, yerim dar” diyenlerin kulakları çınlasın! Ve bu tavrın dünyada avans cinsinden cezası da aynı âyette vurgulanır: “...Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."[1298] Yâni zâlimlerin önder olmaya hakları yoktur. Allah’ın ahdi, her şartta Allah’ı seçenleredir. İmam/önder, örnek olma liyakatini gösteremeyenler, gerçek imamları, peygamberleri önder ve örnek kabul etmezlerse, kâfirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacaktır. Bugünkü her çeşit problemin temeli bundan ibarettir. 

 

“Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti...”[1299] Bu sınavların neler olduğu hakkında müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. İbn Kesir bu konuyu şöyle açıklıyor: “Muhammed İbn İshak... İbn Abbas’tan nakleder ki, o şöyle demiştir: Allah’ın Hz. İbrâhim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın kelimeleri şunlardır: Allah Teâlâ, İbrâhim’in kavminden ayrılmasını emrettiğinde İbrâhim (a.s.) Allah adına kavminden ayrılmıştı. Sonra Nemrud onu ateşe atıp yakmak istemiş, İbrâhim de Allah uğrunda buna dayanmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın yolunda hicret etmiştir. Yine Allah onu canı ve malıyla imtihan edip konuklar kıssasında anlatıldığı üzere onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah, oğlunu kurban etmesini emretmiş, o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu fedâ etmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah yoluna koyulup tüm bu imtihanlarda başarı gösterince, Allah ona “teslim ol/İslâm ol” demiş; o da “ben âlemlerin Rabbina teslim oldum/müslüman oldum” demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrud’a değil; âlemlerin Rabbine teslim olmuştur. [1300]        

İbrâhim (a.s.), Allah’ın bu çetin sınavlarını en güzel şekilde başarınca Allah da İbrâhim’i insanlara imam/önder kılacağını beyan etmiştir.           

               

İmam/Önder İbrâhim (a.s.)

Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’ (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."[1301] Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.

Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor.[1302] Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez.

Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamazlar. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olmazlar. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”[1303] Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilemez. Namaz için öne geçirilemez.” [1304]

Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğla geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.

İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçen şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olmaları şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.) söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu.

Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm[1305] olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi[1306] olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi, bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.[1307] Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.[1308] Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur. [1309]

Hz. İbrâhim’in (bir peygamberin) çocukları, onun sülâlesi, zürriyeti de olsa zâlim olduğu müddetçe hiç kimse imam olamaz. Demek ki, Hz. İbrâhim neslinden de bu tür insanlar çıkacaktır. Bu konuda Allah’ın vaadi kesindir: “Zâlimler imamlık ahdime erişemez!”  Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm, itikat ve amel esasına dayanmayan bütün bağları ve alâkaları tamamen koparıp atar. İtikat ve amel bağları kopunca hiçbir şekilde akrabalık ve kan bağını kabul etmez. İtikat ve amel zinciri ile bağlanmadıktan sonra bütün râbıta ve değerleri kökünden siler. Bir milletin iki nesli itikat yönünden muhâlefet ederse, aradaki bağlar kesilir. Hatta itikat ipi kopunca karı ile koca, baba ile evlât arasındaki bağlar bile kopar.

Müşrik Araplar ayrı, müslüman Araplar ayrıdır. Şirk devrinin Arab’ı ayrı şeydi, İslâm devrinin Arab’ı ayrı şeydir. Aralarında ne bir bağ, ne bir alâka, ne de bir akrabalık vardır. Ehl-i kitaptan iman edenler ayrı, İbrâhim, Mûsâ ve İsa’nın (a.s.) dininden inhiraf edip sapanlar ayrıdır. Âile; babalardan, evlâtlardan ve torunlardan ibaret değildir. Bu değer, aralarında müşterek bir inanç bağı olunca doğrudur. Ümmet de muayyen bir ırkın birbiri ardınca gelen nesiller topluluğundan ibaret değildir. Millet; ırkları, cinsleri, renkleri ve vatanları ne olursa olsun, birleşen mü’minler topluluğundan ibarettir. İşte Kerim olan Allah’ın şu Rabbânî beyanından fışkıran iman tasavvuru, iman duygusu, iman şuuru, iman düşüncesi bundan ibarettir.” [1310]             

İbrâhim Milleti; Haniflik

Hz. İbrâhim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine iman edenlere hanifler denir.

Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır. Hanef, dalâletten doğruluğa, çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye de "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl mefhûmu, eğriliği bırakıp, doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile örfte İbrâhim’in (a.s.) milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden, batıl ilanlardan kaçınıp yalnız bir olan Allah'a eğilen " Müvahhid" demektir. [1311]

Hanif'in çoğulu Hünefâdır. Bazı Müfessirler, haniflerin, hacılar, sünnetli olanlar, ananın, mahremlerin nikahını haram tanıyanlar, namazda kıbleye yönelenler, İbrâhim'in dinine uyanlar, anlamlarına geldiğini yazmışlardır. Bunlardan başka Ebû Kilâbe'ye göre: "Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz."[1312] âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına gelir. Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki, bu son iki tarif, birbirine yakındır. Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil, bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir. Bazı açıklamalar için nakledilir.

Din istilahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden İslâm'a meyletmektir. Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak da bununla olur. Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden kurtararak "Allah katında gerçek din İslâm'dır."[1313] âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlâs ile yalnız Allah'a ibâdet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı.

Kur’ân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde, hanifler ise iki yerde zikredilmiştir:

1- (Yahûdi ve hristiyanlar müslümanlara) "Yahûdî veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Hayır, (biz) muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrâhim'in dinindeyiz. O, Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi." [1314]

Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde, hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir. Ancak, yalnız başına zikredildiği yerde ise müslüman manâsına gelmektedir." [1315]

2- "İbrâhim ne bir yahûdî, ne bir hristiyandır. Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi."[1316] Görüldüğü gibi bu âyette hanif kelimesi müslüman mânâsına gelmektedir.

3- "De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrâhim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi." [1317]

4- "İyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid İbrâhim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrâhim’i dost edinmiştir." [1318]

5- "Şüphesiz ki ben, bir müvahhid (Allah'ı bir tanıyan) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim." [1319]

6- "(Şöyle) de: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine İbrâhim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir. O, Allah'a eş koşanlardan değildi." [1320]

7- "Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür, sakın müşriklerden olma." [1321]

8- "Hakikaten İbrâhim (başlı başına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı, (bâtıl dinlerden uzak ve) Hanif (müvahid) bir müslümandı. O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı." [1322]

9- "Sonra (Habibim) sana: ‘Hanif bir müslüman olarak İbrâhim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı’ diye vahyettik." [1323]

10- "O halde (İbrâhim) sen yüzün bir Hanif (müvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilemezler." [1324]

11- "Allah'ın hanifleri (müvahhidleri), ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a şirk/eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir." [1325]

12- "Hâlbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (müvahhidler) olarak, ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi." [1326]

Hadislerde de hanif, hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut hristiyan veya mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?" Sonra Ebu Hüreyre (r.a.); "Allah'ın insanları Hakkı idrâk ve kabule müsait yarattığı aslî fıtratı -ki, İslâm fıtratıdır- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu, İslâm ve Tevhid dini, en doğru bir dindir."[1327] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. [1328]

Bu hadis-i şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu hayatın ve iç, dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının, o din duygusu üzerine kuruluşudur. Bu gerçeği, gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş bulunuyoruz.

Müfessirler, âyet-i kerimedeki "fıtrat"ı, Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki, âyetin gereği budur. Asıl yaradılış demektir. İbn Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri, insanın Allah'ın yarattıklarını fark etmeye, dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir. Bu kabiliyet açıldıkça, kul yaratıcısını bilir ve bulur, şeriattaki güzelliği idrâk eder.

Fıtrî din, İslâm Dinidir, Tevhîd dinidir ve bir Allah'a iman dinidir. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd akidesini tebliğe memur edilmişlerdir. Bu din müsâit olduğu mükemmel gâyeyi ancak son Peygamber’de bulmuştur. Dinleri, ihtivâ ettikleri kaide ve hükmü ile, tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü ıstırâbına ilâç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve mütefekkir, Hak dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez. Diğer dinler, tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini, tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri, güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır. Onun tarihi seyri, bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir.

Bir rivâyette şöyle buyruluyor: "Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım." [1329]

Görüldüğü gibi Allah (c.c.) kullarını birer hanif olarak yaratmıştır. Hanif, Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir, buna muvahhid de denir. Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek, elest bezminde Cenâb-ı Hakk’a verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki, Allah Onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" [1330] buyurdu. Onlar da; "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. İşte bu söz, Allah'ın "İnsanları hanif olarak yarattım" buyurmasının aslını oluşturmaktadır. [1331] 

 

Hanif Dini:  

Hz. İbrâhim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak dine Hanif Dini denir. Hanîf kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz. İbrâhim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur.

Hanîf kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrâhim'le ilgili olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur: "Yahudi ve hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. ‘Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uyarız' de!" [1332]; "İbrâhim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de değildi." [1333]

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efeandimiz’e hanîf olan İbrâhim dinine tâbi olmayı, yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrâhim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi... Şimdi, sana, ‘Doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uy!' diye vahyettik."[1334] Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim" buyurmuştur. [1335]

Peygamber Efendimiz’in nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu câhiliyye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz. İbrâhim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder. Meselâ bunlardan birisi Varaka bin Nevfel idi. [1336] 

İbrâhim’in (a.s) Duâları

Kur’ân-ı Kerim, duâ etmemizi ısrarla tavsiye eder. “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”[1337]; “De ki: ‘Duânız (yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”[1338]; “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilinki, O haddi aşanları sevmez.” [1339]

Kur'ân-ı Kerim, bazı vesilelerle bize nasıl duâ edeceğimizi öğreterek, duâ örnekleri verir. Peygamberlerin duâları, hem onların birer kul olmalarının ve kulluk yaptıklarının göstergesi, hem de kendilerinin örnek alınarak Allah’tan neleri ve nasıl istememiz gerektiğine dair müslümanlara örnek ve rehberliklerdir. Hz. İbrâhim, Allah’a çok şükreden, O’na itaat ve ibâdet eden, O’na teslim olan, kendisini Allah’a adamış, sâlih bir zât olduğu gibi, aynı zamanda bol bol duâ eden biriydi. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[1340] Onun duâları da bize örnek olmalıdır. Kur’an’da İbrâhim’in (a.s.) yaptığı bazı duâlar açıklanarak bize duâ örnekleri verilir. Bunları görelim:

“Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)” [1341]

 

"Ey Rabbim! Burayı (Mekke’yi) emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.” [1342]

 

"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [1343]

 

"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." [1344]

 

"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." [1345]

"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [1346]

 

“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." [1347]

 

"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." [1348]

 

"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." [1349]

 

"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" [1350]

 

"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" [1351]

 

“...Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." [1352] 

 

“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi.” [1353]

 

“...Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." [1354]

 

"Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." [1355]

 

İbrâhim’in (a.s.) tefekkürüne, hayat tarzına ve sözlerine akseden imanî/tevhidî tablo, elbette duâlarında da berrak bir biçimde görülür. Duâ, ubûdiyetin/kulluğun özüdür. Duâ halinde olma, insanın acziyetini kabul ettiğinin ve Allah’tan başka ihtiyaçlarına cevap verecek hiçbir mercî olmadığını anladığının ifadesidir. Nasıl kulluk yapılacağını hayatlarıyla gösteren peygamberlerin duâları da Kur’an’da yer bulur. Bu duâlar, bize nebîlerin neyi nasıl ve ne için istediğini gösterir. Böylece, bize de duânın aslını, usûlünü ve edebini bildirir. İbrâhim’in (a.s.) duâları da, bu anlayışla okunmalı ve üzerinde durulmalıdır. Onun duâlarında, “millet-i İbrâhim”e dâhil olmamızın usûlünü bulmamız mümkündür.

İbrâhim’in (a.s.) hepsi de Rabbinin katında kabul görmüş duâları, değişik sûrelerde zikredilir. İbrâhim sûresinde ise, bu duâların bir kısmı ard arda gelir. Bu İbrâhimî duâların altıncısı ise, bugünün âile ve evlât belâsı çeken insanları için, nuranî bir iksir sunmaktadır. Altı kelimeden oluşan ve kısa meali “Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle” şeklinde verilen bu duâda, o mübârek nebî Rabbine şöyle yakarır: “Rabbi’c’alnî mukîme’s-salâti ve min zürriyyetî,”[1356] Bu kısacık duâ, kısalığına karşılık, geniş ve derin mânâlar barındırır. Bu duânın her bir kelimesi bile, çok anlamlar taşır dünyalarımıza.

İbrâhim, Rabbine yönelişiyle, en başta, bize hep hatırımızda olması gereken ama neredeyse daima unuttuğumuz rubûbiyet-ubûdiyet denklemini hatırlatır. İnsan, tüm kâinatı kuşatan mutlak bir rubûbiyetin sahibi olan; zerreden galaksilere tüm mahlûkatı her an her haliyle terbiye, idare ve tasarrufu altında tutan; bütün yarattıklarının her ihtiyacını görüp onu gereği gibi karşılayan Yüce Allah’a karşı, küllî bir ubûdiyetle yükümlüdür. Öyle bir Rabbin huzurunda terbiye ve idareyi başka ellerde aramak, o kulluğun edebine aykırıdır. İbrâhim (a.s.), daha en başta, Rabbine yönelişiyle bu dersi verir. Tüm kâinatın O’nun tasarrufunda olduğunun, tüm yapılışların ardındaki “câil”in O olduğunun şuuru içinde, kendi matlûbunu ve maksûdunu doğrudan doğruya O’ndan ister.

Matlûbu ve maksûdu ise, Rabbine hep dünyanın fâni yüzüne takılıp kalan nazarlarla yalvaran; O’na yönelmeyi çoğunlukla unuttuğu gibi, hatırladığı anların çoğunda da O’ndan fenâ ve fâni şeyler talep eden bizlere ibretli bir uyarı hükmündedir. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsında istediği şudur: Namaz kılmak! Daha doğrusu, “namazda mukîm olmak.” Çünkü, tüm kâinatı yaratan, tüm evrenin şehâdetiyle mutlak ve küllî rabliğini, gören gözlere gösteren ve bizi rubûbiyete karşı ubûdiyetle/kullukla mukabele edecek bir fıtratla yaratan Rabbimize karşı kulluğumuzun en net, en berrak, en muazzam ifadesi namazdır. O yüzden, bütün nebîler namaz kılmış ve Rasûl-i Ekrem onu “iki gözünün nuru” olarak tanımlamıştır.

Rabbimiz, tüm kâinatın şâhit olduğu devamlı bir rablik sergilediğine göre, böyle devamlı terbiye ve idare karşısında kula yakışan, daimî bir ubûdiyet/kulluk sergilemektir. Kulluğun en berrak, en muazzam ifadesi olan namazı devamlı ve dosdoğru kılmaktır. Zâhiren namaz kılmıyor olduğu anları da, namaz kıldığı anların dünyasına taşıdığı ubûdiyet şuuruyla yaşamaktır. Üzerimizde her an cilvesi görünen bir rubûbiyete karşı, üzerimizde her an bir kulluk tavrı, şuuru ve edebi taşımaktır. Bunun için, İbrâhim “Rabbim, beni namaz kılanlardan eyle” demekle yetinmez. “ Namaz üzere kaaim olma”, “namazda mukîm olma”, “namazı ayakta tutma”, “namazla ayağa kalkma”, “devamlı namaz şuuru üzere olma” duâsında bulunur.

Mânidardır, duâ burada bitmez. Hemen ardından, İbrâhim (a.s.) “ve min zürriyyetî” diyerek, çoluk-çocuğu ile soyundan gelecek olanları da duâsına dâhil eder. Çünkü, yalnız kendisi için yaptığı bir duâ, yalnız kendisi yaşadığı sürece yaşanacaktır. Oysa, İbrâhim şu dünyadan göçüp gitse bile, dünya durduğu müddetçe, rubûbiyet-ubûdiyet denklemi de duracak; Rabbimizin mutlak rubûbiyetine karşı kullarının küllî bir ubûdiyetle mukabele etmesi gerekecektir. Bu noktada, İbrâhim (a.s.) mutlak ve dâimî bir rabliğa karşı devamlı bir kulluğun gereğine inandığı için, yalnız kendisi için namaz duâsı etmekle kalmaz. Kendinden sonra da, zürriyetinin bu kulluğu her dâim sergilemelerini ister.

İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, çift yönlü bir mâhiyet taşır. İbrâhim, bir yanda öncelikle ve bizzat kendisinin namaz üzere olmasını istemektedir. Öte yanda, bununla yetinmeyip âilesi, çoluk-çocuğu, zürriyeti için de aynı şeyi istemektedir. Diğer bir açıdan bakarsak, İbrâhim yalnızca zürriyetinin namazda mukîm olup her ânını kulluk şuuruyla yaşaması duâsında bulunmamakta; bunu evvelâ ve bizzat kendisi için istemektedir. Bu çift yönlü duâ, şu dersi verir: Yalnız kendi kulluğunu düşünüp çoluk-çocuğunun kulluğuna dair bir sorumluluk hissi taşımamak da yanlıştır; yalnız çoluk-çocuğunun kulluğunu düşünüp kendisi o şuurdan uzak yaşamak da. Her iki çaba da, her iki yöneliş de yarımdır, eksiktir, boştur. İnsan, evvelâ ve bizzat kulluk şuuruyla donanmakla; ama aynı zamanda bu bilinci âilesi, evlâdı, zürriyeti ile paylaşmakla yükümlüdür. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, bu zamanın âile ve evlât belâsı taşıyan biz insanlarına muazzam mesajlar taşımaktadır. [1357]   

İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim’in (a.s.) şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [1358]

Üstad Seyyid Kutub, İbrâhim’in (a.s.), “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.

Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.

Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler... Evet, bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.

Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.

Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...

Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır...

Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...

Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler...

Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...

Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.

Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler. [1359]

 

 

İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler

1. Rasûllerin Soyları Korunmuş Değildir: “Bir zamanlar Rabbi, İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince, ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da imamlar/önderler yap Rabbim’ dedi. Yüce Allah: ‘Ahdim zâlimlere erişmez’ buyurdu.” [1360]

Ne Hz. İbrâhim’in ne de bir başka nebînin soyları tamamen korunmuştur. Onların içlerinden de zâlim ve fâsıkların çıkma ihtimali vardır. Sûfi yaklaşımca kabul edilen, nesilden nesle aktarılan Nûr-ı Muhammedî gibi kabuller birçok açıdan sağlıklı bir temele oturmamaktadır. Yaratılışı açıklamak ve Vâcibu’l-Vücud olan Bir’den tüm bu kesretin nasıl vuku bulduğu sorusu üzerinde üretilen sudûr nazariyeleri için de malzeme olarak kullanılan bu yaklaşımın sağlam kaynakları mevcut değildir. Hiçbir soy başlangıçtan günümüze ve yarınlara değin koruma altına alınmamıştır ve seçilmemiştir.       

Özellikle din gibi ümmetin tamamının taşıyacağı bir emâneti biyolojik aktarımın temel olduğu bir anlayışla koruma altına alma çabası sağlıklı olmaz.

 

2. Hangi Gurup Emniyette: “Siz, Allah'ın size hakkında hiçbir hüküm
göndermediği şeyleri Ona şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz
putlardan nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız söyleyin iki gruptan hangisi güvende
olmaya daha lâyıktır?”
[1361]

Mücâdele esnâsında arkasındaki bu gücü hissedebilen mü’minin gösteremeyeceği tavır olamaz. Gücünü bu tanımdan değil de farklı şeylerden alan her şahıs ise dayandığı o fânîlerin gücü miktarınca kendini emniyette hissetmelidir.

 

3. Hicret Berekettir: "... Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haremin'in
yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısminin gönüllerini
onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara nzık ver...."
[1362]

Allah için ortaya konan her tavrın bereketleneceği muhakkaktır. Ot bitmeyen bir kum yığını diye tanımlanan Mekke arâzisi de bir mü’minin hicreti ve duâsıyla bereketlenen zeminlerin efendisidir. Mekânlara ve zamanlara anlam/değer kazandıran şâhit oldukları kulluk pratikleridir. Kök salınan, alışılmış olan, sevilenlerden; bilinmeyen, riskler taşıyan ve her şeyden öte gayb olana sırf Allah için yönelebilmenin bereketidir Mekke'de, Medine'de ve tüm hicret mekânlarında şâhit olduğumuz.

 

4. Allah ve Mü’minler Katında Anılmak: “Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle.” [1363]

Rasûlün ağzından dökülen bu duâ bir şöhret isteği değildir. Rabbi katında saygın bir yere sahip olanın başka bir yerde fazladan bir statüye ihtiyacı da olamaz. Ancak, dâvâ kardeşleri ve o kervanın yolcuları arasında hatırlanmanın bir Rasûl için bile önemli bir nimet olduğunu da inkâr edemeyiz. Yoksa bu talep, nesillerin dilinde yer etmek için, o sâikle yapılan ameller ve verilen bir mücâdeleyi anlatmaz bize. Çünkü bu, şirkin bir çeşidi olurdu. Bizler de adımızın, Tevhid tarihinde yüceltilmesini Rabbimizden niyaz ederiz.

5. Kurban: "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Yavrucuğum rüyada seni boğazladığımı (kurban ettiğimi) görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevâben: ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun’ dedi. Her ikisi de teslim olup onu alnı üzerine yatırınca; ‘Ey İbrâhim! Rüyayı doğruladın Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü bu gerçekten çok açık bir imtihandır’ dedik. Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik...." [1364]

En düşkün olduklarımızdan, en sevdiğimiz için vazgeçtiğimiz an... Dinin en çok lezzetine varılan an. “Sadece Senin için veririm, başka hiçbir şey için bu bedeli vermem!” dediğimiz an. İşte o an yani kurbanımızı O’na takdim ettiğimiz an. Bu anlamda ve seviyede verilen kurbanda asla riyâ olmaz. Duygu ve düşüncelerde saklı ve O’nun rızâsı öncesine geçen bir art niyet gizlenemez. Çünkü o an arkasına gizlenilecek herhangi bir şey de kalmamıştır. Bir ömür beklenip sonunda mûcize olarak kavuşulan bir sevginin, o en büyük sevgi adına fedâsı. Kalpteki en ufak bir pıhtı büyüklüğündeki farklı bir niyetin dahi temizlendiği son gönül operasyonu. Gönlümüzde hiçbir şeyin sevgisinin önü alınamaz şekilde ve O’na gölge yapıcı tarzda boy atmasına izin vermemeliyiz.

 

6. Hz. İbrâhim ve Putlar: "Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sora
putlarınıza bir oyun oynayacağım.  Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız
onların büyüğünü bıraktı. Belki ona mürâcaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir’ dediler. Bir kısmı; ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. ‘O halde onu hemen insanların gözü önüne getirin!’ dediler. ‘Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. O, ‘belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun eğer konuşuyorlarsa’ dedi. Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp ‘biz zâlim insanların kendisiyiz’ dediler. Sonra tekrar eski tartışmalara döndüler: ‘Sen bunların konuşmayacaklarını pekâlâ biliyorsun’ dediler."
[1365]

Müşriklerin kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi öğeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasûllerin topluluklar önünde ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek, onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir (Hz. Mûsâ'nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi).

Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan ne duâlarına cevap verebilen
bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek bir zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz.
İbrâhim'in put kırışı. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle sıfatlamışlardır.  Ancak bu düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyyenin pratiklerine “dur!” denilir ve sâlim kafayla insanların vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şâhit olabiliriz. Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrâhimî eylem halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da bundan ötesini getirmemektedir. Bu amelle, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve eylemsel dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, İbrâhimî bu örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek durumundadır.

 

7. Toplum Parçalanırken Takınılan Üslûp: "Bir zaman o babasına dedi ki:
‘Babacığım! Duymayan görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin
taparsın? Babacığım! Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyle ise bana uy ki,
seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Çünkü şeytan çok merhametli
olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını
olmandan korkuyorum.’ Babası: ‘Ey İbrâhim!’ dedi; ‘Sen, benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzak dur.’
İbrâhim: ‘Selâm sana’ dedi; ‘Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana
çok lütufkârdır."
[1366]; “Dediler ki biz babalarımızı bunlara tapar kimseler
olarak bulduk.’ ‘Doğrusu’ dedi; ‘Siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindeymişsiniz."

[1367]; "İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama ister siz, ister önceki atalarınız olsun, neye
taptığınızı düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır..."
[1368]

Vahiy, muhâtap olduğu câhilî değerlere göre yapılanmış toplumlarda parçalayıcı
bir etkiye sahiptir. Bu kırılma anlarında bile İbrâhim’in (a.s.) babasıyla ilişkilerinde gösterilen hassâsiyetten ders alınmalıdır. İlişkilerin, karşı tarafın zulmünden dolayı koptuğu aşamada bile muhâtabın hidâyeti ve (ve hidâyeti gerçekleşecekse) bağışlanması için duâ eden bir dil ve tavır, nefse zor gelen, ama bir o kadar güçlü bir imana sahip insanın üslûbudur.

8. İlâhî Emirler Karşısında Tek Sözümüz “Lebbeyk”: “Rabbi ona ‘İslâm ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” [1369]

Mü’min bir ağza İlâhî emirler karşısında tek yakışan şey “Lebbeyk”dir. İlâhî lutuflar ve emirler karşısında itiraz eden; teslimiyet ve itaat yerine nefsinin hevâsını ve arzularını koyan beşer tipi eleştirilmiştir. Çünkü bu duruş, kulluktan öte bir tarzdır. [1370]  

İbrâhimî Duruş

Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.

Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler.  Putlar,  ibâdet edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.” [1371]

Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” [1372]

Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.

Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [1373] diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.

Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." [1374]

Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” [1375]

İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.

İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” [1376] Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”[1377] Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” [1378] 

Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim’in (a.s.) en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” [1379]

Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”; “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.

Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.

Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[1380]; “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.” [1381]

Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[1382] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”[1383] Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir. [1384]

“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”[1385] Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rabların hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”[1386] Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.

Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir. [1387]  

           

"O'nda Güzel Örnekler Vardır" 

 

"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." [1388]

Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ’dan (s.a.s.) başka sadece Hz. İbrâhim’in adını verir.[1389] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.

Allah, Hz. İbrâhim’i mü’minlere örnek olarak gösterdiğine göre, acaba bu örnek insanın temel özellikleri nelerdir? Kur’ân-ı Kerim’den Hz. İbrâhim’in en temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

Nûh’un milletinden [1390]

Seçilmiş önder, elçi, peygamber [1391]

Yalnızca Allah’tan korkan [1392]

Muvahhid ve tek başına bir ümmet [1393]

Hanîf (Allah’ı bir tanıyan muvahhid ve O’na yönelen müslüman) [1394]

Allah’ın dostu [1395]

Allah’a itaat ve ibâdet eden [1396]

Doğru yolda olan [1397]

Kitap verilen [1398]

Hikmet sahibi [1399]

Delil verilen [1400]

İlim sahibi [1401]

Rüşd sahibi [1402]

Akıl yürüten ve aklı en iyi şekilde, gerçeği aramada kullanan [1403]

Mutmain olmak isteyen [1404]

İyi bir tartışmacı [1405]

Kendisini Allah’a vermiş [1406]

Sâlihlerden [1407]

Şükredici [1408]

Denenmiş, imtihanlardan başarıyla çıkmış [1409]

Duâ eden [1410]

Düşünen ve düşünmeye dâvet eden [1411]

Neslini düşünen [1412]

Âhiret yurdunu düşünen [1413]

İyi davranan [1414]

Kuvvetli [1415]

Basîretli [1416]

İhlâslı [1417]

Sabırlı [1418]

Ümit dolu [1419]

Yumuşak huylu [1420]

Kalb-i selîm sahibi [1421]

Ahde vefâlı [1422]

İnsanlara güzel örnek [1423]

Müslüman, müşriklerden olmayan [1424]

Allah’ın düşmanlarını velî/dost edinmeyen, onlardan kopup uzaklaşan [1425]

Allah’ın rahmetini kazanmış [1426]

Derecesi yüksek [1427]

Kendisine güzellik ve mükâfat verilmiş. [1428]

Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan  önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahsî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.   

  

İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.

Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.       

Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.

Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim’in (a.s.) üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.

Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır. [1429] 

 

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [1430]

Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.

"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[1431] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de  hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.   

İbrâhim’i (a.s.) örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir.

Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir.

Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir.

Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.

İbrâhim olup sevdiğimizi, İsmâil olup nefsimizi Allah'a adama bilinci, tavsiyesi ve duâsıyla...

"İbrâhîm

İçimdeki putları devir

Elindeki baltayla

Kırılan putların yerine

Yenilerini koyan kim?

Güneş buzdan evimi yıktı

Koca buzlar düştü

Putların boyunları kırıldı

İbrâhîm

Güneşi evime sokan kim?" [1432] 

“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i

Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” [1433]

“Eğer âşık isen yâre

Sakın aldanma ağyâre

Gir İbrâhim gibi nâre

Bu gülşende yanar olmaz.” [1434]

Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" [1435]

"Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" [1436]

 

Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A-  Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhîm İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (69 yerde): 2/Bakara, 124, 125, 125, 126, 127, 130, 132, 133, 135, 136, 140, 258, 258, 258, 260;  3/Âl-i İmrân, 33, 65, 67, 68, 84, 95, 97;  4/Nisâ, 54, 125, 125, 163;  6/En’âm, 74, 75, 83, 161;  9/Tevbe, 70, 114, 114;  11/Hûd, 69, 74, 75, 76;  12/Yûsuf, 6, 38;  14/İbrâhim, 35;  15/Hicr, 51;  16/Nahl, 120, 123;  19/Meryem, 41, 46, 58;  21/Enbiyâ, 51, 60, 62, 69;  22/Hacc, 26, 43, 78;  26/Şuarâ, 69; 29/Ankebût, 16, 31; 33/Ahzâb, 7;  37/Sâffât, 83, 104, 109;  38/Sâd, 45;  42/Şûrâ, 13;  43/Zuhruf, 26;  51/Zâriyât, 24;  53/Necm, 37;  57/Hadîd, 26;  60/Mümtehıne, 4, 4;  87/A'lâ, 19.

B-  İbrâhim (a.s.)’in Şahsiyeti, Hayatı ve Peygamberliği

a-   İbrâhim (a.s.) Hayatını ve Kıssasını Anlatan Âyetler: 6/En’âm, 74-84; 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60;     19/Meryem, 42-50; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 69-104; 29/Ankebût, 16-18, 24-27; 37/Sâffât, 83-113.

 b- İbrâhim (a.s.)’e Peygamberlik Verilmiştir: 2/Bakara, 124, 130; 4/Nisâ, 163; 16/Nahl, 121, 122; 21/Enbiyâ, 51; 38/Sâd, 45-47; 57/Hadîd, 26.

c-   İbrâhim (a.s.)’in Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-132; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 41; 37/Sâffât, 100-107.

d-  İbrâhim Milleti/Dini: 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/EN’âm, 161; 16/Nahl, 120,    123.

e-   İbrâhim (a.s.) Nûh (a.s.)’un Dini Üzereydi: 37/Sâffât, 83-84.

f-    İbrâhim (a.s.)’in, İnsanlar Arasında Hükmedecek Mevkî İstemesi: 26/Şuarâ, 83.

g-   Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.

h-   Meleklerin Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hicr,   57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.

i-   İbrâhim (a.s.)’in, Yakîn İlme Sahip Olması: 6/En’âm, 75.

j-   İbrâhim (a.s.)’in Neslinden Peygamberler Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 108-113; 57/Hadîd, 26.

k-  İbrâhim (a.s.)’in Karı-Koca İhtiyar Olmalarına Rağmen, Melekler Tarafından İshak ve Torunu Ya’kub ile Müjdelenmesi: 11/Hûd, 69-73; 15/Hıcr, 51-55; 19/Meryem, 49-50; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 112-113; 51/Zâriyât, 24-30.

l-   İbrâhim (a.s.)’e, İsmâil ve İshak’ın Verilmesi: 14/İbrâhim, 39; 29/Ankebût, 27.

m- İbrâhim (a.s.)’in, Peygamberimiz İçin Duâsı: 2/Bakara, 129.

n-  İbrâhim (a.s.)’in, Hz. İsmâil’i Kurban Etmek İstemesi ve Allah’ın İmtihanı: 37/Sâffât, 100-107.

o-  İbrâhim (a.s.)’in , Kâbe’yi İnşâsı: 2/Bakara, 127.

p-  Makam-ı İbrâhim: 2/Bakara, 125.

r-   İbrâhim (a.s.)’in, Mekke Hakkındaki Duâsı: 14/İbrâhim, 35.

s-   İbrâhim (a.s.)’in, Hz. Hâcer ve İsmâil’i Mekke’ye Götürüp Bırakması: 14/İbrâhim, 37.

t-   İbrâhim (a.s.)’in, İnsanları Hacca Dâvetle Emrolunması: 22/Hacc, 27-29.

u-  İbrâhim (a.s.)’in, Kendisi, Ana-Babası ve Mü’minler İçin Duâsı: 14/İbrâhim, 41; 26/Şuarâ, 83-87.

v-  İbrâhim (a.s.)’in, Dirilme Hakkında Merakı: 2/Bakara, 260.

y-  Allah’ın İbrâhim (a.s.)’i Dost Edinmesi: 4/Nisâ, 125.

z-  Yahûdi ve Hıristiyanların İbrâhim (a.s.) İçin Çekişmeleri: 3/Âl-i İmrân, 65-67.

C-  İbrâhim’in Dâvet Görevi ve Tevhid Mücâdelesi

a-   İbrâhim (a.s.)’in Atası Âzer’e Dâveti ve Gördüğü Tepki: 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4.

b- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27.

c-  İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Karşı Akıl Yolu İle Allah’ı Arayıp İspat Etmesi: 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82.

d-  İbrâhim (a.s.)’in Kavmiyle Münâzarası: 6/En’âm, 80-83; 26/Şuarâ, 70-82; 37/Sâffât, 88-96.

e-  İbrâhim (a.s.)’in Kavminin Putlarını Kırması ve Gördüğü Tepki: 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97.

f-  İbrâhim (a.s.)’in, Kâbe’yi Putlardan Temizlemesi: 22/Hacc, 26.

g-  İbrâhim (a.s.)’in, Nemrut ile Münâzarası: 2/Bakara, 258.

h-  Nemrut’un Tanrılık İddiâsı: 2/Bakara, 258.

i-  İbrâhim (a.s.)’in Nemrut Tarafından Ateşe Atılması: 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98.

j-  Nemrut’un Ölümü/Helâkı: 21/Enbiyâ, 70.

Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları

Buhârî; Tefsir 26; Enbiyâ 8; Nikâh 12, Salât 1, Tevhîd 19, 24, 37; Hac 54, Büyû' 53, Cihad 71, 74; İ'tisâm 16, 100; Hîbe 28, 36; Libâs 68; Rikak 45, 51; Deavât 31, 32. 

Müslim, İman 259, 263, 264, 270, 272, 278; Fezâil 150, 151, 154.

Tirmizî; Tefsîr 21/3
Ebû Dâvud; Talak 16.

                                                                              

 

 

 

 

L Û T   (A. S.)   V E   H O M O S E K S Ü E L   K A V M İ

                              

 

  • Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
  • Tevrat’a Göre Hz. Lût
  • Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta
  • Lût Kavmi ve Altı Üstüne Getirilen Şehir
  • Livâta/Homoseksüellik
  • Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi
  • Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi
  • Lût Gölü
  • Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût
  • Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
  • Lût Kavmi ve Günümüz
  • Tefsirlerden İktibaslar

               

 

 

“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?

Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.

Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.

Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.

Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak günahkârların sonu nasıl oldu!” [1437]

 

 

Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi

 

Lût (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de geçen peygamberlerden biridir. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in kardeşi Hârân'ın oğludur. (İslâmî kaynaklarda soy kütüğü Tarah oğlu Hârân oğlu Lût şeklinde geçmektedir.) Lût (a.s.), İbrâhim (a.s.) ile birlikte Harran'dan Filistin'e göç etti. Burada kıtlık baş gösterince Lût ve İbrâhim (a.s.) beraberce Mısır'a gittiler. Bir süre sonra Mısır kralının verdiği mal ve sürüleri yanlarına alarak birlikte tekrar Filistin'e döndüler. Zamanla yerleştikleri bölge, sürülerini almaz oldu. Hz. Lût bunun üzerine, amcası İbrâhim’in (a.s.) bölgesinden ayrılıp Sedom şehrine yerleşti. Daha sonra bu şehre peygamber olarak gönderildi. Sedomlular bozuk ahlâklı, kötü niyetli insanlar idi. Yol keserler, yolcuların elinde avucunda ne varsa alırlardı.

Sedom halkı dünyada daha önce kimsenin yapmadığı sapık işleri, ahlâksızlıkları yapıyor, eşcinsel davranışlarda bulunuyor, azgınlıkta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Hz. Lût, kavmini doğru yola dâvet ettiyse de aldırmadılar. Yaptıkları kötü işleri devam ettirdiler. Karısı da Lût’a (a.s.) inanmayanlardandı.

Hz. Lût, "âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz" [1438]; "Evet, siz câhil bir milletsiniz" [1439]; "yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"[1440] diyerek onları doğru yola dâvet etti, içinde bulundukları dalâlet ve cehâletten kurtarmaya çalıştı.

Hz. Lût'un yaptığı ikazlara aldırmayan Lût kavmi de peygamberi yalanladı. Kardeşleri Lût onlara; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz azmış bir milletsiniz!" dedi.[1441] Bunun üzerine kavmi de ona cevâben. "Ey Lût! Bu sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka kovulacaksın!" [1442]; “Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir!” [1443] diyerek Hz. Lût ve kendisine inananlarla alay ettiler ve şehirden çıkarmak istediler.[1444] Lût Peygamber, kavminin azgınlıklarına karşı Allah'tan yardım istedi: "Rabbim şu bozguncu kavme karşı bana yardım et" [1445]; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar" [1446] diye duâ etti.

Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Lût'un öğütlerine ve dâvetine uymayan kavmini yok etmek üzere "elçiler" (melekler) görevlendirdi. Melekler, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar ve orada Hz. Lût'un kavmini cezâlandırmak üzere geldiklerini söylediler. "Biz şüphesiz suçlu bir millete gönderildik. Lût'un ailesi (Hz. Lût'a inananlar) bunun dışındadır. Karısı hâriç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk."[1447]; "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir. İbrâhim: ‘Ama Lût oradadır’ dedi. Elçiler (melekler): ‘Biz orada olanları daha iyi biliriz, onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında âilesini kurtaracağız’ dediler." [1448]

Melekler, Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan sonra Hz. Lût'un bulunduğu Sedom şehrine geldiler. Melekler gelince, Hz. Lût onları tanıyamadı. Melekler ona: "Biz sadece şüphe edip durdukları azâbı getirdik, sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." [1449] diyerek kendilerini tanıttılar. Melekler geldiğinde Hz. Lût çok sıkıldı. "Bu çetin bir gündür!" [1450] dedi. Sıkılma sebebi, melekleri insan zannetmesi idi. Çünkü melekler genç ve yakışıklı erkekler sûretinde gelmişlerdi. Hz. Lût, kavminin yaptığı ahlâksız hareketleri ve kötü huylarını biliyordu. Korkusu bundandı. Misafirlerin geldiğini duyan "şehir halkı sevinerek geldiler." [1451]

"Lût'un konukları olan melekleri elde etmeye (onlara tecâvüz etmeye) kalkıştılar." [1452] "Hz. Lût onlara: ‘Bunlar benim konuklarımdır; onlara karşı beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun, beni utandırmayın’ dedi." Misafirlere dokunulmaması için, “Ey kavmim, işte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir (size nikâhlayabilirim). Konuklarımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?’ dedi” [1453]. Sedom halkı sapıklıktan başka bir şey düşünmüyordu. "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" [1454] diyerek bunu reddettiler. Hz. Lût, bu defa: "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam" dedi.[1455] Hz. Lût iyice sıkılmıştı. Bunun üzerine melekler; "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler" [1456] diyerek kimliklerini açıkladılar ve onu teselli ettiler.

Artık Allah Teâlâ'nın Lût kavmine takdir ettiği azâbın vakti gelmişti. Melekler, Hz. Lût’a: "Geceleyin bir ara, âilenle beraber yola çık. Karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelenler onun başına da gelecektir. Vâdeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?"[1457]; "Bu kasaba halkının yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten elbette bir azap indireceğiz"[1458] dediler. Sabahleyin Sedom müthiş bir zelzele ile sarsıldı. Halkın üzerine kime isâbet edeceği yazılı taşlar yağdırıldı. Böylece ahlâksızlıklarının cezâsını görmüş oldular. [1459]

Bundan sonrası da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:

“Buyurduğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik; üzerine de Rabbinin katından işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar zâlimlerden hiç bir zaman uzak olmayacaktır.” [1460]

“Tanyeri ağarırken çığlık onları yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik; üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” [1461]

“Bunun üzerine onu (Lût'u) ve âilesini kurtardık. Yalnız karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geride kalanların üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin (azap) yağmuru ne kötü idi!” [1462]

“Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azap başlarına geldi. Azâbımı ve uyarılarımı dinlememenin sonucunu tadın!’ dedik.” [1463]

Görüldüğü gibi, Lût'un kıssasındaki en büyük özellik onun eşcinsellikle yaptığı mücâdeledir. Eşcinsellik İslâm'da en büyük günahlar arasındadır. Eşcinselliğe livâta denmesi, bu çirkin fiili ilk olarak bu kavmin işlemesinden dolayıdır. Yine görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim, bu iğrenç fiili yapanları kınamakta ve fâillerinin dünya ve âhirette büyük azap göreceklerini ifâde etmektedir. [1464]

Bazıları Lût kavminin yaptığı çirkin fiil olan homoseksüelliğe “Lûtîlik” demektedirler. Bu ifâde, maalesef bazı tefsir ve meallere bile girmiş, genel kabul görmüştür. Hâlbuki Lûtîlik, Lût’a (a.s.) âit olan, onun yaptığı şey anlamına gelir. Dolayısıyla bu pis işle en büyük mücâdeleyi veren bir peygambere, farkında ve bilincinde olunmasa da büyük bir iftirâ atılmış olunur. Bir müslüman bu fiile kesinlikle lûtîlik dememeli, Lût kavmine nisbetle livâta veya homoseksüellik, eşcinsellik, oğlancılık gibi ifâdeleri tercih etmelidir.    

Lût’un (a.s.) kavminin yaşadığı ve sonra helâk oldukları topraklar Kur'ân-ı Kerim’de alt-üst olan memleket mânâsına gelen ''El-mü'tefikât'' şeklinde zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynarsular fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lût Gölü adıyla anılmaktadır. Yahûdi kaynaklarında ise bu belde (Sodom) ismiyle geçmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhim (a.s.) anlatılırken, Hz. İb­râhim'e iman edenlerden biri olarak Lût'un ismi geçer. "Bunun üzerine Lût ona inandı." [1465] Bu âyetten Hz. İbrâhim ile Hz. Lût'un aynı kavimde ya­şadığı ve Lût'un Hz. İbrâhim'e tâbi olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Lût kavmini helâk için gelen meleklerin Hz. İb­râhim'e de uğraması her ikisinin de yakın coğrafyalarda rasullükle vazifeli olduklarını gösteriyor.

Kur’an, Lût’un (a.s.) yaşadığı yerin câhiliyye Arapları ta­rafından gerçekleştirilen ticaret kervanlarının yolu üze­rinde olduğunu şu ayette anlatır: "Siz sabah akşam, onlann yaşadıkları yerlerden geçmektesiniz. Düşünmeye­cek misiniz?" [1466]; “O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” [1467]

Tevrat'ta Lût'un yaşadığı yerler olarak Sodom ve Gomorra kentlerinin isimleri verilir. Sodom ve Gomorra diye belirtilen yerler bugünkü Ürdün'ün sınırları içindedir.

Lût kavmi, şimdi Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda ya­şamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre Lût kavmi Ölü Deniz’e yakın yerlerde ya da tamamıyla suyun altında kalmış olan Sodom şehrinde yaşamlarını sürdürmekteydi. [1468]

Hz. İbrâhim'in bunca yıl tevhid uğruna verdiği mücâ­delenin sonunda iman edenlerden sadece Lût’u (a.s.) gör­mekteyiz. Lût (a.s.) aynı zamanda İbrâhim’in (a.s.) yeğeni (kardeşinin oğlu) idi. Lût, İbrâhim (a.s.) ile birlikte Irak'tan çı­kıp, bir süre Suriye, Filistin ve Mısırda kalmıştı. Vaaz ve tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra hakka dâvetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra Cenâb-ı Allah tarafından peygamberlik makamına getirilince 'Lût kav­mi' ismiyle meşhur olan, en bozuk ahlâka sahip ve adâlet­sizliğin son haddine ulaşmış bir milletin ıslahına memur edildi. [1469]

Lût (a.s.), âdeta İbrâhim’e (a.s.) yardımcı olmak için bu göreve getirilmişti. İbrâhim ile yeğeni Lût hicret ettikleri zaman Lût, Şam ve Ürdün civarına yerleştirildi. Kur'an'ın ifâdesine göre Lût'un mensup olduğu millet onu yalanla­yıp karşı çıktığı için o millete 'Mü'tefikât (yalancılar, altı üstüne getirilmiş toplum) adı verilmişti. Bu toplum öyle bir iş yapmaya kalkışmıştı ki beşeriyet tarihinde asla benzeri görülmemişti.

Tarihî süreç içerisinde her toplum çeşitli şekillerde ya­şam standartlarına sahip olmuş ve peygamberlerini yalan­lamaya kalkışmışlardı. Ama Lût kavminin sapıklığı ve kompleksi daha başkaydı. Bu azgın ka­vim, ilk defa yeryüzüne tüm toplum olarak eşcinsellik ve homoseksüellik ci­nâyetini getirmekteydi. Bu beyinsiz herifler, üstelik bu çir­kin fiili gizli-saklı da yapmıyorlardı. Alenen ve herkese açık bir şekilde icrâ etmekteydiler. Mevdûdi onla­rın bu çirkefliğini şöyle izah ediyor:

Aslında Lût kavminin yakalandığı illet, çok eski çağ­lardan beri insanlar arasında süregelmektedir. Homosek­süellik veya eşcinsellik gibi kötü bir fiil, Lût kavminde çok yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yüceltilmiştir. Bu hususta bir eksiklik kalmışsa bunu da bugünkü Avru­pa ve Amerika tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve geliş­miş olarak bilinen batı medeniyetsizliğinde olabildiğine yaygınlaşmıştır. Bunun yasallaşması için büyük çabalar harcandı.

Lût kavmi, toplantılarda birbirlerinden çekinmeyerek (utanmayarak) oralarını buralarını rahatlıkla açabiliyorlar­dı. Edep ve hayâ denen duygudan eser kalmamıştı (Tıpkı günümüzün medenî(!) toplumlarında olduğu gibi). Lût (a.s.) bu kavme “gelin bu çirkin davranışlardan vazgeçin, Allah'ı birleyin, müslaman olun. Yoksa Allah size yakın­da azâbını gönderir” dedi, onlar, “eğer doğru söylüyorsan, o dediğin azâbı getir de görelim!” diyorlardı.

Bu derece şehvetperesliğe mübtelâ olmuş bu azgın toplum, Lût (a.s.)'a gelen melekleri güzel delikanlı kılığında görerek onun evine hücum ederek evini kuşatmışlardı. [1470] Bu derece vahşileşmiş, nasihat ve öğüt dinlemekten uzak ve peygamberlerini tekzib etmekte kararlı olan bu kavme artık hak edecekleri cezâyı vermenin zamanı gelmişti.  "Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberi inkâr eden mücrimlerin sonu nasıl oldu?" [1471]

 

Tarihî kalıntılara bakıldığında görülecektir ki Allah'a isyan bayrağını çeken ve defalarca elçiler ve vârisleri ta­rafından hatırlatıldığı halde zulüm ve isyankârlıklarına devam eden bir toplumu Yüce Allah topyekün helâk etmiştir. Allah'ın azâbı hiç bir zaman zâlimlerden ve müstekbirlerden uzak değildir, her an için onların başına yağabilir. [1472]

Lût kavminin kıssası, bize fıtratın rayından çıkmasının onlara has bir örneğini göstermekte ve öteki kıssaların mihverini teşkil eden ulûhiyet ve tevhid meselesinden başka yeni bir meseleden bahsetmekte­dir. Gerçi, hakikatte söz konusu mesele, ulûhiyet ve tevhid konusundan uzak değildir. Zira tek Allah'a inanmak, O’nun nizam ve kanunla­rına teslim olmaya götürür. İlâhî âdet, beşeriyetin erkek ve kadından meydana gelmesini gerektirmiş, tek nefsi biribiriyle tamamlamak üze­re iki parçaya ayırmış, beşer cinsinin doğum yoluyla varlığını sürdürmesini dilemiş, doğumu da erkekle kadının birleşmesi sonucu vu­ku bulacak şekilde irâde eylemişti... İşte onları, bu irâde gereğince bir­leşmeye ve bu yoldan üremeye elverişli durumda yarattı. Rûhen ve be­denen birleşme yeteneğine bağladı.

Fakat Allah Teâlâ kadın ve erkeğin vücutlarını, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için gerekli olan tabîî fonksiyonu ye­rine gelirebilmelerine müsâit bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı bir yapıda yarattığı halde, Lût kavmi kadınları bırakarak şehvetle er­keklere yönelme gibi çirkin bir fiili işlemiş, bununla da kalmayarak bu tiksinti verici fiili ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkarmış ve bu iğrenç eyle­me yasal bir statü vermeyi başarmıştır. Oysa onların Allah'ın koydu­ğu İlâhî nizama uymaları ve gereğince amel etmeleri gerekirdi. Allah Teâlâ'nın koyduğu İlâhî nizamı anlamak ve gereğince amel etmek, Al­lah Teâlâ’ya, hikmetine, tedbir ve takdirindeki güzelliğe inanmaya bağlıdır. Bu noktadan hareket edilince Lût kavminin fıtratındaki sapık­lığın inanç buhrânından ileri geldiği görülür.

Demek oluyor ki Lût (a.s.) da kendinden önce geçen peygamberlerin izinden giderek öncelikle kavminin inanç noktasındaki sapıklıklarını düzeltmek, yani onları tevhid dinine dâvet etmek İçin çaba sarfetmiştir. Buna bağlı olarak da onları Allah'ın koyduğu prensiplere uymaya dâvet etmiştir. [1473]

Kaynaklarda. Lût'un ya­şadığı yer ve çevresinin altının üstüne ge­tirilmesi sebebiyle "mü'tefikât” diye adlandırıldığı belirtilmektedir. [1474] 

 

Şeyh Tantâvî, Dr. Ulbrapt'ın Sodom ve Gomorra kentlerinin bulun­duğu sanılan Ürdün Vâdisi ve Ölü Deniz kıyılarında yaptığı araştırmalar sonucunda kıssanın bütün ayrıntılarıyla doğruluğunu saptayan kanıtlar bulduğunu bir makaleye dayanarak yazmaktadır.

Tekvîn Kitâb'ı'nın 19/26'da Lût'un, belâ inecek olan kentten kurtul­mak için âile efrâdını çıkardığı, karısının ardına bakıp bir tuz direği haline geldiği yazılıdır. Bu makaleye göre: Dr. Ulbrapt'ın bulduğu, bundan dört bin yıl öncesine âit olan belgeler, o sıralarda bu bölgede bir medeniyetin bulunduğunu gösterir.

Tevrat'ın yazdığına göre beş kentin kralı, komşu ülke krallarıyla sa­vaşmak için sefere çıkar. Dört kral düşmanını yener; Sodom'da oturan Lût'un malını mülkünü elinden alır, adamlarını da öldürür. Olayı duyan Hz. İbrâhîm, 318 adamıyla Lût'a yardıma gelir. Saldırganları yenip Lût ailesini ve mallarını onlardan kurtarır. Bu rivayete göre Sodom ve Gomorra kralları, Sedim Çukurunda öldürülür ki burada çok kırmızı kuyu (krater) vardı. Bilindiği gibi kırmızı kuyular, fışkırmağa hazır kraterlerdi. [1475]

Sanıyoruz ki gökten kükürt ve ateş yağdırılması, fışkıran lavların ve kükürtlü dumanların bu kentleri basıp örtmesine işarettir. 27/Neml, 58. âyette Lût kavminin, başlarına yağdırılan kötü bir yağmurla helâk edildikleri bildirilmektedir. 15/Hicr, 74. âyette Lût kavminin başına pişmiş çamurdan bir taş yağmuru yağdırıldığı anlatılmaktadır. Tekvîn: 13/8-12. âyetlerine göre Lût kavminin başına kükürt ve ateş yağdırılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in bu yağmuru, pişmiş taş yağmuru şeklinde nitelendirmesi, bu yağmurun yerden fışkırıp kentin üzerine düşen yanardağ lavları, kükürtlü dumanları olduğunu anımsatmaktadır. Çünkü ateş halinde düşen bu lavlar soğuyunca taş oluverir. [1476]

 

 

 

 

Tevrat’a Göre Hz. Lût

Lût (a.s.) Tevrat’ta Terah’ın çocuklarından Haran’ın oğlu ve İbrâhim’in yeğeni olarak gösterilir. İslâm öncesi Arap toplumunda bilinmeyen lût kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce olduğu ileri sürülmektedir. [1477]

Haran Ur şehrinde öldükten sonra Terah, oğlu İbrâhim'i, gelini Sâre'yi ve torunu Lüt'u ala­rak Harran'a gelmiş. Terah Harran'da öl­dükten sonra Hz. İbrâhim yeğeniyle bir­likte Ken'ân diyarına gitmiştir.[1478] Lût, İbrâhim'in Mısır yolcu­luğuna da katılmış,[1479] Ölü­ Deniz (Lût gölü) yazmalarından Genesis Apocryphon'a göre Firavun'un görevli­lerine karşı İbrâhim'in sözcülüğünü yap­mış, pek çok mülk edinmiş ve orada ev­lenmiştir.[1480] Mı­sır'dan tekrar Ken’ân diyarına dönen Hz. İbrâhim ile Lût'un çok miktarda koyun ve sığır sürüleri vardı. Buna karşılık bölgede az sayıda kuyu bulunduğu için adamları arasında tartışmalar çıkınca Lüt onlardan ayrılarak verimli Erden havzasına yönel­miş ve Sodom çevresinde (günümüzde Ölüdeniz'in güneyindeki Usdum tepesi ci­varında) çadırlarını kurmuştur. Erden havzasındaki Sodom Gomore (Gomorre = Gomerrhe). Adma, Tseboim ve Bela şehir­lerinin halkı Elam Kralı Kedorlaomer'e is­yan edip yenilince Lût da esir alınmış, an­cak yeğeniyle ilgisini kesmeyen İbrâhim tarafından kurtarılmıştır. [1481]

Tevrat'a göre Sodom halkı Rabb'e karşı günahkârdır; orada her türlü ahlâksızlık, özellikle de cinsî sapıklık yaygındır.[1482] Bunları cezâlandırmakla görevli me­lekler insan sûretine girip misafir olarak İbrâhim'e gelirler. Tanrı, Sodom ve Gomore'nin günahının çok ağır olduğunu ve helâk edileceklerini bildirir; İbrâhim ise oradaki iyi insanların hatırına bu kararın gerçekleşmemesi için yalvarınca kendisi­ne eğer on iyi kişi varsa oranın helâk edil­meyeceği vaad edilir, ancak on kişi bile bu­lunamaz. Akşam vakti Sodom'a varan iki melek, şehrin kapısında oturan Lût'un dâveti üzerine ona misafir olurlar. Halk evin çevresini sararak Lût’tan misafirle­rini kendilerine teslim etmesini ister. Lût ise her istenileni yapabileceğini, hatta kızlarını kendilerine teslim etmek sûre­tiyle fedâ edebileceğini, ancak misafirle­rini vermeyeceğini söyler. Halk Lût'u teh­dit ederek kapıyı kırmaya kalkışınca me­lekler müdâhale ederek Lût'u içeriye alır ve dışarıdakileri evin kapısını bulamaya­cak şekilde kör ederler.

Melekler Lüt'a şehri harap edecekleri­ni, aile fertlerini alıp burayı terk etmesini bildirirler. Lût ağır davranınca melekler karısını ve iki kızını şehrin dışına bırakır­lar; onlara arkalarına bakmadan dağa kaçmalarını tenbih ederler. Lût kısa sü­rede dağa varmanın zor olduğunu, ancak yakındaki küçük şehre ulaşabileceklerini söyler. Güneş doğarken Tsoar'a varırlar. Arkalarından Sodom ve Gomore'ye gök­lerden kükürt ve ateş yağdırılır. Şehirler, bütün havza ve oralarda yaşayanların hepsi, bitkilere varıncaya kadar helâk edi­lir. Lût'un karısı da meleklerin uyarısına rağmen kaçarken geriye baktığından bir tuz direği oluverir. [1483] Tsoar'da kendini güvende hissetmeyen Lût iki kızıyla birlikte Ölü Deniz'in doğusundaki dağlara çekilir ve bir mağaraya sığınır. Tevrat'ta Lût (a.s.) ile ilgili çok ağır bazı iftiraların dışında [1484] başka bilgi yoktur.

Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan son­ra Lût, İsrâlloğullan tarihi için önemini yitirdiğinden onun ne kadar yaşadığı, ne­rede vefat ettiği bilinmemektedir. Bir ri­vâyete göre Lût'un kabri el-Halîl’in (Hebron) doğusunda Benî Naîm köyü yakının­dadır.[1485] Kitâb-ı Mukaddes'teki Lût oğulları ifâdesi hem Moablılar'ı hem Ammoniler'i içine almaktadır. [1486]

Yahûdi tarihçisi Josephus, Lût'un karı­sının tuz sütunu haline dönüşmüş olan kalıntısını gördüğünü söylemekte, Ro­malı Saint Clement ve Saint Irenee de bu sütunun kendi dönemlerinde mevcut ol­duğunu nakletmektedir. Tenkitçiler tara­fından gerçek dışı sayılan bu husus XVII. yüzyıldan itibaren çeşitli şekillerde açık­lanmaktadır. Bunlardan en mâkul görüne­ni, ısınan ve eriyen tuz yığınlarının içinde kalarak öldüğü için Lût'un karısının tuz sütunu şeklinde tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre fırtına çıktığında göl sahilleri tamamen köpük ve tuz tabakasıyla kap­lanmış, Sodom ve Gomore'nin helâkinde ise çok daha büyük tuz dalgaları, geride kalan kadını yakalayıp tuzla örtmüştür. Nitekim Ölü Deniz'in güneybatısında ta­mamıyla tuz kayasından ibaret Usdum denilen bir tepe bulunmakta, bu tepenin doğu tarafında 15 m. boyundaki bir tuz sütunu Lût'un karısı kabul edilmektedir.[1487] Ayrıca kükürtlü Us­dum tepesi bölgesinde heykeli andıran çok sayıda tabîî şekil mevcuttur. [1488]

Kitâb-ı Mukaddes dışı kaynakların ba­zısında Lût fazileti sebebiyle övülmekte ve Tekvîn'deki[1489] sâlih sıfatının ona ait olduğu kabul edilmekteyse de yahûdi din âlimlerinin onun hakkındaki kanaat­leri pek müsbet değildir. Tevrat’ta olduğu gibi Tevrat dışı yahûdi dinî literatüründe de Lût ile ilgili olarak İslâm'ın nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan pek çok iddia ve iftira yer almaktadır. Talmud'a göre Lût, Sodom'la birlikte helâk olmaktan ancak İbrâhim'in şefaatiyle kurtulmuştur; bu da Mısır'da eşi için “kız kardeşimdir” dedi­ğinde İbrâhim'in yalanını açığa çıkarma­masının bir mükâfatıdır. Onun asıl mükâ­fatı Mesih'in Moablı Rut ve Amonlu Naamah kanalıyla onun soyundan gelmesidir. Bu rivâyette Lût'un 142 yaşında ve­fat ettiği kaydedilmektedir. [1490]

Muharref Tevrat’ta Hz. Lût’a Atılan Büyük İftirâ

Muharref Tevrat'a göre Hz. Lût iki kızıyla zinâ eder. Hz. Lût'un kızları, sarhoş babalarını ayartırlar. Çünkü babalarının tohumunu korumalarını istemektedirler. "Ve Lût Tsoar'dan çıkıp dağda oturdu, iki kızı onunla beraberdi;  çünkü Tsoarda oturmaktan korktu; ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır, bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur, gel babamıza şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için onunla yatalım. O gece babalarına şarap içirdiler, büyük kızı girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler, küçük kız kalkıp onunla yattı; ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût'un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Ve büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı; o bugüne kadar Moablıların atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu, ve onun adını Ben-ammi çağırdı; o bugüne kadar Ammon oğullarının atasıdır."[1491] Hz. Lût'un, gayr-ı meşrû nesilleri mübarek kılınır, kutsallaştırılır. [1492]

Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği gibi; peygamberlerden olan, [1493] diğer peygamberler gibi, onun da ismi zikredilerek âlemlere üstün kılındığı bildirilen[1494] kendisine hüküm ve ilim verilen, sâlihlerden olan ve İlâhî rahmete kabul edilen[1495] Hz. Lût’a (a.s.) atılan bu büyük iftirâ bile, başka hiçbir delil olmasa, kendi başına bugünkü Tevrat’ın tahrif edildiğine yeterli bir vesikadır.

 

 

 

Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta

Hz. Lût Türk edebiyatında şahsı, misafirlerini ağırla­ması, yapılan tehditlere aldırmadan so­nuna kadar onları himâye etmesi, karısı­nın kendisine ve misafirlerine karşı davranışı, hanımının misafirleri ihbar etme­si ve söz dinlememesi sebebiyle taş kesi­lerek cezâlandırılması, kavminin ahlâksız davranışları, onlara yaptığı nasihatler ve bu nasihatleri dinlemeyen kavminin cezâ­landırılması gibi konularda yoğunlaşmış kıssalar ve menkıbelerde daha çok dinî-didaktik eserlerde yer almış bir peygam­berdir.

Divan ve halk şairleri şiirlerinde Hz. Lût'tan ve onunla ilgili hususlardan bah­seden bazı beyitlere yer vermişlerdir. Yah­ya Bey'ın, "Lût kavmi ki edip cürm ü gü­nâh / Oldu günden güne gümrâh-ı tebâh" beyti bunlardandır. Âşık Tâlibî Kılıç'ın, "Lût'un kavmi çirkin işler işledi"; Ruhsatî’nin, "Cihan Lût kavmidir, çoğaldı şimdi"; Canımoğlu'nun "Lût kavmine ateş yağdı semâdan"; Cemal Hoca'nın "Lût'a bakın, ibret alın bu sözden" mısraları ahlâksızlı­ğın arttığını, bunların cezâlandırılacağını ihtar eden örneklerdir. Huzûri "Köyün dönsün kavm-i Lût'un gölüne" derken zulmedenlere bedduâ için Lût gölünü teş­bih yoluyla zikretmekte ve günümüzde daha çok Ölü Deniz adıyla anılan bu mev­kiin Türk-İslâm kültüründeki yaygın adını zikretmektedir. [1496]

Kur'an'da Lût kavminin çirkin davranış­larının onları büyük bir felâkete sürükle­diği belirtilerek şiddetle kınanması, Hz. Peygamber'in hadislerinde livâta ve se­vicilik gibi çirkin fiilleri işleyen kimseler hakkında kullanılan ağır ifâdeler, İslâmî öğretide eşcinselliğin fıtrata ve insanlık onuruna aykırı bir davranış olduğunun ısrarla vurgulanması ve zinâya denk bir suç olarak görülüp cezâî müeyyidelerle önlenmeye çalışılması İslâm toplumların­da bu konuda ortak bir bilinç oluşturmuş, bu tür fiillerin toplumda yaygınlaşmasını önlemiş veya en alt düzeyde kalmasını sağlamıştır. Bununla birlikte bu çirkin fiilin tarihsel süreçte müslüman toplum­larda da eksik olmadığı, özellikle refahın artıp insanların lüks içinde yaşadığı dö­nemlerde ve çevrelerde belli ölçüde yay­gınlaşma eğilimi gösterdiği söylenebilir. İslâm tarihinde erkekler arasında eşcin­sel ilişkilerin ilk olarak Abbasîler dönemin­de yaygınlaştığı görülmektedir. Bu tür ilişkiler başta şiir olmak üzere çeşitli ede­bî türlerdeki eserlere de yansımış ve "li­vâta edebiyatı" olarak adlandırılabilecek bir tür meydana gelmiştir[1497] Ahlâk dışı söz ve davranışlarıyla tanınan Kûfeli şair Vâlibe bin Hubâb ve öğrencisi Ebû Nüvâs'ın (ö. 198/813-?-) erkekler arası eşcinsel iliş­kilere dair şiirleri, Arap edebiyatında cin­sel temaları işleyen ve erkekler arasında­ki eşcinsel ilişkilere yer veren nesir türün­deki ilk eserlerden biri olan Câhiz'in (ö. 255/869) Mütâharetü'l-Cevân ve'l-Ğılmân'ı [1498] bu türün ilk örnekleri arasında sayılabilir. İbn Hindu'nun Risâletü'l-Visâta Beyne'z-Zünât ve'l-Lâta[1499] ve Tîfâşî'nin Nüzhetü'l-Elbâb fi mâ lâ Yûced fi’l-Kitâb[1500] adlı kitapları da bu konulara temas eder. Diğer taraftan livâtanın haramlığına dâir telif edilen müstakil eser­ler arasında Âcurrî'nin Zemmü'1-Livât [1501] ve İbnü'l-Mibred'in et-Teva’ud bi'i-Recm ve's-Siyât li-Fâlli'l-Livât[1502] isimli kitapları zikredilebilir [1503]

Divan Edebiyatına İslâmî Türk Edebiyatı diyenler, ya da ona bu gözle bakanlar, bir de edebiyatın genel konusuna, hemen her şiirde abartılı aşklar sunulan şuh sevgiliye, kadeh ve şaraba, bundan daha önemlisi baştan sona müstehcen tarzdaki türlere baksınlar: Bahnâmeler, Hûbânnâmeler, Zenânnâmeler, Hamamnâmeler, Dellâknâmeler, İşretnâmeler, Çenginâmeler, Nedim’in birçok şarkısı gibi bazı şiirler, nice gazeller… sadece müstehcen değil, aynı zamanda fuhuş edebiyatının en çirkin (bazılarına göre en güzel) örneklerindendir. Belki bilmeyenler vardır; Bâhnâme, cinsî münâsebetlerden bahseden eser demektir. Hem şiir tarzında ve hem de nesir tarzında olabilirler. Bu kitapların içinde şehvet verici yazılar ve resimler bulunabilirdi.[1504] Zenânnâme: Kadınların güzelliklerini manzum tarzda anlatan divan edebiyatı nazım şeklidir. Bunların en meşhuru olan Enderunlu Fâzıl, Zenânnâme’sinde erkeklere asla nikâhlanmamaları gerektiğini, nikâh ile bir tek kadına bağımlı kalmanın büyük bir sıkıntı olduğunu söyler. Şâir, kadını bir âile yuvasında anne olarak değil; yalnızca cinsel isteklerle dolu bir dişi olarak ele alır. Onun hâmile olmasını, çocuk doğurmasını, vücudunun tazeliğini yitirmesini istemez. Kitap, kadınların hamam eğlencelerinin müstehcen anlatımıyla sürer.[1505] Hûbânnâme: Güzel delikanlıları, daha doğrusu güzel kabul edilen mef’ûl durumundaki oğlanları anlatan ve mesnevî tarzında yazılan divan şiirleridir. Bunların en meşhuru, Enderunlu Fâzıl tarafından yazılan Hûbânnâme’dir. İçinde müstehcen söyleyişlere bol bol rastlanan bu eser, 18. yy.ın Türk toplumundaki ahlâk ve eğilimlerin canlı bir vesikası sayılabilir. [1506]

Hamamnâme ise, hamamla ilgili manzûme demektir. Daha çok hamamı ve hamamda bir güzeli tasvir amacıyla yazılırdı. Hamamlar, eskiden toplu eğlence ve sohbetlere de sahne olurdu. Divan şâirlerinin gerek hamamda gördükleri bir mahbûbu (eşcinsel oğlan sevgiliyi), gerekse bu tür eğlence meclislerini konu alan şiirler yazmaları gelenek halini almıştır. Hamamnâmeler daha çok kaside nazım biçimi ile yazılır. Ancak, gazel, mesnevî gibi nazım şekilleriyle yazılmış olanlarına da rastlanır. Hamamnâmelerde kasidelerin nesip bölümleri hamamdan ve orada görülen bir güzelden bahseder. Nedim’in (ö. 1730) karşılıklı konuşma tarzında yazılmış bir kasidesi bu tür hamamnâmelerin güzel (bize göre çirkin) bir örneğidir. Hamamnâmelerin birçoğunda olay, şairin hamama gelişi ile başlar. Sonra soyunmuş bir mahbûb (eşcinsel oğlan sevgili) ile karşılaşılır ve hayranlık içinde saçından ayağına dek bu âfet tasvir edilir. Daha sonra onun yıkanışı, çeşitli teşbihler aracılığıyla anlatılır. Hamamnâmeler divan edebiyatında insanı cinsel yönden en etkin biçimde anlatan ve ten zevkinin ön planda tutulduğu şiirlerdir. Daha çok şûh biçimde bir edâ ile söylenirler. Divan edebiyatında, en ağırbaşlı şâirlerin bile hamam konulu birer manzûme yazdıklarını görürüz. Bazen şâirlerin kelime oyunları yaparak hamamla ilgili müstehcen söyleyişler ortaya koyduklarına da şâhit oluruz. Fuzûlî gibi meşhur şâirler yanında, edebiyatımızda özellikle 17. y.y. ve sonrasında örneklerine çok rastlanan (meselâ Atâî, Nâbî, Sâbit, Vehbî, İzzet Molla) hamamnâmelerin aslı İran edebiyatına dayanır.[1507] Dellâknâmeler de adından anlaşılacağı gibi hamamlarda dellâklık (tallâklık) yapan oğlanların güzelliklerinden ve onlarla yapılan eğlence ve çirkin işlerden bahseden edebî türdür. 

İşretnâme ve sâkînâmeler, divan edebiyatında, gerçek ya da mecazlı anlamıyla içki ve içki âleminin övülerek anlatıldığı manzum eserlerin genel adıdır. Sâkînâmelerin kaynağı, câhiliyye dönemi Arap edebiyatındaki hamriyyeler (içkinâme, içkiyi öven şiirler)dir.[1508] Çeng(i)nâme: Çeng, kanuna benzeyen ve dik tutularak çalınan bir çalgı âletidir. Bu âleti çalan anlamında çengi, genel mânâda bu sazı çalarken oynayan veya oynama (dans) işini sanat haline getiren kadın oyuncu/dansözlere denilir. Bunlardan bahseden edebî türe de çenginâme denilir.

Şehrengizler de benzer konuları içerir. Divan Edebiyatında bir şehir ile o şehrin mahbûbları (oğlan güzelleri) hakkında yazılan manzum eserlere şehr-engîz denir. Şehirden bahsedildiği gibi, o şehrin ünlü güzelleri anlatılır; onların beden yapılarından, mesleklerinden bahsedilir. Bu bölümlerde yer yer aşkla dolu seslenişlere ve cinsel temalara da yer verilebilir. Bazı şehrengizler oğlan sevgililerin tasvirleriyle doludur. Meselâ Nihalî’nin (öl. 1543) esnaf güzelleri hakkındaki şehrengizi bunlardan biridir. Fehîm’in (bs. 1648) 245 beyitlik şehrengizi (bs. 1934), Narhnâme-i Dilberân adlı şehrengiz, Beyânî’nin (16. y.y.) Sinop hakkında mizahî eseri hayli müstehcendir. [1509]

Divan edebiyatında medrese profesörü, ya da önemli devlet görevinde bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî gibi, kaymakam Eşref gibi nice önemli kimselerin yazdıkları, bugün bile çok müstehcen bulunacaktır. Lâle Devrinin meşhur şâiri, aynı zamanda müderris/profesör olan ve mahkemelerde kadılık yapmış olan Nedim’in, meselâ çok ünlü “Yürü serv-i revânım yürü Sâdâbâd’e” nakaratlı şarkısı, şâirin delikanlılık çağına yeni gelmiş oğlan sevgilisine yaptığı çirkin çağrıdan ibârettir.

Tasavvuf edebiyatında seks ve eşcinsel davranışları konu edinen özel araştırmalar da kaleme alınmıştır. Bunlardan Süreyya Aslaner “Tasavvuf ve Seks” adındaki kitapta tasavvufa çok sert eleştiriler getirir. Tasavvufun temel eserlerinden alıntılar yaparak eşcinsel ilişkiyi öven yer yer fuhşu güzel gösteren yazı ve öykülerin önemli bölümlerini toplayarak hakkında çok sert yorumlar yapar. Bu kitabın ikinci bölümündeki bazı başlıklar şöyledir: Tasavvufta Seksin Fenomenolojik Boyutu, İlâhî Aşk Mitolojisi, Pornografik Sûfî Kültürü, Tüysüz Oğlana Methiye, Tasavvufun Çift Cinsiyetli Tanrısı; Kerâmetle Transseksüel Olan Şeyh, Müridin Şeyh Fetişizmi, Aperatif İçki Kullanan Sanal Şeyhler, Şarabı Bala Çeviren İllüzyonist Şeyhler, Müridin Vücuduna Yerleşen Hologram Şeyh, Tanrı’yla Flört Edenler, Şeyhin Tanrı’yla Mistik Evliliği, Sûfî Seks İmajlarının Hinduistik Kabalistik ve Mitolojik Kökleri, Eşekle Animal Seks Yapan Şeyh, Tanrıdan İnen Hard-Porno… Bu başlıklarla yazar tasavvuf büyüklerinin kendi eserlerinden alıntılar yaparak bunları yorumlamaktadır. [1510]

Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür adlı eserinde şunları söyler:

Şark-İslâm (Bize göre, “İslâm” kelimesinin böyle eserler için kullanılması doğru değildir -A. Kalkan-) klasiklerinde eşcinsellik konusuna değinen yerli ve yabancı literatür, azımsanmayacak kadar çoktur. Bu literatürün, divan edebiyatı söz konusu olduğunda en vazgeçilmez adı Nedim, içinde eşcinsellikle ilgili öğütlerin yeraldığı metni ise Keykavus'un Kabusname'sidir. Bu yapıtın üç eski çevirisinden en önemlisi, Mercimek Ahmet adlı bir çevirmen tarafından II. Murat döneminde Osmanlı Türkçesine yapılan bir çeviridir.

(Kahramanları eşcinsel olan ve bunların eleştirilmeden, hatta tam tersine övülerek tasvir edildiği hikâyelere çeşitli örnekler verip sonunda yorumlar yapan yazar, bu örneklerle ilgili şu değerlendirmeleri yapar:) “Bu bölümde öykülerini alıntıladığımız Feridüddin-i Attar (Ö.1199)'ın İlâhiname'si ile ünlü İran klasiği Sadi'nin Bostan'ıdır.  Attar, ünlü bir sufidir. Yapıtları sufilerin en çok ilgi gösterdiği tasavvuf klasiklerindendir. Burada alıntılayacağımız öykülerinde de görüleceği üzere o, eşcinselliği insanî bir edim veya bir duygulanım olarak kabul etmekte ve eşcinsel aşkı herhangi bir çekingenlik göstermeden yansıtmaktadır. Öykülerinde kadın ve erkek arasındaki aşk kadar eşcinsel aşka da yer verir.

Bu öykülerde en çok "oğlan tasviri" yer bulmaktadır. Bu tür tasvirler, eşcinsel aşktan bahsedilmeyen öykülerde bile görülür; eşcinsel aşk ise gayet normal ve yaşamın bir gerçeği olarak anlatılır. Yalnız unutulmamalıdır ki, Attar, bütün sufiler gibi gerek kadın-erkek, gerekse erkek-erkek arasındaki aşkı "mecazî aşk" kapsamında değerlendiren anlayışın temsilcilerindendir. Yani bir sufinin önündeki aşılması gereken basamaklardır bu tür aşklar. Sonunda ulaşılması gereken ilâhî aşktır. Fakat mecazî aşkı tatmadan da gerçek anlamda ilâhî aşka ulaşılamamaktadır. Bakış açısı olarak bu anlayış, eşcinsel aşkla heteroseksüel aşk arasında bir fark görmez. Öyleyse, sonunda aşılacak olduktan sonra sakıncası yoktur; tersine sufiyi olgunlaştırır.

Attar'ın bu bakış açısı, tasavvufun genel anlamda aşk anlayışı olmakla birlikte, onun öykülerinde insanî bir sıcaklık bulabiliriz. Aşılması gerektiğini düşünse bile eşcinsel aşkı dışlamaz. Öykülerindeki oğlan tasvirleri de oldukça canlıdır; dönemin eşcinsel tercihlerini ve estetik anlayışını yansıtır.

Gelibolulu Âlî, XVI. yüzyılın gelenek ve göreneklerini olduğu gibi yansıttığı Mevâidü'n-Nefâis adlı yapıtında, dönemin eşcinsellikle ilgili tutumunu da gözler önüne serer, yaşadığı toplum hakkında sosyolojik gözlemler yapar. Eşcinsel aşk, bu öykülerde yüceltilir; daha doğrusu, tasavvufçu bakış açısıyla aşk (ama her türlü aşk) zaten yücelticidir ve insanı olgunlaştırır. Birbirine âşık olan erkekler "vuslat"a erişirler. (Bk. Güzel Bir Oğlanla Perişan Bir Hale Düşen Aşık Öyküsü). Bu aşkın tek taraflı olduğu öykülerde ise yine tek taraflı da olsa vuslat yaşanır. Buna "kısmî vuslat" diyebiliriz. Ama her öykünün sonunda mutlaka tasavvufî bir "kıssadan hisse" de yer almaktadır. Mevâid, Osmanlı bürokratları için yazılmış bir kitaptır. Yazarı da bir Osmanlı bürokratıdır.

Mevâid'in ilgili bölümlerine baktığımızda Osmanlı bürokratının, eşcinsel zevkleri de olan kimseler olduğunu bütün açıklığıyla görürüz. Hemen hepsinin bir "oğlan" sevgilisi vardır. Bu oğlanlara nasıl davranılması gerektiği, oğlanların sıkı sıkıya uymaları gereken kurallar, çeşitli yöre oğlanlarının ne gibi özelliklere sahip oldukları, oğlan-sevgili seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar, ayrıntılarıyla açıklanır bu yapıtta.

O dönemin bürokratı, istisnalar her zaman mümkünse de, genellikle tek eşli eşcinsel ilişkiyi tercih etmektedir. Sevgililerini bir defaya mahsus olarak, ama son derece dikkatle seçmekte ve onu yanlarından ayırmamaktadırlar. Sevgili seçiminde yanılmamak için ise Âlî'ye kulak vermeleri gerekiyor.

Baharistan, sufî bir yazarın kaleminden çıktığı için tamamen tasavvufî bir karakter taşır. Anlatılan öyküler, genellikle tasavvufî bir kıssadan hisse ile bitirilir. Bu yapıt, Sadî’nin Gülistan’ına nazire olarak yazılmıştır.

Tasavvufta Aşk Anlayışı: Burada tasavvufun aşk anlayışından söz etmek, öyküleri daha iyi anlamada bize yardımcı olacaktır. Sufîlerin anlayışında bir insanın diğer bir insana duyduğu her türlü aşk “mecazî”dir; semboliktir. Asıl aşk, tanrısal aşktır ve mecazî aşklar insanı tanrısal aşka götürür. İşte bu noktada, mecazî aşkın eşcinsel bir karakter taşıması, bir sufî için sorun teşkil eder mi, sorusu akla gelecektir. Bu soruyu cevaplamaya çalışalım: Sufîlerin kaleme aldığı klasik yapıtlara baktığımızda eşcinsel aşkı anlatan çok sayıda öyküye rastlamaktayız. Bu öykülerde tanrısal aşkın öncülü olarak eşcinsel aşkın anlatılmasına sıkça rastlanır. Anlaşılan odur ki, sufîler tanrısal aşka ulaşmayı amaçlamışlardır, bu nedenle de onlar için aşkın eşcinsel veya heteroseksüel bir karakter taşıması önemsizdir. Tanrısal aşka ulaştırıcı bir araç olarak her türlü mecazî aşk da kutsanmaya değer.

Evrenin özünün “sevgi” olduğunu vurgulayan sufîler için bunun eşcinsel veya heteroseksüel karakteri, takılıp kalınacak bir nokta değildir. Çağrısı ilahî aşka olan bir sufî, sonunda aşılacak olduktan sonra mecazî aşkın eşcinsel ya da heteroseksüel niteliğini önemsemeyecektir doğal olarak. Tasavvufun aşk anlayışı budur. Bir sufînin, özellikle gençlere yararlı olmak amacıyla kaleme aldığı kitabında eşcinsel öyküler de anlatması, ama her öykünün sonunda tanrısal aşk çağrısını yinelemesi. Kendi mantığı içinde son derece doğaldır.”

Sonuç bölümünde de şunlar ifâde edilir: “Tasavvufun aşk anlayışı esas itibariyle yukarıda özetlediğimiz gibi olsa da bilinen tasavvuf anlayışının dışında işi oğlancılığa dökmüş sufî görünümlü toplulukların bulunduğu da bir gerçektir. Yalnız ilâhî aşkı hedeflemeyen ve buna ulaşamayan kimselerin ne kadar tasavvuf iddiasında bulunurlarsa bulunsunlar sufî saymak doğru olmayacaktır kanısındayız. Bu en azından tasavvufun teorisine terstir. Teoriyle uygulama da her zaman aynı doğrultuda olmayabilir” [1511].

Tasavvuf edebiyatında da, eski ve yeni Türk Edebiyatında da bu eşcinselliği savunan, güzel gösteren zengin literatür vardır. Bunlardan bizim tesbit ettiğimiz önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:

Tasavvuf Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Tasavvufta Seks Fenomeni, Süreyya Aslaner, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996; Şark İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür, Zekeriya Gün, Ankara; İlâhinâme I-II, Feridüddin-i Attar, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996; Baharistan, Molla Câmî, M.E.B Yayınları, özellikle s. 151; Nefahatü’l-Üns, Molla Câmî, Marifet Y. s. 89, 509; el-İbriz, Abdülaziz ed-Debbağ, Demir Kitabevi (Seha Neşriyat), s. 41, 62, 63, 78, 79, 81, 91, 92, 93, 391, 393, 412, 415; Tabakatü'l-Kübra, Şârânî, c. 2, s. 122; Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Ahmet Eflakî, Terc. Tahsin Yazıcı, M.E.B Yayınları, c. 1, s. 324-325, c. 2, s. 69-70, 72, 205, 213, 214, 217; Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddin-i Arabî, Çev. N. Gençosman, 2. Baskı, Devlet Kitapları, Ank, 1964, s. 213-214, 429-460; Füsusu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, A. Avni Konuk, Marm. Ün. İlâhiyat Fk. Y. c. 4, s. 341; Mesnevî, Mevlâna, M.E.B. Y. c. 4, s. 242, 283, c. 5, s. 112-116 (Kabak hikâyesi), 172, 205, 315-322; Fihi Mâ Fih, Mevlâna, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, Devlet Kitapları, s. 138; Kabusnâme, Kaykavus, Çeviri: Mercimek Ahmed, Hzl. O. Şaik Gökyay, MEB yayınları, 3. basılış, İst., 1974; Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, İbn-i Hazm, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Y., İstanbul, 1985; et-Tabakatü’l-Kübrâ, İmam Şaranî, c. 2, s. 122, 219, c. 4, Ali Vahiş md.; Mektubat Tercümesi, İmam Rabbani, Terc. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Y., s. 6 (1. mektup), 445. Mektup; Tabakatu’s-Sûfiyye, es-Sülemî, s. 191; Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y., s. 57, 66, 68, 69, 72, 146, 147, 204, 206, 208, 209; Eski Arap Toplumunda Eşcinsellik ve İslâm, Colin Spencer, Çeviri: Selçuk, Kaos GL, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı:47-48, s.10-12

Eski ve yeni Türk Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y., İst. 1992; Osmanlı Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y., İst. 1991; Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, İst. 1977; Osmanlı Eşçinsel Metinleri, Osmanlı'da Seks, Murat Bardakçı, Gür Y., s. 84-139; Eski İstanbul Nasıl Eğleniyordu? Refik Ahmed, İstanbul 1927; İstanbul Hayatı, Refik Ahmed, İst. 1917, 1932; Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Arno Schmidt-Jehoeda Safer, Çeviri: Dilek Canet, Kavram Yay., 1. basım, İst., 1995; Erkek ve Kadında Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Yay., İst., 1998; Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi'l-Mecâlis/Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları I, II, Gelibolulu Mustafa Âlî, Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst., 1978; Tarihimizden Sayfalar, Fethi Işık, Kaos GL, Şubat 1998, Yıl:4, Sayı: 42, s. 26; Ünlülerimiz -Şair Nedim-, Fethi Işık, Kaos GL, Mart 1998, Yıl:4, Sayı: 43, s. 27

İsteyenler bu eserlerden, konuya nasıl bakıldığını araştırabilir. Bunlardan bazılarından alıntılar yapmak, Kur’an kavramlarını konu edinen bir çalışmanın ciddiyetine ve bizim edebimize uymayacak kadar müstehcen ve bayağı tasvirler taşımaktadır.

Lût Kavmi ve Altı üstüne Getirilen Şehir

“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz,  şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler.” [1512]

Lût Peygamber, İbrâhim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrâhim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur’an'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlâhî tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felâketle helâk edildi.

Hz. Lût'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynen Kur’an’da belirtilenlere uygun bir şekilde helâk edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.

Hz. Lût, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lût'u inkâr etmeye ve onun haber vermekte olduğu azâbı yalanlamaya devam ediyor; “eğer doğru söylüyorsan, bize Allah'ın azâbını getir!” diyorlardı.[1513] Kavminden bu cevabı alan Hz. Lût, Allah'tan yardım istedi: Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et."[1514]; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar." [1515]

Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrâhim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lût'a geldiler. "(Elçiler) Dediler ki: 'Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan, ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (azap) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" [1516]

Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lût'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lût'un uyardığı azap gönderildi: "Andolsun onlar, onun konuklarından da murâd almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. 'İşte azâbımı ve uyarmamı tadın.' Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi." [1517]

Âyetlerde, kavmin helâki şöyle tarif ediliyor: "Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Ânında (yurtlarının) altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten âyetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır." [1518]

"Böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zâlimlerden uzak değildir." [1519]

 

"Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kötü! Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir." [1520]

Kavim helâk olurken içlerinden Hz. Lût ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lût'un karısı iman etmemişti ve o da helâk edildi: "Bunun üzerine Biz, karısı dışında onu ve âilesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azap) sağanağı yağdırdık. Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak!" [1521]

Böylece Hz. Lût, karısı dışındaki âilesiyle ve kendisine iman edenlerle beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.

Lût Gölü'ndeki "apaçık âyetler" Hûd Sûresi'nin 82. âyeti "böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle, Lût Kavmi'nin başına gelen felâketin şeklini açıkça bildirir.

Âyetin başında geçen "altını üstüne çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.

Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi. [1522]

Zâten Lût Gölü, ya da diğer Adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vâdisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vâdi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vâdisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır. [1523]

Âyetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifâde edilen olayın ise, Lût Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuarâ Sûresi'nin 173. âyetinde bu olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü!" şeklinde bildirilmiştir.)

Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. [1524]

İşte bu lâv ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur’an'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı âyette "...emrimiz geldiği zaman altını üstüne çevirdik" şeklinde ifâde edilen olay da Rift Vâdisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep olan deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.

Lût Gölü'nün taşıdığı "apaçık âyetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kur’an’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lût Gölü vardır. Lût Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Burası, dünyanın en alçak noktasıdır. Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lût Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lût Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin sebebi de budur.

Kur’an'da anlatılan Lût kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vâdisi denilen ve Lût Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.

Lût Gölü'nün en dikkat çekici yapısal özelliği ise, Kur’an'da anlatılan helâk olayının nasıl yaşandığını gösteren bir kanıttır: Lût Gölü'nün doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" Adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, âdeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lût kavminin yaşadığı yer işte burasıdır:

Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vâdisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felâket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına sebep oldu. [1525]

Lût kavminin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lût Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vâdisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.

Lût kavminin uğradığı felâketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lût kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.

Şeria Nehri ile Lût Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibârettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.

Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.

Tüm bu kalıntılar ve coğrafî özellikler, Lût Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. [1526]

National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu: Sodom tepesi, Ölü Denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim Adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vâdisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar. [1527]

Pompei de Aynı Sona Uğramıştı: Kur’an'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir: "...Onlara uyarıcı/korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." [1528]

Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı İlâhî kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lût kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lût kavmiyle benzer oldu.

Pompei'nin helâki, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felâketle, Pompei fâciası birbirine çok benzemektedir.

Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felâketi, bu kentin insanlarını ânî bir biçimde yakalamıştı. Felâket öylesine ânî olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.

Pompei'nin böyle bir felâketle yeryüzünden silinmesinde, elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihî kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefâhet ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhşun çok yaygın olmasıydı. Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamamış ve âdeta büyülenerek felâketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir âile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Yüzlerin genel ifâdesi, şaşkınlıktı.

İşte fâcianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, âdeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kur’an'da anlatılan helâk olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kur’an'da, helâk olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yâsin Sûresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Sûrenin 29. âyetinde bu durum şöyle anlatılır: "(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); ânında sönüverdiler." [1529]

Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde Semûd kavminin helâki anlatılırken de yine "ânında yok olma" olayına dikkat çekilir: "Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. " [1530]

Pompei halkının ölümü de âyetlerde anlatıldığı şekilde, "ânında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde, bugün de olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefâhet mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri adası turizm reklâmlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlâki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler. [1531] 

Livâta/Homoseksüellik

Livâta: Erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunma demektir. İslâm dininde zinâ ve fâhişelik gibi bir hayâsızlık örneğini teşkil eden livâta da, kesinlikle yasaklanmıştır. Livâtaya, oğlancılık, eşcinsellik veya homoseksüellik de denir. Livâta, insan şahsiyetine ve haysiyetine hiç bir şekilde yaraşmayan ahlâkî suçlardan biridir.

Hz. Lût (a.s.), sapıklığın, ahlâksızlığın, edepsizliğin en âdîsi olan livâtanın yaygın olduğu Sedum (Sodom) halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Sedum halkı, daha önceki toplumlarda görülmeyen bu ahlâksızlık suçunda çok ileri gitmişti. İffet, nâmus ve hayânın unutulduğu bu toplumda Lût (a.s.) ve onunla birlikte olanlar, onların bu tür ahlâksızlıklarına engel olmak istemişler, ancak susturulmuş ve etkisiz hale getirilmişlerdi. Ancak, bütün uyarılara aldırış etmeyen Lût kavminin yaptığı kötülükler cezâsız kalmamış, acı bir azap ile yerle bir edilmişlerdir.

Livâtanın veya başka bir deyişle homoseksüelliğin İslâm hukukundaki cezâsı, bazı fakihlere göre zinâ cezâsıdır. Öte yandan, hâkimin, bu kötü durumdan insanları alıkoymak için toplumun yararına göre cezâ verebileceği görüşünü savunanların yanında, livâta işini yapan ve yapılanın öldürülmesi gerektiği görüşünde olan İslâm fıkıhçıları da vardır. [1532]  

Livâta kelimesi, sözlükte "havuzu çamur vb. ile sıvamak sûretiyle onarmak" anlamına gelir. Livâta kelimesi örfte erkekler arasındaki eşcin­sel ilişkiyi ifâde eder. Arapça'da bu mânâ­da aynı kökten türeyen livât, mülâvata ve televvut kelimeleri de kullanılmakta­dır. Kelime, anlamını erkekler arası eşcin­sel ilişkinin yaygın olduğu Lût kavminden almaktadır. Cevâd Ali, livâta kelimesinin Araplar arasında Kur'an'da Lût kavmin­den bahsedilmesinden sonra kullanılmaya başlandığını söyler.[1533] Kesin bir ayrım yapılması güç olmakla birlikte livâta fiilinde aktif olan taraf lûtî (bu ifâde çok hatâlıdır, kullanılmamalıdır), lâit, mülâvit; pasif taraf me'bûn ve übne (Türkçede ipne) kelimeleriyle ifâde edilir. Türkçe'de livâta karşılığı ola­rak oğlancılık kelimesinin ya­nı sıra eşcinsellik (ve homoseksüellik) de kullanılmaktadır. Bununla birlikte aynı cinse mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkileri ifâde etmesi se­bebiyle eşcinsellik (İng. homosexsuallty), lezbiyenlik/sevicilik (bk sihâk) olarak adlandırılan kadınlar arası eşcinsel ilişkileri de kapsamaktadır. Türkçe'de livâta fiilini işleyen kimselere lûtî (bu kelime kullanılmamalıdır) ya da eşcinsel adı verilir. Batı dillerinde livâta karşılığı olarak Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinden türetilen sodomy/sodomie kelimesi de kullanılır.

Erkekler arası eşcinsel ilişki hemen her dönemde ve her toplumda cinsî bir sap­kınlık olarak görülmüş ve kınanmış, din­lerin de ortaklaşa mücâdele ettiği çirkin bir davranış olmuştur. Tevrat'ta, Sodom halkının Rabbe karşı günahkâr olduğu ve orada her türlü ahlâksızlığın, özellikle cin­sî sapıklığın yaygınlaştığı ifâde edilir.[1534] Yahûdilikte çirkin bir davranış olarak kabul edilen erkekler ara­sı eşcinsel ilişkiler yasaklanmış ve bu tür ilişkide bulunanların cezâlarının ölüm ol­duğu belirtilmiştir.[1535] Yeni Ahid'de de eşcinsel ilişkide bulunan­lar şiddetle kınanan kimseler arasında zikredilir. [1536]

İslâm dini, cinselliği tabiî bir vâkıa ola­rak kabul edip cinsel ihtiyaçların mâkul ve meşrû zeminde giderilmesine imkân vermiş, ancak cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlâl edecek biçimde kontrolsüz kullanımını önleyici bazı sınırlamalar ge­tirmiştir. Evliliğin teşvik edilip âile haya­tını ve kurumunu korumaya yönelik tedbirlerin alınması, iffetin ve neslin korun­masının dinin temel gâyeleri arasında gösterilmesi, cinsel sağlık ve ahlâk eğiti­mine önem verilmesi, müstehcenlik, fu­huş ve zinâ ile mücâdele edilmesi böyle bir anlam taşır. Bunun için Kur'an ve Sün­nette cinsî hayata ilişkin olarak birçok ayrıntılı düzenleme ve hüküm yer almış­tır. Bunlardan biri de livâtanın İslâm'da şiddetle kınanıp büyük günahlardan sa­yılması olmuştur. İslâm literatüründe ko­nu ferdî ve sosyal ahlâk, cinsiyet ahlâkı ve eğitimi gibi açılardan ele alınıp fert ve toplumların böyle bir sapkınlıktan korun­ması, bireylerin bu tür davranış ve eğilim­lerini önleyici ve tedâvi edici tedbirlerin alınması üzerinde durulmuş, fıkıh litera­türünde ise daha çok hukukî açıdan bu gruba giren fiillerin suç teşkil etmesinin şartları ve bu fiili işleyenlere uygulanacak cezâ yönüyle incelenmiştir.

Kur'an'da ve hadislerde yer alan ifâde­lerden hareketle İslâm âlimleri, livâtanın dünyevî cezâyı da gerektiren haram bir fiil olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Hatta livâtayı haramlık ba­kımından zinâdan daha ağır bir fiil olarak kabul edenler de vardır. Livâta yapan kimseye verilecek cezâ konusunda ise İslâm hukuk ekolleri farklı görüşlere sahiptir. Bu konudaki fikir ayrılığı, livâtanın zinâ kapsamında bir suç mu, yoksa ondan ayrı başka bir suç mu teşkil ettiği konusundaki farklı yaklaşımlardan, ayrıca bu fiili işleyen kimselere verilecek cezâ ile ilgili hadislerin yorumundan kaynaklanmak­tadır.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, Kur'an'da hem zinânın hem livâtanın açık hayâsızlık ve çirkin davranış (fâhişe) olarak nitelendirilmesini dikkate alarak livâtayı zinâya kıyas etmiş, bu fiilin zinâ olarak adlandırılabileceğini ve zinâ ile aynı hü­kümleri taşıdığını belirtmiştir. İmam Şâ­fiî ile Hanefi hukukçularından Ebû Yûsuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî'ye göre livâta yapan kişiye zinâ suçunda ol­duğu gibi had cezâsı uygulanır; fâil muhsan ise recmedilir, muhsan değilse 100 celde ile cezâlandırılır. Şâfiîler, livâta su­çunda fâilin bekâr olması durumunda kendisine ayrıca sürgün cezâsı verilmesi gerektiğini ifâde ederler. İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel ise Hz. Peygamber'den nakledilen ve livâta yapan kişilerin öldürülmesi ya da recmedilmesi gerektiğini ifâde eden hadisleri[1537] esas alarak muhsan olsun ya da olmasın livâta fiilinin fâiline recm cezâsı verileceği görüşündedir. Bu hukukçulara göre livâta suçunun ispatı için zinâ su­çunda olduğu gibi dört şahit getirilmeli­dir. Livâta yapan kişilerin öldürülmesi ge­rektiğini ifâde eden hadisler, aralarında Nesâi'nın de bulunduğu bazı hadis otori­teleri tarafından sened yönünden tenkit edilmiştir.[1538] Diğer taraftan Rasûl-i Ekrem'in livâta yapan kimseyi recm cezâsı ile cezâlandırdığına veya livâ­tanın cezâî müeyyidesi hakkında hüküm verdiğine dâir bir bilgi mevcut değildir. [1539]

İmâmiyye ve Zâhiriyye mezhebine men­sup hukukçularla Ebû Hanîfe, livâtayı zinâ­dan ayrı bir fiil olarak değerlendirmektedir. Onlara göre livâta, zinâya kıyas edile­meyeceği ve zinâ olarak adlandırılamayacağı için ondan farklı bir suç oluşturmakta ve farklı hükümler taşımaktadır. Ebû Hanife, üreme organının dışındaki bir yolla kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmanın zinâ olarak kabul edilemeyeceğini ve livâta yoluyla nesebin karışma ihtimâlinin bulunmadığını ifâde ederek suçu işleyen kimseye devletin yetkili organlarınca takdir edilecek bir cezânın verilmesi gerektiğini belirtir. Bu fakîhler ayrıca livâta suçunun ispatı için iki şâhidin yeterli olduğu görüşündedir. Diğer taraftan aralarında Ebû Müslim el-İsfahânî’nin de bulunduğu bazı âlim­ler, Kur'an'da kadınların açık hayâsızlıkta bulunmasıyla ilgili olarak yapılan açıklamanın ardından, "İçinizden iki kişi açık bir hayâsızlıkta bulunursa onlara cezâ ve­rin" meâlinde bir ifâdenin yer almasını[1540] erkekler hakkında bir açık­lama olarak yorumlamakta ve bu hük­mün livâta yapan kişilerle ilgili olduğunu, bu sebeple âyetin hükmü gereğince on­lara ta'zîr cezâsı uygulanacağını ileri sü­rerler. Tabiîn âlimlerinden Mücâhid'in de bu görüşte olduğu nakledilmektedir. [1541] İslâm hukukçularının çoğunlu­ğu, bir kimse aleyhine yapılan livâta ithâ­mının ispat edilmediği takdirde kazf su­çunu meydana getireceği görüşündedir. Ebû Hanîfe ve Zâhirîler ise bu tür bir it­hâmı hakaret ve sövme kapsamına dâhil ederek ta'zîr cezâsını gerektiren bir suç olarak kabul ederler.

Livâtanın gerek din ve ahlâk, gerekse hukuk düzeni açısından günah, çirkin ve suç teşkil eden bir fiil olmasının yanı sıra, tıp otoriteleri de anal ilişkinin zedelenme­ye ve yaralara yol açtığını, özellikle AİDS hastalığını meydana getiren virüsün eş­cinsel ilişkiler yoluyla açılan yaralardan kolayca girmek sûretiyle hızlıca ürediğini ifâde etmektedir. Eşcinsel ilişki, modern refah toplumlarında çeşitli sebeplerle belli bir yaygınlaşma eğilimi gösterip bi­reysel özgürlük kapsamında telakkî edi­lerek sınırlı ölçüde hukuken korunsa ve doğal karşılansa bile, dinî ve ahlâkî öğre­tilerin yanı sıra günümüzde insanlığın or­tak sağduyusu ve kamuoyu onu insanî değerlere ve insan haysiyetine aykırı çir­kin bir davranı olarak görmeye devam etmekte, onunla mücâdelede en etkili çare olarak da karşı cinsler arası tabii ve meşrû ilişki önerilmektedir. Eşcinsellik eğilim ve davranışı biyolojik ve psikolojik bozukluğun bir ürünü olması durumunda ise tedavi edilmesi gereken bir hastalık sayılmaktadır. [1542]

  

Livâtanın cezâsının Kur’an’da belirtildiğini ifâde eden Süleyman Ateş, şunları söyler: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhit getirin. Eğer onlar şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıncaya, ya da Allah onların yararına bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın). İçinizden iki kişi, fuhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.” [1543]

Bu âyetlerde homoseksüellik denen cinsel sapıklık ve bunun cezâsı anlatılmaktadır. Burada iki tür cinsel sapıklıktan söz edilmektedir. Birincisi şimdi lezbiyenlik denen kadın kadına cinsel ilişki; ikincisi de livâta veya oğlancılık denen erkek erkeğe cinsel ilişkidir.

Birinci âyette "Fuhuş yapan kadınları evlerde tutun" ifâdesinden, bu eylemin kadınlar arasında olan edepsizlik, yani sevicilik olduğu anla­şılmaktadır. Bunların evlerde tutulmasmdaki hikmet de bunların edepsizlik eylemlerine engel olmaktır. Burada kadınlar, bir sonraki âyette erkek erkeğe ilişkiyi anlatan âyette olduğu gibi ikil değil de çoğul olarak zikredilmiştir. Müfessirler bunun izahında zorluk çekmişlerse de, bizce bunun hikmeti açıktır. O da kadın kadına ilişkiye girenlerin, yalnız iki kadın değil, belki birkaç kadın, kadın cemaati de olabilir. Muhammed Abduh'un izahına göre de bu eylem, o kadar çirkin sayılmadığı için kadınlar arasında yay­gınlığından ötürü fâiller çoğul getirilmiştir. Bu da ma'kul bir yorumdur, ama sanıyorum ki bu eylem, iki kadın arasında olduğu gibi, birçok kadın arasında, toplu bir seks halinde de işlendiğinden kadınlar ikil değil, çoğul zikredilmiştir. Ama livâta, çok daha utanç verici kabul edildiğinden hem daha gizli ya­pılırdı, hem de sadece iki kişi arasında olurdu. Onun için fâilleri ikidir: Biri fâil, diğeri mef’ûl durumunda iki kişi.

Şimdi bu âyetlerde kadınlar arası sapık ilişkinin cezâsı olarak “evlerde hapis”, erkekler arası sapık ilişkinin cezâsı olarak da “eziyet” getirilmiştir. Ancak her iki cezâdan kurtulmanın çâresi de gösterilmiştir. Sapık ilişkiye giren kadınların evlerde hapsi, Allah onların yararına bir yol gösterince son bulur. Erkekler arası sapık ilişkiye getirilen eziyet cezâsı da onların tevbe edip uslanmasıyla son bulur. Bu eylemlerinden sonra tevbe edip gerçekten uslanmış olanlara artık eziyet edilmez.

Kur'ân âyetleri arasında neshi kabul etmeyen Ebû Müslim Isfahânî de birinci âyette seviciliğin, ikinci âyette livâtacılığın cezâsının belirlendiğini söylemekte ve sebebini şöyle izah etmektedir:

  • Bu sûretle hiçbir âyet neshedilmez, her âyetin hükmü geçerli olur.
  • Eğer iki âyette de zinâ kasdedilmiş olsaydı, zinâ eden erkek ve kadının hükmü, tek bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim: "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun..." [1544] âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü belirtilmiştir. İki âyette de kasıt zinâ olsaydı, burada da böyle olur ve aynı şeyden söz eden âyetler tekerrür etmezdi.
  • "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar onları evlerde tutun." âyetinin zinâ hakkında olduğunu söyleyenler, "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar" cümlesinde gösterileceği bildirilen yolu, recm ve celd (taşlayıp öldürmek ve yüz değnek vurmak) şeklinde açıklamışlardır. Bu doğru olamaz. Çünkü âyette, Allah'ın, kadın­ların yararına bir yol göstereceği belirtilmektedir. Oysa recm, celd ve sürgün, kadınların yararına değil, zararınadır. Bunlar, kadın için çok ağır cezâlardır. Bundan dolayı biz, buradaki fuhşu, kadınlar arasındaki seviciliğe yorarak gösterilecek yolun, kendilerini bundan vazgeçirecek nikâh yolu olduğunu söylüyoruz. Allah'ın onlara evlenme nasib etmesi, onların lehine olan bir yoldur. [1545]

Burada zinâ denen, nikâhsız olarak kadın-erkek ilişkisinin cezâsı henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı, Nur Sûresinde belirtilecektir. Böylece âyetler arasında farazî bir çelişki ortaya çıkarılmaz ve âyetlerin hepsinin hükmü tam yerine oturur:

  • Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli gözetim altında tutulmak, evden dışarı çıkarılmamaktır. Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar.
  • Eşcinsellik yapan erkeklere, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilir. Birbiriyle zinâ eden erkek ve kadın ise, her birine yüz sopa vurularak cezâlandırılır. Bu hususta kişilerin evli, bekâr, genç veya ihtiyar olmaları arasında bir fark yoktur.

Reşid Rızâ da Ebû Müslim'in bu yorumunun, en doğru yorum ol­duğunu vurgulamaktadır: "Gerçek şu ki Ebû Müslim'in her iki âyet üze­rindeki yorumu, tercihe şâyân yorumdur." Üstadı Muhammed Abduh da bu görüşü tercih etmiştir: "Sevici kadınların evde hapsedilmelerinin hikmeti şudur: Seviciliğe alışan kadın, artık erkeklerden uzak durur, evlenmek istemez. Bir nesil tarlası olmaya râzı olmaz. Onun edepsizliğine mâni olmak için evlerde tutulup benzeri kadınlarla buluşması önlenir ki, o, ömründe bu işi bir daha yapma imkânı bulamasın veya evlensin.

Ben derim ki: Kadın ölünceye, ya da sevicilikten soğuyarak erkeklere ilgi duyuncaya kadar, evli ise kocasıyla ilişkiyi kabul edinceye, bekâr ise evleninceye kadar hapsedilir. Kadınlara gösterilecek yolun, Allah'a bağlanmasında da bir hikmet vardır ki o da şudur: Bu, alışanın bırakması güç olan bir edepsizliktir. Zaten hapsedilmesindeki hikmet de bu edepsizliği bırakmanın zorluğuna bağlıdır. Yani bu edepsizlik, öyle bir belâdır ki, ancak Allah'ın bir çıkar yol göstermesiyle bundan kurtulmak mümkün olur." [1546]

Livâtanın cezâsı

İmâm-i Şafiî'ye göre livâta yapana had (cezâ) uygulanır. Ebû Hanîfe'ye göre bu konuda bir hüküm bulunmadığı için buna cezâ gerekmez. Şafiî'ye göre Lût şerîatinde haram olan bu işi yapanların recmedilmesi gerekir. Zira “Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir, onların yoluna uy!" [1547] âyeti uyarınca bizden öncekilerin şerîatindeki hükümler bizim şeriatimizde neshedilmedikçe bizim için de geçerlidir. Livâta eylemini yapanları Allah kınadığına göre, demek ki buna uygulanan cezâ, bizim şeriatimizce neshedilmemiştir. Bundan dolayı livâta yapanlar cezâlandırılır.

Şâfiî'nin bu görüşü uzak bir kıyastır. Elbette livâta iğrenç bir iştir ama fâilini recmetmek için açık bir delil yoktur. Çünkü Lût şeriatinde livâtanın cezâsının ne olduğu bilinmiyor. Günahları yüzünden bir kavmin başına âfet gelmesi başka, belli suçlar için şeriatçe (İslâmî yasa) ile konulan cezâ da başkadır. Şâfi'î, günâhları yüzünden kavmin başına âfet gelmesini şeriat cezâsıyla karıştırıyor ki bu yanlıştır. Bu tür âfetler sadece livâta dolayısıyla gelmiş değildir. Sahtekârlık, yalancılık, haksızlık gibi çeşitli eylemleri yüzünden de kavimler İlâhî âfetlerle cezâlandırılmışlardır. Ama bu eylemlerin bir kısmının şeriatte bir cezâsı yoktur. Meselâ yalan söy­lemeye, oruç tutmamaya, namaz kılmamaya, şeriat ma'nevi sorumluluk dışında maddî bir cezâ belirlememiş iken zinâ etme, adam öldürme gibi hususlara cezâ belirlemiştir. Eğer bizden önceki şeriatlerin cezâsı bizim için de geçerli olsaydı, o zaman zinâ için, adam öldürme için had ve kısas cezâlarını da koymazdı. Çünkü bunların öteki şeriatlerde cezâsı vardı. Onlar bizim için de geçerli olurdu. Bunlara ayrı ayrı cezâ konulduğuna göre, bizden önceki şeriatlerin ağır cezâlarının bizim için de geçerli olması gerekmez. Kaldı ki Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki dinlerde bulunan ağır hüküm­leri, yükleri kaldıran, insanların yükünü hafifleten bir elçi olarak vasıflan­dırılır. [1548] âyetinde Allah'ın, müslümanlara, öncekilerin yollarını beyan ettiği belirtildikten sonra: "Allah sizden ağır teklifleri hafif­letmek istiyor, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"[1549] âyetiyle, önceki şeriatlerde bulunan bazı ağır teklifleri hafiflettiği vurgulanmaktadır. Öyle ise bizden önceki şeriatlerde bulunan ağır cezâların, bizim için geçerli olduğunu söylemek, Kur'ân'ın bu temel prensibine aykırıdır. Ama onlardaki genel prensipler, tevhîd esasları, elbette bizim için de geçerlidir. Fakat onların ağır yasaları, son İslâm şeriatinde hafifletilmiştir.

Ebû Hanîfe'nin görüşü daha isâbetlidir. Livâtaya şeriatte bir cezâ konmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bütün günâhlara cezâ konmuş değildir. Livâta, son derece çirkin bir sapıklıktır, doğaya aykırıdır. Kur'ân, livâta eyleminin fâil ve mef’ûlüne bir ta'zir cezâsı koymuştur. Bu da eziyettir. Eziyet, halk içinde hakaret etme, dövme ile olur. Fakat öldüresiye dövme değil, bir iki tokat vurmaktan, yüzüne tükürmekten, sözle hakaret etmekten ibâret bir utandırma ve caydırma dövmesidir. Maksat, bu eylem­cileri halk içinde rezil edip onların bir daha böyle bir eyleme cesaret etmelerini önlemektir.

Gerçi Nesâî dışındaki Sünen sahipleri, İkrime yoluyla İbn Abbas'tan: "Lût kavminin işini yapanlara rastlarsanız, fâil ve mef’ûlü öldürünüz" [1550] sözünü rivâyet etmişlerdir, ama Nesâî bu hadîsi münker görmüştür. İbn Mâce bu hadîsi Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ise de senedi birinciden de zayıftır. Hafız İbn Hacer, Ebû Hüreyre hadîsinin sahîh olmadığını söylemiştir. Hadîsin başka bir varyantında: "Üsttekini de, alttakini de recmedin" denmektedir ki bu da sahîh değildir. Beyhakî'nin: "Erkek, erkeğe varırsa ikisi de zinâ edendir. Kadın, kadına varırsa ikisi de zinâ edendir" rivâyetinin senedinde Ebû Hâtim'in yalancılıkla suçladığı Muhammed İbn Abdi'r-Rahman vardır. İbnu't-Tullâ', Ahkâmında: "Peygamber’in (s.a.s.) livâta yapanı recmettiği veya onun hakkında bir hüküm verdiği sübût bul­mamıştır" demiştir.

Bu konudaki görüşleri toplayan Şevkânî şöyle diyor: "İlim sahipleri, mütevâtir hadîslere dayanarak livâtanın haram ve büyük günâhlardan; yapanların da mel'ûn olduğu kanısına vardıktan sonra cezâsı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup sahâbî, evli olsun, bekâr olsun, livâta yapanın da, yapılanın da öldürüleceği kanısındadır. Şâfiî, Nasır, Kasım İbn İbrâhîm de bu görüşe varmışlar, görüşlerine de Livâtacının recmedileceği hakkındaki münker hadîsi delil getirmişlerdir. Bu görüş sa­hipleri, öldürmenin nasıllığı hakkında da ihtilâf halindedirler. Hz. Alî'den, bunun kılıç ile öldürülüp sonra yakılacağı rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a göre bu adam duvarın altına konulup üstüne duvar yıkılarak öl­dürülür. İbn Abbas'a göre kentin en yüksek binasından baş aşağı atılarak öldürülür (Bu iki rivâyet de zayıftır). Kimine göre de recmedilir. Livâta, aynen zinâ gibi kabul edilmiştir."

Bu görüşleri kaydettikten sonra Şevkânî kendi görüşünü şöyle belirtiyor: "Muhakkak ki bu rezâleti işleyen kimseye, âleme ibret bir cezâ verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanife'ye ve Şâfiî'den gelen başka bir kavle, Murtazâ ve Müeyyedbillâh'a göre livâta yapan, yalnız ta'zîr edilir. Livâtacı hakkındaki deliller özellik, zinâ hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır..." [1551]

               

Îbnu't-Tullâ'ın da belirttiği gibi livâta yapanın öldürüleceği veya recmedileceği hakkındaki hadislerin hiçbiri sahîh değildir. Zâten sahîh olsaydı, sahâbîlerden, cezâ konusunda bu kadar görüş ayrılığı nakledilmezdi. Bu ihtilâflar, Hz. Peygamber'den sonra sahâbîlerin, onlardan sonra da tâbiîlerin, konu hakkında kendi görüşlerini belirttiklerinden, kimi livâtacının yakıla­cağını, kimi kılıçla öldürüleceğini, kimi üstüne duvarın yıkılacağını, kimi yüksek binadan aşağı atılarak öldürüleceğini, kimi de öldürülmeyip ta'zîr edileceğini söylemiştir ki zaten Kur'ân'ın bu konuda açıkça belirttiği cezâ da ta'zîr'dir. Onun için Ebû Hanîfe, bir kavle göre Şâfıî de livâtacının sadece ta'zîr edileceğini söylemiştir. Çünkü Kur'ân: "İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık on­lardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir."[1552] buyurmuştur.

Muhammed Reşîd Rızâ da bu görüştedir: "Hanefîlere göre ta'zîr, dövmek, böylelerini en kötü, pis bir yerde ölünceye, ya da tevbe edinceye dek hapsetmek sûretiyle olur. Ebû Müslim el-Horasânî: 'İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa...' âyetinde livâtacı fâil ve mef’ûlün kasdedildiğini söyler. Biz o âyetin tefsirinde, üstâd İmam (Muhammed Abduh)un da Ebû Müslim'in görüşünde olduğunu söylemiştik. Bu görüş, şöyle diyenlerin sözüne uygundur: Livâtanın cezâsı da ta'zîrdir, ama bu, eziyet olan herhangi bir tarzda yapılabilir (mutlaka dövmek gerek­mez). Ta'zîr; sözle, fi'ilen (döverek) yapılabileceği gibi, işkencesiz de olabilir." [1553]

Livâta Eylemini Yapanların Toptan Cezâlandırılması;

7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 69-70, 74-83; 26/Şuarâ, 165-173; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-35'nci âyetlerde livâta eylemine düşkün olan Lût kavminin başlarına yağdırılan kükürt, lav yağmuru ile helâk edildikleri belirtilmiştir. Çok çirkin işler yapan bu kavmin helâk nedenlerinin başında livâta iptilâsı gelir. Livâtacılık, erkeklerin kendi aralarında ilişkiye girmesi biçimindeki homoseksüelliktir ki bu iğrenç eyleme, Lût kavminin adıyla ilişkili olarak livâta denmiştir. Lût (a.s.), kavmini bu kötü ahlâktan uzaklaştırmaya çalışmış, fakat bu işe müptelâ olan kavmi, Lût'un sözlerini dinlememişler, keyiflerini kaçırmaması için bu işe bulaş­mayan Lût'u ve taraftarlarını ülkelerinden çıkarmak istemişlerdir. Sonuçta Allah Taâlâ, Lût'u ve iman edenleri kurtarıp, Lût'un karısı da dâhil, bütün suç­luları helâk etmiştir.

Lût'un karısının da öteki suçlularla beraber helâk olması, peygamber karısı dahi olsa, suçlunun cezâsını çekeceğini; Allah'a isyan eden insanı hiç kimsenin kurtaramayacağını gösterir. İyilik, insanın kendi şahsında olmalıdır. Böyle olmadıktan sonra iyilere akraba olmak, sâlihlerin soyundan gelmek insana bir yarar sağlamaz.

7/A'râf, 80'de Hz. Lût'un, kavmine, dünyalarda kimsenin yapmadığı iğrenç bir işi yaptıklarını söylediği belirtilmektedir. Livâta, muhakkak ki Lût kavminin icadı değildir. Onlardan önce de bu işi yapanlar olmuştur. Öyle ise neden Lût kavmi, kendilerinden önce dünyada kimsenin yapmadığı işi yapmakla suçlanmıştır?

Müfessirlere göre bu iş, başka toplumlarda da yapılırdı ama, toplumsal bir düşkünlük halini almamıştı. Bireysel olaylar olarak görülürdü. Ancak bu fuhuş, Lût kavminde toplumsal bir iptilâya dönüşmüştü. Bundan dolayı onlar, daha önce kimselerin yapmadığı bir işi yapmakla kınanmışlardır. [1554]

Kur'ân-ı Kerîm, bu işi yapanları israfçı olarak nitelendirmektedir. İsraf, bir işi gereksiz yapmak, Allah'ın nimetini boşa harcamaktır. Cinsel birleşmenin asıl amacı, neslin üremesidir. Kadınla erkeğin birleşme arzu­larının altında Allah'ın bu hikmeti yatmaktadır. İnsanın, çocuk olmayacak tarzda sadece şehvetini defetmesi, milyonlarca insan tohumunun boşa dökülüp ölmesine neden olur. Her biri bir insan olma istidadında bulunan milyonlarca tohumun tuvalete dökülmesi, israftır; cinsel birleşmeyi ama­cından saptırmaktır. Allah, birleşme isteğini sırf zevki tatmin için verme­miştir. Aslında o zevk, önemli bir amacın gerçekleşmesi için bir araçtır. Bu amaç, çocuk olmasıdır. Çocuk olmasını engellemek, insan tohumlarını boşa akıtmak israftır. Yaratılış yasasına aykırı olarak erkeklerle sapık ilişki kurmak haram olduğu gibi, kadını çocuk olmayacak tarzda kısır­laştırmak, onu sadece bir şehvet aracı haline getirmek olur ki bu da Allah'ın yaratma yasasına aykırıdır. [1555]

Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi 

Lût (a.s.) ve Lût Kavmi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 27 yerde zikredilir. Lût (a.s.)’un kavmiyle olan mücâdelesi, Kur'ân-ı Kerîm'de 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hicr, 61-77; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 26-30; 37/Sâffât, 133-138. âyetlerinde anlatılır. Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi yedi yerde is­men zikredilen Lût'un Hz. İbrâhim'in tebliği­ni kabul ettiği [1556], onunla birlikte bereketli ülkeye ulaştırıldığı,[1557] peygamberlerden olduğu[1558] diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı, [1559] kendisine hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve İlâhî rahmete kabul edil­diği [1560] bildirilmektedir. Tevratta iddia edildiği gibi Lût, amcası İbrâhim'in çobanlarıyla kendi çobanları arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine ve münbit toprakları tercih ettiği için değil, peygamber olarak görevlendirilip gön­derildiği için [1561] Sodom'a gitmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de livâta kelimesi geç­memekle birlikte "aşırı derecede çirkin davranış, açık hayâsızlık ve sapkınlık" an­lamındaki fâhişe (çoğulu fevâhiş) ve fahşâ kelimeleri livâta fiilini de kapsayan ge­niş bir içerikle yirmi dört yerde geçer ve zina, livâta, sevicilik gibi iffetsizlikler şid­detle kınanır, yol açacağı dinî ve hukukî sorumluluklara işaret edilir. Cinsî ihti­yaçların tabiî/doğal ve meşrû çerçevede karşı­lanması, fıtrat ve iffetin korunması, in­sanlık onurunu zedeleyen her türlü cinsî azgınlık ve sapıklıktan uzak durulması Kur'an'ın temel mesajlarından biridir. Kur'an'da, Lût kavminin livâtanın yaygın­lık kazandığı ilk toplum olduğuna atıfla onların, bu çirkin fiili işlemeleri ve pey­gamberleri Hz. Lût'un kendilerini bu iş­ten alıkoymaya yönelik uyarı ve öğütle­rine kulak vermeyişleri sebebiyle helâk edildiği anlatılır [1562].

“İsmail'i Elyasa'yı Yûnus'u ve Lût'u da (hidâyete eriştirdik). Onların hepsini âlemlere üstün kıldık.” [1563]

“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?

Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan bir (azgın) kavimsiniz.

Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.

Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.

Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak gi günahkârların sonu nasıl oldu!” [1564]

“Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve: ‘Selâm (sana)!’ dediler. O da: ‘(Size de) selâm!’ dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.

Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrâhim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir tür korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma. Biz Lût kavmine gönderildik.’

İbrâhim'den korku gittiği ve ona müjde geldiği zaman Lût kavmi konusunda Bizimle çekişip tartışmalara giriyor(du).

İbrâhim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi.

(Melekler dediler ki): ‘Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!

Elçilerimiz Lût'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da ‘Bu, çetin bir gündür!’ dedi.

Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işler yapmaktaydılar. (Lût): ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!?’ dedi.

Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin.’

(Lût:) ‘Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!’ dedi.

(Melekler) dediler ki: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (helâk) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?

Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.

(O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir.” [1565]

"Onlara İbrâhim’in misafirlerinden (meleklerden) de haber ver.

Dediler ki: ‘Biz, suçlu bir topluma gönderildik.

Ancak Lût âilesi hâriç. Onların hepsini kurtaracağız.’

‘(Fakat Lût'un) karısı müstesnâ; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.’

Melek olan elçiler Lût âilesine gelince,

Lût onlara: ‘Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz’ dedi.

Dediler ki: ‘Bilâkis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azâbı ve helâkı) getirdik.

Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.

Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.’

Ona (Lût'a) şu hükmümüzü vahyettik: ‘Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.’

Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiIer.

(Lût) onlara: ‘Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın;

Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!’ dedi.

‘Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?’ dediler.

(Lût:) ‘İşte kızlarım! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin)’ dedi.

(Rasûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.

Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.

Böylece ülkelerinin üstünü altına geçirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.

Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.

Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır.” [1566]

“Biz, onu ve Lût'u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [1567]

 

“Lût'a da bir hüküm ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar fenâ işler yapan kötü bir kavimdi. Onu rahmetimize kabul ettik; çünkü o sâlihlerdendi.” [1568]

“İbrâhim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini) yalanladılar.” [1569]

“(Rasûlüm!) Andolsun (bu Mekkeli putperestler), belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.” [1570]

“Lût kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.

Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: ‘(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?

Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.

Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.

Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!’

Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın!’

Lût: ‘Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim!

Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldiklerinden (vebâlinden) kurtar.

Bunun üzerine onu ve bütün âilesini kurtardık.

Ancak bir koca karı müstesnâ. O, geride kalanlardan (oldu).

Sonra diğerlerini helâk ettik.

Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki... Uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü!

Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler.

Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak gâlip ve engin merhamet sahibidir.” [1571]

 

“Lût'u da (peygamber olarak kavmine gönderdik.) Kavmine şöyle demişti: ‘(Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız?!

(Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz!’

Kavminin cevabı sadece: ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (bizim yaptıklarımızdan) uzak kalmak isteyen insanlarmış!’ demelerinden ibâret oldu.

Bunun üzerine onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azâba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik.

Onların üzerlerine müthiş bir yağmur indirdik. Bu sebeple, uyarılan (fakat aldırmayan) ların yağmuru ne kötü olmuştur!”  [1572]

“(İbrâhim) Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.’ Bunun üzerine Lût ona iman etti ve dedi ki: ‘Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.’ Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve onun soyunda (seçtiklerimize) peygamberliği ve kitabı (vahy ihsanı) kıldık, ecrini de dünyada verdik. Şüphesiz o, ahirette salih olanlardandır. Lût da; hani kavmine demişti: ‘Siz gerçekten, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı ‘çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz.’ ‘Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler mi yapacaksınız?’ Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: ‘Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azâbını getir!’ demek oldu. Dedi ki: ‘Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et!’ Bizim elçilerimiz İbrâhim'e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki: ‘Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zâlim oldular.’ Dedi ki: ‘Onun içinde Lût da vardır.’ Dediler ki: ‘Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi biliriz. Kendi karısı dışında, onu ve âilesini muhakkak kurtaracağız. O (karısı) arkada kalacak olanlardandır.’ Elçilerimiz Lût'a geldikleri zaman o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve içi daraldı. Dediler ki: ‘Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve âileni muhakak kurtaracağız. O ise, arkada kalacaktır.’ ‘Şüphesiz Biz, fâsıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azap indireceğiz.’ Andolsun, Biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir âyet bırakmışızdır.” [1573]

“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [1574]

“Gerçekten Lût da gönderilmiş (elçi)lerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların (memleketinin) üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakt ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?” [1575]

“Semud, Lût kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).” [1576]

“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).

Eyke halkı ve Tübba kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [1577]

 

“İbrâhim'in ağırlanan misafirlerinin haberi 0sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)

Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, ‘Bunlar, yabancılar’ demişti.

Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş,

Onların önüne koyup ‘Yemez misiniz?’ demişti.

Derken (yemediklerini görünce) onlardan korkmaya başladı. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.

Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: ‘Ben kısır bir koca karıyım!’ dedi.

Onlar: ‘Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir’ dediler.

(İbrâhim:) ‘O halde işiniz nedir, ey elçiler?’ dedi.

‘Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik.

Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).

(Bu taşlar,) aşırı gidenler için Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlardır).’

Bunun üzerine orada bulunan mü’minleri çıkardık.

Zâten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.

Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” [1578]

“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût âilesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler. Andolsun onlar onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. ‘İşte azâbımı ve uyarmamı tadın!’ Andolsun onları bir sabah vakti erkenden üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi. Şimdi azâbımı ve uyarmamı tadın!” [1579]

“Allah, inkâr edenlere, Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” [1580]

“Irzlarını koruyanlar; Ancak eşlerine ve câriyelerine karşı müstesnâ; çünkü onlar kınanmaz; Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir.” [1581]

“İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.” [1582]

Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi

 

Hz. Peygamber'in hadislerinde li­vâta kınanmış ve bu fiili işleyen kimseye Allah'ın rahmet nazarıyla bakmayacağı bildirilerek[1583] livâta yapanların lânetlendiği ifâde edilmiştir. [1584] Rasûl-i Ekrem, ümmeti hakkında en çok korktuğu şey olarak, Lût kavminin bu çirkin davranışı olduğunu belirtmiş[1585] ve erkeğin eşiyle anal (arka yoldan) ilişkide bulunması­nı da "küçük livâta" şeklinde nitelendirerek yasaklamıştır.[1586] Bir başka hadiste de hemcins­leriyle ilişkide bulunan kadınlar ve erkek­ler zinâ yapan kişiler olarak ifâde edilmiş­tir. [1587]

Hadislerde Hz. Lût'un Hûd sûresinde yer alan temennisiyle,[1588] Lût kavminin yaptığı kötülüğü işleyenlere Allah'ın lâ­net edeceği ve onların öldürülmesi ge­rektiği de bildirilmektedir.[1589] Lût (a.s.) ve kavmiyle İlgili olarak Kur'an ve hadis dışında­ki İslâmî kaynaklarda yer alan çeşitli rivâ­yetler[1590] çoğunlukla yahûdi kaynaklarındaki bilgilere dayanır.

 

“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” [1591]  

"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey Lût kavminin davranışıdır." [1592]

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef'ûlü de öldürün." [1593] Tirmizî, Ebû Hüreyre'nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebû Dâvud'da İbn Abbâs (r.a.)'tan yapılan bir rivâyette: "Livâta yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir" denmiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Lût kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel'ûndur." (Rezin ilâvesidir -Münzir'de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır-). [1594]

"Kadına dübüründen temas eden mel'undur" [1595]

Bu hadis, kadınlara arka uzvundan temas etmenin haram olduğuna delâlet eder. Esâsen Kur'ân-ı Kerim, "Kadınlarınız tarlalarınızdır, tarlalarınıza (ön tarafa) nasıl isterseniz öyle varın!" [1596] meâlindeki âyeti ile ekine elverişli cinsî uzva teması irşad etmiştir. Birçok hadiste Rasûlullah açık bir ifâde ile arka uzuvdan teması şiddetle yasaklamıştır. Tirmizî hadisi de şöyledir: "Hayızlı kadına arka uzvundan temas eden, kâhine giden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir."

"Allah Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyâmet günü rahmet nazarıyla) bakmaz." [1597]

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün" buyurdu." İbn Abbâs'a: "Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "(Bu hususta Rasûlullah'tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifâde edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muâmele yapılmıştır." [1598] Ebû Dâvud ve Tirmizî'de şu rivâyet de gelmiştir: "Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir."

Şârihler, dört mezhep imamlarının, hayvana temas eden kimsenin öldürülmeyip ta'zir cezâsına maruz bırakılacağında müttefik olduklarını belirtirler. Hadis bu büyük amelden zecre (yasaklamaya) hamledilmiştir. Ulemâ, bu mevzûda İbn Abbâs (r.a.)'ın şu sözünü esas almıştır: "Hayvana temas edene hadd yoktur." Atâ da bir soru üzerine, hayvana temas mevzuunda hadd olmadığını söyledikten sonra, "Bu kabih/çirkin bir ameldir, kabihi takbih edin" diye cevap vermiştir. [1599]

"Bir insan diğer bir insana: ‘Ey Yahudi!’ diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. ‘Ey muhannes (kadınlaşmış, homoseksüel)!’ diyecek olursa yine o kadar cezâ verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün." [1600]

Ümmü Seleme (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) yanımda idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme'nin kardeşi Abdullah İbn Ebî Ümeyye'ye: "Ey Abdullah,  şâyet yarın Allah Tâif'in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân'ın kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir" der. Bu söz üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Böyleleri bir daha yanınıza girmesin!" buyurdu. Bu sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men ettiler." [1601]

Açıklama: Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında, konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal, bazen yaratılıştandır. Böyleleri levm edilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan (isteğiyle kadın gibi tavırlar takınan) kişilere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı Rasûlullah'ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah eder. Bâzı rivâyetler, herkesçe onun cimâya ihtiyaç duymayan biri olduğunun bilindiğini belirtir.

Peygamberimiz Medine'den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû Dâvud'da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine'den iki gece uzaklıktaki Nakî adlı mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif edenlere Rasûlullah, "Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum" cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur, başka isimler de var. Sürüldüğü yerin adı da farklıdır. Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî, bunların dört kişi olduğunu kaydeder.

Rasûlullah birçok hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyledir: "Allah'ın yaratışından nefret ederek kadınlara benzeyenlere Allah'ın öfkesi şiddetlidir." Bir başka hadis de şöyledir: "Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden kendilerini kadınları benzetenlere Allah lânet etsin!"

Rasûlullah'ın Hît'i sürgün edişinde başlıca üç sebep gösterilmiştir. Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek, kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması. Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnûdur. Bir rivâyette Hît, vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tâbirler kullanmıştır: "Ağzı papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi..." Kadınların en mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Rasûlullah (s.a.s.) bunu sürmüştür.

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve: "Onları evlerinizden çıkarın!" şeklinde ferman buyurdu." [1602]

Livâta, Lût kavminin içine düştüğü cinsî sapıklıktır; homoseksüalite de denir. Bu, erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsî temasta bulunmasıdır. Dinimiz bu işi zinâdan da çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş, şiddetle yasaklamıştır. Hadis, sadece fâili, yani, erkeğe temas eden erkeği değil, mef'ûlü de yani kendisine cinsî temas yaptırtan erkeği de mahkûm etmekte, ikisinin de öldürülmesini emretmektedir.

Kur'ân-ı Kerim Lût kavminin helâk oluşunun sebebini bu ahlâksızlığa bağlar. Şu halde, bu küçümsenecek bir sosyal bozukluk değil, insanlığın ciddi bir meselesidir. Kur'ân her asra hitab ettiğine göre, onda yer eden meseleler asıl itibarıyla geçmişi anlatsa bile, hal ve istikbâle de parmak basmaktan uzak değildir. Öyle ise livâta her zaman için insanlığın karşılaşabileceği bir ahlâkî çöküş, sosyal bir musîbet kaynağıdır. Günümüzde ortaya çıkan ve tıbbî yollarla tedavisi ve önlenmesi henüz imkân dâhiline girmemiş bulunan AİDS âfetinin  de livâtanın yaygın olduğu çevrelerde çıkmış olması ve yayılma sebebinin de esas itibariyle livâta ve zinâ olması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Dinimizin cinsî hayatın disipline edilmesi husûsunda gösterdiği hassâsiyetin hikmeti şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır. Haram yollardan cinsî tatmin arayanlara karşı İslâm'ın koyduğu müeyyideleri fazla sert ve hatta gayr-i medenî bulanlar, AİDS vak'asının, cinsî sapıklar yüzünden bütün insanlığı ve medeniyeti tehdit eder bir hal alışı karşısında insafa gelmeli, hakkı teslim etmeli değil midir!?

Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'de yazdığına göre, halifelerden dört tanesi livâta yapanı yakmıştır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah İbnu'z-Zübeyr ve Hişâm İbn Abdilmelik. İbn Ebî'd-Dünya ve Beyhakî'nin rivâyetlerine göre, Hâlid İbnu'l-Velîd, Hz. Ebû Bekir'e yazar ki,  bir Arap karyesinde kadın gibi nikâhlanan bir erkeğe rastlamıştır. Hz. Ebû Bekir, bu haber üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbını toplayıp ne yapmak gerektiği hususunda fikirlerini alır. Hz. Ali (r.a.): "Bu günahı tarihte tek bir ümmet işlemiştir. Bildiğiniz gibi Allah da o kavmi helâk etmiştir, ben bu adamın yakılmasını uygun görüyorum" der. Bunun üzerine bütün ashâbın re'yi onun yakılması hususunda icmâ etti. Hz. Ebû Bekir de (Halid İbn Velid'e yazarak) adamın yakılmasını emretti." Yine, İbn Abbâs (r.a.)'ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livâta yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır." (Rezîn ilâvesidir.) [1603]

Lût Gölü

Lût Gölü; Günümüzde bir kısmı İsrail, bir kısmı Ürdün sınırlan içinde kalan göldür. Müslümanlar tarafından Hz. Lût’a izâ­feten Lût Gölü/Lût Denizi adıyla, Batılı­lar arasında da içinde ve kıyılarında canlı yaşamadığından (sadece gölü besleyen Ürdün/Şeria nehrinin ağzında yosun gi­bi bazı yeşillikler görülür) ve hakkındaki ölümcül efsânelerden dolayı "Ölü Deniz" anlamına gelen adlarla tanınır. Kitâb-ı Mukaddes ile çeşitli Grek, Roma, Bizans ve Arap coğrafyacı, tarihçi ve seyyahları­nın eserlerinde coğrafî-tarihî konumuna ve fizikî özelliklerine göre Doğu denizi, Araba (Vâdi’l-Araba) denizi, Sodom ve Gomore denizi, Sogar denizi, Altüst Olmuş göl, Tuz denizi, Zift denizi, Fena Kokulu göl ve Ölü deniz mânâlarındaki çeşitli ad­larla anılmıştır.

Lût gölü, üçüncü zamanın ikinci yarı­sında teşekkül etmiş Akabe körfezi-Vâdi’l-Araba rift vâdisinin devamı olan ve bir noktasında deniz seviyesinden 790 met­reyi aşkın derinlikteki tabanı ile karaların en derin yerini oluşturan Gor (Gavr) çu­kurunun bir kesimine suların toplanma­sıyla meydana gelen tektonik bir göldür. Doğu kıyısından çıkan ve "el-Lisân" (dil) denilen bir yarımada, gölü iki kesime ayır­makta ve derinliğin kuzeyde 410, güney­de sadece 10 m. kadar olduğu görülmek­tedir. Gölün suları yüzeyde binde 288, dipte binde 325 oranında tuzludur; dolayısıyla bu sularda yüzmek çok kolay, fakat dalmak zordur. Gölün suları ayrıca yüksek oranlarda magnezyum klorür (binde 102), sod­yum klorür (binde 79), kalsiyum (binde 37) ve potasyum (binde 15), klorürleriyle sodyum bromür (binde 5) içerir. Dünyanın en tuzlu suyuna sahip olan gölün kıyıları, Sodom'dan çıkarken arkasına bakan Hz. Lût'un karısının tuzdan direk haline gelmesi gi­bi efsânelerin[1604] doğmasına yol açan çeşitli şekillerde billûrlaşmış tuz kümeleriyle kaplıdır. Gölün suyunun ter­kibindeki, canlı barındırmamasına ve fe­na kokmasına sebep olan maddelerin ya­nında yüzeyinde de yer yer bitüm top­lanmakta ve klasik kaynaklarda, gölün Lacus Asphaltitis adıyla anılmasına yol açan bu maddenin Nabatîler tarafından onu mumyalama işleminde kullanan Mısırlılar'a satıldığı bilinmektedir. Bugün golün suyu İsrail ve Ürdün kıyılarındaki arıtma tesislerinde ayrıştırılmakta ve içerdiği kimyasal maddeler ya sanayide kullanılmakta ya da ihraç edilmektedir.

Kur'an'da, çevresinde gelişen olaylara temas edilen, fakat adı verilmeyen Lût gölünün dinler tarihinde ve Kitâb-ı Mu­kaddes arkeolojisinde önemli bir yeri vardır. İşledikleri büyük günahlar sonucu altüst edilen Sodom ve Gomore şehirle­riyle Tevrat'ta adları verilen aynı döneme ait diğer şehirlerin araştırılması faâliyetleri arkeologlar tarafından henüz kesin sonuçlara ulaştırılamamıştır ve bu konudaki çalışmalar halen sürdürülmek­tedir. XX. yüzyılın ilk çeyreğinden beri de­vam eden bu çalışmalar sırasında 1946-1956 yılları arasında gölün kuzeybatı kı­yısındaki Kumran harabeleri yakınında bulunan mağaralarda keşfedilen ve Lût Gölü yazmaları veya Kumran mağaraları yazmaları denilen, milâttan önce II - mi­lâttan sonra I. yüzyıllara ait Ârâmîce ve İbrânîce belgeler, Kitâb-ı Mukaddes tari­hi ve Hıristiyanlığın kökenleri açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Nâsır-ı Hüsrev, Yâküt el-Hamevî, İbn Battûta, Mes'ûdî, Makdisî ve İstahrî gibi İslâm coğrafyacılarının "el-Buhayretü'l-Müntine" (fena kokulu göl) ve "el-Buhayretü'1-Maklûbe" (altüst olmuş göl) gibi adlarla bahsettikleri Lût Gölünü Evliya Çelebi hac dönüşü sırasında görmüş ve “Buhayra-i Sidrem” başlığı altında anlattığı gölün sahillerinde yerleşim olmadığını, sadece bir kenarında bir câmii ile bunun kıble yönünde 200 evli bir köy bulunduğunu, burada oturanların müslümanlar, Yakubîler ve yahûdilerden oluştuğunu söylemiştir. Aynı şekilde bugün de yaşamaya elverişli olmaması sebebiyle gölün kıyılarında önemli bir iskâna rastlanmamakta ve çevrede daha çok sudaki kimyasal maddeleri değerlendirmeye yönelik faâliyetlerin sürdürüldüğü bazı küçük yerleşim merkezleri bulunmaktadır. [1605]

Lût gölünün bugünkü durumu, tarihçilerin anlattıklarından farklı değildir. Batılıların Ölü Deniz, Tevrat'ın Tuz gölü, İslâmî kaynakların ise Lût gölü adını verdikleri göl, Akdeniz seviyesinden yaklaşık 400 metre daha aşağıda ve en derin yeri 400 metreyi bulmaktadır. Yani deniz seviyesinden 800 metre aşağıdadır. Oysa dünyada, deniz seviyesinden aşağıda olan yerlerde bu alçaklık en fazla 100 metre dolayındadır. Gölün bir başka özelliği, yüzde 20-30 oranına varan ölçüde tuzlu olmasıdır. Oysa, denizlerdeki en fazla tuz oranı yüzde 3-4'ü geçmez. Bu sebeple Lût gölüne giren bir kimsenin, yüzme bilmese de boğulma ihtimali yoktur.

Lût gölüne batı dillerinde Ölü deniz denmesinin sebebi, içinde balık veya yosun gibi bir canlının yaşamamasından ileri gelmektedir. Bu isimlendirme doğru değildir. Zira 1980 yılında yapılan araştırmalar gölün mikroorganizma kaynadığını göstermiştir.

İslâm âlimleri bu şekilci isimlendirmeden uzak kalarak göle; Lût gölü adını veriyorlardı. Bunun sebebi de Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin sözkonusu kavmin bu göl civarında yaşadığını işaret etmesinden gelmektedir.

Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût

Toplumun fuhuş girdâbına kapıldığı, cinsel buna­lımların had safhayâ ulaştığı; cinsel ilişkilerin bırakınız gizli olmasını, açık açık, üstelik milyonlara hitap eden basın-yayın organlarınca ballandınla ballandınla anlatı­lıp gösterildiği bir ortamda yaşıyoruz. Bu sapkın ortam­da ister istemez bulunan müslümanların, karşılaştıkları bu gibi olaylar karşısında alacakları tavır ne olmalıdır?

Bin dört yüz yıldır insanlara hidâyet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim; insanın yirmi dört saatinde, hayatının her safhası için insanlara yol gösterir. Cinsel konularda da helâl-haram sınırlarını çizer, insan hayatının tabii bir parçası ve aynı zamanda neslin devamı için gerekli olan cinsel ihtiyaçlarda da; yapmalarını istediği işleri emre­der. Düştükleri yanlışları gösterir. Toplumu ifsâd ede­cek davranışlardan kaçınmalarını ister. Böylece toplu­mu refah ve mutluluğa götürecek yöne sevkeder.

Bütün bunları anlatırken geçmiş kavimlerden cinsel konularda sapmalar gösteren; hatta bu sebepten azâba uğrayan Lût kavmini örnek vererek; gerek indiği dö­nem içerisindeki câhiliyye Araplarına ve gerekse kıyâmete kadar İlâhî vahye muhâtap diğer toplumlara da bu kıssa örnekliğinde kendilerinin bu hal ve tavırlarını düzelt­melerini ister. "...Sen bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler." [1606]

Lût Kavminin Durumu: Lût kavmi, insanların çoğalması için zarûri olan cinsel ihtiyacı, Allah'ın çizdiği sınırların dışına taşırarak; top­lumu ifsâda götüren haram bir fiile meyletmiştir. "Lût da, kavmine şöyle demişti: 'Doğrusu siz, daha önce hiç bir kavmin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz. Er­keklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"'[1607]; "Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşı­yorsunuz? Evet siz câhil bir kavimsiniz!" [1608]; "...Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz!?" [1609]

Oysa Allah: "...Onlar (kadınlar) sizin örtünüz/giysiniz, siz (erkekler) de onların örtülerisiniz." [1610] diyerek kadın ve erkeği birbirlerinin örtüleri olarak tavsif etmiştir. Helâl bir cin­sel birleşmenin ancak nikâh yolu ile bu iki cins tarafın­dan yapılacağını emretmesine rağmen; Lût kavmi hara­ma meyletmiştir. Dolayısıyla helâl birleşmeyi terkederek; toplumu batağa sürükleyecek erkek-erkeğe yapılan haram birleşmeyi tercih etmişlerdir.

 

"Doğrusu siz âlemlerde hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyosunuz."[1611] âyetinde belir­tilen "sizden önce hiç kimsenin yapmadığı" ifâdesi Lût kavminin yapmış olduğu homoseksüelliğin; daha önce hiç yapılmadığı şeklinde değil, böyle toplumsal olarak büyük boyutlarda daha önce yapılmadığı şeklinde anla­şılmalıdır. Çünkü tarihin her devrinde şu veya bu şekil­de bir haram fiili ferdî olarak işleyenler bulunmuş ola­bilir. Lâkin "kavmi ona koşarak geldi" ve "Toplantıla­rınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?" âyetlerinden anlaşılacağı üzere, fuhşun bireysel değil; toplumsal bo­yutlarda seyrettiği anlaşılıyor. Bundan dolayı Allah, bu kötü fiilin daha önce bu boyutlarda olmadığını bildiri­yor. Lût (a.s.), kavminin Allah'ın emirlerini çiğnemesini sürdürecekleri durumda, artık geriye dönüşü olmayan bir mecrâya sürükleneceklerini, azâbın yaklaşmakta olduğunu haber veriyor.

Konuyla ilgili âyetlerin câhiliyye Araplarına indiği dönemde homoseksüellik, Lût kavminin yaptığı boyutlarda değildi. Buna rağmen Allah; bu kötü fiilin toplu­mu helâke sevkeden bir iş olduğunu, böyle bir fiile yö­nelenlerin bunu terketmelerinin en doğru yol olacağını Lût kıssasıyla anlatır.

Hz. Lût'un Tutumu: Lût (a.s.), kavmini sürekli olarak uyarır. Yaptıkları fiilin Allah nezdinde büyük bir suç olduğunu hatır­latır.[1612] Bütün bu uyarılara rağmen Lût kavmi sapıklıkta ıs­rar eder. İşledikleri günahlar kalp ve gözlerini öylesine köreltmiştir ki, kendilerini helâk etmeye gelen insan kılığındaki meleklere bile yeltendiler. Buna karşılık Lût (a.s.) onlara şöyle der: "Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar(ı nikâhlamak) daha temizdir. Allah'tan korkun, misafir­lerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?" [1613]

Lût (a.s.) evine konuk olarak gelen Meleklere yelte­nenlere "işte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha te­mizdir" diyerek, yaptıkları sapıklığa karşı helâl bir al­ternatif teklif eder. Buradaki teklif husûsunda müfessirlerin bir kısmı "hakiki kızlarıdır" bir kısmı ise "kavminin kızlarıdır" demişlerdir.

"İşte şunlar kızlarımdır" ifâdesi ister Lût'un kızları­nı, isterse kavminin kızlarını kapsasın farketmez. Bu teklif, Lût kavminin yaptığı işin kötü olduğunu, temiz olanın kadın-erkek arasındaki ilişki olduğunu göster­mek içindir. Lût'un bütün çabalarına karşın kavmi tep­ki gösterir. "Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Sen bizim ne istediğimizi bilirsin." [1614]; "Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût, (bizim yaptığımıza karşı gelmekten) vazgeçmezsen, iyi bil ki sürgün edile­ceksin!" [1615]; "Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir." [1616]

Artık Lût (a.s.), kavminin doğru yola geleceğine dair tüm inancını tüketir. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam!" [1617] Yapaca­ğı iş, Allah'a sığınmaktı. Bütün gücüyle Allah'a sığına­rak O’ndan yardım ister: "Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." [1618]; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." [1619]

Allah Lût'un duâsını kabul eder; kâfir karısı dışındaki âilesini kurtarır. "Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." [1620] Kur'an bize Lût'un karısının suçunu belirtmez (onun kâfir olduğunu ve kocasına ihânet ettiğini belirtir.[1621] Müfessirler birtakım suçlamalarda bulunmuşlarsa da gaybî bir konu olan bu durum karşısında Kur'an'ın bize verdi­ği kadarla yetiniyor ve orada duruyoruz. Kur'an-ı Kerim'de Nûh’un (a.s.) oğlunun, Nûh'un duâ­sına rağmen helâk edilmesi olayından sonra anlatılan bu olayda da Lût'un âilesinin kurtulması duâsına muka­bil karısı helâk edilenler arasında yer alır. Bu olay bize gösterir ki Allah'ın emirlerine karşı gelmiş olan bir kimse, Allah nezdinde peygamber âilesinden de, onun soyundan da olsa gerekli cezâyı görecektir. Allah nezdinde geçer­li olan soy-sop, mevki, makam değil; takvâdır.

Kendilerini ziyârete gelen misâfirlerin, Lût kavmini helâk için görevli melekler olduğunu anlayan İbrâhim (a.s.),[1622] kâfir de olsa Lût kavminin helâk edilmemesi için meleklerle tartışır. Hz. İbrâhim’in bu hareketi o anlık şoktan dolayıdır, yoksa meleklerin söylediği gibi Allah'ın azâbı geldikten sonra onu kimsenin durduramayacağını en iyi bilenlerden birisi de İbrahim'dir.

Melekler daha sonra Lût’a (a.s.) gelirler. Lût (a.s.) da Hz. İbrâhim'in üzüldüğü gibi kavminin helâkinden dola­yı üzülür. Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’da görülen bu latif tu­tum, peygamberleri kana susamış insanlar gibi göster­mek isteyen kâfirlere karşı en güzel ibrettir. "Elçilerimiz Lut'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da; 'Bu çetin bir gündür' dedi." [1623]; "Dediler ki: 'Ey Lût! Biz Rabbinin eçileriyiz. Onlar asla sana dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ai­lenle yürü. Karından başka sizden hiç biri geride kalma­sın. Çünkü onlara gelecek olan şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan helâk zamanı, sabah vakti­dir. Sabah yakın değil mi?" [1624]

Lût (a.s.)'a meleklerin bildirdiği hicret emri, Mûsâ’nın (a.s.) Firavun'un adamlarından inananları kaçırdığı za­man da Allah tarafından aynı şekilde bildirilmişti. "Biz Mûsâ'ya: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz' diye vahyettik." [1625]

Baskı altında yaşayan Mûsâ ve Lût gibi peygam­berler toplumlarının helâk edilmesi kararlarının akabin­de, inananlarla birlikte geceleyin kâfirlere fark ettirmeden hicret etmeleri istenir. Kâfirlere fark ettirmeden kaç­manın en uygun olduğu zaman gecedir. Lût (a.s.) da ailesinden karısı hâriç, diğer iman edenlerle beraber geceleyin kavmini terk ederek yola koyulur.

Tevrat'la Bir Karşılaştırma: Lût kavmini helâk ile görevlendirilen meleklerin, İbrâhim (a.s.)'e uğraması olayı Tevrat'ta da yer almakta­dır. Ancak Kur'an ve Tevrat metinlerinde yer alan bu olayın karşılaştırılması, Tevrat metinlerinin nasıl tahrif edilmiş olduğunu gösterecektir. Bu karşılaştırma aynı zamanda Tevrat'ta anlatılan kıssaların hidâyet özelliği­nin nasıl kaybolup, yerini küfrün aldığını rahatlıkla an­latmış olacaktır:

"Ve İbrahim sığırlara koştu ve körpe ve iyi bir bu­zağı alıp uşağına verdi, ve onu hazırlamakta acele etti. Ve ayranla süt ve hazırladığı buzağıyı alıp önlerine koy; ve kendisi yanlarında, ağaç altında durdu, ONLAR DA YEDİLER." [1626]

Tahrif edilmemiş Tevrat metninde Meleklerin Kur'an'daki âyetlerde belirtildiği gibi sunulan yemeği yemedikleri muhakkaktır. Hz. Mûsâ’dan sonra Tevrat’ı kendi hevâlarınca tahrif eden yahûdiler meleklere ye­mek yedirttikleri gibi; daha sonraları müşrik Araplar işi meleklerin dişi oldukları, dahası Allah'ın kızları oldukla­rı iftirâlarına kadar götüreceklerdir. Böylece Tevrat, hi­dâyete sevkeden bir kitap olmaktan ziyâde şirke götüren bir kitap konumuna düşürülmüş oluyor.

Allah'ın Kur'an'ı indirme gâyesi de, insanları doğru yola sevkedecek bir kitabın bulunmamasından, elde mevcut Tevrat ve İncil'in tahrif edilmesindendir. Kur'an inmeden câhiliyye döneminde mevcut bulunan muharref İlâhî kitaplarda, Allah'ın bildirdiği emir ve kıssalar hedefinden saptırılmış ve tevhidî çizgiden uzaklaştırıl­mıştı. Tevrat'ın şirk kitabına dönüştüğünün delillerinden bir tanesi de, Lût'un anlatıldığı bölümde Lût'un kızları­nın babaları ile yatması iftirasının yer almasıdır ki; bu olay tamamı ile iftirâ ve kıssanın hidâyet içeriğinin tamamen tersyüz edildiğinin, tevhidî çizgiden saptırıldığı­nın göstergesidir.

Bu kıssadan alınması gereken ders ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Allah'ın bize Lût kıssasını anlatmasının ilk amacı muharref Tevrat vâsıtası ile Mekke insanlarının edin­dikleri yalan-yanlış bilgileri düzeltmektir.
  1. Kıssanın anlatılması ile yeryüzündeki bütün câhiliye toplumlarında olduğu gibi Mekke câhiliye top­lumunda da görülen sapık bir münâsebet şekli, erkek er­keğe yapılan cinsî ilişki mahkûm edilir.
  1. Dahası, ferdî olmaktan ziyâde, yani yapanların var olduğu halde bilinmediği bir yapıdan çok, alenî ve üste­lik toplumsal olarak yapılan bir fiil haline gelen cinsel suçların azâba müstehak olduğu anlatılır.
  1. Günümüzde yapılan bu çirkin fiillerin boyutu Lût kavminin yaptığı toplumsal pisliğin çok ilerisinde­dir. Erkek erkeğe, kadın kadına evlenmenin normal gö­rüldüğü, homoseksüel olimpiyatları gibi tertiplerle glo­bal pisliklerin bir araya getirildiği, ameliyatlarla erkekle­rin kadın, kadınların erkek olarak yaşamak istedikleri bir dünyanın sapıklıkta Lût kavminden çok ileri olduğu­nu söylemek yanlış bir tespit olmasa gerektir.
  1. Bir peygamberin yüzü suyu(!) hürmetine dahi onun ailesinden biri olan karısının bile affedilmediği Nuh (a.s.)'un oğlunun cezâlandırılmasından sonra, ikinci bir örnek olarak muhâtaplara sunulur. O halde Allah'ın kınadığı bu fiilin kötülüğü ve bunun getireceği belâlar tüm insanlara hatırlatılmalıdır. [1627]

Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar 

Âyetlerden Tesbitler

1. Sığınacak Bir Kale

“(Lût) Keşke benim size karşı (savunacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!” dedi.[1628]; “Lût, doğrusu dedi, ben sizin bu işinize buğzedenlerdenim.” [1629]; “(Ey Lût) ‘Biz seni halkın işine karışmaktan men etmemiş miydik’ dediler.” [1630]; "...Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış’ dediler.”[1631]; “Onlar şöyle dediler: Ey Lût, bu dâvâdan vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürülenlerden olacaksın.” [1632]

 

İyiliğin emri ve kötülüğün nehyinde aslolan; bunlara karşı olunduğunun belirtilmesi ve kalple, dille ve imkân/güç varsa elle bu karşı koyuşun gösterilmesidir. Her şartta bir mü’min bu karşı duruşunu belirtmek durumundadır. Zira bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar bile iman olmadığı Rasûlullah tarafından bildirilmiştir. Bizlerden münkeri mutlaka ortadan kaldırmamız değil, öncelikle ona karşı mücâdele etmemiz, kulluk borcu olarak istenmiştir. Zira münkerin ortadan kaldırılmasında bizim dışımızdaki faktörlerin de etkileri vardır. Ve onu engelleyemediğimiz zamanlar da olacaktır. Ancak aslolan ona karşı koyuşumuzdur. Bu alanda sonuçla değil; duruş ve tavır geliştirmekle sorumluyuz.

Ancak her mü’min gibi rasullerin kalbinden de, münkeri tamamen ortadan kaldırmak arzusu geçer. Ve elde imkânların bulunmasını arzular. Bu açıdan iyiliğin emri ve kötülüğün yasaklanmasında sonuç açısından ideal noktaya "güç" ile ulaşılabilmektedir. Adâletin, güçle desteklenmesinden daha güzel ne olabilir? "Biz, Kitap (adâletin teorik malzemesi) ile mîzânı/ölçüyü indirdik. Biz demiri (onun uygulanmasında gerekli olan gücü) de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır."[1633] Ve güç kullanarak kötülüğün yasaklanmasının mümkün olduğu zeminlerde bunun hemen uygulanması, hem aklın hem de vahyin gereğidir.

Farz olan bir şeyin yerine getirilmesi için gerekli olan şeyler de farzdır. Bu yüzden kötünün önüne set çekmek için günün gereklerini tedârik etmek da farzdır. Kalbinde küfre ve menhiyyâta buğz dahi kalmayan kişilerin dinî durumlarını tekrar kontrol etmeleri öncelikli bir görevdir.

“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” [1634]

“(Lût şöyle duâ etti:) ‘Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." [1635]; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." [1636]

"Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." [1637]

2. “Arkanıza Bakmayın!”

"Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de arkasına bakmasın, gitmeniz istenen yere gidin!" [1638]

Hayr da şer de, önemli karar ve faâliyetlerin icrâ ânı olarak geceleri kullanır. O geceler hem nûrun hem de zulmün en kesif icraatlarına şâhit olmuşlardır. Gecenin bereketi ve farklılığından nasibini alamamış kişi ve hareketler berekete ulaşamazlar.

“Şüphesiz gece nâşiesi (kalkışı, neşesi), tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir söze/kırâate daha elverişlidir.” [1639]

Arkana bakma! Nûh gibi fıtratının sıcaklığıyla bataklıkta bıraktığın yakınlarına meyledebilirsin. Bu seni bilgin olmayan konuda duâ etmeye ve câhilî davranışa itebilir. [1640] Ya da Allah'ın azâbı o denli şiddetlidir ki, değil onu yaşamak, onu bir başka obje üzerinde izlemek bile insanın ruh halini etkileyip bozabilir. Mü’min bir gözün ve gönlün ona şâhit olması bile istenmemektedir. [1641] 

3. Peygamber Karısı veya Akrabası Olmak İnsanı Kurtarmaz: “Allah inkâr edenler hakkında Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hiyânet ettiler. Kocaları Allah'tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): ‘Haydi, girenlerle beraber siz de ateşe girin!’ denildi.” [1642]

Bu âyette iki peygamber karısının, kocalarına inanmamakla kalmayıp ayrıca onları son derece üzdükleri anlatılmaktadır. Bu kadınların hiyânetleri küfürleri idi. Dinde ihânetlerinden dolayı peygamber kocaları, onları Allah'ın azâbından kurtaramamıştı ve onlar da öteki suçlular gibi ateşe atılmışlardı.

Kişiyi kurtaran, kendi imanı ve amelidir.

Kişinin kendi imanı ve sâlih ameli, yani takvâsı olmadıktan sonra, herhangi bir sâlih insana, âlime veya peygambere akraba olmanın bir yararı olmaz. Bu husus, Kur'ân'ın birçok yerinde yine­lenir. Meselâ Hûd Sûresinde anlatıldığı üzere pey­gamber oğlu olmak, Nuh'un kâfir oğlunu azaptan kurtaramamıştı. "Nûh Rabbine seslendi: 'Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin!' (Allah Teâlâ): 'Ey Nûh, dedi, o senin ailenden değildir. O, yaramaz iş yaptı. Bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Sana câhillerden olmamanı öğütlerim!" [1643]

Peygamber karısı olmak, Nûh'un ve Lût'un karılarına yarar sağlama­dığı gibi, kâfir karısı olmak da Firavun'un karısına zarar vermemiş; tam tersine, o şartlar içinde inanması, kendisini Allah katında daha da yüceltmiştir. "Allah iman edenler hakkında da Firavun'un karısını misâl verdi. O: 'Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar ve beni o zâlimler topluluğundan kurtar!' demişti.” [1644]

4- Livâta Fiilinin Çirkinliği  

a- Lût kavminin işlediği livata fiili, çok çirkin bir ameldir. Bu fiili işleyenler, hem dünyada hem de âhirette azâbı hak ederler. Çünkü bu ameli işleyenler, hasta/mikroplu kişilerdir, her toplumu bozarlar. Toplumu böyle kişilerden temizlemek gerekir. Bunlar hayvanlardan daha beterdirler. Onun için, Allah (c.c) böyle yapan kişileri hem dünyada hem âhirette büyük azapla tehdit etmiştir.

b- Lût kavminin yaptığı çirkin fiilin hem yapana hem yapılana sağlık yönünden büyük zararı vardır. Ayrıca yapan ve yapılan için büyük bir utanç kaynağıdır ve ikisinin arasında düşmanlık meydanan getirir.

c- Bu çirkin amelin işlenmesiyle kadın, erkek tarafından terkedildiği için kadınlar büyük zarar görür ve toplum bozulur.

d- Lût (a.s.) kavminin yaptığı çirkin fiil, neslin azalmasına sebep olur. Onun için Allah (c.c.), bu fiili yapan kavmi cezâ olarak helâk etmiş ve dünyadan tamamen kaldırmıştır. Ayrıca kıyâmet gününde de onlara büyük bir azap vardır.

5- Misâfire İkram

Bu kıssa, misafirin güzel bir şekilde ağırlanması, ikramda kusur edilmemesi ve her türlü eziyetlerden korunması gerektiğini gösterir. Lût (a.s.), evindeki misafirleri livata yapmak için götürmek isteyen kimselere, kızlarını onların liderleriyle evlendirme teklifinde bulunarak misafir olan melekleri korumak istemiştir.

Lût (a.s.), sakalsız ve bıyıksız güzel gençler sûretinde gelen melekler kapısını çaldıklarında, kavminin fuhuş yapmak için onları almaya geleceğini, onların yüzünden başına büyük bir problem geleceğini bildiği halde, misafirleri geri çevirmedi ve onları korumak için elinden geleni yaptı.

Lût (a.s.)’un bu davranışı, bizim için büyük  bir örnektir. Eve gelen misafire ikram etmek ve onu korumak için elden geleni yapmak gerekir. Rasûlullah (s.a.s.), bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a (c.c.) ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin!” [1645]

  

Burada ve daha başka yerlerde Kur’an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah’ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin örnekliğindeki İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır: a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün" b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun", c) "Livata suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz." Fakat, hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livata suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.

Bununla beraber, O’nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gömülmeyip yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz.Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.

İmam Şâfiî, livataya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa’bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrahim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zinâ cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenâsip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii’nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.

Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu husûsuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lânetlenmiş bir kimsedir" [1646] ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu (karısına arka yoldan yaklaşma) işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."[1647] Başka bir hadisinde "Âdet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan, onunla livata yapan (karısına arka yoldan yaklaşan) veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed’e gönderilene inanmamış bir kâfirdir" [1648] diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. [1649]

Lût Kavmi ve Günümüz 

Toplumun, eşcinselliği genel olarak tiksinti verici bir davranış olarak görmesi, bu tür eğilimlerin ne oranda yaygın olduğunu gizlemektedir. Ama Batı tarzında aşırı özgürlüğün benimsenmesiyle hayvanların bile yapmadıkları bu çirkinlik giderek yaygınlaşmaktadır. Bu yaygınlığın boyutunu umumi tuvaletlerin kapılarındaki Tosun edebiyatı denilen yazılardan tahmin etmek mümkündür. Kendi aralarında tanışmak için (kulağa küpe gibi) özel aksesuarlar kullandıkları, hatta birleşerek siyasi parti kurdukları da bilinmektedir. Özellikle kot denen vücuda yapışan blue jeans (blucin)lerin ve vücut hatlarını belirtecek şekilde çok dar pantolonların kadın veya erkekler tarafından giyilmesinin livâta denilen insan fıtratıyla bağdaşmayacak fâhişeliğe dâvetiye çıkartması ve bu fiilin yaygınlaşmasına sebep olduğu göz ardı edilmemelidir. Yine metroseksüellik denilen erkeklerin fazlaca bakımlı olması, giderek bayanlar gibi süslenip makyaj vs. yapması bu anormal cinselliği teşvik etmektedir. Ayrıca kimi televizyon programlarında kadınımsı tavırlar ve konuşmalarla program sunan bazı yumuşak tiplerin de toplumda kötü örnek teşkil ettiğini belirtelim. Bu konuda kimi şarkıcıların davranışlarının, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a bazı şarkıcıların tavırlarının, giderek artan bu anormallikte payları unutulmamalıdır. Allah’ın emri olarak başını örten kızlara her türlü dışlayıcı ve yasaklayıcı tavır uygulanırken; büyük şehirlerin bazı semtlerinde, yol kenarlarında ya da televizyon reklâmı ve telefon gibi iletişim araçlarıyla müşteri arayan transseksüeller, homoseksüeller özgürlük denen şeyin bu topraklarda kimlere ve ne için olduğunu düşündürecek boyuttadır.

Balığın baştan kokması misali, bu konuda düzenin ne denli suçlu olduğunu değerlendirmek gerekir. Karma eğitim kurumları, erkeklerin caddede, iş yerinde, televizyon programlarında, şifreli-şifresiz kanallarda, şarkı kliplerinde, gazete ve dergilerde hep cinsel tahrikle, kışkırtılmayla karşı karşıya kalması, evliliğin zorlaştırılması, hepsinden önemlisi gençlerin çoğu açısından Allah korkusu ve takvâ gibi kavramların “para” kadar, “seks” kadar önemli görülmemesi toplumu helâke götürecek bu çirkinliğin yayılma sebepleri olarak gözükmektedir.

Amerika ve Avrupa ülkeleri, bu ahlâksızlığı gâyet doğal bir özgürlük olarak değerlendirmekte, gay veya lezbiyenleri küçük düşürücü, onları dışlayıcı, hele hakaret edici bir tavrı şiddetle cezâlandırmaya tâbi tutmaktadır. Tüm Avrupa Birliği ülkelerinde homoseksüelliğin insan hakları ve özgürlüğü kapsamında yer alması; Türkiye’nin de bu birliğe katıldığı zamanda vâizlerin ve hocaların bile bu davranışı eleştirip kınama haklarının olmayacağı, eşcinsel evlenmelere karşı çıkılamayacağı şu anda kimsenin üzerinde durmadığı önemli problemler olarak durmaktadır.

Seks hürriyeti, bir başka ifâdeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere Batı, çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan bu hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.

 

Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, "gay" ve "travesti"lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.

Tefsirlerden İktibaslar

 

Mevdûdi şöyle der: “Hani Lût da kavmine şöyle demişti…”[1650] Bu insanlar, şimdi Ürdün'ün doğu yakası denilen ve Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda yaşamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre merkezleri Ölü Deniz'e yakın yerlerde, ya da tamamıyla suyun altında kalmış Sodom şehridir. Talmud, bunların Sodom'un dışında dört büyük şehirlerinin daha olduğunu ve bu şehirlerarasındaki arazilerin, kilometrelerce devam eden büyük bir bahçeyi andırdığını ve seyredenleri büyülediğini anlatır. Fakat zamanımızda şehirlerin yerleri tam olarak belli değildir. Çünkü bu alanların tümü, Lût Gölü ya da diğer bir adıyla Ölü Deniz'in altında kalmıştır.

Hz. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in (a.s.) yeğeni idi. Hakka dâvet'in tebliği, hususunda tecrübe kazanmak için Suriye, Filistin ve Mısır'ı ziyaret etmek üzere amcası Hz. İbrâhim'le (a.s.) birlikte Irak'tan ayrıldı. Daha sonra Allah tarafından bir rasûl olarak tayin edilip, kendileriyle bir kan bağı olmasından dolayı onun "kavmi" diye nitelenen günahkâr topluluğa ıslah etmek için gönderildi.

Ne yazık ki, Yahudiler tarafından tahrif edilmiş olan eldeki Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Lût'un (a.s.) şahsiyeti lekelenmiştir. Başka hususlar bir tarafa, Ürdün topraklarında icra ettiği vazife, İbrâhim'in sığır sürüleri ile Lût'un sığır sürüleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonunda" [1651] münbit bir toprağa göç olarak tanımlanmıştır. Fakat Kur'an bu iddiayı çürütür ve Hz. Lût'un (a.s.) bir resûl olarak tayin edilmiş olduğunu ve oraya, halkı ıslah etmek için gönderildiğini söyler.

"Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz…” [1652]: Kur'an-ı Kerim daha başka yerlerde, bu kavmin diğer bazı günah ve suçlarını da zikreder, fakat burada, Allah'ın cezâsına uğramalarına neden olan, onların en iğrenç suçlarını hatırlatır. Her ne kadar bazı sapık kimseler, Sodom halkına nihayete kadar kötü bir şöhret sağlamış olan bu iğrenç günahı işlemiş iseler de, bu durum, bütün insanlar tarafından her zaman hayâsız ve çok kötü bir davranış olarak kabul edilmektedir.

Fakat bu çirkin fiili, ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkaranlar, eski çağlarda sadece Yunan filozofları, modern dünyada da yalnız Avrupalılar olmuştur. Avrupalılar, adeta bu işin eksik kalan yönlerini alenî surette tamamlamak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bu iğrenç fiile yasal bir statü vermeyi de başarmış bulunuyorlar. O kadar ki, bazı memleketlerin kanun koyucuları onu yasallaştırmışlardır bile. Şöyleki, artık eşcinselliğin korkunç bir toplum suçu olduğunu göstermek için tartışmalar düzenlemek de fayda vermez hale geldi. Hâlbuki Halik (Yaratıcı) herşeyi dişi ve erkek olarak yaratmış, her türü ötekinden farklı ve üremeleri için yekdiğerine tamamlayıcı şekilde varlık âlemine çıkarmıştır.

Sonra insanoğlundaki bu farklılık, bir amaca hizmet etmek içindir. Bu iki insanın çocukları ile birlikte bir yuva kurması içindir. Zira aile, insanoğlunun uğruna yaratıldığı medeni hayatın temelidir. Bundan dolayı kadın ve erkeğin vücutları, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için gerekli olan tabiî fonksiyonu yerine getirebilmelerine müsait bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı yapıda yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu cinsi arzuyu gayri meşru yollardan tatmin eden kişi, bir defada ve aynı zamanda birçok suçun faili haline gelir:

1) Böyle biri bu hareketiyle, şehvetinin kurbanı olarak, kendi vücut organlarının fıtrî ve fizikî işlevlerine karşı, tabir caizse, savaş açmış olur. Bu, kaçınılmaz olarak bu fiili işleyenlerin, fizik, zihin ve ahlâkları üstünde son derece zararlı etkiler meydana getirir.

2) Kendi türüne ve tüm âleme karşı gereken haklarını ve vazifelerini yerine getirmeden, salt cinsî zevkler peşinde koşması, taibata karşı ihanet ve vefasızlık suçu işlemiş sayılmasına neden olur.

3) Genelde, medeni toplumun bütün imkânlarından faydalanmasına karşılık bir aile hayatının getirdiği sorumlulukları yüklenmekten kaçınması ve bütün enerjisini, cinsel arzularını gayri meşru yollarla tatminde harcaması nedeniyle topluma karşı vefa sözünü tutmamış olur. Bu bencil ve uygun olmayan davranış sadece faydasız bir hareket olmakla kalmaz, aynı zamanda toplum ahlâkına da büyük zarar verir. Böylece, o kimsenin kendisini, ailesine ve insanlığa faydalı kılamaz hale getirir ve en aşağı bir başka erkekte de doğal olmayan kadınsal özelliklerin yerleşmesine neden olur. Bu da aslında, kendilerine rağbet edilmemesi dolayısı ile en azından iki kadının ahlâksızlığına ve zinaya düşmelerine yol açar.

“Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!’ demekten başka olmadı.”[1653] Aralarında muttaki kimselerin bulunmasına bile tahammül edememeleri onların ahlâkî tefessühün en aşağı derekelerine yuvarlandıklarının bir göstergesidir. Onlar sadece hayâsız, günahkâr ve ahlâksız değil, aynı zamanda her türlü iyilik ve fazilet duygularından da yoksundurlar. Bundan dolayı, aralarında kendilerini ahlâk ve fazilete dâvet edecek kimsenin kalmaması için, Hz. Lût (a.s.) ve taraftarlarını davalarından vazgeçirmek istediler. Ve topluca, günahkâr-lığın en son sınırına dayanmış ve aralarında iyilikten hiçbir eser kalmamış olduğundan, yeryüzünde bulunmaları için artık hiç bir sebep kalmamıştır. Bu nedenle, Allah o kavmin bütünüyle yok edilmesini emretti. Onların durumu, içinde sadece birkaçı sağlam meyve kalmış çürümüş bir sepete benzetilebilir. İçinden sağlam elmalar çıkarılıp alınınca, geriye kalanlar tamamen faydasızdır ve bundan dolayı da, çöp yığınına atılıp imha edilmesi gereklidir.

“Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı.”[1654] Kur'an'ın diğer bölümlerinde, muhtemelen yoldan çıkmış olanlardan birisinin kızı olan, Hz. Lût'un (a.s.) zevcesinin, peygamberle anlaşmazlıklarında, kâfirleri desteklediği ve bundan vazgeçmediği açıklanmaktadır. Bundan dolayı Allah, Hz. Lût'dan (a.s.) arkadaşlarıyla beraber karısını götürmemesini istemiştir.

 “Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık…”[1655] Buradaki "yağmur", bildiğimiz su damlaları şeklindeki yağmur değil, Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde açıkça ifâde edildiği gibi, taş yağmurudur. Onların evlerinin altı üstüne gelmiş ve toprağa gömülüp gitmişlerdir.

“Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak işte.” Burada ve daha başka yerlerde Kur'an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah'ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin önderliğinde İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır:

a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün",

b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun",

c) "Livâta suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz."

Fakat hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livâta suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.

Bununla beraber, O'nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gümülmeyip, yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir'de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz.Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.

İmam Şâfiî, livâtaya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa'bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrâhim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zina cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenasip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii'nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.

Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu hususuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lanetlenmiş bir kimsedir" Ebû Davut ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."[1656] Başka bir hadisinde "Adet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan onunla livâta yapan veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed'e gönderilene inanmamış bir kâfirdir"[1657] diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. [1658]

Seyyid Kutub diyor ki:

Lût kavminin kıssası, fıtratın sapmasının özel bir türünü, yukardaki kıssaların ana konusu olan tevhid ve ilâhlık sorunundan daha farklı bir sorunu ortaya koymaktadır. Fakat gerçekte bu da, tevhid ve ilâhlık sorunundan pek uzak değildir... Tek Allah inancı, O'nun kanun ve şeriatına boyun eymeyi (teslimiyeti) de gerektirir. Allah'ın kanunu, insanın tek bir parçanın birbirini tamamlayan iki öğesi olarak erkek ve dişi cinsiyette yaratılmasını, üreme yoluyla bu cinsin hayatını sürdürmesini ve üremenin de erkek ve dişinin birleşmesiyle olmasını dilemiştir... Bu nedenle, bu kanun gereğince, onları bedensel ve ruhsal olarak bu birleşmeye ve bu birleşme yoluyla üremeye uygun şekilde donatmıştır. Bu birleşme anında duyacakları kuvvetli bir şehvet hissi ve temel bir arzu da yaratmıştır. Böylece, bu birleşmeyi garantiye almış ve sonuçta bu cinsin hayatını sürdürmesi noktasındaki Allah'ın dileğini gerçekleştirmiştir. Bu temel arzu ve bu kuvvetli şehvet, bir de birleşmenin sonucu olarak daha sonra dünyaya gelen neslin hamilelik, doğurma, emzirme, bakım, eğitim ve güvenliğinin sağlanması v.b. güçlüklerini etkisiz kılma fonksiyonu da vardı. Ayrıca, bu sayede, erkek ve dişinin bakım dönemi, hayvan yavrularından daha uzun süren ve yetişkin nesillerden daha fazla bakıma muhtaç olan yeni doğmuş çocuklara bakacak bir aile olarak hayatlarını sürdürmeleri de sağlanıyordu.

Bu, anlaşılması ve gereğinin yapılması Allah'a, hükmüne, tedbir ve takdirinin güzelliğine inanmaya bağlı olan Allah'ın kanunudur. İnançta ve Allah'ın koyduğu hayat nizamındaki sapmalara bağlı olarak bunlarda da sapmalar gerçekleşir. Fıtrattan sapma, Lût kavmi kıssasında apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. Lût onlara, yaptıklarının Allah'ın yarattığını bozma olduğu ve bu çirkin sapıklığı ilk kendilerinin çıkardığını anlatmaya çalışıyor: "O soydaşlarına de ki; ‘Sizler daha önce dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz? Sizler kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü çiğneyen, azgın bir toplumsunuz."

Lût'un kavmini damgaladığı ölçü tanımaz azgınlık, normal fıtratda somutlaşan Allah'ın sistemine tecavüzdeki azgınlıktır. Bu azgınlık, insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ve hayatın gelişmesi için Allah'ın onlara verdiği cinsel güçtedir. Onlar bu gücü, özel amacına uygun olmayan yerlerde harcadılar. Hem de sırf kural dışı ‘şehvet' uğruna. Allah salim fıtri şehveti, Allah'ın doğal kanununun gerçekleşmesi için vermiştir. Eğer kişi kendisi nefsinde, bu kanuna aykırı amaçlar hissediyorsa, bu durumda o, ahlâkın bozulmasından önce, kural dışılık, sapma ve fıtratın bozulması demektir. Zaten bunlar arasında da bir fark yoktur. İslâmi ahlâk sapmamış ve bozulmamış fıtri ahlâktır.

Kadının -ruhî yapısı yanında- bedensel yapısı, erkeğe, sırf şehvet amaçlanmamış olan bu birleşmede bozulmamış fıtrat zevkini hissettirir. Yanı sıra olan bu zevk, Allah'ın rahmeti ve nimetidir. Hayatın devamı noktasındaki dileği ve kanunun gerçekleşmesini sağlamak için, teklifin güçlüğünü dengeleyen bir zevki de vermeyi ihmal etmemiştir. Fakat -erkeğe göre- erkeğin bedensel yapısı bu bozulmamış fıtrat zevkini sağlamaya elverişli değildir. Bilakis, iğrenme hissi ağır basar ve bozulmamış fıtrata sırf bu his bile engel olur. İnanç kaynaklı düşüncenin doğası ve buna dayalı hayat sistemi, bu durumda kesin etkilidir...

İşte Avrupa ve Amerika'daki modern cahiliye, sırf doğru inançtan ve buna dayalı hayat sisteminden sapma nedeniyle, pek yaygın bir şekilde kural dışı cinsel sapkınlıkları barındırıyor. Burada, yeryüzünde kendileri dışında tam insanlık hayatının dumûra uğramasını isteyen yahudinin sahip olduğu propaganda araçlarından kaynaklanan, ahlâk ve inançdaki çözülmenin yaygınlaşması nedeni hakkında yaygın bir iddia vardır. Burada, yönlendirilen bu propaganda araçlarından kaynaklanan kadının örtünmesinin, toplumlarda çarpık cinsi saplantıların yayılmasına neden olduğu yaygın iddiası ortaya atılıyor. Fakat gerçeklerin tanıklığı gözlere saplanıyor. Avrupa ve Amerika'da -hayvanlar âleminde olduğu gibi- bir kadın ile bir erkek arasında cinsel ilişkiyi önleyecek tek bir engel kalmamıştır. Bu kadın-erkek arası, karma hayat biçiminin yaygınlaşmasına paralel olarak, kural dışı sapık ilişkiler de eksilmeksizin artmaktadır. Erkekler arasında sapık ilişkiler azalmadığı gibi, bu tür sapık ilişkiler kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır. Gözleri ile bu gerçeği göremeyenler, Amerikalı yazar Kenzi'nin "Erkekler Arasında Cinsel Yaşam" ve "Kadınlar Arasında Cinsel Yaşam" adlı kitaplarını okusunlar. Fakat bu güdümlü propaganda araçları, siyon protokolleri ve misyoner kongreleri kararlarına uygun olarak, cinsi sapıklık konusunda bu uydurmaları yaymaya ve onu kadının örtülü olmasına bağlamaya devam etmektedirler.

Tekrar Lût kavmine dönüyoruz. Sapıklıkları peygamberlerine verdikleri şu cevapta bir kez daha görünmektedir: "Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; ‘Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.

Ne tuhaf! Geriye pislik içindeki insanlar kalması için kentten temizliğe pek meraklı olanlar sürülecek? Fakat tuhaf olan ne? Modern cahilïye ne yapıyor? Temizliğe düşkün olanları kovmuyor mu? Cahiliye toplumunun -ilericilik adı altında, kadın, erkek herkesin bağlarını parçalayarak- yiyecek, can, mal, fikir ve düşünce alanlarında daldığı bataklığa düşmeyenleri baskı altına almıyor mu? O, temizliğe düşkün insanları görmek istemez. Çünkü o, buna tahammül edemez ve onları ancak kendisi gibi pisliğe batmış olarak görmek ister. Her dönemde cahiliye mantığı böyledir!

Diğer ayetlerde olduğu gibi burada da, ayrıntıya girilmeden ve konu fazla uzatılmadan hızla sonuç bildiriliyor: "Lût'u ve eşi dışındaki yakınlarım kurtardık. Eşi ise geride kalıp helâk olanlardan oldu. Onların üzerine müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl olur?" Sonuç, âsilerin tehdid ettiği kimseler lehinedir. Yanısıra bu, toplum àrasında inanç ve sistem temelli bir ayrımdır da. Lût'un karısı -kendisine en yakın kimse olduğu halde- helâktan kurtulamamıştır. Çünkü o, inanç ve sistem bakımından toplumunun helâk olan azgınlarının işbirlikçisi idi.

Üzerlerine fırtınalarla yüklü helâk eden müthiş bir yağmur yağdırıldı. Bu müthiş yağmur ve sel suları dünyayı, işledikleri bu pislikten ve içinde yaşayıp öldükleri bataklıktan temizlemek için miydi? Ne şekilde olursa olsun, yalanlayan günahkârların kitabından bir sayfa daha kapanmaktadır! [1659]

Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

  • Lût (a.s.)’uın İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 86; 7/A’râf, 80; 11/Hûd, 70, 74, 77, 81, 89; 15/Hıcr, 59, 61; 21/Enbiyâ, 71, 74; 22/Hacc, 43; 26/Şuarâ, 160, 161, 167; 27/Neml, 54, 56; 29/Ankebût, 26, 28, 32, 33; 37/Sâffât, 133; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 13; 54/Kamer, 33, 34; 66/Tahrîm, 10.
  • Lût (a.s.) ve Kavm Konusunda Âyetler
  • Lût (a.s.) ve Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hıcr, 61-77; 26/Şuarâ, 160-175; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 28-35; 51/Zâriyât, 24-37; 54/Kamer, 33-39.
  • Lût (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 86; 21/Enbiyâ, 74; 27/Neml, 54; 37/Sâffât, 133.
  • Lût (a.s.), Lût Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 80; 26/Şuarâ, 162; 27/Neml, 54.
  • Lût Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 165-166; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 37.
  • Lût (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
  • Lût (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 160-169; 27/Neml, 54-57; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 36.
  • Meleklerin, Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hıcr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
  • Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi ve Beraber Hicretleri: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
  • Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 81-83; 15/Hıcr, 61-66, 72-77; 37/Sâffât, 99; 21/Enbiyâ, 74; 25/Furkan, 40; 26/Şuarâ, 170-175; 27/Neml, 56-58; 29/Ankebût, 30-35, 40; 37/Sâffât, 134-136; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 35-37; 53/Necm, 53; 54/Kamer, 33-39.
  • Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşunda İbretler Vardır: 29/Ankebût, 34-35; 37/Sâffât, 137-138.

 

Y  Û  S  U  F  (a. s.)

  

  • Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği
  • Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar
  • Yusuf ve Tevhid Dâveti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yûsuf Sûresi
  • Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler
  • Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler
  • Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)
  • Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)
  • Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri
  • Yusuf’un Sınavları ve Biz

“Bir zaman Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: ‘Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldızla güneşi ve ay’ı gördüm, yani onları bana secde ederlerken gördüm!”

“(Babası:) ‘Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır’ dedi.”

“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”

“Andolsun Yusuf ve kardeşlerinde, (onların haberlerinden) soranlar/ilgi duyanlar için ibretler vardır.” [1660]

Hz. Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği

 

“Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında ilgi duyan herkes için ibretler vardır.”[1661] Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan peygamberler içinde, hayatı, bir sûre içerisinde ayrıntılarıyla muhâtaplara aktarılan tek peygamber Yusuf’tur (a.s.). Yusuf Peygamber kıssasını, diğer peygamber kıssalarından ayırt eden bu anlatım özelliği, Kur’an’ın anlatım üslûbu içerisinde hemen dikkati çeker.

Kur’an, insanların nazarlarını çekmek için çok çeşitli teknikler kullanmıştır. Kur’an’ın kullandığı bu anlatım teknikleri, peygamber kıssalarında özellikle belirginlik arzeder. Kur’an’da anlatılan tüm kıssalar içerisinde yalnızca Yusuf kıssasında, peygamberin tüm hayatına denk gelen bir sürecin ayrıntılarıyla anlatılması, muhâtapların bu kıssa üzerinde dikkatlerinin yoğunlaştırılması amacı güdülmektedir. Ve çocukluktan yöneticiliğe kadar olan tüm yaşam safhalarının birlikte ele alınarak, mesajın bu bütünlük içerisinde daha iyi anlaşılabileceği imajı muhâtaplara verilmektedir.

Yusuf Peygamber kıssasının diğer kıssalardan ayrıcalığını Allah, Yusuf sûresinde şöyle beyan ediyor: “Biz, bu Kur’an’ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen ondan önce (bu kıssayı) bilmeyenlerden idin.” [1662]

Yusuf’un (a.s.) Nesebi: Yusuf Peygamber’i anlamak için onun Kur’an’da anlatılan nesebini de bilmek lâzımdır. Çünkü o, İbrâhim (a.s.) gibi bir peygamberin soyundan gelen ve bu soyda kesintisiz olarak dedesi İshak (a.s.) ve babası Yakub’un (a.s.) da Rasûl olduğu bir sülâleye sahip olan, bu vechesiyle nev-i şahsına münhasır bir peygamberdir.

Hz. Yusuf’un atası Hz. İbrâhim, biri câriyesi Hacer, diğeri karısından olma iki evlât sahibi idi. İsmâil (a.s.) Kâbe’nin bulunduğu Hicaz bölgesinde yerleşti ve Arapların atası oldu. İbrâhim’in (a.s.) câriyesi Hacer’den doğan İsmail’den sonra; karısı Sara’dan doğan ikinci oğlu İshak için, Kur’an’da şöyle bilgi verilmektedir: “Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da Yakub’u.” [1663]

İshak’a (a.s.) İbrânîce’de “gülüyor” mânâsına “Yashak” denilmektedir. Bunun nedeni, melekler annesine İshak’ı müjdeledikleri zaman, doğurma devresini aşmış olan annesi Sara’nın, bu habere gülmesinden dolayı İshak’a (a.s.) “Yashak” ismi verilmiştir. İshak’dan sonra onun oğlu Yakub (a.s.) peygamber olarak seçilir. “Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an.” [1664]

Tarihî kaynaklar Hz. Yakub’un babası İshak’ın vefatından sonra onun yerine geçtiği ve daha sonra peygamber olduğunu ve babasının yurdu olan Ken’an yöresinde ikamet ettiğini anlatırlar. Yakub Peygamber’in lakabı İsrail’di. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle değinilir: “Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendilerine haram kıldığının dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi.’’[1665] Bundan dolayı Yakub Peygamber’den sonra, onun nesli “İsrailoğulları” adıyla anılır olmuştur. Yakub’dan sonra İsrailoğulları olarak ünlenen yahûdilerin, silsile olarak ünlenen İbrâhim soyundan geldiklerini görmekteyiz. Bununla birlikte İbrâhim’in aynı zamanda Mekke ahâlisinin ilk atası olduğu, Kâbe’nin bulunduğu Mekke’de yerleştiği, İsmâil (a.s.) yoluyla bu silsilenin devam ettiğini görüyoruz.

Esâsen Kur’an’ın iniş sürecinde Mekke’de bulunan yahûdilerin, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyin inişini kıskanmalarının bir sebebi de Peygamberimiz’in, İsmail (a.s.) soyundan bir Rasûl olmasındandır. Tevrat’ta vasfını işittikleri peygamber Araplar arasından gelince “bu, İsrâiloğullarından değil, İsmâil evlâdındandır” diye içlerine işlemiş olan ırkçılıktan dolayı Peygamberimiz’i inkâr ettiler.

Böylece Allah, Yusuf kıssasıyla, yahûdi ve Arapların, kıssa hakkındaki Tevrat’tan ve diğer rivâyetlerden edindikleri yanlış inançlarını düzeltmekte ve hem de İsrâiloğulları ve Arapların menşei hakkında doğru bilgileri, Yusuf kıssası ile onlara bildirmekteydi.

Yusuf’un Çocukluğu ve Rüyası: Yakub’un (a.s.) on iki oğlu vardı. Bunlardan ikisi, Yusuf ve Tevrat’ta “Benyamin” diye isimlendirilen küçük kardeşi, diğer on kardeşle, baba bir anaları ayrı kardeştiler. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir.”[1666] Tevrat metninde; Hz. Yakub’un, Yusuf’u sevmesinin sebebi olarak, onun ihtiyarlığının oğlu olduğu, bundan dolayı çok sevdiği yer alır. Oysa Yusuf’tan (a.s.) sonra “Benyamin”in doğmuş olduğu da anlatılmaktadır. O halde Yakub Peygamber’in en son oğlu olması hasebiyle en küçük oğlunu daha çok sevmesi gerekirdi. İşin doğrusu Kur’an’da şöyle verilmektedir: “(Yakub) böylece Rabbin seni seçecek ve sana ‘te’vîl el-ehâdîs’i öğretecek. Daha önce, ataların İbrâhim’e ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.” [1667]

Yusuf sûresindeki bu âyetten de anlaşıldığı gibi, Kur’an’da Yakub Peygamber’in, Yusuf’u (a.s.) diğer kardeşlerinden daha çok sevmesinin nedeni olarak, Yusuf hakkında Allah’tan vahy ile bilgi alması anlatılmaktadır: “Bir zamanlar Yusuf, babasına; ‘Babacığım! Rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm’ demişti. Babası dedi ki: ‘ey oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”[1668] Yakub’un (a.s.) vahy ile kendisine bildirilen bilgiden dolayı, Yusuf’a gördüğü rüyayı anlatmaması ikazına rağmen, Yusuf’un bu rüyayı anlatması neticesi şeytan, kolladığı fırsatı yakalamış ve kardeşlerinin, Yusuf aleyhinde kötü düşünceler üretmesini sağlamıştı. “Zira şeytan, benimle kardeşlerimin arasına fitne soktuktan sonra…”[1669] Şeytanın fitnesi ile ilgili olarak, kıssanın bitiminde Yusuf Peygamber’in ağzından, şeytanın nifakıyla kardeşlerin arasının bozulduğunun bir kez daha tesbiti yapılmaktadır. “Demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yusuf’u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın. Ondan sonra da iyi bir topluluk olursunuz.”[1670]

Kur’an’da Yusuf kıssası hâricinde, kardeşler arasındaki çekişmeye bir diğer örnek olarak, Âdem’in çocuklarının kıssası anlatılır: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani her biri birer kurban sunmuşlardı. (Kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kurbanı kabul edilene:) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. (O da;) ‘Allah, sadece muttakîleri/korunanı kabul eder’ dedi.”[1671] “(Kurbanı kabul edilmeyenin) nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.”[1672] Her iki kıssada da üzerinde duruluna haseddir; kıskançlığın şeytan ve nefsin de tahrikiyle kardeş öldürmeye kadar insanı kötülüğe götürdüğü anlatılmaktadır.

Kardeşlerin Tuzağı: Babaları Yakub’un nezdinde daha sevgili olmak isteyen on kardeş, Yusuf’u öldürmeye karar verirler. Ancak içlerinden biri, Yusuf’un öldürülmemesini, onun kuyuya atılmasını teklif eder. Böylece peygamber nesli bu kardeşler, bir insanı öldürmenin bedelinin farkına son anda vararak, Yusuf’u kuyuya atmaya karar verirler. Kuyuya atma tepetaklak, metrelerce derinliğe itmekten ziyâde; Yusuf’u yalnız olarak çıkamayacağı kuyuya indirme şeklindeydi. Böylece bu kuyudan su alan kervanın onu bulmasını sağladılar. Böylece Yusuf öldürülmemiş, ancak bu tuzakla babalarından uzaklaştırılmış oluyordu.

Kervandakiler ise, köleliğin cârî olduğu o asırda bir köle bulmanın sevinciyle Yusuf’u satmak üzere yanlarına alırlar. Mısır’a vardıklarında onu az bir fiyata satarlar. Böylece ne olduğunu anlamadıkları, ancak şüphe içinde oldukları bu olayı kendi açılarından bitirmiş olurlar. Yusuf’un kardeşleri ise, Yusuf’un giysisine bulaştırdıkları bir kan vâsıtasıyla babalarını, Yusuf’u kendileri oynarken kurdun yediğine inandırmaya çalışırlar: “Ey babamız! Yusuf’u eşyamızın yanında bırakıp yarışmaya gitmiştik, bu arada onu kurt yemiş. Biz ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmayacaksın’ dediler. Onun başka bir kana bulanmış gömleğini getirdiklerinde babaları: ‘Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabretmek düşüyor’ dedi.” [1673]

Yakub Peygamber’in bu âyette geçen sözleri, Yusuf’un öldüğüne inanmaktan çok, vahy ile kendisine bildirildiğini anladığımız bilgi ile Yusuf (a.s.) hakkında Allah’ın takdirinin tezâhür etmeye başladığının delâleti olarak olayı sabırla karşıladığını anlamaktayız: “O (Yakub) kendisine öğrettiğimiz bir bilgiye sahipti.”[1674]

Yusuf (a.s.) Mısır’da: “Bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını sarkıtınca: ‘Müjde! Bir oğlan çocuğu’ dedi. Onu satmak üzere yanlarında götürdüler. Oysa Allah yaptıklarını görmekteydi. Onu kendisine rağbet etmeyerek, ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.”[1675] Kardeşlerinin hasedi ile başlayan uzun bir serüvende, ilk durağı Mısır olmuştu. Yusuf’un; Filistin’in bir yöresinde atıldığı kuyudan başlayan yolculuğu, köle olarak Mısır’da bir yöneticiye satılmasına varmıştı. Yusuf’u köle olarak satın alan Mısırlı yöneticinin niyetini Allah şöyle açıklıyor: “Mısır’da onu satın alan kimse, karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya evlât ediniriz’ dedi..”[1676] Evet, Yusuf’u satın alan yönetici, çocuğunun olmaması sebebiyle onu evlât edinme gibi bir gâyeyle Yusuf’u satın almıştı. “Böylece olayların yorumunu öğretmek için Yusuf’u oraya yerleştirdik. Allah, dilediğini yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.” [1677]                                        

Herkesin hesapları vardı. Yakub, Yusuf’ta gelecek görmüş, onu kardeşlerinden korumaya çalışmıştı. Kardeşleri, babalarına daha sevimli olmak için Yusuf’a tuzak kurmuşlar ve ondan kurtulmayı amaçlamışlardı. Kervan sahipleri, kuyuda buldukları Yusuf’tan çekinerek daha değerli olmasına rağmen az bir fiyata satmışlardı. Ve en son olarak Aziz, onu kendisine evlât edinme amacıyla satın almıştı. Ancak olaylara hükmeden Allah’tı ve Allah tüm hesap yapanların üstünde hesap yapandı.

Bir zamanlar yine Mısır’da Firavun da saltanatını devam ettirmek amacıyla, yeni doğan bütün erkek çocukları katletmişti, ancak sarayına aldığı ve kendisine sâdık bir kul olacağını umduğu Mûsâ sonunda onun hasmı ve saltanatının son vericisi olmuştu. İşte Allah bunun için hatırlatma yapıyor: “…Allah dilediğini yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.”[1678] Özellikle inkârcılar.

Yusuf’un, Peygamberlikle Vazifelendirilmesi: Satın alınarak köle yapılan Yusuf, Mısır’da yıllarca Azize ve karısına hizmet etmişti. Yıllar çabucak geçmiş ve artık o bir delikanlı olmuştu. Sonunda Allah ona peygamberlik vermiş ve onu tebliğ ile görevlendirmişti. “Olgunlaşınca, ona hüküm ve ilim verdik.”[1679] Burada Yusuf’un rasüllükle vazifelendirilmesinde bazı inceliklere değinmekte fayda vardır:

 

a- Her peygamber gibi Yusuf (a.s.) da rasüllükle görevlendirildiği toplumun, tanınan ve hatta güvenilen bir ferdi olarak peygamberliğe muhâtap olmuştur. Çünkü küçük bir çocukken Mısır’a gelen Yusuf (a.s.), yıllarca Mısırlılar arasında kalmış, hem Mısır toplumunun yapısına vâkıf olmuş, hem de onlarca bilinen, tanınan biri olmuştu.

b- Kur’an’da anlatılan peygamberler içinde köle olarak rasüllükle vazifelendirilme vasfı kazanmıştır. Gerçi Kur’an’da anlatılan rasüller içinde İsmâil (a.s.) bir câriyeden, yani köle bir kadından doğmuştu. Ancak İsmâil (a.s.) bir köle değildir. Oysa Yusuf (a.s.) Mısırlı bir yöneticinin kölesidir. Böylece Allah, köle ile köle olmayan arasında hiçbir fark olmadığını, farkın takvâda olduğunu belirtmiş olmaktadır.

Azizin Karısının Zinâya Meyletmesi: Yusuf’un büyüyüp yakışıklı bir delikanlı olması, Azizin karısının nezdinde olumsuz bir etki yaparak ona cinsî yönden meyletmesine yol açar. Ve Yusuf’a bir tuzak kurarak ağına düşürmeye çalışır: “Kaldığı evin hanımı onunla olmak istedi. Kapıları kilitleyip: ‘Gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım. Rabbim bana iyi baktı. Zâlimler asla iflâh olmaz’ dedi. Gerçekten kadın onu arzulamıştı. Rabbinin işaretini görmeseydi Yusuf da onu arzulayacaktı. Böylece onu kötülükten ve fuhuştan alıkoyduk. Çünkü o, bizim muhlis (ihlâslı) kullarımızdandı.” [1680]

 

Yusuf (a.s.) 22. âyette anlatılan, rasüllük vazifesini almamış olsaydı, (Rabbinin burhânını görmemiş olsaydı) o zaman o da kadına meyledecekti. Yusuf (a.s.) bunu Kur’an’da şöyle beyan ediyor: “Yine de nefsimi temize çıkarmak niyetinde değilim. Rabbimin merhamet etmesi müstesnâ, nefis daima kötülüğü teşvik eder. Doğrusu Rabbim çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [1681]

Böylece Allah, Yusuf peygamberi korur ve peygamberlerin ismet sıfatının nasıl tecellî ettiğinin bir örneğini de vermiş olur. Eğer Yusuf (a.s.) günaha meyletmiş olsaydı doğrudan doğruya vahy ve onun belirttiği değerler zarar görmü olacaktı. Bu sebebe mebnî olarak Allah, bu olay öncesinde Yusuf’u rasüllükle görevlendirerek aynı zamanda Yusuf peygamberin ismet sıfatına da bürünmesini sağlamış oluyordu.

Yusuf’a (a.s.) Yapılan İftirâ: “Kapıya koştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı. Kapının önünde kadının kocasıyla karşılaştılar. Kadın: ‘Eşine kötülük yapmak isteyen bir kimsenin cezâsı, hapsedilmekten veya can yakıcı bir azâba uğratılmaktan başka ne olabilir?’ dedi.”[1682] Bu âyette belirtilen olayda tipik bir iftirâ durumuyla karşı karşıyayız. Olayda biri kadın diğeri erkek iki şahıs vardır ve evde yalnızdırlar. Azizin karısı kendisini savunmaya başlamıştır. Yusuf’a (a.s.) iftirâ ederek… Yusuf da kendini savunmaktadır. “Yusuf: ‘O benimle olmak istedi’ dedi.” [1683]

Her ikisinin de suçsuzluklarını iddiâ ettikleri bu durumda ne yapmak gerekir? O halde olayın doğruluğu hakkında karar vermek için şâhit lâzımdır. Görgü şâhidi olmadığına göre, olayda suçlunun kim olduğuna karar vermek için anlatılanların vechesinde delil aramak lâzımdır. O halde, suçsuzluğunu ispatlamak için Yusuf’un kaçtığına delil olması açısından gömleğinin arkadan yırtılmış olması gerekir. Çünkü gömlek önden yırtılmış olsa kadın mütecâviz olamaz, erkek saldırmış kadın da kurtulmak için erkeğin gömleğini önden yırtmış olması gerekir. “Kadının ailesinden bir şahit: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylüyor, erkek yalancıdır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylüyor, erkek doğrudur’ dedi. Adam gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: ‘Bu, sizin tuzaklarınızdan biri. Çünkü sizin tuzaklarınız pek yamandır.” [1684]

Kıssanın bu bölümü:

a) Kadın ile erkek arasındaki cinsî iletişimin başlangıcının her iki cinsin bir mekânda yalnız kalmalarıdır. Her iki cins hakkında yanlış anlaşılmaların, dedikodunun çıkmaması için ilk yapılacak işin birbirlerine mahrem olanların aynı mekânda yalnız bulunmamaları gerektiği bu olayla belirtilmektedir.

 

b) Aziz, karısının iddiâsına inanmamıştır ki; karısının ailesinden hakem isteyerek, olayın muhâkeme edilmesini ve böylece hâdisenin doğrusunun açığa çıkarılmasını istemektedir. Bu hususta muhâkeme ve hakem olayına dikkat çekilmektedir.

c) Meydana gelen olaylarda hukukî olarak aranacak şeylerin başında delilin geldiği ve bunun önemi anlatılır.

Şâhidin de hukukî olarak gerekliliğine ve önemine vurgulama yapılmaktadır. Muhâkemede şâhitliğin önemli bir hukukî norm olduğunu, şâhidin adâlet, dürüstlük gibi ilkelerle davranması, aleyhine bile olsa doğruyu beyan etmesi gerektiğine işaret edilmektedir.

Dedikodu:  Azizin karısının, Yusuf’a yaptığı iftiranın sonucunda Yusuf’un aklanması neticesi, Aziz ve karısının olaya hakemlik yapan akrabaları bu olayın kapanması, örtbas edilmesi cihetine giderler. “Yusuf! Sen bu işi kapat. Kadın! Sen de günahlarının bağışlanmasını dile. Çünkü hatalısın.”[1685] Ancak olayın örtbas edilme isteğine rağmen, dedikodu sâyesinde Mısır’ın bütün sosyetesi, Azizin karısının “zinâya meyletme” hâdisesini işitir. Sosyetenin işi, birbirlerinin yaptıkları iyi veya kötü işleri sakız gibi çiğnemek olduğuna göre artık bu dedikodunun önünün kesilmesi mümkün değildir.

“Şehirdeki kadınlar: ‘Vezirin karısı kölesiyle olmak istemiş. Kadın onun aşkından deliye dönmüş. Biz onu apaçık şaşkınlık içinde görüyoruz’ dediler.”[1686] Tek çarenin olayı açıklamak olduğunu gören vezirin karısı, Mısır sosyetesini oluşturan “ileri gelen” kadınlara bir dâvet yaparak evinde toplar. “Kadın onların dedikodularını duyunca onları evine çağırdı. Onlara koltuklar hazırladı ve her birine birer bıçak verdi. Yusuf’a ‘yanlarına çık’ dedi. Kadınlar onu görünce şaşkınlıktan ellerini kestiler ve ‘Sübhânallah! Allah’ı tenzih ederiz. Bu insan değil, olsa olsa çok güzel bir melektir’ dediler. Kadın: ‘İşte beni kınadığınız kimse. Ben onunla olmak istedim, fakat o iffetli kalmak istedi. Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi.” [1687]

 

Azizin karısının, Yusuf (a.s.) ve kendisinin hakkında sosyetenin yaptığı dedikoduyu kendisince haklı bir mecrâya çekmek için yaptığı mizansen de önemli bir nokta gündeme gelmektedir. Sosyetenin kadınlarının, Yusuf’un güzelliği karşısında şaşırmalarını Azizin karısı, kendi işlemiş olduğu “zinâya meyletme” fiilinin haklılığı olarak sunmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla sosyetenin hanımları azizin hanımının haklı olduğunu teslim ediyorlar ki; azizin karısı şöyle diyor: “Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi.[1688] Oysa sosyetenin kadınları “zinâya meyletme fiilini tasvip etmemiş olsalardı, “senin yaptığın ayıp, günah, vs.” demeleri gerekirdi. Bu da Mısır sosyetesi ve yönettikleri insanların ahlâkî konumlarının hangi seviyede olduğunu bize anlatmaktadır.

Bu arada Yusuf peygamberin suçsuzluğunun ikinci bir tesbiti yapılmaktadır. Hem de Azizin karısının ağzından: “Ben onunla olmak istedim. Fakat o iffetli kalmak istedi.” Yusuf’un suçsuzluğu, birinci defa gömleğin yırtılma yerinin tesbiti ile hem Aziz, hem de karısının ailesi tarafından görülerek tesbit edilmesinin akabinde, sosyetenin kadınları tabiidir ki daha sonra beyleri tarafından ve Azizin hanımının ağzından tesbit edilmiş oluyordu. Kıssanın ileriki anlatımlarında üçüncü olarak da Yusuf’un suçsuzluğu tesbit edilecek ve böylece peygamberin ismet sıfatının gölgelenmemesi Yüce Allah tarafından sağlanmış olacaktır. “Yusuf, elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu Rabbim, onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi. Melik: ‘Yusuf’la olmak istediğinizde durumunuz neydi?’ dedi. ‘Sübhânallah/Allah’ı tenzih ederiz. Onun hiçbir kötülüğünü görmedik’ dediler. Azizin karısı ‘şimdi hak ortaya çıktı. Onunla olmak isteyen bendim. O, doğrudur’ dedi.” [1689]

Kıssanın bu bölümünün anlatım ve tefsirinde; müfessirlerin ve tarihçilerin, Yusuf’un güzelliği, onu gören sosyete kadınlarının ellerini kesmesi olayı üzerinde gereksiz ve fazlaca durduklarını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak, zinâ gibi toplumu ifsad eden bir fiilin ve bu fiile meylettiren sebeplerin hangi nedenle olursa olsun meşrû bir sebep sayılamayacağı vurgusunun yetersiz kaldığını gözlemekteyiz.

Hapis: “Yusuf: ‘Rabbim! Hapis bana, bunların çağırdığı şeyden daha sevimlidir. Eğer beni onların tuzaklarından korumazsan, onlara meylederim ve câhillerden olurum’ dedi. Rabbi duâsını kabul etti ve onu onların tuzaklarından korudu. Çünkü O, her şeyi işitir ve bilir. Bütün bu delilleri görmelerine rağmen onu yine de bir süre hapsetme gereği duydular.”[1690] Otuz beşinci âyette Yusuf’un (a.s.) hapse girmesinin belirtilen sebebi zulümdür. Keyiflerince uygulamalar yapan insanlar, suçsuz da olsa mazlumlara işkence ve zulüm yapabilmektedir. İşte müfsit Mısır düzeni yöneticilerinin keyfî uygulamaları neticesi olarak, suçsuz olduğu halde Yusuf peygamber hapse atılır. Aslında hapse atılması, hakkında hayırlara vesile olacaktır. Birinci olarak gözü dönmüş kadınlardan kurtulmuş olmaktadır. İkinci olarak zulmün odağı hapishaneyi vahyi yayma merkezi olarak kullanmaya başlar. Bundan dolayıdır ki Yusuf peygamberden sonra gelen Müslümanlar hapishanelere “medrese-i Yusufiyye (Yusuf okulu) ismini vermişlerdir. Üçüncü olarak yapmış olduğu “te’vîl el-ehâdîs” neticesi Mısır yöneticisinin gözdesi olacak ve yöneticiliğe başlayacaktır. Bütün bunların neticesi olarak bizlere şu mühim mesaj sunulmaktadır: Neyin hakkımızda hayırlı olacağını ancak Allah bilir.

Yusuf peygamberin hapse girmesinin akabinde zindana iki kişi daha girer. Bunlardan birinin gördüğü rüyanın yorumunu Yusuf’tan (a.s.) istemesi ile kıssanın hapishane versiyonu başlar. Zindana giren iki kişiden rüyasının Yusuf’tan yorumunu isteyen genç bu isteğinin sebebini şöyle açıklar: “Senin Muhsinlerden olduğunu görüyoruz.”[1691] İşte toplum içinde numûne/örnek bir şahsiyet olmanın önemi böylece vurgulanmaktadır. İnsanların sizin yapacağınız tebliğe önem vermelerinin ilk kuralı, tebliği iletenlerin muhsinlerden, güzel davranış sahibi olanlardan olması gerektiğinin mesajıdır bu. Müslümanların önemle üzerinde durması gerektiği bir husus olduğu ilan edilmektedir. İnandığını yaşamak ilkesi…

Kur’an’da anlatılan tüm peygamberler emindirler, muhsindirler. Yusuf da Muhsinlerden (güzellik sergileyenlerden) olduğu için zindana düşen kişiler ondan kendilerine yardım isterler. Yusuf peygamber onlara te’vîl el-ehâdîsten önce kendisinin bu bilgiye sahip olmasının temellerini, yani “vahy”i açıklar: “Bu söylediklerim Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, âhireti de inkâr eden bir toplumun dinini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bir şeyi Allah’a şirk/ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmiyor. Ey hapishane arkadaşlarım! Çok sayıda rab mi daha hayırlı, yoksa tek ve kahhâr Allah mı? O’nun yanı sıra taptıklarınız, haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerdir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu anlamıyor.” [1692]

Bu âyet-i kerimelerde:

a- Mısır toplumunun sahip olduğu şirk dininin vasıfları veriliyor. Mısır toplumu; putçu, çok ilâhlı/tanrılı, âhireti inkâr eden şirk inancına sahip bir toplumdur.

b- Tek doğru din olan İslâm’ın esasları açıklanıyor.

c- Sanki Mekke şirk toplumu tarif edilmektedir. Mekke ve kıyâmete kadarki tüm câhilî toplumların yanlış dinî inançları ve bu yanlış inançlarının alternatifi İslâm’ın tarifi kıssa içerisinde Yusuf peygamberin ağzından verilmektedir. İşte Kur’an kıssalarının ve anlatım tekniğinin önemi, böylece gözler önüne serilmektedir.

d- Ayrıca “te’vîl el-ehâdîs”in kaynağını açıklayarak, bu vasfa sahip, Allah’ın rasûlü olan kendine ittibâ edilme isteği vardır.

e- Zindan arkadaşlarının, Allah’ın Yusuf’a ihsan ettiği bu meziyeti yanlış değerlendirip, Allah’tan gayri olarak Yusuf peygamberi de put ittihaz etmemelerinin mesajı, Yusuf peygamberin anlatımı içerisinde bulunmaktadır: “Bu söylediklerim Rabbimin bana öğrettiklerindendir.” [1693]

Vahyin esaslarının açıklanmasından sonra Yusuf (a.s.) onlara yorumunu bildirir: “Ey hapishane arkadaşlarım! Biriniz efendisine içki sunacak, diğeriniz ise asılacak ve başından kuşlar yiyecek. Yorumunu istediğiniz husus bu şekilde kesinleşti.”[1694] Burada üzerinde duracağımız nokta, hapisten çıkan gencin Yusuf peygamberi melikin yanında anmayı unutarak Yusuf’un bir süre daha hapiste kalması olayının müfessirlerce yapılan tefsirleri üzerinde olacaktır. Tevhidî düşüncenin önderi Yusuf peygamberin, hapisten kurtulan kişiden hapisten çıkış için şefaat ummasını Allah’tan başkasından yardım dileme olduğunu ve bunun üzerine Allah’ın kızarak onu birkaç yıl daha hapiste bıraktığı yorumları yanlış yorumlardır. Çünkü:

a- Yusuf peygamberin zindandan kurtulan kişiye: “Efendine benden bahset” demesini hapisten çıkma isteği olarak yorumlamaları yanlış değerlendirme olarak gözükmektedir. Çünkü daha sonra melikin çağırmasına rağmen Yusuf peygamberin kendisini toplum gözünde aklamaya yönelik hareketi, onun zindandan kurtulmadan ziyade, kendisine atılan iftirânın aydınlatılmasına mâtuf eylem içerisinde olduğunu göstermektedir.

b- Yusuf (a.s.), Allah’a duâ ederek zindanı kendine tercih etmiştir. Tevhîdî düşüncenin önderi nasıl Allah’tan zindanı istediyse, oradan kurtulmayı da Allah’tan istemesi vahy’in temsilcisinden beklenen bir hareket olması gerekir. Ve işin gerçekleşmesi de böyle olmuştur. Onun amacının zindandan kurtulmaktan ziyade, iftirâdan kurtulmak olduğunun kabulü, kıssanın gidişatına en uygun yorumdur. [1695]            

  

Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar

 

Yusuf (a.s.), Maliye Bakanı mı, Yoksa Mısır’ın Tüm İdaresi Elinde Olan Biri miydi? 

Karmaşık bir rüya gören melikin rüyasının yorumu hususunda ileri gelenlerden yardım istemesi ile Yusuf Peygamber’le hapiste kalan kişi, şeytanın kendisine unutturduğu Yusuf’u hatırlayarak ona melikin rüyasının te’vili için başvurur. Yusuf (a.s.) tarafından yapılan yorumu beğenen melik, Yusuf’un zindandan çıkarılması için emir verir. Ancak bu aşamada beklenilmeyen bir durum ortaya çıkar. Yusuf (a.s.) zindandan kurtulmaktan ziyâde, kendisine atılan iftirâdan kurtulmak için gayret eder ve şu teklifi yapar: “Melik: ‘onu bana getirin’ dedi. Elçi, Yusuf’a vardığında Yusuf elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu Rabbim onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi.” [1696]

Bunun üzerine melik bu olay hakkında bir soruşturma yapar. Yusuf (a.s.)’a iftira edildiğini birinci elden öğrenmiş olur. Böylece hem Yusuf’un suçsuzluğu ve hem de emin vasfı melik dâhil herkes tarafından tescil edilmiş olmaktadır. Eğer bu durum üzerinde durulmamış olsa idi, belki de ileride yeniden iftira hortlatılacak, vahy ve onun temsilcisi Rasûl de bu açıdan suçlanılmaya çalışılacaktı.

“Melik: ‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi. Böylece Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”[1697] Kıssanın bu varyantında Kur’an’da anlatılan peygamberler içerisinde, Yusuf’un. (a.s.) hâricinde gündeme gelmemiş olan ilginç bir olay anlatılmaktadır. Nitekim bu vâkıa, Yusuf’tan (a.s.) sonraki vahiy muhâtapları tarafından üzerinde önemle durulmuştur. Şimdi bu konuda dikkatimizi çeken hususlara değinelim:

a- Kıssanın anlatımı içerisinde, melikin adının geçtiği tüm âyetlerde ondan olumlu bir biçimde bahsedilmektedir. Oysa Kur’an, daha sonraki Mısır yöneticisini “Firavun” olarak isimlendirmektedir. Firavun kelimesi, “fer’ane” ve “tefer’ane” fiilinden türemiştir. Bu iki fiil, büyüklendi, ceberut sahibi ve azamet sahibi oldu, ulaşılmaz bir güce erdi anlamına gelmektedir. Hâlbuki Yusuf (a.s.) zamanındaki yönetici olumlu (olabilecek) bir isimlendirme ile “melik” (kral) olarak adlandırılmaktadır. 

b- Kur’an’da anlatılan peygamber karşıtı yöneticiler peygamberlerle gerek fikrî, gerekse fiilî mücâdele halindedirler. Peygamberlerin getirdiği vahiy hemen alelacele reddedilir. Karşı propagandalarla ona tâbi olanlara işkence, sürgün ve ölümler uygularlar. Oysa Yusuf kıssasının anlatımında, peygamberin çağdaşı melik’e ve ileri gelenlerine ait vahiy ve peyamber karşıtı olumsuz tavırlar bulunmamaktadır.

c- Bilakis Yusuf (a.s.) melik tarafından eziyetten kurtarılmakta, peygamberin aklanması temin edilmekte ve görüşlerine itibar edilmektedir. Mısır’a geldiğinde, azize satılmasıyla birlikte köle statüsüne giren Yusuf Peygamber’in bu statüden kurtulmasını da melik sağlamış olmalıdır.

“Melik: ‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi.”[1698] Bu âyet-i kerimede anlatılanların bir benzeri, Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen diğer peygamberlerin kıssalarında anlatılmamaktadır. Peygamberle görüşen melikin, Yusuf’un (a.s.) ona iletmiş olacağı vahiyden habersiz olması mümkün değildir. Ama toplumunu ve konumunu câhilî yapıdan arındıracak sahih bir kimliğe ve ölçü bütünlüğüne de sahip değildir. İhtimal ki, âdil bir yönetimden yanadır; ama yetersiz ve dalâlet içindedir ve sonunda melik, Yusuf’a tâbi olmuştur. Çünkü peygamber bu görüşmenin akabinde ondan yönetimi istemektedir. Eğer melik Yusuf’a (a.s.) karşıt olsa, peygamber ondan böyle istekte bulunmazdı. Melik de Peygambere ve söylediklerine karşı olsa, bırakın ona yönetimi teklif etmeyi, hapisten ya çıkarmaz ya da geri yollardı. Ve bu karşılaşmanın anlatımı; Mûsâ (a.s.) ile Firavun arasındaki karşılaşmadaki gibi, Peygamberin vahyî tebliği, Firavun’un da hem peygamberi hem de Allah’ı inkâr ettiği konuşmaları kapsayan Mûsâ kıssasının anlatımı gibi olurdu. Hâlbuki öyle değildir.

d- Yusuf’un (a.s.) yönetim talebinden sonra, melik ve ileri gelenler hakkında hiç bahsedilmemesi Mısır yönetiminin tamamen Yusuf Peygamber’e bırakıldığının göstergesi olmalıdır.

e- Dünyada hiçbir düzen bu şekilde el değiştirmemiştir. Karşıt güçlerin birbiri ile fikrî ve fiilî bir çarpışma olmaksızın yönetim bırakması mümkün olmadığına göre; Yusuf ile melikin inançlarının pekişmesiyle yönetime daha ehil olan Peygamberin geçmiş olması akla yatkın gelmektedir. Böylece Yusuf’un (a.s.) yönetiminde iken aldığı tedbirlerle, melikin rüyasının te’vili gerçekleşmiştir.

f- O halde Mısır yönetimi (melik ve ileri gelenler) İslâm’ı kabul etmiş ve Yusuf’u (a.s.) da İslâm’ın hayata tatbikini gerçekleştirmek üzere yönetime getirmiştir.

g- Eğer melik ve ileri gelenleri müşrik kabul edip Yusuf (a.s.) da onların idaresinden bir bölümüne tâlip, meselâ Hazine Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi bir bakanlık sahibi kabul edilirse, -ki maalesef çoğu çağdaş yorumlar bu yöndedir- bu hilkat garibesi yapının vahyin mantığına ters olduğu ve emsâl olmasının gündeme gelebileceğinden dolayı daha sonra anlatılan kıssalar ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatının bölümlerinde de bu yapıya benzer pragmatist uygulamalara rastlamamız gerekirdi. “Gel seni başımıza kral yapalım!” tekliflerine Peygamberimizin can atması gerekirdi. Oysa yöneticilerin kendi yönetimleri içerisinde yer alma tekliflerine peygamberler her zaman rest çekmişlerdir. Rasûller vahyin kabulüne ya da Allah’ın isteğine kadar mevcut yönetimlerle mücâdele etmişlerdir.

h- “Böylece Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”[1699] âyeti Yusuf’un (a.s.) yetki ve yönetiminin büyüklüğü hakkında yeterli bilgi vermektedir. Ülkede egemen olan ve dilediği gibi (tabii ki vahye göre) davrandığı belirtilen birinin bir başka yönetici ile beraber bu şekilde egemen ve dilediği gibi davranan biri olarak vasıflandırılması nasıl mümkün olur?

i- Kaldı ki, bir sistemin yürümesi; düzene hâkim olanların ülkenin kaynaklarına (hazâinu’l-ard) egemen olmasını gerektirir. Bu kaynakların işletilmesi ve geliri ile düzen işleyecektir. Pek tabiidir ki bu kaynaklara sahip olmakla ülkenin düzenine ait diğer kaynaklara hâkim olmak birliktelik gerektirir. “Melik, ülkenin Hazine veya Maliye Bakanlığı gibi parasal kaynaklarını Hz. Yusuf’a (tevhidî düşünceye) devredip kendi de diğer devlet işleriyle (şirk inancıyla) meşgul oluyordu” gibi kabul ve iddiâ, sistem işleyişi açısından mantıksızlıktır. Bu hususta; Firavun, Hâmân, Karun üçlüsünü örnek verebiliriz. Bu üç “kişilik” de aynı zihniyetin ürünü (şirk) ve bu zihniyetin egemen olduğu sistemin tüm değerlerinin sahibidirler. Tevhidî düşünce önderinin getirdiği vahye ve onun rasûlüne karşı çıkmaları; sahip oldukları zihniyetin ve bunun ürünleri olan egemenliğin ellerinden gitmesi endişesinden ötürüdür. Bırakın Mûsâ’yı aralarına almayı, onu gözleri ile yok etmeyi düşünmektedirler. Böyle bir sistem ve sistemin sahipleri içerisinde yer almak, Mûsâ Peygamber’in aklının ucundan dahi geçmez.

Kur’an’da kıssaları anlatılan diğer peygamberlerin hayatlarında da bu gerçeklik yaşanmıştır. Hz. Nuh’a da, Hz. Muhammed’e de şirk yönetimi içerisinde yer alma teklifi getirilmişti. Ancak o yönetimlerde yer alındığı tekdirde, vahyin tebliğinden, yani dâvâdan tâviz anlamı çıkaran peygamberler derhal red cevabı vermişlerdir. Size karşı olan sistemin, sizi baş tacı etmesi düşünülebilir mi? Olsa olsa sizin dâvânızın kenarından, köşesinden başlayarak, kendi düzenine uydurmak için bu teklifi yapmıştır. Nitekim Nuh’a (a.s.) yanındaki müstaz’afları kovmasını, Muhammed’e (s.a.s.) ise putlarına çatmaması gibi tekliflerle yanaşmışlar, bunların karşılığı olarak düzenlerinden makam sunmuşlardır.

k- “Ana babasını tahta oturttu”[1700] âyetinde geçen “arş” kelimesi; Yusuf Peygamberin, Mısır yönetimindeki, tek olan otoritesini vurgulayan en kuvvetli anlatımdır. “Arş” (taht); egemenlik, dilediği gibi davranış (vahye göre) anlamlarına gelir.

l- Ancak daha sonraki âyetlerde; Yusuf’un kardeşleri ile ilgili olaylar esnâsında geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ibâreleri ile Tevrat metinlerinde geçen Mısır firavunu ile ilgili anlatımları da göz önüne alarak bir başka alternatif daha düşünülebilir.

Tevrat’ın Tekvin babında, Yusuf Peygamber’in yönetimin başına getirilmesi ile ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır: “Ve bu söz Firavun’un gözünde ve bütün kullarının güzünde iyi idi. Ve Firavun kullarına dedi: Bunun gibi, kendisinde Allah’ın rûhu olan bir adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yusuf’a dedi: MÂdemki Allah sana bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur; sen evimin üzerinde bulunacaksın, ve bütün kavmim senin emrin üzere idare olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Ve Firavun Yusuf’a dedi: Bak seni bütün Mısır diyarı üzerine koydum. Ve Firavun mühürünü parmağından çıkardı ve onu Yusuf’un parmağına taktı… Ve Firavun Yusuf’a dedi: Ben Firavun’um ve bütün Mısır diyarında hiç kimse sensiz elini yahut ayağını kaldırmayacaktır.” [1701]

Tevrat’taki bu ifâdeler, Firavun’un, yönetimi tamamıyla Yusuf’a bıraktığını, ancak yönetime karışmasa da Yusuf’un bir üstünde bulunacağını ifâde etmektedir. Bu, günümüzde Britanya Krallığının fonksiyonuna benzemektedir. İngiltere, demokrasi ile idare olunduğu halde sembolik (şeklen, formalite) olarak kraliçe üstte bulunmaktadır. Ancak yönetime karışması diye bir şey sözkonusu değildir.

Tevrat’taki anlatımı ve Kur’an’da geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ifâdelerini de göz önüne alarak; meliki (şeklen) bir üstte, Yusuf’un idaresine karışmayan sembolik bir yapıda olduğunu kabul etsek bile (velev ki melik İslâm’ı kabul etmemiş olsa dahi), bu savın vahyî ilkelerle hareket eden peygamberle, Yusuf’a fikren karşı çıkmadığı ve hatta ona tâbi olduğu varsayılabilen melikin bir arada bulunmasının tevhidî ilkelere aykırı olmadığını söyleyebiliriz. Esas olan vahyî yapı ile şirk unsurlarını meczeden garip bir yönetim yapısını kabul etmemektir. Yusuf Peygamber’in yönetimi kesinlikle vahy ile şirkin karıştırılarak oluşturulduğu hilkat garibesi bir yapı ve zihnin ürünü değildir. (Hz. Yusuf dâhil, hiçbir peygamber, tevhidle şirkin koalisyonunu onaylamaz, böyle bir koalisyonun parçası olmayı kabullenmez.) Böyle düşünülmesi dahi mümkün değildir. Bu konuda en fazla iki ihtimal üzerinde durabiliriz:

a- Tebliğde toplumsal yönetimin merkezî gücünü muhâtap almak asıldır. Hz. Yusuf, Mısır yönetimini/melikini vahyî ölçüye inandırmış ve toplumsal yönetimin inisiyatifini ele geçirmiştir.

b- Ya Yusuf, kimliğini ve ilkelerini gizlemeden ve hiçbir tâviz vermeden Mısır yönetimi içinde geniş bir inisiyatif alanı ele geçirmiştir. 

Bize göre, birinci ihtimal daha kuvvetli ve Kur’ânî/tevhîdî ilkeler ışığında elçilik yapan nübüvvet makamına daha uygun görülmektedir. [1702]

Yusuf’un (a.s.) yöneticiliğiyle ilgili Mevdûdi, tefsirinde şöyle der: “Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım.’ Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: ‘Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin.”[1703] Şu demek isteniyor: “Hakkında öyle yüksek bir kanaate sahip olduk ki, memleketin en yüksek sorumluluk isteyen memuriyetini (yöneticiliğini) sana çekinmeden tevdî edebiliriz.”

“(Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.”[1704] Bu âyette birtakım önemli sorular gündeme gelmektedir. Şimdi bunları birer birer tartışalım:

İlk soru şudur: Hz. Yusuf'un (a.s.) krala yaptığı teklif bir memuriyet için miydi? Mesele hedefine varmasını sağlayacak bir fırsat ânını kollayan hırslı bir kişinin başvurusu, yahut bir ricası olmadığı gibi, kralın kendi huzurunda dile getirilen bu teklifi kabul edişi de, (meselenin öncesi yokmuş gibi) âniden olmamıştır. Zira Talmud'a göre, “İbrani kendisini bilge ve uzman bir kimse olarak isbat etmişti”; ayrıca Talmud, Hz. Yusuf'un (a.s.) şöyle dediğini nakleder: “Şu kesin ki, benden daha temâyüz etmiş biri daha yok: Nihâyet ben Allah'ın tüm bilgileri öğrettiği biriyim.”

Aziz, nedimleri, şehzadeleri, subayları ve bürokratları, Hz. Yusuf (a.s.) huzurdayken artık onun gerçek değerini öğrenmiş durumdaydılar ve başından son on yılda geçen olaylar esnâsında sergilediği yüksek karakteri bizzat müşâhede etmişlerdi. Böylece Hz. Yusuf (a.s.) tevâzuda, doğrulukta, önsezide, kendini kontrolde, güvenilirlikte, cömertlikte, zekâ ve anlayışta eşsiz olduğunu kanıtlamıştı. Bu özellikler karşısında muhâtapları bildi ve anladı ki, ülke kaynaklarının nasıl korunacağını, onların nasıl tasarruf edileceğini en iyi bilen, kaynakları geleceğin teminatı olarak koruyabilecek yegâne kişi odur. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) isteğini belirtir belirtmez bütün kalpleriyle kendisine güvendiler. Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kralın beslediği olumlu kanaat Kitab-ı Mukaddes'te teyid edilir. Ayrıca Talmud'da da belirtildiği gibi sadece kral değil, etrafında bulunan diğer yöneticiler de Hz. Yusuf'un (a.s.) yönetime geçmesini ittifakla kabul etmişlerdir.

Şimdi ikinci soruyu ele alalım: “Hz. Yusuf'a (a.s.) güven duyulmasını sağlayan gücün mâhiyeti neydi?” Bu önemlidir, çünkü Kur'an'ı kavramada tecrübesi olmayan kimseleri bu âyette geçen “hazâinu’l-ard” deyimi ve daha sonra geçen tahıl dağıtım işi yanıltmış; bu yanılgıyla sözkonusu memuriyetin bugünün “Hazine Müsteşarı”, “Kıtlık Dönemi Danışmanı” yahut “Maliye Bakanı” türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında memuriyeti bunlardan hiçbiri değildi, zira Kur'an, Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yusuf'a (a.s.) tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin tüm imtiyazı verilmiştir. Tahta oturmasının[1705] ve kendisine melik denmesinin[1706] sebebi budur. Bizzat Hz. Yusuf (a.s.) Allah'a kendisine melikliği bahşettiği için şükretmiştir.[1707] Herşeyden öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; meâlen: “Böylece Yusuf'a ülkede iktidar verdik. Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olmuştu.” [1708]

Kitab-ı Mukaddes'e baktığımızda şunları okuyoruz: “Ve Firavun Yusuf'a dedi: “Evimi mekânın bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tayin ediyorum. Senden habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de adım atabilecektir. Ve Yusuf'a Zaphnath-paaneah (Dünya Koruyucusu) adını verdi.”[1709] Talmud'a göre ise olay şöyledir: Ağabeyleri Mısır'dan babaları Hz. Yakub'a (a.s.) döndüğünde Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kendisine şunları söylediler: “Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan üstünü yok. Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten onun emirleri... Efendisi Firavun'un nefesini harcamasına gerek bile yok.”

Meseleyle ilgili bir diğer soru da şu: Hz. Yusuf'un (a.s.) ülkedeki tüm iktidarın kendisine teslimi için yaptığı teklifin hedefi neydi? Hizmetlerini kâfir bir devletin kanunlarına güç katmak için mi gerçekleştirdi? Yoksa elinde bulundurduğu hükümetin güçleriyle İslâm'ın kültürel, ahlâkî ve siyasî sistemlerini mi tesis etmek niyetindeydi? Bu sorulara en iyi cevap allâme Zemahşerî'nin Keşşaf Tefsirinde 55. âyete getirdiği yorumda verilmiştir. O şöyle diyor: “Yusuf (a.s.) ülkenin kaynaklarını benim tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah'ın hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adâleti tesis etmek ve tüm rasüller gibi görevini icrâ etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta geçmeyi, saltanat sevdâsı için yahut dünyevî arzularını ve hırslarını tatmin için istememişti. Böyle bir talepte bulundu; çünkü bu işi icrâ edebilecek bir başkasının bulunmadığını gâyet iyi biliyordu.”

İşin açıkçası, yukarıdaki soru en önemli ve temel meseleye götürmektedir: Yusuf Allah rasûlü müydü, değil miydi? Eğer rasûl idiyse -ki, elbette öyledir- Kur'an nasıl oluyor da tâğutî prensiplerle işleyen bir küfür düzenine hizmet edebilen (demokrasiyi yücelten, particiliği ve dolayısıyla uzlaşmacılığı içselleştiren kimi çağdaş yorumcuların iddia ettiğine göre -hâşâ- Hz. Yusuf böyle yapmıştır!) bir peygamber tipinden söz ediyor? Hatta daha da önemli bir soruya varıyoruz: O sâdık bir kimse miydi, değil miydi? -ki Kur’an, onun sâdık ve sâdıklığın zirvesi olan sıddîk olduğunu söylüyor.[1710] Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hâkimiyetin Allah'a değil de, krala ait olduğu teorisini (güya) pratikte uygulayabiliyor, oysa zindandayken “hükmün yalnızca Allah'a ait olduğunu”[1711] söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o başvurusunu krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söylediklerine ilkece aykırı bir iş yapmış demektir: “Hangisi daha hayırlı, çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa tek bir kadir-i mutlak Allah mı?”[1712] MÂdem ki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği “tanrılar”dan bir tanrıdır; o halde İslâmî bir hukukla yönetilen gayri İslâmî bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yusuf (a.s.) için Rabbiyle kralı müsâvi tutmak (eşit görmek) olmuyor muydu? Böyle bir durumda sözkonusu yorumcuların Yusuf'a biçtiği yer ne olacaktır?

Doğrusu bu âyeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yusuf'un (a.s.) mânevî şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde yahûdilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlâk ve mâneviyatları çökmeye başladığında yahûdiler kendi düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mâzeret kotarmak için nebî ve velîlerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başlamışlardı. Aynı şekilde gayri müslim hükümetlerin yönetimi altına giren kimi müslümanlar, bu yönetime hizmet etmek istemişler, fakat İslâm'ın talimatı ve müslüman atalarının sergilediği örnekler önlerine dikilmiş ve utanmışlardı. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek sûretiyle bu âyetin hakiki anlamından sarf-ı nazar ettiler (kaçındıları) ve peygamberin gayri İslâmî kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde saptırdılar. Oysa peygamberin kendi kıssası bize öyle bir hisse vermede ki, tek bir müslümanın bile (Hz. Yusuf örneğindeki gibi) yalnız başına, İslâmî safvetiyle imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslâmî bir inkılab oluşturabileceğini; gerçek bir mü’minin, ahlakî seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir. [1713]

Hz. Yusuf bir peygamberdir. Hiç şüphe yok ki onun risâleti de, gönderilen bütün peygamberlerin risâletlerinin aynısıydı ki, o risâletler Allah’ın dinini diğer bütün din ve düzenlere gâlip kılma ve yüceltme risâletidir. Yoksa biz Yusuf’un (a.s.) hükümette bulunduğu süre içerisinde, bir kâfir yöneticinin emrine ve hizmetine girerek, onun yardımcılığını yaparak, Allah’ın dinine göre değil de, hükümdarın/tâğutun kanunlarına göre hükmettiğini kabul edecek olursak, o takdirde Hz. Yusuf’un Süleyman Demirel’den, Bülent Ecevit ve benzerlerinden ne farkı kalır?

Bütün bu hakikatleri kavradıktan sonra, birisi çıkar da hâlâ, Hz. Yusuf’u delil göstererek “gayri İslâmî bir hükümet mekânizmasında görev almak câizdir; çünkü Hz. Yusuf gibi bir Allah elçisi bunu yapmıştır” diyebilir mi? Ama, utanmadan Medine İslâm Devletine “koalisyon hükümeti” diyebilen ve Peygamberimiz için; “yahûdilerle ve diğer kâfirlerle uzlaşarak ortak bir idare kurdu” diyenler, Peygamberimiz’e bu iftirayı atabilenler, Hz. Yusuf’a da bu seviyeyi(!), bu âdîliği uygun görebilirler. Allah şerlerinden İslâm’ı ve müslümanları muhâfaza eylesin!   

 

 “İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkân verdik. Öyle ki, onda (Mısır'da) dilediği yerde konaklardı…[1714] Bu âyette zikredilenler, tüm ülkenin tamamıyla onun kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yani ülke ona aitti, herhangi bir bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve avucunun içinde olmayan hiçbir bölge mevcut değildi. İlk müfessirler de bu âyeti şöyle mânâlandırıyorlar: “Biz Yusuf'u Mısır'daki her şeyin sahibi yaptık. Dünyanın bu bölgesinde dilediğini dilediği yerde yapabilirdi. Zira bu ülkede bütün yetki kendisine verilmişti. Hatta kralı bile devirebilecek bir güce sahipti.” Taberî, en âlim müfessirlerden addedilen Mücâhid'den de bir nakilde bulunarak Mısır kralının Hz. Yusuf (a.s.) aracılığıyla müslüman olduğunu da ekliyor.

 “Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu…”[1715] Talmud'a göre “Yusuf babasının, yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve göz alıcı elbiselerle donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı... Yakub peygamberi yolda karşılamak ve Mısır'a kadar eşlik etmek için büyük bir topluluk teşekkül ettirdi. Müzik ve mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı.” [1716] 

“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu. Onun için secdeye kapandılar…”[1717] Bu âyetin tefsirinde İlâhî Hidâyet'in temellerine karşı olan birtakım ciddi hatalara düşülmüştür. Öylesine ki, bazı kimseler bir saygı nişanesi olarak melikler/pâdişahlar ve azizler huzurunda yerlere kapanmayı şer'î kabul edecek denli ifrata kaçmışlardır. Bir kısmıysa biraz daha sofuca davranıp bu konuda şöyle bir açıklama getirmiştir: “Önceki şeriatlerde, Allah'tan başkasının önünde sadece ibâdet/tapınma secdesi yapmak yasaklanmıştı; ibâdet maksadıyla yapılmazsa buna izin verilmişti. Ama şimdi Hz. Muhammed'e (s.a.s.) indirilen şeriatte bu da kesinlikle haram kılınmıştır.”

Böyle yanlış anlamalar; bu âyette secde etmek anlamına gelen “succeden” kelimesinin, halihazır İslâm fıkhındaki “elleri, dizleri ve alnı zemine değdirerek yere kapanmak” biçiminde dile getirilen teknik (ıstılahî) anlamıyla ele alınışı sonucu oluşmuştur. Oysa “succeden” kelimesi secud'un lügat anlamında yani “baş eğerek selamlama” (batı dillerindeki reverans-Çev.) anlamında kullanılmıştır. Hz. Yusuf'un (a.s.) ebeveyni ve kardeşleri o devrin insanları arasında yaygın olan eski bir âdet uyarınca (ki bu âdet hâlâ bazı toplumlarda yaşamaktadır) huzurda eğilerek selâm vermişlerdi. (Günümüzde Çin ve Japonya’da hâlâ sürdürüldüğü gibi, saygıyla eğilerek selâmlama benzeri,) o devrin insanları saygılarını sunmak, nezâket göstermek veya sadece selâmlamak istedikleri kimselerin karşısında ellerini göğüsleri üzerine koyarak eğilmek alışkanlığına sahiptiler. Bu durum Kitab-ı Mukaddes'in birçok yerinde zikredilir: “...ve o (Hz. İbrahim) onların (sözkonusu üç adamın) kendisine doğru geldiklerini görünce çadırın kapısından çıkarak onları karşılamaya koştu ve yere doğru eğilerek onları selâmladı.”[1718] Kitab-ı Mukaddes Heth'in oğulları kendisine bir arazi ve Sare'yi defnetmek için bir mezar verdiğinde Hz. İbrahim'in (a.s.) onlara çok müteşekkir olduğunu ve “dikilip, Heth'in oğulları dâhil, belde halkına eğilerek selâm verdiğini zikreder.[1719] ve başka bir yerde de[1720] aynı türden davranışa değinir. Her iki durumda da “eğilip selâm vermek” biçimindeki davranış Kitab-ı Mukaddes'in Arapçasında “secede” (secde etti) kelimesiyle karşılanmıştır.

Kitab-ı Mukaddes'te zikredilen bu ve benzeri durumlar, l00. âyette geçen hâdiseyle ilgili olarak Kur'an'ın “secde” kelimesini ıstılahî anlamda değil lugat anlamında kullandığının kesin delilidir.

Öte yandan Allah'tan başkası huzurunda saygı göstermek amacıyla yapılan, şimdiki İslâmî anlamıyla secde hareketine önceki şeriatlarca izin verildiğini ileri süren müfessirler yanılmışlardır. Bu anlamda secde tüm şeriatlerde daima yasak olmuştur. Sözgelişi İsrailoğulları'nın Babillerin egemenliği altında bulunduğu esnada Kral Aha-Suerus, Haman'ı tüm prenslerin üstündeki mevkiye çıkarmış ve kölelerine secde edip onu selamlamalarını istemişti. Fakat Yahudiler arasında sıdkı ve velâyetiyle tanınan Mordecai ne secde etmiş ne de başını eğmişti.[1721] Talmud'un aynı konuda söyledikleri gerçekten zikre şâyandır:

“Kralın köleleri Mordecai'ye şöyle dediler: “Haman'ın huzurunda secde etmeyi, kralın emrini hiçe sayarak niye reddediyorsun ki? Kralın huzurunda eğilip selam durmaz mıyız?” “Aptallar!” diye cevapladı Mordecai, “Bir de sebep istiyorsunuz ha! Dinleyin beni. Toprak olacak birini mi ululayayım? Bir kadından doğma, günleri sayılı birinin önünde mi secde edeyim? Küçük bir çocukken ağlayıp sızlayan, yaşlanınca ah vah edip duran; günleri öfke ve kızgınlıkla dolu geçen ve sonunda da toprağa dönecek olan böyle bir adama secde etmek, öyle mi? Asla! Ben Ezeli ve Ebedi olan, hiç ölmeyen Allah'ın huzurunda secde ederim. Yalnızca O yüce yaratıcıya, O büyük Melik'e... Başkasına asla!...” [1722]

Kur'an'ın vahyedilişinden bir yıl önce İsrailoğulları'ndan bir mü’minin yaptığı bu konuşma, meseleyi sonuçlandırmaktadır. Demek ki, Allah'tan başkası huzurunda “secde”de bulunmak için hiçbir açık kapı yoktur. [1723]

Yusuf’un (a.s.) Yönetimi

Yusuf Peygamber’in yönetimi devralmasıyla birlikte melikin rüyasının te’vili gerçekleşmeye başlar. Yedi sene süren bolluk dönemi esnâsında Hz. Yusuf, ihtiyaç fazlasını depolar. Arkasından gelen yedi kıtlık senesinde ise, bu depoladığı hubûbâtı harcamaya başlar. İsrafın olmadığı, geleceğe hazırlığın en mükemmel şekilde yapıldığı Yusuf Peygamber’in yönetiminden Mısır halkı memnundu. Onun bu başarısı yüzünden, diğer bölgelerde kıtlık çekenler Mısır’a akın ederek ihtiyaçları olan hubûbâtı Mısır’dan edinmeye çalışıyorlardı. Bunların arasında Yusuf’un kardeşleri de vardı. Kıtlık yılları Yakuboğullarını dasıkıntıya sokmuştu.

“Yusuf’un kardeşleri gelip huzuruna girdiler. Onlar onu tanımadılar, fakat o onları tanıdı. Yüklerini hazırlatınca dedi ki: ‘Bana, baba bir kardeşinizi de getirin. Ölçüyü tam yaptığımı ve sizi iyi bir şekilde ağırladığımı gördünüz. Eğer onu getirmezseniz, benden bir ölçek bile bir şey alamazsınız. O zaman yanıma da yaklaşmayın.”[1724] Bu âyetlerde Yusuf’un (a.s.) yönetimi hakkında birtakım bilgiler de verilmektedir:

 

a- Ülkenin kaynakları en mükemmel şekilde değerlendirilmektedir. İsraf yoktur. Tasarruf ön plandadır. Keyfî bir yönetim değil, planlı programlı bir idare sergilenmektedir.

 

b- Yusuf’un (a.s.) yönetimi, insanların mallarını tam olarak vermektedir. Ölçü ve tartıyı tam yapmaktadırlar. Haksızlık ve zulüm yoktur.

c- Ülkeye gelen herkese, özellikle müstaz’aflara yardımsever ve misafirperver şekilde davranılmaktadır. “Bizim hubûbâta ihtiyacımız var, size veremeyiz!” denilerek ihtiyaç sahipleri uzaklaştırılmamaktadır. İnsanlarla ilgilenilme neticesi Yusuf (a.s.); babası, küçük kardeşi ve ahâlisi hakkında bilgi sahibi olmuştur. Vahyi ve peygamberliğini kardeşlerine anlatarak, bu haberi oğullarından duyan Yakub’un (a.s.), Yusuf hakkında sezgilerinin güçlenmesine vesile olmuştur: “Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” [1725]

d- Yönetici olan Yusuf (a.s.), kendinden önceki ya da sonraki müfsid düzen yöneticileri gibi, halk ile kendi arasında duvarlar oluşturmuyordu. Onların içinden, onlardan birisi olarak yönetimini icrâ ediyordu. İnsanlarla haşır neşir, onların sorunları ile hemhaldi. Böylece Allah’ın vahyini de rahatlıkla onlara ulaştırabiliyordu.

e- Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan yönetici peygamberlerden, Dâvud (a.s.) ve Süleyman (a.s.)’dan başka, Yusuf’dan (a.s.) da yönetim ve yöneticiliğin esaslarına dâir muhâtaplara dersler vaz edilmiş olmaktadır. [1726]    

Hz. Yusuf’un yöneticiliği ve yönetim tarzı ile ilgili olarak Mevdûdi, ilgili âyetlerin tefsirinde şunları söyler:

“Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra da onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik…”[1727] Şimdi şu soruyu düşünelim: Allah, planıyla (keyd) Hz. Yusuf'u (a.s.) doğrudan nasıl destekledi? Oysa biliyor ki Bünyamin'in yükündeki kap planı bizzat Hz. Yusuf (a.s.) tarafından tasarlanmıştı. Ayrıca memurların yükleri aramalarında olağanüstü bir şey yoktu, böyle bir durumda yapmaları gerekeni yapmışlardı. Bu ibarede, Allah tarafından mucizevî bir desteğin olduğuna dair, memurların biraderlere Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında hırsızın cezasının ne olduğunu sormaları ve onların da “köleleştirilmesi gerekir” şeklindeki cevapları dışında olağanüstü bir alamet yoktur. Böylece Hz. Yusuf hem kardeşini alıkoymayı başarmış, hem de onun hapsedilmesini engellemiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in şeriatını uygulamıştır.

Bunu takip eden cümle de bu yorumu te’yid etmektedir: “…(Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka…”[1728] Allah dileseydi Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermezdi. Plandaki zayıf nokta şuydu: Yusuf planına göre kardeşlerini yalnızca melikin yasasına göre alıkoyabilirdi. Fakat bir Allah Rasûlüne kendi şahsi meselesi için gayri İslâmî bir yönetimin yasasına başvurmak yakışmazdı. Zira o, siyasi iktidarı tedrici olarak İslâmî yasayı yürürlüğe koymak için uhdesine almıştı, yoksa melikin yasasını takviye edip yürülükte kalmasını sağlamak için değil. Allah dileseydi, Hz. Yusuf'a (a.s.) gayri İslâmî bir yasaya başvurmaktan başka çıkar yol koymazdı. Fakat bunu dilemedi; zira Rasûlü'nün temiz isminin bu şekilde lekelenmesini istemedi. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) memurlarına emir vererek (alışılmadık) birşeyi öğrenmelerini istedi: Onlar hırsızları nasıl cezalandırıyorlardı? Biraderler de Hz. İbrahim'in (a.s.) yasasını söylediler. Bu, plandaki boşluğu gidermekle kalmadı aynı zamanda biraderlerin de Mısırlı olmadıkları dolayısıyla bu ülkenin yasalarıyla yargılanamayacakları şeklinde herhangi bir itiraz beyan etmelerine de mahal bırakmamış oldu.

Daha önce de işaret edildiği gibi bu Allah'ın bir yardımıydı; peşpeşe iki ayette O'nun lütfunun bir alameti, yüce ilminin bir işareti olarak zikredilen yardımı...

Hz. Yusuf'u (a.s.) kendi şahsî meselesi için Mısır Melikinin gayr-i İslâmî yasasına başvurmaktan koruyan Allah'ın lütfuydu. Çünkü insani zaafın baskısı altına bunu yapmaya yeltenebilirdi. Ve Allah'ın bizzat bir kimsenin ahlaki mertebesini korumak üzere düzenlemelerde bulunması kadar o kimse için büyük bir lütuf olamaz.

Ancak şu da belirtilmeli ki, yalnızca sıkı imtihanlardan “alnının akıyla” çıkanlar bu yüksek nişanla taltif edilir.

Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermek sûretiyle Allah, ilminin, kendisine ilim verilmiş olan (Hz. Yusuf gibi) kimselerin ilminden üstün olduğunu göstermiştir.

Bu bağlamda mütalaa edilmesi gereken bazı meseleler vardır. Onlara kısaca değinelim.

1) Genellikle “mâ kâne liye’huze ehâhu fî dîni’l-melik” ifadesi şöyle çevrilmektedir: (Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. “Yahut:” (Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymaya yetkili değildi. “Diğer bir deyişle çeviri şu anlama gelmektedir: “Bunu yapamazdı zira Melik'in yasasında buna izin yoktu.” Fakat Arap dilinde ve Kur'an'da “ma kâne” bu şekilde kullanılmamıştır. Nitekim bunun örneklerini Kur'an'da fazlasıyla bulabiliriz; “ma kane limü'minin en yaktule mü’minen” (Bir mü’min bir mü’mini öldüremez “öldürmesi yakışık almaz”). “Mâ kâne Allahu en yettehize min veled” (Allah bir çocuk edinemez “edinmesi yakışık almaz”). Dolayısıyla Hz. Yusuf hakkında kullanılan “buna gücü yoktu”, “bunu yapamazdı”, “buna hakkı yoktu” şeklindeki ifadeler anlamsızdır.

Çünkü Hz. Yusuf'un (a.s.) kardeşini “bir hırsızdır” diye Melik'in yasasına göre alıkoymaya güç yetirememesi için bir neden yoktu. Bir hırsıza ceza vermek için bir yasaya sahip olmayan bir yönetim düşünülebilir mi? İfadenin gerçek karşılığı şu şekilde olmalıdır: “Kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. Çünkü böyle davranmak bir peygambere yakışmazdı.”

2) Kur'an'ın kullandığı “din'il-Melik” (Melikin dini) tabirini “Melik'in yasası” şeklinde anlarsak bu, tartışmalı ifadeyi anlamamıza yardım eder. Çünkü çok açık ki, peygamber Allah'ın dininin (nizamının) ikamesi için gönderilmişti. Melik'in gayri İslâmî sistemini (dinini) yürürlükte kılmak için değil. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber (a.s.) görevini bir ölçüde başarmıştı, ama yönetim tam anlamıyla Allah'ın dinine göre teşekkül ettirilememişti. Dolayısıyla artık bir peygamberin kendi şahsi bir meselesi için “Kralın sistemini” benimsemesi uygun olmaz, yakışık almazdı. Yani, “Kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymak Yusuf'a yakışmazdı.”

3) Dahası, “Melik'in Dini” ibaresini “ülke yasaları” anlamında kullanmak suretiyle Allah, “din” kelimesinin geniş kapsamına işaret etmiş; Risaletin sahasını yalnızca Allah'ın birliğine inanmakla sınırlandırıp, onu kültürel, siyasi, sosyal, hukuki ve hayatın diğer dünyevî cephelerinin dışarıda bıraktığına inanan kimselerin din kavramını kökünden kesmektedir. Veyahut böyle tipler dinin saydığımız vechelerle bir ölçüde ilgili olduğunu kabul ederler ama onlara göre bunlar, yapılsa da yapılmasa da olur kabilinden tavsiyelerdir. Güya din, inananları bunları yahut insan-yapısı yasaları benimsemekte serbest bırakmıştır, zira düşüncelerine göre, ikincisini benimsemelerinde bir beis yoktur. Din'in uzun bir süredir müslümanlar arasında yürürlükte olan bu yanlış kavranışı, İslâmî hayat tarzını hâkim kılmak için gerekeni yapmaları yolunda kendilerini ihmalkar hale getirmiştir ve bu yüzden mesul tutulacaklardır. Dinin bu yanlış kavranışının sonucu olarak müslümanlar İslâmî olmayan hayat tarzıyla uzlaşır hale gelmişlerdir. Hatta bu yanlış kavrayış yüzünden Hz. Yusuf'u (a.s.) güya örnek ittihaz ederek bu sistemlerin destekçisi ve uşağı haline gelebilmişlerdir. Oysa bu ayet ifade biçimi olarak bu yanlış kavramayı reddetmekte, “ülke yasaları”nın tıpkı namaz, hac, oruç ve zekât gibi dinin bir parçası olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla Âl-i İmran Sûresinin 19. ve 85. ayetlerindeki “el-din”in kabulu gereği, yasalar da namaz ve diğer farzlar gibi bu kavramın kapsamına girer. Bu yüzden dinin bu bölümünün herhangi bir sistemden ihracı Allah'ın gazabını celbedecektir.

4) Bunlarla birlikte yukarıdaki yorum, bir itiraza mahal bırakmamaktadır. Hiçbir şey olmasa, bu satırların yazarının bile katıldığı bir gerçek vardır ki, Hz. Yusuf (a.s.) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır'da gayri İslâmî bir düzen yürürlükte bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bizzat peygamberin Melik'in gayri İslâmî yasalarını uygulamak zorunda olduğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf'un (a.s.) kendi özel meselesinde Hz. İbrahim'in (a.s.), şeriatı yerine, uygulamak zorunda kaldığı Melik'in şer'i sistemine göre amel etse ne fark ederdi? Kesinlikle fark ederdi, zira mesele Hz. Yusuf'un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o İslâmî hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrici olarak başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik'in yasası kaçınılmaz olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Medine'de olduğu sırada Arabistan'da vuku bulmuştu. İslâmî sistemi bütünüyle ikame etmek dokuz yılı almış ve bu dönemde birtakım gayri İslâmî yasalar yürürlükte kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslâmî miras ve evlilik geleneği, batıl ticaret şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslâm'ın medeni ve ceza hukukunun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi gerektirmişti. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümranlığının ilk dokuz yılında Melik dininin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık bulunmamaktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslâmî melik yasasının devam etmesi, Allah Rasûlü'nün Allah'ın dinini ikame için değil, Melik'in dinini izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik'in yasasına kendi şahsi davası için başvurmasının Hz. Yusuf'a (a.s.) yakışmayacağı meselesine en iyi karşılık yine Rasûlullah'ın (s.a.s.) uygulamasında bulunmaktadır. Geçiş dönemi esnasında yani cahili yasaların henüz İslâmî yasalarla yer değiştirmediği dönemde, kimi müslümanlar daha önce yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye devam ediyorlardı. Ancak Rasûlullah (s.a.s.) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu. Yine iki kız kardeşle birden evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat Rasûlullah (s.a.s.) asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa kavuştu ki, İslâmî yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslâmî yasaların yürürlükte bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer Hz. Yusuf (a.s.) Melik'in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına gelirdi. Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş bir peygamberin, başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izleyemeyeceği açıktır. [1729] 

Hz. Yusuf ve Tevhid Dâveti

İncil ve Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş olan çağımızın araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hymksos” (çoban) kralları arasında yer alan Apophis’in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya koymuşlardır. Zira bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk gelmektedir.

“Mısır’ın başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün Kahire’nin güneyinde yaklaşık 24. km’de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18 yaşlarında iken gelmişti. 2-3 Sene Mısır kralının sarayında kaldı ve 8 sene de zindanda. 30 Yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve 80 yaşına kadar rakipsiz Mısır tahtında kaldı (…) İncil’deki kayıtlara göre Hz. Yusuf 80 yaşına geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrailoğullarına, Mısır’dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet etti. [1730]

Hz. Yusuf’un tevhid dâveti Kur’an’da şöyle dile getirilir: “Ey hapis arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma ilâhlar mı daha hayırlıdır, yoksa her şeyden üstün, kahredici olan Allah mı? Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı, putlardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, ancak O’na ibâdet edip kulluk yapmanızı emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmez.” [1731]

Hz. Yusuf (a.s.) bu mesajı, zindanda olduğu sırada hapiste beraber bulunduğu köle arkadaşlarına tebliğ etmişti. Hz. Yusuf’un bu esnâda sunduğu tevhid dâvetinden çıkaracağımız birçok önemli dersler vardır. Şimdi bunları genel hatları ile ele alalım:

1- Hz. Yusuf bir peygamber sıfatına sahip olduğunun bilincinde olarak, zindanda bile olsa tevhid dininin mesajını etrafındakilere yaymanın sorumluluğunu taşımış ve hapishane hayatı gibi olumsuz şartlarda dahi bu görevin gözardı edilmemesi gerektiğini pratik yaşantısı ile göstermiştir. Bu demektir ki, bir Müslüman bulunduğu konuma bakmaksızın, yerin yedi kat dibinde de olsa bu dâveti tebliğ etmekle yükümlüdür ve bu konuda hiçbir mâzeret Allah katında kabul görmeyecektir.      

2- Hz. Yusuf (a.s.) başına gelen zindan musîbetine sabrederek, bulunduğu konumu İslâm’ın lehinde kullanmayı çok iyi bilmiştir. Bilindiği üzere, “yerine ve zamanına göre hareket” ile “yerinde ve zamanında faâliyet” İslâm’a dâvet metodunun iki önemli meselesini teşkil eder. Dâvetin neticeye ulaşabilmesi, müsbet bir sonuç verebilmesi için yer-zaman faktörlerine dikkat ve itina gereklidir. Dâvetçi, dâveti sunduğu mekânının şart ve imkânlarını çok iyi bilerek orada nasıl hareket edeceğini, hangi metodlarla dâvetini sunacağını, dâvetin hangi mesele ve merhalelerinin bu yer için uygun olacağını hesap etmek mecbûriyetindedir. [1732]

3- Buna bağlı olarak Hz. Yusuf’un tevhide dâvet usûlü bize bir insanın, tıpkı Yusuf Peygamber gibi eğer hâlis niyete ve gerekli bilgeliğe sahipse mesajı tebliğ etmek üzere durumunun gerektirdiği bir metodu izleyebileceğini gösterir. İki adam ona itimad ederek kendisinden rüyalarını yorumlamalarını isterler.[1733] Buna verdiği cevapta şöyle der: “Rüyalarınızı yorumlayacağım, fakat ilkin size, bana rüyaları yorumlama gücü veren bilgimin kaynağını haber vereyim.” Bu sûretle onların taleplerini avantaj olarak kullanarak kendi itikadını onlara vazeder.[1734] Ayrıca onlara bu kısa, fakat özlü ve aydınlatıcı ifadelerle İslâm dininin ana hatlarını çizivermiştir. Aynı zamanda Yusuf bu beyanı ile; şirki, putperestliği ve câhiliyeyi ayakta tutan sütunları temelinden sarsmış,[1735] tevhidin yüceliğini ve gerçekliğini beyan etmiştir.

4- Dâvette muhâtabı tanıyarak, duruma göre tebliğde bulunmak önemli bir gerekliliktir. İnsan olması yönüyle dâvete muhâtap olanlar, bizzat içlerindeki duygu ve hisleriyle hareket edecek, psikolojik motiflerin etkisi altında kalacaklardır. Dâvetçi bu duygu ve hisleri tespit ederek muhâtabında psikolojik etki icrâ edecek şekilde hareket ve davranışlarda bulunmalı, tebliğini buna göre sunmalıdır. Fikir, davranış veya yaşayışın ıslahı için her şeyden evvel bu fikir ve inanışa bağlanış derecesi, o fikir ve inanışın mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olmak, muhâtabın içerisinde yaşadığı sosyal ve kültürel muhiti, kişi tabiatına yankıları olan coğrafî ve tarihî şartları, tebliğe muhâtap kaldığı anda muhâtabın içerisinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi iyi tanıyarak[1736] ortama göre davranmak zorundadır.

Bir tevhid önderi olması sebebiyle Hz. Yusuf (a.s.) yukarıda sunmaya çalıştığımız dâvet stratejisinin farkında olarak, bize mesajı sunarken takip etmemiz gereken doğru usûlü de öğretmiştir. Hz. Yusuf, hemen işin başında amele ilişkin ayrıntıları ve itikadî düzenlemeleri sunmamış, iman edenle etmeyeni, yani tevhid ile şirki birbirinden ayıran en temel esas üzerinde durmuştur. Daha sonra sağduyu sahibi bir kişiyi iknâda başarısızlığa uğramamak için de mesajı gâyet aklî bir tarzda sunmuş ve ortaya sürdüğü deliller bu iki kölenin zihninde derin tesirler uyandırmıştır: “Hangisi daha iyi? Çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa bir tek Kadir-i mutlak Allah mı?” Köleler, kendi şahsî tecrübelerinden bir tek efendiye hizmet etmenin, bir çoğuna birden hizmet etmekten daha iyi olduğunu bilmekteydi. Dolayısıyla âlemlerin Rabbine hizmet etmek dururken, O’nun kullarına hizmet etmek daha iyi olamazdı. Dahası, Hz. Yusuf (a.s.) onları doğrudan imanı kabule ve itikatlarını redde dâvet etmemiş; oldukça hikmetli bir yol tutarak önce şuna dikkatlerini çekmişti: “Bizi ve tüm insanlığı kendisinden başkasına köle etmemesi Allah’ın bir lütfudur. Ancak insanların çoğu O’na şükretmez. Yalnızca O’na kulluk etmek yerine kendilerine tanrılar icat ederek onlara taparlar.” Zikre şâyan bir şey daha vardır ki, teklif ettiği imanın miyarı hikmeti esas almaktadır, herhangi bir icbar sözkonusu değildir. “Sizin servet tanrısı, sağlık tanrısı, bolluk tanrısı, yağmur tanrısı vs. diye isimlerden ibârettir sadece. Her şeyin gerçek sahibi, tüm kâinatın Rabbi ve yaratıcısı olarak sizin de kabul etmeniz gereken, Yüce Allah’tır. Allah hiçbir şeye, hiç kimseye ulûhiyet adına ne bir yetki vermiş, ne de böyle bir şeyi tasdik etmiştir. Aksine, tüm kudretleri, tüm hak ve yetkileri kendine hasretmiştir ve emretmiştir: “Yalnız Bana kulluk ve itaat edin.” [1737]   

Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yusuf Sûresi

 

Nüzûlü: Mushaftaki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre elli üçüncü sûredir. Hûd sûresinden sonra, Hicr sûresinden önce Mekke'de nâzil olmuştur, 111 âyettir.

Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'e “îsrâiloğullan Mısır'a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna cevap olarak veya müslümanların Re-sûlullah'ın bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivâyet edilmiştir. An­cak, Muhammed b. İshak'a göre sûrenin nüzul sebebi, kavmi tarafından zulme uğ­ramış olan Hz. Peygamber'i teselli etmektir.[1738] Kavminin baskı­ları ve işkenceleri karşısında Rasûl-i Ekrem ve arkadaşları bunalmışlardı; bu bu­nalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir anda bu sûrenin inmesi, müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira kıssanın kahramanı olan Hz. Yû­suf da Filistin'de kardeşleri tarafından bazı kötülüklere mâruz kalmıştı. Fakat so­nunda o, Mısır'da devlet yönetiminde söz sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.

Bu sûrede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşları­na, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf'a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin veri­leceğini ve Kureyşliler'in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine'ye göç etmiş olan Rasûlullah sekiz sene son­ra Mekke'yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler'e, Hz. Yûsuf un Mısır'da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söyle­miş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi afetsin! O, merhamet­lilerin en merhametlisidir”[1739] “Gidiniz hepiniz serbestsiniz!’’[1740] Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldı-j£ınıh sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in Hz. Peygamber'i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sıra­da ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Kur'ân ı Kerîm'deki kıssalar bazı hikmetlere dayanmaktadır. Özellikle pey­gamberlerin kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onların kıssalarında akıl sahip­leri için ibretler vardır.” Hz. Yûsuf'un kıssası hakkında da şöyle buyurmuştur: “An­dolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır.”[1741]  

Adı: Sûre adını 4. âyetten itibaren 101. âyetin sonuna kadar kıssası anlatılan Yû­suf (a.s.)dan almıştır.

Konusu: İlk üç âyette bu sûredeki âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm'İn âyetleri olduğu, Kur'an'ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların en güzelinin anlatılacağı bildirilmektedir. Bundan sonra 101. âyete kadar Hz. Yûsuf'un kıssası anlatılmış­tır. Kıssada Hz. Yûsuf'un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması, onu kuyudan çı­karan kafile tarafından Mısır'da köle olarak satılması, bir iftira sonucu cezaevine girmesi, Mısır kralının gördüğü rüyayı yorumlaması neticesinde cezaevinden çıka­rılıp maliyeden sorumlu yüksek düzeyde yöneticiliğe getirilmesi, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle tekrar buluşması gibi konular ele alınmış­tır. Daha sonraki âyetlerde İse mü’minlere müjde ve öğütler verilmektedir.

“Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-râ. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir. 2. Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. 3. Biz, bu Kur 'an 'ı sana vahyetmekle en güzel kıssayı da anlatıyo­ruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce elbette bunu bilenlerden değildin.”

Tefsiri

1. Bazı sûrelerin başında bulunan “elif-lâm-râ” gibi harflere “hurûf-ı mukattaa” denmektedir.

Yüce Allah, indirilen bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçek­leri açıklayan ve ebedî bir mucize olan İlâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıy­la bu kitaba şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulan­ması gerektiğini vurgulamaktadır.

2. Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur'an'ın Arabistan'da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile İlgili sebepleri var­dır. Her şeyden önce Arap yarımadası eski dünyayı meydana getiren, bugün de in­sanlığın büyük bir bölümünü barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbi­rine en çok yaklaştığı merkezî bir yerde ve dünya ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır, Kur'an'ın nazil olduğu zamanda bu bölge komşu illerde yer alan siyasî güçlerin iktisadî ve siyasî menfaatlerini doğrudan ilgilendiren bir konumdaydı. Bu siyasî güçlerin aksiyon ve reaksiyonlarının toplandığı bir mer­kezde yer alan Arap toplumu bu kıtalarda yaşayan insanları ve bunların yaşayışla­rını tanıma imkânına sahipti.

Arap toplumu çölde yaşadığı için, müreffeh bir hayat tarzından uzaktı. Teh­likeli işlere atılma ve değerlerin müdafaasında sabırla direnme gibi vasıflara sahip bulunuyordu. Asırlar boyunca dillerinin safiyetini korudukları gibi belirtilen nite­lik ve enerjilerini de muhafaza etmişlerdi. Kabileler arasında uzun süre devam et­miş olan iç savaşlar, onlara atılganlık vb. meziyetler kazandırmıştı. Ayrıca ticaret­le uğraşan bir toplum olmaları sebebiyle hareket kabiliyetine ve uzun süreli seya­hatlere katlanma gibi hususiyetlere sahip bulunuyorlardı. Bu sayede Araplar tica­ret yaptıkları ülkelerin örf ve âdetlerini, hususiyetlerini, kanunlarını Öğrenmişler­di; kısaca İslâm'ı buralara ulaştırılmak için gereken tecrübeye sahip bulunuyorlar­dı.

Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Arap­lar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin di­liyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah'ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın.[1742] Şüphe yok ki Kur'an'ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar'a indirildiğini ifade etmez. Ni­tekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir ki­tap olduğunu göstermektedir.[1743] Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir so­num ıtl/ınık ona' onlar ıslah ve irşjıd edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliginde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur'an yalnız Araplar'm kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilme­leri ve böylece İslâm'ı birinci kaynağından Öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur'an'in başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur'an'ın orijinal metni mevcut şekliyle Arapça metindir.[1744]

3. “En güzel kıssa” diye çevirdiğimiz “ahsenü'l-kasas” tamlamasındaki kasas kelimesi sözlükte “bir şeyin izini sürmek” anlamına gelmektedir; isim olarak, “anlatılan haber” demektir. Kur'an'da daha çok bu mânada kullanılmıştır.[1745] Bu mânada kıssa ile eş anlamlı olup her iki­sinin de çoğulu kjsastır. Edebiyatta hayâlı kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yûsuf'un kıssası yaşanmış bir olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebi­yatta mecazî aşk denilen ve tabii bir gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini anlatan bu sûre, âyette “ahsenü'l-kasas” olarak nitelen­dirilmiştir. Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Ya'kub (a.s.) ile Yûsuf un hasret, ıstırap ve üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir. “Ahsenü'l-kasas” tamlamasını “en güzel üslûp” şeklinde anlayanlar da vardır.[1746] Buna göre cümlenin meali şöyle olur: “Biz, bu Kur'an'ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz.”

Âyette, Hz, Peygamber'İn, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muham-med'in hak peygamber, Kur'an'm da mucize olduğunu gösterir. Zira okur-yazar ol­mayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları'nın Mısır'a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayı­na kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.

İbrânîce'de “Allah'ın kulu” mânasına gelen İsrail kelimesi, Ya'kub pey­gamberin lakabı olup Allah'ın halis kulu olduğunu ifade eder. Soyundan gelenle­re de “İsrâiloğulları” denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes araştırmacılarından nakle­dildiğine göre Ya'kub Filistin'de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yûsuf on birinci oğluydu. Milâttan önce 1906'da doğmuş, 1890'lı yıllarda Mısır'da köle olarak sa­tılmıştı. Bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis hayatı yaşadıktan sonra Mısır'da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi. Daha sonra babası ve kardeş­lerini de Mısır'a götürdü. Böylece İsrâiloğulları Mısır'a yerleştiler. Hz. Mûsâ'nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin'e dönmüşlerdir. [1747]

4. “Bir zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki: “Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.” 5. Babası, “Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tu­zak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır” dedi. 6. İşte böy­lece rabbin seni seçecek, sana rüyada görülenlerin yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin çok iyi bilen­dir, hikmet sahibidir.”

Tefsiri

4-6. Yûsuf’un (a.s.) soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya'kub, baba­sı îshak, babası İbrahim (a.s.). Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrahim'in dör­düncü kuşaktan torunudur. Ya'kub ile eşi Rahîl'den dünyaya gelmiştir. Rasûlullah buyurmuşlardır ki: “İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf tur; o, Al­lah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur” [1748]

Rüya, “görmek” mânasına gelen “rü'yet” mastarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir, Türkçe'de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zaman­da hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder. Râzî'ye göre yüce Al­lah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfuzu okuyabilecek ye­tenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku ha­linde ruhun bedenle ilgisi azalır, Levh-i mahfuzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal âleminde kendine özgü izler bırakır.[1749] Bu izler haya­lin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfuzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.

Gazzalî, levh-i mahfuz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldı­ğında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfuz ile kalp ara­sındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfuzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; ha­yal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, İnsan uyandığında ancak hayalinde­ki sembolleri hatırlar.[1750] İşte rüyayı yorumlayıp İşaret ettiği per­de arkasındaki gerçekleri göstermeye “rüya tabiri” (yorumu) denilmektedir. [1751]

Psikanalizin kurucusu Freud'a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya İse arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esna­sında ortaya çıkar.[1752] “İnsanın yaşa­ma kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da “libi­do” denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki ku­ralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzula­rın akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rü­ya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imge­lere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranların­dan, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır. [1753]

İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmekte­dir: a) Sâdık rüya. Kaynağı İlâhî olan İkaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüya­lardır. Hz, Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ol­duğunu haber vermiştir.[1754] Sâdık rüya gören kimsenin ruhu, bu vesileyle Allah'ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelme­den önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların nor­mal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, “rüya yoluyla keşif denilmektedir, b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynakla­nan düşler. Bunlar, hâtıraların hayalde canlanmasından ibarettir, c) İnsan ruhunun gizli bk dış tesirden (şeytandan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir. [1755]

Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan bu tür yorumu yapılamııyun karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir. [1756]

Hz. Yûsuf'un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıl­dızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gi­bi, Yûsuf'un şanının yüceliğini de gösterir, Yûsuf un rüyası, yüce Allah'ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber'e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır.[1757] Yûsuf'un gör­düğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya'kub, oğlunun ileride büyük bir makama gele­ceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan ha­berleri olduğu takdirde Yûsufu kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe et­miş, bıı sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yû­suf'un rüyada gördüğü güneş, babası Ya'kub; ay, annesi Râhîl; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi. [1758]

6. âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz “te'vîlü'l-ehâdîs” tamlamasındaki te'vîl kelimesi terim olarak, “lafzı zahirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Bura­da te'vil terimi, “tabir etmek” ile eş anlamlı olarak, “rüyadaki sembolleri yorum­layıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak” anlamında kullanılmıştır, Ehâdîs kelimesi ise “olay” ve “haber” anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anla­ma göre cümle, “Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumu­nu öğretecek” mânasına, ikinci anlama göre ise “Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek” mânasına gelir. Bu anlamdan hareketle cümleyi, “Allah sana kendi ki­taplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek” şeklinde tefsir eden­ler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek suretiyle cümlenin mânasını daha kap­samlı olarak değerlendirmek de mümkündür, Buna göre cümle, Hz. Yûsuf'a rüya­ları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini an­lama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yete­neğinin verileceğini de ifade eder.

Yüce Allah'ın Hz. Yûsuf a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetle­rin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş ol­masıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lütfunu tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrahim ve İshak'a peygamberlik vererek onları on büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya'kub'un soyundan da birçok peygamber ve hü­kümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulasamavacakları bir şerefe ulaştırmıştı.[1759] İşte Allah'ın Ya'kub’un (a.s.) ailesine nimetini tamamlamasından maksat da budur.

7. “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler Yardır. 8. Hani kardeşleri demişlerdi ki: “YûsuPla kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki bizim sayımız daha çok. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanılgı içindedir. 9. Yûsuf'u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki ba­banızın teveccühü yalnız size kabın! Ondan sonra da (tövbe ederek) sâlih kim­seler olursunuz!” 10. Onlardan biri, “Yûsuf u Öldürmeyiniz, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” dedi.”

Tefsiri

7-8. Yüce A]lah Hz. Yûsuf İle kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler İçin birçok ibret bulunduğuna dikkat çekmiştir. Yûsuf'un, bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan ana-baba bir öz kardeşi Bünyâmin'dir.[1760] Gelecekte peygamberlikle görevlendirilecek olan Hz. Yûsuf, dürüstlük ve üstün karakteri sebebiyle babasının dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır. Bünyâmin de peygamber olmamakla birlikte en küçük çocuğu olması ve üstün bir şahsiyete sahip bulunması gibi sebeplerle onu da çok seviyordu. Hz. Ya'kub'ıra bu en küçük iki oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duy­gularını iyice kamçılamıştı. Sonunda babalarının bir yanılgı içinde olduğuna hük­metmişlerdi.

8. âyette “Bizim sayımız daha çok” diye çevirdiğimiz cümle içindeki usbe kelimesi “10-40 kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat” anla­mına gelmektedir.[1761] Hz. Ya'kub'un oğullan, aynı babanın ço­cukları olmalarına rağmen Yûsuf la Bünyâmin'in anaları ayrı olduğu için, “Yû­suf la kardeşi” şeklinde ifade etmişlerdir. [1762]

9-10. Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygula­rını o derece örtmüştü kî kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kal­dırmak için karar almada tereddüt göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kar­deşlerini ortadan kaldırdıktan sonra tövbe edip İyi kimseler olacaklarını ve baba­larının teveccühünün sadece kendilerine kalacağını sanıyorlardı. İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Yûsuf'un öldürülmemesini istedi; ama onu baba­sından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakıl­masını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf'u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştirmış olacaklarını söyledi. Rivâyete göre bu fikri ileri süren, Hz. Ya'kub'un en büyük oğlu Rûbîl'dir.[1763] Bu görüş uygun bulun­du, uygulamak üzere babalarına geldiler.

11. “Dediler ki: “Ey Babamız! Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyor­sun? Oysa biz ona iyilik isteyen kimseleriz. 12. Yarın onu bizimle beraber (kı­ra) gönder de bol bol yesin, içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz.” 13. Ba­baları, “Onu götürmeniz beni mutlaka üzer, siz farkında olmadan onu bir kurdun yemesinden korkarım” dedi. 14. Dediler ki: “Hakikaten biz böyle ka­labalık olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse o zaman bize gerçekten yazık­lar olsun!”

Tefsiri

11-14. “Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?” şeklindeki soruların-ılan anlaşılıyor ki kardeşleri daha önce de Yûsuf'un kendileriyle beraber kıra çık­masını istemişler fakat, babaları bu konuda onlara güvenmediği için buna izin ver­memişti. Ya'kub (a.s.) aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hisset­in meme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yûsuf u kurtların yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir.

15. “Onu götürüp kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri za­man biz Yûsuf a, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkı­na varmadan mutlaka haber vereceksin!” diye vahyettik. 16. Akşam ağlaya­rak babalarına geldiler, 17. “Ey Babamız! Biz yarışma yaparak uzaklaştık, Yûsuf u da eşyamızın yanında bırakmıştık; onu kurt yemiş! Ama biz doğru söyleyen kimseler olsak da sen bize inanmazsın” dediler. 18. Gömleğinin üs­tünde sahte, kanlı bir gömlekle geldiler. Ya'kub, “Bilakis nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş; artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah'tır” dedi. 19. Bir kervan geldi, sucularını suya gönderdiler; sucu kovasmı kuyuya saldı; “Müjde! İşte bir oğ­lan çocuğu!” dedi. Onu bir ticaret mab olarak sakladılar. Allah onların yap­tıklarını çok iyi bilir. 20. (Mısır'da) onu düşük bir bedelle, birkaç dirheme sat­tılar. Ona zaten değer vermemişlerdi.”

Tefsiri

15. Kardeşleri, Yûsuf'u koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Ya'kub, Yûsuf'u onlarla birlikte gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy bir­liği ile karar verdiler ve kararı hemen uyguladılar.

Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır:

a) Hz. Yûsuf'a peygamberlik daha o za­mandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz, Yûsuf kardeş­lerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir. [1764]

b) Buradaki va­hiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’ân-ı Kerim’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır. [1765]

16-18. Kardeşleri, Hz. Yûsuf'un gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler ve kendileri yarış yaparken onu kurt yediğini ağlar bir vaziyette söylediler. Rivâyete göre bu acı haberi alan Hz. Ya'kub, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek dedi ki: “Bugüne kadar böy­le yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş fakat sırtındaki gömleği yırt­mamış!”[1766] Ya'kub bu sözleriyle oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir. Nitekim oğullarına, “Bilâkis nefsiniz sizi kö­tü bîr İş yapmaya sürüklemiş” diyerek bu kanaatini belirtmiştir.

19. Konunun akışından anlaşıldığına göre Yûsuf un atıldığı kuyu, ticaret ker­vanının geçtiği yol üzerinde bulunuyordu. Nitekim 10. âyette geçen “Onu kuyu­nun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” cümlesi de bunu açıkça gös­terir. Yûsuf un kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle su­yunun çekilmiş olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı anlaşılmaktadır.

“Onu bir ticaret malı olarak sakladılar” cümlesindeki saklayanların kimler ol­duğu hakkında farklı iki görüş vardır:

a) Onu saklayanlar, su almaya gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından değersiz bir be­delle satmışlardır.

b) Kardeşleri onun kendi kardeşleri olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede beklemişler, kervanın sucu­ları onu çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia etmişler, Yûsuf da kor­kusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır. [1767]

Kanaatimizce Hz. Yûsuf'u bir ticaret malı olarak saklayanlar kardeşleri de­ğil, kuyudan onu çıkaran kervancı ile yanındaki arkadaşlarıdır. Zira kardeşleri onu kuyuya attıktan sonra gömleğini kana bulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi.

 

21. “Onu satın alan Mısırlı adanı karısına, “Ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki bize faydası olur veya onu evlat ediniriz” dedi. İşte böylece Yû­suf'u orada yaşasın ve rüyada görülen olayların yorumunu öğretelim diye onu o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insan­ların çoğu bunu bilmezler. 22. Yûsuf erginlik çağına erişince, ona hüküm ye­teneği ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız.”  

Tefsiri

21.  Yüce Allah'ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yûsuf tehlikelerden kurtularak Mısır'ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak yer­leşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nâzın veya Mı­sır (Menfıs) şehrinin valisi ve polis teşkilâtının müdürü Potifar olduğu bildirilmek­tedir.[1768] Kur'an bu zatı ismiyle değil, “el-azîz” unvanıyla anar.[1769] İleride yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yûsuf da aynı unvanla anılacaktır.[1770] Bu durum, “el-azîz” sıfatının Mısır'da yüksek bir resmî unvan olduğunu ifade eder. Nitekim “el-azîz” kelimesi, “gücüne karşı koyulamayan kimse” anlamına gelmektedir. Hz. Yûsuf, bu üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgi­li bilgi ve görgüsünü geliştirmiştir. Aziz'in, Hz. Yûsuf hakkında karışma söyledik­lerine bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona kö­le muamelesi değil, evlât muamelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi büyütmüş­tür.

Kaynakların bildirdiğine göre Aziz'in karısının adı Zelîha veya Züleyha'dır. Yahudiler ona Raîl derler.[1771] “Yûsuf'a olayların yo­rumunu öğretelim diye onu o yere yerleştirdik” mealindeki cümle, Hz. Yûsuf'un devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bil­gi ve görgüsü artmış, ülke yönetimini öğrenmiştir.

22.  Mealinde “erginlik çağı” diye tercüme ettiğimiz eşüd kelimesi sözlükte “güç ve kuvvet” anlamına gelir. Âyette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade et­mek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40 yaşlar olduğuna dair farklı gö­rüşler vardır. [1772]

Hz. Yûsuf'a verilen hükümden maksat, yönetme veya yargılama yeteneği, ilimden maksat da peygamberliğe ek olarak ona verilmiş otan rüyaları yorumlama bilgisidİr. Nitekim Hz. Yûsuf'un, “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin.”[1773]  mealindeki duasında buna işaret vardır.

23. “Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi. Kapı­lan iyice kapattı ve “haydi gel!” dedi. O da “Hâşâ, Allah'a sığınırım! Zira o benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki zalimler iflah ol­maz!” dedi. 24. Cidden kadın ona meyletti; eğer rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlâslı kullarımızdandı. 25. İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Ka­pının yanında kocası ile karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük et­mek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden baş­ka ne olabilir?” 26. Yûsuf, “Asıl kendisi benim nefsimden murat almak iste­di” dedi. Kadımn akrabasından biri şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir; bu ise yalancılardandır. 27. Eğer gömle­ği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir; bu doğru söyleyenlerdendir.” 28. Aziz, Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten yaman­dır. 29. Yûsuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! Hanım! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun!”

Tefsiri

23.  Yûsuf'un köle olarak bulunduğu evin hanımı Zelîha ona âşık oldu ve onunla birlikte olmak için planlarını hazırladı. Eşinin evde bulunmadığı bir sırada bütün kapıları kilitledi ve “haydi gel!” diyerek kendisini ona teslim etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak kadının aklını başından alan bu tutkusuna karşılık Yû­suf, iradesine ve duygularına hâkim oldu, peygamber namzedine yakışır bir şekil­de cevap verdi ve Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yapmayacağını bildirerek teklifi reddetti. “O, benim velinimetimdir, bana güzel davrandı” mealindeki ifadeden Yû­suf'un bu çirkin fiili Allah korkusundan değil de efendisine karşı saygısızlık olur, endişesiyle yapmadığı anlaşılmamalıdır. Zira o, önce Allah'a sığındığını ifade et­miş, sonra da ev sahibinin kendisinin efendisi olduğunu, dolayısıyla ona karşı da böyle bir ihanetin olamayacağını vurgulamıştır. Nitekim devamında zalimlerin if­lah olmayacaklarını bildirmek suretiyle bu fiili işleyenlerin zalimler olduğuna işa­ret etmektedir. Bunu izleyen âyette de kadın ona meylettiği halde onun, Allah'tan gelen bir İlham sayesinde kadına meyletmekten korunduğu bildirilmiştir.

24. “İşaret ve ikaz” olarak çevrilen “burhan” hakkında çeşitli görüş ve rivâyetler olmakla birlikte[1774] bunun, Allah'tan gelen bir ilham oldu­ğu kanaati ağır basmaktadır. Buna göre kadının tahrikleri karşısında Yûsuf'ta ona yaklaşma arzu ve isteği doğmuş, ancak Allah'tan gelen bir ilham sayesinde bu çir­kin işin haram olduğunu hatırlamış ve kadına yaklaşmamıştır. Âyetin akışı da Yû­suf'un bu fiilden korunmuş olduğunu göstermektedir. Bu olay, peygamberlerin peygamberlik öncesinde de büyük günah işlemekten korunmuş olduklarını savu­nan görüşü destekler.

25. Bundan sonra Yûsuf, Zelîha'nın kilitlemiş olduğu kapılan açarak dışarı çıktı. Onu dışarı bırakmak istemeyen Zelîha, arkadan gömleğinden tutup çekerek gömleği yırttı. Dışarı çıktıklarında kocasıyla karşılaştılar. Kölesiyle zina etmeyi göze alan Zelîha maksadına ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, duru­munu kurtarmak için Yûsuf'a iftira etmekte bir sakınca görmedi, onun cezalandı­rılması gerektiğini söyledi.

26-27. Yûsuf'un kendisini savunması üzerine, kadının ailesinden olup kuv­vetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve gelmekte olan, akıllı ve tecrübeli bir tanık ha­kemlik etti: Gömlek önden yırtılmışsa kadının, arkadan yırtılmışsa Yûsuf'un hak­lı olacağını söyledi. Mevdûdî bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder.[1775] Yargıç olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmak­tadır, zira kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış ve adaletten ayrılmamıştır.

28-29. Aziz, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, bunun kadının bir tuzağı olduğunu anladı ve kadınların tuzağının yaman olduğunu vurguladıktan sonra, Yûsuf a olayı gizli tutmasını, karışma da günahından tövbe etmesini emretti. Aziz'in, “Sen de günahının affını dile çünkü sen günahkârlardan oldun” mealin­deki ifadesi, Mısır halkının, putperest olmakla birlikte Allah inancına sahip olduk­larını ve bu tür fiillerin günah kabul edildiğini göstermektedir.

30. “Şehirdeki bazı kadınlar, “Aziz'in kansı hizmetindeki gencin nefsin­den murat almak istiyormuş; (Yûsuf'un) sevdası kalbine işlemiş! Biz onu ger­çekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. 31. Aziz'in karısı, kadın­ların dedikodularını duyunca onlara davetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve onlardan her birine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyvele rini soyarken Yûsuf'a), “karşılarına çık!” dedi. Kadınlar onu görünce güzelli­ği karşısında şaşırıp kaldılar. Bu yüzden ellerini kestiler ve “Hâşâ Rabbinıiz! Bu bir beşer değil, bu ancak değerli bir melektir!” dediler. 32. Kadın dedi ki: “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat al­mak istedim. Fakat o, iffetini korudu, Andolsun, eğer kendisine emredeceği­mi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” 33. Yûsuf, “Rabbim! Zindan bana bunların benden istediklerinden daha iyi­dir. Eğer onların bana kurduktan tuzağı boşa çıkarmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum!” dedi. 34. Rabbi onun duasım kabul etti ve kadınların tuzağına düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, çok iyi bilendir. 35- Sonunda (yetkililer) -kesin delilleri görmelerine rağmen- onu bir zamana kadar mutla­ka zindana atmayı uygun gördüler.”

Tefsiri

30-32. Olay yüksek tabaka arasında duyulup yayılınca bir grup kadın Aziz'in karısının, kölesine âşık olmasını kınadılar ve “Yûsuf'un sevdası onun kalbine iş­lemiş!” dediler. Bunu duyan Zelîha kadınları evine davet etti. Misafirler için evi­ni donattı ve yaslanıp oturacakları yerler hazırladı. Davetliler gelince önlerine ye­mekler, meyveler ve bıçaklar koydu. Onlar meyveleri soyarken Yûsuf'a huzurla­rına çıkmasını emretti. Yûsuf'un güzelliğine hayran kalan kadınlar, şaşkınlıkların­dan ellerini kestiler ve onun insan değil, değerli bîr melek olduğunu söylediler. Ze­lîha, “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu. Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmaz­sa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” dedi. Burada dik­kat çekici olay şudur: Mısır'ın ileri gelenlerinin hanımları, Zelîha'mn zina gibi çir­kin bir fiile teşebbüs etmesini kınamış olmasına rağmen Zelîha, davet ettiği ha­nımlar içerisinde ihtiraslarını ve ahlâk dışı niyetlerini açıkça ilân etmekten çekin­memiştir. Nitekim ziyafet esnasında, kendisine âşık olduğu Yûsuf'u davetlilerin huzuruna çıkararak, böyle yakışıklı ve güzel bir köleye âşık olmanın, toplum de­ğerleri açısından, kendisi için bir nakısa olmadığını vurgulamak istemiştir.

33. Yûsuf un bu duasından Zelîha'nm davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan Yûsuf, iradesine hâkim olarak insanın hayatta karşıla­şabileceği en zor imtihanlardan birini başarıyla sonuçlandırmıştır.

35. Aristokrat kesimi temize çıkarıp zevahiri kurtarmak ve olayı örtbas et­mek gerekiyordu. Bu da suçu köleye yükleyerek onun belli bir süre hapse atılma­sıyla mümkündü. Bu sebeple bütün delillerin Yûsuf'un günahsız, kadının ise suç­lu olduğunu göstermesine rağmen Aziz ve arkadaşları, Yûsuf un bir süre zindana atılmasını uygun gördüler.

36. “Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, “Ben rüyada şarap yaptığımı gördüm” dedi. Diğeri de “Ben de başımın üstünde bir ekmek taşıdığımı gördüm. Kuşlar ondan yiyordu, Bunun yorumunu bize bil­dir. Kuşkusuz biz seni iyi insanlardan biri olarak görüyoruz” dedi. 37. Yûsuf şöyle cevap verdi: “Size yedirilecek yemek gelmeden önce, onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüp­hesiz ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir. 38. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dini­ne uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Al­lah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmez­ler. 39. Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? 40. Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a ait­tir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğ­ru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. 41. Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz (önceden olduğu gibi) efendisine şarap sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek. Yorumunu sorduğunuz rüya (bu şekilde) kesinleşmiştir.” 42. Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye ''Efendinin yanın­da beni an” dedi. Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıy­la Yûsuf birkaç sene daha zindanda kaldı.”

Tefsiri

36. Böylece Yûsuf zindana atıldı. Onunla birlikte biri kralm şarap sunucusu, diğeri fırıncısı olmak üzere iki delikanlı daha zindana girdi. Tefsirlerdeki rivâyet­lere göre bu iki genç, Mısır'da kralı öldürmek isteyen kimselerin teşvikiyle onun ekmeğine ve şarabına zehir katmışlar, fakat biraz sonra birbirlerini jurnal ederek ekmekçi, şarapta zehir olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş, bunun üzerine her İkisi de hapse atılmışlardı.[1776] Bunlar­dan biri düşünde şarap yapmak için üzüm sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ek­mek taşıdığını ve kuşun gelip o ekmekten yediğini görmüş, muhtemelen rüyaları­nı birbirlerine anlatmışlar, fakat yorumunu yapamamışlardı. Bunun üzerine her ikisi de doğruluğuna, ilmine, yorumuna ve şahsiyetine güvendikleri Yûsuf'a gelip ondan rüyalarının yorumunu istediler.

37-38. Bu olay, Hz. Yûsuf'un risâletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işaret yoktur. Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin kehânet ve falcılık değil, Allah'ın, kendisine vahyettİği ilimlerden olduğunu bildirmiştir. Kendisinin Allah'a ve âhi-ret gününe inanmayan putperest Mısırhlar'ın dinine asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu ve bunların Allah'a ortak koş­malarının doğru olmadığını ifade etmiştir.

Mısırlılar o zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı.[1777] Nitekim 39 ve 40. âyetler bunu ifade etmektedir. Burada dikkat çeken bir ko­nu da Hz. Yûsuf un, “Size yedİrilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mut­laka size haber vereceğim” diyerek vakit sınırlaması yapmasıdır. Bu ifadeden, zin-dandakİlerin dış dünya ile ilişkilerinin kesildiği, güneşin hareketini dahi izleme imkânlarının bulunmadığı, dolayısıyla, muhtaç oldukları zaman ayarlamasını, an­cak yemek, uyku ve havalandırma gibi olaylarla yaptıkları anlaşılmaktadır. Hz. Yûsuf'un, “Bu (rüya yorumlama ilmi) rabbimin bana öğrettiklerindendir” mealin­deki İfadesi yüce Allah'ın ona rüya yorumlamanın dışında da şer'î ilimler, hikmet, iktisat, emanet vb. birçok İlmi öğretmiş olduğuna işaret eder. Nitekim 55. âyette krala hitaben söyledikleri de bu yorumu destekler mahiyettedir.

Hz. Yûsuf, aynı zamanda ibrahim, İshak ve Ya'kub’un (a.s.) kendisi­nin ataları olduğunu söyleyerek kimisini de Aynca o, kendisinin Allah tarafından seçilmiş olduğunu, dolayısıyla bir eğitim ve imtihan sürecinden geçtiğini biliyordu. Bununla birlikte kendisinin yeni bir din ge­tirmediğini, tebliğ ettiği şeylerin, ataları Hz. İbrahim, İshak ve Ya'kub'un getir­dikleri dinin aynısı olduğunu vurgulamıştır.

39-41. Rivâyete göre o dönemde Mısırlılar'in otuz dolayında tanrıları vardı; bunlar farklı tabiat kuvvetlerini veya bazı yıldızlan temsil ediyorlardı.[1778] Hz. Yûsuf, bu iki hapishane arkadaşına tek tanrı İnancını telkin etme­den önce onlara “Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?” tarzında bir soru sorarak, tek ilâha tapmanın daha iyi ve daha tutarlı olduğunu onlara itiraf ettirmeye ve bunu düşünerek kabul etmeleri için ze­min hazırlamaya çalıştı. Onların taptı klan tannların gerçek değil kendileri ve ata-lan tarafından isimlendirilmiş hayalî tannlar olduğunu, bunların tanrı olduğuna dair Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir delil bulunmadığını ve tapanlara hiçbir fayda veya zarar veremeyeceklerini söyledi. Daha sonra da tevhid dinini ve Allah'ın yegâne hükümran olduğunu onlara telkin etti.

Bundan sonra arkadaşlannın rüyalarını yorumlayarak birinin daha önce oldu­ğu gibi efendisinin hizmetine gireceğini ve ona şarap sunacağını; diğerinin ise ası­lacağını, beynini kuşların yiyeceğini söyledi.

42. Bu arada Hz. Yûsuf, kurtulacağım sandığı gençten kendisinin suçsuz ol­duğunu ve haksız yere zindana atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fa­kat genç zindandan çıktıktan sonra Yûsuf'un ricasını unuttu. Böylece Yûsuf bir­kaç yıl daha zindanda kaldı.

“Fakat şeytan ona, efendisini anmayı unutturdu” mealindeki cümle müfessirler tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:

a)  Şeytan Hz. Yûsuf'a Allah'ı anmayı unutturdu. Böylece Yûsuf, zindan ar­kadaşından kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu Allah'tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak ce­zalandırdı, Bu konuda rivâyet edilen bir de hadîs vardır. Rasûlullah meâlen şöyle buyurmuştur: “Yûsuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah'tan başkasından istedi”[1779] Ge­rek bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından zayıf kabul edilmiştir. [1780]

b) Şeytan, zindandan çıkan gence Hz. Yûsuf'un durumunu efendisi krala an­latmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu mânayı tercih etmişlerdir. Çünkü bir peygamberin ihtiyaç ânında insanlardan yardım istemesi Allah'ı unuttuğunu göstermez. Nitekim Hz. Muhammed de (s.a.s.) ihtiyaç anında müşriklerden bile faydalanmıştır. 45. âyet de bu mânayı destekler mahiyettedir.

Hz. Yûsuf'un zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde farklı rivâyetler varsa da on iki yıl ihtimali daha isabetli görülmekte­dir. [1781]

43. “Kral dedi ki: ''Rüyamda yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini gördüm. Ayrıca yedi yeşil ye o kadar da kuru başak gördüm. Ey İleri Gelen­ler! Eğer rüya yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlayınız. 44. Yorumcular, “Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz” dediler. 45. O iki kişiden, kurtulmuş olanı, uzun bir za­man sonra hatırlayarak, “Ben size onun yorumunu haber veririm, beni he­men gönderin” dedi. 46. (Zindana gelerek) “Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! (Rü­yada görülen) yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve di­ğerleri de kuru olan başaklar hakkında bize yorum yap. Ümit ederim ki, in­sanlara dönerim de belki onlar da doğruyu öğrenirler” dedi. 47. Yusuf şöyle dedi: “Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın (ve stok edin). 48. Sonra bu­nun ardından, saklayacaklarınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. 49. Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda sıkarak (ürünlerden meyve suyu ve yağ) çıkaracaklardır.”

Tefsiri

43. Bu kralın, Sînâ yarımadası yoluyla gelip Mısır'ı istilâ ettikten sonra ülke­de milâttan önce 1700'den 1580'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri ol­duğu bildirilmektedir.[1782] Tarihçilerin bunları, “göçebe ülkelerin hükümdarları” veya “çoban krallar” diye isimlendirmiş olmaları bunların Mısır'ı İstilâ etmeden önce henüz tam olarak yerleşik hayata geç­memiş olan Suriyeli Araplar oldukları ihtimalini kuvvetlendirir. Bunların İbran asıllı Hz, Yûsuf ile menşe yakınlığı ihtimali de vardır. Çünkü İbrânîler de daha ön­ce Arabistan yarımadasından Mezopotamya'ya, sonra Suriye'ye göç eden bedevi kabilelerden birinin soyundan gelmektedir. Kralın, Hz. Yûsuf'a güven duyması ve ailesine ülkesinde geniş imkân tanıması Mısırda zaman içinde İsrail toplumunun meydana gelmesini sağlamıştır. [1783]

Hz. Mûsâ'nın zamanında ise Hiksoslar dönemi kapanmıştı, Mısır'ı Kıptî so­yundan gelen Firavun yönetiyordu. İsrâiloğulları'mn, ülkesi için bir tehlike oluş­turacağı endişesiyle erkek çocuklarını Öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakı­yordu. [1784] 

44. “Karmakarışık düşler” diye çevirdiğimiz “edgasu ahlâm” tamlamasında-ki edgas kelimesi dıgsm çoğulu olup “yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitki­lerden meydana gelen ot demetleri” anlamına gelir. Hulm kelimesinin çoğulu olan ahlâm ise uyku halinde görülen ve fakat dış dünyada herhangi bir hakikate işaret etmeyen düşlerdir. Bunlar, dış dünyadaki olayların etkisiyle görülmüş rüyalar ol­makla birlikte, hiçbir gerçeğe işaret etmezler. Dolayısıyla bunların yorumu yoktur. “Guslü gerektiren rüya” mânasında kullanılan ihtilâm da bu kelimeden türemiştir. Buna göre “edğâsu ahlâm” karışık ot demetine benzeyen karmakarışık rüyalar, de­met demet evham ve hayal yığını düşler demektir. Kralın gördüğü rüyayı yorum­lamaktan âciz kalan kâhinler, onu karmakarışık ot demetine benzetmişler, böyle bir rüyanın yorumunu yapamayacaklarını bildirmişlerdir. Bu tür yorumu yapıla­mayan karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir.

Allah Teâlâ, zindanda çilesini doldurmak üzere olan Hz. Yûsuf'u buradan çı­karmak ve sabrının mükâfatını vermek istedi. Dolayısıyla onun zindandan çıkma­sını gerektirecek sebepleri hazırladı. Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bu­nun üzerine ülkesindeki riiya yorumcularını toplayıp, rüyayı onlara anlattı. Fakat yorumcular rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar. Ancak, cehaletlerini gizlemek için, kralın rüyasının normal bir rüya olmadığını, olayların şuur nltındııki izlrrinden meydana gelen karmakarışık evham ve hayallerden ibaret olduğunu, böyle rü­yaları yorumlamayı bilmediklerini ifade ettiler.

45-46. Kâhinlerin, kralın rüyasını yorumlamaktan aciz kaldıklarım gören fı­rıncı, Hz. Yûsuf'u hatırladı ve gidip rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi. İzin verilince, gitti, rüyayı Yûsuf'a anlattı ve ondan yorumunu aldı. Rüya ileride mey­dana gelecek bolluk, kıtlık ve sıkıntılara işaret etmekteydi.

47. Hz. Yûsuf, gelecekte Mısır'da etkili bir kıtlığın meydana geleceğini ha­ber verdiği gibi, alınacak tedbirleri de anlattı. Mısır'da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sa­dece yiyecek ve tohumlukları ayıklayıp kalanları başakları içerisinde depo etme­lerini tavsiye etti.

48. Bu bolluk yıllarından sonra yedi kıtlık yılı geleceğini, daha Önce depo et­miş oldukları hububatı bu kıtlık yıllarında yiyeceklerini, az bir miktarını da tohum olarak kullanacaklarını söyledi.

49. Bundan sonra yine bîr bolluk yılı geleceğini, o yılda Allah tarafından in­sanlara yardım edileceğini ve insanların bolca meyve ve sebzelere kavuşacakları­nı; üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi şeyleri sıkarak su ve yağlarından istifade edeceklerini haber verdi.

Kralın rüyasında bu bolluk yılına dair herhangi bir İşaret yoktur. Hz. Yûsuf, bunu, Allah'tan aldığı vahiyle onlara müjdelemiştir. Bu olay rüyayı herkese değil, ehline yoruml atmanın gerekli olduğunu göstermektedir. [1785]

50. “Kral “Onu bana getirin!” dedi. Elçi Yûsufa geldiğinde Yûsuf, “Efen­dine dön de ona, ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz rabbim onların hilesini çok iyi bilir” dedi. 51. Kral (kadınlara) “Yûsuf un nef­sinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?” diye sordu. Ka­dınlar, “Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik” dediler. Aziz'in karısı da “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir” dedi. 52. Yûsuf dedi ki: “Bu, Aziz'in, yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hile­sini başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir. 53. Ben nefsimi temize çıkar­mıyorum. Çünkü nefis rabbimin acıyıp koruması dışında daima kötülüğü emreder; şüphesiz rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” 54. Kral dedi ki: “Onu bana getiriniz, onu kendime özel danışman edineyim.” Onunla ko­nuşunca, “Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin” dedi. 55. Yûsuf da “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben çok iyi ko­rurum ve bu işi bilirim, dedi. 56. Böylece Yûsufa orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. 57. İman edip de sa­kınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.”

Tefsiri

50. Ekmekçi rüyanın yorumunu krala götürdü. Kral, yorumun rüyaya uygun olduğunu görünce sevindi ve bu yorumu yapanın akıllı, bilgili bir kimse olduğunu anladı. Yorumu bir de kendisinden dinlemek için onun huzura getirilmesini emret­ti. Elçi gelip kralın isteğini Hz. Yûsuf'a iletti. Fakat Yûsuf, yüce Allah'tan gelen bir ilhamla kendisinin ileride yüksek bir makama geleceğini biliyordu; dolayısıy­la zindandan hemen çıkmayıp üzerindeki töhmet ve şaibenin ortadan kalkmasını, iffet ve şahsiyetine sürülmüş olan lekenin temizlenmesini istedi. Kendisinin hak­sız olarak zindana atılmış, masum ve günahsız biri olduğunun ortaya çıkmasını bekledi. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Yusuf'un zindanda çektiği çileyi anlatırken onun gösterdiği sabır ve olgunluk hakkında takdîrkâr ifadeler kullanmıştır. [1786]

Hz. Yûsuf burada peygambere yakışır bir nezaket ve örnek bir tavır da sergi­ledi. Şöyle ki, asıl zindana atılmasına sebep olan Aziz'in karısı olduğu halde veli­nimetinin şerefini korumak için, onun karısından hiç söz etmeden geçmişte yapıl­mış bir şölende ellerini kesmiş bulunan kadınların tutumu tahkik edilerek olayın aydınlatılmasını istedi.

51. Elçi Hz. Yûsuf'un isteklerini krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf'un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını koruma uğruna zulme göz yummuştu. Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günahsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz'in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.

52-53. Müfessirlerin çoğunluğu, bu âyetlerin Hz. Yûsuf'a ait sözler olduğu görüşündedir.[1787] Bununla birlikte bu sözlerin Aziz'in karısına ait olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre bu âyetler, bir önceki âyetin devamıdır. Çünkü bu sözler kralın huzu­runda kadınların sorguya çekildiği sırada söylenmiştir. Hâlbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir alâmet de yoktur; dolayısıyla bu sözler kadına ait olmalıdır. O bu sözleriyle Yûsuf un gı­yabında ona hıyanet etmediğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek İstemiştir.[1788] Fakat kanaatimizce bu sözler ancak Allah'a, âhiret gününe, Allah'ın rahmet ve mağfiret sahibi yüce bir ilâh olduğuna inanmış iffetli ve yüksek şahsiyete sahip bir kimsenin söyleyeceği sözlerdir. Aziz'in karısında ise bu özellikler görülme­mektedir. Aksine onun Hz. Yûsuf hakkında sarf ettiği söz ve davranışları kendisi­nin bu gibi üstün hasletlerden yoksun olduğunu göstermektedir.

54-55. Kral gördüğü rüyanın yorumunu bir de Hz. Yûsuf’tan bizzat dinlemek istedi; onun getirilmesini emretti. Hz. Yûsuf rüyanın yorumunu anlattı. Kral nasıl tedbir almak gerektiğini sorunca, Hz. Yûsuf, bolluk yıllarında çok ekin ekip ürü­nü stok etmek gerektiğini, böylece kıtlık yıllarında hem kendi geçimlerini temin edeceklerini hem de hazineye bolca gelir sağlayabileceklerini söyledi. Kral bu işi kimin yapacağını sorunca Hz. Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine tayın et! Çünkü ben çok iyi korurum ve bu işi bilirim” dedi. Hz. Yûsuf'un bu davranışından anla­şıldığına göre herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için, ülke yöneticisinden görev istemesi yerinde bir harekettir.

Hz. Peygamber kendisinden yöneticilik görevi İsteyenlere, “Vallahi biz bu işe ne onu isteyen birini ne de ona hırs gösteren birini tayin ederiz!” buyurarak onların isteklerini reddetmiştir.[1789] Yöneticilik görevi isteme­mesini tavsiye ettiği bir sabâbîye de “İstediğin için görev sana verilirse onunla baş başa katırsın; istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün!”[1790] buyurarak yöneticiliğe talip olmamanın gerekçesini anlatmıştır. Rasûlullah'ın maksadı şudur: Yöneticilik güç bir iştir, onu herkes yapamaz, liyakat ister. Eğer kişi kaprislerini tatmin maksadıyla böyle bir göreve talip olur da atanır­sa o işte yalnız başına kalır; Allah'tan yardım görmeyeceği gibi insanlardan da yardım alamaz, dolayısıyla başarısız otur; ama kişi istemeden böyle bir göreve ata­nırsa ona hem Allah hem de insanlar yardım eder, dolayısıyla başarılı olur.

Hz. Yûsuf un ehliyet ve liyakatini açıklayarak iş istemesi, iyi niyetle ve yan­lış atamaları engellemek için gerektiğinde devlet hizmetine talip olmanın caiz ol­duğunu göstermektedir.

56. Kral, Hz. Yûsuf hakkında edindiği bilgilerden onun yüksek karaktere sa­hip, ülke yönetiminde liyakatti biri olduğunu anladı ve tereddüt etmeksizin onu devletinde yüksek bir makama getirdi. Maliyenin yönetimini ona teslim etti ve bü­tün imtiyazları verdi, Kısacası emaneti ehline teslim etti. Böylece Hz. Yûsuf, ül­kede dilediği gibi tasarrufta bulunmak üzere bütün yetkileri eline aldı. Olaylar onun, kralın rüyasını yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yûsuf, gereken tedbiri ala­rak bolluk yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri de­poladı. Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır'da değil, Kuzey Arabistan, Ür­dün, Filistin ve Suriye'de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sı­kıntısı çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yûsuf un aldığı tedbirler sayesinde Mıstr halkı kıtlık yıllarını rahatlıkta geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç ettiler. Her taraf­tan insanlar gelerek Mısır'dan erzak satın aldılar. Hz. Ya'kub da Yûsuf un öz kar­deşi Bünyâmin hariç, diğer oğullarını erzak almak için Mısır'a gönderdi.

58. “Yûsuf’un kardeşleri gelip huzuruna girdiler, Yûsuf onları tanıdı, on­lar onu tanımıyorlardı. 59. Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: “Si­zin baba-bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir edenlerin en iyisiyim. 60. Eğer onu bana getir­mezseniz artık benim yanımda size verilecek bir tek ölçek dahi yoktur; bana hiç yaklaşmayınız!” 61. Kardeşleri, “Onu babasından istemeye çalışacağız; kuşkusuz bunu yapacağız” dediler. 62. Yûsuf, emrindeki gençlere dedi ki: “Sermayelerini yüklerinin içine koyunuz. Olur ki ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki yine gelirler.”

Tefsiri

58. Uzun süren kuraklık ve kıtlık Kenân bölgesini de etkiledi. Dolayısıyla Hz. Yûsuf'un kardeşleri de Mısır'ın ihraç ettiği erzaktan satın almak üzere Mı­sır'a, Hz. Yûsuf'un yanma geldiler. Ancak huzuruna çıktıklarında onu tanımadı­lar, Yûsuf İse onları tanıdı. Çünkü onu kuyuya attıkları zaman o çocuk denecek yaştaydı. Kardeşleri ise fizik yapılan tekâmül etmiş bir çağda bulunuyorlardı. Ara­dan geçen bu uzun süre, onlarda fazla bir değişiklik meydana getirmemişti. Buna karşılık Hz. Yûsuf'un fizikî yapısında değişiklikler meydana gelmişti. Ayrıca on­lar kuyuya attıkları kardeşlerinin bir gün böyle bir makama geleceğini düşünemez­lerdi, Ancak kader tecelli etmiş, 15. âyette bildirilen İlâhî vaad gerçekleşmeye baş­lamıştı.

59-60. Buradan anlaşıldığına göre Hz. Yûsuf kardeşlerini misafir etti, onlara ikram ve iltifatta bulundu; bu esnada, gelenlerin dışında bir tane de baba-bir kar­deşlerinin bulunduğunu ona anlamlar; babalan ve kardeşleri için de tahıl istediler; muhtemelen babalarının ihtiyarlığı, kardeşlerinin de ona can yoldaşı olarak kalıp tahıl almaya gelemediği mazeretini ileri sürdüler, Hz. Yûsuf, kardeşlerinin istedi­ği tahılı verdi, yüklerini hazırlattı, kendilerini donattı ve tekrar geldiklerinde baba-bir kardeşlerini de getirmelerini istedi. Aksi halde, yanlış beyanda bulunmuş ola­cakları için kendilerine tahıl vermeyeceğini bildirdi. Kendisini kardeşlerine tanıt­mada acele etmedi, olayların olgunlaşmasını ve zamanının gelmesini bekledi. Onun böyle kuşkulu ve tehditkâr tutumu, kardeşlerinin onun öz kardeşi Bünyâmin'i getirme hususunda daha kararlı davranmalannı sağlamıştır.

61-62. Bünyâmin'i getireceklerine dair kardeşlerinden kesin söz alan Hz. Yûsuf, onlann sermayelerini de yüklerinin içine koydurarak parasızlık yüzünden gelememeleri gibi bir mazereti de ortadan kaldırdı.

63. “Babalarına döndüklerinde, “Ey Babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimizi bizimle beraber gönder de erzak alalım. Biz onu mutlaka koru­yacağız” dediler. 64. Ya'kub dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında si­ze ne kadar güvendi) sem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah'tır. O, acıyanların en merhametlisidir.” 65. Eşyalarım açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: “Ey Babamız! Daha ne istiyoruz? İşte sermayemiz de bize geri verilmiş; yine ailemize yiyecek getiririz; kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla alı­rız. Çünkü bu (getirdiğimiz) az bir miktardır.” 66. Ya'kub şöyle cevap verdi: “Kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair, Allah adına ye­minle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Ona hepsi de kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” dedi. 67. Sonra şunu söyledi: “Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hü­küm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Gü­venecek olanlar yalnız ona güvenip dayansınlar. 68. Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde (emrine uymuş oldular. Fakat bu), Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya'kub'un içindeki bir dileği ye­rine getirmiş oldu. Şüphesiz o, ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik. Fa­kat insanların çoğu bilmezler.”

Tefsiri

65. Hz. Yûsuf'un kardeşleri eşyalarını açtıklarında, sermayelerinin kendileri­ne geri verildiğini görünce erzak için tekrar Mısır'a gitme arzulan daha da arttı. Kardeşleri Bünyâmin'i kendileriyle göndermesi için babalarına karşı biraz daha ıs­rarda bulundular ve onu koruyacaklarına dair tekrar söz verdiler. Rivâyete göre Hz. Yûsuf, bir kişiye bir deve yükünden fazla yiyecek vermiyordu. Onlara on de­ve yükü vermiş on birinciyi ise, kardeşleri Bünyâmin gelinceye kadar vermeyece­ğini söylemişti.

66. Hz. Ya'kub'un bir peygamber basîretiyte oğlunun Mısır'da alıkonulaca­ğını önceden görmesi ve bu durumu istisna etmesi dikkat çekici bir olaydır. Bu du­rum karşısında oğullan yemin edip ona kesin söz verince, “Söylediklerimize Al­lah şahittir” diyerek olup bitenlerin Allah'ın gözetiminde olduğunu bildirdi; böy­lece oğullanndan aldığı sözü iyice pekiştirmiş oldu.

67. Hz. Ya'kub'un oğullarına şehre ayn ayn kapılardan girmelerini emretme­si iki şekilde yorumlanmıştır:

a) Oğullan gösterişliydiler ve güzel giyinirlerdi. Hep birlikte aynı kapıdan girdikleri takdirde onlara göz değeceğinden korkmuş, dolayı­sıyla ayrı kapılardan girmelerini emretmiştir. Göz değmesi olayının gerçek olup ol­madığı konusu müfessirler tarafından tartışılmış olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in, torunları Hasan ile Hüseyin'i kem gözlerden koruması için Allah'a dua et­tiği rivâyet edilmiştir.[1791] Yine Rasûlullah'ın “Göz değmesi haktır; eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı göz değmesi kaderi geçerdi” dediği rivâyet edilmiştir. [1792]

b) Hz.Ya'kub'un endişesi siyasîdir. Böyle görkemli, güçlü, kuvvetli insan­ların şehre toplu halde girmeleri gerek halkın gerekse kralın dikkatini çeker, neti­cede başlarına bir hal gelebilirdi.[1793] Bu yüzden kralın alabileceği tedbirleri düşünen Hz. Ya'kub, oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini bir ihtiyat tedbiri olarak tavsiye etmiştir. Bununla birlikte bu davranışın sadece bir ted­bir olduğunu ve Allah'ın kaderini önleyemeyeceğini vurgulamak üzere “Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım” demiştir.

68. Ya'kub’un (a.s.) oğulları, babalannın emrine uyarak şehre ayrı ay­rı kapılardan girdiler. Ancak bu tedbirin Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini Ya'kub biliyordu. Çünkü yüce Allah ona bu bilgileri daha önce vermişti. Bunun­la beraber içindeki dileği yerine gelmiş oldu.

69. “Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde öz kardeşini yanına aldı: “Ben, gerçekten senin kardeşinim; onların yaptıklarına üzülme” dedi. 70. Yûsuf, onlar için yüklerini hazırlattığı zaman su kabını kardeşinin yükü içine koy­du! Sonra bir tellâl, “Ey Kafile! Siz mutlaka hırsızsınız!” diye seslendi. 71. Kardeşleri onlara dönerek, “Ne arıyorsunuz?” dediler. 72. “Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var” diye cevap verdiler. (İçle­rinden biri) “Ben buna kefilim” dedi. 73. Onlar, “Allah'a andolsun ki bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de bitiyorsunuz, biz hırsız da değiliz” dediler. 74. (Görevliler), “Peki, siz yalancıysanız bunun cezası ne­dir?” diye sordular. 75. “Onun cezası, kayıp eşya kimin yükünde bulunursa onun buna karşılık alıkonulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dedi­ler. 76. Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da onu kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz YûsuFa böyle bir tedbiri öğrettik, yoksa kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamaz­dı, ancak Allah'ın dilemesi başka; biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır. 77. Dediler ki: “Eğer o çal-dıysa, daha önce onun kardeşi de hırsızlık etmişti.” Yûsuf bunu içinde sakla­dı, onlara bunu açmadı. (İçinden) dedi ki: “Sizin durumunuz daha kötüdür! Allah, sizin suçladığınız hususu çok iyi bilir.” 78. Dediler ki: “Ey Aziz! Ger­çekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoyun. Şüphesiz biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz. 79. Yûsuf, “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!” dedi.”

Tefsiri

69. Rivâyet edildiğine göre Hz. Yûsuf, kardeşlerine ziyafet verdi. Onları sof­raya ikişer ikişer oturttu. Bünyâmin yalnız kalınca ağladı, dedi ki: “Kardeşim Yû­suf sağ olsaydı o da benimle beraber otururdu.” Hz. Yûsuf onu kendi sofrasına al­dı. Yemekten sonra kardeşlerini İkişer ikişer evlere misafir verdi. Bünyâmin yine yalnız kalmıştı. Yûsuf, “Bunun eşi yok, o halde benim yanımda kalsın” dedi. Böy­lece Bünyâmin onun yanında geceledi. Ona, “Ölen kardeşinin yerine beni kardeş olarak kabul eder misin?” diye sordu. Bünyâmin, “Senin gibi bir kardeşi kim bu­labilir?; fakat seni babam Ya'kub ile annem Rahîl doğurmadı” diye cevap verdi. Hz. Yûsuf bunu işitince ağladı, kalkıp Bünyâmin'in boynuna sarıldı ve “Ben se­nin kardeşinim” dedi. [1794]

70. Hz. Yûsuf, öz kardeşini yanında alıkoyabilmek için kralın su tasını Bün­yâmin'in yükü İçine koydu. Sonra da tası onların çaldığını ilân etti. Muhtemelen bu planı Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyâmin ile birlikte hazırladı ve onun bilgisi dâhilinde tası onun yükü içine koydu. Kardeşlerini suçlayabilmek için de yüklerini gö­revlilerle birlikte kendilerine hazırlattırdı. Çünkü yalnız kendi adamlarına hazırlat­maydı, böyle bir suçlamada bulunamazdı.

73. Hz. Yûsuf un hırsızlıkla itham ettiği kardeşleri, bu ithama nazik bir şekil­de itiraz etmekle birlikte öz kardeşi Bünyâmin'in olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermemiş olması dikkat çekmekte ve bu tutumu onun plandan haberdar olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

74-75. Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olma­dığı için, Hz. Yûsuf'un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tespit etmek ve bunu uygulamak istediler.

76. Kralın kanunundan maksat, Mısır'da yürürlükte bulunun ceza kanunudur. Mısır kanunlarında hırsıza sopa vurulur ve çaldığı Ya'kub'un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sahibi­ne bir sene köle olarak hizmet ettirilirdi. Hz. Yûsuf, işte bu kanundan yararlanıp kardeşi Bünyâmin'i alıkoymak istedi. Planını buna gere hazırladı; dikkat çekme­mek için aramaya Önce üvey kardeşlerinin yüklerinden başladı. Sonunda su tasını Bünyâmin'in yükünden bulup çıkardı. Dolayısıyla onu Mısır'da alıkoydu.

77. Rivâyete göre Hz, Yûsuf'un halası onu çok severdi. Yûsuf büyüyünce ha­lası onun kendi yanında kalmasını istedi. Ya'kub buna razı olmayınca halası, Hz. İbrahim'den kendisine miras kalmış olan kuşağını Yûsuf'un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi, Kuşak arandı, Yûsuf'un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yûsuf'u yanında alıkoydu. İşte Yûsuf'un kardeşleri bu duruma işa­ret etmek istemişlerdir.[1795]

78-79. Plandan haberdar olmayan kardeşleri, Bünyâmin'in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yûsuf'tan İstediler. Fakat Hz. Yûsuf, cezanın şahsîli­ği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığındığını bildirdi.

80. “Ondan ümitlerini kesince görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Bü­yükleri dedi ki: “Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yû­suf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Babam bana izin verince­ye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en iyisidir. 81. Babanıza dönünüz ve deyiniz ki: “Ey Baba­mız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti. Biz, bildiğimizden başkasına şahitlik etme­dik. Biz gaybı bilmeyiz. 82. İstersen içinde bulunduğumuz şehir halkına ve ara­larında geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” 83. Baba­ları şöyle dedi: “Hayır nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen ar­tık güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onlarm hepsini bana getirir. Şüphesiz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir,” 84. Onlardan yüz çevirdi, “Âh Yûsufum âh!” diye sızlandı; üzüntüden gözlerine boz geldi. Artık kederini içine gömü­yordu. 85. Oğulları, “Allah'a andolsun ki, sen Yûsuf u ana ana sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helak olacaksın!” dediler. 86. Ya'kub da şöyle dedi: “Ben gam ve kederimi ancak Allah'a arzediyorum. Ve ben, sizin bileme­yeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum. 87. Ey Oğullarım! Gidin de Yûsuf u ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü inkâr edenlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez!”

 

Tefsiri

80-82. Kardeşlerin büyüklerinden maksat yaşça büyük olan Rubîl mi yoksa akılca üstün olan Şem'ûn mu olduğu konusunda farklı rivâyetler vardır. Taberî yaşça büyük olan Rubîl'in kastedildiğini bildiren rivâyetlerin daha isabetli olduğu kanaatindedir.[1796] Hz. Yûsuf'un kararlı tutumu karşısında, ondan ümitlerini kesen kardeşleri, durumu kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri Rubîl, Bünyâmin hakkında babalarına verdikleri sözü, daha Önce de Hz. Yûsuf'a yaptıklarını onlara hatırlattı. Yûsuf'un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı.[1797] Şimdi bu durum karşısında babası kendisi­ne izin verinceye veya hakkında Allah'ın hükmü belirinceye kadar Mısır'dan ay­rılmayacağını bildirdi ve gidip durumu babalarına anlatmalarını istedi. İnanmadı­ğı takdirde Mısır halkından ve beraber geldikleri kafiledeki diğer şahıslardan so­rup gerçeği öğrenebileceğini söyledi.

Hz. Ya'kub'un oğulları, “Biz gaybı bilenler değiliz” cümlesiyle Bünyâmin'i koruyacaklarına dair babalarına söz verdikleri zaman onun hırsızlık suçundan do layı Mısır'da alıkonulacağını bilemeyeceklerini ifade etmek istemişlerdi.

83. Kalkıp babalarına geldiler ve kardeşlerinin söylediklerini aynen anlattı­lar. Ancak, daha önce babalarına karşı yalan söylemiş olduklarından babalan on­lara, “Hayır nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi” diyerek bu seferki doğru söz­lerine inanmak istemediğini açıkça ifade etti. Sonuçta sabretmekten başka çare ol­madığını, bir gün Allah'ın, onların hepsini yani Yûsuf, Bünyâmin ve Rubîl'i ken­disine döndüreceğini ümit ettiğini bildirdi.

84. Oğlu Bünyâmin'in Mısır'da tutulduğunu haber alan Hz. Ya'kub'un, di­ğer oğlu Yûsuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz geldi. Hz, Ya'kub'un gözlerine boz gelmesi iki şekilde açıklanmış­tır:

a) 96. âyette “tekrar görür hale geldi” buyurulduğu için bunu karine olarak alanlar, boz gelmekten maksat “üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün kapanmasıdır” demişlerdir. Tıp mensuplarının açıklamalarına göre nâdir de olsa üzüntü­den gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zâil olduğu görülmüştür.

b) Râzî'nin de katıldığı[1798] ikinci anlayışa göre göze boz gelmesi görmeyi engelleyecek kadar gözyaşı ile kaplanmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama se­bebinin ortadan kalkmasıdır.

86. Hz. Ya'kub, evlâtlarını yitirmenin ıstırabını kalbinin derinliklerinde his­settiğini ve üzüntülerini sadece yüce Allah'a arzettiğini İfade etmekle birlikte, “Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum” demek suretiyle olayın perde arkasındaki hikmetlerini de bildiğine işaret etmiştir.

87. Hz, Ya'kub'un bu ifadeleri, onun, oğlu Yûsuf'tan ümidini kesmediğini ve Allah'ın lütfuyla bir gün kendisine kavuşacağını umduğunu göstermektedir.

 

88. “Yusuf’un huzuruna girdiklerinde dediler ki; “Ey Aziz! Bizi ve aile­mizi kıtlık bastı ve biz, değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçe­rek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâ­fatlandırır.” 89. Yûsuf, “Siz, cahilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptık­larınızı biliyor musunuz? dedi. 90. “Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” diye sordular. O da “(Evet), ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfet­ti. Kim Allah'tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” 91. Dediler ki: “Allah'a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz.” 92. Yûsuf şöyle de­di: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en nıerhametlisidir. 93. Şu benim gömleğimi götürünüz de onu babamın yüzüne koyunuz, gözleri görecek duruma gelir ve bütün ailenizi bana getiriniz.”

Tefsiri

88. Hz. Ya'kub'un ısrarı üzerine oğulları, hem kardeşleri Yûsuf'u aramak, hem de yiyecek almak üzere üçüncü kez Mısır'a gittiler. Hz. Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde kıtlığın kendilerini iyice sıktığını, dolayısıyla erzak temini için tek­rar geldiklerini söylediler. Ellerindeki sermayenin yetersiz olduğunu, bu sebeple alışverişin dışında kendilerine biraz da tasaddukta bulunmasını Hz. Yûsuf’tan is­tediler.

89-92. Hz. Yûsuf, artık kendisini tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, ca­hillikleri yüzünden kardeşlerinin kendisine ve kardeşi Bünyâmin'e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı. Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varma­dan mutlaka haber vereceksin!” mealindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu. Kardeşleri kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bil­dirdi. İnsanların kıskanması, Allah'ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti en­gelleyemez. Nitekim, Rasûlullah duâsında şöyle demiştir: “Allahım! Senin verdi­ğine engel olacak yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur.”[1799] Görüldüğü gibi, Yûsuf’un kardeşlerinin kıskanması, onun yüksel­mesine engel olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah'ın Yûsuf'u kendilerinden üstün kılmış olduğunu yemin ederek İtiraf etmişlerdir. Ziya Paşa'nın dediği gibi: Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ: / Tallahi lekad âserakellahu aleynâ!”

93. Yûsuf babasının, üzüntü nedeniyle gözlerinin göremez hale geldiğini öğ­renince, kendi gömleğini götürüp babasının yüzüne koymalarını, böylece tekrar görecek duruma geleceğini söyledi. Bu olayın tıbben izahı mümkün olmamakla birlikte Hz. Yûsuf'un bunu vahiyle yaptığı kabul edilmektedir. Bu durumda olay bir mucize olarak değerlendirilmelidir. Bir görüşe göre de Hz. Ya'kub'un gözleri­ne boz gelmesi psikolojik sıkıntıdan kaynaklanmaktadır. Yûsuf babasının üzüntü, sıkıntı ve sürekli olarak gözyaşı dökmekten görme duyusunun zayıfladığını anla­mış ve bu sıkıntıyı gidermek üzere gömleğini babasına göndermiştir; Ya'kub oğ­lunun sağ olduğu haberini aldığı ve gömleğini yüzüne sürdüğü takdirde olayın ve­receği psikolojik rahatlık, sevinç ve manevî güç, onun bedenini ve görme gücünü kuvvetlendirecek, gözleri görür hale gelecektir, diye gömleğini göndermiştir. [1800]

94. “Kafile Mısır'dan ayrılınca babaları, “Eğer bana bunamış demezse­niz, inanın ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum!” dedi. 95. Onlar da “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. 96. Müjdeci gelince, gömleği yüzüne koyar koymaz Ya'kub tekrar görür hale geldi. Dedi ki: “Ben size, 'Allah ta­rafından (vahiyle) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim' demedim mi?” 97. “Ey Babamız! Bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten hataya düştük” dediler. 98. Ya'kub, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayan, pek merhametlidir” dedi.”

Tefsiri

94. Hz. Yûsuf'un gömleğini getirmekte olan kafile, Mısır'dan ayrılıp Hz. Ya'kub'un ülkesi olan Ken'ân iline doğru yola çıkınca, beri tarafta bulunan Ya'kub, kendisine getirilmekte olan gömleğin kokusunu uzaktan hissederek, bir­kaç gün sonra alacağı müjdenin büyük sevincine yavaş yavaş hazırlanmış oldu. Bu olayın nasıl meydana geldiği konusunda müfessirierin iki farklı yorumu vardır:

a) Yüce Allah, bu kokuyu bîr mucize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Ya'kub'a ulaştırmıştır.

b) Allah Teâlâ, bu kokuyu o anda Hz. Ya'kub'un nefsinde yaratmıştır.

Elmalılı Muhammed Hamdi bu yorumları verdikten sonra şöyle der: “Hangi şekilde olursa olsun, bu olayın hârikulade İlâhî bir tervih (kokuyu hissettirme) ol­duğunda hîç şüphe yoktur. Zamanımız ilim felsefesi, bu gibi olağan üstü ruhî olay­ları açıklayamamakla beraber, inkâr da etmeyip telepati (aracısız iletişim) adı al­tında tasnif ve mütalaa etmektedir. Acizane kanaatime göre bu âyet, bize yalnız ruh ilimleri ve mucize cinsinden bir harikayı tespit ile kalmıyor, bugünkü tekno­lojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki rayi­ha yani koku kelimesi, rîh yani 'rüzgâr' anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimede 'iletme' anlamı daha belirgindir. Hâlbuki yukarıda da söyle­diğimiz gibi kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Ya'kub'un vicdanına bu kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. O halde, meseleyi kim­ya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile ko­ku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesinin dahi elektrik akı­mından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir. Gerçi Ya'kub'un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir olaydır. Ancak âye­tin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır'dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin müm­kün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür. Şüphesiz ki bunun gerek Mısır'dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Ya'kub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf'a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya İlâhî tasarrufu gösteren harikalardır. Gerek bu bakımlar­dan, gerek Yûsuf ile Ya'kub'un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusun­dan tanıyabilmesi bile olağan üstü bir meseledir. Ancak olayın bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım tabiat kanunları­nın mevcut olmasına engel değildir.[1801]

97-98. Hz. Ya'kub'un oğullan, babalarına karşı suçlarını itiraf ettiler ve on­dan günahlarının bağışlanması için Allah'tan af dilemesini istediler. Fakat, Ya'kub'un, oğullarına karşı kalbi kırıktı, kendisinin af ettiğine işaret etmekle bir­likte Allah'ın affı için hemen dua etmedi. Onu müsait bir zamana erteledi.

99. “Yûsufun yanına girdiklerinde ana babasını bağrına bastı ve “Al­lah'ın izniyle Mısır'a gUven içinde giriniz!” dedi. 100. Ana babasını tahtına oturttu, hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın ortaya çıkışıdır; Rabbinı onu gerçek­leştirdi. Doğrusu Rabbim bana lütuflarda bulundu: Beni hapishaneden çı­kardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozmuş iken daha sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” 101. “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar ver­din ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da âhirette de beni himaye eden sensin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!”

Tefsiri

99. Ya'kub (a.s.), yakınlarıyla birlikte kendi ülkesinden ayrılarak Mı­sır'a Hz. Yûsufun yanına gitti. Rivâyete göre Hz. Yûsuf ile Mısır hükümdarı, ka­labalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve Mısır halkı ile birlikte Hz. Ya'kub'u şehrin dışında karşıladılar. Hz. Yûsuf, ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi; sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi.[1802]

100. Şehre girip Yûsuf'un huzuruna geldiklerinde Yûsuf ana babasını tahtı­na oturttu. İşte bu anda ana babasıyla birlikte on bir kardeşi secdeye kapandılar. Bu durumu gören Yûsuf, “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yoru­mudur. Rabbim onu gerçekleştirdi” dedi.

Miifessirler Hz. Yûsuf'un ana, baba ve kardeşlerinin secdeye kapanmalarını iki şekilde yorumlamışlardır:

a) Hz. Yûsuf'a karşı bir saygı selâmı olmak üzere yere kapanmışlardır. 4. âyet bu anlamı destekler mahiyettedir.

b) Hz. Yûsuf'a ka­vuştukları için Allah'a şükretmek üzere secdeye kapanmışlardır. 4. âyetin mealin­de “Onları bana secde ederlerken gördüm” diye çevirdiğimiz cümle, “Onları be­nim için secde ederlerken gördüm” şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu takdir­de âyet ikinci anlamı destekler.

Hz. Yûsuf, bir nezaket ve tevazu örneği daha göstermiş, sahip olduğu bu deb­debe ve ihtişamın kendisine Allah tarafından lütfedildiğini söyleyerek Allah'a senâda bulunmuştur. Kardeşlerinin kendisine muhtaç oldukları bir dönemde onlardan in­tikam almayı düşünmediği gibi, onların yaptıklarını hatırlatacak tek kelime dahi söylememiş, kardeşleriyle arasını şeytanın açtığını ifade etmiştir. Bununla birlikte bu olayların İlahî takdir ve hikmet neticesinde meydana geldiğine de işaret etmiştir.

101. Hz. Yûsuf, mülkü ve onu yönetmek için gerekli olan olayları yorumla­ma ilmini kendisine yüce Allah'ın verdiğini, dünyada da âhirette de kendisini hi­maye eden velîsinin Allah olduğunu vurgulayarak O'na şükranlarını arzetti. [1803]

Rivâyete göre Hz. Ya'kub Mısır'da oğlunun yanında yirmi dört sene yaşadık­tan sonra vefat etti. Önceden yaptığı vasiyet uyarınca naaşı, Suriye'de defnedilmiş bulunan babası Hz. İshak'ın yanına götürülüp gömüldü. Hz. Yûsuf da babasından sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. Onun naaşını da Mısırlılar mermer bir sandukan koyarak Nil yatağına gömdüler. Mısırlılar onu çok sevdikleri için kendi memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hz. Mûsâ onun naaşını bularak babası Hz. Ya'kub'un yanına götürüp defnetti.[1804]

102. “İşte bu kıssa, gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar, tuzak kurmak üzere ittifak ettikleri zaman, sen onların yanında değildin. 103. Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar. 104. Hâlbuki sen bunun karşılığında onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur'an âlemler için ancak bir öğüttür. 105. Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki onlar bu delillerden yüz çevirerek geçip giderler. 106. Onların çoğu Allah'a ortak koşmadan iman etmezler, 107. Allah tarafından onlara kuşatıcı bir aza­bın gelmesinden veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopmasmdan ken­dilerini güvende mi hissediyorlar? 108. De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Al­lah'ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.”   

Tefsiri

102. Hz. Peygamber, bu kıssayı yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi, herhangi bir kimseden de öğrenmiş değildi. Çünkü onun yaşadığı ülkede yahudilerle temasta bulunan bazı kimseler bulunsa bile ilim adamları yok­tu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb haberlerinden ve bir mucize olduğunun delili­dir.[1805]

103. Kureyş'in, “İsrâiloğulları Mısır'a niçin gitti?” şeklindeki sorusuna ce­vap olmak üzere inmiş olan bu kıssa ile Kur'an'ın bir mucize, Hz. Muhammed'in de bir peygamber olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Kureyş'in çoğu inan­mamıştır. Zira onlar gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, “Sen ne ka­dar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar” buyurarak elçisini teselli etti.

105. Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren İşaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mucize ve topluluk” anlam­larına gelir. Terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in bîr veya birkaç kelime yahut cümle­den meydana gelen bölümlerini ifade eder. Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah'ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden nice delil vardır ki bunlar insanların nazarı dikkatine sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olay­larla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelik­leri, bunlara hâkim olan İlâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekir­ken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider. Hâlbuki insanoğlu hıınlan düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada kalkınacak hem de ima­nı nı taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.

106. İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle İnceleme­dikleri için, Allah'ın varlığını kabul ettikleri halde O'na çeşitli yollarla ortak ko­şarlar. Nitekim Câhiliye döneminde Arabistan halkı da Allah'a inanmakla birlikte[1806] çeşitli şekillerde O'na ortak koşuyorlardı. Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanırken [1807] bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı.[1808] Hıristi­yanlar, Hz. Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı “Üzeyir Allah'ın oğludur” diyorlardı.[1809] Ayrıca cinleri Allah'a ortak koşanlar da vardı. [1810] 

108. “Aydınlık bir yol” diye çevirdiğimiz basiret kelimesi sözlükte “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sez­mek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir. Me­caz olarak, “aklın kabul edebileceği veya akılla doğrulanabilir kanıt” demektir. “Bunun içindir ki, Hz. Peygamber'in telaffuz ettiği 'Allah'a çağrı' ifadesi burada insan aklına uygun ve onunla doğrulanabilir, bilinçli bir kavrayışın sonucu olarak tanımlanmakta”dır.[1811] Âyette Hz. Peygamber'e, yolunun İslâm dini olduğunu, İnsanları sadece Allah'a çağırdığım, dolayısıyla kendisi ve ona uyanla­rın aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah'a ortak koşanlardan olmadığı­nı bildirmesi emredilmiştir. İşte Allah'a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediği­ni bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır. [1812]

109. “Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahiy indirdiğimiz kişilerden başkasını peygamber göndermedik. İnkârcılar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Sakı­nanlar için âlıiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musu­nuz? 110. Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalancı çı­karıldıklarını sandıklan sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Fakat, suçlular topluluğundan azabımız geri çevrilmez. 111. Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. Kur'an, uydurulabilecek bir söz depdir. Fakat o, kendinden öncekilerin onayı, her şeyin açıklaması, iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.” 

Tefsiri

109. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber'i kastederek “Ona bir me­lek indirilseydi ya!”[1813] mealindeki sözlerine cevap olarak inmiştir. Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan pey­gamber gönderilmediğini ifade eder. Müfessirlerin çoğunluğuna göre peygamber­lerin tamam erkeklerden gönderilmiştir. Ancak bazı ilim adamları Hz. İbrahim'in eşi Sâre'nin, Hz. Mûsâ'nın annesinin ve Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in de pey­gamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da ya doğrudan veya melek va­sıtasıyla vahyedilmiştir.[1814] İşte bu âyetlerde adı geçen kadınların peygamber olduklarına işaret ol­makla beraber çoğunluğa göre bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlar­dır. [1815]

Müfessirler, “şehirler halkından” diye çevirdiğimiz “nün ehli'1-kurâ” ifade­sini dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî top­lumlardan seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır.[1816] “Ehli'1-kurâ” tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas'a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş oldu­ğunu ifade etmektir. [1817]

110. Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikin­ce peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman ede­ceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacakları­nı sanmışlardır. İşte o zaman Allah'ın yardımı gelmiştir.” [1818]

Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygu­lara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de mü’minlerin çektik­leri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur. Ancak peygamberlerin, Allah'ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır. Ni­tekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır. Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale gel­diği, Allah'tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah'ın yardım ve zaferi yetiş­miş; peygamberler ve onlara inanan mü’minler kurtuluşa ermiş, suçlular ise ceza­landırılmışlardır.

Mealinde “yalancı çıkarıldıkları” diye çevirdiğimiz “küzibû” fiil indeki kıra­at farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:

 

a) “Küzibû” şeklinde şeddesiz okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini sandıkları an, onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, Allah tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sı­rada onlara yardımımız gelir. İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine dair İbn Abbas'tan bir rivâyet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler, Allah'ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir mü’minin bile düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır, derler. [1819]

b) “Küzzibû” şeklinde şeddeli okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıkları­nı kesin olarak anladıkları zaman onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamber­ler, kavimlerinin iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da kendile­rini yalancı çıkarıldıklarını sandıklan an onlara yardımımız gelir.

111. Peygamberlerin kıssaları gönül eğlendirici hikâyeler değil, bilâkis ibret alınacak olaylardır. Buradaki “onların kıssalarından maksat, ya genel olarak pey­gamberlerin kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf, babası ve kardeşleri­nin kıssastdır. Gerçekten de Hz. Yûsuf un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır'da yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak bi rinci mâna daha daha kapsamlıdır.

Kur'ân-ı Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisin den önce peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitapları tasdik eden İlâhî bir kitaptır.[1820] Kur'an'ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve İlâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ah­lâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.

Yûsuf kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesine, sonuçta iyilerin başarısına so­mut bir örnektir. Bu sebeple kıssada ders almak İsteyenler için güzel ibretler var­dır. Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, al­mak İsteyenler İçin ibretler olduğunu ifade buyurmuştu.[1821] Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirdi. Hz. Yûsuf un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:

Sûrede Hz. Ya'kub'un Allah'a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere kar­şı gösterdiği sabır ve tevekkülü anlatılmıştır. Sevgili oğlu Yûsuf'u kurtların parça­ladığı yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemİş, sabret­miş ve Allah'ın yardımına sığınmıştır.[1822] Diğer oğlu Bünyâmin’i kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah olduğunu vurgulamıştır.[1823] Yûsuf hakkındaki aşın derecede üzüntüsünden dolayı oğullarının, “büsbütün helak olacaksın” şeklindeki uyarılan karşısında o, gam ve kederini sadece Allah'a arzettiğini ifade etmiş ve oğullarına, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf'u ve kardeşi Bünyâmin'i aramalarını emretmiş­tir. [1824]

Yine Hz. Ya'kub, oğullanna “Mısır'a ayn ayn kapılardan giriniz” diye nasi­hat edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettik­ten sonra, “Ama, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sîzden savamam; hüküm sadece Al­lah'ındır” diyerek Allah'a olan tevekkülünü göstermiştir. [1825]

Hz. Yûsuf, zindandaki arkadaşlarını tevhid dinine çağırmış ve Allah'ın birli­ğine dair onlara çeşitli aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet ör­neğidir.

Bu olay bir kadının yabancı bir erkekle baş başa kalmasının ortaya çıkaraca­ğı tehlikeli sonuçlar için de bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim Aziz'in karısının sık sık Hz. Yûsuf’la baş başa kalması kadının ona âşık olmasına yol açmıştır. İs­lâm, bu gibi sakıncalı durumları önlemek için kadının, halvet sayılabilecek şekil­de yabancı erkeklerle bir arada bulunmasını yasaklamıştır. Fıkıhta halvet, aralannda devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının bir yerde baş başa kalmalarını ifade eden bir terimdir. [1826]

Hz. Yûsuf, kendisinden murat almak isteyen kadının çekiciliğine ve her tür­lü imkânı hazırlamış olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah'a sığınarak iffet ve sadakat örneği sergilemiştir. Daha sonraki tehditler karşısında da “Rabbim! Zindan, bunlann benden istediklerinden daha iyidir” diyerek günah iş­lemektense zindana atılmayı yeğlemiştir.[1827]

Hz. Yûsuf, karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Al­lah'a olan inanç ve güvenini yitirmemiş, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemiştir.[1828] Allah Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır'da istediği gibi tasarruf edebilecek bîr makama getirmek suretiyle ödüllen­dirmiştir. [1829]

Bu kıssa, Allah'ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret vericidir. Nitekim, kardeşlerinin Hz, Yûsuf'u kıskanmaları ve ona bunca kötülük etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.

Hz. Yûsuf, kendisim öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden is­tediği gibi intikam alma imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle karşılamıştır. Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman, “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir. Özü itibariyle kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit vermektedir. [1830]

               

Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler

1) Yûsuf düş görmüştü, peygamber olarak yaratılmış bulunan Yûsuf’un gördüğü düş, mutlaka çıkacaktı. Çünkü “Peygamberlerin gördükleri düşler sabah aydınlığı gibi çıkar.” [1831]

 

2. Kardeşlerinin, Yûsuf’u kıskanmalarından, hasedin kötülüğü ve en temiz, soylu insanları dahi bazen kötü işlere sürükleyeceği; birer peygamber olan kardeşlerinin hased etmesinden, peygamberlerin dahi bu nefis zaafından yani günâhtan masum olmadıkları anlaşılır.

 

3. Kardeşlerinin kendisini kuyuya atmaları, Yûsuf'a ağır gelmişti. Ama böyle olmasaydı, Yûsuf un gördüğü düş gerçekleşmeyecekti. Demek ki insanın nefsine ağır gelen şeylerin altında Allah'ın nice nimeti ve hikmeti gizlidir ve insan o anda o hikmetleri anlayamaz. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir; Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[1832] buyurmaktadır.

Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Ma' rifetnâme'sinde bu mânâyı şöyle ifade eder:

“Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyreyler

Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

“Deme şu niçün şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak sonuna sabreyle,

Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

4. O halde Allah'ın takdirine, Hz. Ya'kûb gibi: “Fesabrun cemîl: Bana güzel sabretmek gerekir” deyip sabır ve rızâ göstermek lâzımdır.    

5. Ana-baba, çocukları arasında çok ölçülü, adaletli hareket etmeli, aralarında ayırım yapmamalıdır. İçlerinden birini, gönülden daha çok sevse de bunu ötekilerine hissettirmemelidir. Açıkça çocuklarından birini daha çok kayırması, kardeşler arasına kıskançlık girmesine neden olur. Çoğu kez insan, içteki bu duygusunu gizleyemez. Nitekim Ya'kûb da Yûsuf'a olan sevgisini gizleyememiş, bu da öteki oğullarının Yûsuf'u kıskanmalarına sebeb olmuştu: “(Kardeşleri) Demişlerdi ki: 'Yûsuf ve (öz) kardeşi (Bünyâmîn), babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemâatiz. Babamız açık bir yanılgı içindedir! Yûsuf'u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın (gönlü) yalnız size kalsın (bundan böyle babanız yalnız sizi görsün ve sevsin)! Ondan sonra da Allah'a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz.” [1833]

6. Çocukların evde sürekli kapalı kalması uygun değildir. Çocuğun kıra gitmesi, koşup eğlenmesi, spor yapması, böylece bedenen ve ruhen sağlıklı yetişmesi gerekir: “Yarın onu da bizimle beraber (kıra) gönder; gezsin, oynasın!” [1834]

7.  Cevherin değerini ancak cevahirci bilir. Yoldan geçen yolcular, buldukları Yûsuf'un nasıl bir kabiliyet olduğunu anlamamış, onu birkaç para karşılığında satmışlardı. [1835]

8. Yûsuf'u satın alan bakan, onun zekâsını fark etmiş, ona köle muâ­melesi değil, evlât muâmelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi yetiştirmiş, eğitmiş, tahsilini yaptırmıştı. [1836]

9. Karısı Zelîhâ, Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp ona kendisini sun­muş, fakat o: “Allah'a sığınırım, efendim bana güzel baktı (ona hiyânet edemem). Çünkü zâlimler, iflah olmazlar!”[1837] demişti. Bu sûretle, iyilik görülen yere nankörlük, hiyânet edilmemesi telkîn edilmektedir. [1838]

10. Yûsuf da öteki delikanlılar gibi duygulara, arzulara sahipti. “Kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, o da onu arzu etmişti.”[1839] Demek ki peygamber olan Yûsuf'un da nefsânî istekleri vardı. Ama yüksek duyguları, Hakk'a olan sarsılmaz îmânı, onun günâha düşmesini önlemişti. O halde peygamber de olsa, insanın nefsî arzuları vardır. O da nefsinin çektiğine yönelir, fakat Hakk'a îmân, onun günâha düşmesini veya günâhta ısrarını önler. Her mü'minin de böyle olması, Hakk'ın gözetimi altında bulunduğunu düşünerek günâhtan, kötülükten ka­çınması gerekir.

 11.  Yûsuf'un kaçtığını, kadının arkasından koştuğunu gören bakan; karısının Yûsuf aleyhindeki sözlerine inanmamış, yanındaki bilirkişinin görü­şüne başvurduktan sonra âdilâne davranıp ikisine de öğüt vermişti. Bu suretle olaylarda hissiyata kapılmamamız, acele etmeden, meseleyi iyice inceleyerek tarafsız hüküm vermemiz öğütlenmiş oluyor.

 

12.  Bilirkişilik yapan insan, kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten ayrılmamıştı. Bundan, bilirkişinin yansız, hakkane hüküm vermesi gereği anlaşılır.

13. Kadının tuzağının büyük olduğu vurgulanıyor: “Sizin tuzağınız, büyüktür!” [1840]

 

14. Zelîhâ'yı bu yola iten, dayanılmaz aşkı idi. Demek ki aşk ferman dinlemez: “Sevda onun bağrını yakmış!” [1841]

15. Gören kadınlar Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp, hanımının arzu­sunu yerine getirmediği takdirde zindana kendisini attıracakları tehdidinde bulundukları halde, Yûsuf iffetini korumayı, hiyanet etmemeyi zindana atılmamaya tercih etmişti. İşte inanmış insan her zaman iffetini böyle mertçe korumalıdır.

16. 37'nci âyetten, Mısırlıların ve Yûsuf'un yetiştiği ortamlardaki birçok insanın Allah'a inanmadıkları, âhiret hayâtını kabul etmedikleri anlaşılmaktadır.

17. Bütün peygamberler, bütün İbrâhîm soyu nebileri, tevhîd inancını getirmişler; insanlara putperestliği, Allah'a ortak koşmayı bırakıp sadece Allah'a kulluk etmeyi öğütlemişlerdir. Çünkü Allah'tan başka, kendisinde tanrılık olduğu sanılan şeylerin hiçbir gücü yoktur. Bu tür inançlar, boş vehimden başka bir şey değildir. Böyle insanlar, gerçekte kendi vehimlerine tapmaktadırlar. [1842]   

 

18. Yûsuf'un zindan arkadaşları, gördükleri düşü Yûsuf'a anlatmışlardı. Yûsuf da düşleri, onların anlattıklarına göre yorumlayarak birinin kurtulacağını, diğerinin asılacağını söylemişti. Rivâyete göre düşün yorumu hoşuna gitmeyen kimse, bunu uydurmuş olduklarını söyledi ise de Yûsuf: “Artık iş, sizin dediklerinize göre böyle yapıldı.”[1843] dedi. O halde düşü, tam doğru anlatmak lâzımdır. [1844]

19. Kralın düşünü kimse yoramamış, buna düşlerin birbirine karışması (adğâsü ahlâm) demişlerdi. Bunu ancak Hz. Yûsuf yorumladı ve yorumu olduğu gibi çıktı.[1845] O halde düşü herkese söylemek doğru değildir. Ehline söylemelidir. Rü'yâyı, ancak vehbî ilme vâkıf olan kimse tabir edebilir. Meşhur sözdür: “Ma'rifet, rü'yâyı görende değil, yorandadır” derler.

20. Yûsuf, kendisini kral çağırdığında, hemen acele ile gitmemiş, bede­ninin zindandan kurtulmasından önce, iffet ve şahsiyyetinin, sürülen lekeden temize çıkmasını istemiş; bunun için, vaktiyle suçlanmış olduğu meselenin içyüzünün ortaya çıkarılmasını talebetmiştir. Demek ki büyük şahsiyetler acele etmezler, kişiliklerine, canlarından çok değer verirler. Şerefleri, can­larından ileridir. Hattâ Yûsuf'un bu olgunluğunu belirtmek için Peygambe­rimiz: “Şayet ben, Yûsuf un kaldığı kadar zindanda kalmış olsaydım, krala götürmek için gelen kişinin sözünü hemen kabul edip giderdim!”[1846] demiştir.

 

21. Burada önemli bir nokta da Yûsuf'un, iyiliğini gördüğü ve gerçekten kendisini seven Zelîhâ'nın adını tasrîh etmeyip, kadınlar topluluğunun ken­disini suçlamasının araştırılmasını istemesidir. Burada Yûsuf, kendisine iyilik yapan efendisinin şerefine saygısı yanında, Zelîhâ'ya da acıyarak onun adını anmamış, ona iftira suçunu bulaştırmamıştır.

22. Hiç kimse nefsini tamamen suçsuz sanmamalıdır. Çünkü nefis, zaten kötülüğü emredici özelliğiyle (kötülüğe eğilimli) yaratılmıştır. İnsanın üstünlüğü, nefsin kötü arzularıyla savaşıp onu yenmesidir. İşte Allah'ın rahmet ettiği, acıdığı kulları, nefislerinin kötülük telkinlerini bastırabilen kim­selerdir: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin rahmet ettiği bir nefis ola!” [1847]

 

23. Nihayet Hz. Yûsuf, doğruluğunun karşılığını görmüş, Mısır'a baş­bakan olmuştu. Sonunda yalanları ortaya çıkan, iftiracı kadınlar da mahcup olmuşlardı. Bu kıssa, hiçbir hakikatin gizli kalmayacağını, eninde sonunda meydana çıkağını gösterir.

 

24. Vaktiyle Yûsuf'a iftira etmiş olan kadınlar, sonunda gerçeği itiraf etmişler, bakanın karısı da, nihayet gerçeğin ortaya çıktığını; suçsuz olarak zindana atılmış olan Yûsuf'un arkasından ona hiyanet etmemek için gerçeği söylediğini açıklamıştır. Bundan, insanın vaktiyle yaptığı bir yanlışı, yalan ifadesini mutlaka düzeltmesi gerektiğini, geç de olsa gerçeği itiraf etmenin fazîlet olduğunu anlıyoruz. Sürekli olarak hakikati gizlemek büyük hiyânettir. Allah hâinlerin tuzağını başarıya ulaştırmaz. [1848]

 

25. Ülke yönetiminde herhangi bir konuda uzman olan insanın, kendi nefsi için değil, fakat kamunun iyiliği için yöneticiden görev talebetmesi yerinde bir harekettir. Nitekim Yûsuf da Başbakanlığın kendisine verilmesini, kendisinin bu işi iyi bildiğini Krala söylemiş “Beni ülkenin hazîneleri üstüne bakan yap. Çünkü ben onları iyi korur (yönetmesini) iyi bilirim demişti.” [1849]

Yûsuf'un bu söyleminden, kendisini evlâd edinmiş olan Potifaj'ın, kendi yönetiminde çalıştırıp onu ekonomist bir yönetici olarak yetiştirdiği anlaşılıyor. Yûsuf çalıştığı birimde yönetim ve ekonomiyi iyi öğrenmiş, bu konuda tam bir uzman olmuştur ki Krala, kendisinin bu işi bildiğini söylüyor.

 

26. Bolluk zamanlarında, darlık zamanını düşünmeli, ileride baş göste­rebilecek herhangi bir kıtlığa, sıkıntıya karşı tedbir almalı; ülkeyi açlıktan korumak için devlet olarak, dar günler için gıda ve ihtiyaç maddeleri stoku yapmalıdır. Nasıl ki Yûsuf da Krala, bolluk yıllarında alınan fazla ürünün bir kısmını, darlık zamanları için stok etmeyi önermişti. [1850]

Peygamberimiz de ailesinin bir yıllık geçimini devlet gelirinden ayırırdı. [1851]

27. Ülke yönetimini, ehil ellere vermek, birer emânet olan devlet kurum­larının başına ehil kişileri getirmek lâzımdır. Nasıl ki Mısır Kralı, ülkenin başbakanlığını, Mısırlı Olmayan, fakat emânetine ve dirayetine güvendiği Yûsuf'a teslîm etmişti. [1852]

28. Öz kardeşini görmek için sabırsızlanan, fakat hiçbir zaman acele davranmayan, dâima temkinli hareket eden Yûsuf, ilk ziyaretlerinde kendisini kardeşlerine tanıtmamış, her şeyin zamanını beklemişti. Çünkü vaktinden önce kendisini tanıtmış olsaydı, işleri karıştırabilirdi. [1853]

 29. Yabancılara, kendi yasalarıyla hükmetmek adalet gereğidir. Yûsuf da hırsızlıkla suçlanan kardeşine, onların kendi yasalarına göre hüküm vermiş, böylece onu yanında alıkoymuştu. [1854]

30. Suçlunun yerine bir başkasını cezalandırmak zulümdür. Suç, bedeli kabul etmez: “Dediler ki: 'Ey vezir onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür). Onun yerine (bizden) birimizi al; Zira biz seni iyilik edenlerden, görüyoruz.”, “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a sığınırız, yoksa biz zulmedenler oluruz!'dedi.” [1855]

31. Hiçbir zaman Allah'tan umut kesmemek gerekir. Üzücü olaylara sabretmeli ve işlerin düzelmesini Allah'tan beklemeli, umutsuzluğa kapıl­mamalıdır. [1856]

 

32. Kişi derdini Allah'a arz etmelidir. Çünkü dertlerin çaresi O'nun elindedir. [1857]

33. Hiçbir hasedçinin hasedi, Allah'ın bir insana nasibettiği nîmetin önüne geçemez. İşte Yûsuf'un kardeşlerinin hasedi, onun yücelmesine engel olamamış, bilâkis onu yükselme yoluna sokmuştu. Sonunda hased edenler pişman olur: “Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı!” derler. [1858]

“Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ, Tallahi lekad âserekellâhu aleynâ!”

Nitekim Kureyş'in Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hasedi de onun, İslâm dinini yerleştirip insanlığı aydınlığa kavuşturmasına engel olamamış ve o kıskançlar sonunda ondan af ve merhamet dilemek zorunda kalmışlardı.

34. Geç de olsa gerçeği itiraf etmek fazilettir.[1859] Hakkı itiraf eden, hatâsını kabul eden kimseleri mahcûbetmemeli, artık hatâlarını anıp onları ma'nen yıkmamalıdır. Nasıl ki Yûsuf, özür dileyen, üstünlüğünü kabul edip önünde küçülen kardeşlerini utandırmamış: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi bağışlar! O, merhametlilerin merhametlisidir!” demişti. [1860]

35. Allah'ın nimetine şükretmeli, nîmeti verenin Allah olduğunu bilip gönülden O'na iltica etmelidir. [1861]

36. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bilmediği bu kıssa, öğüt ve ibret olmak için kendisine Arapça olarak vahyedilmiştir. Peygamber, kendisine vaheyedilenleri, hiçbir dünyâ menfaati, hiçbir ücret beklemeden insanlara tebliğ etmektedir. [1862]

37. Hz. Muhammed 'in daveti, düşünceye, basirete dayalıdır. O, insanları basiretle, açık kanıtlarla Hak yoluna çağırmaktadır. Kendisi böyle olduğu gibi kendisine uyanlar da böyledir. Düşüncesiz hareket etmezler. Bilinçli inanır ve bilinçli olarak davet ederler. Körü körüne taklîd yolunu bırakmış, Hak'tan gelen ilim ışıklarına uymuşlardır. [1863]

38. Gökte, yerde nice âyetler var ki insanlar bunları hiç düşünmez, bunların neye delâlet ettiğini anlamaz; körü körüne bunların yanından geçip giderler. Kâinat âyetlerinin, yalnız Allah tarafından yaratıldığını, Allah'tan başka hiçbir varlığın, kendinden bir gücü olmadığını; bir gücü olmayanın da tanrı olamayacağını düşündükleri için kendi kendilerine birtakım yaratıklarda tanrılık vehmederek onlara tapmazlar. [1864]

39.  Peygamberler de, öteki insanlar gibi birer insandır. Onların da arzuları, şehvetleri vardır. Zaten kavimlerine önder olabilmeleri için diğer insanların hissettiklerini hissetmeleri gerekir. Melek, insana lider olamaz. Çünkü meleklerin yaratılışları insanın yaratılışına benzemez. Günâh işleme eğilimleri, zaafları, bağımsız iradeleri olmayan meleklerin, insanlara örnek lider olmaları mümkün değildir. “Senden önce de şehirler halkından, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik.”[1865] Öyle ise peygamberi melek sanmak, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, öteki insanlar gibi dolaşmayı, çalışıp kazanmayı onlara yakıştırmamak, onları hatâdan masum saymak yanlıştır.

40. Kavimlerinden çok olumsuz davranışlar gören peygamberler de bazen  o kadar üzüntü çekmiş, o kadar sıkılmışlardır ki kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sanmışlar; bu derece bir bunalım içine düşmüşlerdir. İşte tam bu sırada yetişen Allah'ın imdadı onları ve inananları kurtarıp mu­haliflerini batırmıştır. “Ne zaman ki, elçiler umutlarını kestiler ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandılar, işte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez.” [1866]

Demek ki bunalım karşısında üzülmek, hattâ bazen şüpheye düşmek doğaldır. Peygamber de olsa insandır, hiçbir insan bu zaaftan kurtulamaz. İnsanın en çaresiz kaldığı durumlardaki bunalımını ifade eden âyet, tam bu anlarda Allah'ın yardımının yetişeceğini de vurgulamaktadır. Gerçekten öy­ledir. İnsan bütün gayretine rağmen umudunu kesecek kadar bir çaresizlik içine düştüğünde birden Allah'ın yardımı yetişir:

“Nâçâr kalacak yerde, / Nâgâh açar Ol perde, / Derman eder Ol derde! 

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!”

 

41. Azgın, yoldan çıkmış kavme verilecek İlâhî ceza, hiç beklenmedik bir zamanda gelir: “Onlar Allah'ın azabından, herkesi saracak bir belânın kendilerine gelmeyeceğinden veya hiç farkında değillerken ansızın o (du­ruşma) sâatin(in) kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” [1867]

 

42. Kur'ân'ın anlattığı peygamber kıssalarında ibretler vardır. Kur'ân, bunları hikâye için değil, ibret alınması için anlatmaktadır. Kur'ân, insanın uydurabileceği bir söz değildir. Çünkü insan uydursa, o sözün aslı olmaz. Oysa Kur'ân'ın anlattıkları, bundan önceki İlâhî Kitapta mevcuttur: “Doğru iseniz, Tevrat'ı getirip okuyun (Kur'ân'ın anlattıklarının onda mevcut olduğunu göreceksiniz).” [1868]

O Kitabı okumayan, dilini de anlamayan bir insanın, onda anlatılanları, ona uygun biçimde, fakat bambaşka canlı bir üslûb ile anlatması, vahiyden başka bir yolla olamaz. Bu Kur'ân, inananlara yol göstermek ve rahmet için Hz. Muhammed'e vahyedilmiştir: “Bu Kur'ân, uydurulacak bir söz değildir; ancak kendinden öncekinin (İlâhî Kitabın) doğrulanması, her şeyin açıklanması, inananlar için bir kılavuz ve rahmettir!” [1869]

45. Son âyetten de Kur'ân'ın, Kitap ehlinin ellerinde bulunan Kitâb'a uygun olarak indirildiği, ona ters ve aykırı olmadığı anlaşılmaktadır.

İşte Yûsuf kıssasından çıkardığımız birkaç prensip, birkaç ibret dersi. Daha nice prensipler ve ibretler vardır. Kur'ân'ın bütün kıssaları da böyledir. Onlar hikâye değil, toplumun dile getirilmiş dertleri ve bu dertlerin çareleridir. Onları okurken dikkatle üzerinde durmalı, onlar vâsıtasıyla verilmek istenen mesajları, ibretleri anlamaya çalışmalıdır. [1870]

                    

Sûrede, Yusuf’un (a.s.) gömleğini babasının yüzüne sürmesiyle, görmeyen gözlerinin açılmasından bahsedilen mûcizeyi, Mısırlı göz doktoru Abdülbâsit Muhammed düşünür. Yıllarca bundaki sırrı bulmak için bilimsel çalışmalar yapar. Sonunda bu sırrı keşfeder: Yusuf’un teri. İnsan terinde, katarakt denilen göz kusurunu iyileştiren bir özellik tesbit eder. Abdülbâsit Muhammed’in elde ettiği bu ilaç, şu anda İngiltere’de satılmakta ve katarakt tedavisinde kullanılmaktadır. 

Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler

1. Yûsuf sûresinde kitab, eğitimin merkezine alınıp Kur'ân'ın, in­sanın aklını kullanıp düşünmesi için indirildiği bilgisi insanlara sunul­muştur. [1871]

2. Yûsuf sûresinde anlatılan Hz. Yûsuf olgusu ile hedeflenen hu­sus, Kur'ân'ın uydurulmadığını ve Hz. Muhammed'in o olguyu önceden bilmediğini ispat etmektir. [1872]

3. Hz. Yûsuf'a Yüce Allah, rüyada görülen olayların yorumunu öğretip ona bu özelliği, bir mu'cize olarak vermiştir. Aslında bu yorum­lama yeteneğinin, sosyal olaylara karşı da kullanılabileceğine bu sûrede işaret edilmektedir. [1873]

4. Bu sûrede Hz. Yûsuf’un gömleği motif olarak kullanılmakta ve bu örnekle de delilin ne kadar önemli olduğu insanlığa öğretilmektedir. [1874]

5. Aile ilişkilerinde kardeşler arasındaki kıskançlığın nelere mal olduğu anlatılırken psikoloji ile sosyal olaylar arasındaki bağlantının sebep-sonuç ilişkisi ile kurulduğu bu sûrede anlatılmaktadır. [1875]

6. Zina gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalan delikanlının Allah'a sığınması ile Allah'ın onu kurtaracağının evrensel ilkesi bu sûrede ko­nulmaktadır. [1876]

7. Haklı çıkan, yani suçsuz olduğu anlaşılan birinin sosyal baskı­dan dolayı haksız yere zindana atılabileceği de yine bu sûrede dile getirilmktedir. [1877]

8. Köle olarak satın alınan birinin devlet kÂdemelerinde nasıl yük­selip en yüksek makama gelebileceği de bu sûrede anlatılmakta ve bu fırsatı veren yönetim tanıtılmaktadır. [1878]

9. Bütün suçsuzluğuna ve günahsızlığına rağmen insanın kendini tezkiye etmesinin doğru olamayacağı, çünkü nefsin daima kötüyü emre­deceği ilke olarak bu sûrede konmaktadır. Bunun istisnası ancak. Yüce Allah'ın merhamet edeceği nefistir. [1879]

10. Kendisini kuyuya atan kardeşlerini affetme örneğini göstererek affetmenin erdem oluşu da burada öğretilmektedir. [1880]

11. Bu sûrede, Hz. Ya'kûb'un ne denli tevekkül sahibi olduğu ör­neklerle anlatılarak imanın tevekküle dönüşünün önemi vurgulanmakta, tevekkülün sabırla olan ilişkisi açıklanmaktadır. [1881]

12. Bu sûrede, kardeşler arasına şeytanın girip onları nasıl ayırdı­ğının değerlendirmesi evrensel bir ilke olarak insanlığa bırakılmaktadır. [1882]

13. Bir peygamberin bile müslüman olarak ölebilmesi ve iyi insan­lara katılabilmesi için Allah'a dua etmesi bu sûrede işlenmektedir. Bu­nun anlamı, bütün mü'minler bu duayı yapmalıdırlar. [1883]

14. İnsanların imana girmesi peygamberin isteğine bağlı değildir. Onların hidâyeti kulun isteği ve İlâhî takdire kalmıştır. Peygamber sade­ce tebliğ eder. Ama insanların çoğu yine de müslüman olmaz. İşte bu gerçeklik, burada işlenmektedir. [1884]

15. Peygamber Allah'a bir aydınlık üzere davet etmektedir. Din âlimi ve görevlilerinin de aynı metodu uygulamaları gerektiği yine bu sûrede önerilmektedir. [1885]

16. Genel olarak Yûsuf sûresinde baba ile çocuklar ve kardeşler arasındaki ilişkilere dikkat çekilmekte ve işini iyi bilen yöneticinin dev­let işlerini ehline vermesinin önemi vurgulanmakta; cinsel ahlâk ve bu konudaki iftiranın neticeleri ele alınmakta; yokluk zamanları için eko­nomik açıdan nasıl tedbirlerin alınacağına ışık tutulmakta ve bu konulara İlâhî müdahalenin nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır.

Böylece Kur’ânî eğitimde Yûsuf sûresinin ışık tuttuğu alanlar or­taya çıkmaktadır: Ahlâk, devlet idaresi, aile ilişkileri, hukuk, tevekkül ve İlâhî mü­dahale gibi konulara kaynaklık edecek nitelikler bu sûrede işlenmekte­dir. Yûsuf sûresi insan doğasının hür bir şekilde nasıl ortaya çıktığını ve nasıl bir akış izlediğini anlatmaktadır. [1886]

“En güzel kıssa”[1887] olması, değişik şekillerde açıklanmıştır: “En güzel” ifadesi “en şaşırtıcı, en hay­ret verici” anlamındadır. Bu sûrede peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, hükümdar­ların ve yönettikleri kimselerin tüccar, ilim adamları ve ca­hillerin, erkeklerin, kadınların davranışları, kadınların hile ve tuzakları söz konusu edil­mektedir. Yine bu sûrede tevhid, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muâşeret, ge­çim idaresi (iktisadî hayat) ve hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususlar bulunmaktadır. Bu sûrede sevenin, sevilenin ve bun­ların işledikleri davranışların, gittikleri yollar söz konusu edilmiştir.

Kimi Meanî bilginleri derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olma­sının sebebi, bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etmesidir. Mesela Yûsuf'u, babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hü­kümdarın da Hz. Yûsuf'a iman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekilde bağlandığı da söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlik­te bulunan kişi de böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görül­mektedir. “Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, gerekli her şeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.” [1888]

Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)

 

“İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Al­lah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur.” [1889]

 

“Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim oğlu  Kerim; İbrahim oğlu İshâk oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur.” Ve ilave etti: “Şâyet, hapiste onun yerine ben yatmış olsaydım da, sonunda bana elçi gelseydi, çıkma hususunda hemen cevap verirdim.” Rasûlullah (s.a.s.) arkadan şu âyeti okudu: “Kendisine elçi gelince, “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) devamla şunu söyledi: “Allah Tealâ'nın rahmeti Lût'a olsun, o aslında çok sağlam bir kaleye sığınmıştı. Allah ondan sonra, her peygamberi kavminden kalabalık bir cemaat içinde gönderdi.” [1890]

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “İbrâhim (a.s.)' in şu sözleriyle ifade ettiği şüpheyi yaşamaya biz ondan daha lâyıkız: “Ey Rabbim ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster’ deyince, (Allah: ‘Buna) inanmadın mı yoksa?’ dedi. O da: ‘İnandım, fakat kalbimin, (gözümle görerek) yatışması için (bunu istedim) dedi.”[1891] Allah, Lût (a.s.)'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem bir kaleye sığınmıştı. Eğer, Hz. Yusuf (a.s.)'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, (hapisten çıkma için) dâvete icâbet ederdim.” [1892]

Hadisin Yusuf’la  (a.s.) ilgili kısmının açıklaması: Başta kaydettiğimiz hadisin en son kısmında Rasûlullah (s.a.s.): “Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, dâvete icâbet ederdim” buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) burada da bir başka âyete telmihte bulunmaktadır: Bilindiği üzere, Hz. Yusuf (a.s.) Mısır Meliki'nin rüyasını başarılı bir şekilde tâbir edince, mükâfaten hapisten çıkarılmasına karar verilir. Hz. Yusuf bu kararı duyar duymaz hapisten çıkma cihetine gitmez, suçsuzluğunun te'yidini, yapılan ithamdan berâ-etini taleb eder ve çıkma haberini getiren elçiye: “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi,  kendine sor...” der.

 

Mısır Melik'i kadınları toplayıp: “Yusuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne haldeydiniz?” (Onu size meylettiğini hissettiniz mi, intibaınız nedir?) diye sordu. Kadınlar: “Hâşâ dediler, biz onda bir fenalık görmedik.” Azizin karısı da şöyle dedi:“Şimdi hak meydana çıktı, ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O, doğru söyleyenlerdendir, (bu işte hiçbir kabahati yoktur).”

Sarayda yapılan bu tahkikat ve tesbit edilen itiraflardan sonra Hz. Yusuf (a.s.) hapisten çıkmaya karar verir. Âyet-i kerime, bu davranıştaki, Hz. Yusuf'un kasdını kendi ağzından şöyle verir: “(Benim bu itirafı taleb etmem, Melik'in) gıyabında, kendisine hakikaten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini mutlaka boşa çıkaracağını onun da bilmesi içindi.” [1893]

İşte Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Yusuf kıssasının bu sahnesine telmihte bulunarak: “Onun kaldığı müddet (yedi sene) hapiste ben kalmış olsaydım af haberi gelir gelmez, sabırsızlık eder bir an önce çıkmayı düşünürdüm, tahkikata dayalı bir berâat talebinde bulunmazdım” demek istemiştir.

Böylece Hz. Yusuf’u (a.s.) kuvvetli bir sabırla tavsif etmiş olmaktadır. Şârihlerin de belirttiği üzere, burada, Rasûlullah (s.a.s.) tevazu izhar buyurmaktadır. Tevâzu, büyüğün mertebesini düşürmez, bilakis artırır. [1894]

Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)

Her insanın varoluşunda eksiklik duygusu bulunur. Toplumsal normlar açısından eksiklik, arzu edilmeyen bir durumdur. Bu duygu, meydana getirmiş olduğu hoşnutsuzluğa rağmen yaşanması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstelik insan, hayatını devam ettirebilmek, gelişebilmek için eksiklik duygusunun güdülemesinden faydalanır. Çünkü eksikliğin fark edilmesi insan için motivasyon sebebidir. Normal eksiklik duygusundan farklı olan “değersizlik duygusu” ise, insanın kendisini diğer insanlardan daha değersiz bir varlık olarak algılaması anlamına gelir. Değersizlik duyguları yaşayan kişi, karşısında değersizlik duygularına kapıldığı kimselere yönelik bilinç dışı bir düşmanlık da yaşar.

Hayatı iniş ve çıkışlarla dolu olan Yusuf, (a.s.) yaşadığı her dalgalanmada kendisini değersizlik duygusuna kaptırmadan başarılı bir kişilik portresi çizmiştir. Daha başlangıçta kendilerini değersizlik duygusunun kucağında bulan Yusuf’un (a.s.) kardeşleri ise, en sonunda mûtedil çizgiye gelebilmişlerdir.

Yusuf’un görmüş olduğu rüya ve babası Yakub’un (a.s.) yaptığı yorumdan[1895] anlaşıldığı gibi, Allah’ın Yusuf’a vermiş olduğu değerle doğru orantılı olarak babası Yakub (a.s.) da o derece fazla ilgi ve sevgi gösterir. Yusuf’a verilen değer karşısında kardeşleri değersizlik duygusuna kapılırlar. Kendilerinin daha değerli, dolayısıyla babalarının sevgisine daha lâyık kimseler olduklarını iddiâ ederler. “Çokluk ve fayda sağlama bakımından biz Yusuf ve öz kardeşinden daha üstün (değerli) olmamıza rağmen babamız, o ikisine sevgi göstererek daha fazla değer veriyor” derler. Allah, Yusuf’a vermiş olduğu nimetlerle ona değer atfetmiştir. Yusuf’un kardeşleri ise, kendi gözlerinde kendilerini daha değerli buluyorlardı. Allah’ın Yusuf’a verdiği değeri ya takdir edemiyorlar ya da bunu kabullenemiyor, hazmedemiyorlardı.

Böyle bir durum karşısında Yusuf’a karşı düşmanlık, saldırganlık eğilimine yöneliş gösteriyor, hiç olmazsa Yusuf’u değer verilen biri olmaktan uzaklaştırmak istiyorlardı. “Yusuf’u öldürün ya da onu bir yere bırakın da babamızın yüzü yalnız bize kalsın! Ondan sonra da Allah’a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz. İçlerinden bir sözcü: ‘Yusuf’u öldürmeyin, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri onu alıp götürsün; eğer yapacaksanız böyle yapın!’ dedi.” [1896]

“Sevgi” bir tür heyecandır, duygudur. Değersizlik duygusu ise temel eğilimlerden birisidir. Yakub’un Yusuf’a sevgiyle yaklaşması ona verdiği değerin yansımasıdır. Allah Yusuf’un değerini yükselttiği için onu daha çok sevmektedir. Yusuf’un kardeşlerini bu derece çileden çıkaran baba-oğul arasındaki basit bir sevgi heyecanı değil, bu sevginin asıl nedeni olan değer vermedir. Yani Yakub, Yusuf’a fazla değer veriyor. Diğer kardeşler de değersizlik duygusuna kapılıyorlar. Bu duygunun insana yaptırmayacağı şey yoktur. Babalarının kendilerine değer vereceğinden emin olabilmek için Yusuf’un ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlar. Neticede Yusuf’un değerini düşürecek bir planı yürürlüğe koyuyorlar. Plan gereği Yusuf’u bir kuyuya atıyorlar ve tam bekledikleri gibi yolcular Yusuf’u alıp götürüyor, köle olarak satıyorlar. Yusuf’un toplumsal statüsü düşüyor, hür bir insan iken kölelik statüsüne iniyor, yani bir anlamda değer kaybediyor. [1897]

Bu safhayla birlikte Yusuf’un “değersizlik duygusu” konusunda imtihanı başlıyor. Önce köle olarak satılmasıyla statü kaybına uğrar. Fakat köle de olsa bulunduğu yerde belli bir konuma sahipti: “Böylece Biz Yusuf’a o yerde güzel bir imkân verdik.”[1898] Müfessirler Yusuf’a verilen güzel imkânı “meliklik” makamı[1899] olarak yorumlamışlarsa da bu durum olayların akışına uygun düşmez. Yusuf’a verilen imkân “azizin evinde ona verilen imkândır.” Köle de olsa azizin Yusuf’a değer verdiğini görüyoruz: “Mısır’da onu satın alan aziz karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur, ya da onu evlât ediniriz’ dedi.” [1900]

Ardından azizin karısı Yusuf’a cinsel ilişki teklif eder. Yusuf buna yanaşmaz. Kadın da iffetime saldırdı diye Yusuf’a suç isnad etmeye çalışır. Ve Yusuf, haksız yere zindana kapatılmakla cezalandırılır. Önce kölelik, sonra da haksız yere zindana atılma. Sahip olduğu statüyü de kaybeden Yusuf iyiden iyiye değer kaybına uğrar; Üstelik haksız yere.

“Kadın dedi ki: ‘İşte siz beni bunun için kınıyorsunuz! Andolsun ben kendisinden murâd almak istedim de o, iffetinden ötürü beni reddetti. Ama kendisine emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atılacak ve alçalanlardan olacaktır.”[1901] Hırsızlarla, katillerle, kaçaklarla birlikte[1902] alçaklardan[1903] sayılacaktır. Alçalanlardan olmak, değer ve statü kaybından başka bir şey değildir. Yusuf bu konumda uzun müddet zindanda kalır.

Zaman içinde gelişen olaylar Yusuf’u yeniden üstün bir mevkîye getirir. Toplum içerisinde saygın, itibarlı, kendisine değer verilen bir kişi olur. “Kral: ‘Onu bana getirin’ dedi, ‘onu kendime özel dost yapayım!’ Kendisiyle konuşup ondaki olgunluğu görünce Yusuf’a: ‘Sen dedi, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, güvenilir bir kimsesin. Yusuf krala: ‘Beni ülkenin hazineleri üstüne yetkili kıl. Çünkü ben (onları) iyi korur, yönetmesini iyi bilirim’ dedi. Böylece Biz Yusuf’a o ülkede iktidar verdik…” [1904]

Serüvenin sonunda kardeşleri bile Yusuf’un üstünlüğünü itiraf ettiler, belki de daha önce içine düşmüş oldukları değersizlik duygusundan kurtuldular. Değersizlik duygusunun dürtmesiyle işlemiş oldukları hatadan dolayı pişman oldular. “Vallahi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!” [1905] 

Kişi, varoluşunun getirdiği sorunlara güvenli ve gerçekçi bir biçimde yaklaşabildiği oranda güvensizlik duygusu yaşamaz. Yenilgiyi de başarı gibi hayatın doğal bir parçası olarak değerlendirdiği için karşı karşıya geldiği şartlardan ve kendisi ile ilgili gerçeklerden kaçmaz. Gerek iç dünyasından gelen çaresizlik hissi, gerekse dışarıdan zorlayan etkenler karşısında yapıcı çabalar geliştirmesini bilir. Kendisinin ve diğer insanların ortak özelliklerine ve amaçlarına uygun değer yargılarına sahip oldu için tutarlı bir kişilik ortaya koyar.

Yusuf’a verilen “hüküm ve ilim”, Allah’ın otoritesine olan bağlılığı,[1906] değersizlik duygusuna kapılmasına neden olabilecek şartlarda ona destek olmuş, üstünlük eğiliminin taşkınlığa yol açabileceği durumlarda onu dizginlemiştir. Kardeşleri ise güdü ve eğilimleriyle hareket etmişler, alt-ben’in sınırsız isteklerine kulak vermişlerdir. Onların bu halini babaları Yakub dile getirirken şöyle der: “Herhalde nefislerini sizi aldatıp kötü bir işe sürükledi.” [1907] Yani nefsiniz bunu yapmayı size kolaylaştırdı, gözünüzde basitleştirdi.

Yusuf kıssasında kişilik açısından önem arzeden bir diğer husus da cinsel güdünün kontrol altına alınmasıdır. Cinsel güdü, fizyolojik güdülerin en önemlilerindendir. Yusuf, cinsel güdünün kontrol altına alınması ve değer yargılarının, sosyal normların meşrû sınırlarını aşmaması yönünde geliştirdiği mükemmel kişilikle insanlığa model olmuştur. En zor, kritik anlarda bile kendisini cinsel güdünün dürtüsüne bırakmamış, üst-ben’in sesine kulak vererek, İlâhî otoriteden güç alarak, değer yargısı olarak çizilen sınırların dışına çıkmamıştır. Cinsel güdünün sınırsız doyum arayışıyla üst-ben’in buyurucu gücü karşı karşıya geldiğinde üst-ben gâlip gelmiştir.

“Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kilitleyip: ‘Haydi gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım, o benim Rabbimdir, benim yetişmemi, yerleştirilmemi güzel yaptı (efendim bana güzel baktı). Zâlimler iflâh olmazlar!”[1908] Şartlar öylesine uygun bir durum arzediyor ki, Yusuf’un kadınla cinsel ilişkiye girmesi için her şey hazır ve cinsel ilişkiye girmesini engelleyecek hiçbir durum yok. Fakat Yusuf’un üst-ben’ine hâkim olan İlâhî otorite ve otoritenin buyurduğu değerler bu cinsel ilişkiye mâni oluyor.

“Andolsun, kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti. Böylece Biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[1909] Onlardan her biri insan doğasının ve yaratılış kanunun bir gereği olarak cinsel açıdan birbirine eğilim duydu. Fakat Yusuf bizzat irâdesini kullanarak bu işe niyet etmedi. Yusuf eğer kadına karşı ilgi duyacak biri olmasaydı, diğer insanlara örnek olamazdı. Alt-ben cinsel eğilim gösterdi, fakat değer yargılarına uymadğı için üst-ben derhal devreye girdi. Yusuf’un üst-ben’i çok sağlamdı, kaypak değildi. İlâhî otoriteyi ve O’nun emrettiği değerleri kabul ve itaatte son derece samimi ve ihlâslıydı.

Alt ben, üst ben tarafından kontrol altına alınmazsa sınırsız doyum arar. Bu da değerler açısından kötülüğe dâvetiye çıkarır. Eğer iyinin-kötünün ölçüsünü koyan ve bunları buyuran bir üst ben varsa kişilik, değerler doğrultusunda gerçekleşir. “(Bununla beraber) Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder. Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”[1910] Doğası gereği nefis (alt ben) şehvetlere, arzulara eğilim duyar. Fakat merhamet edip koruduğu nefsi Allah bu durumdan alıkoyar. [1911] 

Kur’an “zinâ etmeyin!” yerine, “Zinâya yaklaşmayın!”[1912] der. Haram bakışlar, insanı zinâya yaklaştırır. İnsan, ancak imanı derecesinde gözlünü haramdan koruma irâdesi gösterebilir. Kur’ânî emirlerden özellikle biri, açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak vücutlar karşısında akılların baştan gittiği, hayâsızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalplerin nefsin hevâlarına esir edildiği bir ortamda, akıl, kalp ve rûhuna rağmen gözlerini âdî bir röntgenci duruman düşürenler için mânidar dersler taşır: “Mü’min erkeklere söyle: ‘Gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.”[1913] Âyet, iman vurgusu taşır. Gözünü haramdan korumanın ancak mü’min için sözkonusu olduğuna, onun da bunu imanı derecesinde başarabileceğine işaret edilir. Yaratıcısını ve sahibini tanımayan biri, gözün kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emânet olduğunu hiç mi hiç tanımaz. Gözü emânet olarak tanımayan biri, elbette, onu emânet sahibinin emir ve izni dâhilinde kullanma yükümlülüğünü de değerlendirmez. Böyle biri, aksi halde emânete ihânet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, bu kimsenin gözünü haramdan koruma sözkonusu olamaz.

Aynı şekilde, bir Yaratıcı’ya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendini darda hissettiği anlarda bir “emniyet sübabı” veya bir “yedek lastik” olarak o imana müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile, asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her dâim o Yaratıcının huzurunda olma şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz bir kayık misâlidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevâsı onu nereye sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de âhiret konusunda uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, âhiret o gaflet ânında çok uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihâsını kabartan bir manzara vardı. Ve nefis, tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileri görmez, âhireti düşünmez.

Bu “gözünü haramdan koruma” emrinin mânidar veçhesi, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor olmasıdır: “Sen gözünü koru!” Bu, Kur’an’ın önceliği insana veren, düğümü fertlerde çözen genel üslûbunun mânidar bir yansımasıdır. Çünkü, problemin kökü, “dış dünyada” değil; içimizdedir. İç dünyası muhkem, iman kalesi sağlam olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır. Dış dünyada nice haram mevcut olsa bile, imanın içerdiği hayâ, şuur ve uyanıklık hali içinde, Rabbinin huzurunda olduğundan gaflet edip, kendini pazarlayan süflîlerin, rezil cıvıkların peşine düşmeyecektir. Hayâsı, edebi, sabrı ve sebâtı, tabii her şeyden önce imanı buna izin vermeyecektir.

Nitekim Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm zînetleriyle sunan bir dünyalar güzeli, bir först leydi karşısında, Yusuf’un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur. Yusuf (a.s.), Kur’an’da övgüyle aktarılan bu haliyle, tüm insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer “gözünün sahibi”ni tanır ve O’nun emrini hakkıyla bilirse, en “baştan çıkartıcı” manzara bile onu baştan çıkartamaz. Zâten Yusuf kıssasının bir örneğini oluşturduğu tüm peygamber kıssaları, gün gelip koca bir toplumu kendi yolunun yolcusu kılan nebîlerin, yola tek başına koyulduklarını açık açık ortaya koymaktadır. Her bir peygamber, fatratların bozulduğu, Allah’ın ve âhiretin unutulduğu, insanların hevâlarının istediği gibi davrandığı bir ortamda gelmişlerdir. Ortam onları değiştirmemiş, bozulmuş bir ortamda birer iman anıtı olarak sarsılmadan kalmış; sergiledikleri imanî şuur ve irâde ile onlar ortamı değiştirmişlerdir.

Nur sûresinin 30. âyeti, mü’min erkeklere “gözlerini haramdan sakınma”yı emrettikten sonra, ikinci bir emir daha verir: “ferclerini/ırzlarını koruma.” Bu da, mânidar bir husustur. Zira, ferclerin zinâya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama bakışıdır. Göz harama kaydığında, irâde hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekim alanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihâyete ulaşmadan teskin olmayacaktır. Gözü rabbinin emâneti bilip, öylece kullanmaktan uzaklaşmanın varacağı yer, fercin de, Rabbin emâneti olduğundan gafletle bir zinâ âleti deresine/seviyesizliğine düşürülmesidir. İsrâ sûresi, 32. âyetindeki “zinâya yaklaşmayın!” emrinin de dikkat çektiği gibi, tüm şehvânî şeylerde en kritik husus, yaklaşmaktır. [1914] 

 

Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri

Kur'ân-ı Kerîm'de Yûsuf sûresinde anlatılan Yusuf kıssasında (hikâyesinde) söz konusu edilen kadın.

Züleyhâ kelimesi, Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise, Zelihâ'dır. Kelime olarak her iki şekilde de okunabilir ve her iki şekildeki okunuş da doğrudur. Farklılık, hareke değişikliğine dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre onun gerçek adı, Râîl'dir. [1915]

Kur'ân'da Züleyha ismen geçmemektedir. Ancak, Yusuf kıssasında, baştan sona Yusuf (a.s.) ile beraber anılmıştır. Kur'ân'daki Yusuf ile Züleyha'nın hikâyesi, Yüce Allah tarafından kıssaların, hikâyelerin en güzeli olarak haber verilmiştir.

 

“Biz bu Kur'ân'ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” [1916]

Yusuf (a.s.) kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, oradan geçen yolcular tarafından kuyudan çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek köle olarak satılmıştır. Mısır'da onu satın olan kimse hanımına; “Ona güzel bak, belki bize faydası olur yahutta onu evlat ediniriz’ dedi.”[1917] İşte bu hanım, Züleyhâdır. Yusuf'u ilk gördüğünden itibaren, onun güzelliğinden etkilenerek ona âşık oldu. Yusuf'a çeşitli tekliflerde bulundu fakat Yusuf onun tekliflerini her seferinde reddetti. Ancak Züleyhâ teklifinde ısrar ederek ona zorla sahip olmak istedi. Yusuf ondan kurtulmak için kapıya doğru koşarken, kapıda efendisi ile karşılaştı. O zaman Züleyhâ, Yusuf'un kendisine sataştığını söyledi. Fakat Yusuf'un gömleği arkadan yırtıldığı için, onun suçsuzluğu ve Züleyhâ'nın suçlu olduğu ortaya çıktı.

Kadınlar arasında Züleyhâ için dedikodular çıkınca, o kadınlara bir ziyâfet vererek Yusuf u bir münasebetle onlara göstermiştir. Kadınlar Yusuf'un bu güzelliği karşısında ona bakakalmışlar ve ellerindeki meyve yerine, parmaklarını kesmişlerdir. Ondan sonra da Züleyha'ya hak vermişlerdir. [1918]

Bazı rivâyetlere göre, Züleyhâ'nın kocası vefât ettikten sonra Allah'ın irâdesi ile eski güzelliğini kazanmış ve Yusuf (a.s.) ile evlenmiştir. Yusuf (a.s.) ile evlendiği zaman, bakire olduğu anlaşılmıştır. [1919]

Fakat bu rivâyetin ciddi bir temeli, dayanağı yoktur. Bu rivâyet, daha çok edebî hikâye türlerine uymakta ve dayanmaktadır. Aslına bakıldığı zaman, Züleyhâ iyi bir izlenim bırakmamıştır. Kur'ân'daki âyetlerden anlaşıldığına göre, Züleyhâ, Yusuf’u (a.s.) yoldan çıkarmak için her türlü şeytanî yola başvurmuştur. Onu, Allah yolundan, doğruluktan, haktan saptırmak için uğraşmıştır. Bunun için yalan söylediği ve çeşitli hilelere başvurduğu âyet ile sabittir. Bir peygamberin böyle bir hanımla evlenmesi, onun izzetini zedeler. Yusuf’un (a.s.) onunla evlenmesi, şu meâldeki âyete de ters düşmektedir:

 

“Kötü karakterli kadınlar öyle erkeklere, kötü karakterli erkekler öyle kadınlara. Temiz karakterli kadınlar, öyle erkeklere ve temiz karakterli erkekler öyle kadınlara...” [1920]

Buna göre doğru olanı, Yusuf’un (a.s.) neticede Züleyhâ ile evlenmemiş olmasıdır. [1921]

Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerinde, Züleyhâ hakkında bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bir seferinde Rasûlüllah (s.a.s.) ondan “Yusuf'un arkadaşı” diye bahsetmiştir. [1922]

Züleyhâ, Kur'ân'ın ibret için sunduğu Yusuf (a.s.)'ın kıssasında yer aldığına göre, onun hakkında bilgi veren âyetlerde hikmetler vardır. İnsanların Züleyhâ hakkındaki bu bilgilerden çeşitli dersleri almaları gerekir. [1923]

Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil, tüketici bir sevgidir. Züleyha’nın Yusuf’a (a.s.) olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır, kontrolden çıkmış, “ak sevdâ” iken “kara sevdâ” olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur: “Sevdâ onun bağrını yakmış, dediler.”[1924] Evet, onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu. Böylesine bir sevgi kimse için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz, tersine aklı lâyık olduğu yere koyar. [1925]

İslâmî hiçbir kaynağa dayanmadan böyle bir kadının Yusuf (a.s.) ile evlenmiş olduğu gibi bir rivâyetin uydurma olduğunu, bu rivâyete itibar etmenin çok yanlış olduğunu belirtelim. Ayrıca özellikle Osmanlı Divan ve Halk Edibiyatında Yusuf ile Züleyha mesnevî ve halk hikâyelerinin son dönemlerde bu konuyla ilgili roman ve filmlerin ilginç bir aşk hikâyesinden öte bir mesaj içermeyen bir mâcera anlatımı olduğunu, bu tür anlatımlarla şuurlu mü’minlerin prim vermemeleri gerektiğini hatırlatmış olalım. Yusuf’un (a.s.) yüz güzelliğini, diğer güzelliklerinin çok önüne çıkaran değerlendirmenin de hedonist/zevkçi ve materyalist bakış açısı olduğunu ifade edelim.

Hz. Yusuf’un Sınavları ve Biz

 

Peygamber çocukluğundan yetim konumuna, asil bir aileye mensup özgürlükten köleliğe, kölelikten krallığa/devlet başkanlığına, zindandan saraya, çölden Mısır’a dönüşen bir hayat. Onca musibetlerle sınanma, çile ve ayrılık…

Kardeşleriyle imtihan (Kıskançlık ve sûikastle), haksız yere zindana ve kuyuya atılmakla imtihan, först leydi ile imtihan; Kadınla, cinsellikle sınav, zâlim devletle, yalnızlıkla, vatandan ve ailesinden ayrılmakla, gurbetle imtihan, iftira ile, çamur atılma ile ve belki en zoru olan mülkle, devletle, makamla, yöneticilikle, krallıkla imtihan. Zenginlikle, şan ve şöhretle, güzellikle/yakışıklılıkla sınanma, intikam alma gücü olduğu halde affedip etmeyeceğinin denenmesi ile. Entrikalar, tuzaklar, hile ve düzenlerle sınanma ile…

Yusuf’un (a.s.) imtihanları hicret ve inkılâp/devrim destanlarıdır. Allah’a iman, O’na dayanıp güvenme, O’na kulluk, sonucu zafere ulaşma ve kavmini de Filistin’den Mısır’a hicretle başlayıp yüzlerce sene huzur ve şerefle yaşatacak bir kurtarış…

Bugünün dâvâ adamları, muvahhid ve mücâhid özellikleriyle öne çıkan güzel ahlâklı, şuurlu mü’minler de Yusuf’un imtihanlarından alınlarının akıyla çıkarsa, Yusuf (a.s.) gibi dünyada devlete, âhirette cennete kavuşmalarını ümit edebilirler. Allah, peygamberlerini bile bunca sınava tâbi tutmadan ve imtihanlarını başarmalarını beklemeden netice vermiyor; Allah’ın sünneti (sünnetullah, Allah’ın değişmez yasaları) böyle. Öyleyse zafer ve felâh için, devlet ve cennet için, bunlara giden yolu açacak olan Allah için, O’nun rızâsını kazanmak için haydi sınava, sınavlara!

Bırakın kendini en uygun şartlarda çağıran först leydilere Allah korkusundan dolayı iltifat etmemeyi, sokak ve caddelerdeki bayanlara karşı gözlerini koruyamayan, tv.nin “bak bana” çağrısına “hayır!” diyemeyen; ailesiyle (Yusuf gibi kardeşleriyle ya da annesi-babasıyla, eşi veya çocuklarıyla) imtihanını kolayca kaybeden, bu konudaki sıkıntılara müslümanca çözümler bulamayan; kendine karşı sergilenen haksızlıklara, suçlamalara, suçsuz yere (kuyu gibi) kendi izbe köşesine atılmaya, baskıyla-hapisle yıldırılma çabalarına karşı, iftiralara ve çamur atmalara karşı müslümanca direnç gösteremeyen; anadan-babadan, vatandan hicret zorunda kaldığında, elinden insanî/İslâmî özgürlüklerinin alınmak istenip köleleştirmeyle karşı karşıya bırakıldığında, zâlim devletin hile ve baskısıyla karşılaştığında nihâî tercihini Allah’tan, O’nun rızâsından yana yapmakta zorlanan Yusuf adayları, Yusuf’luğa soyunmadan devlet ve cenneti giyinemeyeceklerini bilmelidir!

 

“Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kimselerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” [1926]

Yusuf gibi iffet, sabır, metânet ve vakar timsâli olmak düşüyor gençlerimize. Tüm fitneleriyle bize saldıran dünyanın aldatıcı güzelliğine meyletmeden onun gömleğimizi arkadan yırtacağı şekilde iman ve ahlâkımıza saldırılarını püskürten bir yiğitlik gerekiyor. Bu uğurda zindan da olsa bedelleri ödemeye hazır bir bilinç. Yusufca fedâkârlığa hazır iman ve ahlâk şuuru, âhirette sonsuz ödüllere ulaştıracağı gibi, avans olarak dünyada da sultanlıklarla taçlandıracaktır sahibini.

      

Yusuf gibi yiğitlerden olamayan ümmete en azından Ya’kub olmak düşüyor. Gençlerimiz Yusuf gibi güzel, onun gibi sınavlarını başaranlardan değilse bile, gözü yolda bekleyen, beklemekten gözleri yorulup bozulan ümmetin Ya’kub sabrını, ümid ve cehdini taşıması gerekiyor. “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”[1927]; “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmişseniz üstün gelecek olan sizsiniz.” [1928]

Selâm olsun Yusuf’a, Yusuf gibi güç sınavlardan alnının akıyla çıkan güzel insanlara…

Yusuf (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Yûsuf İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4, 7, 8, 9, 10, 11, 17, 21, 29, 46, 51, 56, 58, 69, 76, 7, 80, 84, 85, 87, 89, 90, 90, 94, 99; 40/Mü’min, 34.

C- Ya’kub (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 2/Bakara, 132, 133, 136, 140; 3/Âl-i İmrân, 84, 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 11/Hûd, 71; 12/Yûsuf, 6, 38, 68; 19/Meryem, 6, 49; 21/Enbiyâ, 72; 29/Ankebût, 27; 38/Sâd, 45.    

C- Yusuf (a.s.) İle İlgili Konular

a-  Yusuf’un (a.s.) Kıssasını Anlatan Âyetler: 12/Yûsuf, 3-102.

b-  Yusuf (a.s.) Ya’kub’un (a.s.) Oğludur: 12/Yûsuf, 4-6, 100.

c-  Yusuf (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4-6 21-22.

d-  Yusuf’un (a.s.), Babası Hz. Ya’kub’a Gördüğü Rüyayı Anlatması: 12/Yûsuf, 4-6, 100.

e-  Yusuf’u (a.s.), Kardeşlerinin Kıskanması ve Öldürme Girişimleri: 12/Yûsuf, 7-18.

f-  Yusuf’un (a.s.) Atıldığı Kuyudan Kurtulması ve Mısır Azizine (Maliye Bakanına Satılması: 12/Yûsuf, 19-21.

g-  Yusuf (a.s.)’a Allah’ın Rüya Tabirini Öğretmesi: 12/Yûsuf, 21-22

h-  Yusuf’un (a.s.) Mûcizeleri: 12/Yûsuf, 36-37, 41-43, 47-49.

i-  Yusuf (a.s.) ile Zeliha’nın Kıssası: 12/Yûsuf, 22-35

k-  Yusuf’un (a.s.) Zindana Atılması ve Zindan Hayatı: 12/Yûsuf, 35-37

l-  Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarının Rüyasını Tabir Etmesi: 12/Yûsuf, 41-42.

m- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarını Hakka Dâveti: 12/Yûsuf, 36-40.

n-  Yusuf’un (a.s.), Mısır Padişahının Rüyasını Tabir Etmesi ve Zindandan Kurtulması: 12/Yûsuf, 43-54.

o-  Yusuf’un (a.s.), Mısır Kralından Hazineyle İlgili Görev İstemesi: 12/Yûsuf, 54-56

p-  Yusuf’un (a.s.) Mısır’ın Hazinelerinin Başına Geçmesi ve Kardeşleriyle Kıssası: 12/Yûsuf, 54-93.

r-  Yusuf’un (a.s.), Kardeşlerinden Bütün Ailesini Kendine Getirmelerini İstemesi ve Ailesine Kavuşması: 12/Yûsuf, 93-102.   

s-  Yusuf’un (a.s.) Kıssasında İbretler Vardır: 12/Yûsuf, 7.

      

 

EYYÛB (A.S.)

  • Eyyûb (a.s.); Soyu, Yaşadığı Zaman ve Ülkesi
  • Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb
  • Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul
  • Şeytanın Vesvesesi
  • Şifa Bulması
  • Yüz Değnek Meselesi
  • Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Eyyûb (a.s.)
  • Evlâdı
  • Eyyûb (a.s.) ve Dertlerle İmtihanı
  • Musibet ve Hastalıkların Hikmetleri
  • Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler de Rahmettir
  • Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?
  • Hastalık İnsanı Melekleştirir
  • Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk
  • Şükür ve Nankörlük, İnsanın Yüzünden Okunur
  • Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk

 

Eyyûb (a.s.); Soyu, Yaşadığı Zaman ve Ülkesi

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb’dan (a.s.) dört yerde bahsedilmiş ve hakkında çok az bilgi verilmiştir. Onun hakkındaki bu bilgiler, peygamber olarak görevlendirilmesi, üstün ahlâkı, ağır bir hastalığa yakalanması ve Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla bu hastalıktan kurtulmasıyla sınırlıdır. Konunun akışı içinde aktaracağımız bu âyetlerde, onun soyu, ne zaman ve hangi ülkede yaşadığı veya görevi sırasında nelerle karşılaştığı hususlarında bilgi bulunmamaktadır. Buna karşılık, kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kaynaklarında, Hz. Eyyûb’un (a.s.) soyu ve yaşadığı zaman hakkında farklı rivayetler aktarılmıştır. İbn İshak'ın aktardığı bir rivayete göre, Hz. Eyyûb (a.s.), Hz. Yakub’un (a.s.) Rumların atası olan oğlu Ays evlâdındandır ve soy kütüğü şöyledir: Eyyûb b. Âmûs b. Râzic (veya Ruil) b. Ays. Annesi ise Hz. Lût (a.s.) soyundandır. Hanımı da, Efrâhim b. Yusuf'un kızıdır.

Diğer bir rivayete göre, Hz. Eyyûb’un (a.s.) babası, Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrut tarafından ateşe atılması esnasında iman edip onunla birlikte hicret edenlerden biri, annesi Hz. Lût’un (a.s.); hanımı ise Hz. Yakub’un (a.s.) kızıdır. Taberî ve İbnü'l-Esir, birinci rivayeti tercih etmekle birlikte, Hz. Eyyûb’un (a.s.) hal tercümesini, Hz. Yusuf’tan (a.s.) önce vermişlerdir. Hz. Eyyûb’un (a.s.), Hz. Yakub (a.s.) zamanı nebilerinden olduğunu bildiren ikinci rivayeti buna gerekçe göstermişlerdir.[1929] Onun Hz. Dâvud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) zamanında yaşayan Arap asıllı bir nebî olduğunu ileri sürenler de çıkmıştır. Mevdûdî, Ahd-i Atik'teki Eyyûb kitabından daha güvenilir olarak nitelediği İşâyâ ve Hezeikel kitaplarına istinaden Hz. Eyyûb’un (a.s.) M.Ö. IX. yüzyıl veya daha önce yaşadığı görüşünü benimsemiştir. [1930]

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb

Az önce geçtiği gibi, Kur'ân dört yerde Hz. Eyyûb’dan (a.s.) bahsetmiştir. Bunlardan birincisi olan Nisa sûresinde Allah Teâlâ, Rasülullah’a (s.a.s.) hitaben, ona gönderdiği gibi, diğer bütün peygamberlere de vahiy gönderdiğini bildirerek onlardan bazılarının isimlerini vermektedir. Hz. Eyyûb (a.s.) da bunların arasındadır:

"(Ey peygamber) Biz, Nuh'a ve ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Tıpkı İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Dâvud'a Zebur'u verdiğimiz gibi." [1931]

En'âm sûresinde ise, yine bazı peygamberlerin isimleri sayılmakta, onların hidâyete ulaştırıldıkları ve yaptıkları iyi işler karşılığında ödüllendirildikleri bildirilmektedir.

"Bundan başka ona (İbrahim'e) İshak ve Yakub'u ihsan ettik ve her birini hidâyete erdirdik. Nuh'u da daha önce hidâyete erdirmiştik. Onun soyundan Dâvud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u, Musa'yı, Harun'u da. İşte sâlih amel işleyenleri / iyi işler yapanları böyle mükâfatlandırırız." [1932]

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb’un (a.s.) isminin üçüncü defa zikredildiği Enbiyâ sûresinde Cenab-ı Hak, bazı peygamberlerine verdiği imkânlar ve onlara yaptığı yardımlardan bahsederken, Hz. Eyyûb’un (a.s.) yakalanmış olduğu hastalıktan kurtulmak için yaptığı duaya da işaret etmiş ve onun bu duasını kabul ettiğini, ona şifa ile birlikte yeniden evlât ve bol miktarda mal verdiğini açıklamıştır. Ayrıca onun bu durumunu, musibetlere mâruz kalan mü'minlerin, bu belâların giderilmesini Allah'tan istemeleri ve ihlâsla O'na sığınmaları hususunda örnek göstermiştir:

"Eyyûb'u da hatırla! O, bir zaman rabbine, 'Doğrusu ben bir hastalığa yakalandım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin, bana merhamet et!' diye duâ etmişti. Bunun üzerine duasını kabul ettik ve onu yakalandığı dertten kurtardık. Ayrıca katımızdan bir rahmet ve bize kulluk edenlere bir ders olmak üzere, ona aile fertlerini ve onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik." [1933]

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb’dan (a.s.) son kez bahsedilen Sâd süresindeki âyetlerde (41-44) de onun hastalığı ve Allah'ın lütfuyla şifa bulması hakkında bilgi verilmiştir. Burada, önceki bilgilere ilâve olarak, onun yakalandığı dertten nasıl kurtulduğuna, malına mülküne yeniden kavuştuğuna, engin sabrına ve hanımıyla ilgili bir duruma işaret edilmiş; ayrıca onun Allah'a yönelen çok güzel bir kul olduğu belirtilmiştir:

"Kulumuz Eyyûb'u hatırla! Hani bir zaman o, Rabbine, 'Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıstırap dokundurdu!' diye nidâ etmişti, ona, 'Ayağını yere vur! İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su!' dedik. Nezdimizden bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere Biz, ona aile fertlerini ve önceki mal-mülkünü bahşettik, bir o kadar da artırdık. Biz, Eyyûb'a, 'eline bir demet sap alıp onunla hanımına vur, yeminini bozma!' demiştik. Gerçekten Biz, onu sabırlı bulmuştuk. O, ne güzel kuldu! Daima Allah'a yönelirdi." [1934]

Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında verdiği bilgiler, bunlardan ibarettir. Görüldüğü gibi, orada onun peygamber olduğunun bildirilmesi ve güzel ahlâkı yanında sâdece hastalığı ve Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla bu hastalıktan kurtuluşundan söz edilmiştir. Bu hastalığından bahsedilirken de, duyduğu rahatsızlık yüzünden yaşadığı acıyı şeytana nispet etmesi, Yüce Allah'ın emrine uyarak hastalıktan şifa bulma şekli, yeniden mal mülk ve evlâda kavuşması, hastalığı sırasındaki bir yemini ve bu yeminini yerine getirmesiyle ilgili tavsiyeye yer verilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de, onun hastalığının sebebi, ne tür bir hastalık olduğu ve safhaları hakkında bilgi yoktur. Tevrat ve diğer kaynaklarda anlatılanları bir tarafa bırakıp, sâdece âyetlerdeki bilgileri esas aldığımız takdirde, onun bu hastalığının, diğer peygamberlerin tâbi tutulduğu imtihanlar cinsinden, derecesinin yükseltilmesine vesile kılınan bir imtihan olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Eyyûb (a.s.), büyük bir sabır göstererek bu imtihanı başarıyla tamamlamıştır. Şimdi onun hastalığıyla ilgili olarak sâdece Kur'ân'da işaret edilen hususları ve bu konularda yapılan açıklamaları vermek istiyoruz:

Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul

Allah Teâlâ, mealini aktardığımız son âyette, hastalığı sırasında gösterdiği fevkalâde sabrı ve tevekkülü dolayısıyla Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur: "Gerçekten Biz, onu sabırlı bulmuştuk. O, ne güzel kuldu! Daima Allah'a yönelirdi." [1935]

Kavmine peygamber olarak görevlendirilen Hz. Eyyûb (a.s.), tefsirlerde ve diğer kaynaklarda anlatıldığına göre büyük bir zengindi. Geniş topraklar, bağlar, bahçeler ve kalabalık sürüler sahibiydi. Son derece sağlıklı bir bünyeye sahip olup çok sayıda çocuğu vardı. Ömrünün bolluk ve sağlık içinde geçirdiği yıllarında, varlıklı ve sağlıklı bir kulun yapabileceği en güzel kulluk şeklini göstermişti. Son derece muttaki, Allah'ın verdiği nimetlere şükreden ve muhtaçlara yardımcı olan bir kul olmuştu. Dünya malı hiçbir şekilde onu tuzağına düşürememişti. Bunlarla alâkalı olmalı ki, Yüce Allah, onu kendisine bol bol verdiği bu nimetlerle, çocuklarının çokluğu ve bedeninin sıhhatiyle imtihan etmek istedi. Onu malını mülkünü ve ardından yakınlarını elinden almakla imtihan etti. Bütün mal varlığını ve çocuklarını kaybeden Hz. Eyyûb (a.s.), aynı zamanda ağır bir hastalığa yakalandı. Bu durumda ise o, hasta ve muhtaç sâlih kullar için örnek bir hayat yaşadı. Başına gelen bu sıkıntılara karşı sabır zırhına bürünerek Allah'a hamdine ve yoğun ibâdetine devam etti. Asla kırgınlık göstermedi, büyük bir tevekkülle Allah'tan gelen her şeye râzı olduğunu gösterebilmek için elinden geleni yaptı. Bolluk zamanında olduğu gibi, darlık hallerinde nasıl olunması gerektiği hususunda sâlih kullar için güzel bir örnek oldu. Hatta neticede, Allah Teâlâ tarafından "sabırlı, güzel bir kul olarak tanıtılma" yanında, sabırlı kişiler hakkında en önemli örnek hâline geldi. Rivayete göre sâliha bir hatun olan hanımı da, bollukta ve darlıkta ondan farksızdı. Nimetlere şükretmesini bilen bu bahtiyar kadın, sıkıntı ve ağır hastalık günlerinde, kocasını terk etmedi, onu yalnız bırakmamak için elinden geleni yaptı ve her türlü hizmetini yürütmeye çalıştı.

Şeytanın Vesvesesi

Müfessirler, Sâd sûresindeki âyette, Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı sırasında duyduğu meşakkat ve acıyı, şeytana nispet etmesinin yanlış anlaşılabileceğini düşünerek, bu işin hakikatini şöyle açıklamışlardır; Hz. Eyyûb (a.s.), "Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıstırap dokundurdu!" [1936] derken, şeytanın insanlar üzerinde hastalık ve sıkıntı meydana getirdiğini veya onun böyle bir güce sahip olduğunu kasdetmemiştir. Zâten şeytanın böyle bir gücü de yoktur. Çünkü böyle bir güce sahip olması durumunda insanların onun kötülüklerinden kurtulmaları mümkün olamazdı. Şeytanın insanlar üzerindeki yetkisi, vesvese vermek suretiyle onları etkilemesinden ibarettir. Hz. Eyyûb’un (a.s.) kasdettiği de işte bu vesvesedir. Şeytanın Hz. Eyyûb’a (a.s.) verdiği vesvesenin keyfiyeti hakkında ise farklı açıklamalar yapılmıştır. Bu hususta söylenenler özetle şöyledir:

Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı şiddetlenince, ona gelen şeytan, önceden sahip olduğu nimetleri ve o andaki hastalığını hatırlatarak, onu rahatsız etmeye çalışırdı. Veya vesvese suretiyle gelir, sıhhat bulamayacağından bahsederek onun zihnini karıştırırdı. Yahut eşine, "Kocan bana itaat ederse, hastalığını gideririm" der, bunun üzerine eşi, şeytanın sözlerini aktararak Eyyûb'u rahatsız ederdi. Bu yollardan hangisiyle olursa olsun, onun vesvesesi kendisini rahatsız ettiğinden, Hz. Eyyûb (a.s.), onun şerrinden kurtulmak için Allah'a duâ etmiştir. Bu hususta Mevdûdî, şöyle demektedir:

"Hz. Eyyûb (a.s.), 'Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıstırap dokundurdu!' ifadesiyle, şeytanın bir musibet ve hastalık verme gibi bir güce sahip olduğunu söylemek istememiştir. Zîrâ Hz. Eyyûb (a.s.), şiddetli bir hastalığa yakalanması, tüm servetini ve evlâdını kaybetmesi ve tüm yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden ziyâde, şeytanın vesvese yoluyla kendisine eziyet etmesinden yakınıyordu. O, 'Şeytan bana vesvese vererek me'yus olmamı istiyor, beni nankör olmaya sevk ediyor ve sabrı terk etmem için elinden geleni yapıyor' demek istiyordu."[1937]

Şifa Bulması

Kur'ân-ı Kerim'de açıklanan diğer bir husus, Hz. Eyyûb’un (a.s.) şifa bulmak için yaptığı duânın Allah Teâlâ tarafından kabul edilmesi ve hastalıktan kurtulması için ne yapması gerektiğinin bildirilmesidir. Cenab-ı Hak, ona "Ayağını yere vur! İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su!"[1938] buyurarak hastalığından nasıl kurtulacağını açıklamış, bunun üzerine ayağını yere vurduğunda, oradan soğuk bir su fışkırmış ve Hz. Eyyûb (a.s.), o sudan içip ardından banyo yapınca şifa bulmuştur.

Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı, Enes b. Mâlik'ten nakledilen bir hadise göre on sekiz yıl devam etmiştir.[1939] Bu hastalığın yedi veya üç yıl sürdüğünü bildiren rivayetler de vardır. Bir hadiste de Hz. Eyyûb’un (a.s.) bu hastalığa bir çarşamba günü yakalandığı ve bir salı günü kurtulduğu belirtilmiştir.[1940]

Kendisine Yeniden Çocuk ve Mal Verilmesi

Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın, duasını kabul ederek sağlığına tekrar kavuşturduğu Hz. Eyyûb’a (a.s.), önceden olduğu gibi, çok sayıda çocuk ve büyük bir servet bahşettiğini, hatta önceki servetini ikiye katladığını da haber vermiştir:

"Nezdimizden bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere Biz, ona aile fertlerini ve önceki mal-mülkünü bahşettik, bir o kadar da artırdık." [1941]

"Bunun üzerine duasını kabul ettik ve onu yakalandığı dertten kurtardık. Ayrıca katımızdan bir rahmet ve bize kulluk, edenlere bir ders olmak üzere, ona aile fertlerine ve onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik." [1942]

Rasülullah (s.a.s.) ona bahşedilen nimetlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur;

"Eyyûb peygamber bir gün çıplak olarak yıkanırken, üzerine altın çekirgeler düşmeye başladı. Eyyûb, onları toplayıp elbisesinin içine doldurmaya başlayınca, Cenab-ı Mevlâ, 'Ya Eyyûb! Ben seni bu gördüklerine dönüp bakmayacak kadar zengin kılmadım mı?' diye seslendi. Eyyûb ise, 'Evet, izzetine yemin ederim ki, beni çok zengin kıldın; fakat ben Senin lutfettiğin bereketten müstağni olamam.' dedi!.." [1943]

Rivayete göre Hz. Eyyûb (a.s.) hastalanmadan önce yetmiş, sıhhatine kavuştuktan sonra da yetmiş yıl yaşamıştır. Ancak onun bütün ömrünün 93 yıl olduğu da söylenir.

 

Yüz Değnek Meselesi

Âyetteki "Biz, Eyyûb'a, 'Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vur, yeminini bozma!' demiştik." ibaresiyle işaret edilen hususa gelince, Fahreddin Râzî ve Beyzâvî'nin naklettiklerine göre, hastalığı günlerinde, eşi bir ihtiyaç için gittiğinde geç gelmiş, bu duruma öfkelenen Hz. Eyyûb (a.s.), "Hastalığımdan kurtulursam sana yüz değnek vuracağım!" diye yemin etmişti. Cenab-ı Hak, onun yeminini yerine getirmesi için bir kolaylık gösterdi. Çöplerden bir demet yaparak bir defa vurmasıyla yemininin yerine geleceğini bildirdi.[1944]

Başka bir rivayete göre ise, hastalığı arttığında hanımı, "Sen duası makbul bir adamsın, dua et de Allah şifanı versin!" deyince, "Biz yetmiş yıl nimetler içinde yüzdük, yetmiş yıl da belâ ve sıkıntıya sabredelim! Allah bana şifa verirse sana yüz sopa vuracağım." diye yemin etmiştir. Elmalılı, bu konu hakkında şöyle der:

"Deniliyor ki, Hz. Eyyûb (a.s.), bir hâdise dolayısıyla eşine yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak gösterilmiş, şer'î ceza ve yeminlerde bu "Eyyûb ruhsatı" adıyla bâkî kalmıştır. Âyette ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için, daha geniş mânâlara ihtimali vardır. Bizim kanaatimizce bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmıyor, eli altında bir cemâat kurulması gerektiğini de anlatmış bulunuyor." [1945]

Derveze, Hz. Eyyûb’a (a.s.) verilen bu ruhsatı, Allah'ın kulları için, tehlike, zarar ve günâha düşürecek problemlerden kurtulmaları hususunda meşru vesilelere tevessül edilmesine izin verdiğine delil olarak değerlendirmekte ve bunun Kur'ân'ın tekrarlarla prensip haline getirdiği bir kaide olduğunu söyleyerek çeşitli örnekler vermektedir.[1946] Hz. Eyyûb’a (a.s.) tanınan ve Allah'ın onun vefakâr eşine büyük bir lütfu kabul edilen bu uygulama, fukahâ arasında çeşitli görüşlere mesnet olmuştur.[1947]

Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Eyyûb (a.s.)

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında verilen bilgiler yukarıda aktardıklarımızdan ibarettir. Bu bilgilerin dışında onun kavmi, mensup olduğu aile, yaşadığı dönem, hayatı ve özellikle, meşhur hastalığı ile ilgili olarak diğer kitaplarda pek çok şey söylenmiştir. Bu bilgilerin ekserisinin kaynağı Tevrat veya Ehl-i Kitabın elinde bulunan diğer bazı kitaplardır. Onun yakalandığı şiddetli hastalık ve rahatsızlığı esnasındaki durumu hakkında söylenenlerin ekseriyetinin uydurma olduğu açıktır. Onun hakkındaki bu bilgileri özet olarak vermek ve bilhassa uydurma olduğu bilinen rivayetlere işaret etmek istiyoruz:

Ahd-i Atik, Hz. Eyyûb’un (a.s.) başından geçenleri tafsilatıyla anlatmaktadır. Burada onun Edom diyarının bir bölgesi olan ve Ölü Deniz'in güneydoğusunda yer aldığı söylenen veya Celîle gölünün kuzeydoğusundaki Haran’la aynı yer olduğu ileri sürülen Uts bölgesinde yaşadığı bildirilmektedir. Kendi adını taşıyan kitapta anlatıldığına göre, o, yedi oğul ve üç kız babasıdır; binlerce koyunu ve devesi, pek çok kölesi vardır. Şarktaki insanların en büyüğüdür. Bütün bunlarla birlikte son derece kâmil bir insandır, Allah'tan hakkıyla korkar ve bütün kötülüklerden kaçınır. Bir defasında Rab, onun bu durumunu şeytana hatırlatınca, onu kıskanan şeytan, onun Allah'tan korkusunun, malının elinden alınma endişesinden kaynaklandığını söyler. Bunun üzerine Allah, Hz. Eyyûb'u denemek için şeytana onun malını mülkünü tahrip imkânı verir. Şeytan, onun çocuklarını öldürür ve bütün mallarını tahrip eder. Ancak Eyyûb, şeytanı yanıltmıştır. Bütün bu sıkıntıları büyük bir tevekkül ile karşılar, Allah'ın hükmüne teslim olarak, hamd ve şükrünü devam ettirir.[1948]

Hz. Eyyûb’un (a.s.) peşini bırakmayan şeytan, bu defa Allah'tan onun ağır bir hastalıkla denenmesi için izin alır. Neticede onun bütün vücudu çıbanlarla kaplanır. Çıbanları kazımak için bir çömlek parçası alır ve küller içinde oturur. Onun bu durumuna üzülen karısı, "Allah'a lanet et de öl!" der. Eyyub, bütün bunlara rağmen, hastalığının ilk günlerinde büyük bir sabır örneği sergiler ve önceden olduğu gibi şükrüne devam eder. Ancak hastalık uzayınca yakınmaya başlar ve bu yakınmalar giderek isyana ve doğduğu güne lanet yağdırmaya dönüşür. Bunun büyük bir haksızlık olduğunu söyler.[1949] Allah'ın bu isyanı sebebiyle kendisini kınamasına kadar isyan ve şikâyetlerini devam ettirir. İşte o zaman pişman olup isyanına tevbe eder. Onu bağışlayan Allah, hastalıktan kurtarır, önceki çocukları sayısınca çocuk ve önceki servetinin iki katı da mal verir. Hz. Eyyûb (a.s.) bu musibetten sonra 140 yıl daha yaşar.[1950]

Görüldüğü gibi, Kur'an'da tanıtılan Eyyûb ile Kitab-ı Mukaddes'te tanıtılan Eyyûb arasında önemli bir fark vardır. Kur'an, daha önce de belirtildiği gibi, onu, Allah'a kulluk hususunda mükemmel bir örnek, sabır ve metanet âbidesi bir şahsiyet olarak takdim eder. Ancak Kitab-ı Mukaddes'in Eyyûb kitabında tanıtılan Eyyûb, sabırdan ziyâde sabırsızlığıyla ve sonuçta isyanıyla dikkat çeker. Gerçi bu kitabın ilk bölümündeki Eyyûb, Kur'ân'ın tanıttığı Eyyûb'a benzer. O, Allah'tan korkan mükemmel bir insandır. Ancak daha sonraki bölümlerde, açık bir isyankârdır. Kitabın bu iki bölümündeki çelişki, bu kitabın tahrif edildiğinin, dolayısıyla oradaki bilgilerin önemli bir kısmının Allah sözü olmayıp insanlar tarafından uydurulup ona isnâd edildiğinin açık bir delilidir.

Diğer taraftan, Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı, Tevrat'taki rivayetlerde insanların kendisinden nefretini gerektiren bir hastalık şeklinde anlatılmıştır, Kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında geçen bu yöndeki malûmat da, tamamen İsrâilî kaynaklardan alınmış bulunmaktadır.[1951] Onun hastalığı hakkında Kur'ân-ı Kerim ve güvenilir hadis kaynaklarında bulunmayan bu tür rivayetlerin önemli kısmının sonradan uydurulduğu açıktır. Çünkü peygamberler, kendilerinden nefrete ve uzaklaşmaya yol açacak, insanları tiksindiren her türlü hastalık ve noksanlıklardan korunmuşlardır.[1952] Bu korunmuşluk, yürüttükleri önemli görevin zarurî bir şartıdır. Daveti yürütecek kişilerin halk ile birlikte olmasını ve onları doğru yola çağırmasını engelleyen, insanları onlardan uzaklaştıran bu durumlar, peygamberlik hikmetine aykırı görülmüştür.

Evlâdı

Bâzı tarihçiler, çok sayıda çocuk sahibi olduğu bildirilen Hz. Eyyub’un (a.s.) haklarında bilgi olan iki oğlundan bahsederler. Bunlardan biri, Havmel, diğeri ise, kendisinden sonra peygamber olarak görevlendirildiği belirtilen ve "Zülkifl" olarak isimlendirilen Bişr'dir. Hayatını Anadolu veya Şam'da geçiren Bişr (a.s.), 75 veya 95 yaşında ölmüştür.[1953]

Eyyûb (a.s.) ve Dertlerle İmtihanı  

“Eyyûb’u da an. O, Rabbine: ‘Bu dert bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye duâ etmişti. Biz onun duâsını kabul ettik, kendisine bulaşan derdi kaldırdık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir öğüt olarak âilesini ve onlarla beraber bir katını daha verdik.”[1954] Eyyûb’a (a.s.) dokunan dert hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazı tefsirlerde ve peygamberler tarihinde, bazen çok abartılı ve bir peygamber için düşünülmeyecek itici hastalıklar isnâd edilmiştir. Bunların doğruluğu sâbit değildir. Şeklini tam olarak bilmesek de, şurası bir gerçektir ki, Eyyûb (a.s.) istenmedik bazı durumlarla imtihan edilmiş, bazı dertlerden mustarip olmuştur. Bu istenmedik durumdan kurtulmayı, kendisine sıkıntı veren şartların değişmesini, dertlerin giderilmesini Allah’tan istemektedir. Fakat Eyyûb’un (a.s.) tutum ve düşüncesinde herhangi bir taşkınlık, isyan, bağırıp çağırarak sızlanma görülmemektedir. Allah’a olan güveni, O’na dayanması, derdinin giderilmesi için O’ndan yardım istemesi, dertten kaynaklanan fiziksel ve ruhsal acılara katlanmaya çalışması, içinde bulunduğu şartları olduğu gibi kabullenmesi, Eyyûb’u (a.s.) örnek bir kişilik olarak ön plana çıkarmıştır: “Gerçekten Biz onu sabreden bir kul bulmuştuk. Ne güzel kuldu. O, daima Bize başvururdu.”[1955] Peygamberler de birer insan oldukları için, hastalanabilirler. Bu doğaldır, normaldir. Gülerler, ağlarlar, ıstırap çekerler. Bunlarda hiçbir anormallik yok. Ama, Eyyûb’a (a.s.) nisbet edilen hastalık üzerinde çok fazla durulmuş, hakkında ileri geri pek çok lüzumsuz ve anlamsız şeyler söylenmiştir. Peygamberler hakkında asla câiz görülmeyecek haller kendisine nisbet edilmiştir. Bu konudaki asılsız haberler, asırlardan beri, işin iç yüzünü bilmeyenlerce, bir gerçekmiş gibi halka anlatılmış, böylece de güya Eyyûb’un (a.s.) ne sabırlı bir peygamber olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Gözyaşı döken cemaatler, hatipleri biraz daha coşturmuş ve böylece de Eyyûb Peygamber'in ismi etrafında söylentiler, hayallerin hızı nisbetinde her gün biraz daha mecrâsından saptırılmıştır. Hâlbuki gerçek, hiç de öyle değildir. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı ile ilgili bildiğimiz tek hak nokta, onun duâsı esnâsında Allah'a şöyle niyaz etmesidir: "Başıma bir belâ geldi (Sana sığındım), Sen merhametlilerin merhametlisisin." [1956]; "Kulumuz Eyyûb'u da an; Rabbine 'Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azâb verdi' diye seslenmişti."[1957] Meal itibarıyla birbirine yakın bu iki cümle dışında Kur'an ve hadislerde Eyyûb’un (a.s.) hastalığının mâhiyeti ile ilgili hiçbir bilgi yoktur. O halde Kur'an'ın verdiği bu bilgi ile yetinmeli ve teferruata girmemelidir. Bazı Tefsir ve İslâm Tarihi kitaplarında, Eyyûb’un (a.s.) hastalığının uyuz veya çiçek ya da cüzzam olduğu söylenmiştir. Fakat bunların hiçbirine itibar edilemez, doğruluklarına inanılamaz. Bu eserlerde anlatıldığına göre, güya yıllarca devam eden hastalık sonucu Eyyûb'un vücuduna kurtlar düşmüş ve bu kurtlar yaraların içinde ve dışında, sağda-solda fokur fokur kaynar vaziyete gelmişlerdir. Yaraların kurtlanması sonucu dayanılmaz kokular hâsıl olmuş ve yanına kimse sokulamamıştır. Bu halde iken bile Eyyûb (a.s.), yaralardan düşen kurtları geri koymuş ve "Ye! Senin daha nasibin var" demiştir. Hz. Eyyûb'un sabrının ne dereceye ulaştığını isbat husûsunda ortaya atılan bu rivâyetler yalandır, asılsızdır. Bunlar reddi gerekli olan İsrâilyyât cinsindendir. Eyyûb'un ibtilâsı konusunda olduğu gibi, sabrı konusunda söylenenler de İsrâiyyatla dolmuş ve gerçekler gölgelenmiştir. Allah'ın seçkin bir kulu ve nebîsi olan bir kişiye yakıştırılan bu halleri kitaplara yazmak, bunları hak adına halka anlatmak günahtır. Bir peygamberin sabrını ortaya koymak için yaralarına kurt düşürmek şart mıdır? Kezâ düşen kurtları yerden alıp tekrar yaraya koymak çok mu gereklidir? Bunlarla insanlar dine ısındırılmak isteniyorsa, hata ortadadır. Temizliği bir ölçüde benimsemiş kişi bunları duyunca nefret eder. Hatta Eyyûb’a (a.s.) atıp tutar. Bu yolla da insanlar peygamberlerden soğur ve uzaklaşır. Bu tür rivâyetleri ortaya atan ve bunları halk arasında yayanların muhtemelen, böyle hâince maksatları da olabilir. Rivâyetlere bakılacak olursa, Eyyûb'un yaralarına kurt düşüp çevreyi çok fena ve dayanılmaz bir koku sarınca kasaba halkı kendisini şehirden çıkarmış ve bir çöplüğe atmıştır. Eşinden başka herkes ondan uzaklaşmış, yanına kimsecikler uğramaz olmuştur. Kendisi yıllarca bu çöplükte kalmıştır…

Allah elçileri maddeten ve mânen temiz insanlardır. Görevleri gereği toplum içinde yaşarlar. Hiçbir peygamber, insanları nefrete boğacak, çöplüklere atılacak tarzda hasta olmaz. Bunlar, câiz görülmesi aklen ve naklen asla mümkün olmayan ve yalan olduğuna inanmanın gerekli olduğu İsrâiliyyat türündendendir. Rivâyetleri doğrulayacak elimizde hiçbir sahih senet yoktur. Bilinmelidir ki, nefret uyandıran hastalık ile peygamberlik birbirine zıt şeylerdir. [1958]   

 

 

Musibet ve Hastalıkların Hikmetleri                                                                                                                    

Musîbet

İnsanlığa rahmet olarak gönderilmiş o büyük peygamber, Taiflilerin saldırısından kurtulduktan sonra, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle seslenmişti: "Yâ Rabbi! Gerçekte benim üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin bana karşı bir gadap ve öfkenden ileri gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem ve gönülden tahammül ederim."

Musîbete karşı takınılan tavır, aynı zamanda iman ile nifakın arasını ayıran ve münafık tiplerin kalplerindeki nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani imanlar, bazen zenginlik ve rahatlıkla; bazen de musibet ve zorlukla sınanır.

Müslümanlar savaşta bir başarısızlığa (musîbete) uğradığı zaman münâfklar, onlarla beraber olmadıkları için sevinirler ve bunu kendileri için bir nimet sayarlar. Allah Teâlâ gerçek anlamda nimetlendirilenlerin musibetlere uğrayıp bunlara sabreden kimselerden başkaları olmadığını ve farklı düşünenlerin ise kalplerinde hastalık bulunan tipler olduğunu bildirmektedir: "Şüphesiz ki içinizden (savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet geldiği zaman (onlar) ‘Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım’ der." [1959]

Diğer bir musîbet de, insanların işledikleri kötü amelleri ve kalplerindeki nifak ve küfürlerinden dolayı muhatap oldukları musibettir. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda kullanılan musîbet kelimesi ile, bu kötülüklere karşı bir cezalandırma kasdedilmektedir: "Başınıza gelen bir musîbet kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O, işlenenlerin birçoğunu da affeder." [1960]

Münâfıkların hallerinden söz edilen başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur halleri..." [1961]

İşlenilen kötü amellere karşılık âhirette acıklı Cehennem azabına uğrayanların durumları da musîbet olarak nitelendirilmektedir: "Eğer onlar (Yahudiler) işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman; ‘Rabbimiz bize Peygamber gönderseydin de biz de senin âyetlerine uyup mü'minlerden olsaydık ya’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)." [1962]

İnsanların başına gelen bütün musîbetler Allah Teâlâ'nın izni ve takdiri dâhilinde ortaya çıkmaktadır: "Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musîbet yoktur ki Biz onu yapmadan önce Levh-i mahfuz'da yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." [1963]; "Allah'ın izni olmadan kulun başına hiç bir musibet gelmez..." [1964]

Bu anlamda, ölüm olayı da bir musibet olarak zikredilmektedir: "... Veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse..." [1965]

Allah, insanı yaşadığı hayatta sınamaktadır. Bu ömür sonunda sağlığını, ömrünü nasıl geçirdiğini kendisine soracaktır. Her şey gibi hastalık da bir imtihandır. Hastalığın bildiğimiz ve bilemediğimiz büyük hikmetleri vardır. Mü’min açısından, hastalığın derece terfîine ve günahların affolunmasına sebep olacağı ümid edilir.

İmam Gazzâlî, insanların başına gelen musîbet ve hastalıkları üç kısma ayırmıştır:

 

1- Münâfığın hastalık ve musîbeti: Allah’a itirazda bulunduğu için ona gelen musîbet ve hastalıklar cezâ olur.     

 

2- Mü’minin hastalık ve musîbeti: Allah’tan geldi diyerek sabrettiği için onun musîbeti günahlarına keffâret olur.

 

3- Şükür makamında olan mü’minin musîbeti: Bu da hastalığında Allah’a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.

 

En Ağır İmtihan Peygamberlerin İmtihanıdır

Sahabelerden Sa’d rivâyet ediyor: Dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” [1966]  

 

“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” [1967]

İbn Mes’ûd’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Bir zaman Nebî (s.a.s.)’nin yanına girdim, kendisi sıtmaya yakalanmıştı. Elimi vücuduna dokundurdum ve: ‘Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz’ dedim. “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıstırap çekiyorum” buyurdu.” [1968]

Sahâbelerden Abdullah ibn Mes'ûd diyor ki: ‘Rasûlullah’ın huzuruna girdim; Yâ Rasulallah, dedim, çok ateşin var. “Evet dedi, “Ben sizden iki kişinin hastalığı kadar hastalanırım.” Ben: ‘Şu halde, senin için ecir vardır’ deyince buyurdu ki: “Evet, aynen öyle. Hiçbir müslüman yoktur ki, ona bir diken ve daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey isâbet etsin de, Allah o şeyi, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, o müslümanın günahlarına keffâret kılarak günahları ondan dökmesin.” [1969]

 

Büyük İnsanlar, Zor Sınavlardan Başarıyla Geçenlerdir

“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (İlâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” [1970]

 

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, bir mü’min için hayrına olmayan bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şayet mü’mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şayet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.” [1971]  

 

"Yüce Allah buyuruyor ki: 'Mü'min bir kulumu bir hastalığa müptelâ ettiğim zaman Bana hamd ederse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temiz olarak yatağından kalkar. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ben kulumu bağladım, sınadım (şimdi ey meleklerim:) sağlam iken ona yazdığınız sevaplar gibi hastalık zamanı için de aynı sevapları yazın." [1972]

 

“Allah, bir kulu sevdiği zaman onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinizin hastasını sudan korumaya devam etmesi gibi.” [1973]

 

“Allah Teâlâ buyurur ki: ‘Kulumu iki sevgilisiyle (iki gözüyle) imtihan edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabrederse iki gözüne karşılık olarak ona Cenneti veririm.” [1974]

“Bu hastalığa tutulup sabrederek ecir umarsan, karşılık olarak sana Cennet vardır.” [1975]

İbn Abbas, bir arkadaşına şöyle demiştir: “Ey Atâ! Sana Cennet kadınlarından bir kadın göstereyim mi?”  O da “evet, gösterin” demesi üzerine İbn Abbas şöyle demiştir: “Şu (gördüğün iri yapılı ve uzun boylu habeşî) siyah kadın yok mu? Bu kadın bir kere Nebî’ye (s.a.s.) gelip: ‘Yâ Rasûlallah! Ben sâra hastasıyım, sâra nöbetim gelince de (bayılıyor) açılıyorum, Allah’a benim için duâ buyurun’ dedi. Hz. Peygamber: “Ey kadın! İstersen hastalığına sabret. Buna karşılık sana Cennet vardır. Veya sıhhat vermesi için Allah’a duâ edeyim” buyurdu. Kadın ‘hastalığıma sabrederim; ancak, açılıyorum, açılmamam için Allah’a duâ buyurun’ deyince Rasûl-i Ekrem duâ buyurdu (Mahrem yerleri açılmaz oldu).” [1976]   

 

“Bir musîbet, bin nasihatten iyidir.” [1977]

 

      Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler de Rahmettir

Dünya bir tiyatro sahnesidir. Hepimize kader, farklı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu dünya sahnesinde, rolümüzü beğenmeyip ille zengin, güzel ve yakışıklı role özenmek usta oyuncuya yakışmaz. Bize hangi rolün daha iyi gideceğini bizi bizden iyi tanıyan yönetmen takdir etmektedir. Doğru olan, bize verilen rolü en güzel oynamak ve göz perdelerimiz kapanınca alkışları hak etmek, yüce senarist ve rejisörden ödül almaktır.

Bazı insanların kör, topal, sağır olarak yaratılmaları da hem kendilerine, hem başkalarına rahmet olabilir. Biz bunu çoğu zaman bilemeyebilir, fark edemeyebiliriz. Asıl olan sıhhattir. Hastalık ârızîdir, geçicidir. Sağlık bizim için rahmettir. Ama hastalık da birçok rahmete vesile olabilir. Düşünelim ki doktor, hastalarına baklava dağıtırken iki kişiye baklava vermiyor. O iki hasta rica ediyor, yalvarıyor ama doktor yine vermiyor. Dışarıdan birisi doktorun haksızlık yaptığını, o iki hastaya bir kastı olduğunu zannediyor. Doktordan durumu sorduklarında ise o ikisinin şeker hastası olduğu veya tatlı şeylerin o hastalar için zararlı olduğu belli oluyor.

Kehf suresinde Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) ile bir sâlih kulun yolculuğunu anlatır. Mûsâ (a.s.) ile o sâlih zat bir gemiye binerler. O sâlih zat gemide hasar meydana getirir. Mûsâ (a.s.): "Gemiye niçin zarar verdin?" diye sorduğunda cevap vermez. Uzun bir yolculuktan sonra yaptıklarının hikmetini Hz. Mûsâ'ya açıklar: "Gemi fakirlerin idi. Arkadan gelmekte olan bir kral (korsan) o gemiyi gasp edecekti. Ancak ben onu ayıplı hale getirince gasp etmedi" [1978] der.

İsyanın zaten faydası da yoktur; zararı ise hem dünyada, hem âhirette görülecektir. Allah'tan gelen hastalık ve benzeri sıkıntılara çare aramakla birlikte sabreden, hamdini kesmeyen kişiye ise bu rahatsızlıklar, dünyada olgunluk, âhirette ise büyük mükâfat sebebi olacaktır. O yüzden hastalık da rahmettir. Hastanın isyan etmeksizin, çaresini aradığı halde bulamadığı için çektiği sıkıntıları, inlemeleri, günahlarına keffâret olabilir. Musibetler de insana rahmet olabilir; günahlarına mukabil dünyevî cezalarla insan esas azaptan kurtulmuş olabilir. İnsanlık, isyanla değil; verilen emanetleri verildiği doğrultuda kullanarak dünyada gönül rahatlığı, âhirette Rabbin rızâsını ve cennetini elde etmeye çalışmalıdır.

"Mademki Allah Rahmândır, dünyada kullar arasında ayrım yapmaz, peki niçin insanların akılları eşit değil?" diyor bazıları. Eğer akıllar ve bedenî güçler bütün insanlarda eşit olsaydı, ilim gelişmez, keşifler yapılmazdı. Evlerin plânı, rengi, bahçeler, yollar aynı tip ve renk olur, hayat çekilmez hale gelirdi. Spor karşılaşmaları, güreşler, koşular, bilgi yarışları yapılmaz, heyecan, zevk, neşe denen şey olmazdı. Çünkü güçler ve akıllar eşit. Herkes aynı saniyede aynı metreyi koşacak, rekorlar, rekabetler olmayacaktı. Bir güle bakan binlerce kişi, aynı kelimelerle aynı vezinle aynı şiiri yazacaktı.

 

Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?  

 

Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Evvelâ, kimse O’na karışamaz. O’nun yapmak istediğine müdâhale edemez. Senin zerrelerini yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır. İnsanî hüviyeti bahşeden Allah’tır. Sen daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında hak iddia edesin. Eğer karşılığında Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “bir göz verme, iki göz ver!” demeye belki hak kazanırdın. “Bir el verme, iki el ver bana” demeye; “niye iki tanede değil de; bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hak kazanırdın. Sen Allah’a bir şey vermemişsin ki, -hâşâ- Allah’a adâletsizlik isnâdında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık yapılmış olsun!

Allah Teâlâ, seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak... Dikkat etsen, senin altında birçok mahlûkat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

Yüce Allah bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip o insanın duygularında inkişaf başlatırsa, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki, bu ona, Allah’ın lutfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid etme gibi... Bir insan Allah yolundaki bir cihadda şehid olur ve büyük mahkemede, Allah’ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları: “Keşke Allah bizi de cihad meydanında şehid ettirseydi!” derler. Dolayısıyla böyle bir insan, çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey, ona oranla çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak bazı kimseler bu konuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yoldan çıkıp azgınlaşsa bile, pek çok kimselerde bu çeşit eksiklikler, daha fazla Allah’a yönelmeye vesile olmuştur, olabilir. Zararlı haşereler çeşidinden bir kısım insanların bu meseledeki kayıplarının bahane edilmesi yerinde değildir. Bu konuda esas olan keyfiyettir.

           

Yaratılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere, sanki bir mirasyedi gibi, onların farkında bile olamıyor. Konuyu şu meşhur örnek ile açıklayabiliriz: Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, gözyaşlarını silip "Yâ Rab, Sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah'ım!" diye, yalvarıp huzura kavuşuyor. O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir. Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp tesellî bulmalı. Varlıkta, ilimde ve takvâda bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret gösterebilmeliyiz.  

İnsanoğlu bu dünyada daima adâlet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adâlet yoktur. Mutlak adâlet, kıyâmet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık meseleler vardır. Bazı örnekler verelim: Işıklar âlemi içinde görünür ışınların yeri, sadede % 4 kadar bir yer işgal eder. Diğerleri: Alfa, Beta, Gamma, Radyo, Televizyon, IKS, Ultrason, Infraruj, Ultraviole, Mion, Laser, Radar ve diğer kozmik ışınlardan ibâret, görünmeyen tabiattadırlar. O halde % 96'lık göremediğimiz yanında sadece % 4'lük görüş alanımız vardır. Dolayısıyla istatistikî yönden bizim görüyoruz zannettiklerimiz bile şüpheli mevkide kalıyorlar. Yani biz çok az şeyi görebiliyoruz.

Dokunma hissimizi ele alırsak, gözlerimizin göremediği nice küçük varlıkları ve uzaktaki galaksiler ve gezegenler gibi nice büyük yaratıkları temas ederek tanımamız mümkün değildir. Diğer hislerimizin güçleri de hemen hemen bu misallerdeki gibi zayıftır ve herşeyi anlamamıza yetmez. Ancak, hislerimizin üstünde "akıl" dediğimiz en kıymetli bir varlığımız mevcut. Birçok noksan yanlarımızı onunla tamamlamak mecbûriyetindeyiz. Nitekim aklımız sâyesinde birçok cihazlar imal edilmiş ve bazı meçhullerin bilinmesi veya farkedilmesi mümkün hale gelmiştir. Lâkin meçhullerin sayıları az değil ki...

Yine akıl sâyesinde, dünyada görülen bazı dengesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ, doğuştan bir organı eksik yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim. Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla "Allah'ın adâletsizliği" değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır. Allah'ın mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun bir lütuf olduğunu fark edebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onlar, Allah katında birer gâzi kadar mübârek kişiler olabilirler. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha birçok hikmetleri anlamaktan uzaktır. Bizzat sakatların ve hastaların, Cenâb-ı Hakk'ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.

O halde, tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adâletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir taraftan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara mâruz kalış, hastalıklar ve sâir zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı -insanın gözüne sivri kalem batırılırcasına- hikmet olarak anlatılmak istenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarına rağmen, günden güne iz'ansız, ferâsetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o oranda çoğalmaktadır.

Yine, gayri meşrû çocuk edinmeler, boşanmalar, üveylikler, âile geçimsizlikleri gibi Allah Teâlâ'nın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesçe biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu hârikulâde ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saâdet arıyorsa, elbette bulamayacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder. 

Hastalık İnsanı Melekleştirir

Özellikle uzun süren hastalıklara yakalanan insanlar için hastalık, güzel bir mânevî hal verir. O kimseler, âdetâ bir ayağı dünyada, bir ayağı âhirette gibi yaşarlar. Her an Allah’a duâ eder, O’ndan medet isterler. Dünyayı kalben terk eder, gönüllerini âhirete bağlarlar. Meselâ, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, dış görünüşü itibarıyla kötü olabilir; fakat sürekli âhirete hazır bir halde bulunmak, mânen çok lezzetlidir. Âdeta her an şehâdeti bekleyen bir Allah askeri gibi, hâlis ve sırf Allah rızâsını gözeten bir ruh hâleti vardır.

Bir de hastaya bakanların durumu vardır. Görünüşte çok zor, zahmetli, sıkıntılı olan bu hizmet de hem çok sevaplı, hem çok hikmetlidir. Hastanın kazandığı mânevî hal ve sevabın bir benzeri, hastaya bakanlar için de geçerlidir. Eğer evimizde baktığımız hasta, babamız veya annemiz ise, bu hizmet bize âhiretimizi kazandıracaktır. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün!’ dedi. ‘Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorulunca şu açıklamada bulundu: ‘Ebeveyninden her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cenneti kazanamayanın.” [1979] Demek ki onları memnun etmek, Cenneti kazandıran bir hizmettir. 

      Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk

                                                                                                         

Kitabımızın ilk âyeti "Elhamdü lillâh" diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi, ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.

"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." [1980] Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: "Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti." [1981]

                                              

Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslâmî geleneğimizde "nasılsınız?" sorusuna cevap "elhamdü lillâh" idi. Şimdi, beylik bir "iyiyim"den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivayete göre; Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz,  güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: "Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!" (Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.) Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah'ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel'in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.[1982] Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.[1983] Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.

Şükür ve Nankörlük, İnsanın Yüzünden Okunur

Şükür ve Hamd, Hayata Gülümsemektir. Şükür, insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastahane ve mezarlık aynalarında görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.

Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. "Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız!" buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden dua, haşyet, takva, İslam'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslam, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı "asr-ı saâdet", yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.

Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik. Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.

Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin,  infak  etme,  verme  lezzetinin,  ibadetlerden  aldığımız  zevkin,   bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?

Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah'la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir.

Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere de yapılmalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar üzerinde düşünmemiz, Allah'ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbi ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı'yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.

Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah'tan geldiğini bilmek, O'nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O'na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibadet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür.  Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah'ın nimet ve ihsanını düşünüp O'nun rızasını istemek) ve sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek).

Hayatta zorluklar var. Sıkıntılar, gerçekleşmeyen istekler, hallolmayan problemler var. Ama hayatın güzel tarafları da çok. Zorlukla beraber kolaylık; sünnetullah, Allah’ın vaadi. Yine kolaylık istiyorsak, zorlukla beraber; unutmayalım. Zahmetsiz rahmet yok. Sıkıntılar, acılar hayatın tuzu, biberi; heyecanı, mutluluk kaynakları. Monotonluktan kurtaran, eksikliğini yaşadığımız şeylerin değerini öğreten hikmetler…

Hayat mücadelesinde hatalar yaptık, ama doğrularımız Allah’ın izniyle daha çok oldu. Kötü günlerimiz yanında iyi günlerimizin daha çok olduğu; hastalıklı günlerimiz yanında sağlıklı günlerimizin daha fazla olduğu gibi.

Hayatta ister yenelim, ister yenilelim. Ulu hakem, hükmünü, bizim oyunu ne kadar dürüst oynadığımıza göre verecektir. Yani, Pollyannacılık oynamalıyız; mutluluk oyunu. Dünya hayatı zaten oyundan ibaret, para, mal-mülk hep oyuncaklarımız. Çocuklar yapboz evlerle oynuyor, büyükler betondan evlerle; çocuklar nylon arabalarla oynuyor, büyükler sactan arabalarla. Çocuklar plastik bebeklerle oynuyor, büyükler büyük bebeklerle…

Dünya denilen salon, bir tiyatro sahnesi... Hepimize kader, ayrı ayrı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu fâni dünya sahnesinde, rolümüzden şikâyet edip illâ başrol oyuncusunun rolüne veya zengin rolüne özenmek değildir önemli olan. Usta sanatkâr, kendisine ne rol uygun görülmüşse o rolü beğenmezlik yapmaz; topal rolü verilmişse o rolün hakkını verir; fakir ve garip rolünü en güzel şekilde oynar. Hepimiz kendimizi, kendimize biçilen rolümüzü oynuyoruz. Doğru olan; bize uygun görülen rolü en güzel oynamak ve Yüce Yönetmen ve senaristten ödül almaktır. Unutmayalım, sahnedeki oyun uzun sürmez. Perdeler (gözler) kapanmak üzere. Sonra oyunu nasıl oynadığımız ortaya çıkacak, notlarımız verilecek.   

 

 

ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ

                                           

                                 

  • Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
  • Şuayb (a.s.)’ın Kavmi Medyen
  • Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi
  • Ölçü-Tartı ve Hile
  • Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
  • Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi
  • Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)
  • Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
  • Medyen Kavmi ve Günümüz

 

“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. (85)

İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! (86)

Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ (87)  

Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?!  (88)

(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ (89)

Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ (90)

Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). (91)

Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. (92)

(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” [1984]

Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi    

                                      

Şuayb (a.s.), Kur’an’da adı geçen peygamberlerden biridir. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücâdelede bulundu. Bu iki toplumla yaptığı mücâdelesi, çeşitli âyetlerde geçmektedir. Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzey batısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akabe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır.

Kur’an’ın Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu İnsanların, Hz. İbrahim’in üçüncü hanımı Katurah’tan olma oğlu Midyan’ın soyundan geldikleri iddialarına dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş oldukları halde, tümü onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zâta bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakub’un (a.s.) soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı şekilde, Hz. İbrahim’in (a.s.) çocuklarından biri olan Midyan’ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Benû Medyen (Medyenoğulları) ve onların oturduğu yerlere de, Medyen bölgesi dendi. [1985]

Şuayb (a.s.), soyu anne tarafından Lût’un (a.s.) kızına ulaştığı ve Eyyûb’la (a.s.) teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ul-Enbiyâ (peygamberlerin hatibi) denilir. İnsanlara İbrâhim’e (a.s.) bildirilen dinin emir ve yasaklarını tebliğ etti. Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb (a.s.), o kavmin asil bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb (a.s.), azgın ve sapık kavminin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve namaz kılardı. Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alış-verişte hep hile yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı. Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hilelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sahip oldukları pekçok nimetin şükrünü yapmayıp nankörlük ediyorlardı. Allah Teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için Şuayb’ı (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Şuayb (a.s.) onlara nasihatlerde bulunup Allah Teâlâ’ya şirk koşmamalarını ve yanlızca O’na ibâdet etmelerini, alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hile yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk etmemelerini söyledi. Kötülüklere devam ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını anlattı. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb’ın (a.s.) sözlerini dinlemeyip ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler. Şuayb (a.s.), bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyanları sebebiyle helâk edilen Nûh kavminin, Hûd ve Lût kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip imân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi halde kendilerinin de isyan edip helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb (a.s.)’a iman etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup Şuayb (a.s.)’a gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb (a.s.)’ı ve ona iman edenleri kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdit ettiler. Şuayb (a.s.) azgın Medyen halkının, bütün nasihatlerine rağmen imana gelmelerinden ümit kesince, onları Allah Teâlâ’ya havâle etti. Şuayb (a.s.) Allah Teâlâ’ya; “Yâ Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin en hayırlısısın”[1986] diye duâ etti.

Azgınlıklarına ve mü’minlere karşı düşmanlıklarına devam eden Medyen halkı üzerine, Allah Teâlâ azap gönderdi. Bir sayha ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı. Şuayb (a.s.) ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın bir yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tane ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb’a (a.s.) inanmak için gelenleri vazgeçirmek için çalışıyorlar, Şuayb’a (a.s.) yalancı diyorlardı. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ediyorlardı. Şuayb (a.s.) Eyke halkını Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeye dâvet etti. Şuayb (a.s.) son defâ ikaz edip puta tapmaktan vazgeçmelerini, Allah’a iman etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, onun yalancı, sihirbaz biri olduğunu ileri sürdüler. İman etmeyeceklerini açıkca söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.” dediler.

Şuayb (a.s.) bu azgın kavmi Allah Teâlâ’ya havâle etti. Allah Teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çaresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir tarafdan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup gittiler. Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı Kerim’de (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyurulmaktadır: “O gölge (zılle) gününün azâbı onları yakalıyıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.”[1987] Şuayb (a.s.), Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü.

Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Mûsâ (a.s.), kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb’ın (a.s.) kızlarına yardım ederek koyunlarını suladı. Şuayb (a.s.) ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin/güvenilir bir kimse olarak görüp koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı. Mûsâ (a.s.) orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb (a.s.), her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı va damâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra (rivâyete göre orada) vefât etti.

Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Tevrât’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb (a.s.) ve Medyen kavmi hakkında âyet-i kerimeler mevcuttur. 

Şuayb (a.s.), Hz. İbrahim’in torunlarından Mikâil’in oğludur. Annesi ise Hz. Lût’un kızıdır. [1988]

Yüce Allah’tan Şuayb’a (a.s.) kitab veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim’e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu. [1989]

Şuayb (a.s.) büyük bir hatipti. İnsanları güzel söz ve nasihatlerle aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir.[1990] Şuayb (a.s.) aynı zamanda Mûsâ (a.s.)’ın kayınpederi idi. Kızı Safura’yı Mûsâ (a.s.) ile evlendirmişti. [1991]

Şuayb’ın (a.s.) peygamber olarak Medyen’e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücâdelesi, Kur’an’da şöyle bildirilir: "Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin için daha iyidir!.. Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek İnsanları Allah yolundan çevirmeye ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!.. Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir." [1992]                                                                                                      

Görülüyor ki Şuayb (a.s.) onları Allah’a kulluk etmeye, insan haklarına saygılı olmaya, her türlü bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda sabırla hareket etmeye dâvet ediyordu. Fakat Medyen halkı Şuayb’ın (a.s.) nasihatlerini dinlemediler ve kötü hareketlerinde daha ileri gittiler. Onların bu isyan ve sapkınlıkları, Kur’an’da şöyle haber verilir: "Dediler ki: ‘Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!” [1993]

Şuayb (a.s.) onların bu taşkınlıklarına karşı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu: “(Şuayb onlara de ki): ‘Ey kavmim, size göre kabilem Allah’tan daha mı üstün ki, O’nu arkanıza atıp unuttunuz? Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır (Ondan bir şey gizli kalmaz). Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime azâbın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim.” [1994]

Her türlü mücâdelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah’ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azâbı hak etmişti: “Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular.” [1995]

Medyen halkı, kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan azâba maruz kaldıktan sonra Şuayb (a.s.) onlara acımıştı. Bu durum, Kur’an’da şöyle bildirilir: “(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!..” [1996]

Buna göre, Allah’ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah’ın azâbı ile cezâlandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezâyı hak etmiş oluyorlar.

Şuayb (a.s.) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücâdelelerde bulundu. Onlarla olan mücâdelesi ve onların isyankârlığı, Kur’an’da şöyle özetlenmektedir: “Gerçekten Eyke halkı da zâlim kimselerdi.” [1997]

Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki: “(Allah’ın azâbından) korunmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah’)dan korkun.” [1998]

Eykeliler, Şuayb’ın (a.s.) telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda bulundular. Hatta, Şuayb’a (a.s.) hakaret ettiler. Onların bu isyanı, Kur’an’da şöyle dile getirilir: "Dediler ki: ‘Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz." [1999]

Eykeliler bununla da yetinmediler. Azap isteyecek kadar ileri gittiler: "Eğer doğrulardansan, o halde üzerimize gökten parçalar düşür!"[2000] diyerek Şuayb’a (a.s.) meydan okudular. Şuayb (a.s.) onlara şöyle cevap verdi: "Rabbim, yaptığınızı daha iyi bilir.”[2001] Yüce Allah da, onlara verilen azâbı, şöyle haber veriyor: "Onu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azâbı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi. Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar" [2002]

Âyette söz konusu olan "gölge gününün azâbı" hakkında, müfessirler şöyle bir açıklamada bulunuyorlar: Eykeliler azap isteyince, güneş yedi gün müthiş bir sıcaklık yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgâr esti. Eyke’liler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o buluttan bir ateş indi ve Eyke halkı yeryüzünden silindi. [2003]

Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb’ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah’ı dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezâsını buldular. Şuayb (a.s.), kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşti.

Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb (a.s.), hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, âmâ olarak yaşıyordu. Mekke’de vefât etti. Türbesinin, Kâbe’nin batısında, Darünnedve ile Benû Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir. [2004] 

 

 

Yukarıda iktibas edilen metinde ifâde edildiği şekilde, bazıları Eyke’nin ayrı bir kavim olduğunu belirtirler. Ama, biz Eyke ile Medyen’in aynı kavim olduğu kanaatini taşıyoruz. Kur’an’da ashâbu’l-Eyke[2005] diye bahsi geçen “ağaçlı vâdilerin sâkinleri”nden kasıt, peygamberleri Hz. Şuayb’ın uyarılarına aldırmayan ve bu yüzden de, bir yer sarsıntısı ve/veya volkanik püskürtü sonucu yok olup giden Medyen halkıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Eyke kelimesinin geçtiği dört âyette de[2006] “ashâbu’l-Eyke” diye bahsedilip “kavm” kelimesiyle bahsedilmemesi, buranın Medyen’deki en önemli yerleşim yeri/şehir olduğunu düşündürmektedir. Eyke: sık ormanlık, ağaçlı vâdi demektir. Şuayb (a.s.) ve kavminin oturduğu ülke, ormanlık olduğu için, buradakilere ashâbu’l-Eyke (Eyke halkı) denilmiştir. 

Ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve orman demek olan Eyke, Şuayb Peygamber’in kavmi Medyenlilerin yurdudur. Tebuk’un kuzeyinde, Ürdün nehrinin doğu yakasında bir yer olup Leyke diye de isimlendirilmiştir. Bir görüşe göre, Eyke yerleşim merkezinin adı, Leyke ise genel olarak bu bölgenin adıdır. 

Şuayb’ın (a.s.) Kavmi Medyen

Medyen, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavmini tevhide dâvet ettiği yer olarak adı geçen ülkedir. Kur’ân-ı Kerim’de Medyen kelimesi on kere geçer. Yüce Allah Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönderdiği[2007], Hz. Şuayb onlara Allah’a kulluk etmeleri, âhirete inanmaları ve bozgunculuk yapmamaları[2008], ölçüye-tartıya dikkat etmeleri, inananları yoldan çıkarmamaları, helâl kâra kanaat etmelerini bildirdi. Kavminin ileri gelenleri ona, daha önce yumuşak huylu ve akıllı bir insan iken kendilerini niçin babalarının taptığı şeylerden vazgeçirmeye çalışıp mallarını diledikleri gibi tasarruftan alıkoymak istediğini sordular. Hz. Şuayb, kendisinin Rabbi tarafından görevlendirildiğini, onlara yasakladığı şeyleri, kendisinin de yapmadığını, böylelikle onların hallerini düzeltmeye çalıştığını ifade etti. Medyen halkı, bu söylediklerini anlayamadıklarını ileri sürüp küçümser sözler sarfederek onu tehdit ettiler, onun kendilerinden bir üstünlüğü bulunmadığını ileri sürdüler. Hz. Şuayb onlara; "Allah’tan daha mı üstünsünüz ki onu unuttunuz" deyip onları Rabbine havâle etti ve başlarına gelecek felâketi beklemelerini de ilâve etti. Bunun üzerine onu ve inananları ya şehri terketmeleri veya dinlerine dönmeleri yolunda uyardılar. İnananlar bunlara kulak asmadılar. "Rabbimiz gerçeği açığa çıkarır" diye beklediler. İnanmayanlar, onlara eğer Şuayb’e uyarlarsa ziyana uğrayacaklarını söylediklerinde o korkunç ses ve sarsıntı geldi. Medyenliler sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular, diz üstü çökekaldılar. Hz. Şuayb ve inananlar Yüce Allah’ın rahmetiyle kurtuldular[2009] Hz. Şuayb, "Ey kavmim, dedi; ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim."[2010]

Hz. Şuayb, onları Nuh, Sâlih ve Lût kavimlerinin başına gelenlerle uyardıysa da Medyen halkı dinlemedi.[2011] Peygamberleri açık deliller getirdiği halde Âd ve Semûd kavimleri, Nuh, İbrahim ve Lût kavimlerinin başına gelenler Medyen halkını da yakalamış, şehirleri başları üstünde ters dönmüştü.[2012] Yüce Allah’ın Âd ve Semûd’u nasıl helâk ettiği, vaktiyle oturdukları yerlerden bellidir. Karun, Firavun ve Hâmân da helâk edilmiştir; Medyen halkı da. [2013]

Medyen halkını ve diğerlerini helâk eden korkunç ses, onları ansızın yakalamıştı. Çekişip duruyorlardı. Sur da gâfilleri öyle yakalayacak ve o zaman peygamberlerin doğru söylediği son bir kere ortaya çıkacak. O da sadece korkunç bir sesten ibâret olacaktır. [2014]

Hz. Mûsâ (a.s.), Medyen’de yıllarca kalmıştı. O, Firavun ve çevresinin zulmünden Yüce Allah’a ilticâ edip Medyen’e yöneldi. Medyen suyu başında hayvan sulama sırasına girememiş iki kızın hayvanlarını sulayıverdi. Babaları o zaman ihtiyarlamış olan bu iki kızdan biriyle evlenip burada sekiz yıldan az olmayan uzun bir süre kaldı.[2015] Bu kızların babasının Hz. Şuayb olduğu kanaati vardır.

Dokuz hadis kitabında Medyen ismi geçmez. Hz. Şuayb, "Hatîbu’l Enbiyâ" diye bilinir. Medyenliler ticaretle meşguldüler. Hz. Şuayb’in ikazı bu yönden de dikkate alınmalıdır. Bu halk yahûdi ve hıristiyanların kutsal kitaplarında "Mudyâniler" (midianites) diye geçer. Bu ad, kuzey batı Arabistan’da Akabe körfezinin doğu kıyılarına uzanan alan içerisinde yer alan bu çöl şehri sâkinlerine Hz. İbrahim’in Keturah’dan[2016] olma oğlu Midian’dan geldiği söylenir. Hz. Yusuf’u Gilead’dan Mısır’a giderken alıp götüren Midyâni tüccarlardır[2017] Hz. Şuayb için yahûdi ve hıristiyan kutsal kitaplarında Hz. Mûsâ’nın kayınpederi olarak Yetro (Jethro, Revel) diye bahsedilir. [2018] 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi   

Allah (c.c.) Şuayb’ın (a.s.) ismini, Kur’an’da toplam on bir yerde zirketmiştir: 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 90, 95; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36. Şuayb (a.s.) ile kavmi arasındaki tevhid mücâdelesi, Kur’ân-ı Kerim’in 7/A’râf, 11/Hûd, 26/Şuarâ ve 29/Ankebût sûrelerinde gündeme gelir. Şuayb (a.s.)’ın kavmi Medyen ismi de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 10 yerde zikredilir. Kavmin diğer adı olan Eyke ise toplam 4 yerde kullanılır. 

 

“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. [2019]

İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! [2020]

Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ [2021]  

 

Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?! [2022]

(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ [2023]

Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ [2024]

Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). [2025]

Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. [2026]

(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” [2027]

 

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [2028]

 

“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve refah (hayır) içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum. [2029]

 

Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. [2030]

 

Eğer mü’min iseniz Allah’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.’ [2031]

 

Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!’ [2032]

 

Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim. [2033]

 

Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir. [2034]

 

Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.’ [2035]

 

Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ [2036]

 

(Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. [2037]

 

Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azâbın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.’ [2038]

 

Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. [2039]

 

Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah’ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” [2040]

 

“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. [2041]

 

Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de (Eyke ve Hicr) açık bir yol üzerindedir.” [2042]

 

“Hani kız kardeşin gezinip; ‘Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?’ demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni esaslı bir denemeden geçirip sınamıştık. Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Mûsâ.” [2043]

 

“Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Mûsâ da yalanlanmıştı. Böylelikle Ben, o inkâr edenlere bir süre tanıdım, sonra onları yakalayıverdim. Nasılmış Benim (herşeyi alt üst edip kökten değiştiren) inkılâbım.?” [2044]

“Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de (inkârcılıklarından ötürü helâk ettik).” [2045]

 

“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. [2046]

Şuayb onlara şöyle demişti: ‘(Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? [2047]

 

Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim [2048]

 

Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. [2049]

 

Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. [2050]

 

Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın. [2051]

 

Doğru terazi ile tartın. [2052]

 

İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. [2053]

 

Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun.’ [2054]

 

Onlar şöyle dediler: ‘Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! [2055]

 

Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bilki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. [2056]

 

Şâyet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır!’ [2057]

Şuayb: ‘Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir’ dedi. [2058]

 

Velhâsıl onu yalancı saydılar da, kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azâbı idi! [2059]

 

Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. [2060]

 

Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” [2061]

“Medyen’e doğru yöneldiğinde de: ‘Umarım Rabbim, beni doğru bir yola yöneltip iletir’ dedi. [2062]

 

Medyen suyuna vardığı zaman, su almakta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde (hayvanları su başına götürmekten çekinen) iki kadın buldu. Dedi ki: ‘Bu durumunuz ne?’ ‘Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız, yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır’ dediler.” [2063]

 

“Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerinde (nice) ömür(ler) uzayıp geçti. Ve sen Medyen halkı içinde yaşayıp da âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak (bu bilgileri sana) gönderen Biziz.”[2064]

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Böylece dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin ve ahiret gününü umud edin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.’[2065]

Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. [2066]

Âd ve Semûd’u da (helâk ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar. [2067]

Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Mûsâ onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi. [2068]

Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [2069]

 

“Onlardan önce Nuh kavmi, Res halkı ve Semûd da yalanlamıştı. [2070]

Âd ve Firavun ile Lût’un kardeşleri de (yalanladılar). [2071]

 

Eyke halkı ve Tübba’ kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [2072]

“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek (satmak) için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!” [2073]

Ölçü-Tartı ve Hile

Sıvılar ve taneli bitkiler gibi bir hacim ölçülü veya belirli bir kapla ölçülerek alınıp satılan şeylere ölçü ile satılan (mekîlât)lar denir. Zeytin yağı, gaz, arpa, mısır gibi. Günümüzde sıvı maddeler "litre" ile; katı fakat içine konulduğu kabın şeklini alabilen maddeler de "hacmi belirli bir ölçekle" alınıp satılmaktadır.

Ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylere de "tartı ile satılanlar (mevzûn)" denir. Ağırlık ölçü birimleri dirhem, dinar ve miskal gibi İslâm hukukunda ölçü alınan birimlerdir. Günümüzde bunların yerine gram, kilogram ve ton gibi ağırlık (vezn) ölçüsü birimleri kullanılmaktadır. Demir, kömür, çimento, şeker gibi şeyler tartı ile alınıp satılmaktadır.

Bazı malların ölçü veya tartıyla satılması onları standart hale getirmektedir. Bu; özellikle fâiz yasağında etkisini gösterir…

Bir toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi, karşılıklı hakların korunabilmesi için her şeyden önce ölçü ve tartının doğru ve düzgün olması gerekir. Bunu temin etmek için iki şart vardır. Biri bizzat ölçeği tam yapmak; eksik, fazla veya yanlış âlet/araç kullanmamaktır. İkincisi de, tam ve doğru alıp tartmaktır. Ölçme ve tartmanın doğru olması, bir hak, adâlet anlayışı, din ve vicdan meselesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olanlar bunlardır. Vicdanlardan hak ve adâlet fikrini kaldırdığınız zaman, içlerinde Allah korkusu olmayan İnsanlar, doğru âletle ölçerken bile yanlışlık yapmaktan çekinmezler. İnsanlar başkalarının haklarını kendi haklarıyla bir tutarak ölçü ve tartıda doğru ve dürüst olma duygusundan yoksun oldukları sürece; alırken fazla, verirken eksik yapmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Bunun için önce vicdanları düzeltmek, sonra da ölçü ve tartı âletlerini ıslah etmek gerekir. Bu da vicdanlara Allah korkusu ve âhiret inancını yerleştirmekle olur. Ölçü ve tartıda hile yapmak, doğru dürüst hareket etmemek büyük günahtır.

Kur’ân-ı Kerim’de ticaret erbâbı, ölçü ve tartıda eksiklik yapmamaları için şöyle uyarılır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, İnsanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler."[2074] 

Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması gerekir. İslâm dini, İnsanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme'de şöyle buyrulur: "Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar İnsanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler."[2075] [2076]

Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticâretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”[2077] Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder. Hile sâbit olunca satılan şeyin veya satış bedelinin geri verilmesi, yalnız gabn-ı fâhiş (aşırı yararlanma) hali varsa gerekli olur. Bu da Hanefî mezhebine göre ancak tarafları aldatması (tağrîr) hâlinde sözkonusu olur. Yani hile ve aldatma yanında, fâhiş gabn hâli de varsa satım akdinin bozulması mümkün ve câiz olur. Satıcı veya dellâlin, alıcıyı yanıltması ve fâhiş bir kârla satım akdini yapmaya râzı etmesi gibi. Hz. Ebû Bekir, halife iken valilerini irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Bu duruma göre gabn; bir malın kıymetinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir.

Hz. Peygamber, dürüst ticâret yapanları şu hadisi ile övmüştür: “Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.”[2078] Ayrıca müşteri aldığı bir malı herhangi bir sebeple geri vermek isteyebilir. Hanefî fakîhlerine göre hem müşteri ve hem satıcı aldıkları malı geri verme veya geri alma hakkına sahiptirler. Ancak böyle bir geri dönüşte ilk alınan bedel aynen geri verilir. Yoksa yeni bir fiyat ile verilemez. O zaman yeni bir alış-veriş olur. Bu durumda iki taraf da zarara sokulmamalıdır. Alıcı malı geri vermek istediğinde satıcı bu mal karşılığı almış olduğu parayı tüketmiş ise, bu durum satışın bozulmasına engel değildir. Fakat satılan mal kısmen veya tamamen helâk olmuşsa böyle bir durumda satıştan geri dönülmez. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Satışı bozmak isteyen mü’mine kolaylık gösteren kimseyi, Allah (c.c.) sürçüp düşmekten korur”[2079] buyurmaktadır. [2080]    

Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticâreti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticâretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticâret meşrû değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), "...Aldatan kimse bizden değildir!"[2081] buyurmuştur.

Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları

a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.”[2082] “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.”[2083]   İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır: “İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.”[2084]; “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.”[2085]; “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” [2086]      

 

b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar”  diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...” satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır. [2087]

c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.”[2088] Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.

 

d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.”[2089] Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:

İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).”[2090]; “Fiyatını arttırmak gâyesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” [2091] 

Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.[2092] Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.

Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.

e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş”[2093] şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.

f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?” ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.”[2094] Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)

g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.” [2095]

 

h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir.[2096] İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...”[2097]; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” [2098]

i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” [2099]          

 

i- Fâiz: "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'alış veriş (ticâret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır..."[2100] İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği”[2101] ifade edilmiştir.

Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:

1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.

2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.

3- Fâizsiz kredi İnsanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.

4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.

5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise, hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.  

 

k- Sigorta Şirketi: İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, İnsanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.

Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânâda gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. [2102]

l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.

Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.

Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir.[2103] Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.    

 

m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” [2104]

 

n- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”[2105]; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” [2106]

 

o-  Hırsızlık, gasp: "Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır." [2107]

Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.

Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” [2108]

Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?"[2109] Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve İnsanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." [2110]   

    

Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir  şehri  misal  verir  ki,  o  şehrin  (halkının)  rızkı  her  taraftan  bol  bol  gelirdi.   Fakat,  Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." [2111]

İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticâret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:

a- Kendine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.

b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.

c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.

d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır. [2112]

Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi

Güvenilir ve doğru tâcirin, kıyâmet gününde şehidlerle beraber bulunacağını[2113] söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın İnsanı cehenneme sürükleyeceğini,[2114] Allah'ın nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,[2115] başkasının satışına engel olmamayı,[2116] hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,[2117] gereksiz yere ticârete aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş[2118], vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. [2119]   

 

"Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir." [2120]

 

“Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.” [2121]

 

"En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz." [2122]

 

"Kim hacim ölçüsü ve tartıyla bir yiyecek satın alırsa, ölçmeden ve tartmadan onu başkasına satmasın." [2123]

 

"Siz ıyne alış-verişi yaptığınız, sığırların kuyruğuna yapıştığınız, tarıma râzı olduğunu (sanâyileşmediğiniz) ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size zilleti Mûsâllat kılar. Ondan, cihad yapıp dininize dönünceye kadar da kurtulamazsınız." [2124]

 

"Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça muhayyerdirler. Dürüst davranır, gerçeği açıklarlarsa satışları bereketlenir. Ama gerçeği saklar ve yalan söylerlerse satışlarından bereket kaldırılır." [2125]

 

"Bizi aldatan bizden değildir." [2126]

 

"Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah'ın gazabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur." [2127]

 

"Ey tâcirler topluluğu! Muhakkak ki Allah'tan korkan, iyi ve doğru olanların hâricindeki tâcirler günahkâr ve şerliler olarak haşr olunacaklardır!" [2128]

 

"Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir." [2129]

 

"Allah'ın buğzettiği üç kişi: Başa kakan cimri, kibirlenen mağrur ve çok yemin eden tâcirdir." [2130]

 

"Üç kişiye Allah kıyâmet gününde rahmet nazarıyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır." Sahâbe dediler ki: "Kim onlar yâ Rasûlallah? Gerçekten onlar büyük zarara uğradılar, elleri boş kaldı ve iflâs ettiler." Rasûlullah (s.a.s.) cevaben buyurdu ki: "İyiliğini başa kakan, kibirlenmek için uzun elbise giyen ve malının değerini yalan yeminlerle arttırarak satışını kolaylaştırmak isteyen. Siz alış-verişte çok yemin etmekten sakının! Çünkü o satışı teşvik eder, sonra da bereketi yok eder." [2131]

 

"Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiği zaman zaman sözünde durmaz. Kendisine güvenildiğinde hâinlik eder." [2132]

 

"İmkânı olanın borcunu vâdesinde ödememesi zulümdür." [2133]

 

"Müslümanlar verdikleri söze, koydukları şartlara uyarlar. Sözlerinin erleridirler." [2134]

 

"Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah'tan korkun. Ey İnsanlar! Rızkı meşrû yollardan güzellikle arayın. Helâl olanı alın, haram olanı bırakın." [2135]

 

"Zenginlik, mal çokluğundan değildir. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir." [2136]

 

"Müslüman olup yeterli rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdiğine kanaat sahibi kıldığı kimse felâh bulmuştur." [2137]

 

"İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz." [2138]

 

"Dışarıdan pazarımıza mal getiren rızıklandırılır. İhtikâr yapan/karaborsacı ise mel'undur." [2139]

 

"Kim ihtikâr/karaborsacılık yaparsa o âsî bir günahkârdır." [2140]

 

"Kim yiyeceklerde müslümanlara ihtikâr/karaborsacılık yaparsa Allah onu iflâs ettirir, cüzzam gibi pis hastalıklara uğratır."  [2141]

 

"İslâm'da zarar vermek ve zarara uğramak, zarara zararla karşılık vermek yoktur."                          [2142]

Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday satıcısına uğramışlardı. Ellerini buğday yığınına daldırdı. Elleri ıslandı. "Bu ne?" diye sordu. Satıcı yağmurdan ıslandığını söyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Islananı halk görsün diye üste çıkarsaydın ya? Bizi aldatan bizden değildir." [2143]

 

"Kim kusurunu açıklamadığı bir malı satarsa, Allah'ın gazabına ve hiddetine uğrar. Melekler de ona lânet eder dururlar." [2144]

 

"Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Birbirinize müşteri kızıştırmayın. Şehirli de köylü adına satış yapmasın." [2145]

 

"Muhakkak ki Allah ve Rasûlü içki, ölü, domuz ve put alıp satmayı yasaklamış, haram kılmıştır." [2146]

 

"Allah'ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken yumuşak olan kimseyedir." [2147] buyurmuştur. Yine Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: "Alış-verişte yemin, malın sürümünü arttırsa bile, hakikatte kazancın bereketini giderir." [2148]

"Alıp-satanlar" birbirlerinden ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alışverişi sıdk ve doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gizlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile, alış-verişlerinin bereketini kaybederler." Bir rivâyet şöyledir: "Alış-verişlerinin bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar." [2149]

"Satış işine yemin ve yalan bulaşmaktadır, siz (Rabbin gadabını söndüren) sadaka karıştırın" [2150]

 

"(Ticarette yalan) yemin, (tüccarın zannınca) mala rağbeti artırır. (Hâlbuki gerçekte) kazancı giderir." [2151]

"Ticârette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder." [2152]

 

"Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[2153] Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: "...Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez."

 

“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” [2154]

  

"Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar." [2155]

"Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur" [2156]

"Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir." [2157]

 

“Bilmiş ol ki, haramdan gıdâsını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” [2158]

 

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” [2159]

 

 “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları İnsanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” [2160]

 

“Ey İnsanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan)  başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasûllere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasûller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.[2161] ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’[2162] buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” [2163]

 

"Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır." (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: 'Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: "Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticâret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır." [2164]

 

“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve İnsanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.” Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.” [2165]

 “Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” [2166]  

 

"Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah'ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi." [2167]

   

Ebû  Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Üç işi vardır, kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!" buyurdu ve  bunu üç kere de tekrar etti. Ben: "Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?" dedim. Şöyle saydılar: "(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren,  yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!" [2168]

 

"Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını Mûsâllat eder." [2169]

 

“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” [2170]

 

“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” [2171]

            “Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” [2172]

 

"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." [2173] 

“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, İnsanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.” [2174]   

“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” [2175]

“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” [2176]

 

“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” [2177]    

Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” [2178]

"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver." [2179]

Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." [2180]

"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." [2181]

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." [2182]

 

 “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” [2183]

 

“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” [2184]

 

 “Ey İnsanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” [2185]

 

“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” [2186]

 

“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). [2187]

 

"Bir kısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil." [2188]

 

"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[2189] Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez."

 

 “Ümmetler (uluslar), İnsanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” [2190]

"Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini bol kılsın" [2191]

"Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye rahmetiyle muâmele etti. Çünkü bu adam satınca kolaylık gösterir, satın alınca kolaylık gösterir, alacağını isteyince (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve) kolaylık gösterirdi." [2192]

"Allah, satıştaki müsâmahayı, satın alıştaki müsâmahayı, ödemedeki müsâmahayı sever." [2193]

"Sattığın zaman tart, satın alınca tarttır." [2194]

 

İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti." Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..." [2195]

"İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak." Bir rivâyette "...tozu ulaşacak" denir. [2196]

 

"Pahalanması için, kim bir yiyecek maddesini kırk gün saklarsa, o, Allah'tan yüz çevirmiştir, Allah da ondan yüz çevirmiştir." [2197]

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." [2198]

"Iyne usulüyle alışverişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücu etmedikçe o zilleti kaldırmaz." [2199]

İyne usulüyle satışı şârihler şöyle tarif etmiştir: Tüccar, malını veresiye olarak belli bir vade ile müşteriye satar. Sonra bu malı müşteriden daha ucuz bir fiyatla satın alır. Bu tarz alışveriş caiz mi, değil mi münakaşa edilmiştir. İmam Malik Ebû Hanife, Ahmed İbn Hanbel gibi bir kısım fukaha "caiz değil" derken, İmam Şafii ve ashabı "caizdir" demiştir.

Hadis, esas itibariyle, İnsanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini yasaklamaktadır. İlk nazarda, hadisten ticaret ve ziraatin kötülendiği anlaşılabilir. Aksine hadis, cihadın terkinden gelecek zillete dikkat çekmektedir. Daha önce de zikredildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm aslî meslekler olarak "ticaret, ziraat ve san'atı" saymıştır. Ama ne ticaret, ne ziraat ne de san'at cihad gibi mühim bir meşguliyeti ihmale sevketmemelidir. Şevkânî'nin dediği gibi "İslâm'ın izzet ve diğer dinlere üstünlüğünü izhar vesilesi olan "Allah yolunda cihad"ın terki halinde Allah, müslümanlara, düşüncelerinin aksiyle muâmele ederek zillet verir: Atların sırtında olduktan sonra sığırların peşlerine takar, hâlbuki at sırtı, sığırın peşinden makamca daha üstün, daha izzetlidir." [2200]

"Zannediyorum bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî inkılâbı ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru anlayabildi isek. Cihadı, zaten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin berzahında bulduk. Oysaki, yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmeti bunlara hasretmek, işte doğru olmayan budur.Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi füyuzât hisleriyle baş başa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümulü olan bu ifade, bize mühim bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, devletler muvazenesinde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devletler muvazenesindeki yerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet Mûsâllat edeceğini. tegallüpler, esaretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm'ı hayata hayat kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Verdiğimiz misâl, deryadan bir katredir ve Allah Rasûlü'nün bu hususta daha nice sözleri var. Ne var ki biz, bu biricik misâlle iktifa edeceğiz. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri tahdid edip sınır altına almamış, öyle de bedenî güç ve kuvvetleri dahi hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: "Kuvvetli bir mü'min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü'min) Allah indinde zayıf mü'minden daha hayırlı ve sevimlidir." Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalb sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sıhhatiyle beraber ruh sıhhatine de sahip olmalıdırlar. Görülüyor ki, Allah Rasûlü (s.a.s.): "Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız" demiyor. Belki ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize ediyor.

Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)

İnsanlar hayatlarını idâme ettirebilmeleri için kendilerinde bu­lunmayan ihtiyaç maddelerini, ya kendilerine yakın olan bölge İnsan­larından ya da bu ihtiyaçların bu­lunduğu yerlerle yapılan alışveriş­lerle sağlarlar. Ticaret denilen bu olgu, İnsan­ların ihtiyaçlarını temin etme vâsı­tası olduğu gibi, onlar için geçim sağlama vâsıtası da olmuştur.

Toplum bireylerinin kaynaş­ması ile aynı zamanda yakın ve uzak toplumların iletişim vâsıtası konumunda olan ticaret; İnsanlar arasındaki karşılıklı haklar korun­duğu sürece toplumların ilerleme­sinde büyük etken olurken, bu hak­ların ihlâlinde ise toplumu uçuru­ma sevkedecek bir âmil durumuna gelir. Allah, ticaretin; toplumun ya­şamında önemli bir yeri bulundu­ğunu, doğru yapılmasından toplumun olumlu, karşılıklı hakların ihlâlinde toplumun büyük zararlar çektiğini, hatta; uçuruma (helâke) ittiğini göstermek amacıyla (özel­likle tüccar bir toplum olan Mekke'lilere) Şuayb’ın (a.s.) kıssasını vahyeder. Böylece Allah, Müşriklerden kavimlerini uçuruma götüren, ti­carette karşılıklı rızâyı gözetmeyip hile yapan Şuayb kavminin kıssa­sının ışığında, kıssadan öğüt ve ib­ret almalarını ister.

Mekkî sûrelerde anlatılan Şu­ayb kavminin, ticaretle ilgilenen tüccar bir toplum olduğu gözönüne alındığında ticaret kervanlarının geçtiği işlek bir yol üzerinde oldu­ğu anlaşılmaktadır. Şuayb kavminin yaşadığı böl­ge, muhtemelen Hz. Mûsâ'nın da Mısır'da işlediği cürümden dolayı kaçtığı yer olması hasebiyle Mısır'a yakın olan; Mısır, Filistin, Si­na üçgeni içerisinde Mekke ticaret kervanlarının da geçtiği bir yerde bulunmaktaydı. "Mûsâ 'Medyen'e yöneldiğinde: ‘Rabbimin bana doğru yolu göste­receğini umarım’ dedi.”[2201]; "Sen bir cana kıymıştın, seni üzüntüden kurtarmıştık ve birçok musîbetlerle denemiştik. Bunun için 'Medyen' halkı arasında yıl­larca kalmıştın." [2202]

Risâlet vazifesini yüklenmeden önce, işlediği bir fiilden dolayı Mı­sır'dan kaçan Mûsâ (a.s.) Medyen'e sığınır. Medyen'de Şuayb’ın (a.s.) ya­nına yerleşir, onun kızıyla da ev­lenir. Daha sonra eşiyle birlikte Medyen'den ayrılarak Tur dağının bulunduğu yöreye doğru yola ko­yulur.

 

"Mûsâ süreyi doldurunca aile­siyle birlikte yola çıktı. Tur tara­fından bir ateş gördü..."[2203] Ve bundan sonra Mûsâ, Allah tarafından Firavun kavmine Rasûl olarak tâyin edilir. Kur'ân-ı Kerim'deki Mûsâ’nın (a.s.) anlatıldığı bu âyet-i kerime­lerden Medyen'in bulunduğu yer tâyin olunduğu gibi, Medyen kav­minin bulunduğu yörede yaşayan­lar itibarıyla aynı zamanda Arap asıllı oldukları da anlaşılmaktadır. Mısır'a yakın bir yerde olduğu anlaşılan Medyenliler; aynı za­manda kendilerinin ticarette ileri bir seviyede olmalarını sağlayan zengin kervanların geçtiği bir yol üzerin deydiler. Hindistan'dan gelen ticaret kervanları Yemen, Tâif, Mekke, Medine istikametiyle Medyen kav­minin de bulunduğu bölgeden ge­çip Şam'a ulaşırlardı. Mekkeliler'in de katıldığı bu ti­carete Kur'an'da Kureyş sûresinde şöyle değinilir: "Kureyş kabilesinin yaz ve kış seferlerinde..." [2204]

Kur'ân-ı Kerim bize, Mekkeli­lerin tüccar bir toplum olduğunu belirttiği kadar, onların Medyen ahâlisinin helâk olduğu yerlerden geçmeleri hasebiyle Medyenliler'in başından geçenleri; Kur'ânî doğ­rultuda olmasa da bildiklerini be­yan etmektedir. Şuayb kavminin helâkten son­raki kalıntılarının bulunduğu yer­lerden geçen Mekkelilerden ibret almalarını isteyen Allah, Lût ve Şuayb kavimlerinin, Mekke ticaret kervanlarının yolları üzerinde ol­duğunu Hicr sûresindeki şu âyetle ifâde eder: "Eykeliler de, şüphesiz zâlim kimselerdi. Bunun için onlardan öç aldık. Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedirler."

Kur'an'da Şuayb’ın (a.s.) kavmin­den bahsedilirken Medyen ve Eyke olarak iki isim verildiğini görmek­teyiz. Medyen halkından bahsedilir­ken “Ehûhum (kardeşleri)” denmesinden yola çıkan bazı müfessirler, Eyke'lilerden bahsedilirken "Onlara" denmesinin Şuayb’ın (a.s.) Eyke'lilere sonradan gelmiş olması gerektiğini savunurlar. Bazı müfessirler de Şuayb'ın dâvet ve nasihatinin aynı, her iki ahâlinin de cezâsının benzer şekil­de olmasından hareketle, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu ka­naatine varmışlardır. Bütün bunlara ilâveten; Kur'ân-ı Kerim'de kıssaları anlatı­lan tüm Rasûllerin, kendi kavimle­ri içinde yetişmiş "içlerinden bir Rasûl" ve "güvenilir bir elçi" olarak görevlendirdikleri dikkate alındı­ğında, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu, ancak anlatımın de­ğişik varyantlarla yapıldığı kanaa­ti hâsıl olmaktadır.

Al­lah'ın isteği, bu kavmin işlediği kötü fiillerin onları helâke götürdüğü nazar-ı dikkate alınarak bu suçların işlenmemesidir. Kur'an'ın hedeflediği bu nok­tayı kenara bırakıp, pek fazla fay­da getirmeyecek, aksine birbiri­mizle cedelleştirecek tâlî konularla uğraşmak, kıssayı öğüt ve ibret ol­maktan engellemek demektir.

Şuayb kavminin Allah ve rasûlüne karşı tutumunu birkaç grupta inceleyeceğiz: Bunlardan birincisi, Şuayb kavminin Allah'a karşı tutumu­dur.

"Ey kavmim.' Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yok­tur." [2205]

"Allah'a karşı gelmekten sa­kınmaz mısınız?" [2206]

"Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun."[2207] diye çağrıda bulunan Şuayb (a.s.)'a karşı şöyle cevap verirler:

"Ey Şuayb! Babalarımızın tap­tığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kul­lanmamızı men'eden senin salât'ın/namazın mıdır?" [2208]

Âyetlerden anlaşıldığı gibi Şuayb'in kavmi, putlara tapan bir ka­vimdir. Kendilerinin arzu ettikleri şekillere göre yonttukları ilâhla­rın, emirlerini de yine kendi içle­rindeki; Kur'an'ın "ileri gelenler" olarak nitelediği zengin ve yönetici kimseler tarafından belirlendiği bir dine (yaşam tarzına) inanıyor­lardı. Pek tabii ki Şuayb’ın (a.s.) tek ve gerçek İlâha inanmaları isteği hoşlarına gitmemişti.

Kendi yaşamlarını kendileri belirleyen bu İnsanlar, Allah'a inanmak istemediler, daha doğru­su; kendi kafalarına göre çizdikleri bir Allah'a iman ettiklerinden dolayı işlerine gelmeyen tek ve ger­çek Allah'ı inkâr ettiler. Allah'ı inkâr eden bu İnsanlar onun elçisini de reddederek karşı tutum aldılar: "Sen ancak büyülenmiş biri­sin, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni ya­lancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlülerden isen göğün bir parçası­nı üzerimize düşür, dediler." [2209]

Allah'a inanmak aynı zamanda rasûlüne inanmak demektir. Rasûlüne inanmak Allah'a inanmayı gerektireceğinden, Şuayb’ın (a.s.) tek Allah'ını inkâr eden kavmi, o Al­lah'ın rasûlünü de inkâr eder. Şuayb’ı (a.s.) beşerlikle, büyücü­lükle, yalancılıkla suçlarlar. Mûci­ze talebinde bulunarak; Allah'ın tekelinde bulunan bir konuda, san­ki rasûlün elinde olan bir şeymiş gibi rasûlü âciz göstermeye çalışır­lar. "Doğru söze" (vahye) inanma­yanlar, mûcize gelse bile şu veya bu bahânelerle yine inkâr edecek­lerdi.

Allah'ı ve rasûlünü reddeden bu müşrikler Rasûlün getirdiği vahye de karşı tutum alırlar. Neden reddetmesinlerdi!? Ken­di inançları doğrultusunda uydur­dukları ilâhları siper yaparak dilsiz, düşüncesiz ve âciz putlar adı­na oluşturdukları dinde zulmün en hasını gerçekleştiriyorlardı. Böyle­ce mustaz’af halkı soyuyorlar, hak­larını gasp ediyorlardı. Oysa Şuayb'ın getirdiği vahiy, onlardan bu yaptıkları zulmü bı­rakmalarını istiyordu.

Diğer karşıt tutumları ise Allah 'm emirlerine karşı gelmekti:

"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tar­tın, İnsanların hakkını azaltma­yın. Yeryüzünde bozgunculuk ya­parak karışıklık çıkarmayın." [2210]

"Ölçüyü, tartıyı eksik tutma­yın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum." [2211]

"Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tamamına yapın; insanlara haklarını eksik vermeyin; yer­yüzünde bozgunculuk yaparak ka­rışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr si­zin için daha hayırlıdır." [2212]

Ticaret yapan bu toplumdaki haksızlıkları gündeme getiren ve bu haksızlıklardan vazgeçilmesini isteyen Allah, doğru yapılmayan ticaretin İnsanların haklarını gasbetmek olduğunu, bunun ise zu­lüm olduğunu beyan eder. İşin ilginç yanı; âyette "Doğru­su sizi bolluk içinde görüyorum" diye belirtilen durumdur. Şuayb’ın (a.s.) kavmi bolluk içinde olmasına rağmen yine de alışverişte hile ya­pılıyordu. Bu bolluk içerisindeki İnsanların ticarette hile yapmala­rındaki sebep; satıştan kalan kâ­rın daha çok olması isteğidir.

Oysa Allah hile yapılarak ka­zanılan kârın haram olduğunu; gerçek ve helâl olan kârın karşılık­lı rızayla yapılan alışverişten ka­lan kâr olduğunu beyan eder: "İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr sizin için daha hayırlıdır." Ama bu yozlaşmış toplumda rasûlün hatırlatmaları fayda ver­mez. İnkârcılar müslümanlar aley­hine ellerinden ne gelirse geri koy­mazlar. "Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve yolun eğriliğini dileye­rek tehdit edip her yolda pusu ku­rup oturmayın." [2213]

Bu âyetler müşriklerin geldiği son noktanın, müslümanları tehdit ve işkence olduğunu belirtir. Her toplumda olduğu gibi "mele’" (ileri gelenler) tarafından yönetilen Şuayb'ın kavmi de inkârcıların safındaydı. Mevcut yönetimin icraatına, yani ilâhlar adına uydurulan bu yaşama karşı gelmek gibi bir is­tekleri yoktu. Zâten mevcut yöne­time karşı gelip Şuayb'a inanmaya kalksalar “ileri gelen”lerin tehdit­leri onları da hedef alıyordu. "(Şuayb'm) kavminden ‘ileri gelen’ kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız." [2214]

Allah'ın Hûd Sûresi 84. âyetin­de Şuayb’ın (a.s.) ağzından belirttiği "doğrusu ben sizi bolluk içinde gö­rüyorum" değerlendirmesi ışığın­da bu kavmin neden Allah'a isyan­da direndiğini tespit etmek lâzım­dır.

Tarihte bolluk ve refahın zirve­sinde olan birçok kavmin Allah'ı inkâr ettikleri görülmektedir. Çün­kü; o bolluk ve refaha İnsanların haklarına tecâvüz edilmesi (zu­lüm) ile ulaşılmıştır. Tek amaçları servet biriktirmek ve diledikleri gi­bi yaşamak olan inkârcılar, ulaştıkları bu seviyeyi korumak ister­ler. Nasıl olacaktır bu koruma? Aynı yöntemle; yani zulümle. Böylesi bir toplumun, mevcut sömürücü konumlarını sürdürebilmeleri için Allah'ın elçilerine karşı gelmeleri gereklidir. Aksi halde, rasûlün ge­tirdiği mesajı kabullenmeleri, düzenlerinin sonu anlamına gelir. Bunun farkında olan, kavmin yö­netimini üstlenen "ileri gelenler" soyguncu düzenlerinin devamı için; ilâhlar/putlar adına düzenlerini tas­dik ettirici şeyler uydurup İnsanla­rı bu yaşam tarzına itaat etmeye çağırmışlardır.

Hal böyle olunca tabiidir ki, Al­lah'ın rasûlünü yalanlayacaklar, ondan olağanüstü isteklerde bulu­nacaklar, bu istekleri gerçekleşme­yince, peygamberliğinin de geçer­siz olduğunu iddia ederek onu ya­lanlamak için kendilerince mâkul bir sebep bulmuş olacaklardır. Bunun yanı sıra, getirdiği va­hiyde pazarlık yaparak, “şunu ka­bul edersek…” veya “bunu istemezsen…” gibi uzlaşmacı tavırlarla rasûlün getirdiği vahyi kendi hevâlarma göre eğriltmeye, karıştırmaya çalışacaklardır.

Müşrikler kendi bâtıl sistemlerini korumak için ne gibi önlemler gerekirse alacaklar ve iman edenleri susturmaki çin ne lâzımsa yapa­caklardır. Bütün bu karşı gelme çabaları sonuç vermezse devreye baskı ve eziyet girecek, bu da işe yaramaz­sa iman edenler yurtlarından sürülmeye başlanacaktır. Bu hususta şu âyet bize, Şuayb kavminin de aynı tavırda olduğu­nu belirtiyor: "Ey Şuayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber iman edenleri kenti­mizden çıkarırız. Ya da dinimize dönersiniz." [2215]

Peki, bütün bu zulümlerle ya­şayan, Allah'a isyanda dönüş yap­mayacağı belli olan kavim için Al­lah ne yapacaktır? Her şeyden önce Allah, bir kav­mi yok yere cezalandırmaz. Bu hu­susta Allah şöyle diyor: "Biz Rasûl göndermedikçe hiç bir kavmi yok etmeyiz."[2216] İnsanları kendine kulluk etsin­ler diye yaratan Yüce Allah, arzu ettiği vakit, "Bize Rasûl göndermedin" dememeleri için zaman za­man Rasûller göndermiş, onları bu yolla çeşitli imtihanlara sokarak denemiştir. "Biz hangi kasabaya bir Rasûl gönderdikse, ora halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, darlık ve sıkıntı­ya uğratmışızdır. Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki çoğalıp ‘babalarımız da darlığa uğramıştı, (bazen de) bolluğa kavuşmuşlardı’ dediler." [2217]

Allah'ın Rasûl göndererek doğ­ru yola gelmeleri için uyardığı, bol­luk ve refah içerisindeki Şuayb'ın kavmi, Allah'ı inkârda direndikleri ve O’nun emirlerine karşı geldikleri için helâki hak etmişlerdir. "Kavminin inkâr eden ileri ge­lenleri, ‘Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz!’ dediler. Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." [2218]

Oysa, başlarına gelecekler hakkında uyarılmışlardı. Eğer Al­lah'a isyanda direnmeselerdi Allah onlara bu azâbı yollamazdı. Bu hususta Şuayb (a.s.)'ın duâsı gerçekleri ortaya koyar: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın."[2219]; "Ey kavmim! Andolsun ki Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim; kâfir millet için niçin üzüleyim!" [2220]

Allah da bu gerçeği şöyle vurgular: "Eğer inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, on­lara göğün ve yerin bollukların­dan verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları yaptıklarına kar­şılık yakalayıverdik."[2221] Kıyâmete kadar bâki olan Kur'ân-ı Kerim, hitâbettiği tüm insanlara Allah'a göre yapılması ve yapılmaması gerekli olanları be­lirtmiş ve İnsanların öğüt almala­rını istemiştir. "Dinde zorlama yoktur." Akıl­lara hitâbeden Allah'a, kendi rızâ­ları ile uyanlara esenlik, ebedî cennet; şu veya bu şekilde yine kendi istekleriyle gerçekleri inkâr edip, emirlere is­yan edenlere de ebedî azap verile­ceği açıklanmıştır.

Sonuçta, Şuayb’ın (a.s.) kıssası ile tüccar bir toplum olan Mekkeli müşriklere ve Kıyâmete kadar ya­şayacak tüm Kur'an muhâtaplarına alışverişlerde karşılıklı rızâya da­yanan bir ticaret yapılması öğüt­lenmiş olur. Başkalarının mallarını haksızlık ve hile ile yememeleri için İnsanlar uyarılır. Bu hususta karşılıklı rızayla yapılan ticaretten kalan kârın, Allah'ın nezdinde hak ve helâl olan kazanç olduğu hatırlatı­lır. Ticaretin yapılmadığı hiç bir toplum düşünülemeyeceğine göre; adları ne olursa olsun; sanayi top­lumu, tarım toplumu gibi tanımlamalarla kendilerini tanımlaya­rak, Allah'ın bu emirlerinden kaç­mak demek zulümde devam edil­mesi anlamına gelir ki bu hususta Allah şu hatırlatmayı yapar: "Kasabaların/şehirlerin halkı, geceleyin uyurlarken azâbımızın kendilerine gelmesinden emin midirler?" [2222]

 

Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar  

Yüce Allah Lût kavmini toptan helâk ettikten sonra Şuayb’ın (a.s.) hareketinden bahsediyor. Bu kavim de ölçü ve tartıda hileli davranmak ve yeryüzünde bozgunculuk yapmakla tanınmaktadır. Bugün acaba onlar gibi İslâm’ın hudutlarını çiğneyip ölçü ve tartıda hileli davrananlar yok mudur? Elbette âlâsı var. Günümüz toplumu Lût kav­minin, Sâlih kavminin, Hud ve Nuh kavminin yaptıklarım yapmıyor mu acaba? Ama Yüce Allah bir hikmete mebni olarak bun­ları dünya tarihinden silmiyor. Topyekün silmiyor, ancak çeşitli şekillerde bunlar da dünyada Allah’ın azâbından geçmektedirler. Günümüzde hemen herkesin hastalıklı olması, her gün binlerce kişinin trafik kazalarında hayatlarını kaybet­mesi, depremler, savaşlar ve anarşik olaylardan her yıl sa­yısız İnsanların kaybı ve bunların da ötesinde lüks, konfor ve dünyaperest hastalığının getirdiği maddî ve mânevî krizleri sayabiliriz. Ama bütün bunlardan daha büyük olan cehennem azâbı vardır ki ondan hiç bir zâlim ve âsi kurtulamayacaktır.

Diğer Resullerin yaptığı gibi, Şuayb (a.s.) da başlan­gıçta tevhid akidesini gönüllere yerleştirmekle işe başladı. Arkasından, emanet ve adâlet konusuna da ağırlık verdi. Çünkü Medyen halkı, büyük bir ticarete sahipti. Yemen’den Suriye’ye, Irak’tan Mısır’a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun kavşağında iskân ettiklerinden dünya üze­rinde büyük bir öneme sahiptiler. Ticaretlerinde eksik tart­ma ve eksik verme, hileli davranma, zulüm ve soygun olaylarına karışma gibi konularda da kötü bir üne sahipti­ler. Şuayb’ın (a.s.) onlara yaptığı bunca nasihatten maalesef pek yararlanan olmadı. Onlar, İnsanların eşyalarını eksik verdiklerinden, insanlara zulmedip bozgunculuk yaptık­larından ruhları körelmiş ve hayata adâlet gözlüğüyle bakamıyorlardı. Onlar sadece nefislerinin tuzağı olmuş, böylece Allah'ın elçisine karşı çıkarak şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb, senin namazın mı bizim babalarımızın yaptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men edi­yor? Sen doğrusu aklı başında yumuşak huylu birisin.' Şuayb: 'Ey kavmim, ben Rabbimden apaçık bir delil üze­re isem ve bana kendisinden güzel bir nzık ihsan etmişse ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere aykırı hareket et­mek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten baş­ka bir isteğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum' dedi. 'Ey kavmim, bana karşı gelmeniz, Nuh kavminin, Salih kavminin başına ge­len felâketin benzerini sakın sizin başınıza getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir. Rabbinizden mağ­firet dileyin. Sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu benim Rabbim Rahimdir, Veduddur." [2223]

Şuayb'm kavmi, inat ve bilgisizlikleri yüzünden körü körüne onun hakkında alay ve istihzaya başladılar. Şehid müfessir Seyyid Kutub, günümüz toplumunun düşünce ve inkârları bakımından hiç de Şuayb peygamberin kavminden geri kalmadığı konusunda şunları söylüyor: 'İçinde yaşadığı­mız şu günün câhiliyesi ve şirki hiç de Şuayb peygamberin devrindeki cahiliyeden ve şirkten ayrı değil... Aralarında yahûdi, hıristiyan ve müslüman adı verilenler de dâhil olmak üzere günümüzde İnsanlığın içine düştüğü putperest hayat, inançla hareketin arasını açıp ayırıyor. Şeriat ile sosyal münâsebetleri birbirinden ayrı mülâhaza ediyor. İnanç ve ibâdetin Allah'a ait olduğunu, nizam ve münâse­betlerin ise Allah'tan başkalarına ait olduğunu savunuyor. Dinî konularda Allah'ın emirlerine, sosyal konularda Al­lah'tan başkalarının buyruğuna boyun eğiyor. Aslı ve ha­kikati itibarıyla en büyük şirk de budur zâten.

Ne acı ki, bugün aramızda kendilerine müslüman adı­nı verdikleri halde din ile ahlâkın, din ile dünyanın ayrıl­ması gerektiğim savunanlar da bulunmaktadır. Gerek kendi yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden mezun olmuş aydınlar arasında öyleleriyle karşılaşıyoruz ki dudaklarını bükerek söze başlıyor­lar ve hemen arkasından ekliyorlar: “Niçin karışsın İslâm bizim özel hayatımıza?... Neden İslâm’da plaja ve açık sa­çık kıyafetlerle denize girmek yasak olacakmış? Kadı­nın kılık ve kıyafetine niçin karışsın İslâmîyet? Seksüel konularda dinin dogmaları hâlâ geçerli olabilir mi? Kafamızı dindirmek için bir iki yudum içki içmemize İslâmîyet neden kanşacakmış? Medenî memleketlerin yaptıkları şeylere İslâm'ın ne hakkı varmış müdâhale et­meye?” Ne fark var şu sorularla Medyen putperestlerinin: “Ey Şuayb, senin namazın mı bizi babalarımızın yaptıkla­rını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men ediyor?” demeleri arasında?!

Bu kadarla da kalmıyorlar. Şiddetle kızarak, dehşete kapılarak dinin, ekonomik konulara müdâhale etmesine karşı çıkıyorlar. “Sosyal ilişkiler ile inançların nasıl bir ilgisi olabilir? Bırakalım dinî inançları da, ahlâka bile ilgisi mevzû bahis edilimez. Fâiz neden yasak olacakmış? Faizsiz bir toplum hayatı olabilir mi? Birisi devlet tarafın­dan konulan kanunların pençesine düşmeden hile yapı­yorsa, aldatabiliyorsa neden karışacakmış din buraya?” diyorlar. Hatta daha da şımarıklık ederek, ahlâkî kaideler iktisadî hayata müdâhale edecek olursa ekonomik hayatı bozar diyorlar. Çünkü ekonomik hayat her türlü ahlâkî kayıttan âzâde olmalıymış. Bunlara göre eski çağ kalıntısı bir düşünüşmüş ahlâk denilen şeyler...

O ilk câhiliye devrinin Medyen halkının tutumu gözümüzde pek büyümesin. Bugün biz daha korkunç bir cehâlet ortamında yaşıyo­ruz. Ne var ki, günümüzün câhiliyesi eskisi gibi bilgisizli­ğe dayanmıyor, aksine bilgi, görgü ve medeniyet esasları­na istinat ediyor. Ve dinle günlük hayat arasında ilgi kur­mak isteyenleri, sosyal muâmelelere dinî inançları müdâ­hale ettirenleri başlıyorlar itham yağmuruna. Gerici di­yorlar, mutaasıp diyorlar, tutucu diyorlar...

Şurası muhakkaktır ki, bir gönülde hem Allah'ın birli­ğine inanmak, hem de sosyal münâsebetler hususunda Allah'tan başklanmn buyruklarına bağlanmak, yeryüzü kanunlarına tâbi olmak asla birleşemez. Nasıl olur, şirkle tevhid bir kalpte birleşir mi hiç? Şirkin de çeşitleri vardır şüphesiz. Bugün bizim de içinde yaşadığımız siyasal ve sosyal düzenlemeler bir şirk ne­vidir. Hatta diyebiliriz ki her zaman ve her devirde gelen müşriklerin müşterek tarafları günümüzdeki şirkçi unsur­lardır...

Medyen halkı da tıpkı günümüzde saf tevhid akidesi­ne dâvet eden ve bu uğurda çalışan gerçek mü’minler ile alay eden kimseler gibi Hz. Şuayb'ı alayla karşılıyorlar: 'Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin' As­lında bu söylediklerinin tam tersini belirtmek istiyorlar. Onlara göre yumuşak huyluluğun ve aklı başında olmanın biricik ifadesi hiç düşünmeksizin onlar gibi, atalarının ta­pındıkları şeylere tapınmaktır. İbâdet ile çarşıdaki muâme­lelerini birbirinden ayrı mütâlea etmektir. Öyle değil mi günümüzdeki aydın ve medenî kimselerin(!) yanında da? Bu yüzden ayıplamıyorlar mı mutaasıpları ve geri kafalıları(!) [2224]

Medyen kavmi Şuayb’ın (a.s.) bütün ikazlarına rağ­men, öğüt ve ihtarlarına rağmen bir türlü şımarıklıklarından vazgeçmiyor ve onunla alaya kalkışıyorlardı. Bu davramşlarını daha ileriye götürerek onu ölümle tehdit etmeye başladılar: "Dediler ki: 'Ey Şuayb, söylediklerininin çoğunu an­lamıyor ve seni aramızda zayıf görüyoruz. Taraftarların olmasaydı seni taşlardık, esasen sen bizim yanımızda şe­refli kimse de değilsin.' Şuayb: 'Ey kavmim, elinizden ge­leni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Rezil edecek bir azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bilecek­siniz. Gözetleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözetle­yeceğim.' Emrimiz gelince Şuayb'ı ve beraberindeki inanan­ları katımızdan bir rahmet olarak kurtardık; zulmedenleri de korkunç bir ses yakaladı. Ve oldukları yerde dizüstü çöküverdiler. Sanki oralarda hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud kavmi gibi Medyen halkı da Allah'ın rahmetinden uzaklaştı." [2225]

Evet, Şuayb (a.s.)'ın halkı olan Medyenlilerin de sonu gelmişti artık. Tıpkı Sâlih peygamberin kavmi gibi tarih sahnesinden silindiler. Öyle ki, hiç yaşamamışlardı âdeta. Onlardan geriye kalan sadece bir kaç satır... Onların kı­yâmeti sadece bir çığlık, bir ses olmuştu. Acaba beş mil­yar insanın yaşadığı şu günümüz dünyasının kıyâmeti na­sıl olacaktır? [2226]

 

Kendilerine Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen halkı hakkın­da bildiğimiz, İbrahim (a.s.)’ın soyundan olduklarıdır.[2227] Kur’ân-ı Kerim’in ifâdelerinden Şuayb (a.s.)’ın kavminin tek Allah’a inanıp O’na kulluk yapmayan, O’na ortak koşan müşrik bir kavim olduklarını anlıyoruz, özellikle hâkimiyet konusunda Allah’a şirk koşuyor, muâmelâtta, -özel­likle de alışveriş hususunda- Allah’ın ortaya koyduğu prensiplere uy­muyor ve kendi yanlarından, hevâ ve heveslerinden kaynaklanan uy­durma kanunlarla amelî konuları yürütüyorlardı.

Bu kıssa, Kuır’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: "Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle de­di; ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok­tur. O’ndan size apaçık bir burhan/delil gelmiştir, ölçü ve tartıyı tam yapın, insanlara eşyasını eksik vermeyin. Düzeltilmişken yeryüzün­de fesat çıkarmayın. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için daha ha­yırlıdır."[2228] Kur’ân-ı Kerim’in bu ifâdelerinden anlaşılıyor ki, Şuayb kavmi, alışveriş konusunda dürüst davranmayan, zâlim; hidâyete ermiş ve Allah’a iman eden İnsanlar arasında fitne-fesat çıkaran ve doğru yoldan alıkoyan İnsanlardı. Allah yolundaki doğruluktan hoşlanmıyorlar, İlâhî düsturun adâletine katlanamıyorlar, bu düsturu bozmak istiyorlardı. [2229]

Kavminin sapıklığını muâmelâta taalluk eden bir noktada olduğunu bildiği halde Şuayb (a.s.), onları yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmeye, O’nun tek ilâh olduğuna inanmaya, yalnız O’nun dinini kabul etmeye çağırıyor. Şuayb (a.s.)’ın işe Tevhid akîdesine dâvet ile başlaması, onun, hayatın her türlü metod ve kanunlarının ancak bu kaideye bağlı olarak geliştiği zaman bir anlam kazanabileceğini bilmesinden dolayıdır. Yine yalnız Allah’a kulluk ederek O’na bağlanmalarını şart koşmasının nedeni; onun, sağlam bir akîde olmadan İnsanların yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçmelerinin mümkün olmadığının idrâkinde olmasında dolayıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Şuayb (a.s.) kavmini ilk olarak sadece Allah’a kulluğa, yani Tevhid akîdesine dâvetle işe başlıyor. [2230]       

Tevhid’le Birlikte Fesâdın Önlenmesine Yönelik Çağrı: “Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. [2231]

Her peygamber, günün temel problemleriyle ilgili bir söyleme sahip olarak gelir. Gelen nebî Mûsâ ise ve sorun etnik ve dinî azınlığın problemleri, yani siyasal ahlâksızlıksa Mûsâ’ya inen vahyin buna kayıtsız kalması düşünülemez. Yoğun olarak bu sorun gündeme gelir. Gelen Şuayb ise ticarî ahlâksızlıkların önlenmesine yönelik çağrılar olacaktır. Ama bütün bu fesatların ancak, Allah’tan başka ilâh kabul edilmemesi ve sadece O’na ibâdet ve kulluk yapılması gereği, yani tevhid vurgusu yapılacaktır. Çünkü bütün fesat ve haramlar, temel problem olan şirkle bağıntılıdır. Tevhid hayata hâkim olmadan fesâdın ve ahlâksızlıkların önüne geçmek mümkün değildir.    

Allah’tan Çok, Taraftarlarımızdan Korkan Bir Düşman: “Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ (Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, O’nu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır.” [2232]

Küfrün ve kâfirlerin basiret ve ferâseti kesinlikle yoktur. Onlar mücâdelede neyin araç, neyin ise amaç olduğunu; neyin asıl ve neyin ise fer’ (teferruat) olduğunu anlayabilecek bir idrâke bile sahip değildirler. Bu yüzden helâklerini getiren şeylere birer nimet gibi koşmakta ve kendilerine yok oluştan başka bir şey getirmeyecek amellere sarılmaktadırlar. Korkmadıkları ve hesâba katmadıkları gerçek İrâde’nin lütuf ve bereketi ise, mü’minlerin zaferlerinin temellerini oluşturmaktadır. [2233]

Medyen Kavmi ve Günümüz   

Medyenliler gibi karşı tarafın taraftarlarından korkmak yerine, gerçek güç ve kuvvet sahibi ve her şeyden değerli Allah’ın yardımına sahip olacak özellikler üzerinde bulunmamız gerekmektedir. [2234]

Gayr-ı İslâmî toplumların temel problemi olan şirk ve Allah’la irtibatsızlık önemsenmeden, esas problemin ahlâkî olduğunu düşünüp sadece o alanda nasihatler yapmak delik kaba su doldurma çalışması gibi başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü her türlü fesâdın ve ahlâksızlığın beslendiği şirk mikrobuyla savaşılmadan bu altyapıya bağlı olan yanlışlıkların düzelmesine imkân yoktur. O yüzden hangi çeşit ahlâksızlık, fesat ve zulüm varsa, bunların kökten giderilmesi için insanlara tevhidi hâkim kılma gayreti zorunludur. Bütün peygamberler, devirlerindeki yanlışlıklara karşı çıkarken, öncelikle tevhid vurgusu yapmışlardır. Toplumlarını Allah’tan başka ilâhları reddetmeye ve sadece O’na ibâdet ve kulluğa çağırmışlardır. Bu alt yapıyı oluşturarak fesâdın ve ahlâkî dejenerasyonun önüne geçmeye çalışmışlardır. 

Bununla birlikte, câhilî topluma içi boş, kuru bir söylem olarak, felsefî ve teorik fikir yığını olarak tevhid söylemi de eksiktir, dolayısıyla tek başına yanlıştır. Bunun güncel şirkin izâlesi, bireyin ve toplumun yaşayışını kökten değiştirecek tevhid vurgusunu, yaşanan hayatla irtibatlandırak öncelikli olarak hangi davranış ve ahlâkî özelliklere sahip olunması gerektiğinin vurgulanması önemlidir. Tevhid, hayattan kopuk, insan davranışlarından bağımsız bir inanç esası değildir, tam tersine insanı ve hayatı her yönüyle kuşatıp yeniden inşâ etme projesidir. Vücutta etle kemik ne ise, tevhidin teorisi ile pratiği odur. O yüzden tâğutlara, sahte ilâhlara karşı çıkıp tavır almak, hayatı İslâmlaştırmak için kaçınılmaz bir zorunluluk olur. Bazı radikal geçinen gençlerin tevhidi, ahlâktan ve yaşayıştan uzak, sadece felsefî bir teori gibi algılaması, öncelikle kendi hayatlarında tevhîdî bir ahlâk ve yaşayışı, örnek şekilde gösterememesi, bir yönden İlâhî yardıma, diğer yönden iyi niyetli ama câhil İnsanların mesaja kulak vermesine engel olmaktadır.         

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik)...”[2235] Allah (c.c.), âyetin bu kısmında Medyen halkına, onlara hakkı tebliğ etmesi ve onları imana dâvet etmesi için Şuayb’ı (a.s.) bir Rasûl olarak seçip gönderdiğini haber vermektedir. Bu âyette geçen; “kardeşleri” kelimesinden kasıt, din kardeşliği değildir. Bundan kasıt; aynı kabileden  olmaları veya meleklerden değil de insan cinsinden olmasıdır.

Şuayb kavminin en büyük hastalığı muâmelât konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçüye,  tartıya riâyet etmemek. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması. Maddeci ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Ahiret inancının, hesap duygusunun diskalifiye edilip dünyanın birinci plana alınması ve bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşrû sayıldığı bir toplum.

Hz Şuayb’ın önce tıpkı önceki elçilerin yaptığı gibi bu toplumu Allah’a kulluğa çağırdığını görüyoruz: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, çünkü sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız ilâhınız yoktur.” Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, kendisine ibâdet edeceğiniz, sizin üzerinizde yetki ve otorite sahibi yoktur. Yaratıcınız O, rızık vericiniz O, hayat programınızı belirleyen O’dur. Ondan başka hayatınızda minnet duyacağınız, hesap ödeyeceğiniz göklerde de yerde de başka bir varlık yoktur. İşte böyle bir Allah’ı dinleyin. Çünkü: “Rabbinizden size apaçık beyyineler gelmiştir. Öyleyse Rabbinizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve İnsanların mallarını eksiltmeyin.”

Evet, Allah’ın peygamberi evvelâ toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmamış bir bir insanın, içine iman ve akide yerleşmemiş bir toplumun amelî hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır. Allah’ı Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak insan bunları? İnsanlara önce Allah anlatılacak, Cennet anlatılacak, Cehennem anlatılacak, hesap-kitap anlatılacak, yani Cenneti ve Cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da “işte bu Allah hatırına şunları şunları yapman lâzım” denilecektir. Sadece Allah’ı dinlemen ve Allah’tan başka hiç kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yani, öncelikle İnsanları şirkten-küfürden arındırıp onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.

İşte Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor: “Ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin!” Ölçü ve tartıya riâyet edilmeli ve İnsanların eşyaları eksiltilmemeli. Bu emir, ticaretin her çeşidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeyleri reklâm vâsıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına kadar, enflasyon yoluyla çaktırmadan sade yağdan kıl çeker gibi İnsanların ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların her türlüsü yasaktır.[2236]

Bu âyette yer alan ve “İnsanların eşyalarını eksik vermeyin” anlamına gelen ibare, hem maddî, hem ahlâkî ve sosyal haklara riâyet etmek gerektiğini belirtir. Çünkü insan, sadece alış verişlerde değil, başkalarıyla girdiği tüm ilişkilerde de doğruluk ve adâletten ayrılmamakla yükümlüdür.

 

Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Emrettikleri:

Şuayb (a.s.), kavmi Medyen’e şu beş şeyi emretti:

1) Sadece Allah (c.c.)’a İbâdet ve Şirki Terk:

“O şöyle dedi : “Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.”[2237] Şuayb (a.s.), kavmine ilk olarak sadece Allah’a (c.c.) ibâdet etmelerini, şirkin her çeşidini terk etmelerini emretti. İşte bu, bütün Rasûllerin insanlara ilk dâvet ettiği şeydir.

 

Allah (c.c.), bu konuyla ilgili olarak başka âyetlerde şöyle buyurmuştur: “Senden önce hiçbir Rasûl göndermiş olmayalım ki, ona: ‘Benden başka ibâdete layık ilâh yoktur, yalnız Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”[2238]; “Andolsun ki, her ümmete: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının’ diye (tebliğ etmeleri için) bir Rasûl gönderdik. Allah, onlardan kimine hidâyet etti ve onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.  Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!” [2239]

Şuayb (a.s.), kavmi Medyen ahâlisine ilk olark şöyle dedi: “Ey kavmim! Sadece Allah’a ibâdet edin, sadece O’nun emirlerini dinleyin, sadece O’nun şeriatine göre hayatınızı düzenleyin ve O’na hiçbirşeyi ortak koşmayın! Çünkü sizin, O’ndan başka ibâdete lâyık ilâhınız yoktur.” Şuayb (a.s.) de bütün Rasûllerin yaptığı gibi ilk olarak kavmini tevhide ve her türlü  şirki terke çağırdı.

Çünkü dinde ilk bozukluk şirk koşmakla başlar. Dinin esası da zaten bu temele dayanır. Yaratılışın asıl gâyesi de budur ve bütün ibâdetlerin geçerliliği tevhidin sağlanıp sağlanmamasına bağlıdır. İnsî ve cinnî şeytanlar, bu meseleyi çok iyi bildikleri için ilk olarak tevhidi bozmaya çalışırlar ve bunun için bütün güçlerini kullanırlar.

2) Gönderilen Rasûle Tâbi Olmak ve İtaat Etmek:

“Rabbinizden size bir delil geldi.” Şuayb (a.s.), kavmine ikinci olarak, kendisinin Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğunu ve kendisine tâbi olunması gerektiğini emretti. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Sizlere, getirdiğim şeylerin doğruluğunu  ve Allah tarafından olduğunu isbat eden, aklı başında herkesin anlayabileceği deliller gelmiştir.”

Bu âyette zikredilen deliller, kâinatla ilgili bir mûcize olabileceği gibi, aklî deliller de olabilir. Allah (c.c.) Şuayb’e (a.s.) kâinatla ilgili bir mûcize verdiğini belirtmemiştir. Fakat onun Allah’ın (c.c.) Rasûlü olduğunu, doğru söylediğini isbat eden kâinatla ilgili bir mûcizenin mutlaka verilmiş olması gerekir. Ebû Hureyre’den, Rasûlullah’ın (s.a.s) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Her nebiye, insanları ona iman etmeye sevk eden mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah’ın (c.c.) vahyi Kur’ân-ı Kerim’dir. Kıyâmet gününde en çok tâbi olunan  olmamı dilerim.” [2240]

3) Ölçü ve Tartıda Âdil Olmak:

“Artık ölçü ve tartıyı tam yerine getirin!” Şuayb (a.s.), kavmine üçüncü olarak ölçü ve tartıda âdil olmayı emretti. Onlara şöyle dedi: “Ölçü ve tartı konusunda insanların haklarını verin! Tartıda eksiklik yaparak insanları kandırmayın ve böylece onlara zulmetmeyin!”

 

Şuayb (a.s.) kavmini Allah (c.c.)’ı tevhid etmeye ve her türlü şirki terk etmeye çağırdıktan ve kendisine tâbi olunmasını emrettikten sonra ölçü ve tartı konusunda insanlara haksızlık yapmamalarını  emretti. Bu konu üzerinde hassâsiyetle durmuş olması, bu meselenin ne kadar önemli olduğunu ve ölçüde, tartıda âdil olmamanın ne kadar büyük suç olduğunu göstermektedir. İşte bu sebeple mü’minler, bu mesele üzerinde titizlikle durmalıdırlar.

4) İnsanlara Haklarını Tam Vermek:

“İnsanlara, eşyalarını eksilterek vermeyin!” Şuayb (a.s.), kavmine dördüncü olarak, insanlara ihânet ederek haksız yere mallarını almamayı emretti. Onlara şöyle dedi: “İnsanların haklarını tam olarak verin! Haklarını eksilterek, ihânet ederek, kandırarak ve zulmederek almayın!”

 

Şuayb (a.s.), kavmine ölçü ve tartıda eksiklik yapmamalarını emrettikten sonra, insanlara karşı yapılabilecek her türlü haksızlığı genel olarak yasaklamıştır. Böylece İnsanların mallarını gasb ederek, hırsızlık yaparak, rüşvet alarak veya hile yoluyla yemelerini  de yasaklamıştır.

5) Yeryüzünde Bozgunculuk Çıkarmamak: 

“Islahından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın!”

Şuayb (a.s.), kavmine son olarak yeryüzünde fesad çıkarmamalarını emretmiştir. Onlara şöyle dedi: “Yeryüzünü ıslah ettikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, tevhidi bırakıp şirk işlemeyin. Çünkü yeryüzünde en büyük bozgunculuk, şirk işlemek, İnsanları bu yola sevketmek ve tevhidi engellemektir. Artık şirk işlemeyin, tevhidi bozmayın, muvahhidlere karşı gelmeyin! Allah’ın şeriatinin uygulanmasına engel olmayın, insanlara O’nun şeriatinden başka bir şeriatle hükmetmeyin! Aksi takdirde, zulmü yaymış olursunuz. Allah’ın yasakladığı amelleri işlemeyin ve size yaşamanız için gösterdiği doğru yoldan asla ayrılmayın! Allah’ın şeriatini hayatınızın her yönüne uygulayın! O’nun şeriatini terkederek, beşer aklının ürünü ve hevâ ü hevese dayalı olan şeraitleri/hükümleri tatbik etmeyin! İnsanları onunla muhâkeme olmaya zorlamayın!”

“Eğer inananlardan iseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.” Şuayb (a.s.), kavmine beş şeyi emrettikten sonra onlara şöyle  dedi: “Ey kavmim! İyi bilin ki, yapmanızı emrettiğim şeyleri yerine getirirseniz, yani sadece Allah’a ibâdet eder ve ona hiçbirşeyi ortak koşmazsanız, tartıda ve ölçüde insanların haklarını yemezseniz, insanlara karşı hiç zulmetmez ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmazsanız, benim söylediklerimi tasdik eder, Allah tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğuma, size sadece O’nun emir ve yasaklarını bildirdiğime inanırsanız, bu, sizin için hem dünyada hem de âhirette  daha hayırlı olur.”

Bu âyet gösteriyor ki, toplumun ıslahı için sadece ilim yetmez. Gelecek nesillerin de dine bağlanmaları için halkın ve özellikle de yeni nesillerin İslâmî bir terbiye ile terbiye edilmesi gerekir. Yeni neslin, her türlü şirki terkedip tevhide göre yaşamak ve pratikte bunu uygulamak üzere  terbiye edilmesiyle birlikte, ahlâki yönden de çok iyi terbiye edilmesi gerekir. Doğruluk üzere yaşamaları, emânete ihânet etmemeleri, herkese karşı adâletli davranmaları, her türlü ahlâksızlıktan, fesad ve bozgunculuktan uzak durmaları gerektiği onlara aşılanmalıdır.

Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akebe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Medayinde yaşayanlar büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri, Kızıldeniz sahilini takip eden Yemen-Mekke ve oradan Suriye ticaret yolu güzergâhı ile Irak’tan Mısır’a giden yolun kesiştikleri mevkilerde yer alır. Bundan dolayı da onlar Araplar arasında iyi bilinirler ve helâk olmalarından sonra bile, Suriye ve Mısır’a giden ticaret kervanlarının yolları onların arkeolojik kalıntıları arasından geçmesi nedeniyle hatırlanırdı.

Yukarıdaki tarihî gerçeğin ışığı altında, onların Hakk’ın sesini ilk defa, Hz. Şuayb’dan (a.s.) duydukları bir hakikattır. Gerçekte Medyenoğulları, İsrail kavmi gibi aslında müslümandılar. Fakat Şuayb (a.s.) kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman onların inançları bozulmuş idi, tıpkı, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) geldiğinde İsrailoğulları’nın saf inançlarının bozulmuş olduğu gibi. Benî İsrail, Hz. İbrahim’den (a.s.) sonraki yaklaşık altı asır süresince müşriklerle ihtilât ederek (onlara karışıp, benzeyip uyarak) şirke ve ahlâksızlığa dûçar olmalarına rağmen, hâlâ "mü’min" olduklarını ve bundan gurur duyduklarını iddia ediyorlardı.

Bu, Hz. Şuayb’ın kavmine, şirk ve ticarî ahlâksızlık gibi iki önemli günah bakımından onları ıslah etmek için gönderildiğini göstermektedir. Hz. Şuayb (a.s.) burada onların dikkatini özellikle şu hususa çekmek istemiştir: "Sizden önceki peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) yerleştirdiği Hak Yolu (Sırat-ı Mustakimi), kendi yanlış inanç ve ahlâksızlıklarınızla bozmayın."

Peygamberin onların inançlarına telmihte bulunması göstermektedir ki, onlar kendi kendilerinin "inananlar" olduklarını itiraf ediyorlardı. Her ne kadar yanlış inançlara ve sapmalara kaymışlarsa da her hal u kârda "inananlar" olduklarını ve bununla da övündüklerini söyleyen, güya baştan çıkarılmış müslümanlar idiler. İşte bunun için peygamber onlara: "Eğer gerçekten inananlar iseniz, iyilik ve kötülüğü, Allah’a, âhiret gününe inanmayan şu dünyaperest İnsanların ölçüleriyle değil, doğru ve dürüst İnsanların ölçüleriyle değerlendirmelisiniz diye hitapda bulunmaktadır.

Şuayb’ın (a.s.) Kavmini Yapmaktan Yasakladığı Şeyler

“Ona iman eden kimseyi tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın. Hatırlayın ki siz, az (ınlık) idiniz de O, sizi çoğalttı. Fesatçıların/bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım).” [2241]

 

Şuayb (a.s.), bu âyette  kavmini şu üç şeyden nehyetmiştir:

1 - Yol keserek İnsanların mallarının gasbetmekten.

2 - İnsanların kendisine bağlanmalarını engellemekten ve ona bağlı olanları dinlerinden döndürmek  için zor kullanmaktan.

3- Yalan, hile ve şüphe uyandırma ile Allah’ın (c.c.) dosdoğru yolunu eğriltmekten, bozmaktan ve tahrif etmekten.

İnsanlara zulmetmek, haksız yere onların mallarını yemek, hevâ ve hevese göre onlara hükmetmek, Allah’ın (c.c.) şeriatine göre değil de hevâ ve hevese göre yaşamak isteyenler, Allah’ın (c.c.) doğru olan şeriatinin hâkim olmasını asla istemez, daima eğri olan kanunların hâkim olmasını isterler.

Bu âyet gösteriyor ki tevhide çağıran, her türlü şirki zulmü, ahlâksızlığı yasaklayan, iyi ahlâka çağıran yegâne doğru yol, Allah’ın (c.c.) şeriatidir. Onun dışında olan düzenlerin, fikirlerin, ideolojilerin hepsi eğridir, bozuktur, sapıktır...

Allah (c.c.) bu âyette, Şuayb’ın (a.s.), yapmakta oldukları birtakım amellerden  kavmini vazgeçirmeye çalıştığını  haber vermektedir: “Ona iman eden kimseleri tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın.”

Âyette geçen “fesâd” halinin insanın, velî, koruyucu ve yardımcı olarak Allah'tan başkasını kabul etmesiyle başladığı Kur’an’da belirtilir. O halde düzen, ancak tek velî, koruyucu ve yardımcının, yalnız Allah olduğunu bilmekle tekrar sağlanabilir.

Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini  bildirmektedir: “Ey kavmim! İnsanların Mallarını çalmak için yol  köşelerinde oturarak onları ölümle tehdit etmeyin! Bana iman etmek isteyenlere telkinde bulunarak, onları imandan vazgeçirmeye çalışmayın! Onları, imanlarından döndürmek için korkutmayın! Allah’ın size bildirmiş olduğu doğru yolunun eğri olmasını  istemeyin. Bu yolu bozmaya, tahrif etmeye, küçük düşürmeye çalışmayın!”

Rabbimiz diyor ki “ölçü ve tartıya iyi riâyet edin, İnsanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların haklarını yemek sûretiyle onlara zulmetmeyin.” Eğer bir toplumun hayatı Allah’a iman esasına dayanmıyorsa, ekonomik hayatı Allah’a teslimiyyet esasına dayanmıyor, kapitalist yahut materyalist bir anlayışa dayanıyorsa, küfre ve şirke dayanıyorsa, o toplumda mutlaka zulüm olacak, İnsanlar her şeyi kendi menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman esasına dayanmayan, hayat programlarını Allah’tan almayan toplum fertleri bencildir, hodbindir, sadece kendini düşünen, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendisine verilse bile bir türlü doymayan özelliktedir. Bundan dolayıdır ki daha çok kazanabilmek için, insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve insanlara zulmedeceklerdir.

İşte Medyen ahâlisi de böyleydi. Rivâyetlere göre ticarette kullandıkları altın ve gümüş paralardan insanlara verirken bir kısmını keserek, eksilterek veriyorlardı. İşte, içinde yaşamak zorunda olduğumuz toplumsal düzendeki enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Tabii bu şekilde İnsanların birbirlerine zulmetmelerini sağlayan şu anda yaşadığımız sistemdir. Allah’a iman ve teslimiyyet esasına dayanmayan bu sistem her gün İnsanların cebindekini biraz daha eksiltmektedir. Ama halk da buna yardımcı oluyor.

"Allah’a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah’ın sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın." [2242]

Her bir yolun üzerine oturup İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi yollarınıza çağırmayın. Yolda eğrilik arayarak, yolun eğrisini isteyerek, İnsanların yollarını eğip bükerek İnsanların dinlerini, yollarını bozmayın. Anlayabildiğimiz kadar bunun birkaç mânâsı var:

1- Birincisi bu toplum Asya, Afrika ve Avrupanın ticaret kervanlarının geçtiği kesiştiği merkezî bir noktada oturan bir toplumdu. Bu bölgeden geçen ticaret kervanlarının yollarını değiştirerek kervanları soymaya çalışıyorlardı da Rabbimiz bunu yapmamalarını, böyle bir ahlâksızlıktan vazgeçmelerini öğütlemektedir. Tıpkı bugün reklamlar vasıtasıyla, İnsanları şartlandırmak sûretiyle İnsanların yollarını değiştirerek yazar kasalarının önlerine uğramalarını sağlayarak onları soymaya çalışan İnsanların yaptıkları gibi.

2- Devletin, toplumun önemli köşelerini ellerine geçirerek, önemli noktalarına oturarak, iktisad, ekonomi, hukuk, eğitim sahalarını ellerine geçirerek toplumun dinlerini, hayatlarını, hayat programlarını bozuyorlardı. Veya meselâ medyayı, basın ve yayın araçlarını ellerine geçirerek bütün bu sahip oldukları imkân ve araçlarla İnsanların düşüncelerini, inanışlarını ve dinlerini bozuyorlardı. Ellerine geçirdikleri bu vâsıtalarla İnsanları şartlandırarak hakkı bâtıl bâtılı hak, beyazı siyah, siyahı beyaz göstererek toplumun tüm ahlâkî değerlerini bozuyorlardı. Tıpkı bugün aynı vâsıtaları ellerine geçirerek, aynı köşe bucakları kaparak İnsanların dinlerini, inanışlarını ve düşüncelerini bozmaya çalışan zâlimler gibi. Devletin ve toplumun bütün imkânlarını, halkı soyarak elde ettikleri tüm ekonomik güçlerini bu yolda harcayan, bu toplumun dinini bozma ve toplumu dinsizleştirme yolunda kullanan zâlimler gibi.

Ekonomiyi bozuyorlar, hukuğu bozuyorlar, eğitimi bozuyorlar, kılık kıyafeti bozuyorlar, halkın paralarıyla yazdıkları güya din dersi kitaplarıyla halkın dinini bozuyorlar. Allah’ın dinini bozuyorlar, Allah’ın dinini eğip büküyorlar ve “işte din budur!” diye İnsanların karşısına bozuk bir din çıkarıyorlar. Allah’ın dinini kaldırarak yerine resmî bir din çıkarıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerine göre hayata karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan, devletle hiçbir problemi olmayan, kendi tanrılıklarına, kendi egemenliklerine evet diyen bir din çıkarıyorlar ve “işte din budur” diyorlar. Böylece Allah dininden kopardıkları İnsanları kendi dinlerine kul-köle edinerek Allah kullarını Cehenneme sürüklüyorlar. Halkın imkânlarıyla oturdukları makamlarda zorla mü’minlerin çocuklarının örtülerini çıkartıyorlar. “Bizim dinimize göre, resmî dine göre bu yasaktır!” diyorlar. “Resmî dine göre başörtüsü yasaktır, sakal yasaktır, sarık yasaktır, namaz yasaktır!” diyorlar. Bugün de aynen Medyenliler gibi Allah kullarının dinlerini eğip bükenleri görüyoruz.

3- Ya da her bir yolun başına oturarak yolu değiştirerek, yolun kurallarını kendileri koyarak, yolun özelliğini bozarak İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıyorlardı. Kaynağın başına oturarak İnsanları bu dinin temel kaynaklarından uzaklaştırarak kendi yazıp çizdikleriyle İnsanların dinlerini karmakarışık hale getiriyorlardı. Üç kuruşluk dünya menfaati adına, beş kuruşluk statü adına İnsanları kendi yollarına, kendi anlayışlarına çağırarak Kitap ve Sünnetten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Şu anda da İnsanları Allah’ın kitabına ve Rasûlünün Sünnetine çağırmayarak kendilerine, kendi cemaatlerine, kendi anlayışlarına, kendi yollarına veya kendileri gibilerin yollarına çağıranların tamamı, Allah kullarının dinlerini karmakarışık etmeye çalışan İnsanlardır. O kadar çok İnsan sözü, o kadar çok İnsan hayatı duyuyor ki bu İnsanlar ne yapacaklarını, nasıl amel edeceklerini şaşırıyorlar. Filan şöyle dedi falan böyle dedi, filan şöyle uçmuştu, falan böyle kaçmıştı; “acaba bizler bunların hangisiyle sorumluyuz?” diyerek İnsanların kafaları karma karışık hale geliyor. Bırakalım bunları da, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün Sünnetini anlatalım. Net ve açık İslâm’ı gündeme getirelim de, İnsanlar ne yapacaklarını bilsinler.

Evet ey Medyen toplumu! Ve ey şu anda Medyen’i aratmayacak biçimde Allah kullarının yollarını, dinlerini bozmaya çalışanlar, yapmayın bunu! Allah kullarının dinlerini bozmayın!

Sizler azken, güçsüzken Allah’ın sizi hem mal yönünden, hem güç ve kuvvet yönünden, hem makam-mansıp yönünden güçlendirdiğini hatırlayın. Şu anda sahip olduğunuz her şeyi size Allah vermedi mi? Bunu düşünün ve sizden önce şu anda sizin yaptığınız fesâdı yapanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna da bir bakıverin. Eğer sizler şu anda bu fesatlarınıza devam edecek olursanız onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza da geleceğiden hiç şüpheniz olmasın. [2243]

“Hatırlayın ki siz, az (ınlık)idiniz de O, sizi çoğalttı..” Allah (c.c.) âyetin bu kısmında, Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Siz, az idiniz de sizi çoğalttı, zilletten ve hakirlikten sonra size izzet verdi. Fakirlikten sonra ise sizi zenginleştirdi. Bunları ve diğer nimetleri hatırlayın ve yanlız Allah’a ibâdet edin, her türlü şirki terk edin! Sadece O’nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının! Böylece O’na  gerektiği şekilde şükredenlerden olun!”

“Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım)!” Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.), kavmini korkutmak ve sakındırmak için şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey kavmim! Sizden önceki ümmetlerin halini düşünün! Nuh, Âd, Semud, Lût kavimlerinin başlarına gelenlerden ibret alın! Şirk koştukları, insanlara zulmettikleri, yeryüzünde fesad çıkardıkları, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarından kaçınmadıkları, Rasûlleri yalanlayıp onlara tâbi olmadıkları için  onların başlarına gelenlerden ibret alın, onlar gibi olmayın! Yoksa onların helâk olduğu gibi, siz de zillet içinde helâk olursunuz.”

Şuayb (a.s.)’ın Kavmini Allah’ın Hükmüyle Uyarması:

“Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır. [2244]

Allah (c.c.) bu âyette yine, Şuayb’ın (a.s.), kavmine söylediği sözleri zikretmektedir. “Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin.” Allah (c.c.) bu âyette Şuayb’ın (a.s.), kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey Medyen ahâlisi! Eğer bir kısmınız beni doğrulayıp bana inanmış, Allah tarafından getirdiğim şeyleri kabul etmiş, her türlü şirki terkedip ibâdeti sadece Allah’a ihlâslı olarak yapmış ve insanlara zulmetmeyi, tartı konusunda haksızlık yapmayı terk ederek bana bağlanmış, diğer kısmınız da yalanlayıp benim getirdiğimi reddetmişse, o zaman Allah aramızda hüküm verinceye kadar bekleyelim. Bakalım, hangi taraf doğru yoldadır! Bakalım, Allah kimlerden râzı olmuştur!”

“Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır.” Şuayb (a.s.) sözlerini şöyle bitiriyor: “Allah hükmedenlerin en hayırlısı, en adâletlisidir. Çünkü hükmünde hiç kimseyi kayırmaz ve hiç kimseye meyletmez.” Bu âyet gösteriyor ki, adâletli hüküm, sadece Allah (c.c.)’ın verdiği hükümdür. Onun için, İnsanlar arasında haksızlık yapmaktan çekinen, onlara adâletli hüküm vermek ve doğruya isâbet etmek isteyen  hâkimin sadece Allah’ın (c.c.) Kur’ân’ı Kerim ve sahih sünnette bulunan hükmünü uygulaması gerekir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.”[2245] Buna rağmen, Allah (c.c.)’ın hükmünü bir kenara bırakıp beşerî kanunları  uygulayan hâkim, hem zulümle hükmetmiş hem de Allah’ın hükmünü inkâr etmiş olur. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [2246]

 

Hz. Şuayb’ın (a.s.) konuşmasının hemen akabinde bu kelimeleri de ilâve etmesinin nedeni, onların yeniden inançsızların yolu üzerine dönmeyecekleri hususunda kesin bir iddiada bulunmaya yetkili olmadığını göstermek içindir. Allah’ın kudretini tam olarak anlamış mü’min, O’nun irâdesinin herşeyi kuşattığını bilir. Bundan dolayı da bir mü’min "Bunun ya da şunun yapılması tamamen Allah’ın dileğine bağlı iken, ben şunu yapacağım, şunu yapmayacağım" diye kesin iddialarda bulunmaz. "Eğer O dilerse, başarılı olurum, yoksa hayır" der. Allah Teâlâ, aynı şeyi âyetlerinde de bildiriyor. "Hiçbirşey hakkında: ‘ben bunu yarın mutlaka yapacağım’ deme; ancak, Allah dilerse, yapacağım’ de.” [2247]

Ama şurasını hiç bir zaman unutmayalım ki yeryüzünde bâtıllar asla hakkın varlığına tahammül edemezler. Yeryüzünde kâfirler, bir mü’minin varlığına asla tahammül edemez. Hak taraftarları yani mü’minler bâtıl taraftarları kâfirlerle herhangi bir savaşa girişmese de, az evvel ifade edildiği gibi “mâdem ki ey kâfirler, sizler inanmadınız, öyleyse bizler de Allah aramızda hükmünü verene kadar bekleyeceğiz” dese de bâtıl taraftarları yine de rahat durmazlar. Yine de hakka karşı barıştan yana olmazlar. İlâhî yasa budur yeryüzünde ve bu yasa tarihin hiçbir döneminde değişmemiştir. Bakın ne diyorlar: “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, ‘Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız!’ dediler. Şuayb, onlara: ‘İstemesek de mi?’ dedi.”

İşte her zaman olduğu gibi mele’ grubunun tehdidi. Her dönemde ileri atılan, devlet yönetimine sahip olan, devletin kaymağını yiyen, devletin imkânlarından nasiplenen ve bunun için de devletin zevalinden çok korkan, daha doğrusu kendi menfaatlerinin zevalinden ödü kopan ve bunun için de her dönemde herkesden önce öne atılan mele’ grubu dediler ki Allah’ın elçisine: “Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz ya da seni ve sana inananları ülkemizden çıkaracağız. Ya bizim dediğimiz gibi inanır, bizim istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz gibi giyinir, bizim istediğimizi gibi yaşarsınız; ya da andolsun ki sizi memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim gibi iktisadî bozukluklara ses çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de sahip çıkarsınız, bizim hayatımıza, bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize, bizim çalıp çırpmamıza, yetimlerin haklarını, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç laf etmezsiniz, bizim hukuğumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim kılık kıyafet anlayışımıza ses çıkarmazsınız ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya bizim fâizlerimize, bizim gasplarımıza, bizim genelevlerimize, bizim fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız yahut da sizi süreceğiz!” diyorlar. Yani “ya bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız, ya da sürülmeyi göze alırsınız!” diyorlar. “Ya bizim hayatımızı benimsersiniz ya da çeker gidersiniz!”; “ya seversiniz düzenimizi, ya da bu ülkeyi terk edersiniz!”

Allah elçisine ve beraberindeki mü’minlere kâfirlerin tehditleri böyleydi. Dünkü kâfirlerin mü’minlere söyledikleri bu gün bize söylenmiyorsa ya kâfirler değişmiş ya da müslümanlar değişmiştir. Kâfir hiç bir zaman değişmeyeceğine göre herhalde bugün onlar karşısında biz müslümanlar değiştik. “Ya bizim hayatımızı kabullenirsiniz, ya bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim metodlarımızla hareket edersiniz, ya bizim gibi demokratik usullerle çalışırsınız bizim prensiplerimize uyarsınız ya da sizi ülkemizden çıkarırız!...” 

Aslında bunu onlara biz demeliydik. Onlara bunu biz söylemeliydik. Ama biz demeyince onlar diyorlar tabii bunu. Biz demiyoruz onlara bunu. Biz diyoruz ki “vazgeç bu işten! Etliye sütlüye karışma! Sakın ileri gitme!” diyoruz. Arkadaşlarımız, akrabamız diyor, babamız, anamız diyor. Biz böyle davranınca da elbette onlar bize bunu deme hakkını elde ediyorlar.

Evet, Allah’ın elçisi Şuayb (a.s.) karşısında bu tehditleri savuruyorlardı. Çünkü şunu kesin olarak biliyorlardı onlar. Eğer Şuayb’ın (a.s.) Allah’tan getirdiği mesaj toplumda maya tutarsa o zaman toplum hayatını bu mesaja göre düzenleyecek ve toplumda zulümden eser kalmayacaktı. Toplumda materyalizm, maddecilik tutunamayacak, toplum ferlerinden hiç birisi diğerini sömüremeyecek, kimse kimsenin kanını ememeyecek, kimse kimseyi ezemeyecek, kimse kimsenin sırtına binerek para kazanamayacaktı. Dolayısıyla bu mele’nin hortumları, gelir kaynakları kesilecekti. İşte bundan dolayı herkesten önce bunlar peygamberin karşısına dikiliyorlar ve onun dâvetinin İnsanlar tarafından kabul görmesini engellemeye çalışıyorlardı. Hûd sûresinde de toplumun Hz. Şuayb’a (a.s.) şöyle dedikleri anlatılıyor: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin’ dediler.” [2248]

Namazın Kötülükleri Terk Ettirmesi

Diyorlar ki; ‘ey Şuayb! Senin namazın mı emrediyor bunları sana? Atalarımızın, babalarımızın senelerdir tapındıkları tanrılara, senelerdir uyup geldikleri bu yasalara itaat etmememiz gerektiğini ve sadece Allah’a kulluk etmemiz gerektiğini sana emreden senin namazın mıdır? Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret hayatımızı belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda sadece Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı yoksa? Veya mallarımız konusunda dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan senin namazın mı menediyor? Bütün bunları senin namazın mı emrediyor?’

Demek ki Allah’tan mesaj alma makamı olan namazın böyle bir misyonu vardır. Namaz bütün hayatı düzenleme fonksiyonuna sahiptir. Kıldığı namazı kişiye sadece Allah’a kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi ve Allah’tan başkalarını dinlememeyi, Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi öğretmesi lâzımdır. Namaz kişiyi tüm hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir. Malı konusunda, evlâdı konusunda, hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği gibi hareket etmemesini, tüm bu konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir fonksiyona sahip olması gerekmektedir. "Muhakkak ki namaz, fahşâ (iğrenç şeyler) ve münker (kötülükler)den vazgeçirir."[2249] Bu âyet de bunu anlatır. Yani namaz, kişinin tüm hayatını düzenleyen bir özelliğe sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Değilse, namaz kıldığı halde hayatını Allah’a teslim etmeyen kişinin kıldığı namaza namaz denmez. Namaz kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, ekonomi anlayışında Allah’ı söz sahibi bilmeyen, eğitimi konusunda Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayan bir adam namaz kılmıyor demektir.

Allah elçisinin karşısında bâtılın tehditlerinin estiğini görüyoruz. Ama kâfirler ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl tehditler savururlarsa savursunlar Allah’ın elçisi asla tâviz makamında değildi. Allah’ın elçisi Hz Şuayb tâviz vermeye yetkili bir makamda değildi. Onların bu tür tehditleri karşısında Allah’ın elçisinin cevabı kesindi: “Yani biz istemesekde mi? Yani bu sizin bize sunduğunuz hayattan râzı olmasak da mı bunu bize yapacaksınız? Veya bu kendi vatanımızdan çıkmak istemesek de mi bizi çıkaracaksınız? Zorla ve zorbayla mı bizi kendi ülkemizden çıkaracaksınız? O zaman: “Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın" dedi. [2250]

 Rabbimiz Allah istemedikçe bizim sizin inancınıza dönmemiz mümkün değil anlamına gelen ibâre, Allah’ın İnsanlardan inkâra dönmelerini isteyebileceği ihtimalini değil, aksine samimi mü’minin O’na tam teslim olma tavrını ifade eder. Allah bize hidâyetini gönderip bizi dalâletten, sapıklıktan kurtardıktan sonra tekrar o eski dalalet ve sapıklığa dönecek olursak o zaman bizler Allah’a açık bir iftirada bulunmuş oluruz. Eğer Rabbimizin gönderdiği hakkı, hidâyeti doğru yolu tanıdıktan sonra, Rabbimizden gelen hakka inandıktan sonra eğer sizin sapıklıklarınıza, sizin milletinize, sizin dininize, sizin anlayışlarınıza, sizin yasalarınıza, sizin dolandırıcılıklarınıza, sizin rüşvetlerinize, sizin kılık kıyafet anlayışınıza, sizin hukuk anlayışınıza, sizin hayat anlayışınıza dönersek, sizin gibi inanır sizin gibi yaşamaya kalkışırsak o zaman Allah’a karşı en büyük iftiraya kalkışmış oluruz. Eğer sizin bu sapık dininize, bu sapık hayat tarzınıza dönersek Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Eğer sizler de bizler de Allah’ın bu hükümlerini duyduktan sonra, Allah’ın yolunu ve hidâyetini tanıdıktam sonra sanki bütün bunları duymamış gibi, tanımamış gibi hâlâ eski hayatımıza devam edecek olursak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Bir peygamber için asla geri dönüş yoktur. Peygamber yolunun yolcuları için de bu böyledir. Peygamber de peygamber yolunun yolcuları da hidâyeti tanıdıktan ve ona iman ettikten sonra tekrar eski küfürlerine, eski şirklerine dönmektense bin defa ateşe atılmayı tercih ederler. Çünkü gerçekten hakkı tanıdıktan sonra insanın onu bırakıp bâtıla uyması çok daha zor, çok daha çetrefilli ve yorucudur. Tevhidi tanıyan, Allah’ı tanıyan, Allah’a kulluğu tanıyan bir adamın Allah’ı bırakıp da Allah’tan başkalarına kulluğu insanda insanlık haysiyeti bırakmaz, öldürür. Böyle bir insanın insanlar tarafından boynuna gem vurulup zorla Allah’tan başkalarına kulluğa çağrılması kadar korkunç ve hakir birşey düşünülemez. Yeryüzünde bundan daha hakir bir kulluk türü de düşünülemez. Allah bile kâinatın sahibi ve yaratıcısı olduğu halde İnsanlardan böyle zoraki bir kulluk istememektedir. Ama bâtıl bu şekilde hâkimiyetini kurunca, gücü eline geçirince İnsanlar hem akıllarını, hem dinlerini, hem nesillerini hem de servetlerini kurtaramazlar. İnsanlar bâtıllara karşı mükellefiyetlerinin gereği olarak her şeylerini kaybederler. Çünkü doyumsuzdur bâtıllar ve İnsanların her şeylerine el koyarlar. [2251]

Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’[2252] Bu ifâdeleri üstünkörü geçmemeli, bilâkis içerdiği anlamları derinliğine düşünmeliyiz. Medayin’in ileri gelenleri ve şefleri şöyle söyleyerek halkı bu hususta kandırmak istediler: "Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak, biz o zaman tümüyle mahvoluruz. Biz ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve mesleğimizi bunlara göre sürdürürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Bunun yanında, en önemli kervanların, güzergâhlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafî stratejik konumumuzdan yararlanamaz, bu yörenin uslu vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine birşeyler yapmadan seyirci kalırsak işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımız bitti demektir. Bu da, komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetimiz ve etkiğinliğimizin de bir sonu demektir." İşte bu "mahvolma" korkusu, sadece Hz. Şuayb’in kavmine özgü bir olay değildir. Sefih toplumlar, hak, doğruluk ve dürüstlük hakkında, her zaman aynı tedirginliği duymuşlardır. Yalan, üçkağıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın, fâize bulaşmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevî işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi tarih boyunca bütün iflâs etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Bundan dolayı da Hak dâvete karşı her zaman yapılan en büyük itiraz, "hep eğer bilenen o dalavereli yollar bırakılır ve doğru yola uyulursa ilerleme sağlanamayacağı ve toplumun yıkılacağı" konusundadır.

Evet Hz Şuayb işi Allah’a bırakıyor. O Allah’a teslim bir peygamber olarak İnsanların tekliflerini reddeder ama meşîeti İlahîye de karışmaz. Zira o sadece bir elçidir ve Allah’ın bu mevzûdaki murâdını da bilmemektedir. İşte böylece Ulûhiyyet kavramının Peygamber şahsında billurlaşmasını görüyoruz. Allah’ın elçisinin kuvvet kaynağını görüp O’na sığındığını görüyoruz. Rabbine Rabbin istediği biçimde sığındığını gören toplumun da bakın O’nu bırakıp her dönemde olduğu gibi ona inanan mü’minlere yöneldiklerini görüyoruz. Alçaklar Peygambere dokunamıyorlar. Ona iliştikleri zaman biliyorlar başlarına nelerin geleceğini de ona inanan garibanların üzerine gidiyorlar. Peygamberi dize getiremeyince çevresindeki mü’minlere yükleniyorlar.

 

“Milletinin inkâr eden ileri gelenleri, ‘Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz’ dediler.”[2253] “Eğer Şuayb’a iman ederseniz andolsun ki kaybedenlerden olursunuz” ifâdesini iki anlamda söylediklerini anlıyoruz. Ya bu bir tehditti, mü’minleri tehdit ediyorlardı. Eğer ona iman ederseniz çok büyük ziyana uğrayacaksınız. Yani “bizim reddettiğimiz bu adama iman ederseniz artık başınıza gelecekleri siz düşünün. Neyiniz varsa hepsini elinizden alacağız, mallarınızı hatta canlarınızı ve tüm haklarınızı elinizden alıp sizi kendimize köleler edineceğiz. Her şeyinizi kaybedip bizim kölelerimiz durumuna düşeceksiniz” diye tehdit ediyorlardı mü’minleri. Ya da bunu onlara bir nasihat olarak söylüyorlar da olabilir. Yani “eğer bu adama iman ederseniz, bu peygamberin istediği gibi yaşamaya kalkışırsanız o zaman bu toplumda sizler yok olmak, erimek zorunda kalacaksınız. Öyle değil mi? Fâiz almadan, ölçüde-tartıda bizim gibi hile yapmadan, İnsanların cebindekine uzanmadan, içki içmeden, kumara yönelmeden, yalana-dolana bulaşmadan bu toplumda nasıl ticaret yapacaksınız? Kazanmak şöyle dursun, büyümek şöyle dursun sermayelerinizi bile koruyamayacaksınız. Bunları yapmadan bu toplumda ayakta kalmanız mümkün değildir. Bu kafayla sizler bu toplumda, bu toplumun ekonomik anlayışı içinde eiriyecek, silinip gideceksiniz. Eğer Şuayb’ın getirdiği dine tâbi olursanız, onun haram dediklerini haram, helâl dediklerini de helâl kabul ederek hayatınızı bu inanca binâ edecek olursanız, kesinlikle sizler zarar edeceksiniz” diyorlar. “Fâizsiz, kumarsız, rüşvetsiz bir ekonomi düşünülemez. İnsanlara zulmetmeden, İnsanların haklarını yemeden, İnsanların sırtlarına basmadan para kazanmak da yükselmek de mümkün değildir. Baksanıza Şuayb’ın getirdiği mesaj bunların tümünü reddetmektedir. Eğer ona iman ederseniz bütün bunları nasıl yapabileceksiniz? Mümkün değil, bu kafayla giderseniz zinhar sizler adam olamazsınız. Zarar etmek bir tarafa, sizler dünyanızı da zından edeceksiniz. Çünkü içkisiz, kumarsız, kadınsız, faizsiz, düzensiz, dalaveresiz bir hayat çekilebilecek bir hayat değildir. Gelin, hayatınızı yaşayın, bu adamın dediklerine inanmayın” diyorlardı.

 

Kâfirler mü’minlere böyle diyorlar ve nasihat ediyorlardı. “Bu peygamberin dediği gibi bir hayat yaşarsanız kaybedeceksiniz” diyorlardı. Alçaklar kendileri dünyayı hedef bildiklerinden dolayı dünyalık elde edemeyen mü’minlere: “Ssizler sonunda keybedecek ve enayi durumuna düşeceksiniz” diyorlardı. Müslümanca bir hayat onlar için kayıptır. Dünyada zevklerini yaşayamamış olmak onlar için kayıptır. Kâfirler müslümanlar için dün de bu gün de böyle düşünüyorlar. Hâlbuki gerçek keybedenler kendileridir, gerçek kayıp onların hayatlarıdır. Allah’a kulluğa dönüştürülemeyen bir dünya hayatı baştan sona kayıptır. Yedikten sonra Allah’a kulluğa dönüşrütülmeyen tüm nimetler boştur ve kayıptır. İstifade edilip de kulluğa dönüştürülemeyen tüm nimetler değersiz ve boştur. İşte kendileri boş şeylerle oyalanan kâfirler mü’minlerin hayatlarını boş olarak görüyorlar ve aldanıyorlar.[2254]

“Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. [2255]

Medyen’in bu tümüyle yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darb-ı mesel olmuştu, Zebur’da,[2256] Dâvud (a.s.) zâlimlere karşı Allah’ın yardımını şöyle istiyordu: "Senin kullarına karşı sinsice planlar yapan ‘bu hâinlere’ Medyen halkına yaptığını yap", İşaya peygamber de İsrailoğullarına "....Asurlu’dan korkma... O asasını Mısır’ın üzerine kaldırdığı gibi kaldıracak... Orduların Rabbi, Medyen vurgununda olduğu gibi kırbacı ona karşı kımıldatacaktır..."[2257] diyerek teselli vermiştir.

  

“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[2258] Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, her bir kıssada geçen peygamber ve onun tâlimleri, uyarıları vs. tamamıyla Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dâvetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla dâvete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve dâvetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah’ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse âkıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmekte ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.

“Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”[2259] Bu yaptıkları yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem ya da geberin geberesiceler diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler. Oldukları yere yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler. Zaten ölüydü bu kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış İnsanların tamamı ölüdürler. Kur’an ve Sünnetle tanışamamış İnsanların tamamı ölüdürler. İşte bu ölüleri bir sarsıntı kendilerine getiriverdi. Yani Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları olmaları gereken konuma getiriverdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a kulluk yapmaları gerekirken bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz çöktürüverdi. O âna kadar Allah huzurunda diz çökmeye yanaşmayan alçaklar çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları mülkleri, çalıp çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri, kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azâbından kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde çöküıverdiler. Allah diyor ki bakın: “Şuayb’ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.” [2260]

“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[2261] Eğer bizler de çevremizdekilere karşı görevlerimizi tam yaparsak, onlara Allah’ın istediği biçimde İlâhî mesajı duyurursak o zaman biz de hiç üzülmeyeceğiz. Son derece rahat olacağız. Ama bizler bu insanlara karşı tebliğ görevimizi hakkıyla yapamadıysak hem kendimize hem de onlara ağlayalım.

Evet, üzülmüyordu Allah’ın elçisi, çünkü görevini tam yapmıştı. Üzülmüyordu, vazifesini eksizsiz yapmıştı. Gönül rahatlığı içindeydi Şuayb (a.s.), çünkü hakkıyla uyarmıştı onları. Tüm bu uyarılarına rağmen yine de iman etmeyen, yine de adam olmayarak burnunun doğrusuna giden bu insanlara üzülmeye değmezdi. Demek ki kâfirlerin, müşriklerin arkasından üzülmek câiz değildir. İşte Allah’ın en merhametli, en şefkatli, onların dirilişi için kendini bile ihmal edecek kadar çırpınan bir Allah elçisinin onların arkalarından üzülmediğini görüyoruz. Firavun’un arkasından da kimse üzülmedi. Rabbimiz Kur’an’ın başka bir yerinde “Ona ne gök ağladı ne yerdekilerden kimse ağladı”[2262] buyurmaktadır.

Şuayb.(a.s.) ve Medyen Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

  • Şuayb’ın (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 91, 94; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36.
  • Medyen İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 85; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 84, 95; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 44; 28/Kasas, 22, 22, 45; 29/Ankebût, 36.
  • Eyke İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14.
  • Ress İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 2 Yerde): 25/Furkan, 38; 50/Kaf, 12.
  • Şuayb (a.s.) ve Kavmi Konusundaki Âyetler
  • Şuayb (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
  • Şuayb (a.s.) Medyen Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 85, 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
  • Medyen Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85; 26/Şuarâ, 181-183.
  • Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84-93; 26/Şuarâ, 176-188; 29/Ankebût, 36-37.
  • Medyen Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 94-95; 15/Hıcr, 78-79; 25/Furkan, 38; 26-Şuarâ, 189-191; 29/Ankebût, 36-37, 40; 50/Kaf, 12, 14.

                               

 

M  Û  S    (a.s.)

  • Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
  • Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
  • Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
  • Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları

      a-  Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)

      b- İşinin Kolaylaştırılması

      c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi

      d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi

  • Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler

"Kırk gece (söyleşmek) için Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, kendilerine kötülük edenler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz." [2263]

“Doğru yolu bulursunuz ümidiyle Mûsâ’ya Kitab’ı ve hak ile bâtılı ayıran (hükümleri) verdik.” [2264] 

Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği

"Mûsâ" kelimesi, İbrânîce olan iki kelimeden meydana gelmiş bir bileşik isimdir. Su manasına gelen "mû" ve ağaç anlamına gelen "sâ" kelimesinin birleşmesinden oluşmuştur. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi onu Firavun'un öldürülmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizin dalgaları, Firavun'un sarayı yanındaki ağaçların arasına sokuncaya kadar sürüklemişti. Firavun'un hanımı Asiye'nin câriyeleri yıkanmak için dışarı çıktıklarında sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi. [2265]

Hz. Mûsâ'nın babası, İmran'dır. Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Sonra Lâvî ve babası Yâkub.  Bu silsile ile nesebi Yâkub (a.s.)'a ulaşır ki, onun babası Hz. İshak, onun da babası Hz. İbrahim’dir (a.s.). Hz. Mûsâ'nın yanında gördüğümüz Hârun (a.s.), onun kardeşidir. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'yı Firavun'a imana dâvet için gönderdiğinde, Hz. Hârun'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ'ya şöyle duâ ederek, kardeşi Hârun'u kendisine yardımcı istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir (yardımcı) ver. Kardeşim Hârun'u (ver)." [2266]

Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri  olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip hâkim kılmak için gönderdiği ulu'l-azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim'in soyundan olup, İsrâil oğullarının akidelerini ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti.

Hz. Âdem'den, Rasulullah’a (s.a.s.) kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah'a iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hakaretlere uğramışlar ve hatta öldürülmüşlerdir. Mûsâ (a.s.) da, Allah tarafından İsrâiloğullarına gönderilmiş bir rasul idi.  O  da  tıpkı  kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücâhede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek amacıyla kovalandı.

                                                                              

Hz. Mûsâ'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı surelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrâil oğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) Firavun ile olan Tevhid mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile aralarında geçen  basit bir hadiseden ibaret değildir. Aksine, her vakit ve her an ortaya çıkabilen, her zaman ve her coğrafyada tekrar edebilen gerçekçi olaylardandır.  Bu, hak ile bâtılın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, İnsanoğlunun yaratılışından, İnsanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir. Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca bâtıl, hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima hak olmuştur. "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin şâhid olacağı günde muzaffer kılacağız."[2267] Hz. Mûsâ da gönderildiği kavmi cehâlet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları hakka dâvet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah'ın izniyle kazandı.          

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi

 

Hz. Mûsâ ve onun küfür ve şirkle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de, özellikle A’râf, Tâhâ ve Kasas surelerinde olmak üzere birçok surede uzun uzun anlatılmaktadır. Mûsâ (a.s.) ismi Kur'an'da 136 yerde geçmektedir. Hz. Mûsâ, Kur’an’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Kur'an'da ismi en çok geçen peygamberler içerisinde ikinci sırada yer alan Hz. İbrahim’in yalnız 69, üçüncü sırada yer alan Hz. Nûh'un 43 yerde zikredilmesi, Hz. Mûsâ’nın Kur’an’da önemli bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Mûsâ ile dolaylı olarak ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı görülmektedir. Allah, Kur'an'da Hz. Mûsâ'dan şöyle bahsediyor: "Kur'an'da Mûsâ'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrâil oğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi."[2268] Hayatını ve mücadelesini Kur’an-ı Kerim’den izleyelim:

"İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana dosdoğru nakledeceğiz.

Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi (İsrâil oğullarını) güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o, fesatçılardan / bozgunculardandı.

Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım.

Ve o yerde onları hâkim kılalım, Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim.

Mûsâ'nın anasına, 'Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü Biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız' diye bildirdik.

Nihayet Firavun ailesi O'nu yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavun Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.

Firavun'un karısı (sepetin içinden çocuk çıkınca kocasına), 'İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz' dedi. Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.

Mûsâ'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer Biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.

Annesi Mûsâ'nın ablasına, 'Onun izini takip et' dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.

Biz (annesine geri vermezden) daha önce onun süt analarının sütünü kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, 'Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?' dedi.

Böylelikle Biz onu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu bilsin diye anasına geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.

Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları Biz böylece mükâfatlandırırız.

Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman' dedi.

Mûsâ, 'Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.

Mûsâ, 'Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım' dedi.

Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryad ederek yine ondan imdad istiyor. Mûsâ ona dedi ki: 'Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!'

Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: 'Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!'

Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve şöyle dedi: 'Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.'

Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar' dedi.

Medyen'e doğru yöneldiğinde, 'umarım, Rabbim beni doğru yola iletir' dedi.

Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok İnsan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara, 'derdiniz nedir?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.'

Bunun üzerine Mûsâ, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım' dedi.

Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi, 'Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor' Mûsâ ona (Hz.Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o, 'Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun' dedi.

(Şuayb'ın) iki kızından biri, 'Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır' dedi.

(Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa  sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni sâlihlerden/iyi kimselerden bulacaksın.

Mûsâ şöyle cevap verdi: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.

Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine 'Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi.

Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.

Ve 'Asânı at!' (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın' (buyuruldu).

'Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kat'i delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır' (diye seslenildi).

Mûsâ dedi ki: 'Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.

Kardeşim Hârun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.'

Allah buyurdu: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." [2269]           

 

(Rasulüm!) Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı?

Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin. Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm, veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti.

Oraya vardığında kendisine: 'Ey Mûsâ!' diye seslendik:

'Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabbinim! Hemen nalınlarını /ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen, kutsal vâdi Tuvâ'dasın!

Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.

Muhakkak ki Ben kendim Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise Bana ibâdet/kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.

Kıyâmet zamanı mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu açıklayacağım.

Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasınlar!

Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?'

'O, benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.'

Allah: 'Yere at onu, ey Mûsâ!' dedi.

Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.

Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.

Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere, o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın.

Ta ki sana, en büyük âyetlerimizden birini gösterelim.

Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.'

Mûsâ: 'Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver.

İşimi bana kolaylaştır.

Dilimin bağını çöz.

Ki sözümü anlasınlar.

Bana ailemden bir de vezir ver.

Kardeşim Hârun'u.

Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.

Ve onu işime ortak kıl.

Böylece Seni bol bol tesbih edelim.

Ve bol bol zikredelim / analım Seni.

Şüphesiz Sen bizi görmektesin.'

Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.

Andolsun Biz sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk.

Bir zaman, annene vahyedilecek şeyi şöyle vahyetmiştik:

'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra denize at ki, deniz onu kıyıya atsın da, Benim ve senin düşmanlarımız olan biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendi sevgimi lutfettim.

Hani, kız kardeşin gidip ‘Ona bakacak birini size bulayım mı?’ diyordu. Bu yüzden seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra sen, takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!

Seni, kendim için seçtim.

Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi (Firavuna) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin.

Firavuna gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.

Ona tatlı dille, yumuşak üslûpla konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.'

Dediler ki: ‘Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.’

Buyurdu ki, ‘Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, (her şeyi) işitir ve görürüm.

Haydi, gidin de ona deyin ki: ‘Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâil oğullarını hemen bizimle birlikte bırak; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet (mûcize) getirdik. Kurtuluş, hidâyete uyanlarındır.

Hakikaten bize vahyolundu ki; Azap, (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.'

Firavun, ‘Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?’ dedi.

O da, ‘Bizim Rabbimiz, her şeye hılkatini veren,sonra da hidayete yöneltendir’ dedi.

‘Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak?’ dedi.

Mûsâ: ‘Onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur.

O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.’ Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.

Yiyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın kudretine alâmetler vardır.

Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Andolsun Biz ona (Firavun’a) delillerimizin hepsini gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.

Dedi ki: ‘Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye  mi geldin bize, ey Mûsâ?

Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.’

Mûsâ: ‘Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde İnsanların toplanması (zamanı) olsun’ dedi.

Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi.

Mûsâ onlara: ‘Yazık size!’ dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.’

Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.

‘Bu ikisi muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece’ dediler.

‘Öyle ise, hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kurtulmuştur.’

Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’

‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor.

Mûsâ, birden içinde bir korku duydu.

‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan kesinlikle sensin.

Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflâh olmaz.’          

Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.

(Firavun) Şöyle dedi: ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.’

Dediler ki: ‘Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.

Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır.’

Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir.

Kim de sâlih amellerde / iyi davranışlarda bulunmuş bir mü’min olarak varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir.

İçinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükâfatı budur.

Andolsun ki Biz Mûsâ’ya, ‘kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç’ diye vahyetmiştik.

Bunun üzerine o, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları öyle bir kapladı ki, boğuverdi onları.

Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.

Ey İsrâil oğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size, kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.

Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra size gazabım çarpar. Her kim ki kendisine gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.

Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra (böylece) hidâyette / doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.

‘Seni acele ile kavminden ayırmaya sevkeden nedir, ey Mûsâ?’

 ‘İşte, dedi, onlar da benim peşimdeler. Ben, râzı (memnun) olasın diye Sana acele ile geldim Rabbim.’

Allah buyurdu: ‘Senden sonra Biz, kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.’

Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. ‘Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı?Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vaadinizden döndünüz?’

Dediler ki: ‘Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle (kendiliğimizden) dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.’

Bu adam, onlar için, böğürme kabiliyeti olan bir buzağı (heykeli) icad etti. Bunun üzerine, ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.’

O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine bir zarar, veya fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi?

Hakikaten Hârun, onlara daha önce, ‘Ey kavmim, demişti, siz, bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz, şüphesiz, çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.”

‘Biz, dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’

(Mûsâ döndüğünde) ‘Ey Hârun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsî mi oldun?’

(Hârun:) ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı başımı yolma! Ben,senin: ‘İsrâil oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’ demenden korktum.’

‘Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî?’ dedi.

O da, ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle bana nefsim hoş gösterdi’ dedi.

Mûsâ, ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize atacağız.

Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi, her şeyi kuşatmıştır.” [2270]    

Hz. Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler

Firavun gibi günahkâr, büyüklük taslayan,[2271] yoldan çıkmış bir fâsık,[2272] zâlim[2273] ve tanrılık iddia edecek kadar azgın[2274] bir müşrik ile mücadele etme görevi Hz. Mûsâ’ya verildi. Hz. Mûsâ’nın isteği ile kardeşi Hârun da tevhid mücadelesinde kendisine yardım etmek üzere ve peygamber olarak görevlendirildi.[2275] Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi: “Firavun’a gidin! Doğrusu o tuğyan etmiş/azmıştır.” [2276]

Hz. Mûsâ, Firavun ile karşılaşmaktan endişe duyuyordu. Çünkü o, daha önce Firavun’un memleketi olan Mısır sokaklarında gezerken iki adamın kavga ettiğini, birbirlerine girerek vuruştuklarını, birinin diğerine baskın gelerek ezdiğini görmüş, ezilen kişiyi ezenin zulmünden kurtarmak için güçlü olana bir tokat atmış, fakat, niyeti öldürmek olmadığı halde, adam, eceli dolmuş olduğu için cansız yere düşerek ölmüştü. Ne var ki, Hz. Mûsâ’nın attığı tokat yüzünden ölen kişi Firavun’un avanesinden bir kıptî idi. Haber Firavun'a intikal edince, onu öldürmek için asker ve polislerine, yakalayıp kendisine getirmelerini emretmişti. Durumun ciddiyetinin farkına varan Hz. Mûsâ da Firavun’un zulmünden kaçmış, şehri terketmiş ve Medyen’e gitmişti.

Bu olaydan dolayı, Hz. Mûsâ, Firavun’a tevhid dâvetini götürmekten çekiniyordu. Çünkü onun kendilerine karşı taşkınlık etmesinden korkuyordu. “İkisi (Mûsâ ve Hârun) dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.”[2277] Ve Allah’ın cevabı: “(Allah) Buyurdu ki: ‘Korkmayın; Ben sizinle beraberim, (her şeyi) görür ve işitirim.”[2278] Burada yüce Allah, peygamberleri Mûsâ ve Hârun’a tevhid dâvetinin metodunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu hususu üç maddede özetlemek mümkün:

1- Öncelikle yüce Allah, tevhid dâvetine muhatap olan şahıslar, güçler, otoriteler vs. ne kadar güçlü olursa olsunlar, ne kadar tuğyankârlık/azgınlık yaparlarsa yapsınlar, ne kadar zâlim olurlarsa olsunlar... Tevhid erlerinin onlardan korkmamaları, çekinmemeleri gerektiğini belirtiyor. Çünkü o kuvvet, kudret sahibi, yüce ve büyük, cebbâr, zü’l-celâl ve’l-kemâl, kulları üzerinde kahredici güce sahip olan, bütün evreni, canlıları, eşyayı bir tek “ol” emriyle yaratan, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla donanmış olan... Yüce Allah her an onlarla beraber... Her şeyi hem gören ve hem de işiten, her şeyden haberdar olan, sonunda her şeyin kendisine döneceği Allah onlarla beraber olduktan sonra, bu dünyada güçlü gözükse bile ne yapabilir Firavun? Kızsa, azgınlık etse, köpürse de ne gelir elinden? [2279] 

2- Tevhid dâvetçisi öncelikle kendi akîdelerinin temellerini izah etmelidir. Nitekim Hz. Mûsâ ve Hârun kendi akîdelerinin temellerini izah etmekle emrolunmuşlardır: “Haydi varın ona deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz.”[2280] Dâvetçi, daha ilk anda tevhid akîdesini sunmalıdır muhatabına. Kendisinin ve tüm kâinatın bir Rabbinin olduğunu, O’ndan başka ilâh bulunmadığını, yeryüzünde yegâne hâkim ve mutasarrıf olduğunu belirtmek zorundadır. Nitekim Hz. Mûsâ da, Firavun’a daha ilk anda kâinatın bir rabbinin  olduğunu  ve  O’nun  hem  kendisinin, hem de bütün İnsanların Rabbi olduğunu belirtmiş, böylece de onun rablik iddiasının sahte ve bâtıl olduğunu açıklamıştır. Bu sahne Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “O (Firavun), ‘ey Mûsâ, Rabbiniz kimdir sizin?' dedi. Mûsâ da ona: ‘Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriştirendir’ dedi.” [2281]

Mûsâ (a.s.), Firavun’un sorduğu soruya Allah’ın sıfatlarından “yaratıcı” ve idare edici” sıfatlarını sayarak cevap veriyor. Çünkü bu sıfatlar, Rabbimizin bütün mevcûdâta varlığını verip ve onu bugünkü şekliyle yarattığını, ayrıca bu yarattığı şeylere neler yapmaları gerektiği fikrini öğrettiğini belirtirler. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in Mûsâ’dan (a.s.) söz ederek anlattığı Allah’ın bu vasıfları, kâinatı idare eden Yüce Yaratıcı’nın ulûhiyet eserlerini de en mükemmel şekilde özetlemektedir. Bütün varlıklara varlığını verip, bütün yaratıkları yarattığı şekilde halkederek yaratılış gayesini gösteren vazifelerini bilmeyi de ihsan etmesi ulûhiyetin eserlerinin en mükemmel ifadesidir. İnsanoğlu dikkatini toplayarak gücü yettiği nisbette çevresindeki şu büyük mevcûdâta atf-ı nazar ettiği zaman, büyük-küçük her varlıkta, en küçük zerreden en büyük kürreye kadar, en basit hücreden en gelişmiş hayat şekline kadar bütün canlı varlıklarda ibdâ edici kudretin eserlerini bütün açıklığıyla görür. [2282]    

Hz. Mûsâ,  her şeyden önce bu perspektiften bakarak Firavun’a Tevhid akîdesini sunmayı bir gereklilik olarak görmüştü. Çünkü Firavun: “Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?”[2283] sözüyle her ne kadar kendisinin halkının tek ilâhı olduğunu veya Mısır’da başka hiçbir şeye tapılmadığını kasdetmemiş, bu sözü ile Allah’ın elçiler göndererek emirler vermesi ve yeryüzündeki siyasî hükümranlığına müdahale etmesi olayını reddetmeyi[2284] kasdetmiş ise de, o kendisinin sadece Mısır’ın değil; teoride bütün İnsanlığın siyasî anlamda yeryüzündeki rabbi, yani hâkimi olduğunu iddia ediyordu. İşte bu iddianın önüne geçmek için Hz. Mûsâ ona, kendisine itaat etmesi için bir elçi gönderen başka bir varlığın, yani Allah’ın her varlığı yarattığını, her varlığa varlığını veren ve onu bulunduğu şekilde halk edenin Allah olduğunu belirtmiştir. Ayrıca yüce Allah’ın İnsanı yaratarak, yapması gereken görevi bildirdiğini tebliğ etmiştir. Kısacası, bu tebliğin özü şu idi: Bir tek ilâh vardır, o da Allah’tır. Allah ki, her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götüren Rabbimizdir.

3- Tevhid önderleri, kendi öğretilerinin, yahut müslümanların selâmeti için yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, kısacası ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini açıklamak zorundadırlar. Hz. Mûsâ ve Hârun, Firavun’a gittikleri vakit, ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında Allah’ın birliğini belirttikten, kısaca Tevhid akîdesini özetledikten sonra kendi risâletlerinin mâhiyetini açıklamışlardır: “Artık İsrâil oğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme!”[2285] Diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ, Firavun’un önüne iki mesajla çıktı: Birincisi, Allah’a itaat etsin, İslâm’ı ve İslâm’ın özü olan Tevhid akîdesini kabul etsin; ikincisi, eskiden müslüman olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.

Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Allah Teâlâ’dan aldıkları görev, tâlimat ve usûlle Firavun’a gittiler. Ona gerçek ilâh, gerçek Rab ve gerçek ma’budlarından mesajlar sundular: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder.”[2286] Bunun üzerine Firavun, Hz. Mûsâ’ya: “Âlemlerin rabbi de nedir? dedi.”[2287] Hz. Mûsâ: “Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz, bilin ki, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulananların Rabbidir.”[2288] dedi. Firavun, saltanatı ayakta tutmak ve Hz. Mûsâ’yı da halkının yani İsrâil oğullarının gözünden düşürmek, onun peşinden gitmelerini engellemek için çeşitli hile ve desiselere başvurma yoluna gitti. Bu hile ve desiselerin tabii sonucu olarak çevresindekilere şöyle hitap etti: “Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.”[2289] Hz. Mûsâ’ya da: “Benden başka tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.”[2290]; “Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek  için  mi  geldin?  Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de iman etmeyiz.”[2291] Ve “Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum”[2292] dedi.

Firavun, kendi mevki, makam ve düzenini korumak için İsrâil oğullarına Hz. Mûsâ’yı sihirbaz olarak tanıtmaya başladı. Kendi meşhur sihirbazlarını çağırdı. Onlardan Hz. Mûsâ ile bir yarışma düzenlemelerini ve onu yenmelerini istedi. Bununla Hz. Mûsâ’yı ve onun Tevhid dâvetini halkın gözünde küçük düşürmek istedi. Ne var ki sihirbazlar Mûsâ’nın (a.s.) Allah’tan aldığı mûcizeler karşısında yenilerek secdeye kapandılar ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine iman ettik.”[2293] Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Mûsâ’ya (a.s.) inanmaları Firavun’un hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halkın Firavun korkusunu azaltmıştı. Bunun farkına varan Firavun, durumu kurtarmak için mü’minlere kızdı, hiddetle çıkıştı, onlara ceza vermeye kalkıştı, Yerinden fırladı ve bağırdı: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha?!”[2294]; “Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu bileceksiniz.!” [2295]

Firavun’un bu açık ve korkunç tehdidi Hz. Mûsâ, Hz. Hârun ve onlarla beraber olan mü’minleri yıldırmadı. Bilakis bu tehditler onların imanlarını kuvvetlendirdi. Çünkü Tevhid inancı, Allah'tan başka hiçbir otoriteyi tanımamak, hiçbir güçten korkmamak ve hiçbir tehditten dolayı yılmamaktır. Bu şuuru taşıyan muvahhid mü’minler Firavun’un karşısında şöyle haykırdılar: “Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap; sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin!”[2296] “Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimiz’e döneceğiz. İman edenlerin ilki olmamızdan ötürü Rabbimiz’in kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız.”[2297]

Hem sihirbazların ve hem de halkın Tevhid akîdesine yönelmeleri Firavun’u iyiden iyiye çileden çıkardı ve onu fena şekilde azdırdı: “Bırakın beni de Mûsâ’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dursun. O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesad/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”[2298] Hz. Mûsâ, Firavun ve yandaşlarının ıslah olmaz hallerini görünce Rabbine yöneldi. Suçlu bir millet karşısında kendilerine yardım elini uzatması için Rabbine yakardı.[2299] Allah, Mûsâ’nın (a.s.) bu yakarışına şöyle cevap verdi: “Kullarımı geceleyin yürüt! Şüphesiz takip edileceksiniz.”[2300]; "Denizden onlara kuru bir yol aç; batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişelenme!” [2301]

Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarını bir gece topluca Filistin’e doğru yola çıkardı. O, mü’minleri Firavun’un zulmünden uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Fakat Firavun, Hz. Mûsâ’nın milletini Mısır’dan çıkarmak üzere yola çıkardığını haber alınca, ordusuyla derhal onları takip etmeye başladı. “Güneş üzerlerine doğarken onların ardına düştüler.”[2302] “Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla (Hz. Mûsâ ve milletinin) ardına düştüler.”[2303] Bunun üzerine vahiy geldi Mûsâ’ya: “Asanla/ deyneğinle denize vur!”[2304] Hz. Mûsâ emre uydu. Bastonuyla denize vurdu. “Hemen deniz ikiye bölündü. Her parçası yüce bir dağ gibiydi sanki.”[2305] Mûsâ (a.s.) Allah’tan şu emri aldı: “Denizi de açık bırak. Çünkü onlar bir ordu halinde boğulmuş olacaklardır.”[2306] Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış! [2307] 

Firavun ve ordusu denizde boğulmaktaydı. Firavun boğulacağını anlayınca şöyle bağırmaya başladı: “İsrâil oğullarının iman ettiğinden başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben O’na teslim olanlardanım.”[2308] Bu âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, Firavun’un daha önce “...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum”[2309] ve Mûsâ’ya (a.s.) hitaben: “Andolsun, eğer benden başka bir ilâh edinirsen seni muhakkak ve kesinlikle zindana girenlerden ederim.”[2310] şeklinde söylediği sözlerle kastı, kendinden başka bütün ilâhları, özellikle de Allah’ı inkâr etmek değil; gerçek maksadı Hz. Mûsâ’nın dâvâsını red ve iptal etmektir. Mûsâ (a.s.) rubûbiyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyasî manaları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha dâvet edince, Firavun kavmine: “Ey kavmim, sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum” dedi ve Hz. Mûsâ’yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti. [2311]

Evet, Firavun ve ordusu denizde boğuldu. Firavun, bu hengâmede dalgalar arasında, boğulmakla yüz yüze, ölümle burun buruna gelince iman ettiğini, yani Allah’a inanarak Tevhid akîdesini kabul ettiğini ilân etti. Fakat imanı ve tevbesi ona fayda vermedi: “Şimdi mi inandın? Oysa daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin!”[2312] Rabbimiz, çaresizlik içerisinde, başka tutunacak dalın kalmadığı bir anda başvurulan iman etme olayını kabul etmedi. Çünkü yeis/ümitsizlik halinde iman etme makbul olamazdı. Bunca zulüm ve fesâdı böylesi bir anda, boğulurken söylenen “inandım” sözü nasıl silerdi? Firavun ve yandaşları ilâhî tokadı yedi. Hz. Mûsâ ve beraberindekiler kurtuldu. Firavun ve yandaşları ise suda boğuldu. Zira bu değişmeyen ve değişmeyecek olan ilâhî kanundur. Mü’minler kurtulur; kâfirler helâk olur. Fakat bir şartla: Tevhid dâvetinin açık-seçik, bütün netliğiyle İnsanlara sunulması. Bu şart yerine getirilmeden mü’minlerin galip gelmesi ve kâfirlerin de helâk olması beklenemez.

“Mûsâ’yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk.”[2313] Mûsâ (a.s.) bunca eziyetlere katlanarak milletiyle birlikte denizden geçmiş ve Mısır’a nisbetle daha tehlikesiz bir toprağa ayak basmıştı. Mûsâ’nın (a.s.) mücadelesi, bundan böyle kendi öz kavmi İsrâil oğullarıyla olacaktı. Mûsâ (a.s.) ve İsrâil oğulları Filistin’e doğru ilerlerken “kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!” dediler.”[2314] Mûsâ (a.s.) asıl Tevhid mücadelesinin daha yeni başladığını hissetti. Olacak şey miydi Firavun belâsından yeni kurtulmuş bir toplumun Rabbinin öğretileriyle kuşanmış bir peygamberden, bir Tevhid önderinden kendilerine put yapmalarını istemesi? Bu yüzden toplumuna döndü ve onlara şöyle hitabetti Hz. Mûsâ: “Doğrusu siz koyu câhil bir toplumsunuz.”[2315] Putlara tapan Amalika kavmine işaret ederek: “Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler bâtıldır/boşa çıkmıştır. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken size Allah’tan başka bir ilâh/ tanrı mı arayayım?” [2316]

Peygamber put yapar mıydı? Peygamber ancak put kırardı. Kişileri putlara tapmaktan alıkoyardı. Allah’a kulluk yapmaya çağırırdı. Çünkü put, Allah düşüncesinin ve tevhidin karşıtıdır. Allah ve tevhid dtüşüncesi İnsanın içine dolmadan kişinin kendi kendisini aşması mümkün olmaz; kendi kendisini aşmadan da bunalımlardan kurtulma imkânı yoktur İnsanın. Hem put nedir ki? Taş. Taş, İnsandan üstün olamaz ki! Hatırlamanın, saygı duymanın taşla hiçbir ilgisi de yoktur. Heykel, saçmalığın taşlaşmasıdır; ilkelliğin de simgesi. [2317] 

Bundan sonra Mûsâ (a.s.) Mikat’a dâvet edildi. Orada kendisine Tevhid dininin esasları öğretilecekti: “Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb’in tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.”[2318] Mûsâ (a.s.), kırk gün sürecek olan Mikat yolculuğuna çıkmadan önce kardeşi Hârun’u (a.s.) yerine vekil tâyin etti. Ve ona: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et; bozguncuların yoluna uyma!”[2319] dedi. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Mikat’ta öğütte bulundu: “Mûsâ için nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini levhalarda yazdık (ve dedik ki): ‘Bunları kuvvetle tut, kavmine de onu en güzel tutmalarını (gereği ile amel etmelerini) emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl harâbeye çevirdiğimi) göstereceğim.”[2320]; "Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.”[2321] Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin  sapıklıktan  alıkoyamadı.  “Mûsâ,  kızgın  ve  üzgün  bir  halde  kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” [2322]

Mûsâ (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibâdet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsâ’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti.[2323] Anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak İnsanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında teferruatla uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber,[2324] şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir.[2325] Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsâ da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.

Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsâ, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden Tevhid dinine dâvet etmeye başladı kendi kavmini. Benî İsrâil’in tarihinden çıkarılacak en büyük ders, budur. [2326] 

Hz. Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları

 

Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)

 

“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Mûsâ: Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir ver. Kardeşim Hârun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece Seni bol bol tesbih edelim. Ve bol bol zikredelim/analım Seni. Şüphesiz Sen bizi görmektesin.' Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” [2327]

Peygamber yolunun vârisi olmaya çalışan her dâvetçi ve tebliğcinin bu konulardaki kendi eksikliklerini fark etmeleridir bu duâlardan yansıyanlar. Ve Allah’tan bu konuda destek ve yardım isteyeceği hususlardır bu duâlarda istenenler.   Hz. Mûsâ, dâvet ve tebliğ emrini aldıktan sonra, Rabbinden ilk adımda “sadrını şerh etmesini” (genişletmesini) istemiştir.[2328] Bunun, kendisinde eksikliğini hissettiği bir niteliğin talebi anlamına geldiği anlaşılıyor. Bunun ne olduğuna yine Kur’an, “sadrın dayk olması” yani göğsün daralması âyetiyle[2329] işaret etmektedir. Bazı müfessirler, bunun izahını; “onlara götürdüklerinin yalanlanmasından dolayı infiâle kapılarak kalbin daralması, ruhun sıkılması” olarak açıklıyorlar.[2330] Hâlbuki infiâle kapılmak, bir sonuçtur. Bunun temelindeki asıl neden, olaylara; sebeplere dayalı olarak değil de; iman gözüyle bakılmasıdır. Nitekim Hz. Mûsâ da kendisinin bu özelliğini bildiğini, dünyevî destek olarak hemen ilk planda sadrının şerh edilmesini talep ettiğini Kur’an bize haber veriyor.

Hz. Mûsâ’da böyle bir psikolojinin oluşumunun, yalan ve fesada dayalı bir ortamda uzun süre kalmasıyla bağlantılı olduğu söylenebilir: Bebekliğinden itibaren birkaç kez Firavun tarafından öldürülmek istenmiştir. Firavun’un sarayında çocukluğunun geçmesiyle, onun nice zulümlerine şahit olmuştur. Hz. Mûsâ, sadrının şerhi duâsıyla, göğsünün genişletilmesini, gelecek yüklere tahammüllü olması ve tebliğ yolunda meşakkatlere sabredebilmesi için kalbine genişlik verilmesini, böylece Hak’tan başka hiç kimseden korkmayan ve Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin kendisine zarar vermeyeceğini bilen bir kimse haline gelmesini istediği anlaşılıyor.       

 

 

 

b- İşinin Kolaylaştırılması

Hz. Mûsâ’nın tebliğe başlama emrinden sonra duâsındaki ikinci isteği “emrinin teysîri”, yani işinin kolaylaştırılmasıdır.[2331] Bununla da, Firavun’a İslâm’ı tebliğinde, gerekli sebeplerin oluşması ve engellerin kaldırılması suretiyle işinin kolaylaştırılmasını talep ettiği anlaşılıyor. Zira kendisine gönderildiği kral, yeryüzünün en güçlü, en ceberut, küfür konusunda en şiddetli, asker olarak en büyük orduya sahip ve tuğyanda/azgınlıkta en ileri gitmiş, kendi halkı için kendisinden başka ilâh tanımayan bir kraldır. Hz. Mûsâ, büyüme dönemini onların yanında, hatta yer yer Firavun’un odasında tamamlamış, sonra onlardan birini öldürmüş, onların da kendisini öldüreceğinden korkarak kaçmış, sonra Rabbi onu onlara, tevhide, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete dâvet için göndermişti. Bu nedenle işi son derece zordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ’nın Rabbine “Sen yardımcım ve destekçim olmazsan buna, gücüm yetmez” anlamında “Rabbim, işimi kolaylaştır.”[2332] dediği anlaşılıyor.     

   

c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi

Peygamberlerin temel görevlerinin tebliğ olduğunu biliyoruz. Bu konuda onların sahip olmaları gereken en etkin güçleri dilleri, konuşma yetenekleridir. Zira İnsanlara ulaştırılması istenen hakikatler, kelimeler, cümleler halinde ve öncelikle konuşma yoluyla ulaştırılabilir. Hz. Mûsâ’nın bu konuda sıkıntısı olduğunu Kur’an, “Dilimdeki ukdeyi/dilimin bağını çöz.”[2333] “Lisan olarak benden daha fasih kardeşim Hârun’u benimle gönder.”[2334] âyetleriyle bildirmektedir. Bu durumun, yani Hz. Mûsâ tarafından yapılan talebin “Sözünün fıkhedilmesi/anlaşılması”[2335] amacına yönelik olduğu hemen takip eden âyetten anlaşılmaktadır.

Hz. Mûsâ’nın dilinde meydana gelen ukdenin, bebekken Firavun’a karşı yaptığı hareketin, Firavun tarafından öldürülerek cezalandırılmak istenmesi üzerine, bunu bilinçli bir şekilde yapmadığını ispat için altın veya yakutla, kor ateşten birini seçme imtihanından geçirilmesi olayında onun ateşi seçerek alıp ağzına atması üzerine meydana geldiği nakl olunmaktadır.[2336] Bazı rivayetlerde de Cebrâil’in Mûsâ’nın (a.s.) madene uzanan elini ateşe yönlendirdiği belirtilir. [2337] 

İbn Abbas, İbn Mes’ûd ve sahabenin bazı ileri gelenlerinden rivâyet edilen nakle göre olayın tafsilâtı şöyledir:  Hz. Mûsâ, bebekliğini geçirdiği Firavun’un sarayında, yürüyüp koşacak hale gelip biraz palazlanınca,  annesi  onu  oynatıyor,  eğlendiriyordu.  Bir  gün  onu  Firavun’un kucağına vererek: “Bu göz nurunu ve ciğerpâreni al, sev!” dedi. Firavun: “Bu çocuk benim için değil; senin için göz aydınlığıdır” karşılığını verdi. Kucağına aldığında, Mûsâ, Firavun’un sakalını tutup çekti. (Adam/Mûsâ olacak çocuk, zâlim Firavun'un düşman olduğunu bilerek, sakalından tutup çekmesinden belli olur.)  Bunun üzerine canı yanan Firavun: “Cellatlar gelsin!” diye bağırdı. Maksadı çocuğu öldürtmekti. Karısı Asiye, hemen atılarak, yalvarıp yakardı ve öldürülmesini engelledi. [2338]

Asiye, şöylece idare-i kelâm etti: “(Efendimiz!) Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz. Çünkü o çocuktur, ne yaptığını bilmez. Sen, Mısır halkı arasında, zînet ve süs eşyası bakımından benden daha zengin bir kadın bulunmadığını bilirsin; ben şimdi onun için yakuttan yapılmış bir süs eşyası getireceğim; aynı anda bir de kor alıp ikisini aynı yere, yan yana koyacağım. Eğer çocuk, elini uzatıp yakutu alırsa, akıllı ve zekî biri olduğu anlaşılır, bu takdirde onu boğazlatırsın; eğer yakut ortada dururken ateş parçasını kavrarsa, çocuk olduğu ve aklının gelişmediği ortaya çıkar” dedi.

Asiye bu iş için bahis konusu ettiği yakutu getirdi ve bir de tas içine kor ateş koydu. Bu sırada Cebrail gelerek Mûsâ’nın eline ateş parçasını verdi. Mûsâ, eline aldığı koru derhal ağzına götürdü ve dilini yaktı. [2339]   

Bu korla dili yanan Hz. Mûsâ, bu yüzden dilinde meydana gelen peltekliğe benzer bir ârıza sebebiyle çok iyi konuşamıyordu. Onun için Allah’tan kardeşinin yanına verilmesini istedi.

Birçok tefsirde yer alan bu rivâyetler doğru mudur? İşin aslını elbette Allah bilir. Bu rivâyetin İsrâiliyât olduğu, İbn Abbas’ın yahudi çevrelerinden duyup naklettiği mevkuf bir rivayet olduğu değerlendirmesi yapılır.[2340] Bizim tercihimiz de bu rivâyetlerin İsrâiliyât kokuyor olduğu yönündedir.

Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere, Hz. Mûsâ, gerçekleri Firavun’a anlatmakla görevlendirildiğinde, dilindeki pürüzün/peltekliğin giderilmesini Cenâb-ı Hak’tan dilemiştir.[2341] Hz. Mûsâ’nın bu konudaki istekleri hakkında, devam eden âyette şöyle buyurulur: “Allah, ‘Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.”[2342] Bu âyetle Hz. Mûsâ’nın bu isteklerinin kabul edildiği beyan edildiğine göre, peltekliğin de son bulduğu anlaşılmaktadır. 

        

Firavun’un, fikrî mücadele ile yenemediği Hz. Mûsâ’nın bu İnsanî zaafını yüzüne vurarak onunla alay ettiğini de görüyoruz:  “Firavun kavmine seslendi ve dedi: ‘Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?”[2343]

Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluk hakkında Mevdûdî’nin tercih ettiği görüş ise daha farklıdır. Aslında bu, bir dil/lisan meselesidir. Zira Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarından bir İbrânî idi ve dili de Kıptîlerinkinden farklıydı. Firavun’un evinde büyümesi dolayısıyla Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbrânîce gibi konuşamıyordu. Kur’an’dan anlaşıldığı üzere, Mûsâ’nın (a.s.) anası Firavun sarayında (süt annesi ve) mürebbiye olarak bulunuyordu ve çocuğunu kendisi büyütmüştü. Mürebbiyelerin/dadıların da çocukların dili üzerinde büyük etkisi olduğu bir gerçek. Dolayısıyla annesi O’na kendi dillerini öğretmiştir.

Mûsâ (a.s.) Medyen’e kaçıncaya kadar annesiyle beraber yaşamışlardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de onun belli bir süre sonra öldüğüne veya Firavun sarayında belli süre çalışıp da sonra ayrıldığına dair herhangi bir açıklama yok. Mûsâ (a.s.) kaçınca Kıptî dilinden tümüyle uzak kaldı. Ayrıca İbrânîce konuşulan bölgeden bir hanımla evlendi. Daha sonra da Kıptî dilini konuşan Firavun’a hitap etmek üzere görevlendirildi. Bu nedenle pek iyi konuşamadığı yabancı dille mesajını iletmeye çalışmasında bu durum garipsenemez. İşte Firavun, “neredeyse söz anlatamayacak durumda” derken bunu kastediyordu. [2344]       

                                                              

               

d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi

Hz. Mûsâ’nın burada yaptığı bir diğer talebin, ailesinden, kardeşi Hârun’un kendisine vezir/yardımcı kılınması[2345] olduğu anlaşılıyor. Hz. Mûsâ’nın bu talebi, Hârun’un “kendisinden lisan olarak daha fasih”[2346] olması, “tasdik eden/doğrulayan bir yardımcı”[2347] ve “beraberce Rabbi bol bol tesbih ve tezekkür etmeleri/anmaları”[2348], “sırtının/arkasının güçlenmesi ve işine iştirak etmesi/ortak olması”[2349] için istediği Kur’an tarafından bildirilmektedir.

Hz. Mûsâ’nın fiilî tebliğ hareketinde Hârun’un gerek İsrâil oğulları, gerekse Firavun nezdindeki etkinliğinden yararlanmak istediği anlaşılıyor. Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın Hârun’u yardımcı olarak istemesinde bir diğer sebep olarak, en az on yıldır Mısır’dan uzak kalması da gösterilebilir.

Peygamberlerin, tebliğ faâliyetlerinin sürekli İnsanlarla uğraşma zorunluluğu, onların dünyevî problemleri; Rabbin zikri ve tesbihi süresinde kısıtlamalar yapılmasını gerektirebilir. Bu konuda peygambere yapılacak yardım, zikre rağbeti artırabileceği gibi, ilmin çoğalması sonucunu da sağlar. Bu bakımdan âyette zikrolunan  “Böylece Seni bol bol tesbih edelim, bolca analım.”[2350] âyeti “Onu işimde ortak kıl. Onunla arkamı güçlendir.”[2351] âyetlerinin nihâî varmak istediği hedefi olmaktadır. Ve Hz. Mûsâ’ya bu talep ettiklerinin verildiğini Kur’an açıkça belirtir. [2352]      

Hz. Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler

Dâvâ adamı dâvetçinin Kur'an prensiplerini çok iyi bilmesi ve  bunların pratik modelleri olan peygamberlerin hayatlarından ve mücadelelerinden örnek almaları, olmazsa olmaz bir şarttır. "O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter."[2353]

"Allah dilerse bu dini fâcir/sapık bir adamla da kuvvetlendirir." Allah, Firavun'un iktidar ve saltanatını yıkmakla görevli düşmanını sarayında elleriyle besletip büyüttü. Zâlim ve tâğut, kendisi farkında olmasa da Allah isterse, onun vasıtasıyla da hakkı ortaya çıkarır veya hâkim kılar. Her fabrikadan zaman zaman imalât hataları çıkar, marangoz hatası olarak zâlimin kucağında âlim, tâğutun sarayında o saltanatı yıkacak bir peygamber yetişebilir.

 

Allah, dâvâ adamı elçilerini özel şartlarda yetiştirir, olgunlaştırır. Onların peygamberlik dönemleri olduğu kadar, nübüvvet öncesi hayatları, yetişme ve olgunlaşmaları da dersler çıkartılacak alanlardır. Onların izini takip eden tebliğ ve dâvet adamına, mücahid ve devrimciye peygamberler çocukluklarından vefatlarına kadar daima yol göstermektedir. Hz. Mûsâ'nın yetişme ve hazırlık devresi de bizim için büyük örnekler ve dersler taşımaktadır. O, düşmanını tanıma yönünden daha çocukluğundan itibaren hazırlandı. Saray hayatını tanıdı, yönetim ve egemenlik işlerini, bürokrasiyi yakından gördü. Sosyal statü olarak en üst sınıf olan saray hayatından çobanlık gibi o toplum için en altta kabul edilen sınıfa kaderin cilvesi olarak muhâtap oldu. Dolayısıyla her grubun, her sınıfın problemlerini yakından öğrendi. Rahatlıkla da zorlukla da imtihan oldu.

 

Hemen her peygamberin çobanlık yaptığını biliyoruz.  Mûsâ (a.s.) da, Hz. Şuayb'ın yanında geçen 8-10 yıl, çobanlıkla meşgul olmuş, doğayı, arzı ve gökleri yakından inceleme fırsatı bulmuş, tefekkür için müsait ortam içinde yaşamıştır. Medyen'de sâlih bir kişinin yanında yaşadı. Bu hayatı, Firavun'la girişeceği zorlu mücadelenin sıkıntılarını göğüsleyebilme hazırlığıydı. Hayat mektebinde sâlih ve olgun bir öğretmenin özel eğiticiliğinde eğitildi. Bu eğitim ve hazırlık, öncülerin hayatın içinde eğitilmelerinin önemine işarettir. Sarayda yaşadığı zamanda da hak tarafını tutuyor, ezilmiş mazlum İnsanlara yardım etmeyi kendine görev biliyordu. Kavga eden iki kişiden mazlum olanın yanında yer alması ve hayatını bu konuda riske atması da bunun bir örneğidir. O her zaman hak tarafında ve ıslah edici idi.

Allah Teâlâ, Mûsâ’dan (a.s.) elçisi olarak Firavun’a gitmesini istemiştir. Hz. Mûsâ ile Firavun ve kavmi arasında bir sorun vardı. Mûsâ (a.s.) konuşurken kekeliyor, bazen zorlanıyordu. Mûsâ (a.s.) Rabbinin kendisine bu görevi vermesi üzerine O’ndan kardeşini de risâlet tebliği görevine katmasını istedi. Allah da onun bu isteğini olumlu karşıladı ve iki kardeşten Firavun’a giderek onunla yumuşak bir üslûpla, tatlı dille konuşmalarını istedi. Ve Firavun’a gittiler. O ikisiyle Firavun arasındaki diyaloglar çok çeşitli ve renkli geçmiştir. Firavun, diyaloglarında sürekli konu değiştirmek istemiş ama Mûsâ (a.s.) zekâ ve ferâsetiyle onu engellemiştir. Aralarındaki diyalog, uzun süre devam etmiştir. Biz bu diyaloglardan dâvet üslûbumuzda yararlanabileceğimiz şu noktaları çıkartabiliriz:

1- Dâvetçi, nebevî bir sorumluluğa çağrıldığında olumlu karşılık vermelidir. Psikolojik durumu ne olursa olsun -korkulu, kaygılı- bunu gerekçe göstererek sorumluluktan kaçma cihetine gitmemelidir. Aksine sorumluluk konusunu Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi iyi düşünmeli ve Rabbine yakararak gücünün nelere yetebileceğini samimi olarak itiraf etmelidir. Allah’tan eksikliklerini gidermesi ve kendisini takviye etmesini niyaz etmelidir. Rabbine ve O’nun yardımına karşı sürekli mânevî bir güven duygusu içinde olabilmesi için bunu yapmalıdır. Sonra Allah’tan tebliğde kendisine yardımcı olabilecek birilerini kendisiyle beraber görevlendirmesini istemelidir. Biz bu âyetlerden şu dersleri çıkartmaktayız: Müslüman dâvetçi, faâliyetinde başkalarından yardım istemesini engelleyecek derecede bireysel ve kişisel düşünmemelidir. Böyle bir teklif, başkalarından geldiğinde iyice düşünerek bunu kabul edebilmelidir. Kesinlikle bağımsız hareket etme övüncünü hesaba katarak aksi şekilde davranmamalıdır. Başkalarıyla birlikte çalışmanın kendi eksikliğine yorumlanacağını da düşünmemelidir.

Bunun sebeplerine indiğimizde şunu görürüz: Tebliğ faâliyetinde mesele, belli kişileri ilgilendiren özel bir mesele değildir. Dolayısıyla tebliğle ilgili sorumlulukların, özel ve kişisel hesaplar dairesine sokulması mümkün değildir. Burada temel mesele, inanılan ve düşünce ve sorumluluğu yüklenilen dâvâ meselesidir. Başarı veya başarısızlık, kişileri değil; ümmeti ilgilendiren konulardır. Bu yüzden dâvetçiye düşen; dâvet sorumluluğuyla ilgili hesap yaparken hedefe ulaşmada katkısı olacak bütün unsurları devreye sokmasıdır. Bu unsurlar, yardımlaşabileceği şahıslar olabileceği gibi, çeşitli fiziksel araçlar da olabilir. Mûsâ’nın (a.s.) Rabbiyle diyalogundaki konumu ve Hârun’un (a.s.) kendisiyle birlikte gönderilmesi isteği, ondaki sorumluluk bilincinin ne derece yüksek olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. O, Allah’a karşı öyle samimi ve açıktır ki kardeşinin de bu sorumluluğa ortak edilmesi isteğini dile getirmekten çekinmemektedir. Unutmayalım ki, Allah’ın peygamberi dahi eksiklik hissederek bunu açıkça ifade etmektedir.

İslâmî tebliğ faâliyetini kişisel itibarlar ve bencillikleri açısından düşünen kimseler için Hz. Mûsâ’nın bu davranışında büyük bir ders vardır. Bencillik ve kişisel düşünce, İnsanı, kim olursa olsun diğerleriyle yardımlaşmaktan ve yardım istemekten alıkoyar.

2- Allah dâvetçiden daima şunun bilincinden olmasını istemektedir. Allah kendisini işitmekte, görmekte; düşmanlarının da tehditlerini duymakta ve yaptıklarını da görmektedir.[2354] Bu bilinç, müslüman dâvetçinin tavırlarında güçlü olmasını sağlayacak, düşmanlarının tehditleri karşısında zayıflama eğilimine girer girmez bunu hatırlayıp güçlenecektir. Bu bilinçle hareket eden dâvetçi, yalnızlık duygusuna kapılmayacak ve ne suretle olursa olsun çözülmeyecektir.

3- Dâvetçi, dâvetinde muhataplarının kalplerini ve düşüncelerini Allah’ın kelâmına açacak bir üslûp izlemeli, konuşurken netlik, kararlılık ve şefkat içeren sözcükleri özellikle seçmelidir.[2355] Ağır ve karmaşık kelimelerden mümkün olduğunca kaçınmalı, kaygı ve tehdit duygusu uyandıracak zıtlaşma üslûbundan uzaklaşmalıdır.

Bunun sebeplerine indiğimizde peygamberî tebliğ çizgisinin temelde iki gerçekten hareket ettiğini görürüz:

a- Dâvetçiler, dâvet ettikleri kimselerin önüne hakla buluşup onu anlamalarına mâni olacak psikolojik veya düşünsel engeller koymamalıdırlar. Böyle yaparak onların inkâr ve inatları için gerekçe sahibi olmalarına mâni olmalıdırlar. Deliller açıkça ortaya konduktan ve hak açıkça tebliğ edildikten sonra, onların hiçbir hüccetleri kalmayacaktır: “Ta ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra helâk olsun; Sağ kalan da bu açık delilden sonra yaşasın.”[2356]

b- Şuna inanmak gerekir ki, İnsan Rabbine ne kadar başkaldırsa, isyan ve azgınlıkta bulunsa da hak çağrılarına ve iyilik olgusuna daima sıcak yaklaşır. Bu, Allah’ın İnsan üzerine yarattığı fıtratın bir gereğidir. Bu boyut, her İnsanın derinliklerinde vardır. İyilik ve tatlı sözler duyduğu bazı anlarda ise uyanır. Bu nedenle bize düşen, sapıklığı ve yoldan çıkmışlığı hangi boyutta olursa olsun her İnsana güzel söz söylemek ve sevgiyle dolu iyiliklerden bahsetmektir. Sevgi ve iyilik faktörlerinin onun derinliklerinde yatan mânevî ve rûhî özelliklerle buluşup hidâyete açılmasını sağlaması hiç de uzak bir ihtimal değildir.

Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile Hârun’a (a.s.) Firavun’u uyarma sorumluluğunu yüklemesinin sırrı da bu olsa gerektir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ ile kardeşinden Firavun’a karşı yumuşak konuşmalarını istemektedir. Belki de iyilik olgusunu hatırlayarak ibret alabilir ve yaşadığı karanlık hayatın sonunda Allah’ın katında karşılaşacağı acı azabı düşünerek doğru yola gelebilirdi. [2357]

Tur’daki birinci mükaleme akabinde Hz. Mûsâ’ya, Firavun ve meleine gittiklerinde hangi usulle ve hangi amaca hizmet etmek için hareket edecekleri “ona kavl-i leyyinle (yumuşak üslûpla ve tatlı dille) konuşun. Belki o, aklını başına  alır  veya  korkar.”[2358]  âyetiyle öğretilmiştir. Bu âyet, bazı şeylerin duyurulmasının yanında, ondan çok, bu ifade olunacakların usûl ve üslûbunu belirtmektedir. Müfessirler, “kavl-i leyyin”le ifade edilen bu emrin; incelikli, yumuşak, yaklaştırıcı kelâm olduğunu belirtmektedirler. Zira nefislerde etkili ve beliğ olanın da bu olduğu açıktır. Yine bu konuda “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[2359] âyeti benzer üslûbu emretmektedir.

“Kavl-i leyyin”, yani yumuşak üslûptan amacın, Firavun’un tezekkür etmesi, aklını başına alması, nasihat ve öğüt alması, iz’ana gelmesi, ve haşyet etmesi, yani inkârının onu helâke ve felâkete götüreceğini anlayarak korkması ve teslim olması olduğu anlaşılıyor.

Burada, tezekkür ve haşyet etmeyeceği, aklını başına alıp korkmayacağı ve dolayısıyla teslim olmayacağı Allah’ın ilminde belli olan Firavun gibi bir kimsenin nasıl bunları yapabileceği sorusu akla gelebilir. Buna, Allah’ın kazâsının ancak gerekenler yapıldıktan sonra tecellî edeceği ve ancak bu şekilde karşı tarafın mâzeretinin ortadan kalkacağı  görüşüyle cevap verilebilir. Nitekim bu durumu, “Eğer onları senden önce azab ile helâk etseydik onlar, “ey Rabbimiz, bize bir rasul/peygamber gönderseydin de, senin âyetlerine ittibâ etseydik’ derlerdi.”[2360] âyeti açıkça ortaya koymaktadır.

Yine Hz. Mûsâ’dan Firavun’un tezkiyesi, Rabbine yönelmesi ve ulaşması, ona rehberlik yapması, onu bu yöne irşâd etmesi de istenmiştir. “Firavun’a git! Çünkü o tuğyân etti. De ki: ‘Tezkiyeye/arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu hidâyet edeyim/göstereyim de, O’ndan kork.”[2361] Hz. Mûsâ’nın Firavun’a karşı, diğer görevleri yanında âdeta onu irşâd etmekle yükümlü hale geldiği görülüyor. Bu, bir İnsanda hakka gelmek konusunda hiçbir ümit olmasa dahi, onun hakkında yapılması gereken dâvet ve tebliğin yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. [2362]     

4- Dâvetçi, düşmanların diyalog ortamını asıl hedefinden uzaklaştırmaya yönelik kullandıkları bütün yolları kavramalı ve onları ısrarla asıl konuya çekmelidir. Bunu da zekâ ve ferâsetini kullanarak yapmalıdır. Tıpkı Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi.

5- Büyücülerin Hz. Mûsâ’ya inandıktan sonra Firavun’la yaptıkları konuşmalara gelince; Bildiğimiz gibi Firavun kendi izni olmaksızın Hz. Mûsâ’ya ve getirdiklerine iman ettikleri için büyücülere kızmıştır. Sanki iman olayı, günlük hayat veya idarî meseleler gibi Firavun’un iznini gerektiren bir olguymuşçasına Firavun, kendisine danışmadan iman eden sihirbazlara yaptıklarından dolayı ağır tehditler savurmuştur.

Bu, her yer ve zamanda tâğutların ortak düşünce ve kafa yapısının bir uzantısıdır. Onlar, İnsanların sadece bedenlerine değil; akıl ve düşüncelerine, inançlarına ve tercihlerine de sahip olmak isterler. Onlara göre İnsanlar, ancak onların istediği gibi düşünmeli, istediklerine ve izin verdiklerine inanmalıdır. Halklarının düşünmesi yasaktır. Resmî izin olmaksızın iman etmek ve inandığını yaşamak yasaktır. Firavun, bu tâğutî tepkisinden sonra, yaşadığı şoku hafifletmek, düştüğü sıkıntılı durumu gidermek ve otoritesindeki zaafı kapatmak istemiştir. Çünkü Mûsâ’ya (a.s.) inananlar, onun en yakın adamlarıydı. Bu bağlamda o, meseleyi hem kendisine hem de çevresindekilere sonradan gelişen bir olay olarak değil; önceden planlanmış bir komplo olarak kabul ettirme yoluna gitmiştir. Sihirbazların Hz. Mûsâ’ya mağlup olmaları ve sihirle uğraştıklarından neyin sihir, neyin mûcize olduğunu hemen anladıklarından dolayı, Hz. Mûsâ’ya kamu oyu önünde iman etmeleri Firavun’u endişeye sevketti. Bu olayın halk vicdanında Hz. Mûsâ lehinde güçlü bir delil olacağından korktuğu için, buna bir çare düşünmek gereğini duydu. Derhal bir şeytanlık ve kurnazlık ortaya attı. Halkın kafasına bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak, zihinlerini karıştırmak niyetiyle, sihirbazları, itham ve tehdit etti.

Firavun’un tezine (daha doğrusu, iftira atarak suçlamasına) göre Hz. Mûsâ, onların en büyük hocasıydı ve büyüyü onlara o öğretmişti. Firavun, sihirbazlara geri adım atmaları için ağır tehditler savurdu. Ama onlar, bu tehditlere kulak asmadılar. Firavun’un suratına şunu açıkça haykırdılar: Biz seni gördüğümüz apaçık delillere asla tercih etmeyiz. Bizim hakkımızda ne istiyorsan yap, ama bizi döndüremezsin. Bizi susturmak için hepimizi yok etmen gerekecek. Bu, bizi asla üzmez; aksine sevindirir. Çünkü senin bizi öldürmenle büyük bir saâdete, Allah yolunda şehâdete ulaşacağız. Her hâlükârda sen de bir gün ölüp gidecek fâni bir İnsansın.  Sahip  olduğun şeyler, gerçekte basittir ve bunlara güvenilmez. Ama Allah, ezelî ve bâkî olandır. O, devamlı teminattır/güvendir. Zira O, kâinattaki her şeyin, hatta senin yegâne sahibidir. O, bizim için hayattaki her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır.

Bu tavır, azgın küfür güçleri karşısında ve kanlı mücadelelerin, baskı ve işkencelerin en korkunç aşamasında gösterilen gerçekten eşsiz ve sarsılmaz bir mü’min tavrıdır. Bizim bu tavırdan çıkarmamız gereken önemli dersler vardır. Öncelikle tâğutların tehdit, ambargo ve yasaklarına aldırmamamız gerekmektedir. Onlar, İslâm düşüncesinin ve onu benimseyenlerin özgürce hareket etmelerine kendi çıkarlarının gerektirdiği ölçüde ve lütfen izin vermek istemektedirler. Böylelikle İslâm, ardında türlü sapıklık ve çarpıklıkların gizli olduğu bir düzenin vitrini ve koltuk değneği olacak ve o düzene kutsallık ve dokunulmazlık izafe edilecektir. Yine şehidliği seve seve göze alan bu mü’mince tavır, bize şu Kur’anî sloganı çok daha candan benimsetmektedir: Allah, iman edip sâlih ameller yapanlar için, her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır. [2363]   

Kalpleri Allah ve peygamber sevgisiyle dolu olan İnsanlara, gerçekten inanmışlara tehdit fayda eder mi? Onları azim ve kararlarından döndürmek mümkün mü? Onları kanaatlerinden vazgeçirmek şöyle dursun, bilakis azimleri bilenir, kuvvet kazanır. İmanın yürekten olup olmadığı böyle zamanlarda belli olur. Elmasla kömür böyle ateşten bir denemeyle ortaya çıkar. Firavun’un itham ve iftira olarak söylediği gibi şikeye dayanan anlaşmalı sözde inanç ile gerçek iman, yani nifakla ihlâs, bu tür işkence ve ölüm imtihanlarıyla ortaya çıkar. Sihirbazlar daha önce sihir konusunda uzman ve mâhir kişiler olduklarından dolayı, imanları acaba bir plan ve tuzak olabilir mi, diye hatıra bir şüphe gelebilirdi. Hatıra gelebilecek böyle bir şüpheyi de, bu türlü bir sınav silebilirdi. Öldürülme, asılıp kesilme sınavı.

Allah’ın hikmetinin bir eseri olarak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizenin sihir olmadığını, her türlü şüpheden uzak bir surette ortaya koymak için, rekabet meydanında, secdelere kapanarak hakkı tasdik eden sihirbazların imanı akla gelebilecek bütün endişe ve şüpheleri silmiş ve Firavun’un tehdidine samimiyet ve metânetle: “(‘Eğer bizim ellerimizi ve ayaklarımızı keser ve bizi asarsan o zaman) biz doğrusu, ancak Rabbimize döneriz’ dediler.”[2364] Bu cümle, birkaç anlama gelebilir:

Biz nasıl olsa öleceğiz. Sen istesen de öleceğiz, istemesen de. Başımıza gelmesi kesin olan ölüm, ölüm olmak yönünden, ha senin tarafından olmuş, ha olmamış bizce birdir, fark etmez. Sebepleri değişik olsa da ölüm, ölümdür. Zamanı gelince senin bizi ölümden kurtaramayacağın da bir gerçek. Sonuç olarak senin bu tehdidin önemsiz ve anlamsızdır. Sen bizi kesip asarsan, şehid olur ve Rabbimizin sevabına kavuşuruz. Cennet’e gireriz. O yüzden bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, Hak uğrunda can vermeyi canımıza minnet biliriz.

Biz ölünce sen sağ kalacak, ebedî hayatta kalacak değilsin. Sen de, biz de öleceğiz ve gerçek mâbud olan Yüce Rabbimizin katına varacağız. Aramızda hükmü O verecek. Haklıyı haksızı seçecek. Zâlim kim, mazlum kim belli edecek.[2365] O mü’minler, bundan sonra şunu ekledi: “(Şimdi sen)sadece Rabbimizin âyetlerine, bize geldikleri zaman iman ettiğimizden dolayı intikama kalkıyorsun.”[2366]

Hak ve gerçek ortaya çıkınca, bâtılı bırakıp hakkı kabul etmek kızılacak, tehditle karşı durulacak bir şey değildir. Üstelik bu övülecek, takdir edilecek bir fazilettir. Sen ise bize bir suçluya kızar gibi kızıyorsun, intikam almaya kalkıyorsun. Bilesin ki bu, büyük bir zulümdür. Mûsâ’yı mağlup ettiğimizde bize büyük makamlar, mevkiler vaad ediyordun. Şimdi gerçeği gördük, inandık diye bizi asıp kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük bir haksızlık! Bunları söyleyen sihirbazlar, Allah’a yönelip: “Ey Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslüman olarak al!”[2367] diye duâ edip yalvardılar. Samimiyetlerini, ölümü hiçe sayarak ispatladılar, Allah için imtihanlarını kazandılar.

 

Acaba Firavun dediğini/tehdidini yaptı mı, yapmadı mı? Bunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre: “sabahleyin imansız sihirbazlar iken, akşam üzeri şehid oldular.” Denilmiştir.[2368] Tehdidin yerini bulmadığını söyleyen de olmuştur. Kıssanın Kur’an’daki anlatılış biçimi, tehdidin yerini bulduğunu andırmaktadır. [2369]

Bu kişiler, imanlarında sebat ederek ölmeyi canlarına minnet bilmişler ve hak yolunda şehid olmuşlardır. Tabiatiyle bu işin sonu Firavun’un aleyhine çıkmıştır. Tarih şahittir ki her zaman, kan kılıcı boğar; mazlumun âhı zâlimi kahreder. En usta sihirbazların imana gelmiş olmaları ve imanlarını (büyük bir ihtimalle) şehâdetle kanıtlamaları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği şeylerin gerçekliğini ve Firavun’un iddia ettiği gibi sihir olmadığını ortaya koymuştur.[2370] Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştur.

Hz. Mûsâ’nın ve mü’min sihirbazların tâğutla mücadelesi de gösteriyor ki, kimin gönlünde Allah varsa, her iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır; kimin gönlünde de Allah’ın dışında başka şey (endâd) hâkimse, onun dostu sadece o fânî şey ve her iki cihanda da hasmı Allah’tır.                                 

Selâm olsun Mûsâ’ya ve Mûsâların yolunu izleyen mü’minlere... Yuh olsun, yazıklar olsun Firavunlara, Karunlara, Hâmânlara, Sâmirî ve Bel’amlara ve de onların izinden gidenlere...

        

Hz. Mûsâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

  • Mûsâ İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 136 Yerde):
  • 2/Bakara, 51, 53, 54, 55, 60, 61, 67, 87, 92, 108, 136, 246, 248; 3/Âl-i İmrân, 84; 4/Nisâ, 153, 153, 164; 5/Mâide, 20, 22, 24; 6/En’âm, 84, 91, 154; 7/A’râf, 103, 104, 115, 117, 122, 127, 128, 131, 134, 138, 142, 142, 143, 143, 144, 148, 150, 154, 155, 159, 160; 10/Yûnus, 75, 77, 80, 81, 83, 84, 87, 88; 11/Hûd, 17, 96, 110; 14/İbrâhim, 5, 6, 8; 17/İsrâ, 2, 101, 101; 18/Kehf, 60, 66; 19/Meryem, 51; 20/Tâhâ, 9, 11, 17, 19, 36, 40, 49, 57, 61, 65, 67, 70, 77, 83, 86, 88, 91; 21/Enbiyâ, 48; 22/Hacc, 44; 23/Mü’minûn, 45, 49; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10, 43, 45, 48, 52, 61, 63, 65; 27/Neml, 7, 9, 10; 28/Kasas, 3, 7, 10, 15, 18 19, 20, 29, 30, 31, 36, 37, 38, 43, 44, 48, 48, 76; 29/Ankebût, 39; 32/Secde, 23; 33/Ahzâb, 7, 69; 37/Sâffât, 114, 120; 40/Mü’min, 23, 26, 27, 37, 53; 41/Fussılet, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 46; 46/Ahkaf, 12, 30; 51/Zâriyât, 38; 53/Necm, 36; 61/Saff, 5; 79/Nâziât, 15; 87/A’lâ, 19.

    

  • Mûsâ Konusuyla İlgili Âyetler
  • Mûsâ’nın (a.s.) Kavmi İsrâiloğullarıyla ve Firavun'la Mücadelelerini Anlatan Âyetler: 7/A'râf, 103-156; 10/Yûnus, 75-92; 20/Tâhâ, 47-79; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 7-14; 28/Kasas, 3-43; 37/Saffat, 114-121; 40/Mü'min, 23-46; 43/Zuhruf, 46-56; 44/Duhan, 17-33; 79/Nâziât, 15-24.
  • Firavun’un İsrâiloğullarına Zulmü: 2/Bakara, 49; 7/A’râf, 127; 28/Kasas, 4-6; 40/Mü’min, 25; 89/Fecr, 10.
  • Mûsâ'nın Annesinin, Onu Nehire Bırakması, Firavun’un Karısının Mûsâ’yı (a.s.) Nil Nehrinde Bulması ve Hz. Mûsâ’nın Firavun Sarayında Büyümesi: 20/Tâhâ, 37-40; 28/Kasas, 3, 7-14.
  • Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslümanlığı): 66/Tahrim, 11.
  • Mûsâ'nın Hata ile Bir Kıptiyi Öldürmesi, Tevbesi ve Kaçması: 28/Kasas, 14-22.
  • Mûsâ'nın Öldürme Olayından Sonra Kaçarak Şuayb (a.s.)'ın Ülkesi Medyen'e Varışı ve Orada Evlenerek Sekiz Yıl Kalışı: 28/Kasas, 22-28.
  • Mûsâ'nın Medyen'den Ailesiyle Tekrar Mısır'a Dönerken Tur Dağında Kendisine Mucizeler Verilmesi: 28/Kasas, 29-35.
  • Tur Dağı: 2/Bakara, 63, 93; 4/Nisâ, 154; 19/Meryem, 52; 20/Tâhâ, 80; 23/Mü'minûn, 20; 28/Kasas, 44, 46; 52/Tûr, 1; 95/Tîn, 2.
  • Mûsâ'nın Çocukluğundan, Kardeşi Harun (a.s.) ile Birlikte Firavun'a Gönderilmesine Kadar Geçen Olayları Anlatan Âyetler: 28/Kasas, 3-35.
  • Mûsâ'ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En'âm, 84; 19/Meryem, 51; 37/Saffat, 114
  • Mûsâ'nın Tuvâ Vâdisinde Allah'ın Vahyine Mazhar Olması: 20/Tâhâ, 9-23, 41; 79/Nâziât, 15-19.
  • Mûsâ'nın Tuvâ'da İlk Vahyi Aldığı Zaman Allah ile Aralarındaki Konuşmalar: 20/Tâhâ, 9-46.
  • Mûsâ ile Allah Teâlâ Vasıtasız Konuşmuştur: 2/Bakara, 253; 4/Nisâ, 164; 7/A'râf, 143-145, 154; 19/Meryem, 52.
  • Mûsâ Firavun'a ve Onun Kavmine Gönderilmiştir: 7/A'râf, 103; 10/Yûnus, 75-76; 11/Hûd, 96-97; 20/Tâhâ, 24; 23/Mü'minûn, 45-46; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 10-11; 43/Zuhruf, 46; 44/Duhan, 17; 79/Nâziât, 15-19.
  • Mûsâ, Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a Gönderilmiştir: 40/Mü'min, 23-24: 51/Zâriyât, 38.
  • Mûsâ, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 32/Secde, 23.
  • Mûsâ'ya Tevrat Verilmiştir: 2/Bakara, 51, 53, 87; 6/En'âm, 154; 11/Hûd, 110; 17/İsrâ, 2; 21/Enbiyâ, 48; 23/Mü'minûn, 49; 25/Furkan, 35; 28/Kasas, 43-44; 32/Secde, 23; 37/Saffat, 117-118; 40/Mü'min, 53-54; 41/Fussılet, 45; 46/Ahkaf, 12.
  • Mûsâ ve Hârun'un Nesillerinden Peygamberler Gelmiştir: 37/Saffat, 119-122;
  • Mûsâ'nın, Kendisine Hikmet Verilen Bir Kul'la Kıssası: 18/Kehf, 60, 82.
  • Mûsâ 'nın Şeriatiyle Amel Eden Diğer Peygamberler: 2/Bakara, 87.
  • Mûsâ’ya (a.s.) Firavun’a Karşı Davet Görevinin Verilmesi: 20/Tâhâ, 24, 41-48; 26/Şuarâ, 16-17.
  • Mûsâ'nın Firavun'a Karşı Dâvet Görevini Aldığı Zaman Duâsı ve Allah'tan İstekleri: 20/Tâhâ, 24-36.
  • Mûsâ'nın Kardeşi Harun'un, Kendisine Yardımcı Olarak Verilmesi: 19/Meryem, 53; 20/Tâhâ, 29-36, 42; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10-17; 28/Kasas, 33-35.
  • Mûsâ'nın, Etkili Söz İçin Allah'a Duâsı: 20/Tâhâ, 24-28.
  • Firavun’un Tanrılık İddiası: 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 29; 28/Kasas, 4, 38; 79/Nâziât, 20-24.
  • Firavun’un Halka Zulmü: 89/Fecr, 10.
  • Mûsâ’nın (a.s.) Firavun’a Daveti ve Firavun’un Tepkisi: 7/A’râf, 103-128; 10/Yûnus, 77-83; 17/İsrâ, 101-102; 20/Tâhâ, 47-79; 23/Mü’minun, 47; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36-39; 43/Zuhruf, 46-47; 44/Duhân, 17-21; 51/Zâriyât, 38-39; 79?Nâziât, 16-24.
  • Mûsâ'nın Mucizeleri: 2/Bakara, 53, 60; 7/A'râf, 106-108, 115-122, 132, 160; 20/Tâhâ, 17-23, 65-70; 26/Şuarâ, 29-33, 60-63; 27?Neml, 7-12; 28/Kasas, 29-32.
  • Mûsâ'ya Verilen Dokuz Mucize: 17/İsrâ101; 27/Neml, 12.
  • Firavun’un Sihirbazları: 7/A’râf, 115-126; 10/Yûnus, 79-82; 20/Tâhâ, 57-73; 26/Şuarâ, 36-51.
  • Firavun ve Taraftarları Hz. Mûsâ’nın Mucizelerini Kibir ve Zulümlerinden Dolayı İnkâr Ettiler: 27/Neml, 13-14; 73/Müzzemmil, 16.
  • Firavun’un Tanrıya Yükselmek İçin Kule Yaptırması: 40/Mü’min, 36-37.
  • Firavun’un Müstekbirliği: 43/Zuhruf, 51-55; 44/Duhân, 30-31; 73/Müzzemmil, 16.
  • Firavun’un Hz. Mûsâ’yı Öldürmek İstemesi ve Bir Mü’min Tarafından Firavun’un Uyarılıp Korkutulması: 40/Mü’min, 26-46.
  • Mûsâ’nın Firavun ve Taraftarları İçin Bedduâsı: 10/Yûnus, 87-89; 44/Duhân, 22-23.
  • Firavun ve Meleinin Kuraklık, Kıtlık vb.Belâlarla Cezalandırılması: 7/A’râf, 130-135;50/Kaf,13-14.
  • Firavun ve Taraftarlarının Yok Oluşu: 2/Bakara, 50; 7/A’râf, 136-137; 8/Enfâl, 52-54; 10/Yûnus, 90-91; 17/İsrâ, 103-104; 20/Tâhâ, 77-79; 23/Mü’minun, 48; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 60-66; 27/Neml, 14; 28/Kasas, 40-41; 29/Ankebut, 39-40; 43/Zuhruf, 48-50, 55-56; 44/Duhân, 22-29; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 40; 54/Kamer, 41-42; 69/Hakka, 9-10; 79/Nâziât, 23-26; 89/Fecr, 10-13.
  • Mûsâ’nın ve İsrailoğullarının Firavun’dan Kurtulması: 7/A’râf, 136-138; 10/Yûnus, 90; 20/Tâhâ, 77-78, 80; 26/Şuarâ, 60-66; 37/Saffât, 115-116; 44/Duhân, 22-24, 30-31.
  • Firavun’un Boğulurken İman Etmesi: 10/Yûnus,90-92; 51/Zâriyât, 40.
  • Firavun, Kavmini Âhirette Ateşe Götürecektir: 11/Hûd, 98-99; 28/Kasas, 40-42; 40/Mü’min, 46:
  • Firavun’un Veziri Hâmân: 28/Kasas, 6, 8, 38; 29/Ankebut, 39.
  • Mûsâ’yı Yalanlayanların Kötü Sonları: 22/Hac, 42-44.
  • Mûsâ'nın, İsrâiloğullarına Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 2/Bakara, 68-71; 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 128-129; 10/Yûnus, 84-86; 14/İbrâhim, 5-8; 20/Tâhâ, 85-87; 26/Şuarâ, 65-67; 61/Saff, 5.
  • Mûsâ'nın, Kavmini Kardeşi Hârun'a Bırakması: 7/A'râf, 142, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94.
  • İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
  • İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
  • İsrâiloğullarının, Buzağıya Tapmalarından Sonra Tevbesi: 7/A'râf, 155-156.
  • Mûsâ'nın Kavminden Karun: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebut, 39-40.

yy-   Sina: 95/Tîn, 2.  

 

YÛNUS (a.s.)

 

  • Yunus, Hayatı ve Tevhid Mücadelesi
  • Yûnus’un (a.s.) Zühdüne Dair Haberler
  • Yunus (a.s.): Ninova ve Yerel İnançlar
  • Niye Yunus (a.s.) Gibi Olmamalıyız?

                Hz. Yunus, Hayatı ve Tevhid Mücadelesi

Yunus (a.s.): Adı Kur'ân'da geçen peygamberlerden biridir.

Soyu, Bünyamin vasıtasıyla Ya'kûb’a (a.s.) ve onun vasıtasıyla de İbrâhim (a.s)'a dayanmaktadır. Bazı âlimlerin naklettiğine göre, İsa (a.s.) annesinin adıyla İsa b. Meryem diye anıldığı gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adıyla Yûnus b. Matta diye anılmaktadır. (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdiği bilgiye göre ise, bu görüş yanlıştır. Aslında Matta, Yûnus (a.s)'ın annesinin değil, babasının adıdır. Yani Yûnus (a.s.), Yûnûs b. Matta diye anılınca, babasının adıyla anılmış olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).

Yûnus (a.s.)'ın Ya'kub’un (a.s.) torunlarından olduğu, Kur'ân'da şöyle haber veriliştir:

"Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrâhim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebûr'u vermiştik" (en-Nisâ, 4/163).

Bu âyette ifâde edildiği gibi İsâ (a.s.), Eyyûb (a.s), Harun (a.s.) ve Süleyman (a.s.)'da Yunus (a.s) ile aynı soydan, Yakub (a.s)'ın torunlarındandırlar.

Yûnus (a.s.)'ın nüfusu yüz bini aşkın bir şehrin halkına uyarıcı ve tevhide çağrıcı bir peygamber olarak gönderildiği, Kur'ân'da şöyle geçmektedir:

"Ve onu yüz bin insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).

O'nun peygamber olarak gönderildiği bu yerin Ninova şehri olduğu nakledilmiştir. Ninova şehri, Dicle nehrinin kıyısında, şimdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydı. Bu beldenin insanları küfrün içinde bulunuyorlardı ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onları küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayı tevbe etmelerini, Yüce Allah'ın varlığına ve birbirine inanmalarını emretmek üzere gönderilmişti (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 42).

Yûnus (a.s)'ın adı, Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmiştir. Kur'an'ın onuncu sûresinin adı, Yûnus sûresidir.

Yûnus (a.s) milletini otuz üç yıl Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebliğde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kişi ona imân etti (İbn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).

Milletinin bu şekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s.)'ın zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kızgınlığını ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkışmasını şöyle haber vermiştir:

"Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet karanlıklar içinde; "Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).

Bu âyette Yûnus (a.s.)'dan Zünnûn diye bahsedilmiştir. Zünnûn, balık sahibi demektir. Kur'ân'ın başka bir yerinde de, Yûnus (a.s.) bu lakabla anılmıştır:

"Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmişti" (el-Kalem, 68/48).

Hem bu âyette hem de yukarıdaki âyette Yûnus (a.s)'ın sabretmemesine, Allah'ın emri olmadan milletini terketmeye kalkışmasına işâret edilmiştir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah şöyle buyurmuştu:

"O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).

Allah'ın müsaadesi olmadan Yûnus (a.s.)'ın ayrılmaya kalkışması, iyi netice vermemişti. Ninova'dan ayrılmak için bir gemiye binmişti. Geminin batmaya yüz tutması üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atılması gerekti. Kimin suya atılacağını tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s.)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:

"Gemide onlarla karşılıklı Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).

İşin daha acısı, Yûnus (a.s) denize atıldıktan sonra bir balık onu yutmuştu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu şöyle haber vermiştir:

"Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendisi kötülüklerken, onu bir balık yuttu" (es-Saffat, 37/142).

Burada Yûnus (a.s.) hatasını anlamış ve nefsini kınamaya başlamıştı. Balığın karnındaki karanlıklarda:

"Senden başka ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya başladı. Bu şekilde imân ve inançla Allah'a sığınması neticesinde, Yüce Allah onu affetmişti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'ın duasının kabul edildiği ve Allah tarafından bağışlandığı, Kur'ân'da şöyle dile getirilmiştir:

"Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, insanları böyle kurtarırız" (el-Enbiyâ, 21/88).

"Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (es-Saffat, 37/143, 144).

Gücü her şeye yeten Yüce Allah, balığın karnındaki Yûnus (a.s)'ı öldürmedi. Bir süre sonra balık onu ağzı ile sahile bırakmıştı. Onun kurtuluş ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:

"(Ama balığın karnında bizi andı, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde ağaçsız, boş bir yere attık ve üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir ağaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).

Yûnus (a.s)'ın Allah tarafından affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarılması, Kur'ân'ın başka bir yerinde dile getirilmiştir:

"Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmişti. Eğer Rabb'inden ona bir nimet yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir yere atılırdı. Fakat (böyle olmadı), Rabb'i onun duasını kabul etti de onu salihlerden kıldı" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).

Yûnus (a.s)'ı bu sıkıntılardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarıldılar. Onların tevbe edip hakka dönüşlerini ifâde eden âyetin meâli şöyledir:

"İnandılar, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).

Yûnus (a.s)'ın milletinin bu şekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmaları, Allah tarafından övülmüş, methedilmiştir:

"Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı! (Azabı gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar sağlamamıştır). Yalnız Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inanınca, dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık" (Yûnus, 10/98).

Yûnus (a.s)'ın faziletli bir insan olduğu, Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:

"İsmâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).

Hz. Muhammed (s.a.v) de onu şöyle övmüştür:

"Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayırlıyım derse, yalan söylemiştir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).

Yûnus (a.s) da, diğer peygamberler gibi, insanları küfrün şerrinden nehyetmiş ve Allah'a imân etmeye davet etmiştir. İnanan insanlar için, onun hayatından alınacak çeşitli ibretler vardır. ( )

Nebi Yunus a.s, kavmi hidayete gelmeyince onları terk edip bir gemiye binerek ordan uzaklaşmak istemiş.

Bu yolculuğu esnasında birgece denizde fırtına kopmuş. O zamanki insanların inanışında böyle durumlarda bir kişi kurban olarak denize atılırsa gemi batmaktan kurtulur ve diyer insanlar yaşar idi.

Bunun üzerine gemidekiler, kimin feda edileceği konusunda kura çektiler ve kura Hz yunus a.s çıktı. Onu denize atılar ve büyük bir balık gelip onu yuttu.

Yunus (a.s.) Biliyordu ki, öyle biri var ki onun gücü hem gecenin karanlığına, hem denizin fırtınasına, hem de onu yutan balığa yeter.

Ve o da dedi ki:"la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin" Bu duası hatırına kudereti her şeye yeten Allah (c.c.) denizdeki fırtınayı durdurdu o dalgalı deniz çöl gibi dümdüz oldu. Kap karanlık gece bulutların çekilmesi ile mehtabın ışığıyla aydınlandı. Ve bir balıkçı gemisi gelerek o balığı avladı. Balığın karnı yarılınca Yunus (a.s.) çıktı. Ancak balığın midesindeki asit derisini yakmış olduğu için Balıkçılar onu kıyıya getirerek, kuranda geçtiği gibi yaktin denen ağacın yaprakları ile tedavi etiler.

Şimdi bu belki tarihi ve özel bir durumdur, ama bize bakan ciheti şu imiş. Onun bindiği gemi, bizim için hayat ve ömürdür. Onun gecesi, bizim karanlık ve aşılmaz akidevi sorunlarımızdır. Onu yutan balık, bizi yutan nefsimiz ve şehvetimizdir.

Onu yutan balık sadece dünyasına zarar verebilirdi, ancak bizim nefsimiz dünya ve ahiretimizi yutuyor.

O yüzden sayısız defa LÂ İLÂHE İLLÂ ENTE SUBHÂNEKE İNNÎ KÜNTÜ MİNE’Z-ZÂLİMÎN demeliyiz.

Ve peygamber kısalarından nefsimize hisse çıkarmalıyız. Birer tarihi vakka olarak bakmamalıyız.

Yûnus’un (a.s.) Zühdüne Dair Haberler

Mücâhid'den rivayet edildiğine göre, Beytullah'ı yetmiş tane peygamber haccetmiştir. Bunlardan biri Mûsâ b. İmran olup, hac esnasında sırtında pamuktan ma'mûl iki abayesi varmış. Bu peygamberlerden bir diğeri de Yûnus (as)'muş. (O da, hac esnasında) "Davetine icabet ettim, ey sıkıntıları gideren, davetine icabet ettim" dermiş.

Katâde'den Allah Teâlâ’nın (Yûnus (as) hakkında) 'Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalmıştı' âyetini şöyle te'vîl ettiği nakledilmiştir: "Yûnus (as) bela ve sıkıntıların olmadığı zamanlarda çok uzun namaz kılardı. Güzel işler yapmak, sahibinin ehli ve iyâli içinde değerim artırır. Düşüp kalacak olursa, o takdirde de başını sokacak bir yer bulur."

Salim b. Ebû'1-Ca'd, Allah Teâlânın; Yûnus (as), nihayet karanlıklar içinde, senden başka bir ilah yoktur. Seni tenzih ederim, gerçekten ben zalimlerden oldum?[158] ifadesi hakkında şöyle diyor: "Allah balığa Yûnus (as)'un ne etine ve ne de kemiğine bir zarar vermemesini vahyetti. Daha sonra başka bir balık onu yutuverdi. O da karanlıklarda, Rabbine nida etti. (Bu karanlıklar) balığın (karnının) karanlığı ve denizin karanlığıdır."

Ebû'l-Celed'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yûnus (as) kavmine azab inmeye başlayınca, zifiri karanlık geceler gibi başlarına üşüşmüş. İçlerinden akıllı olanları hemen âlimlerden geriye kalan bir şeyhin yanma gitmişler ve 'Gördüğün gibi başımıza gelen geldi. Bize bir dua öğret de, ola ki Allah bu sayede musibeti başımızdan giderir' demişler. O da 'Ey, hiçbir canlı yok iken diri olan!; Ey ölülere hayat bahşeden ve ey kendisinden başka ilâh olmayan mutlak diri!, diyerek yakarın' demiş. Bunun üzerine Allah Teâlâ azabı onlardan defetmiştir."

Sadî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yanında bulunan bir zât Yûnus (as) balığın karnında kırk gün mü kaldı?' diye sormuş. Şa'bî de 'Bir günden daha az bir süre kalmıştır. Balık onu kuşluk vakti yutmuş, ikindiden sonra olup da güneş batmaya doğru meyledince balık sıçramış ve Yûnus (as) güneşin parıltısını gö-rüvermiş, derhal 'Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum' demiştir. (Hemen balık onu kıyıya atmış ve o da gam ve kederinden kurtulmuştur)' demiştir. Birisi Şa'bî'ye yönelerek 'Sen Allah'ın kudretini inkâr mı ediyorsun?' deyince, o da 'Hayır, ben Allah'ın kudretini inkâr etmiyorum. Eğer Allah Teâlâ dileseydi balığın karnında bir çarşı bile kurardı' cevabını vermiştir."

Ebû Mâlik'ten Yûnus'un (a.s.) balığın karnında kırk gün kaldığı rivayet edilmiştir.

Hz. Yunus (a.s.): Ninova ve Yerel İnançlar

Hz. Yunus Kur'an-ı Kerîm'de kıssası anlatılan büyük peygamberlerden birisidir. Kendisi Ninova'ya yani şu anki Irak'taki Musul'a peygamber olarak gönderilmişti. Bazıları Kur'an-ı Kerîm'deki bu olayı imkânsız bulabilir. Ancak görülecek ki yakın tarihlerde bile benzeri olaylar meydana gelmiştir.

“Deniz Köpeği" adlı bir balık (Carcharodon cacharias) 12 metre boya bile ulaşabilmektedir. Bu canlı ılık sularda yaşar. 1758 yılında Akdeniz'de bir gemici gemiden düşüp bir balık tarafından yutulmuştu. Geminin kaptanı balığı topa tutturmuş ve balık yuttuğu adamı öldürmeden çıkarmıştır.”

1. Sperm balinaları 2.4 metrelik bir kütleyi bir kerede yutabilirler. Şubat 1891'de James Bartley adlı bir gemici, "Star of the East" adlı gemiden düşüp Falkland Adaları civarında bir balina tarafından yutuldu. 48 saatten fazla balinanın içinde kalan gemici balina avcılarının balinayı zıpkınlayıp geminin güvertesinde balinanın karnını yardıktan sonra tesadüfen çıkarıldı. Sir Francis bunun hakkında şöyle der:

“Bartley, balina içinde bir insanın havasızlıktan ölmeden yaşayabileceğini kanıtladı. Bu kişi balinaya girişini hatırlıyor. Balinaya girdikten hemen sonra zifiri bir karanlık etrafını kaplamış. Çevresinde ne olup bittiğini anlamayan denizci biraz araştırdığında yumuşak birşeye temas ettiğini anlamış. Daha fazla hareket edememiş ama hala nefes alabiliyormuş. En kötü şey korku ve müthiş sıcaklıkmış. İçerde durdukça cildi asitle beyazlamış ve kurtarılınca da bu beyazlık hiç geçememiş. Bunun dışında her şeyi sağlıklı imiş”

2. Asurluların önde gelen tanrısı "Dagan", "yarı balık-yarı insan" şeklinde tasavvur edilirdi. Bu balık tanrısı figürleri Ninovadaki yıkık sarayların girişinde ve Ninova'daki tapınak harabelerinde ve Babil mühürlerinde değişik formlarda yer alır.

Babil tarihçisi Berosus M.Ö.4.üncü y.y.'da bu balık adam inancının kökeni ile ilgili kayda sahiptir. En eski geleneklere göre Kalde ve Babil, sudan gelen "yarı balık-yarı insan" birisinin yönetimindeydi. Hz. Yunus (a.s.) zamanında insanlar onun peygamberliğine inanırlardı. H. Clay Trumbull şöyle yazar:

"…Tarihce kayıtlara geçen ani ve yaygın Ninova inancı ile Yunus'un mucizesi bir tesadüf değildir.."

3. Berosis bu tanrının adını Odacon'un çeşitli tezahürlerinden bahsederken, Asur Balık Tanrısı "OANNES" olarak verir. Ünlü Asurolog Dr. Herman V. Hilprecht, Yunancaya geçmiş şekliyle aynı olan Oannes'in Yunus'tan geldiğinden bahseder.

4. "Yunas" kelimesinin Ninova'da kalıntıları da Yunus (as) kıssasının doğruluğuna işaret eder. ([2371])

Niye Yunus (a.s.) Gibi Olmamalıyız?

“Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.  

Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.

Fakat ardından, Rabbi onu seçti (vahiy verdi) ve onu sâlihlerden kıldı.” [2372]

"Rabbinin hükmü"nden maksat Hz. Muhammed'e (s.a.s.) verilen peygamberlik ve dinî tebliğ görevidir veya Allah'ın inkârcılara mühlet vererek onlara karşı Hz. Peygamber'e yar-dımını ertelemesidir.  "Balık sahibi" ise Yûnus peygamberdir. Hz. Peygamber'e, Allah'ın verdiği görevi sabırla yerine getirmesi emredildikten sonra Yûnus'a atıf yapılmakta ve Rasûlullah'a onun hatalı davranışını tekrar etmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Yûnus, tebliğ ettiği dini halkın hemen kabul etmediğini görünce sabır ve azimle görevine devam edeceği yerde, halkına kızarak ülkeyi (Ninova’yı) terk etmiş, bir gemiye binip denize açılmış, yolda fırtına çıkmış, yolcuların bir kısmının denize atılmasına karar verilince çekilen kur'ada Yûnus'un şansına denize atılmak düşmüştü; fakat denizde bir balık tarafından tutularak boğulmaktan kurtulmuştu. Böylece kendisine burada da Allah'ın rahmeti yetişti; Allah Teâlâ'nın lütfuyla bu balık onu sahile bırakarak ölümden kurtardı. Yûnus Allah'ın emriyle ülkesine dönüp peygamberlik görevini sürdürmeye, tevhid inancını yaymaya devam etti. Bir rivayete göre Hz. Yûnus kavmine, inanmadıkları takdirde bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tövbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemiştir. Fakat onların imana geldiklerinden habersiz olan Yûnus, belirttiği azabın vaktinde gerçekleşmediğini görünce kendisinin alay konusu olacağını düşünerek kızgın bir halde kavminden ayrılıp gitmiştir. Bu olay Sâffât sûresinde şöyle anlatılır: “Doğrusu Yûnus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı kur’a çektiler de kaybedenlerden oldu. Yûnus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu. Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. Halsiz bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik. Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona iman ettiler, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yaşattık.”   Enbiyâ sûresinde de Yûnus’un (a.s.) duâsı, tevbesi zikredilir: “Zünnûn’u (Yûnus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn: Senden başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!” diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duâsını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte Biz mü’minleri böyle kurtarırız.”  Burada Yûnus Peygamber'in kıssasına değinilerek Hz. Muhammed uyarılmakta, Mekke müşriklerinin kendisine gösterdiği muhâlefete kızıp da ümitsizliğe kapılmaması ve peygamberlik görevini sürdürmesi telkin edilmektedir.

Yunus (a.s.) ve Tevhidî Mücadele Sabır

Kur'an-ı Kerim'de müstakil bir sureye ismini vermiş olan Yunus (a.s.); aynı zamanda Allah tarafından, Zü’n-nûn ve sahib-i hût (balık sahibi) olarak isimlendirilmiştir.  Yunus (a.s.)'ın balık sahibi olarak nitelenmesinin sebebi, onun balığın karnına haps edilişinden gelmektedir. Yoksa balıkçılık ve buna benzer bir iş yaptığından dolayı değildir.

Yunus kıssası hakkında Kur'ân-ı Kerim'de dört yerde işaret vardır. Yûnus Sûresi, Enbiyâ Sûresi, Sâffât ve Kalem sûrelerinde kıssa hakkında detaylı olmayan ve fakat kıssanın amacını en beliğ biçimde ifade eden ayetler yer alır. Şurası muhakkak ki Yunus kıssası hakkında Kur'an'ın iniş dönemi esnasında yaşayan müşrikler, atalarından gelen lafzî olmayan bir tevatür olarak ve de Ehl-i Kitab sahiplerinden edindikleri birtakım tahrif edilmiş, kıssanın amacından uzaklaşmış sadece ve sadece tarihî bilgi konumunda olan bilgilere sahiptiler.

Bu hususta Kitab-ı Mukaddes'te Yonah adlı bir bölümün bulunduğunu ve orada anlatılanların; Kur'an'da anlatılan Yunus (a.s.) kıssası ile ortak özelliklere sahip olduğu görülmektedir. Ancak gerek Kitab-ı Mukaddes'te yer alan metinler ve gerekse müşriklerin Yunus (a.s.) hakkında edindikleri lafzi olmayan tevatürler insanları hidayete sevkedecek bir amil olmaktan öte, tarihsel bir biyografi veya efsane niteliğine sahipti. Bu yüzden Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de Yunus kıssasının doğrusunu zikrederek, tüm insanların konumlarına göre bu kıssadan dersler alarak Allah'ın birliğini tasdik etmelerini istemiştir.

Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Rasullerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de, vahyin iniş dönemi esnasında müşriklerin müslümanlara uyguladıkları baskılardır. Rasullerin elçilik görevlerini toplumlarına açıklamasıyla beraber, müşrikler tarafından yoğun bir baskı ve eziyet kampanyası başlatılır. Hedef; rasul ve ona uyanların dirençlerini yıkmak ve aynı zamanda müslümanları kitleye âciz göstermektir.

Rasuller yalancılıkla itham edilir. Üstünlük heveslisi olarak nitelendirilir. Mecnun olarak vasıflandırılır. Sihirbaz, kâhin ve şair olduğu iddia edilir. İftiranın her türlüsü yapılır. Müslümanlara çeşit çeşit tuzaklar kurulur. Bütün bu eziyet ve baskılara rağmen Rasul ve müslümanların yapacakları tek hareket; "okuma" (tebliğ) eyleminde "sabr" etmek, gidişatın seyrini Allah'ın istediği istikamette devam ettirmektir.

Kur'an'ın iniş döneminde de Rasulullah'ın elçiliğini ilan etmesiyle beraber geçmişte diğer rasullere yapılanlar "sünnetullah"ın gereği tekrar edilmeye başlandı. Müşriklerin Rasul ve Kur'an'a yaptıkları iftira ve saldırıları, Allah, Kur'an'da şöyle beyan ediyor:

"(Ey Muhammed) öğüt ver; Rabb'inin nimetiyle sen, ne kâhinsin, ne de mecnunsun." 

"Arkadaşınız sapıtmadı ve azmadı." 

"(Dediler ki:) Bu Kur'an öğretilegelen bir sihirdir. Bu Kur'an sadece bir insan sözüdür." 

"Biz ona şiir öğretmedik." 

Rasulullah'a yapılan bütün iftira ve eziyetlere karşın Allah, rasulüne şöyle emreder:

"Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma!" 

"...Yanlarından güzelce ayrıl." 

Rasulullah'a yapılan çirkin iftira ve taarruzlara karşı ondan, müşriklerin yaptıkları bu tazyiklere aldırış etmemesi, onların yaptıklarının karşılığını Allah'a havale etmesi istenir.

Allah, müşriklerin bu tavırlarına çok üzülen, adeta kendi kendini yiyen Hz. Peygamber ve beraberindeki müslümanlara "sabr" etmelerini, tebliğ eyleminde gevşememelerini ve kafirlerin akıbetini kendine bırakmalarını ister.

"Yalanlayanları Bana bırak." 

"Yalanlayanları bana bırak. Onlara az bir süre tanı." 

"Sen Rabb 'inin hükmüne sabret. Balık sahibi gibi olma..." 

Kalem Sûresi kırk sekizinci ayet-i kerimede geçen "...balık sahibi gibi olma..." ibaresi ile Rasulullah ve diğer müslümanlara; geçmişte müşriklerin baskı ve eziyetlerine dayanamayarak toplumunu terk eden Yunus peygamber kıssası anlatılır.

Allah müşriklerin baskılarına karşı, dayanma güçlerinin sınırını zorlayan Rasulullah ve ashabının; geçmişte müşrik toplumunun baskılarına sabretmeyerek elçilik görevini bırakıp toplumunu, Allah'ın izni olmaksızın terk ederek hata eden Yunus (a.s.)'ın kıssasından öğüt ve ibret almalarını ve Yunus'un bu hatalı davranışına meyletmemelerini, Allah'ın Mekke müşrikleri hakkındaki hükmüne kadar sabretmelerini ister.

"Doğrusu Yunus da rasullerdendir."   Putperest bir toplum içinde yaşayan Yunus (a.s.), Allah tarafından elçi olarak seçilir. Allah'tan aldığı vahyi insanlara iletmesi, onları İslâm'a davet etmesi için görevlendirilir. Allah Kur'an'da elçilikle görevlendirdiği peygamberler arasında Yunus’u (a.s.) da sıralar: "Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimizi, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik." 

Yunus (a.s.) risâletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, bir ve eşi benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış, bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah'a tapmalarını, ona kulluk etmelerini söyler. Taptıklarının onlara bir faydasının olmayacağını, kendilerine bile fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan bu putları terk etmelerini her fırsatta insanlara bildirir.

Yunus'un tüm uyarılarına rağmen kavminin inkârcıları onun aleyhine bir tutum içine girerler. Onun yalancı, büyücü, insanları yönetme heveslisi biri olduğunu öne sürerler. Yunus’dan (a.s.) mûcize talebinde bulunurlar. Yanında melekler olmasını isterler. Daha neler neler... Maksatları peygamberi zor durumda bırakmak, toplumun gözünden iyice düşürmekti.

Her seferinde Yunus’a (a.s.) elle ve dille saldırıda bulundular. Onun direncini yıkmaya ve söylediklerinden vazgeçirmeye çalıştılar. Bu baskılar her geçen gün daha da artarak sürdü. Kavmi sanki taş kesilmişti, Yunus'un uyarıları hiç işitilmemiş gibiydi. Yunus bunalmıştır. Kendi kendini yemektedir. Onun bu hali peygamberin müşfik vasfındandır. Kavminin iman etmemiş olması onun için Allah nezdinde görevini yapmadığı anlamına gelmezdi. Çünkü Allah şu umumi kaideyi zaten ona bildirmişti.

"Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederdi. O halde sen mi insanları, inanmaları için zorlayacaksın? Allah'ın izni olmadan kimse iman edemez." 

Yunus (a.s.) yine de kavminin inkârcı tutumuna çok üzülüyordu. İşte ne oldu ise oldu, bu sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah'tan bir emir olmaksızın kavmini terk ederek yola koyuldu. Allah, Yunus'un bu davranışı hakkında Kur'an'da şöyle beyan eder: "Zünnun hakkında söylediğimizi an. O öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı." 

Enbiyâ Sûresi'ndeki bu âyet-i kerimede Yunus’un (a.s.), kavmini terk etmesine sebep olarak öfkelenmesi gösterilir. Resulün öfkesi Allah'a değil, toplumuna karşıdır. Ayete görev kavmine kızan Yunus "kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı." ibaresi ile belirtilen; Allah'tan bir emir olmadığı halde kavmini terk etmiştir. Oysa Kur'an'da, Rasullerin kendi toplumlarından ayrılmalarının hep Allah'ın izniyle olduğunu görürüz:

"Biz Mûsâ'ya: ‘Kullarımı geceleyin yola çıkar. Şüphesiz takip edileceksiniz’ diye vahyettik." 

"Senin kavminden inanmış olanlar dışında (bundan sonra) kimse imarı etmeyecek. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında ve sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap..." 

"Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldiği kötülükten kurtar.’ dedi. Bunun üzerine geride bulunan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık." 

Dolayısıyla Yunus Peygamber’in, kavminin âkıbeti hakkında Allah'ın emrini beklemeden, yanlış bir kararla Allah'ın kendisini sıkıntıya sokmayacağını da zannederek toplumunu terketmesi "sünnetullah"a yani Allah'ın kanununa ters düşer. Yunus’un (a.s.) kavmini terk etmesinden sonraki olaylar şöyle gelişir:

"Dolu bir gemiye kaçmıştı.

Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.

Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.

Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.

Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.

Onun için geniş yapraklı bir bitki bitirdik.

Onu yüz bin veya daha çok kişiye rasul olarak gönderdik." 

Yaptığı yanlışlığın neticesinde Allah, Yunus'u sıkıntıya uğratır. Başına gelen bu musibetlerin kendi davranışı sebebiyle olduğunu idrak eden Yunus (a.s.) Allah'a kulluğunun bir ifadesi olan tevbe kapışma başvurur. Sonunda Allah onu tevbesini kabul eder. Ve onu yeniden kavmine Rasul seçer.

Ummadığı halde Allah tarafından sıkıntıya uğratılan Yunus Allah'a kulluğun gereği olarak umutsuzluğa düşmez. Tevbe etmenin/geri dönüşün bir ibadet olduğunu en iyi bilen o şanlı Rasul'ün yaptığı tevbe sayesinde, Allah tarafından affedilir. Tekrar elçilikle görevlendirilir ve böylece kavminin yolunu tutar. "Sonunda ona inandılar, bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar geçindirdik." 

Yunus’un (a.s.) rasullükle tekrar vazifelendirilip kavmine yollanması ile beraber, kavminin bu sefer ona iman ettiğini görüyoruz. Bu olay da gösteriyor ki insanların hidayetinin tek müsebbibi Allah'tır. Hidâyet yalnızca onun elindedir.

Kur'an'da beyan edilen Yunus (a.s.) kıssasından çıkaracağımız dersler:

Kur'an'ı imam kabul etmiş olanların, karşılarındaki inkârcıların hal ve tavırları ne olursa olsun tebliğ mücadelesini bırakmayarak, toplumlarından kendilerini soyutlamamaları gerekir.

Müslümanlar, inkârcıların Kur'an karşısındaki katı tavırlarının belki bir gün Allah'ın hidayeti ile değişebileceğini unutmamalıdır. Bu yüzden Allah, Hz. Muhammed ve ashabına "Yanlarından güzelce ayrıl", "yalanlayanları Bana bırak; onlara az bir süre tanı" diye emrederek onlardan sabretmelerini istemiştir. İnkârcılar hemen iman etmiyor diye acele etmemelerini, onlara süre tanımalarını istemiştir.

Allah'ın kesin olarak iman etmeyeceklerini bildirmesi halinde toplumdan veya şahıslardan ilişik kesilebilir ki bu da günümüz toplumunda vahyin tekrar gelmesinin mümkün olamayacağına göre "okuma" tebliğ eylemi kıyamete kadar kesintisiz sürecektir.

Toplumun inkârcı tavırlarına kızarak tebliğ vazifesinden yüz çevirip, dünya nimetlerine dalan yahut ıssız beldelere kaçma fikrinde olanlara Yunus’un (a.s.) kıssası en güzel ibrettir.

Zaman bozuldu, bu insanlara din-min anlatılmaz diyerek toplumlarını terk edip inzivaya çekilen veya çekilmek isteyenlere en güzel örnek Yunus kıssasıdır.

Toplumlarının iman etmelerinden ümit kesenlere; Yunus’un (a.s.) hatasını anlayıp tevbe etmesinden sonra tekrar rasullükle toplumuna gönderilmesi neticesi kavminin iman etme olayı, hidayetin Allah'ın elinde olduğunun en güzel öğüt ve ibret numunesidir.

Sonuçta görülen odur ki hayatımızın her safhası Allah'ın takdiriyle gerçekleşmekte, onun müsaadesiyle gündemimiz oluşmaktadır. Kendimizi yetkimizin, sınırlarımızın Ötesinde görüp küfür-hidayet olayı hakkında gaybî yargılara varmamamız gerekir.

İslâm tarihindeki bazı hadiseler de, bu hususta bize örneklik teşkil eder. Ömer bin Hattab, Halid b. Velid ve hatta Ebû Süfyan ve bunlar gibi nice İslâm düşmanlarının daha sonraları hidayete erdiklerini ve o andan itibaren İslam'ın savunucuları oldukları göz önüne alındığında tebliğ eyleminde sürekliliğin ve sabrın önemini daha iyi kavramak mümkün olacaktır.

Tevbe ibâdetinin İslam'ın yegâne kulluk imkânlarından biri olduğu Yunus’un (a.s.) tevbesi ve Allah'ın bu tevbeye icabet etmesi ile kıssada ortaya konmuş olur. Yunus'un hatasını idrak etmesiyle beraber derhal gerçekleştirdiği Allah'a tevbesi, yanılan kullar için Allah'ın bahşettiği nimetin sınırını en veciz biçimde bize beyan etmektedir.

Hz. Peygamber’e Hz. Yunus’un görevi terk edişi hatırlatılarak “Sakın büyük balık sahibi gibi olma!” denilir. Bu âyetler, Hz. Peygamber’in ve O’nun izinden giden dâvâ erlerinin üstlendiği görevin ne kadar ağır olduğunun da tescilidir (48-50. âyetler).

Yunus peygamber kıssası, 28 Şubat süreci sonunda yaşanan ölçüsüz özeleştiri furyası, nice dâvâ adamının mücadeleyi terk etmesini sonuçlandırdı. Yunus peygamber gibi sabırsız, aceleci tavırlar Allah tarafından kınanıyor. Yûnus (a.s.) kıssası, günümüz İslâmî hareketi için önemli çıkarımları olan bir rehberliktir, güzel bir uyarıdır. Dâvâyı yaymak için bile olsa, izinsiz ve zamansız şekilde imtihan edildiğmiz ülkeyi terk etmenin savaşta izinsiz cepheyi terk etme gibi olduğu unutulmamalıdır (48-50. âyetler).

 

 

DÂVÛD (A.S.) 

  • Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
  • Dâvûd’un (a.s.) Özellikleri
  • Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
  • Ekin Sahibinin Dâvâsı
  • Tâlût ve Câlût
  • Zebur; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
  • Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
  • Hadis-i Şeriflerde Dâvûd (a.s.)
  • Tefsirlerden İktibaslar
  • Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
  • Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
  • Başarı ve Zafer "Çok" ile Birlikte Olmakta Değil; "Hak" ile Birlikte Olmaktadır
  • Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası

“Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.”[2373]

Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği

İbrânîce’de “en çok sevilen kişi, göz bebeği” anlamına gelen bu ismin Kitab-ı Mukaddes’te Dâvid (Deyvid) veya Dâvîd şeklinde geçtiği ve sadece Hz. Dâvûd’a ad olarak verildiği görülmektedir. Dâvûd (a.s.), M. Ö. 1010-970 yılları arasında hüküm sürmüş, ikinci İsrâil kralı ve peygamberidir. Kaynaklar, onun on birinci dedesi olarak Ya’kub’u (a.s.) gösterir. Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde Hz. Dâvûd’un çeşitli özellikleri belirtilmekle beraber, gerek soy kütüğü ve gerekse hayat hikâyesiyle ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Bu konuda diğer İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler de İsrâiliyat türünden olup Ahd-i Atîk’teki mâlumatla büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.

Ahd-i Atîk’e (Tevrat’a) göre Dâvûd (a.s.), Yahuda sıbtının ileri gelenlerinden ve Büytülahm’de (Beytlehem) ikamet eden Yesse’nin oğludur.[2374] Onun Hz. İbrâhim’e kadar varan şeceresi Kitab-ı Mukaddes’te ve İslâmî kaynaklarda şu şekilde verilmektedir: Dâvûd, Yesse, Obad, Boaz, Salmon, Nahşon, Aminadab, Ram, Hetsron, Perets, Yahuda, Ya’kub, İshak, İbrâhim.[2375] Yesse’nin bir rivâyete göre yedi oğlu ve iki kızı,[2376] başka bir rivâyete göre sekiz oğlu,[2377] Taberî ve Sa’lebî’ye göre ise on üç oğlu vardır ve Dâvûd en küçükleridir.[2378]

Ahd-i Atîk’te “kızıl, kırmızı yüzlü, güzel gözlü ve hoş bakışlı”;[2379] “iyi çeng çalan cesur bir yiğit, cenk eri, sözü tutarlı ve yakışıklı”[2380] şeklinde nitelendirilen Dâvûd (a.s.), İslâmî kaynaklarda “bedeni ve saçı kızıl, mavi gözlü, az saçlı ve kısa boylu”;[2381] “kısa boylu, sarı benizli ve mavi gözlü”;[2382] “gür ve güzel sesli, iyi huylu, temiz kalpli, çok anlayışlı ve çok güçlü”[2383] olarak tavsif edilir. Babasının koyunlarını otlatırken aslan yahut ayı geldiğinde bunları vurup kaptıkları kuzuyu ağızlarından kurtarmakta, onları tutup yere çalmakta,[2384] sapanıyla attığı her şeyi vurmakta, rastladığı aslanın üzerine binip kulaklarından tutmakta, fakat aslan ona bir şey yapmamaktadır.[2385]

Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra, İsrâiloğulları, daha önceleri olduğu gibi yine isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği akîde ve şeriatı terk etmeye başladılar. Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti. Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra İsrâiloğullarının idaresi Yûşâ’ya (a.s.) kaldı. İsrâiloğulları çölden çıkarak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Ya’kub’un yaşadığı Ken’an bölgesi olup, İsrâiloğulları için mukaddes ülke sayılır. İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’dan sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrâiloğulları Amâlika ile yaptıkları bu ilk savaştan mağlûp çıktılar. İsrâiloğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu sandığa “tâbût” adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût’un (Golyat) eline geçmişti. İsrâiloğulları bunun acısını duyuyorlardı.

  

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Dâvûd’dan ilk defa Câlût’u (Golyat) öldürmesi münâsebetiyle şu şekilde bahsedilir: “Tâlût’un askerleri Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.’ Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü.”[2386]

Dâvûd’un (a.s.) Câlût’u öldürmesiyle ilgili olarak gerek Ahd-i Atîk’te, gerekse tefsir ve kısas türünden İslâmî kaynaklarda oldukça ayrıntılı ve benzer bilgiler vardır. Buna göre Tâlût’un (Saul) askerleriyle Câlût’un askerleri karşılaşıp Câlût meydan okuyunca hiç kimse ona karşı çıkmaya cesâret edemez. Bunun üzerine Tâlût, peygamber Şemuyel’e/İşmoyel’e (Samuel) başvurarak Allah’a duâ edip yardım dilemesini ister. Allah, “Câlût’u öldürecek olan İşâ’nın (Yesse) oğludur. Şu yağ boynuzu kimin başına konulduğunda kaynarsa Câlût’u öldürecek odur ve o Benî İsrâil’e kral olacaktır” buyurarak Câlût’u kimin öldüreceğine işaret eder. Bunun üzerine Samuel İşâ’nın yanına giderek, “oğullarını bana göster. Yüce Allah oğullarından birinin Câlût’u öldüreceğini bana vahyetti” der. İşâ da her biri boylu boslu on iki oğlunu birer birer onun huzuruna çıkarır, yağ boynuzu her birinin başına konulduğu halde hiçbir değişiklik olmaz. Başka oğlu olup olmadığı sorulunca İşâ önce gerçeği saklarsa da daha sonra, “Ey Allah’ın elçisi! Benim Dâvûd adında bir oğlum daha var, fakat halkın onun kısa boyluluğunu ve çelimsizliğini görmesinden utandığım için koyunların başında bıraktım” der. Samuel Dâvûd’un bulunduğu yeri öğrenerek oraya gider ve koyunları ikişer ikişer alıp sel suyundan geçirdiğini görünce, “İşte aradığım budur. Hayvanlara böyle acıyan kişi insanlara daha çok acır” diyerek yağ boynuzunu başına koyar ve yağ kaynamağa başlar. Böylece Dâvûd, daha Câlût’u öldürmeden önce Allah tarafından kral olarak seçilir.[2387] Ahd-i Atîk’e göre,[2388] henüz Saul kral iken ve Golyat’la karşılaşmadan önce Rab Samuel’e, Beytlehem’li Yesse’nin oğullarından birini kral olarak hazırladığını, yağ boynuzunu yanına almasını ve onu kral olarak meshetmesini emreder. Bu şekilde henüz Saul kralken Dâvûd da kral olarak meshedilir. Bir başka rivâyete göre Câlût’un karşısına kimsenin çıkmadığını göre Tâlût, onunla çarpışacak kişiye kızını ve malının yarısını vereceğini ilân eder. Bu sırada Dâvûd’un kardeşleri savaşmak için orduya katılmışlar, Dâvûd ise koyunların başında kalmıştır. Koyunları otlatırken, “Ey Dâvûd! Câlût’u sen öldüreceksin, haydi sürünü Rabbine emânet et ve kardeşlerine katıl” diye bir ses duyar. Bunun üzerine Dâvûd babasına gider ve cephedeki kardeşleri için hazırlanan azığı alıp yola koyulur. Ordugâha vardığında Tâlût ona, “Câlût’u öldür, sana kızımı vereyim ve seni hükümdarlığıma ortak edeyim” der. Sonra da zırhını ve silâhlarını verir. Dâvûd önce zırhı giyip silâhları kuşanırsa da fikir değiştirerek onları çıkarır ve sadece sapanını alıp Câlût’un karşısına dikilir. Dâvûd’un sapanla karşısına çıktığını gören Câlût kendisini küçümsediğini düşünerek çok kızar. Ancak Dâvûd sapanına koyduğu taşla Câlût’u iki kaşının arasından vurur ve Câlût ölür. Bunun üzerine Tâlût sözünü tutarak ona kızını verir; yönetimine de ortak eder.[2389] Ahd-i Atîk’e göre ise Saul başka şartlar ileri sürer ve sonunda kızını verir.[2390] Fakat halkın Dâvûd’u çok sevmesini kıskanarak ona düşman olur ve onu öldürmeye karar verirse de bunu başaramaz. Buna karşılık Dâvûd’un eline fırsat geçmesine rağmen Saul’u öldürmez. Nihâyet Saul katıldığı bir savaşta ölünce yerine Dâvûd kral olur.[2391]

Câlût; zâlim, güçlü, zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan zâhirde büyük üstünlüğü vardı. Fakat Allah Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zâhiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla Kendisinin isteği doğrultusunda vuku bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O’nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allah’a aittir. Zafer, zâhirî gücü elinde bulunduranın değil; Allah’ın yanındadır. “Zafer yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.”.[2392] Zaten O’nun dışında, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi de yoktur. “Nice az topluluk vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”[2393] İnsanlar, görevlerini yerine getirmek, Allah Teâlâ’ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler. Bundan sonra Allah’ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların yok olmasını istediği zaman küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zâlim diktatörün ölümünü, çok genç bir delikanlı iken Hz. Dâvûd’un eline verdi. Câlût, sadece güçlü fizikî cüsseye değil; aynı zamanda o devre göre çok güçlü silâhlara da sahipti. Karşısındaki Dâvûd’un ise sadece sapan taşından ibaret bir silâhı. Ve şimdi aynı topraklarda Dâvûd’un (a.s.) torunları, Câlût’un rolünü üstlenmiş, onların düşmanları konumundaki müslümanlar da Dâvûd konumunda, silâhları da taştan, sapan taşından başka bir şey değil. Savaştıkları da Câlût’un Amalika’sına bedel Amerika veya onun piyonu İsrâil. Silâhları zâhiren güçlü, müslümanlar güçsüz gözükse de tarih tekerrür edecek, Allah’ın sünneti değişmeyecektir: Dâvûd imanlı gençler çok kısa bir süre içinde zorba düşmanlarını perişan edecektir. Müslüman; insanlardan değil, sadece Allah’tan korkmalı,[2394] O’nun yolunda elindeki imkânlarla cihad etmeli, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Allah’a gönülden iman edip O’na tevekkül eden mü’minlerin zâlimleri nasıl yendiği Dâvûd ve Câlût olayında da gösterilmektedir. Mülk Allah’ındır, dilediğini ona mirasçı kılar, yerdeki ve gökteki her şey O’nun askeridir.[2395] Bazen rüzgârıyla, bazen yağmuruyla, bazen ebâbil kuşları veya sivrisinekle zâlim düşmanlarını perişan eder; bazen de zayıf sanılan müslüman kullarıyla. Kendisi vâsıtasız olarak veya emrindeki tabiat güçleriyle kahredebileceği düşmanları, Allah, mü’min kullarının eliyle def etmek istiyor. Allah’ın bu arzusunu gerçekleştirmek için gayret eden mü’minler dünyada izzete ve devlete, âhirette de cennete hak kazanacaklardır.          

Burada, Allah’ın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı. Allah, Tâlût’tan sonra mülkü Hz. Dâvûd’un (a.s.) almasını ve onun yerine oğlu Süleyman’ı (a.s.) vâris kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd’un gücü, Câlût’u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu. “Allah’ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti.”[2396]

Hz. Dâvûd’un yeryüzünde halîfeliği, hükümranlığı ve adâletle hükmetmesiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şu açıklamalar yer alır: “Dâvûd ile Süleyman’a da lutfettik. Hani onlara bir ekin hakkında -zarar tesbiti ve tazmini için- hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp zarar vermişti. Biz onların hükmüne şâhit idik.”[2397] İslâmî kaynaklardaki rivâyete göre bu meselede Hz. Dâvûd bir çözüm yolu bulmuş, fakat oğlu Süleyman’ın getirdiği çözüm şekli daha mâkul olduğu için onu kabul etmiştir.

Hz. Dâvûd’un, halkın şikâyet ve dileklerini bizzat dinleyip çözüme kavuşturmasıyla ilgili olarak Kur’an’da verilen başka örnek de şöyledir: “(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.”[2398]

  

 Bu kıssa Ahd-i Atîk’te de yer alır ve Dâvûd’un zinâ edişiyle ilgili bir misal olmak üzere zikredilir.[2399] Ahd-i Atîk’e göre dokuz karısı ve pek çok câriyesi olan Dâvûd,[2400] ordusu Ammonoğulları’na karşı sefere çıktığında bu savaşa iştirak etmez ve Kudüs’te kalır. Bir akşam kral evinin damında gezinirken yıkanmakta olan bir kadın görür ve kim olduğunu soruşturur. Orduda asker olan Hittî Uriya’nın karısı Bat-Şeba olduğunu öğrenip evine aldırır ve onunla zinâ eder. Daha sonra kocasını çağırtıp ordu kumandanına teslim edilmek üzere bir mektup vererek tekrar cepheye gönderir. Uriya kuşatma sırasında, Dâvûd’un mektupta yazdığı tâlimat doğrultusunda ön safa konulur ve ölür. Dâvûd da Uriya’nın karısını evine alıp eşleri arasına katar.[2401] Rab Dâvûd’un bu davranışına çok öfkelenir ve peygamber Natan’ı ona gönderir. Natan Dâvûd’a gelerek şu kıssayı anlatır: Bir şehirde biri zengin, öbürü fakir iki adam yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunu ve sığırı vardı; fakir adamın ise küçük bir dişi kuzudan başka malı yoktu. Kuzu onun yanında kendisiyle ve çocuklarıyla beraber büyümüştü. Bir gün zengin adama bir yolcu geldi. Zengin adam bu yolcuyu ağırlamak için kendi koyunlarına ve sığırlarına kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve misafirine onu hazırladı. Bu olayı duyan Dâvûd’un öfkesi alevlenip Natan’a şöyle dedi: “Hay olan Rabbin hakkı için, bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir.” Natan Dâvûd’a şöyle dedi: “O adam sensin!”.[2402] Daha sonra Dâvûd Rabbe karşı suç işlediğini itiraf eder. Rab onun suçunu bağışlar, fakat yine de cezâ olmak üzere zinâ neticesi doğan çocuk ölür.[2403]

Kur’ân-ı Kerim’de Dâvûd’un (a.s.) tevbesine böyle bir zinâ suçunun sebep olduğundan söz edilmez. Diğer İslâmî kaynaklarda ise bu kıssa ile ilgili başlıca üç görüş ve izah tarzı yer almaktadır. Bunlardan birincisi, Hz. Dâvûd’un büyük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Dâvûd (a.s.) Uriya’nın karısına âşık olmuş, hile ile kadının kocasını öldürterek onunla evlenmiştir. Bunun üzerine birbirinden dâvâcı iki insan şeklinde iki melek gönderilmiş, bunlar söz konusu kıssayı naklederek Dâvûd’un suçlu olduğunu ima etmişler, Dâvûd da suçunu anlayıp tevbe etmiştir. Ahd-i Atîk’teki yoruma benzeyen bu değerlendirme kaynaklarda şu şekilde açıklanır: Hz. Dâvûd’un doksan dokuz karısı vardı. Rivâyete göre Dâvûd okuduğu kitaplarda ataları İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un fazîletteki üstünlüklerini görünce, “Yâ Rabbi! Görüyorum ki hayrın tamamını benden önceki atalarım almış. Onlara verdiğin gibi bana da ver, bana da onlara yaptığın gibi yap” diye duâ etmiş. Bunun üzerine Allah, “Ataların çeşitli şeylerle imtihan edildiler; sen o tür bir imtihan geçirmedin. İbrâhim oğlunu kurban etmekle, İshak gözlerini kaybetmekle, Ya’kub ise Yûsuf’a olan üzüntüsüyle imtihan edildi” buyurmuş. Dâvûd’un, “Beni de onlar gibi dene; onlara verdiğin gibi bana da ver” demesi üzerine, “Bekle, sen de deneneceksin” denilmiştir. Nitekim bir süre sonra şeytan altın bir güvercin şekline bürünerek namaz kılan Hz. Dâvûd’un önüne konar. Dâvûd onu tutmak istedikçe kaçar. Nihâyet güvercini kovalarken yıkanmakta olan bir kadın görür. Son derece güzel olan bu kadın Dâvûd’u farkedince saçlarıyla kendini gizlemeye çalışırsa da bu tutumu Dâvûd’un arzusunu daha da kamçılar. Kadına kim olduğunu sorar; kocasının asker olduğunu öğrenince ordu kumandanına mektup yazarak o askerin ön safa sürülmesini emreder. Adam cephede ölür, Dâvûd da bu kadınla evlenir.[2404]

Kur’ân-ı Kerim ve hadislerin dışında tarih ve tefsir kitaplarında buna benzer pek çok rivâyet vardır ki çoğu Vehb bin Münebbih’e dayanmaktadır ve İsrâiliyattandır. Kur’an’daki kıssanın,[2405] Ahd-i Atîk’te olduğu gibi Hz. Dâvûd’un kadınla evlenmek için kocasını öldürttüğünü gösterdiği iddiası ise hem gerçeklerle, hem de İslâm’daki nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan bir iftiradır. Zira peygamberlere zinâ isnâdı onların ismet sıfatlarına ters düşmektedir. Normal insan için bile haram olan, ayrıca Mûsâ şeriatında yasaklanmış bulunan bir fiilin bir peygamber tarafından işlenmesi mümkün değildir. Söz konusu kıssadan önce ve sonra Hz. Dâvûd’un birçok fazîleti zikredilmektedir. Dinî yaşayışta güçlü ve sağlam, Allah’a yönelen, O’nu çok zikreden, kendisine hikmet verilen, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti gelişmiş, Allah’a yakın olan ve güzel bir gelecek kazanmış bir kimsenin[2406] zinâ gibi büyük bir günahı işlemiş olması düşünülemez. Sonuç olarak bazı İslâmî eserlere de geçen buna benzer rivâyetlerin İsrâiliyattan olduğu anlaşılmaktadır.

Bu haberlerin çoğu muharref Tevrat kaynaklı olmasına rağmen, pek çok müslüman yazar, müfessir bunları eleştirmeden, Kur’an’a uyup uymadığını gözden geçirmeden kitaplarında yer vermişlerdir. Bu yanlış rivâyetler, belli ki İslâm’ın ilk dönemlerinden beri anlatılmaktadır. Nitekim rivâyete göre Hz. Ali (r.a.); “Kim Hz. Dâvûd’la ilgili bu kötü haberleri anlatırsa, ona iki celde -yüz altmış sopa- vuracağım”[2407] demiştir. Biz, Hz. Dâvûd’u ve diğer mâsum peygamberleri, onlara yakışmayacak sıfatlardan tenzih ederiz. Bizim inancımızın gereği budur. Onlar hakkında Kur’an’ın verdiği sağlam haberler ve övücü sözler bizim için yeterlidir.[2408]    

Kıssa ile ilgili diğer bir yorum da Hz. Dâvûd’un küçük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Hz. Dâvûd, evli olan bir kadını almak için onun kocasını öldürmemiştir; zira kadın Uriya ile evli değil; nişanlı idi. Hz. Dâvûd nişanlı olan bu kadını almıştır. Onun hatası, birçok karısı olduğu halde bir mü’min kardeşinin nişanlısını elinden almasıdır. Bir başka açıklamaya göre de dönemin âdeti uyarınca Hz. Dâvûd’un Uriya’dan karısını boşamasını, onunla evlenmek istediğini söylemiş, Uriya da kralın isteğini reddetmenin uygun olmayacağını düşünerek bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bu davranış o dönemdeki şer’î hükümlere uygunsa da Dâvûd’un kemâliyle bağdaşmadığı için günah sayılmış, bu sebeple de Dâvûd tevbe etmiştir.

Hz. Dâvûd’u suçlu veya kusurlu gösteren yukarıdaki açıklamaları reddeden İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ilgili âyetlerde ilk bakışta Dâvûd’un günah işlediğini düşündüren, “Dâvûd, onu imtihan ettiğimizi zannetti de Rabbinden mağfiret diledi, tevbe etti; Biz de ondan bunu affettik” şeklindeki ifadeler gerçekte onun suç işlediğini göstermez. Olay şöyle olmuştur: Hz. Dâvûd’un düşmanlarından bir grup, onu öldürmek maksadıyla beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir yoldan onun bulunduğu odaya tırmanıp içeriye girmişler, Dâvûd onların asıl niyetini anlayınca nefsi kendisini onlardan intikam almaya zorlamış, ancak o bunu yapmamıştır. Zaten içeri girenler de Hz. Dâvûd’un yalnız olmadığını görünce korkarak yalan söylemişler ve söz konusu anlaşmazlığı gündeme getirmişlerdir. Dâvûd da bir an bile olsa intikam duygusuna kapıldığı için tevbe etmiş veya gerçek öyle olmadığı halde onların kendisini öldürmek için geldiklerini zannetmiş ve bu sûizan sebebiyle tevbe etmiştir.

Kıssa bu şekilde de açıklanabilir. Kurân-ı Kerim’de de belirtildiği gibi Hz. Dâvûd sadece dâvâcıyı dinleyip hüküm vermiş, dâvâlıyı dinlememiş, daha sonra bu tutumunun yanlış olduğunu düşünerek tevbe etmiştir. Olay yine Kur’an’da zikredilen, ekin tarlasına girip zarar veren sürü kıssasıyla da ilgili olabilir.[2409] Zira iki kıssada da haksızlık, koyunlar ve Hz. Dâvûd’un hükmünde tam isâbet etmemesi söz konusudur. Sonuç olarak kıssa kesinlikle Hz.Dâvûd’un günah işlediğini göstermemektedir.[2410]

Ahd-i Atîk’e göre Hz. Dâvûd, otuz yaşında kral olmuş ve kırk yıl altı ay (yedi yıl altı ay Hebron’da, otuz üç yıl Kudüs’te) saltanat sürdükten sonra yetmiş bir yaşında vefat etmiş.[2411] Dâvûd şehrine (Kudüs) defnedilmiştir.[2412]

Hz. Dâvûd’un (a.s.) Özellikleri

Hz. Dâvûd (a.s.) Hz. Nûh (a.s.)’un soyundandır[2413] ve İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir.  Kur’ân-ı Kerim’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir.[2414] İsrâiloğullarının tarihinde peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. ([2415]). Kur’an, Dâvûd (a.s.)’a peygamberliğin ve Zebur’un dışında bir lutuf ve mûcize olarak, diğer insanlara verilmeyen başka şeyler de verildiğini söylüyor. Hz. Dâvûd, bir Allah elçisiydi. Ona verilenler, hem onun peygamberliğinin delili, hem de gerçekten şükrün, hakkıyla kulluk yapmasının karşılığıydı. Şüphesiz Allah hakkıyla şükreden kullarını değişik şekillerde mükâfatlandırır.

Hz. Dâvûd’a geniş bir hükümdarlığın yanında hikmet, ilim, anlayış, adâletle hükmetme, neyin nasıl yapılacağını bilme, yerli yerinde iş yapma, faydalı olana sarılma, güzellikler üretme gibi şeyler verildi. O, bu hikmetle hükümdarlığını süslüyor, sürekli Kur’an’ın sâlih amel dediği, güzel ve faydalı işleri yapıyordu.[2416]    

Hz. Dâvûd’un Kur’an’da belirtilen özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

Demiri işleyip zırh yapması: Allah, İsrâiloğullarını savaşın şiddetinden korumak için Hz. Dâvûd’a zırh yapmayı öğretmiş, demiri yumuşatmak sûretiyle ustaca işlenmiş geniş zırhlar yapmasını bildirmiştir.[2417] İslâmî kaynaklarda, Hz. Dâvûd’un hükümdar olduktan sonra tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasına karıştığı, hükümdarın ve devletin icraatı hakkında onların düşüncelerini öğrendiği nakledilir. Bir defasında insan sûretine girmiş bir melek, Dâvûd (a.s.)’un hem kendisi hem de ümmeti için hayırlı bir insan olduğunu, ancak kendisinin ve ev halkının geçimini devlet hazinesinden karşıladığını söyleyince Dâvûd (a.s.) Allah’a yalvararak geçimini temin edecek bir kazanç yolu ihsan etmesini dilemiş, bunun üzerine kendisine zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Rivâyete göre zırh yapıp giyen ilk kişi odur. Hz. Peygamber bir hadisinde, “İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”[2418] demiştir.

Kur’an açıkça ifade ediyor ki, Hz. Dâvûd, demircilerin pîridir ve bu sanatını daha çok, son derece saygın olan insan kanının akıtılmasını önlemek için zırh yapımında kullanmıştır. Dâvûd (a.s.) mahâretini kılıç imalinde de kullanabilirdi. Fakat o, hücum silâhı değil; müdâfaa silâhı yapmıştır.[2419] Buradaki incelik ise gâyet açıktır: Bir peygamber ancak güzel ve faydalı işlerle meşgul olur. Hz. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle çalışmaya teşvik etmiş ve onlara peygamberler tarihinden örnekler vermiştir. Çalışmak, elinin emeğini ve alın terinin karşılığını yemek İslâm’da önemli bir yer işgal eder. Çalışmamak, gücü ve kuvveti yerinde olduğu halde tembel tembel oturmak, şuna buna el açıp dilenmek ayıp ve günahtır. Hz. Peygamberimiz, sosyal ve ekonomik önemi büyük olan bir hadisinde bunu dile getirmiştir.[2420] Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Dâvûd (a.s.) kimseye yük olmadan kendi kazancı ile geçimini temin eden mâhir bir sanatkâr idi.

Dağlar ve kuşların onunla beraber Allah’ı tesbih etmesi: Allah dağları ve kuşları Hz. Dâvûd’un buyruğuna vermiş, onlar da akşam sabah onun tesbihine katılmışlardır.[2421] İslâmî kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Dâvûd’un sesi hem çok gür hem de çok güzeldi. Dâvûd o gür ve güzel sesiyle Zebur’u okumaya başladığında kurt kuş durup onu dinler, sesinden dağlar yankılanırdı. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”[2422] Ebû Mûsa’nın naklettiği bir başka rivâyette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i Dâvûd’un Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir.”[2423] demiştir. Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanındaı süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”[2424]

Allah Teâlâ, Dâvûd’a (a.s.) eliyle demiri eritip işleme özelliği ihsân ettiği gibi, sesiyle de demir gibi kalpleri eritip yumuşatma mûcizesini mazhar kılar. Dağların Hz. Dâvûd ile birlikte tesbih etmesi Allah’ın ona fazlı ve geniş bir bağışı idi. Diğer kullardan hiçbirine böyle bir bağış yapılmamıştı.

 

İbâdete çok düşkün oluşu: Hz. Dâvûd’un günah işlemekten titizlikle kaçındığı, Allah’ı çok zikrettiği, ibâdete ve sâlih amele düşkün olduğu Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmektedir.[2425] Hz. Peygamber de onun namazını ve orucunu şu şekilde övmüştür: “Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”.[2426] Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”[2427] demiştir. Öte yandan Hz. Peygamber, Dâvûd’un (a.s.) her gecenin yarısında uyuduğunu, üçte birinde namaz kıldığını, altıda birinde yine uyuduğunu haber vermiştir.[2428]

Dâvud Orucu: Gün aşırı oruç tutmak, yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın fazîletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında “En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” demiştir. Sahâbeden Abdullah bin Amr, “Ben daha fazlasını tutabilirim” deyince, Peygamberimiz bunun fazîletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir.[2429] Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en fazîletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.

Kendisine Zebûr verilmiştir: Kur’ân-ı Kerim Hz. Dâvûd’a Zebur’un verildiğini bildirip,[2430] muhtevâsına kısaca temas etmekle birlikte,[2431] ayrıntılı bilgi vermemektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda ise Hz. Dâvûd’a verilen Zebur’un Ramazan ayında indirildiği, içinde mev’ıza ve hikmetli sözlerin bulunduğu, Davûd’un (a.s.) onu genellikle makamla ve bir mûsikî âleti eşliğinde okuduğu nakledilmektedir.

Hz. Dâvud, yeryüzünde halîfe kılınmıştır: Dâvûd (a.s.) yeryüzünde halîfe kılınmış, onun saltanatı güçlendirilmiş, adâletle hükmetmesi emredilmiştir. “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.[2432] Onun döneminde İsrâiloğullarının tam anlamıyla yerleşik medeniyete geçip devleti güçlendirdikleri, Hz. Dâvûd’un gerek kendi evini, gerekse krallığın idaresini belli bir düzene koyduğu, ibâdetleri sistemleştirdiği, sürekli bir ordu kurduğu Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Buna göre, Dâvûd (a.s.) Allah'tan aldığı görevi sadâkatle yerine getirmiş, krallığına Allah'ın İbrâhim nesline vaad ettiği genişliği kazandırmış, onun hükümranlığı Fırat sâhillerinden Kızıldeniz kıyılarına kadar yayılmıştır.[2433] Hz. Dâvûd gerçek bir devlet başkanı ve ehliyetli bir yöneticiydi. Kudüs’ü başşehir yapmak sûretiyle iktidarı merkezîleştirmiş, askerî teşkilâtını geliştirmiştir. Devleti yönetirken adâleti öncelikle kendisi icrâ ediyor, dâvâlara bizzat bakıyordu.[2434]      

Fasl-ı hitap verilmiştir: "Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve fasl-ı hitap/açık, güzel konuşma vermiştik."[2435].  Hz. Dâvûd’a hikmetle beraber “fasl-ı hitap” yani, anlaşmazlıkları kesin ve âdil ölçülerle çözme, her maksadı sözle açıklama yeteneği[2436] de bağışlandı. O, bu yetenekle kendisine gelen dâvâları çözüme kavuşturuyor, mülkünde adâleti sağlıyordu. Hikmet, hakka/gerçeğe uygun bilgi demektir. Fasl-ı hitap da: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama, dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvûd’un (a.s.) özelliklerinden birinin de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır.  

Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür

Hz. Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği Kur’an’da bildirilir.[2437] Bu, iki özellik, yani peygamberlikle hükümdarlık İsrâiloğullarının tarihinde ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleyman’a, diğer insanlardan hiç birine verilmeyen nimetler verdi. Onları âlemlere üstün kıldı. Sonra da onlara “Şükredin ey Dâvûd âilesi. Çünkü kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır.”[2438]  buyurdu. Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.), Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı şöyle dediler: “Bizi mü’min kullarının birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.”[2439]  

Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. Nimet verenin makamını, yüceliğini, emrini ve ölçülerini kabul ettiğini ilân etmektir. O makamdan gelen teklifleri benimsemektir. “Nankörlük” ile “küfür” Arapça’da aynı kelime ile ifade edilir. Allah’ın nimetlerini örtmek, görmezlikten gelmek demek olan nankörlük, Allah’ı örtmek, tanımazlıktan gelmek demek olan küfre basamaktır. Nankörlüğün zıddı olan şükür, öncelikli olarak imanla başlar, fiillerle ortaya konulur. Şükrün ilk yansıması Allah’ın Rabliğine teslim olmaktır. Sonra bütün bir hayatı nimet verenin ölçüleriyle yaşamaktır. Şükür, Allah’a kulluk, nimetlerine karşı teşekkürdür.

Hz. Süleyman, kendisine verilen nimetlerden sonra şöyle der: “Bu, Rabbımın fazlındandır, beni denemektedir; şükür mü edeceğim, nankörlük mü edeceğim?”.[2440] Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.) kendilerine verilen nimetlerin hep imtihan için verildiğini, buna hakkıyla şükretmeleri gerektiğini bilen ve bunu uygulayan insanlardı. Allah, Hz. Dâvûd (a.s.) ve onun ailesine bol bol nimet ve diğer kullara verilmeyen kimi üstünlükler ve lutuflar bağışladığını haber verdikten sonra buyuruyor ki: “... Bundan dolayı şükreder misiniz?”.[2441] Bir başka âyette yine onlara verilen birçok nimet sayıldıktan sonra deniliyor ki: “... (Artık) Siz de (bunlara karşılık) sâlih amellerde bulunun. Gerçekten Ben, sizin yapmakta olduklarınızı görenim (diye vahyettik).”[2442]

Dâvûd (a.s.) bu emirlerin gereğini yerine getiren, Rabbine bunca nimetten dolayı hakkıyla şükreden bir insandı. O, nimet vereni biliyordu. Kendisine bunca üstünlüğün, mülkün ve ilmin hangi kaynaktan ve niçin geldiğinin şuurunda idi. Nimete nasıl şükredileceğini biliyordu. Çünkü Rabbinden hikmet ve ilim öğrenmişti. Bu ilim ve hikmet ona şükrü, hamdi ve tesbihi öğretmişti. Kulluğu nasıl yerine getireceğinin, kulun Rabbi karşısındaki konumunun, insan olarak bulunduğu yerin farkında idi. Bu bilinçle nimetlere şükretti. Kendisine verilen peygamberlik görevini yerine getirdi. İnsanları, kendisine tâbi olanları hidâyete çağırdı, onlara Allah’ın hükümleriyle, ölçüleriyle hükmetti. Rabbinin; “Ey Dâvûd ailesi! Şükredin, sâlih amel işleyin” emri onun rehberi idi. Emrin yüceliğini idrâk edecek seviyede idi. İmanlı, bilinçli, Rabbinin emirleri karşısında boyun bükecek, büyüklük taslamayacak edepte idi. Kur’an onun bu tavrını şöyle övüyor: “Onların (imansızların) söylemekte olduklarına karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Dâvûd’u hatırla; Çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelip duran biri idi.”[2443]

Bu yöneliş içten ve samimi idi. Bilinçli ve iyi niyetli idi. Kimbilir belki de Allah onun bu ihlâsı sebebiyle dağların ve kuşların, gece gündüz, sabah akşam onunla birlikte tesbih etmelerini ona bir hediye olarak bağışlamıştı. Onun Allah’ı tesbihi o kadar içten idi ki, ona bu tesbihinde kuşlar ve dağlar bile eşlik ediyorlardı.

Bu onun Allah katında derecesini gösterdiği gibi, ihlâsla kulluk yapanların ulaşabileceği ödüllere bir örnektir. Allah’ın insanlara bağışı çoktur. Kul, Hz. Dâvûd örneğinde olduğu gibi şükreder, Rabbini içtenlikle tesbih ederse hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği karşılığa kavuşur. Bunun somut göstergesi, Dâvûd’a (a.s.) verilenlerdir.

Dâvûd (a.s.) ilim sahibiydi. O bu ilimle Rabbini tanıyor, O’nun nimetlerini algılıyor, nasıl şükredeceğini öğreniyordu. Bu ilimle, Rabbinin âyetlerini idrâk ediyor, bu âyetlerin ifade ettiği gerçeklere ulaşıyordu. O bu ilimle derin bir anlayışa, isâbetli bir görüşe, doğru karar verme yeteneğine kavuşmuştu. Onunla hüküm veriyor, onunla adâleti sağlıyor, onunla insanları hidâyete dâvet ediyordu.

O, aynı zamanda hikmet sahibiydi. Her işini sağlam yapıyor, sâlih amel işliyor, kulluğun en güzel örneklerini sergiliyordu. Demir onun için yumuşatılmıştı, yani demir madeni emrine verilmişti. O, demirden savaş elbiseleri yapıyor, bunları giyen mü’min askerleriyle Allah yolunda müslümanlara saldıranlara karşı cihad ediyordu. Dâvûd (a.s.) aynı zamanda güçlü, kuvvetli, çok cesur bir kimseydi. Nitekim Tâlût’un ordusunda genç bir çoban iken, kendilerinden kat kat kalabalık düşman ordusunun komutanı Câlût’a karşı yiğitçe düelloya çıkmış ve onu öldürerek müslümanların zafer kazanmasına kapı açmıştı. Onun bu cesareti, akıllı hareketi, ilim ve hikmet sahibi oluşu, adâleti ve iyili ahlâkı İsrâiloğullarına başkan olmasını sağlamıştı.

Dâvûd (a.s.), bunun yanında takvâ sahibi bir kimse idi. Sürekli tesbih eder, Rabbini zikreder, kulluktan geri kalmazdı. Rabbine karşı bir hata yaptım zannıyla hemen tevbe istiğfar eder, Rabbine yönelirdi. O, Rabbinin huzurunda saygıyla rükûya ve secdeye varırdı. Allah da onu sâlih bir insan olarak seçti. Onun Rabbi katında bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.[2444]

Rivâyete göre Dâvûd’un (a.s.) çok güzel bir sesi vardı. Onun bu yakıcı sesiyle tesbih ve zikredişi o dereceye yükselmişti ki, o tesbih yaptığı zaman kendi varlığı ile kâinat varlığı arasındaki engeller ortadan kalkıyordu. Hz. Dâvûd’un hakikatiyle, dağların ve kuşların gerçeği, Rabbine olan ilgi ile birleşiyor, O’na ibâdetle tamamlanıyordu. Bundan dolayı kuşlar başına toplanıyor, dağlarla birlikte zikirlerin en güzelini terennüm ediyorlardı. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Rabbimiz dilediğini yaratmaya güç yetirendir. Sevdiği kullarına dilediği şeyi bağışlar. Yeryüzündeki her şey bir tek İlâhî gerçeğe dayanır. Hepsi de mutlak bir gerçekle birleşir. O da, her şeyi yoktan var eden Allah’ın Rabliğidir. Rabbiyle ilgisi ihlâs ve tam teslimiyet noktasına ulaşan kullar için soyut hakikatler apaçık olur. Farklı şekillerdeki varlıkların farklı biçimleri ortadan kalkar ve hepsi de aynı amaç etrafında tevhid/birlik olurlar. Güzel ve gür sesler için “dâvûdî ses” denmesi, Dâvûd’un (a.s.) sesinin güzel olmasındandır.

O, takvâsının bir eseri olarak senenin yarısını oruçlu geçirirdi. O bir gün iftar eder, bir gün oruç tutardı. Hükümdarlığa sahip olmasına rağmen elinin emeği ile geçinirdi. Demirden yaptığı zırhları satar, bununla rızkını kazanırdı.           

Bütün insanlar, son nefeslerini verinceye kadar Allah’ın her çeşit ve sayılmayacak kadar nimetlerinden yararlanmaktadırlar. Bu yararlanma kimileri hakkında az veya çok olsa da farketmez. Haysiyetli kişi, velînimetini, kendine nimet vereni bilir ve ona teşekkür eder. Kulların Allah’a teşekkürü, O’na Rab olarak iman edip isyan etmemektir. Allah, şüphesiz ki şâkir (şükreden) kullarını sever, onlardan râzı olur, onlara hesapsız mükâfatlar verir. Sâdi-i Şirazî’nin dediği gibi, her bir nefes alış verişte bile insan Allah’a karşı iki defa şükretmek zorundadır. Nefes almazsa yaşayamadığı gibi, aldığı nefesi az sonra dışarı veremezse yine yaşayamaz. Eğer insanlar Allah’a şükrederlerse, Allah nimetlerini, nimetlerin bereketini arttırır, insanın mal karşısında kölelik tutkusunu, mala sahip olma izzetine döndürür. Eğer insanlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ederlerse, nimet sahibini tanımaz, inkârcı ve isyancı olurlarsa; şüphesiz Allah’ın azâbı şiddetlidir, dayanılır gibi değildir.[2445]

Ekin Sahibinin Dâvâsı

“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”[2446]

Hz. Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman (a.s.), Allah’ın onların hükmüne şâhit olduğunu açıklayarak, her ikisinin hükmünün doğru olduğunu, her ikisinin de yanlış yapmadıklarını vurgulamış oluyor. Ya da onların bu şekilde hükmetmelerine Allah izin vermişti, onlar da kendi görüşleriyle önlerindeki dâvâyı halletmeye çalışıyorlardı.

Kaynaklar bu âyetin tefsiri ile ilgili şöyle bir olay anlatıyorlar: “Anlatıldığına göre Hz. Dâvûd’a dâvâ için iki kişi geldi. Bunlardan biri ekin tarlası ya da bağ sahibi, diğeri ise sürü sahibi idi. Birisi ekin ekmiş veya bağ-bahçe yapmıştı. Tarla sahibi Hz. Dâvûd’a dedi ki: ‘Bu adamın sürüsü geceleyin benim tarlama/bağıma girdi ve hiçbir şey bırakmadı. (Aramızdaki meseleyi çözer misin?)’ Bu olayın doğru olduğunu anlayan Hz. Dâvûd (a.s.) sürünün, tarlaya verdiği zarar karşılığı tarlanın veya bağın sahibine verilmesine hükmetti. Bunun üzerine sürünün sahibi Hz. Süleyman’a gitti ve durumu anlattı. Hz. Süleyman babasının yanına gelerek: ‘Ey Allah’ın peygamberi! Hüküm senin verdiğin gibi değildir’ dedi. Hz. Dâvûd, ‘nasıldır?’ diye sorunca Hz. Süleyman şöyle dedi: ‘Sürüyü geçici olarak faydalanması, yavrularından ve sütlerinden yararlanmaları için tarla/bağ sahibine ver. Tarlayı/bağı da sürü sahibine ver. Ta ki sürü sahibi ekin tarlasını/bağı eski haline getirsin. Sonra da herkes kendine ait olanı tekrar geri alsın.’ Bunun üzerine Hz. Dâvûd; ‘isâbetli hüküm, senin dediğin gibidir’ deyip, oğlunun görüşünü karar olarak benimsedi.”

Kaynaklar Hz. Süleyman’ın o zaman on bir yaşlarında bir çocuk olduğunu da ilâve ediyorlar.[2447] (En doğrusunu yalnızca Allah bilir.)

Her iki peygamberin hükmü de kendi ictihadlarına/görüşlerine göre idi. Hz. Dâvûd (a.s.) ekin/bağ sahibinin zararının büyüklüğünü göz önünde bulundurarak o zararı karşılamak istemişti. Şüphesiz bu adâletin gereği idi. Ancak Hz. Süleyman’ın görüşü ise adâletin de ötesinde daha yapıcı, daha uygun bir hüküm idi. Allah (c.c.), Hz. Dâvûd’un hükmünün yanlış olduğunu söylememekle birlikte, Hz. Süleyman’a onun hükmünü öğrettiğini haber veriyor, sonra da her ikisine de hüküm ve ilim verdiğini bizlere duyuruyor. Her iki peygamber de vahyin getirdiği ölçülerden hareket ettiler. Kendilerine bağışlanan ilim ve hükmetme yeteneğine dayanarak kendi ictihadlarıyla karar verdiler. Böyle bir hüküm, vahyi ölçü almakla beraber, bir vahiy değildi. Hz. Dâvûd’un kararı vahiy olsaydı Hz. Süleyman’ın ona karşı görüş beyan etmesi düşünülmezdi.

Bu kararı anlatan pek çok kaynak, Hz. Dâvûd’un (a.s.) yukarıdaki kararı açıklamasından sonra dâvâcıların Hz. Süleyman’a gittiklerini, bir de onun bu dâvâya bakmasını istediklerini söylüyorlar. Onlara göre Hz. Süleyman, babasının kararını doğru bulmayarak kendisi daha uygun bir başka görüş ileri sürdü ve önceki kararın değişmesini sağladı. Buradan hareketle de peygamberlerin ictihadı, ictihad-vahiy ilişkisi, âlimlerin ictihadı ve nesih gibi konular gündeme getirilmekte ve uzun uzun açıklamalar yapılmaktadır.

Bu olayı anlatan yukarıdaki âyet, her iki peygamberin de verdikleri karara/hükme değinmiyor. Ancak “iz yahkümâni” diyerek, bir dâvâ konusunda her iki peygamberin beraberce hüküm verdiklerine veya bu konuda istişâre ettiklerine dikkat çekmektedir. Çünkü burada kullanılan fiil kalıbı tesniye, yani iki kişinin birlikte iş yaptığını ifade eden bir kalıptır. Bilinen bir şeydir ki, iki bağımsız hâkim bir olayda iki ayrı hüküm verseler, bunun bir anlamı olmaz. Âyette kast edilen anlam; her iki peygamberin de bu dâvâ konusunda istişâre etmeleri veya karşılıklı bu dâvâyı görüşmeleri olabilir. Burada “hükmettiler” değil de; “iz yahkümâni = karşılıklı hükmettikleri zaman” gibi bir ifadenin yer alması bu görüşü güçlendirmektedir.[2448] Buna göre, Hz. Dâvûd’un görüşü tamamlanmış ve uygulamaya konulmuş hukukî bir karardan çok, kesin bir çözüm aramaya yönelik bir görüş açıklama, ya da istişâre etmeye ehil görülen Hz. Süleyman’ın bu meselenin cevabını bulmaya yönelik bir ictihadı gibi görünmektedir.

Hz. Süleyman da (a.s.), babasının verdiği kesin hükme karşı çıkmamış veya babasının verdiği kararı yanlış bulmamış, konuyla ilgili olarak görüşünü açıklamış ve bu görüşü de isâbetli bir karar olarak uygulamaya konulmuş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kaldı ki, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre hükmetme makamında olan bir hâkim, ictihad eder (doğru kararı vermede bütün gücünü kullanır) ve isâbet ederse iki sevap alır. Hâkim bütün gücünü kullandığı halde ictihadında isâbet edemezse bir sevap/ecir alır.[2449]

Her iki peygambere de İlâhî bir bağış olarak uygun ve yerinde hükmetme, isâbetli karar verme yeteneği ihsan edilmiş, ancak âyetin ifadesine göre Allah (c.c.), Süleyman’a (a.s.) bazı konularda daha derin bir anlayış vermiştir. Şüphesiz Allah fazlını istediğine verir ve O’nun gücü her şeye yeter. [2450]                           

 

 

Tâlût

Tâlût; İsrailoğullarının Dâvûd (a.s.) zamanındaki meliki/kralıdır. Esas adı Saul'dür. Kelime olarak "Tâlût" İbranice bir lakabdır. Arapça "Tûl" kelimesi ile alâkalı olup, aşırı derecede boylu ve kudretli anlamına gelir.[2451]

Kur'an'da iki yerde Tâlût kelimesi geçmektedir.[2452] Birkaç yerde de, ona işaret eden zamirler bulunmaktadır. Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika adlı bir kavim vardı. Başlarında Câlût adında bir kral bulunuyordu. Bunlar İsrailoğullarına saldırıp onları perişan ettiler. İsrailoğulları da, kendi peygamberlerinden, düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir kumandan tâyin etmesini istediler. Onların bu peygamberi, Mûsâ’dan (a.s.) sonraki peygamberlerden biriydi. Onların bu talebi üzerine, peygamberleri onların başına, nesli Ya'kûb (a.s.)'un oğlu Bünyâmin'e dayanan Tâlût'u hükümdar olarak tâyin etti.[2453] Bu durum Kur'an'da söyle ifâde edilmiştir: "Peygamberleri onlara: 'Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi' dedi. Bunun üzerine (onlar): 'Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?' dediler. (Peygamberleri:) 'Allah sizin üzerinize onu seçti. İlimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir' dedi." [2454]

İsrâiloğulları onun krallığını tasvip etmek istemediler; işi zenginlik ve kısır kavmiyet noktasından ele almaya çalıştılar. Oysa âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah, Tâlût'a ilimde ve cisimde, maddî ve mânevî yönden bir üstünlük vermişti. Maddî yönden iri cüsseli, güçlü, kuvvetli ve güzel olarak yaratmıştı. Mânevî yönden de, dinî, siyasî, fen, teknik ve savaş ilimlerinde ona üstün bir başarı ve mahâret vermişti. Aynı zamanda o, fakirlere karşı merhametli ve şefkatliydi, yoksulların dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Bir de, Yüce Allah âmirliği dilediğine verir. Komutanlık ve âmirlik için bunlar önemlidir. Yoksa verâset, soy-sop, ayrı nesepten gelme şartları geçerli ve önemli değildir.[2455]

Tâlût komutanlığı ele aldıktan sonra, askerleriyle Câlût'a karşı cihada çıkıyor ve önce askerlerini deniyor. Askerlerinden ihlâslı ve samimi olanlar belirlendikten sonra, düşmanlarıyla cihada devam ediyor. Yüce Allah bu hususta Kur'an'da şu açıklamada bulunmuştur: “Tâlût, ordusuyla birlikte ayrıldığında dedi ki:Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç avuçlayanlar hâriç- onu tatmazsa, o bendendir.’ Onlardan az bir bölümü dışında ondan içtiler. O, kendisiyle beraber iman edenlerle onu (ırmağı) geçince, onlar (geride kalanlar): 'Bugün bizim Câlût'a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok' dediler. (O zaman) Allah'a kavuşacaklarına kesin gözü ile bakanlar: 'Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir' dediler."[2456]

Tâlût ve askerlerinin, Câlût ve askerlerine karşı cihada hazırlandıklarında, Allah'a karşı yaptıkları niyâz ve duâları, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir: "Onlar, (Tâlût ve ordusu) Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: 'Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."[2457]

Tâlût ile askerlerinin zaferini ve Câlût ile askerlerinin de yıkılışını haber veren bir âyetin meâli ise, şöyledir: "Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût'u öldürdü. Allah ona (Dâvûd'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmiyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir."[2458] Âyette de ifâde edildiği gibi, Dâvûd (a.s.), Tâlût'un komutasında toplanmış bulunan İsrailoğullarının arasındaydı ve karşı ordunun başında bulunan Câlût'u öldürdü. Böylece İsrailoğulları bu savaşta gâlip çıktı. Filistin ordusu yenildi. Dâvûd (a.s.) bilâhare Tâlût'un kızı ile evlendi ve onun ölümünden sonra da onun yerine kral oldu.[2459] 

 

Câlût

Câlût; Hz. Dâvud (a.s.) zamanında, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde yaşamış, "Amâlika" kralının adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Câlût olarak adlandırılan bu kişinin ismi Ahd-i Atîk’te Golyat şeklinde geçmektedir. "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Câlût, iri cüssesi sebebiyle âdeta dev gibi tasvir edilmekte, onun Refaîm denilen ve devâsâ cüsseleriyle meşhur olan ırkın bir bakiyesi olduğuna inanılmaktaydı.[2460] Golyat’ın boyu İbrânîce Ahd-i Atîk’e göre 6 arşın 1 karış, yani 2,93 m., Ahd-i Atîk’in Yunanca tercümesine ve yahûdi tarihçisi Josephus’a göre ise 4 arşın 1 karış, yani 2.03 m.dir.[2461] Kuşandığı zırhın ağırlığı 5000 şekel tunç (yaklaşık 60 kg.), mızrağının ucundaki demirin ağırlığı ise 600 şekeldir.[2462]

Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Mûsâ'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının birçok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu. Hatta Tevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti.[2463]

Nihâyet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine peygamber olarak gönderilen Eşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirâyetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sâyesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesâret sahibi bir zâtı hükümdarı tâyin etti. Fakat İsrailoğulları tâyin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tâyinine râzı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibarıyla bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir.[2464] Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait birtakım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tâbutu, meleklerin getirmesi mûcizesini göstermiştir.[2465]

Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı.

Fakat Tâlut bu kutsal mücâdelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Hâlbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mü’min ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşa çıkmıştır. 

Kral Saul döneminde İsrail toprağını işgal eden Filistî ordusunda yer alan Golyat, zorlu bir savaşçıdır. İsrâil ordusu ile Filistî ordusu karşı karşıya geldiğinde başında tunç başlık, üzerinde pullu zırh, baldırlarında tunç zırhlar, omuzları arasında tunç kargı ve elinde mızrağı ile İsrâil ordusuna meydan okuyarak onları mübârezeye dâvet eder. Bu meydan okuma kırk gün sürer, fakat İsrâil ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkmaya cesâret edemez. Orduya katılan büyük kardeşlerini ziyâret için karargâha gelen genç yaştaki Dâvûd bu durumu görünce Golyat’ın karşısına çıkmak ister ve sapanıyla attığı taş ile onu alnından vurur, sonra da kılçla başını keser.[2466] Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud’un Câlut'u öldürmesiyle büyük moral kazanan Tâlût ve askerleri, Câlût’un ordusuna karşı savaşı kazanır.

Mes'ûdî, Mürûcu'z-Zeheb'de Dâvûd’un (a.s.) Câlût ile, Ürdün'ün aşağı vâdisi Gor'daki Baysan'da dövüştüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Aynu Câlût adını taşıyan bir yer bulunmaktadır.[2467]

Ahd-i Atîk’te Golyat’ın öldürülmesiyle ilgili olarak çelişkili bilgiler vardır. Bir yerde Golyat’ın Dâvûd tarafından öldürüldüğü belirtilirken,[2468] başka bir yerde Gatlı Golyat’ı Elhanan’ın öldürdüğü[2469] bildirilmektedir. Öte yandan Kitab-ı Mukaddes’in İbrânîce nüshası ile Batı dillerine yapılan çevirilerinde, “Beytülahm’li Elhanan Gatlı Golyat’ı vurdu” denilirken, Türkçe tercümesinde, “Beytülahmli Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşini vurdu” denilmektedir. Bu son ifade, Ahd-i Atîk’in başka bir bölümünde de yer almaktadır.[2470]

Ahd-i Atîk Golyat’ı Filistî (peliştî-peliştîm) diye takdim ederken; İslâmî kaynaklarda Bâbilli[2471] veya Âd ya da Semûd kavimlerinin ahfâdından bir kişi olarak gösterilmekte,[2472] hatta Berberîlerin kralı olduğu da nakledilmektedir.[2473] Tarih ve tefsir kitaplarında Câlût’un kimliği ve Dâvûd’la mücâdelesine dâir İsrâiliyat türünde çeşitli rivâyetler yer almaktadır ki bunlar Ahd-i Atîk’teki kıssaya benzer mâhiyettedir.

Hz. Dâvud (a.s.), Tâlut ve Eşmuil’in (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti.[2474] Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Samuel bölümünde geçmektedir.

Kur'an'ın anlattığı bu hâdise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir. [2475]

Zebûr; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab

Zebûr; Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s.)'a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitabın ismidir. Lügatte Mezmur, "Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud'a inen Zebur'un sûrelerinin her biri" anlamlarına gelir. Aynı zamanda Mezmur "yazılmış" mânâsına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur'un "Hikmetli kitap" mânâsına geldiğini; 3/Âl-i İmran, 184 âyetindeki "Zebûr" kelimesinin "men etmek" manasına gelen "Zebr" kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da Hakkın hilâfına olan hususlardan halkı meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır.[2476]

İlâhî kitapların ikincisi olan Zebur, Kur'ân-ı Kerîm'in üç ayrı âyetinde[2477] geçmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Nûh'a, O'ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yakub'a, İsa’ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahy eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik Biz"[2478]; "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun ki, Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Dâvûd'a da Zebur verdik"[2479]; son olarak Enbiyâ sûresinde de Cenâb-ı Hak: “Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza ancak sâlih kullarım mirasçı olur"[2480] buyurmaktadır.

Bu âyet meâllerinden ilk ikisi, dört İlâhî kitaptan biri olan Zebur'un Hz. Dâvud (a.s.)'a verildiğini açıklamakta, üçüncü âyet de Zebur'un Tevrat'tan sonra nâzil olduğunu, yeryüzüne ancak sâlih kişilerin mirasçı olacaklarını bildirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde, ehl-i kitaptan bir fırkanın Zebur okuduklarını beyan buyurmuşlardır.[2481]

İmanın şartlarından olan "Allah'ın kitaplarına iman" ilkesi bir müslümanın, diğer İlâhî kitaplarla birlikte Zebur'a da inanmasını gerekli kılar. Ancak yine İslâm, bugün eldeki mevcut Zebur'un tahrife uğradığını da özellikle belirtir.

Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan "Mezmurlar" diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmur vardır. İlk Mezmur "Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz" cümleleriyle başlamakta, 150. Mezmur da, "Bütün nefes sahipleri Rabbe hamdetsin, Rabbe hamdedin" sözleriyle son bulmaktadır.[2482]

Hz. Dâvud'a indirilmiş olan Zebur'da genellikle, O'nun Allah'a yakarışları ve ilâhîleri yer almaktadır. Zebur'un İbranice asıl metni manzumdur. Allah'ın birliği (tevhid) temeline dayanan dinler döneminin ilk İlâhî kitaplarından olan Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen Yahûdi kavmine Allah’ın yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı olarak Yahûdilerin, "Tevrat'tan sonra kitap gelmeyecektir" yolundaki iddiaları Hz. Dâvûd'a Zebur verilmesiyle nakzedilmiş bulunmaktadır.[2483]

Günümüzde Zebur hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Zebur'da geçen konular, daha sonraları Batılı ressam, şâir ve heykeltıraşlara ilham kaynağı olmuş ve sanatkârların eserlerinde çeşitli şekillerde işlenmiştir. Bilindiği üzere Zebur'la müstakil bir şeriat vazedilmemiş, Hz. Dâvûd Hz. Mûsâ'nın şeriatı ile amel etmiştir. Hz. Dâvûd sesinin güzelliği ile de bilinmektedir. O, Mezmur denilen Zebur sûrelerini güzel sesi ile okurdu. Nitekim kalın, gür, pek hoş ve tesirli sesler için "Dâvûdî" tâbiri kullanılır.[2484] Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde de[2485] çeşitli vesilelerle Hz. Dâvud'un adı geçmektedir.

Zebur önceleri İbrânîce idi ve İbrânî-Ârâmî alfabesiyle yazılmıştı. Hristiyanlığın yayılmasından sonra da Lâtinceye çevrilmiştir. Ancak günümüzde orijinal bir Zebur nüshasının mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün yeryüzünde Zebur'a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek yahûdiler, gerek hristiyanlar ibâdet ve âyinlerinde duâ niyetiyle Zebur'dan parçalar okumaktadırlar. Özellikle hristiyanların pazar âyinlerinde Mezmur'dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur. [2486]

 

Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)

“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar?! Kendileri için gönderilmiş bir peygambere ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.

Peygamberleri onlara ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar gönderdi’ dedi. Bunun üzerine ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. ‘Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eder ve her şeyi bilendir’ dedi.

Peygamberleri onlara, ‘Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut’un size gelmesidir. Onun içinde Rabbinizden size bir sekîne/ferahlık ve sükûnet, meleklerin taşıdığı, âl-i Mûsâ ve âl-i Hârun’un bıraktıklarından bir miktar bakıyye vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için onlarda mutlaka bir âyet ve alâmet vardır’ dedi.    

Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.

Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesâret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et’ dediler.

Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.

O söylenenler, Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerden birisin.” [2487]

“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kub’a, torunlara, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” [2488]

“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyanları/söz dinlememeleri ve haddi aşmalarıdır.”[2489]

“Biz ona (İbrâhim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Ya’kub’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Nitekim daha önce de Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz muhsinleri/iyi ve güzel davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”[2490]

“Rabbin göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten Biz, peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” [2491]

“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”[2492]

“Andolsun ki Biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir. Onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun’ dediler. Süleyman Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.” [2493]

“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin’ dedik. Ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvûd hânedânı!) Sâlih ameller/iyi işler yapın. Çünkü Ben, yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).” [2494]

“... Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.” [2495]

“Onların söylediklerine sabret, kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla. Çünkü o, daima Allah’a yönelendi. Doğrusu Biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik. (Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir helâk vardır. Yoksa Biz, iman edip de sâlih ameller yapanları, yeryüzünde fesatçılar/bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya müttakîleri/Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız? (Ey Muhammed!) Sana bu mübârek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.” [2496]

Hadis-i Şeriflerde Dâvud (a.s.)

“İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Hiçbir kişi asla kendi elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”[2497]

Hz. Peygamber (s.a.s.) geceleyin geçerken Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin Kur'an okuduğunu duyar. Okuyuşunu, güzel sesini beğenir, durup Kur'an'ı dinler ve: "Bu adama, Dâvûd âilesine verilen mizmarlardan bir mizmâr verilmiş" der. Ebû Mûsâ: 'Yâ Rasûlallah, eğer senin dinlediğini bilseydim, daha güzel okurdum' der.[2498]   

Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde şöyle der: “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”[2499]

Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”[2500]

“Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”[2501]

Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”[2502] demiştir.

“En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”[2503]

“Allah Teâlâ’ya en sevimli oruç, Dâvûd’un orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur, üçte birinde (nâfile) namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.”[2504]

Ebû'd-Derdâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Hz. Dâvud’un (a.s.) duâları arasında şu da vardır: "Allahım! Senden sevgini ve Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl." Ebû'd-Derdâ der ki: "Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Dâvud'u zikredince, onu "insanların en âbidi (yani çok ve en ihlâslı ibâdet yapanı)" olarak tavsif ederdi."[2505]

Berâ bin Âzib’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: “Biz Muhammed (s.a.s.) ashâbı olarak derdik ki: Bedir ashâbı (Bedir Savaşına katılan) ashâbın sayısı; Tâlût’la beraber nehri geçenlerin sayısı kadardır, o nehri sadece 310 küsür mü’min geçmişti.”[2506]

Tefsirlerden İktibaslar

2/Bakara, 246:

Mele’: Bakara sûresi, 246. âyetinde geçen ve çeşitli vesilelerle Kur’an’da çok yerde tekrarlanan Mele’ kelimesi; Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki, toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrâfına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. İbn Atiyye demiştir ki; Mele’ kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.

İleri gelenlere mele' denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün bir kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ileride göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ açıklıyor ki, Kur'an'daki bütün mele’ kelimeleri erkekler için kullanılmaktadır, bu anlamın içinde kadın yoktur.

“Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa'dan sonra İsrail oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine bize kumanda edecek bir emîr (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O peygamber, ‘size savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz’ dedi, damarlarına bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, ‘biz niye Allah yolunda savaş etmeyelim? Hâlbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan olduk’ dediler.”[2507]

İntikam duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika'nın başında Imlîk oğullarından Câlût adında zorba bir hükümdar bulunuyordu. Bunlar İsrâiloğullarına gâlip gelmişler, vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını, hatta şehzâdelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlardı. Bu sırada İsrâiloğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihâyet Allah'a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sâyede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada der ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlat endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle İlâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine uymamıştır.

Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riâyet etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesnâ bir makam kazandılar ki, yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.

Bir hadis-i şerife göre bu azınlıkta olanlar, "Bedir" ashâbının sayısı kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta halkı harbe coşturdular da savaş alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zâlimleri bilir, dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilâve) cümlesi, sözlerinde durmayan ve özellikle savaşa tâlip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı içermektedir. Burada "Benim ahdim (vaadim) zâlimlere ulaşmaz."[2508] İlâhî sözünü hatırlamak gerekir.[2509]

Bu olay burada mü’minlere cihadın zorluklarını anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalika'lılar İsrailoğulları'na saldırdılar ve Filistin'in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğulları'nın işlerine bakan Peygamber Samuel (a.s.) çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğulları'nın büyükleri Samuel'e gittiler ve "Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral) tayin et" dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral istiyorlardı.

Böyle bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin etkisi ile İlâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu istek "Samuel'i kızdırdı" ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada Samuel I'in 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: "Ve Samuel bütün hayatı boyunca İsrail'e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları toplandı, Rama'ya, Samuel'in yanına geldiler ve şöyle dediler: ‘Bak, sen yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize hükmedecek bir kral tâyin et.’ Fakat onlar ‘bize hükmedecek bir kral tâyin et’ deyince, bu söz Samuel'in hoşuna gitmedi. Ve Samuel Rabb'a dua etti. Rabb Samuel'e seslendi: ‘Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar...’ Daha sonra Samuel Rabbin söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: ‘Sizin oğullarınızı alacak ve kendi atları, arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak, onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek, savaş araçlarını, arabalarını yaptıracak. Ve kızlarınızı terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak. Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak. İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab sizi duymayacak.’ Buna rağmen kimse Samuel'in sözlerine aldırmadı. ‘Hayır, dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak.’ Ve Rabb Samuel'e onları dinle ve onlara bir kral tâyin et dedi..."

"Ve Samuel tüm İsrail'e şöyle dedi: ‘Sizin sözünüzü dinledim... ve size bir kral tâyin ettim... Siz Beni Amun soyundan gelenlerin kralı Nahash'ın üzerinize saldırdığını gördüğünüzde, Rabbiniz olan Allah sizin melikiniz iken, bize bir kral gerek dediniz. O halde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Rabb'ın seçtiği kral. Eğer Rabb'dan korkar, O'na hizmet eder, O'nun sözüne itaat eder ve O'nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral Rabbiniz olan Allah'ın yolundan gitmeye devam edersiniz. Fakat, Rabbin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Allah'ın kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Allah sizin için duâ etmeyi terketme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman siz ve kralınız mahvolursunuz."[2510]

Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığına göre Allah ve Peygamberi onların bir kral (melik) isteyişlerini hoş karşılamamıştır. "Allah Kur'an'da neden kral tâyin etmeyi yasaklamamıştır?" sorusunun cevabı ise basittir. Burada bu hikâye sadece müslümanların ders alması için ele alınmıştır. Bu nedenle krallığın yasaklanması veya desteklenmesi gibi bir mesele söz konusu değildir ve bu isteğin haklı mı, haksız mı olduğu konusuna değinmek anlamsız olacaktır. Burada tek amaç İsrailoğulları'nın dejenerasyonuna neden olan şeyleri, onların korkaklıklarını, nefse tapınmalarını ve disiplinsizliklerini ortaya koymaktır. Böylece mü’minler, bu tip zayıflıklara karşı uyanık olabileceklerdir.[2511]

2/Bakara, 247:

Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince: Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Tâlût'u emir (hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Hâlbuki biz, hükümdarlığa ondan daha lâyığız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi birçok gelişmeler ve güç verdi. Vücutça iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy, asıl şart değildir.

Deniliyor ki İbrâni olan "Tâlût" ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret olsa da Kur'ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde tarif ve tesbit etmiştir. Tâlût'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil bin Kays imiş. Demek ki Tâlût lakaptır.

Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O'nundur. Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekâleten kavuşurlar. Hem Allah'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve n e kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, “Biz dururken mülkünü Tâlût'a niye verdi?” denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğrâ) olan seçme meselesini (kaziyye), “ne mâlûm?” diye reddedip, delil isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:

2/Bakara, 248: Tâlût'un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.

Tâbût: Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan "tevb" maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat sandığıdır ki Hz. Mûsâ'dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, (Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: "Allah Teâlâ, Hz. Âdem'e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin sûretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış. Âdem’in (a.s.) vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras yoluyla devralmışlar, nihâyet Yakub’a (a.s.) intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının elinde kalmış, Musa’ya (a.s.) kadar gelmiş. Hz. Mûsâ, Tevrat'ı buna kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri b ununla huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hâkim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümit ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah, başlarına Amalika'yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir tuvalete bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Tâlût'u hükümdar yapmak isteyince Amalika'ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş, sürmüşler, Tâlût'un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Tâlût'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş..."

Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki "haç" gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem'den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere bunun zayi olmuş "Tevrat sandığı" olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Mûsâ yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb'ın naklettiği gibi, "Tabut, kalp; sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de denilmiş. Çünkü kalbe: "İlmin düşüp biriktiği yer", "hikmet evi", "ilim tabutu", "ilim kabı", "ilim sandığı" isimleri de verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli iş'arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkâr edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah'ın ona verdiği kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve bâtınî (gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekîne, Mûsâ ailesiyle Hârun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.

Sekîne: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir işarete, bir alâmete "sekine" denir. Meselâ bir ordu için sancak bir sekinedir. Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır ki bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgâr, konuşan ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalpleri yıkanır, rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır:

1- Sekîne, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.

2- Hz. A li'den: insan yüzüne benzer yüzü olan bir "rîh-i haffâfe = hoş, hafif bir rüzgâr."

3- Sekine, Hz. Mûsâ ve Hârun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın, Tâlût ve askerlerine yardım ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.

4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.

Bakiyye:  Bakıyyeye gelince; Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Mûsâ'nın asası ve Tevrat'tan bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu da rivâyet edilmiştir.

Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Hârun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). "Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras bırakmışlardır."[2512] hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.

Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler, Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Tâlut hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu inkâr edilmemelidir.[2513]

2/Bakara, 248: “Peygamberi, onlara (şöyle) dedi: "Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut'un gelmesi (olacaktır)...” Kitab-ı Mukaddes Tabut'un ayrıntıları konusunda Kur'an'dan farklıdır, fakat buna rağmen ondan çok şeyler öğrenmemiz mümkündür.

İsrailoğulları Tabut'u, yani Tabut ahdini çok kutsal sayıyorlardı. Onlar bu Tabut sayesinde "Allah'ın gelip kendilerini düşman güçlerinden kurtaracağına" inanıyorlardı. Bu nedenle onun geri gelmesi İsrailoğulları'nı bu denli sevindiriyor ve cesaretlendiriyordu.

Tabut, Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Hârun'un (a.s.) evinin kutsal emanetlerini ihtiva ediyordu. Bunlar Hz. Mûsâ'ya (a.s.) Sina dağında verilen levhalardı. Bunun yanısıra Hz. Mûsâ'nın (a.s.) rehberliğinde yazılan ve Levilere verilen Tevrat'ın orijinal bir nüshası da vardı.

Tabut'ta, gelecek İsrail nesillerinin atalarına çölde lütfettiği nimetler için Allah'a şükretmelerini sağlamak üzere bir şişe de (kudret helvası) vardı. Büyük bir ihtimalle Allah'ın bir mucizesi olan Hz. Mûsâ'nın (a.s.) asası da bunlarla birlikteydi.

“Onu (tâbûtu) melekler taşımaktadır...” Burada Kur'an, muhtemelen I Samuel'in 4, 5, 6. bölümlerinde ele alınan olaya değinmektedir.

Rabbin Tabut'u İsrailoğulları'nın yaptığı bir savaşta Filistîlilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: "Tabut'un elden çıkmasıyla İsrailoğulları'nın şerefi kayboldu" diye bağırıyorlardı. Tabut yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat "Allah onlara büyük bir yük yüklediği" için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: "İsrail Tanrısı'nın Tabut'u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız" diye bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut'u İsrail'e geri göndermeye karar verdiler. "İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Ve sığırlar Beyt-Şemes yönüne doğru yol aldı."

Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail'e doğru götürülüyordu.

2/Bakara, 249. “... Pek azı hâriç, hepsi o nehirden içtiler...” Bu nehir, Tâlût'un İsrail ordusu ile geçmek zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Tâlût toplulukta disiplin eksikliği olduğunu bildiği için, korkağı cesurdan, yetenekliyi yeteneksizden ayırdetmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır. Aynı sınamayı Tâlût'tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada (249. âyet) Saul (Tâlût) ile Gideon'un karıştırılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Bununla, aslında Kur'an'ın vahyî bir kitap değil Hz. Muhammed'in (s.a.s.) bir eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. Eğer iki benzer olaydan sadece biri Kitab-ı Mukaddes'te yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Kitab-ı Mukaddes'in İsrailoğulları'nın tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Kitab-ı Mukaddes'te değinilmeyen birçok olayın Talmud'da yer alması bunu ispatlamaktadır.

“Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı gücümüz yok’ dediler.” Bu sözü söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi.[2514]

2/Bakara, 249: Ne zaman ki bunlar tamam olup, Tâlût askerleriyle hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Tâlût bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerlerin birazı hâriç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.

Rivâyet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Tâlût ile iman eden beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Câlût ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan mü’minlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü mü’minlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihâyet Allah'ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gâzi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.

2/Bakara, 250: Ne zaman ki Tâlut ve beraberindeki bu mü’minler, Câlut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi birden kalp kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Bize sabır yağdır, bizi sâbit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân et.

2/Bakara, 251: Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah'ın izniyle bozdular ve Dâvud, Câlût'u öldürdü ve Allah ona -yani Dâvud'a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Tâlût kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Dâvud'dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuşdilini, güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar ihsan etti.

Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücahit l erle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkâr ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihâyet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenâb-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün b ir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah'ın istediği düzendir. Bu bakım d an düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşrû kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacak korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdasıyla yeryüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, "Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"[2515] hatırlatması geçmişti.

Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene v e İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.

2/Bakara, 252: Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Dâvud kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah'ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.[2516]

2/Bakara, 251: “Dâvud Câlût'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.” Kitab-ı Mukaddes'e göre Dâvud o zaman genç bir delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistîlerin şampiyonu olan Câlut İsrailoğulları'nı tehdit ettiğinde Tâlût'un ordusu içindeydi. Câlût şöyle diyordu. "İsrail kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim." Bunu duyan İsrailoğulları'nın cesareti kırılmıştı; fakat Dâvud, Tâlut'a: "Onun böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve Filistînlilerle savaşsın" dedi. Tâlût izin vermedi, fakat Dâvud ısrar edince kabul etti. Câlut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: "Gel de senin etini gökteki kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim" dedi. Buna cevap olarak Dâvud şöyle dedi: "Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail'in bir Allah'ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah'ın kılıç ve mızrakla korunmadığını öğrenecekler... Savaş O'nun elindedir; O, seni bize teslim edecek." Daha sonra Dâvud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur oldu. Tâlut kendi kızını onunla evlendirdi. Ve Dâvûd Tâlût'tan sonra İsrail'in meliki (kral) oldu.[2517]

“Eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def'i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.” Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Eğer Allah bir milletin veya bir grubun sonsuza dek hâkimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman Allah'ın arzı karışıklık ve düzensizliklerle dolardı.[2518]

Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar

"Görmedin mi?..."[2519] Sanki şu anda olmakta olan bir olaydan ve gözler önünde cereyan eden bir manzaradan söz ediliyor. Yahudi ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden bir grup aralarında toplanıp peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu peygamberlerin adı belli değil. Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber değil. Onun adının söylenmesi kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey katmıyor. İsrâiloğulları'na uzun tarihleri boyunca birbirinin peşi sıra çok sayıda peygamber geldi. İşte sözünü ettiğimiz seçkin yahûdi önderleri, aralarında toplanıp bu peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası altında "Allah yolunda" savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına getirmesini istediler.

Onların ağzından çıkan bu savaşın karakterini tanımlayıcı "Allah yolunda" sözü kalplerindeki inanç coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman uyanıklığını, kendilerinin haklı bir inancın savunucuları, düşmanlarının ise batıl yanlısı, sapık kâfirler olduklarının bilincinde olduklarını, Allah yolunda cihad etmek için önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu kanıtlar.

Bu algı belirginliği, bu idrak kesinliği zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre kendisinin hak yolda, buna karşılık düşmanın batıl yanlısı olduğu, mü’minin zihninde belirgin bir biçimde yer etmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu gerçeğinin kafasında mutlaka soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri nereye gittïğini bilmesini engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği altında olmamalıdır.

Peygamberleri de onların azimlerinin gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır görevi yerine getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup olmadıklarından emin olmak istemişti: "Peygamberleri onlara; ‘Ya eğer size savaşmak farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz?’ diye sordu." Acaba savaşmak size farz kılınırsa bundan kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan serbest ve rahatsınız. Ama eğer isteğiniz kabul edilir de savaşmanız karara bağlanırsa, o zaman savaş, hesabınıza yazılmış bir farz olur ve artık bu karardan dönemezsiniz.

Bu, peygambere yaraşacak bir konuşma tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama peygamberlere lâyık bir vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve emirlerinin tereddüt, oyalanma ve erteleme konusu olması câiz değildir.

Bu noktada ayaklanma coşkusunun derecesi yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye gelen heyetin mensupları kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında savaşmayı tereddüt götürmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler bulunduğunu belirtiyorlar: "Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım ki?" dediler.

Meselenin zihinlerinde belirgin olduğunu, vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz. Düşmanlar, Allah'ın ve O'nun dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları yurtlarından çıkarıp evlâtlarını tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde tek yol vardır ki, o da savaşmaktır. Bu karardan ve bu mücadeleden geri dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.

Fakat düşmanın ortada görünmediği tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun süre sebat edemediler, zira savaşla yüz yüzeydiler artık; "Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca az bir kısmı hâriç, çoğu sözlerinden döndüler." Gerçi burada yahûdilerin öteden beri bilinen köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz. Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı olarak bozarlar, verdikleri sözlerden cayarlar, liderlerine itaat etmezler, düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden yüz çevirirler. Fakat bu tutum imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş bütün toplumların, hatta bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy ancak imana dayalı, yüksek düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle değiştirilebilir. Bundan dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda son derece dikkatli olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü hesaba katmalıdırlar. Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz olarak karşılarına çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin tutsaklığından kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı unsurlardan arınamamış toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur. Ancak hakkı ortada bırakıp geri dönenler Allah'ın şu uyarı ve tehdidini de göze almadılar: "Hiç kuşkusuz Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir."

 

Bu cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha bilfiil savaşa girişmeden önce bu görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları zalimlikle suçlar niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem peygamberlerine ve hem de gerçek olduğunu bile bile onun batıl yanlarının boyunduruğu altında kalmasına göz yumdukları hakka karşı zâlimlik etmiştir.

Bir grup insan düşünelim ki, bunlar kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının batıl, eğri yolda olduğunu biliyorlar. Tıpkı burada sözkonusu olan yahudi heyeti gibi. Arkasından bunlar peygamberlerinden "Allah yolunda" savaşmak amacıyla başlarına bir komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da cihaddan kaçarak gerçek olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında kendilerine yüklediği savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin cezasına çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. "Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir."

 

 “Peygamberleri onlara; Allah size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi' deyince, ‘O bize nasıl hükümdar olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır. Çünkü ona bol servet verilmiş, değildir' dediler. Peygamberleri onlara; Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücut gücü bakımından üstünlük bağışladı' dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir, Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.”[2520]

 

Burada görülen ısrarlı karşı koyma, İsrâiloğulları'nın bu sûrede sık sık değinilen bir özelliğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları bir hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça "Allah yolunda" savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.

Fakat aynı kişiler hararetle istedikleri ve onayladıkları Allah'ın kendileri için uygun gördüğü ve Peygamberleri aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah tarafından başlarına getirilen Tâlût'un hükümdar olmasını içlerine sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin? Çünkü onların düşüncelerine veraset gerekçesiyle hükümdarlığa kendileri daha layıktır. Çünkü Tâlût eski yahudi hükümdarların soyundan gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki kendisine verilen liyakat önceliğine göz yumsunlardı. Bütün bunlar, yahûdilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri bilinen karakteristik huyları olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini ve kavram kargaşası içinde olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.

Peygamberleri onlara, Tâlut'un liyakat önceliğine sahip olduğunu ve Allah'ın ne hikmetle onu tercih ettiğini açıklıyor: "Peygamberleri onlara; ‘Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağladı’ dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir." Tâlut, doğrudan doğruya Allah'ın seçtiği bir kişidir. Bu onun için bir liyakat gerekçesidir. Bunun yanı sıra Allah ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağlamıştır. Bu da onun için bir başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca Allah "Mülkünü, egemenlik yetkisini dilediğine verir." Çünkü mülk, O'nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi kendisine aittir, buna göre kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine Allah "engin kerem sahibi ve her şeyi bilen"dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne de bağışlayıcılığının sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu ve işleri nasıl düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.

Bu uyarılar ve öğütler, aslında insan kafasındaki kavram kargaşasını düzene koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı ortadan kaldıracak nitelikte ve yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın eşiğinde olan yahûdilerin karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce gerçekler tek başına düzeltmeye yetmez. Onların karakter yapısındaki bu olumsuzlukları peygamberleri de biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak, güvene ve kesin kanaate vardıracak açık bir mucize göstermek gerekir:

 “Peygamberleri onlara dedi ki; ‘Tâlût'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Hârun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır. Eğer mü’min kimseler iseniz, bu sizin için kesin bir belirtidir.”[2521]

 

Yahudiler, çöldeki perişanlık dönemlerinden ve Hz. Mûsâ'nın ölümünden sonra peygamberleri Hz. Yuşa'nın (Allah'ın selâmı her ikisi üzerine olsun) liderliği altında mukaddes topraklara egemen olmuşlardı. Fakat bir süre sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmış ve bu arada Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'un oğullarından gelen peygamberlerinin geride bıraktıkları değerli eşyaları içeren bir sandıkta somutlaşan kutsal emanetlerine de el koymuşlardı. Bir rivâyete göre bu sandıkta yüce Allah'ın Tur dağında Hz. Mûsâ'ya vermiş olduğu levhaların kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara, belirti olarak Allah'tan kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi ve bu amaçla sandukanın, üstelik "melekler tarafından taşınarak" önlerine getirilmesini uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine getirilmesi onların kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da onlara "Eğer mü’min kimseler iseniz, bu mucize, Tâlût'un Allah tarafından seçilmiş olduğunu kanıtlamaya yeterli bir delildir" diyecekti.

Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu olağanüstü olay, gerçekten meydana gelmiş ve yahûdi ileri gelenlerinin kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin sözlerine kesinlikle inanmalarını sağlamıştı.

Daha sonra Tâlut, cihad farzını terk etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur'an-ı Kerim, kıssa anlatımında kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada iki tablo arasında bir boşluk bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki tabloyu sunuyor. Bu tabloda Tâlût, ordusu ile sefere çıkmıştır: “Tâlut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki;;9llah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir. Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minlerle birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı "Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok." dediler. Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır."dediler. "Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir."[2522]

 

Burada yüce Allah'ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak. O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa irâdede bulunabilir. Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı.

O halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce, ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden rivâyetlerin verdikleri bilgiye göre Tâlût, askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı: "Askerlerinin az bir kısmı hâriç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler."

 

Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar. Ondan ayrıldılar, çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüz yüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür.

Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanı sıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.

Gerçi bu tecrübe, Tâlût'un ordusunu faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı, ancak aşılması gereken tecrübeler henüz sona ermiş değildi: "Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minler ile birlikte o ırmağı geçince askerlerin bir kısmı; ‘Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok' dedi."

Sayıları çok azalmıştı. Üstelik Câlût komutasındaki düşmanlarının güçlü ve sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı. Yukarıdaki sözü söyleyenler mü’mindi, peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi bozmamışlardı. Fakat burada gözleri ile gördükleri somut realite ile karşı karşıya idiler ve bu realiteye karşı koyacak güçleri olmadığını algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici tecrübeye, nihai sınava sıra gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut realiteden daha büyük bir gücü üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz imana sahip olarak kalpleri ile Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların somut durumlarından edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının realitesi sayesinde edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!

İşte bu denemede bir avuç mü’min grup ortaya çıktı. Sayıca az, fakat seçkin grup. İlâhî ölçülere sahip olan küçücük grup: "Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar; ‘Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Allah sabırlılarla beraberdir.' dediler." İşte böyle... "Nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır." Dikkat edilirse çokluk ifade eden bir üslup ile karşı karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük görülen, istisnai bir durum değil söz konusu olan. İşte Allah'a kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları kural budur. Kural bu mü’min grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük grup, sıkıntı merdiveninin basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve kalburüstünde kalma mertebesine ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki halindedir; çünkü üstün ve galip gücü, Allah'ın gücünü temsil ediyor. O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları üzerinde kesin egemenliğe sahip, zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu yere sürten ve kendini beğenmişleri kahredendir.

Onlar "Allah'ın izni ile" derken elde edecekleri bu zaferi Allah'a dayandırıyorlar ve "Allah sabırlılar ile beraberdir" derken de bu zaferi gerçek sebebine bağlıyorlar. Böylece de hak ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak hak savaşının Allah tarafından seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış oluyorlar.

Kendimizi hikâyenin akışına bırakıyoruz. Ve... Allah'a kavuşacağına kesinlikle inanan, tüm sabırlılığını bu buluşmanın kesinliğine dair beslediği imandan alan, tüm gücünü Allah'ın izninden alan, tüm inanç kesinliğini Allah'a güveninden ve Allah'ın sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden alan bu bir avuç grup...

İşte az sayılı ve zayıf olmasına rağmen, düşmanın sayılı üstünlüğünün ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu güvenle, sabırlı, kararlı küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin güç oluyor. Bu inanılmaz başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileştirdikten, kalbi ile O'nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç dehşeti karşısındayken zaferi sırf O'ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:

 

 “Tâlût ve askerleri, Câlût ve ordusu ile karşılaştıklarında; ‘Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle' dediler. Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar ve Dâvud, Câlût'u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi; kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti. Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı. Ama Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”[2523]

 

İşte böyle... "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır." Bu ifade sabır tablosunu Allah'tan gelen feyze benzeterek tasvir ediyor. Allah, bu feyzini o kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak kendilerini onunla çepeçevre kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini huzur, güven, dehşete ve sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor “Ayaklarımızı sâbit kıl.” Bu, Allah'ın elinde olan bir şey. Dilerse onların yere basan ayaklarını sabit tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. "Kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle." Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti. Ortada küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak; mü’min dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer nasip etsin diye Allah'a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt; düşüncelerde karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden şüphe yok.

Savaş, bu kahramanların bekledikleri ve inandıkları gibi sonuçlandı. "Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar." Âyet "Allah'ın izni ile" diyerek bu cümleciğin ifade ettiği gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor. Bu gerçeği mü’minlere öğretmek, ya da buna ilişkin bilgilerini güçlendirmek istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri meydana getiren gücün kimliğine ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice belirginleştirmeyi amaçlıyor.

Mü’minler bu gücün önündeki perdedirler. Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor, tercihini yürürlüğe koyuyor. "O'nun izni ile"; olup bitenlerde aslında onların bir rolü yok. Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil. Allah onları meramını yürütmek için seçiyor, aslında O'nun dilediği, O'nun izni ile onların eli ile oluyor. Bu gerçek, mü’minin kalbini barış, güven ve kesin imanla dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah'ın kuludur. Onun, Allah'ın seçtiği rolü oynaması, Allah'ın karşı durulmaz takdirini uygulama alanına geçirmesi, Allah'ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır. Sonra da onu -istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah'ın lütfu olmasaydı o bir şey yapamazdı, eğer Allah'ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül kazanamazdı. Bunun yanı sıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından ve yolunun temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir art maksadı yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah'ın hayırdan ibaret olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti ile, itaat etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah'a yönelişi ile hak etmiştir.

Âyetin devamında Hz. Dâvud'un (a.s.) rolü belirtiliyor: "Dâvud, Câlût'u öldürdü." Dâvud, İsrailoğulları'ndan genç bir delikanlı, buna karşılık Câlût, güçlü bir hükümdar, herkesin yüreğine korku salan bir komutan idi. Fakat o sırada yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları olayların, dış görünüşlerine göre değil, asıl mahiyetlerine göre geliştiklerini, yakından görsünler. Olayların asıl mahiyetlerini yalnız Allah biliyordu, bunların akibetlerini belirlemek sadece O'nun elinde idi. Buna göre kullara sadece görevlerini yerine getirmek, Allah'a verdikleri sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah neyi diledi ise O'nun dilediği biçimde oluyordu.

Nitekim Yüce Allah Câlut adındaki kan içici zorbanın ölümünün -ileride Hz. Dâvud olacak- bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece yüreklere korku salan zalimlerin, Allah öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar tarafından yere serilecek derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek istemişti.

Bu olayın arkasında Allah tarafından amaçlanan, murad edilen bir başka gizli hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz. Dâvud'un, Tâlût'tan sonra hükümdar olmasını, arkasından da yerine oğlu Hz. Süleyman'ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin, yahudilerin uzun tarihleri içinde "Altın dönem"leri olmasını takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir sapıklık, Allah'a karşı verilen taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin arkasından yahudilerin vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç gerekçeli ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu: "Arkasından Allah, Dâvud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti."

 

Hz. Dâvud aynı zamanda peygamber olan bir hükümdardı. Kur'an-ı Kerim'in başka sûrelerinde verilen ayrıntılı bilgilere göre yüce Allah ona başta zırh olmak üzere çeşitli savaş araçları yapmayı öğretmişti. Burada ise âyetlerin akışı, yukardaki kıssanın tümünde güdülen bir başka amaca yöneliyor. Hikâyenin bu şekilde son bulduğu, yani nihaî zaferin maddi güç yerine Allah'a güvenen inanç tarafından, sayı çokluğunun oluşturduğu kuru kalabalık yerine özüne saygı besleyen irade tarafından kazanıldığı ilân edilince, tam bunun arkasından bu kuvvetler arasındaki çatışmanın yüce amacı açıklanıyor. Bu yüce gaye savaş ganimetleri, yağmalar, ünvanlar ve görkemli törenler değildir. Bu yüce gaye, yeryüzünde dirlik ve huzur sağlamak, kötülüğe karşı kavga vererek iyiliği, hayırlıyı egemen kılmak, iktidara getirmektir: "Eğer Allah bazı insanların şerlerini, diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı."

 

Âyetin bu kısacık bölümünde yeryüzünde hüküm süren kuvvetler çatışmasının, güç odakları arasındaki yarışın; insan çabasının coşkun, dalgalı ve çağıltılı hayat selinin akıntısına kapılarak sürüklenişinin gerisindeki ilâhi hikmetin iyice belirgin hale gelmesi için kişiler ve olaylar sahneden çekiliyor, gözlerden kayboluyor. Burada üzerinde karınca sürüleri gibi insan kaynayan uçsuz-bucaksız hayat alanı gözler önüne seriliyor. Bu insan kalabalıkları kesintisiz bir karşılıklı savunma, yarışma ve aralarında itişerek hedefleri peşinde koşuşma halindedirler. Bütün bu olup bitenler süreci içinde o yüce, hikmet sahibi ve önceden tasarlayıcı (mudebbir) el, bu kalabalıkların tümünün iplerini elinde tutarak aralarında çatışan, yarışan, itişen insan yığınlarını son aşamada hayra, dirliğe, yapıcılığa ve gelişmeye doğru yönlendiriyor.

Eğer Allah kötü insanların kötülüğünü, başka birtakım insanlar aracılığıyla savıp önlemeseydi hayat bozulur ve yaşanmaz hale gelirdi. Bunun yanı sıra eğer insanlar arasında Allah tarafından öyle yaratılan fıtrî yapılarının gereği olarak menfaat ve kısa vadeli, yüzeysel amaçlar çatışması olmasaydı, bütün enerji birimleri özgür biçimde yarışmaya, yenişmeye ve karşılıklı meşru savunmaya girişir, böylece insanlar tembelliği ve aylaklığı üzerinden silkeleyip atar, potansiyel enerji kaynaklarım tam kapasite ile harekete geçirir, sürekli biçimde uyanık, faal, yeryüzünün üstündeki ve altındaki kaynakları ortaya çıkarma, onun çeşitli güçlerini ve gizli hazinelerini keşfedip kullanma çabasını harcar durumda olurdu.

Gerçi son aşamada dirlik, huzur, hayır ve gelişme gerçekleşir. Fakat bu olumlu gelişmelerin görülebilmesi için iyilik yanlısı, doğru yol yolcusu ve fedakâr bir cemaatin, sıkı dayanışmalı bir insan topluluğunun ortaya çıkması gerekir. Bu cemaat, yüce Allah'ın kendisine açık açık anlattığı hakkı, kendisini Allah'a ulaştıracak yolu kesin bir şekilde bilir. Yine bu cemaat batılı ortadan kaldırarak yeryüzünde hakkı egemen kılmakla yükümlü olduğunu, bu soylu görevi yerine getirmedikçe, bu uğurda sırf Allah'ın emrini yerine getirmek ve O'nun hoşnutluğunu elde etmek amacı ile dünyada önüne çıkacak her sıkıntıya katlanmadıkça yüce Allah'ın azabından asla kurtulamayacağını da bilir.

Bu çatışmalı hengâmede yüce Allah hükmünü yürütür, takdirini pratiğe uygular; hakka, hayra, dirliğe ve huzura söz üstünlüğü kazandırır; bu çatışmanın, bu yarışın ve bu karşılıklı savunmanın olumlu birikimini, hayır yanlısı ve yapıcı olan gücün avucuna koyar, kazanç hanesine yazar. O hayır yanlısı ve yapıcı güç ki, giriştiği bu çatışma sırasında içindeki en soylu, en onurlu, kendisini hayatta erişebileceği en yüce kemal düzeyine yükseltecek itici yetenekler harekete geçmiş, ortaya çıkmıştır.

 “Bunlar Allah'ın âyetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.”[2524] Bu yüksek düzeyli, geniş amaçlı âyetleri "sana okuyoruz." Yani bu âyetleri okuyan, bizzat Yüce Allah'ın kendisi. Eğer insan bu olayın, bu açıklamanın içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti yeterince düşünebilse bunun ne kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu kavrardı. "Bu âyetleri sana hakka bağlı olarak okuyoruz." Yani bu âyetler beraberlerinde "hakkı" taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah'tır bu âyetleri okuyan. Bu yetki Allah'tan başka hiç kimsenin elinde değil.

O halde Yüce Allah dışında kullar için sistem düzenlemeye yeltenen herkes haddini aşarak Allah'ın yetki alanına dalan bir mütecaviz, kendine ve kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi beklemeye hakkı olmayan bir batıl yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah'ın buyruklarına ve bir de Allah'ın gösterdiği yoldan ayrılmayan hak kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine değil.

"Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin." Onun için sana bu âyetleri okuyoruz. Onun için seni bütün geçmiş yüzyıllarda yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman kervanının deneyim birikiminin bütün aşamaları ile donatıyor ve bütün peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.

Ve tecrübe hazineleri ile dolu olan bu bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman cemaati çeşitli alanlarda çeşitli yönlerde gezintiye çıkaran ve bu gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu eğiterek son derece önemli görevine hazırlayan bu cüz de burada noktalandı. O önemli görev ki, Allah onu müslüman cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu bu görevin başına dikti, yine onu zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar bu ilâhi sistem uyarınca insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak ortaya çıkardı.

 

Genel Bir Değerlendirme: Bu cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, Bakara sûresinin geride kalan kısmı, ikinci bölümü ise Âl-i İmran sûresinin ilk yarısıdır. Şimdi burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet niteliği taşıyan birkaç söz söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin söyleyeceklerimizi ise inşallah, Âl-i İmran sûresinin giriş yazısında dile getireceğiz.

Bakara sûresinin bu kalan bölümü, birinci cüzün başında açıkladığımız ve ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi sürdürdüğümüz sûrenin tümüne ilişkin ana konunun devamı niteliğindedir. Bu ana konu, müslüman toplumu, Medine'de, İslâm ümmetinin yükümlülüklerini omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, sözkonusu emaneti taşıyabilsin diye daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti: İmana ilişkin doğru düşünceye kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mü’min ümmetlerinin yaşadıkları tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı engeller ve gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve imanın düşmanı olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece yolunun her aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.

Bütün araçları, azığı, tarihî tecrübeleri ve amaçları ile bu hazırlık süreci, Kur'ân-ı Kerim'in tarih boyunca ilk müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman kuşaklara aynen uyguladığı bir eğitim programıdır. Bu program, bu ümmetin her kuşağında müslüman bir cemaat oluşturmak ve İslâmî hareketi yönetmek için uygulanması gereken değişmez, belirgin ve istikrarlı bir programdır. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim, canlı, hareketli ve etkin bir eğitim aracı, her dönemde uygulanabilir, geniş kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka bir deyimle Kur'ân-ı Kerim, olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihati âyetlerinde arayan herkes için, her durumda her adımda ve her kuşakta fonksiyonunu yerine getiren ideal bir kılavuzdur.

Bakara sûresinin bu son kısmı, ikinci cüzün sonunda yer alan Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelik "Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin." şeklindeki seslenişinin arkasından geliyor.[2525] Bu sesleniş de "Hani onlar, Peygamberlerine; ‘Başımıza bir hükümdar getir de, onun emri altında Allah yolunda savaşalım'' diye başlayıp[2526] "Ve Dâvud, Câlût'u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti." diye noktalanan"[2527] Hz. Mûsâ'dan sonra yaşamış bir yahudi heyetine ilişkin kıssayı izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz. Mûsâ'nın kavmi olan yahudilerden ve Hz. Dâvud'dan söz ederek, bu konuda Peygamberimizin de peygamberlerden biri olduğuna ve kendisinin "daha önceki peygamberler"in tecrübeleri ile donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.

İşte bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı gözetip peygamberlerden, onlardan bazılarının diğerlerine üstün kılınışından, bazılarına bağışlanan özel imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından yükseltilişinden, bunların yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen bir kısım bağlıları arasında anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının birbirlerini öldürmelerinden sözederek başlıyor: "İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."

 

İkinci cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz üçüncü cüzün baş tarafı arasında konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir bütünlük vardır. Çünkü her iki yerde de peygamberlerden söz ediliyor. Bunun yanında sûrenin geride kalan âyetleri arasında da yine açık bir konu uyumu, bir bütünlük göze çarpar. Bu bölümün ağırlık noktasını Medine'de yeni yeni gelişmekte olan müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur. Nitekim ilk iki cüzde de bu konu bütünlüğü vardır.

Bundan dolayı burada, peygamberlerin ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren görüş ayrılıklarından, bu bağlıların bir kısmı mü’min ve diğer bir kısmı kâfir olduktan sonra aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş ayrılıklarının ve inanç kökenli savaşların gündeme getirilmesi gâyet yerindedir. Böylece müslüman cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve gerekse yahudi olmayanlara eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren gerçek durumu gözönüne alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını birbirinden ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli mücadele vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.

Tabiat Kanunları Karşısında Peygamberlerin Durumu: Bu bölümde karşımıza çıkan ilk incelik peygamberlere ilişkin şu özel ifade tarzıdır: "Şu peygamberler..." Dikkat edersek "Bu peygamberler.." denmiyor, bunun yerine güçlü ve belirgin bir mesaj içeren yukarıdaki ifade tarzı ile peygamberlerden sözetmeye giriyor. Bu kısmın âyetlerini incelemeye geçmeden önce bu incelik hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.

Evet, "Şu peygamberler..." Gerçekten "bunlar" karakteristik özelliği olan, kendine özgü bir grup, orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar onlar da teker teker bir insan iseler de bu böyledir. Peki, kimdir bunlar? Peygamberlik (Risâlet) nedir? Nasıl bir karakteristik özellik taşır? Nasıl gerçekleşir? Niçin sadece "bunlar" peygamber oldular ve neyin sayesinde peygamberlik mertebesine ulaştılar?

Bunlar uzun süre kendilerine cevap bulmaya çalıştığım sorulardır. Bu konuda için için algı alanım öyle duygular ve anlamlar ile dolu ki, bunları ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün olduğu oranda kelimelere ve cümlelere yüklemek gerekir!

İçinde yaşadığımız ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğumuz bu evrenin dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır. Bu ilkeler yüce Allah'ın bu kâinata sunduğu evrensel kanunlardır. Evren sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini sürdürür, bu kanunlar gereğince hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.

İnsan bilgi merdiveninin basamaklarım çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder. İnsanoğlu bu kanunların sınırlı idrak kapasitesine sığacak kadarını belirli bir süre zarfında keşfeder -ya da bu kadarı kendisine keşfettirilir.- İdrâk kapasitesi ise yeryüzü halifeliği görevinin üstesinden gelmesine yetecek oranda yaratılmıştır.

İnsan evrensel kanunların bu sınırlı bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından- temel araca, şu iki bilgi edinme yöntemine dayanır: a) Akıl yürütme b) Deney. Bunlar öz nitelikleri itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir; nihaî, kesin ve mutlak sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla birlikte uzun bir zaman sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (küllî) evrensel kanunların bir kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler de göreli olma niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü bütün evrensel kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne ahenkli bir bütünlük kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz kalır; ne kadar uzun zaman geçerse geçsin göreli (izâfî) ve göreceli (nisbî) insan aklı, insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz. Çünkü zaman bu alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir. Zaman, insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın kendisi için konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki rolü de göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün insan soyuna sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın bu araçlar yolu ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz görelilik (izâfîlik) ve görecelik (nisbîlik) dairesinin sınırları içinde kalır.

İşte bu noktada peygamberliğin, yani Allah tarafından bağışlanan, ledünnî (Allah'ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı genel geçerli ana ilke ile derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel ve karakteristik yapının rolü, fonksiyonu gündeme gelir.

İşte vahyi alan, almaya güç yetiren harika cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır. Çünkü bu karakteristik yapı vahyi karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı evren bütününün aldığı ilahi işaretin aynısını alır, çünkü bu evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile dolaysız biçimde ilişkilidir. Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti nasıl alıyor, onu hangi cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap verebilmek için Allah'ın (c.c.) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu karakteristik yapıya bizim de sahip olmamız gerekir. Oysa "Allah, peygamberliği kime vereceğini çok iyi bilir."[2528] Bu mesele, aklımızın ucundan geçebilecek büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve ölçüler üstü derecede önemli bir meseledir.

Bütün peygamberler "Tevhid" gerçeğini kavramışlar ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak için gönderilmişlerdir. Çünkü hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin ilhamı, onları bu ilhamın tek olan, birden fazlası söz konusu olmayan kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi halde gerek evrensel ana ilkenin ve gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden aldıkları ilhamın da birden fazla olması gerekirdi. Bu idrak, insanlık tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl yürütme ve deneye dayalı nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid) ilkesine işaret eden evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de vardı.

Bütün peygamberler insanları bir olan Allah'a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları ve duyurmakla görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu ilkeyi, aynı evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik ilhamının doğal mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi insanlara duyurma görevini üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine tek olan Allah tarafından iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu idi. Onlar, fıtratlarında yer eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı ilhama göre birden fazla ilahın olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında hissediyorlardı.

Peygamberlerin fıtratlarının bilincinde yer eden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların Kur'ân-ı Kerim'de nakledilen sözlerinde ya da kimi âyetlerde onları tanıtmak için kullanılan ifadelerde ortaya çıkar.

Biz bu içten gelen bilinci, meselâ Hz. Nuh'un (a.s.) kavmine yönelik sözlerini nakleden şu âyetlerde buluyoruz: "Nuh dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ve siz de bunun farkında değilseniz, siz istemediğiniz halde biz size onu zorla mı benimseteceğiz? Ey kavmim, ben buna karşı sizden bir mal istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah'tır. İman edenleri yanımdan kovmam söz konusu değildir, onlar Rabb'leri ile buluşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz cahilce davranan bir topluluksunuz. Ey kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan kovarsam Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"[2529] Aynı ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih'in (a.s.) sözlerini nakleden âyette de görebiliriz:

 

"Salih onlara dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ise, Allah'a karşı geldiğim takdirde O'na karşı beni kim savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."[2530] Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz. İbrahim'in (a.s.) hayatını anlatan şu âyetlerde de bulabiliriz:

 

"Kavmi onunla (İbrahim'le) tartışmaya girişince onlara dedi ki; ‘Beni doğru yola iletmiş olan Allah hakkında benimle tartıyor musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır. Acaba ders almaz mısınız? Allah'ın size, ilâh olduklarına ilişkin hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan niye korkayım? Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah'a inananlar ile O'na ortak koşan iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?"[2531]

Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz: "Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana kendi katından güzel bir nasip bağışlamış ise? Size yasakladığım şeyi kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Benim istediğim şey, gücümün yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım sadece Allah'a bağlıdır. Sırf O'na dayanır, O'na yönelirim."[2532]

Aynı ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz. Yakub'un oğullarına söylediği şu sözlere de yansımıştır: "Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyler biliyorum."[2533]

Gerek bunlarda ve gerekse bunlara benzer nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına yönelik bu derin ve ısrarlı mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı niteliklerinde görürüz. Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının derinliklerinde bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.

Gün geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler alanında şu evrendeki birlik ilkesine uzaktan işaret eden birçok bulgular keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız evrende yaratılış (yapı) ve hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır. İnsanoğlunun bilgi edinme kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının temel taşının atom olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin atomun yapısında bütünleştiği ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji arasında varolduğu sanılan ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü ki, atomlar yığınından oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki atomlar parçalanınca enerji türlerinden birine dönüşmektedir.

Yine insanın bilme kapasitesinin elverdiği ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında sürekli hareket halindedir, kalbini oluşturan (merkezinde yer alan) çekirdekten ya da çekirdeklerin çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Bu hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom, vaktiyle ünlü müslüman şâir Feridüddin Attar'ın dediği gibi, çevresinde yıldızların döndüğü bir güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde döndüğü şu bizim güneşimiz gibi.

Evrendeki yapı ve hareket birliği insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine eklediği iki evrensel kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik ilkesine uzaktan birer işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin sağladığı imkân oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin kendine has ve Allah vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya kadar o geniş kapsamlı ve büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu yapı, o ilkenin mesajını direkt olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız odur.

Peygamberler bu evrensel birliğe ilişkin belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu ile toplamadılar. Fakat onlara mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir cihaz bağışlandığı için aynı ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile direkt olarak almışlar ve bu tek tip mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramışlardır. O özel ve karakteristik yapılara bağışlanmış olan bu ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece duyarlı, mükemmel ve geniş kapasiteli idi. Çünkü söz konusu mesaj birliğinin arkasındaki kaynak birliğini, şu evrene egemen olan irade ve etkinlik birliğini anında fark ederek şu evreni çekip çeviren yüce Allah'ın "birliği"ni iman olarak belirlemiştir.

Şu noktayı hemen vurgulayalım ki, modern bilim, evrensel birliğin kanıtlarından birini ya da ikisini kavradığını görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim. Çünkü bilim, kendi alanında bazı şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman da reddeder. Onun ulaştığı "gerçekler"in tümü göreli (izâfî), göreceli (nisbî) ve kayıtlıdır, o hiçbir zaman tek, nihaî ve mutlak bir gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler, değişkendir, birbirini yalanlar ve değiştirirler.

Ben evrenin yapı ve hareket birliği hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin algısına yansıyan evrensel birliğe ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda bulunmak amacı ile anlatmış değilim. Asla. Benim amacım başka. Ben bu anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru düşünce oluştururken dayanılacak algı kaynağını belirlemeyi hedefliyorum.

Bilimsel keşifler, büyük evrensel birliğin özüne ilişkin bazı kanıtların bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa peygamberlerin algılama gücü bu birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir düzeyde ve direkt bir şekilde somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı bu ilkeyi mükemmel, yaygın ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel nazariyeler, bu ilkeye ilişkin bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa da peygamberlere bahşedilen ledünni ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü bilimsel teoriler, bizzat bilimin araştırma ve gözden geçirme girişimlerine açıktırlar. Onlar işin başında değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî ve mutlak değildirler. O halde bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını belirleyecek kriterler olmaya elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin, kriterlerin değişmez ve mutlak doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı peygamberlik kurumu, değişmez ve mutlak tek kriterdir.

Bu gerçekten, son derece önemli bir başka gerçek çıkar ki, o da şudur: İnsanlığa geniş kapsamlı biçimde yön verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı ile, değişmez kanunları ile ve sürekli geçerliliğe sahip ilkeler sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek olan, sadece varlık âleminin ilkeler sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş olan bu özel karakteristik yapılardır. Dolaysız biçimde Allah'tan vahiy alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar, sapıtmazlar, yalan söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekân faktörleri kendileri ile gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği zamandan ve mekândan münezzeh olan yüce Allah'tan alırlar.

Yüce irade, zaman aralıkları içinde peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa mutlak gerçeği iletmektir. O mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve deney yolu ile bunun bir kısmını ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler ve gelecekteki çağlar boyunca bu araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları adımları evren ile paralel hale getirmek, evrenin hareketi ile kendi hareketleri arasında yön birliği sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi fıtrî yapıları arasında uyum temin etmektir.

İşte bundan dolayı insanın gerek tüm varlıklar âlemine gerekse kendi öz varlığına gerek tüm varlık âleminin ve gerekse öz varlığının amacına ilişkin eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı düşünce sistemini alabileceği tek kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve doğrultusu ile uyumlu, insanları topyekün varlıkları ile "barış"a kavuşturabilecek tek doğru ve dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat sistemi ïnsan ile evren arasında, insanla evrenin yaratılışının doğal uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında; dünyada insan soyu için imkânları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme, gelişme ve ilerleme alanlarında insanların kendileri arasında "barış" sağlar.

Tek kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla iletişim halinde değildirler, ondan mesaj almamaktadırlar. İnsana sunulan diğer bilgi edinme araçları, evrenin bazı görüntülerini, bazı kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki halifelik görevinin üstesinden gelmesine, hayatı geliştirip evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı olarak keşfedebilmesi için kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu alanda gerçekten ileri adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, insanı hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar. O mutlak gerçek ki, insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar ve şartlar uyarınca değil, varlık âleminin dayandığı değişmez ve sürekli evrensel kanunlar ve topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek için ona muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekân şartlarından münezzeh olan yüce Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı olan insan bunu göremez.

Ancak bir yolu baştan sona kadar kavramış olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa insanın önünde bu yolun bütününü görmesini engelleyen perde var. Hatta bir saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir. İnsanın önünde ve içinde yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine imkân tanımayan yere kadar uzanan bir perde gerilmiştir. Buna göre insan, kendisi için meçhul olan bir yolu aşmak üzere nasıl plân yapabilir?

Ya çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da evrenin yaratıcısından alınmış yaşama sistemine, peygamberliklerin ve peygamberlerin sistemine, varlıklar âlemi ve bu âlemin yaratıcı ile ilişki halinde olan fıtratın sistemine dönüş...

Ard arda gelen peygamberler insanlığın elinden tutup onu hidâyete ulaştıran aydınlık yolda ileriye doğru yürütüyor. Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor, kılavuzun yol gösterici çağrısını umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine kadar sapıtmışlığını sürdürüyor. Her defasında biricik gerçek, yenilenen tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde daha olgunlaşmış olarak zihninde belirginleşiyor.

Böylece son peygamberlik dönemine sıra gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor. Bu gerekçe ile son peygamber, insan aklına genel geçerli (küllî) gerçeklerin tümü ile sesleniyor. İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda sürekli adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık yeni bir peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir. Sadece yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.

Bundan sonra insanlık ya her zaman gerek kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına yetecek genişlikte olan bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan, başka hiçbir yolla ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden uzak düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir biçimde taban tepecektir![2534]

Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler 

Kur’an’daki tüm kıssalar, tarihî bilgi vermekten ve geçmişte yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak bir olayı anlatmaktan çok öte bir hikmete dayanır. Kur’anî kıssaların tümü, her devirde ve her yerde yaşayacak insanlara mesajlar ve pratik örnekler taşır. Bu kıssalarda esas mesele, ayrıntılarla uğraşmak, Kur’an’da anlatılmayan olayları İsrâiliyattan devşirmek değil; söz konusu kıssanın verdiği fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Örnek insanı, örnek olay ve davranışı yakalamaya çalışmak, kötü örneklere karşı tedbirli olmak Kur’an’ı ve dolayısıyla bu kıssayı okuyan insanın gâyesi olmalıdır. Bu kıssada da, insanın pratik hayatındaki eğilimleri eğitilmek istenmektedir. Hayatta Allah’a kulluk ve O’na dâvet yolunda bu Kur’ânî kıssadan çıkaracağımız yararlı hisselerin önemlileri şunlar olmalıdır:

1) İsrâiloğullarının risâletlerinde bu aşamada ve bundan önceki aşamalarda roller peygamberlik ile hükümdarlık ve kumandanlık arasında (bu toplumun isteği doğrultusunda) paylaştırılmıştır. Bundan dolayı âyetlerde zikri geçen bu kavim, peygamberlerinden savaşta kendilerine savaş için bir hükümdar ve kumandan tâyin etmesini istemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da büyük savaşlarda peygamber veya Onun vârisi imam bizzat ordunun başına geçerek savaşır.

2) Allah yolunda çalışanlar, savaş sloganları atanlara ve “başımıza bir komutan geçse, topyekün savaşırız” diye hamâsî nutuklar çekenlere karşı dikkatli olmak durumundadırlar. Çünkü böyle insanların birçoğu bu beklenen kumandanın gelmeyeceği düşüncesiyle ileri geri konuşabilirler. Bunun için Allah yolunda çalışanlar, bu iddiâlarla ortaya çıkan insanları deneyip ciddî ve samimi olup olmadıklarını, bunların şahsî etkenlerle mi, yoksa inanca dayanan kalbî güdülerle mi böyle iddiâları ortaya attıklarını belirgin bir şekilde ortaya koymak durumundadırlar.

3) Zafer ve hezimet meselesi, azlık veya çokluk ile ilgili değildir. Aksine bu mesele, tamamıyla iman, teşkilat, program, eğitim ve itaatle ilgilidir. Çünkü teşkilatlı mü’min bir azınlık, imanını ve teşkilatını yitirmiş kâfir bir çoğunluğa karşı kahredici bir zafer elde edebilir. “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.”[2535]

4) Bu âyetlerde anlatılan geçmiş bir kavmin hikâyesi, kesinlikle sonradan yaşayan müslümanların ibret alması içindir. Yani bu, geçtiği yer ve zamanla sınırlı bir tarihî hikâye değildir. Bu âyetlerde bizden, kıssada karşılıklı olarak anlatılan iki insan örneğinden sağlam olanına yapışmamız istenmektedir.

5) Mücâhid mü’min zayıf da olsa, çok büyük güçlere de sahip olsa, Allah’tan yardım istemek ve O’na muhtaç olduğu şuurunu yaşamak konumundadır. Çünkü onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında sabra ve sebâta ihtiyacı vardır. Zafer de önünde sonunda Allah’ın tarafındadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri, kendisini Allah’ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmemelidir. Yine, zayıflık hissi de onu Allah’ın sonsuz gücüne bağlayıp O'na dayanmaktan alıkoymamalıdır. Savaşta mü’min ile kâfir arasındaki fark, mü’minin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan mânevî, rûhî, İlâhî kuvvetten alması; kâfirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetlerinden almasıdır.

6) Âyette anılan “Allah’ın mülkü dilediğine vermesi”[2536] yeryüzünde çeşitli çevrelerin ellerinde bulundurdukları otoritelerin meşrûluğu anlamına gelmemektedir. Yoksa, bu sultaların, yöneticilerin kâfiri de vardır, zâlimi de, sapığı da. Aksine, bunun anlamı; yerde ve gökte her şeyin Allah’ın dilemesiyle meydana geldiğini ve O’nun idaresinde olduğudur. Allah dilerse tekvinî idaresi ile eşyayı ve olayları doğrudan doğruya yaratır, kâinatı yarattığı gibi. Dilediğinde de onları kendi İlâhî sünnetleri olan tabiî kanunlarla dolaylı olarak yaratır. Süregelen tabiat olayları, toplumsal olaylar ve tarihin seyrinde olduğu gibi. Hayatı ve olayları olumlu ve olumsuz yönlerde sürükleyen insan irâdesi de Allah’ın kevnî kanunlarındandır ve O’nun küllî irâdesinin hâkimiyeti altında işler.

7) Âyet-i kerîmenin te’kid ettiğine göre; İnsanların diğer insanlar veya topluluklar tarafından yurtlarından çıkarılması, mallarından mülklerinden ve çocuklarından uzaklaştırılması bu haksız eylemleri yapanlara karşı bir saldırı ve savaş sebebidir. Bu durumdaki insanın saldırmak ve savaşmak hakkı vardır. Bu itibarla böyle bir savaş müdafaa savaşıdır, meşrûdur. Yani savaşın meşrûiyeti için doğrudan imanlarına karşı bir saldırı bulunması şart değildir. Hem zaten daha önce geçen âyet-i kerimelerde bildirildiği üzere, bu insanlar yalnızca “Rabbimiz Allah’tır ve biz yalnız O’na kulluk ederiz” demekten başka suçları olmadan yurtlarından çıkarılmış, mallarından mülklerinden, çoluk çocuklarından ve yakınlarından uzaklaştırılmışlardır.

8) “Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmese/savmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir.”[2537] Âyet-i kerîmenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah’ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun (sünnetullah) vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmeyip istemediği, red ve inkâr ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta karşı fikirler ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.

İşte Allah Teâlâ bu âyette, hayatın onun üzerine kurulu olduğu ve üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatındaki rolüne işaret etmekte, bu sünnetullah olmasaydı, yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah’ın âlemlere bir lutfu olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı büyük güçlere sahip olduğunda diğer insanlara, onları kendi irâdeleri altında toplamak yolunda baskı yaparlar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları son derece artar ve yeryüzünü fesâda uğratır, yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adâlet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî kanunu sebebiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, bâtılın hak ve zulmün adâlet üzerindeki baskılarını, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu da Allah’ın âlemlere olan bir lütfu ve ikrâmıdır. [2538]  

Başarı ve Zafer "Çok" ile Birlikte Olmakta Değil;

"Hak" ile Birlikte Olmaktadır

 

Amalika kavminin kralı olan Câlût (Golyat) İsrâiloğullarını defalarca bozguna uğratır. İsrâiloğulları, içlerinde bulunan Samuel peygamberden kendilerine ille de bir kral tâyin etmesini isterler. O güne kadar, saltanat ve istibdat idâresiyle değil, meşverete dayalı nübüvvet idâresiyle yönetilmekteydiler. Samuel peygamber, Allah'ın emriyle onlara Tâlût'u (Saul) kral atadı. İlginçtir ki Tevrat, İsrâiloğullarının bu isteğini Allah'ın hoş karşılamadığını ihsas ederek, kral atamayı âdeta bu talebe verilmiş bir cezâ olarak takdim etmektedir.[2539] Tevrat'ın bu bölümündeki ifadeler, saltanatla nübüvvet arasındaki farkı güzel bir şekilde açıklıyor. Aslında gerek monarşik, gerek teokratik ve demokratik, gerek dikta ve cunta, tüm saltanat çeşitleri Allah'ın nübüvvet yolundan ayrılan toplumlara verdiği bir belâdır. Bu kral istemelerini ve bunun ardında yatan anlayışı, "yahûdileşme temâyülü" bağlamında değerlendirirsek, saltanat, bir "yahûdileşme alâmeti"dir. Peygamberleri, onları saltanattan sakındırıp onun getireceği zulüm ve sefâhati bir bir saydığı[2540] halde, onlar yine de ısrarla kendilerine bir kral seçmesini istemişler, istişâreye dayalı sivil yönetime, zorbalığa dayalı monarşiyi tercih etmişlerdir.

İşte bu istek üzerine Samuel Peygamberin atadığı Tâlût ile Amalika kralı Câlût arasında geçen savaşta olanlardan bir kesit Kur'an'da şöyle verilir: "Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler."[2541]

Burada iki grup var: a) Allah'a hüsnüzan edenler, b) Allah'a sûizan edenler. Allah'a hüsnüzan edenler, komutanlarına itaat ediyorlar. Başarıyı kelle sayısında değil; öncelikle Allah'ın izninde, sonra da disiplin ve itaatte görüyorlar. Allah'a hüsnüzan edenler, O'na kavuşacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de ölümden korkmuyorlar. Şehâdetin bir bayram olacağının farkındalar. Allah'a sûizan edenler ise, hem itaat ve disiplinden yoksunlar, hem de başarıyı kelle sayısında, çoklukta arıyorlar. Onların derdi "hak" ile birlikte olmak değil; "çok" ile birlikte olmak. Çünkü "ekseru'n-nâs/insanların çoğu" böyledir. Onun için de Allah'ı hakkıyla takdir edemiyorlar.

Allah'a hüsnüzan edenler diyorlar ki: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et."[2542] Ve sonunda bilinçli, inançlı, disiplinli ve itaatli azınlığın, çoğunluğa gâlip geldiğini yine Kur'an'dan öğreniyoruz.

Günümüz müslümanlarının düştüğü bu çokluk ve güç tuzağı, temelde bir Allah'a itimatsızlık ve sûizan olayıdır. İnsanlık tarihini doğru okuyanlar iyi bilirler ki, insanlığın kaderini değiştiren büyük devrimler, şuursuz kalabalıklar sâyesinde değil; iyi eğitilmiş bir avuç şuurlu kadrolar sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunun en canlı örneği yeryüzünün en büyük inkılâbı olan Saâdet Asrı inkılâbıdır. Bu inkılâp şuursuz kitlelerin, câhil kalabalıkların elleriyle değil; inandığı değerler uğruna ölmeyi bilen bir avuç iyi yetiştirilmiş insan eliyle gerçekleştirilmiştir.

Günümüzdeki hareketlerin en büyük zaafı kitleleri şuurlandırmaya çalışmaktır. Kitleler tarihin hiçbir döneminde şuurlandırılamamış, ancak şartlandırılmıştır. Şuurlandırılması elzem olan çekirdek kadrolardır. Çağdaş İslâmî yapılanmalar ise bunun tam tersini yapmaya çabalıyorlar: Kitleleri şuurlandırmak, kadroları şartlandırmak... Çünkü, eğer kadrolar şuurlandırılırsa belki elden kaçabilir. Bu korkuyla onları şuurlandırma yerine, şartlandırma mantığı güdülmektedir. [2543]           

Çoklukla Övünenler: "(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri."[2544] İlk âyette geçen ve aynı zamanda sûrenin de adı olan "tekâsür", çokluk yarışı yapmak, çoklukla övünmek anlamındadır. Kur'an'da bu deyim, insanın niteliğe karşılık niceliği öne çıkarışını kınamak için kullanılmaktadır. Seviyesiz, onuru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlât çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle bir çoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar. İnsanoğlunun bu yarışı, mezarlıkları ve ölüleri sayacak kadar ileri götürdüğünü söyleyen Kur'an, bunun en büyük aldanışlardan biri olduğuna dikkat çeker.

 

Tekâsür, çokluk anlamına gelen "kesret" teriminden türetilmiştir. Onun üç anlamı vardır: Birincisi, insanın en fazla kesret/çokluk elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbiri üzerine çıkmaya çabalamasıdır. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır. Tekâsür, yani "çoklukla yarış" insanların yaşamını öylesine derinden etkilemiştir ki, onlar, daha önemli şeylerden gâfil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah'ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felâketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünmezler. Kısaca "tekâsür", insanları ve toplumları içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık gece gündüz dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.

İkinci âyette geçen "sonunda kabirleri ziyâret ettiniz" deyiminde üç anlam muhtemeldir: İlkine göre, "siz ölünceye kadar mal ve evlât çoğaltmakla meşgul oldunuz" demektir. Kabirleri ziyâret etmek, ölüp kabre gömülmek anlamındadır. İkincisine göre, "kabirleri ziyâret etmek", kabirlerdeki ölüleri anmaktır, kabirlerde olan ölülerle övünmek, onları ziyâret etmek şeklinde ifade edilmiştir. Bazı kimseler ölen atalarıyla övünürler. Âyetin anlamı, çokluk övünme sizi o kadar oyaladı ki, ölüleri anacak, onlarla övünecek kadar ileri gittiniz. Üçünscüsüne göre, "kabirleri ziyâret ettiniz" deyimi, fiilen kabirlere gittiniz, demektir. Bazı kimseler övünmek için kabirlere gider, adamlarının kabirlerini göstererek "işte şu, şu bizim kabirdir" demek sûretiyle oradaki ölülerle övünürlerdi. Bir rivâyete göre Ensar kabilelerinden Hârise oğullarıyla, Hâris oğulları birbirine karşı övünmüşler, biri diğerine: "Sizin içinizde falan, falan gibisi var mı?" demiş, ötekiler de böyle söyleyip her kabile, ötekine karşı sağ olan adamlarıyla övündükten sonra sıra mezarlıktaki ölüleri saymaya kadar gelmiş: "Haydi kabristana gidelim" demişler. Mezarlıktaki ölüleri göstererek: "Sizde falan, falan gibi var mı?" diye birbirlerine karşı övünmüşler, Allah bu âyeti indirmiş.

Âyette gerçekten kabirleri ziyâret kast edilmiş olsa da, burada kötülenen ziyâret, ölülerle övünmek için yapılan ziyârettir. Ölüleri rahmetle anma ve âhireti düşünmek için kabirleri ziyâret kötü değil; tam aksine, sünnettir. Çünkü kınanan kabir ziyâreti, kişiyi âhiretten gaflete düşüren ziyârettir. Özetle, âyetlerde insanların mal ve evlât çoğaltmak için birbirleriyle yarışa girmeleri ve ölünceye kadar ömürlerini bu tutku ile geçirmeleri kınanmakta ve yakında, kendilerine haber verilen âhiret sorumluluğunun gerçek olduğunu kesin olarak bilecekleri ve o gün, kendilerine verilmiş olan dünya nimetlerinin hesabının sorulacağı vurgulanmaktadır.

Sanki bir uyarış çığlığı, yüksek bir yerden olanca sesiyle ve sesinin keskinliğiyle bağırmaktadır: "Ey uykuya dalmış olan mahmur gözlüler, ey mallarıyla çocuklarıyla ve dünya hayatıyla aldananlar, ey bulundukları duruma kapılıp kalanlar, ey böbürlenip gururlandıkları şeyleri her ikisinin de bulunmadığı dar bir çukura atıp gidenler... Uyanın, kendinize gelin!"  [2545]

Çokluk, Çoğunluk: İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akletmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile şişindiğini, bu yüzden mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde, kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını, âyetler sıralanamayacak kadar çoklukta ve ısrarla söz etmektedir. Çokluğun ancak Allah'ı zikirde, şükretmede, zikretmede, kulluk etmede işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur'an'da üzerinde durulan gerçek olarak belirtilmektedir. "Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez."[2546] Evet, gerçekten/haktan bir şeyin ifadesi bulunmayan zanna uyanlar ister çoğunluk, ister azınlık olsun, haktan bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demektir. Gerek çokluğun, gerek çoğunluğun, gerekse çoğulculuğun temelinde kendini bile bilmeyen insan ve onun zanna uyan aklı yatmaktadır.

 

Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır, sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın önünü açacaktır. Açılan ufku insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim, elbette daha isâbetli olacaktır. Hayat, ona hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilire teslim olmakla ancak tatmin olabilir. [2547]   

 

 

 

Kur'an'da Ekseriyet/Çokluk:

 

"...Nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler."[2548]

"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler."[2549]

"Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz."[2550]

"Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir."[2551]

"Onların (insanların) çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah'a iman ederler."[2552]

"İnsanların çoğu şükretmez."[2553]

"İnsanların çoğu fâsıktır."[2554]

"İnsanların çoğu bilmezler."[2555]

"İnsanların çoğu iman etmezler."[2556]

"Onlardan çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!"[2557]

"Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar."[2558]

"İblis dedi ki: 'Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!"[2559]

"Andolsun Biz cinler ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratmışızdır..."[2560]

"Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilir."[2561]

"İnsanların çoğu, âyetlerimizden ğâfildir."[2562]

"Onlar (insanlar) Allah'ın nimetini bilirler (itiraf ederler). Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir."[2563]

"Yoksa O'ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: 'Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab'ı ve benden öncekilerin Kitab'ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüzçevirirler."[2564]

"... İnsanlardan birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur."[2565]

"Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktırlar." [2566]

"Şüphesiz bunlarda (Allah'ın kudretine) bir alâmet vardır; ama çoğu iman etmezler."[2567]

"Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir."[2568]

"Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler."[2569]

"Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler."[2570]

"Doğrusu bunda büyük bir ibret vardır; ama çokları iman etmezler."[2571]

"Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar."[2572] 

"Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?"[2573]

"Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüzçevirdi. Artık dinlemezler."[2574]

"(Cehennem bekçisi Mâlik, cehennemliklere şöyle der:) Andolsun Biz size hakkı getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz."[2575]

Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası

Hz. Mûsâ ve Hârun (a.s.), İsrâiloğullarına hakkı tebliğ vazifelerini ifa eder ve her fâni gibi, bir gün bu dünyadan ayrılırlar. Onlardan sonra, Benî İsrâil’e Yûşa (a.s.) gibi başkaca peygamberler gönderilir. Onlar da vazifelerini yapar ve bu dünyadan ayrılırlar. Bu arada, İsrâiloğulları gün gün nebevî aslı nefsânî tevillerle saptırırlar. Yalanla doğruyu, hakla bâtılı birbirine karıştırırlar. Bunun âcil bir cezâsı olarak Rableri onları zillet ve esârete dûçar kılar. Gün be gün bu kötü durumdan kurtulma çaresi ararlar. En sonunda, o an peygamber olarak kendilerine hakkı tebliğle görevlendirilmiş kişiye giderler. Bu zilletten kurtulmak için, Rablerinin içlerinden ehil birini melik ve komutan olarak seçmesini isterler. Rableri, bu mürâcaatı yapanların ummadığı birini, Tâlût’u seçer. Ama bu tercih, İsrâiloğullarının kahir ekseriyetini memnun etmez. Önde gelenleri, bu İlâhî tercihe açık açık dil uzatma küstahlığını sergilerler. Bu küstahlığa cür’et ederken dayandıkları iki gerekçe vardır:

1- “Biz melik olmaya ondan daha lâyık iken...” [2576]

2- “...Ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken.”[2577] Vaziyet bu iken krallık makamı nasıl Tâlût’a verilir, bir türlü anlamazlar.

İtirazın her iki gerekçesi de mânidardır. Bu gerekçeler, İsrâiloğullarının düştüğü nefisperestliğin (hevâya tapınmanın) ve esbâbperestliğin (sebepleri putlaştırmanın) açık bir habercisidir. En başta”Biz daha lâyık iken” sözü, açık bir nefsânîliği yansıtır. Kendini hep temize çıkarır nefis; âdeta Mâbûd’a lâyık bir sûrette kendini över. Kendini kusursuz ve mükemmel görür. Akıl adlı vericisini nefis istasyonundan gelen mesajı dinler şekilde ayarlayan birinin, kendisini daha lâyık görmesi, kendini en üstün bilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Bu liyâkat için öne sürülen ikinci delil ise, “zenginlik”tir. Kim zenginse, melik olmaya o daha lâyıktır, tavrı mevcuttur. Bu tavırda da, Karun gibi kişilerden miras kalan bir esbabperestliğin izini sürmek kesinlikle mümkündür.

Oysa, peygamberleri onlara, “üstünlük” ölçüsü olarak, şu doğru adresi göstermiştir: “Allah onu üstünüze beğenip seçmiştir.”[2578] O Allah ki, Hakîmdir, abes iş yapmaz. Tâlût’u da, hâşâ, lâf olsun diye beğenip seçmiş değildir. Onda, komutan ve melik olma noktasında, iki özelliği görüp gözetmiştir: “İlm” ve “cism.” Bu iki özelliğin ilki, Tâlût’un mânevî kemâline, diğeri de maddî kemâline işaret eder. Bu iki özellik, onun gerek mânevî cihadı, gerek maddî cihadı Rabbi adına liyâkatle ifa edebilme ehliyetini göstermektedir. Rableri, Tâlût’un melik oluşunun hakkaniyetini tasdik için, bir alâmet de göndermiştir: “Tâbût.”[2579] Bu, sıradan bir sanduka değildir. İçinde, Hz. Mûsâ ve Hârun’dan kalan Tevrat levhaları bulunmaktadır. Tâlût’un melik oluşuna bir hüccet olarak, bu tâbût hiçbir sürücünün gütmediği iki öküz tarafından, Benî İsrâilin bulunduğu yere sâlimen getirilmiştir. Bu tâbûtun yitip gitmesi nasıl İsrâiloğullarındaki bozulmanın, Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği istikametten sapmanın bir alâmetiyse, Tâlût’un melik oluşuna hüccet olarak geri gelişi de, Tâlût’un iman ve ubûdiyet yolunda bir çığır açarak kavmini Mûsâ ve Hârun’la gelen vahye yeniden muhâtap kılacağının alâmetidir. Bu olay, Tâlût’un Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği vahye aynıyla teslim olduğunun, ona nefsânîlikler ve dünyevîlikler bulaştırmadığının da tescilidir.

Tâlût kıssası, Tâbûtun gelişiyle bitmiyor. Ama devamına geçmeden, bir ara verip biraz düşünmemiz gerekiyor. Kur’an bu kıssayı elbette “şu yahûdiler de ne adamlarmış!” dememiz için anlatmıyor. Bu kıssa, diğer tüm kıssalar gibi, doğrudan bize bakan, doğrudan şu asra konuşan, doğrudan bizim iç dünyamıza hitap eden mesajlar da taşıyor. Tâlût zamanının insanları örneğinde, hepimize, düşebileceğimiz ama düşmememiz gereken çukurlar gösteriliyor.

Nitekim dönüp kendimize ve şu güne baktığımızda, o günkü Benî İsrâilin sergilediği tavrın bir benzerini, belki farkına bile varmaksızın, bizim de sergilediğimiz maalesef kolaylıkla görülüyor. Bırakalım ehl-i dünyayı, ehl-i dinin dünyası dahi, buna benzer bir manzara ve düşünce tarzı sunabiliyor. Meselâ, hepimizin gözünde zenginlik bir değer ölçüsü olmuş ki, eğer zengin isek öne çıkmamız gerektiğini düşünüyoruz. Uhrevî hizmet alanlarında bile, bize öyle davranılmasını istiyoruz. Eğer zengin değilsek, zenginlere o şekilde davranıyor ve aynı hale biz de ulaşalım diye, bütün hayatımızı zenginleşme projelerine göre kuruyoruz. Kezâ hepimizin içinde “sen daha iyisin, sen daha akıllısın, sen daha lâyıksın, senden iyisi yok” diye durmaksızın fısıldayan biri bulunuyor. Çoğu davranışımızı bu üflemelerine göre yönlendirmeyi pekâlâ beceriyor. Öte yandan, gerek “zenginlik” ölçüsünün habercisi olduğu esbabperestlik, gerek “ben daha lâyıkım” anlayışının açıkça belgelediği nefisperestlik, hayatımızın başka birçok noktasında da hükmünü icrâ ediyor. Oysa, Tâlût’un yanında yer almak için, bu hallerden sıyrılmak, bu asılsız düşüncelerin yerini imanî asıllarla doldurmak gerekiyor.

Nehrin Öte Yakası: Tâlût kıssası, bunları anlatmakla bitmez. Takip eden âyetlerde, nazarını imanî ölçülerden sıyırıp nefsânî ve dünyevî ölçülere yönelten İsrâiloğulları değerini anlamasa; özellikle o makama kendilerini lâyık gören “önde gelenler” hiç beğenmese de, Tâlût, Rabbinin emri gereği, başlarına melik olur. Ve, İsrâiloğullarını tâciz eden zâlim ve müşrik hükümdar Câlût’un ordusuna karşı cihad etmekle görevlendirilir. Benî İsrâilden bir ordu toplar. Yola koyulurlar.

Tâlût, bu arada, ordusuna, Rablerinin onları bir nehir ile imtihan edeceğini söyler. Yolda, karşılarına bir nehir çıkacaktır: “Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de ondan içmezse o bendendir. Ancak eli ile alıp (azıcık) içenler müstesnâ.”[2580] Bir müddet sonra, nehrin yanına varılır. Az bir kısmı hâriç, kana kana içerler. Tâlût ve sudan içmeyen diğer mü’minler, nehrin öte yakasına geçer. Sudan kana kana içen güruh ise, beri tarafta kalır. Gerekçeleri şudur: “Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı koyacak tâkatimiz yoktur.” [2581]

Tâlût’la beraber nehrin öte yakasına geçen mü’minler ise, Allah’ın huzurunda âciz, O’nun mağrur kulları karşısında aziz insanlar olarak, dergâh-ı İlâhîye yönelirler. Nice az bir topluluğun, Allah’ın izniyle nice çoklara galebe çaldığını hatırlatırlar birbirlerine. Duâ ederler: Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver, kâfirlere karşı bize yardım et.”[2582] Sonuç, Tâlût ve az sayıdaki askerinin, Câlût’un güçlü ve donanımlı ordusuna karşı zafer kazanmasıdır. Üstelik, Câlût da öldürülmüştür. Hem de Dâvûd isimli bir çocuk tarafından ve de, sapan taşıyla!   

Rabbimizin Benî İsrâili imtihan ettiği nehrin, her gün bizim de önümüzden akıp durduğu düşünülmelidir. Evet, maddî anlamda, kimi rivâyetlerden Ürdün nehri olduğu anlaşılan nehirle hemhâl değiliz, onun yanında yaşamıyoruz, belki onu hiç görmedik ve görmeyeceğiz. Ama bir yönden, “sebepler ırmağı”dır o nehrin adı. Ne zaman bir hakikate râm olmaya kalksak, nefis (hevâ) ve şeytan ikilisi, önümüze o nehri sürer. Ne zaman sebeplere mürâcaatı yalnız “fiilî bir duâ” olarak bilip sonuç Allah’tandır diyecek olsak, o sebepler ırmağından kana kana içip kandırılmamızı; sonucu âciz, kör ve sağır sebeplerden bilmemizi ister. Önümüze maddiyatı getirir; dünya malını, şöhreti, iktidarı, parayı, makamı getirir. Bunları en başta mânevî cihad, gereğinde maddî cihad için bir engele dönüştürür. 

Benî İsrâilin çoğunluğu, “susuzluktan ölecek durumda iken, düşmanla nasıl harbederiz?” diye düşünmüştür. O sebeple, kuvvetli olmayı sudan bilerek, İlâhî yasağa rağmen o suyu kana kana içmişlerdir. İnsanı düşmana karşı muzaffer kılan sanki su imiş gibi davranmışlardır. Aynı şekilde, her ne zaman imanî bir cehde girip ubûdiyete uygun bir tavırla donanmak isteyelim, karşımıza “sudan sebepler”in durmaksızın akıp durduğu bir “sebepler ırmağı” çıkarılır: “Bizde o imkânlar olsa...”  “Evet, yapacak çok şey var, ama para yok.”  “ Bunu yapmak isterdim, ama maddiyat gerekiyor...”

Sonuç, bu gerekçelerle, sebepler ırmağının suyunu kana kana içmektir. İçtikçe, insan, umduğunun aksine güçlenmez ve gayreti artmaz; bilakis, Rabbinin esmâ ve sıfatını, rahmet ve kudretini görmekten bir adım daha uzaklaşır, en sonunda hiç mi hiç savaşım veremez, hiç mi hiç cihad cehdini kuşanamaz hale gelir. Artık, olsa olsa, sebepler ırmağının gerisinde, o ırmağı aşamamış bir vaziyette, bir zamanlar bizi hakikat yolculuğuna ve hakikat yolunda enfüsî ve âfâkî engellerle cihada çağıran öncülerle çıktığımız ama yarı yolda döndüğümüz seferin hâtıralarıyla avunuruz. Serzenişler eder, ama hemen peşi sıra, sebepler karşısındaki yılgınlığımızı ele veren cümleler sarfeder; bir adım ötede, durumumuzu mâzur göstermeye yönelik “maslahat” izahları geliştiririz.

Kezâ bu anlayışa göre nicelik de önemlidir. Sayı önemlidir. Bakışlar keyfiyete değil, kemmiyete; niteliğe değil, niceliğe dönüktür. Çünkü nehrin bu tarafında, nicelik geçerlidir. Nehrin öte yakasına geçilmediği sürece, niceliğin egemenliği yakamızı bırakmayacaktır. Oysa, melekûtî bir nazarla bakan, eşyanın hakikatine nazar eden, sebeplere değil, Müsebbibu’l-Esbâb olan Allah’a yapışan için, niteliktir önemli olan. O bilir ki, herşey Rabbimizin izin, havl ve kudretine bağlıdır. O isterse ve hikmeti iktizâ ederse, küçük bir sinek Nemrud’u gebertir, küçücük karıncalar Firavun’un sarayını yıkar, elektron mikroskobuyla dahi görülemeyen bir hepatit virüsü kendini dünyaya bedel sayan bir müstekbiri alteder. Ve bir çocuk, donanımlı ordusunun başındaki heybetli Câlût’u tek bir sapan taşıyla cehenneme gönderir. Esbâb ırmağının öte yakasına geçebilenler, Tâlût’u terk etmeyen az sayıda mü’min gibi, görürler ki, “Allah’ın izniyle, nice azlar, nice çokları yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” [2583]

Yeter ki, bizi daima sebepler batağına çekmeye çalışan hevâ ve şeytan ikilisine karşı Allah’a iman ve emrine itaatle sabır gösterilsin. Ayaklarımız iman üzere olsun ve bu halde sebat bulsun. Sonucu Allah’tan değil; sebeplerden bilme gibi tavırlara kaymasın. Bugün ehl-i dünyanın maddî başarıları ve niceliğin egemenliği karşısında yılgın ve ezik olan ehl-i din için, Rabbimizin zikrettiği bu mânidar kıssa öyle şifâlı, öylesine nûrânî bir reçete sunuyor ki... [2584]                  

Kur'ân-ı Kerim'de Dâvud (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

  • Dâvud (a.s.)’ın İsminin Geçtiği Âyetler (16 Yerde): 2/Bakara, 251; 4/Nisâ, 163; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 84; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10, 13; 38/Sâd, 17, 22, 24, 26, 30.
  • Dâvud (a.s.) ile İlgili Konular:
  • Dâvud (a.s.)’a Allah, Peygamberlik ve Saltanat Vermiştir: 2/Bakara, 251; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78-79; 27/Neml, 15; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 20.
  • Dâvud (a.s.)’a Zebur Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55.
  • Dâvud (a.s.)’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 79; 27/Neml, 15; 34/Seber’, 10; 38/Sâd, 18.
  • Dâvud (a.s.) Hüküm ve Hikmet Sahibidir: 38/Sâd, 20-26
  • Dâvud (a.s.)’ın İbâdeti: 38/Sâd, 17-18.
  • Dâvud (a.s.)’ın Bazı Özellikleri: 21/Enbiyâ, 78-80; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19.
  • Dâvud (a.s.)’ın Zırh Sanatını Bilmesi: 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11.
  • Dâvud (a.s.)’ın, Tâlut’un Ordusunda İken Câlut’u Öldürmesi: 2/Bakara, 251.
  • Tâlut’un İsminin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 2/Bakara, 247, 249.
  • Câlût’un İsminin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 2/Bakara, 249, 250, 251.
  • Zebûr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105

 

                 

S Ü L E Y M A N   (A.S.)

  • Süleyman (a.s.)’ın Hayatı ve Peygamberliği
  • Kur’an-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)
  • Allah Teâlâ’nın Hz. Süleyman’a Bahşettiği Bazı Lütuflar
  • Süleyman (a.s.) ve Belkıs
  • Süleyman (a.s.) Kıssasından Bazı İbret ve Hikmetler
  • Ehl-i Kitabın Süleyman (a.s.) Hakkındaki İftiraları
  • Peygamberliği ve Tevhidî Mesajı, Efsâne ve Masal Ögelerinin Gölgelemesi
  • Süleyman (a.s.) Kıssasından Alacağımız Mesaj ve Dersler

“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese ‘Biz imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi. Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Onlar kesinlikle bilmişlerdir ki, kim onu (sihri) satın alırsa (ona para verirse), onun âhiretten nasîbi yoktur. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” [2585]

 

 

 

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Hayatı ve Peygamberliği

“Süleyman” İsmi, Soyu ve Şemâili: “Süleyman” isminin aslı, İbrânîce olan Salomon’dur. Bu kelime, akl-ı selîm ve nâzik mânâlarına gelen “Selîm” ile eş anlamlıdır. Hz. Süleyman, kendisi gibi kral peygamber olan Dâvud (a.s.)’un (en küçük) oğludur.[2586] Peygamberler, maddî miras bırakmadıkları[2587] için, babasına malda değil; saltanat ve peygamberlikte vâris olmuştur. Rivâyetlere göre Hz. Dâvud’un 19 evlâdından biri olduğu halde, diğer 18 kardeşinden ilim, hikmet, takvâ gibi özellikleri ile küçük yaşlarından beri sivrildiği için, babasının mânevî alanlardaki miraslarına sahip olmuştur.[2588] Milattan önce 1032 ilâ 975 yılları arasında yaşadığı, 1014 yılında babası Hz. Dâvud’un vefatı üzerine İsrâiloğulları krallığını devraldığı tarihî bilgilerden anlaşılmaktadır. Anası, ibâdete düşkün sâliha bir kadındı ve oğlu Süleyman’a geceleri az uyumasını öğütlemişti. Rivâyetlere göre, Kudüs yakınlarında Gazze’de doğdu. Babası gibi önce sultan, sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâ’yı yedi yılda inşâ ettirdi. Kudüs’de vefat etti. Rivâyete göre Hz. Süleyman, beyaz tenli, iri gövdeli, nur yüzlü bir zat olup tüy ve kılları çoktu; beyaz elbise giyerdi. Çok sayıda hanımı olduğu rivâyetleri vardır.

Kitab-ı Mukaddes’e göre, hepsi de kral kızı olan 700 karısı ve 300 de câriyesi vardır.[2589] Hadis-i şerifte ise 90 hanımı olduğu belirtilir.[2590] Rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre, bir gün Hz. Süleyman, bir arzusunu dillendirerek şöyle der: “Vallahi, bu gece 70 (veya 90) hanımımı dolaşırım da, onların her biri Allah yolunda vuruşacak birer süvâri mücâhid dünyaya getirir” diye yeminle bahsetti. Kendisine “inşâallah de!” denildiği halde Süleyman (a.s.) “inşâallah” demeyi unuttu ve bütün hanımlarını dolaştı. Sonuçta hanımlarından sadece biri hâmile kaldı. O da “eksik doğumlu” yani sakat bir çocuk dünyaya getirdi. Hz. Peygamber: “Eğer Süleyman ‘inşâallah’ deseydi, o kadınlardan her biri, muhakkak süvâri olacak ve Allah yolunda savaşacak birer oğlan doğururdu” buyurdu. [2591]

Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.s.) de, rûh, Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn’den bilgi sorulunca; “yarın gelin, haber vereyim!” buyurmuştu. Ancak “inşâallah” demeyi unutmuştu. Bu sebeple Ona da bir müddet vahiy gelmedi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe), hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağım’ deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.” [2592]                 

 

Süleyman (a.s.), Kur’an’da isminden çokça bahsedilen bir peygamberdir. Büyük dünya nimetlerine mazhar olmuştur. Dillere destan, darb-ı mesellere konu olan muazzam bir saltanatın sahibidir. Kuş dilinden anlayan, rüzgârın kendisine âmâde olduğu, İnsanlar, cinler ve kuşlardan müteşekkil ordusu olan kral peygamberdi. Bakır madeni ilk kez kendisi için bir pınar gibi akıtılmıştı. Cinler, itirazsız hizmetini görür ve emrinden dışarı çıkmazlardı. Varlıklı ve mevki sahibi herkes gibi, peygamberlerin tümü için geçerli olduğu şekilde[2593] Süleyman (a.s.) için de birtakım düşmanlar çıkmış ve bunlar çeşitli fitnelerle Hz. Süleyman’ın mülkünde çeşitli ihtilâl denemelerine girişmişti.

 

 

Kur’an-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)

 

“Süleyman” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 17 yerde zikredilir; yani Hz. Süleyman, Kur’an’da 17 yerde ismi geçen bir peygamberdir. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği, şahsiyeti, krallığı ve  hak dini tebliği ile ilgili olarak.[2594] Kur’an’da toplam olarak 51 âyette ondan bahsedilir.

“Bir zaman Dâvud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece Süleyman’ın bunu (dâvâ konusunu, daha derinden) anlamasını Biz sağladık. Bununla birlikte Biz, onların her birine hüküm (sağlam bir muhâkeme gücü, hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik.” [2595]

                           

“İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.” [2596]

 

“Şeytanlardan da, onun için dalgıçlık eden ve bundan başka işler görenler vardı. Bu güçleri de gözetim altında tutan yine Bizdik.” [2597]     

 

“Andolsun ki Biz, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Bunun için onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun’ derlerdi.” [2598]

 

“Süleyman Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (cömertçe, nasip) verildi. Doğrusu bu (Allah’tan) apaçık bir lütuftur.” [2599]

 

“Cinlerden (görünmeyen varlıklardan), İnsanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman’ın hizmetine toplandı; hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.” [2600]

 

“Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.” [2601]

 

“(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni sâlih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına kat.” [2602]

 

“(Bir gün Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” [2603]

 

“Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da mutlaka onu şiddetli bir cezayla azâba uğratacağım veya boğazlayacağım!” [2604]

 

“Çok geçmeden (hüdhüd) gelip ‘Ben, dedi, senin (henüz) bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.” [2605]

 

“Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım.” [2606]

 

“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidâyete giremiyorlar.” [2607]

 

“Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmezler.” [2608]

 

 “(Hâlbuki) O çok büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka tapılacak yoktur.” [2609]

 

“(Süleyman Hüdhüde) dedi ki: ‘Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.” [2610]

 

“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.” [2611]

 

“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi.” [2612]

 

“Mektup Süleyman’dandır, Bismillâhirrahmânirrahîm (diye); Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.” [2613]

 

“Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin’ diye (yazmakta)dır.” [2614]

 

“(Sonra kraliçe) dedi ki: ‘Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam.” [2615]

 

“Onlar, şöyle cevap verdiler: ‘Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaşçılarız; emir ise senindir, artık ne emredeceğini düşün taşın.” [2616]

 

“Kraliçe, ‘hükümdarlar bir memlekete girdilermi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hale getirirler. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır’ dedi.” [2617]

 

“Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.” [2618]

 

“(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi:’Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz.” [2619]

 

“(Ey elçi!) Onlara var (söyle:) İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.” [2620]

 

“(Sonra Süleyman müşâvirlerine) dedi ki: ‘Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melîkenin tahtını bana getirebilir?” [2621]

 

“Cinlerden bir ifrit, ‘sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var’ dedi.” [2622]

 

“Kitaptan ilmi olan kimse ise, ‘gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm’ dedi. (Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.” [2623]       

 

“(Süleyman devamla) dedi ki: ‘Onun tahtını bilemeyeceği bir vaziyete sokun; getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayanlardan mı olacak?” [2624]

 

“Kraliçe gelince, ‘Senin tahtın da böyle mi?’ dendi. O şöyle cevap verdi: ‘Tıpkı o! Zaten bize daha önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik (müslüman olmuştuk).” [2625]

 

“Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir/inkârcı bir kavimdendi.” [2626]

 

“Ona ‘köşke gir!’ dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. Süleyman ‘bu billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemindir’ dedi. Kraliçe dedi ki: ‘Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmiştim. Süleyman’ın maiyyetinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.” [2627]     

“Süleyman’a da sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık) ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azâbı tattırırdık.” [2628]

 

“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!” [2629]

 

“(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu sûretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” [2630] 

“Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.” [2631]

 

“Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir ayağını yere diken çalımlı ve  safkan koşu atları sunulmuştu.” [2632]

 

“Süleyman, ‘gerçekte ben mal sevgisine, Rabbimi anmayı sağladığı için düştüm’ dedi. Nihâyet bu atlar koşup gözden kayboldukları zaman, ‘onları bana getirin!’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” [2633]

 

“Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.” [2634]

 

“Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[2635]

 

“Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları onun emrine verdik.”[2636]

 

“İşte Bizim bağışımız budur. İster ver, ister tut; hesapsızdır’ dedik.” [2637]

 

“Doğrusu onun, Bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir istikbâli vardı.” [2638]

     

     

 

Allah Teâlâ’nın Hz. Süleyman’a Bahşettiği Bazı Lütuflar

 

Ehl-i Kitap, Hz. Süleyman’ı peygamber olarak tanımaz. Kendisinden Kitab-ı Mukaddes’ te daima “kral” olarak bahsedilir.[2639] Kur’an-ı Kerim ise Süleyman’ı (a.s.) vahye mazhar olmuş peygamberler arasında sayar.[2640] Kendisine Allah tarafından bahşedilen nimetlerden bazılarını dile getirir:

1- Kuş Dilini Bilmesi: Kur’an, bu konuda şöyle der: “Süleyman Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (cömertçe, nasip) verildi. Doğrusu bu (Allah’tan) apaçık bir lütuftur.”[2641] Kuşların, hayvanların dilini bilmesi, Hz. Süleyman’a Allah’ın bahşettiği bir mûcizeydi. Ona bu mûcize sâyesinde, kuşların hislerindeki münâsebetleri sezecek kadar derin ve uzaklardaki cüz’î şeylere nüfuz edecek kadar yüksek bir his ve idrâkle birlikte, aynı zamanda kuşların tabiatı olan “uçma”nın ilmi öğretilmişti.[2642] Hz. Süleyman’a kuş dilinin öğretilmesi kesin olmakla birlikte, işin detayları ve nasıl olduğu bizce meçhuldür.

2- Hz. Süleyman’ın Atları: Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın atlarından şu şekilde bahsediyor: “Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir ayağını yere diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. Süleyman, ‘gerçekte ben mal (yani at) sevgisine, Rabbimi anmayı sağladığı için düştüm’ dedi. Nihâyet bu atlar koşup gözden kayboldukları zaman, ‘onları bana getirin!’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.”[2643] Atın üç ayağını yere basıp dördüncünün tırnağını dikerek duruşu, en güzel duruşu ifade eder ki bu hal ekseriya safkan Arap atlarında görülür. Âyette bir de Süleyman’ın (a.s.) atlarının güzel koştuğuna işaret edilmiştir. En fazla beğenilip övülen iki sıfatı dile getirilen bu atların sayısı hakkında 20’den 20 bin’e kadar, cinsi hakkında da savaş atından kanatlı olmasına kadar hayli değişik rivâyetler vardır ki, bu tür rivâyetlerin Hz. Peygamber’den mervî sahih haberler olmadığı için, sadece abartı ve masalımsı unsurların boyutları açısından değerlendirmelidir. At sevgisi fıtrîdir, salma atlara karşı düşkünlük insanlara çekici kılınmış, süslü gösterilmiştir.[2644] Mü’minlerin düşmanlara karşı, onları korkutacak şekilde, gücü yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlaması Kur’an’ın emridir.[2645] Peygamberimiz (s.a.s.) de, kıyâmete kadar “at”ta hayır olduğunu belirtir. [2646]

 

3- Hz. Süleyman’ın Üç Duâsı: Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre, Süleyman (a.s.) Beytü’l-Makdis’i yapıp bitirdiği zaman Allah’tan:

a) Allah’ın hükmüne uygun hüküm; İnsanlar arasındaki dâvâ konusu problemlerde ve ictihada dayanan hususlarda Allah’ın kendisini doğruya ulaştırması,

b) Kendisinden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak mülk ve saltanat;

c) Mescidine ibâdet niyetiyle girecek herkesin, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınmasını dilemiş ve bu dilekleri kabul edilmiştir.[2647] Bu hadisin başka varyantlarındaki ifadeye göre Süleyman’a (a.s.) ilk iki dileği verilmiştir. Hz. Peygamber, “sonuncu dileğin biz (Muhammed ümmetin)e verilmesini umarız.”[2648] buyurmuştur.

 

Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman’a ait bu dileklerden ikisine temas eder. Şöyle ki: Gece vakti çobansız bir sürünün bir tarlada meydana getirdiği zararla ilgili olarak Hz. Dâvud ve oğlu Hz. Süleyman ayrı ayrı hüküm vermişlerdi. Meselenin çözümü Allah tarafından Süleyman’a (a.s.) anlatılmıştı: “Bir zaman Dâvud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece Süleyman’ın bunu (dâvâ konusunu, daha derinden) anlamasını Biz sağladık. Bununla birlikte Biz, onların her birine hüküm (sağlam bir muhâkeme gücü, hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik.”[2649] Tefsirlerde anlatıldığına göre, ekin sahibi ile koyun sürüsü sahipleri arasındaki dâvâda hâkimlik yapan Dâvud (a.s.) ile Süleyman (a.s.), farklı hükümler vermişlerdi. Hz. Dâvud, tahrip edilen ekinin kıymetinin, koyunların kıymetine denk olduğunu göz önüne alarak, koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmetmişti. Oğlu Süleyman ise, şu hükme varmıştı: Ekin tarlası koyun sahiplerine verilmeli, onlar ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üstlenmelidir. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve kuzularından yararlandırılmalıdır. Hz. Dâvud, oğlunun bu ictihâdını beğenerek kendi görüşünden vazgeçmişti. 

Kur’an ikinci dileğe şöyle temas eder: “Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[2650] Hz. Süleyman’ın bu dileğine nâil olduğuna müteâkip âyetler işaret eder. Ayrıca Hz. Peygamber’in, birçok hadis mecmuasında yer alan bir vâkıası da bunu teyid eder: Peygamberimiz, namaz kıldığı esnâda, ibâdetine engel olmak için kendisine hücum eden cin tâifesinden bir ifriti zararsız hale getirdikten sonra onu mescidin direklerinden birine bağlamayı ve ashâbına göstermeyi düşünmüş, fakat kardeşi Süleyman peygamberin duâsını hatırladığı için bundan vazgeçmiştir. [2651]

   

Mevsuk hadislerde bir de yine Dâvud (a.s.)’la oğlu Süleyman (a.s.) arasında geçmiş fetvâ konusu başka bir olaya yer verilir. Bir çocuk üzerinde hak iddia eden iki anne arasında geçen olayla ilgili hükümde de yine Hz. Süleyman haklı çıkmıştır. Olay şöyledir:         

 

“Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan çocuğu (bebek) vardı. Yolda giderlerken, bir kurt gelip kadınlardan birinin (büyük kadının) çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına: ‘Kurt, senin çocuğunu götürdü’ dedi. Öbür kadın: ‘Hayır, senin çocuğunu götürdü!’ dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvud (a.s.)’a mürâcaat ettiler. Dâvud (a.s.) da, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. (Daha sonra kadınlar) muhâkemeden çıkıp Dâvud (a.s.)’un oğlu Süleyman (a.s.)’a gittiler. Dâvud(a.s.)’un hükmünü söylediler. Süleyman (a.s.) da: ‘Bana bir bıçak getirin!’ Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım!’ dedi. Bunun üzerine küçük kadın: ‘Aman, sakın öyle yapma! Allah sana rahmet etsin! Çocuk bu kadınındır’ dedi. Bunun üzerine Süleyman (a.s.), çocuğun (kesilmesine şiddetli tepki gösteren ve hayatta kalması için kendi analığından fedâkârlık gösteren) küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” [2652]  

 

4- Rüzgârın Emrine Verilmesi: Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.”[2653] Başka bir âyet, bu rüzgârın Süleyman (a.s.)’ı sabahtan öğleye ve öğleden akşama kadarki zaman içerisinde, yürüyüşle birer aylık mesâfeye (takriben 900 km.) götürdüğünü beyan eder.[2654] Rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine âmâde kılınması konusunda pek çok rivâyet vardır ve bu rivâyetlerde hâkim unsur isrâiliyattır; bu rivâyetlerden sakınmak evlâ, Kur’an’ın nassı ile yetinmek en sağlam yoldur.[2655] Eski tefsir, kasasu’l-enbiyâ ve tarih kitaplarımız isrâiliyat kaynaklı akla mantığa ters rivâyetlerle maalesef doludur. Hz. Süleyman, bu anlatımlarda tevhid peygamberi vasfından ziyade bir masal kahramanı, efsânevî destansı kişi hüviyetindedir. Hakikatini bilmediğimiz ve tahkikten de uzak olduğumuz bu tür hurâfelere girmemek gerekir.

 

5- Hz. Süleyman’a Verilen “Aynü’l-Kıtr”: Sebe’ sûresinin 12. âyetinde Allah. “aynü’l-kıtr’ı ona sel gibi akıttık” buyurur. Bütün müfessirler bunun “erimiş bakır madeni” olduğunda müttefiktirler. (Bu âyette geçen “aynü’l-kıtr”ın petrol olduğunu iddia edenler varsa da bu, hiçbir delile dayanmayan hayali bir görüştür.) Bu sâyede Hz. Süleyman kendisine lâzım olan binaları, âlet ve edevâtı, muhtemelen ordusunun techizatını kolaylıkla yapmaya ve temin etmeye muvaffak olmuştur. Bakır madeni bir mûcize olarak Hz. Süleyman’a cidden bir pınar gibi mi akıtıldı, yoksa bu, Süleyman’ın (a.s.) ilim ve fen yardımıyla bakırı eritmesinden kinâye midir? Bu soru da zihinleri meşgul etmiştir. Bu iki ayrı görüşü savunan iki büyük müfessiri örnek olarak verebiliriz: Fahreddin Râzi, bu işi mûcize olarak düşünmeyenleri kınar ve bunları inanç zayıflığı ve Allah’ın kudretine itimatsızlıkla itham eder. Elmalılı ise, bakırın ilim ve sanatla akıtılmış olmasını peygamberlik makamı için daha mühim görür. [2656]

 

6- Timsaller/Heykeller ve Dalgıçlar: Kur’ân-ı Kerim, Süleyman (a.s.)’a iş gören bazı cinlerin râm edildiğini bildirir ki bunlar, ona, mihrablar (mescidler), timsaller/heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, sâbit kazanlar yaparlardı. [2657]

Timsâl: Canlı veya cansız bir şeyin aslına benzer biçimde yapılan herhangi bir sûreti, heykelidir. Cinlerin Hz. Süleyman için yaptıkları, onların aynı zamanda sanatkâr ve ellerine iş yakışır, belli bir seviyede hesap kitap, ilim-irfan sahibi olduklarını ifade eder. Ve yine aynı âyetler Hz. Süleyman’ın halka son derece şefkatli, onların huzurunu ön planda tutan ve düşünen bir kişi olduğunu da ifade ederler. İri iri çanaklar, havuz büyüklüğünde yerinden kalkmaz çömlek, tencere ve kazan gibi kapların yapılması, Hz. Süleyman’ın fakir dostu olduğunu, kurulan muazzam sofralarda halkın ağırlandığını ifade eder. [2658]

Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman’a şeytanlardan bina ustaları, dalgıçlar ve fesatlarına meydan verilmeyecek bir sûrette sıkı kontrole tâbi olan diğerlerinin de râm edildiğini bildirir.[2659] ki, rivâyetlere göre dalgıçlar, Hz. Süleyman’a denizlerde bulunan her çeşit süs eşyasını, cevher ve incileri bulup çıkarırlardı. Şeytanların Hz. Süleyman’ın emrine râm edilmesinden sonra onun için yaptıkları ve bunların nelerden ibaret oldukları yolunda birçok rivâyet varsa da, bunlara itibar etmemek, Kur’an’ın nassı ile yetinmek ve dolayısıyla hurâfelere dalmamak en hayırlı iştir. [2660]

Hz. Süleyman ve Nemle (Karınca): Hz. Süleyman maiyetiyle bir sefere çıktığında yolları “karınca vâdisi”ne uğrar; ya da karıncaların olduğu bir vâdiden geçerler. Süleyman ve ordusunun kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gören bir nemle/karınca (muhtemelen reis durumunda olan, arkadaşlarını uyarır): “Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.” (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni sâlih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına kat.”[2661] Bu âyetlerde bir karıncanın, kendi hemcinslerini, Süleyman’ın (a.s.) ordusu tarafından çiğnenmesinler diye uyardığını görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bunun dışında herhangi bir bilgi mevcut değildir. Buna rağmen tarih ve tefsir kitaplarına konuyla ilgili yığın yığın mâlûmat dercedilmiştir.

 

 

Hz. Süleyman’ın Kürsüsüne Atılan Ceset: Süleyman’la (a.s.) ilgili olarak bir âyette şöyle buyrulur: “Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.”[2662] Kürsüye atılan “ceset” konusu müfessirleri çok meşgul etmiş ve buna dair hayli değişik izahlara yer verilmiştir.

 

Kur’an’da anılan bu cesedin ne olduğu ve bundan neyin kastedildiği kesin olarak belli değildir. Konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den de bir açıklama yoktur. Hurâfelerden uzak kalmak düşüncesiyle bazı müfessirler cesetten maksadın hadislerde bahis konusu edilen “yarım çocuk” olduğunu ifade ediyorlarsa da bunda da kesinlik yoktur ve bazı yönleriyle tenkide müsaittir. Âyette Hz. Süleyman’ın fitneye düşürüldüğü ve kürsüsüne bir cesedin atıldığı bildirildiğine göre böyle bir şey olmuş demektir. Ama bunun, şu veya bu diye kestirilip atılmasına imkân yoktur. Muhtemelen Hz. Süleyman’ın Beytü’l-Makdis’i yaptırdığı sırada inşaat işlerinde çalıştırdığı sanatkârlar içinde, çeşitli hilelere vâkıf dessas kişiler vardı. Bu şeytanların veya şeytan ruhluların planladıkları bir ihtilâl yüzünden Hz. Süleyman bir müddet nüfûzunu yitirmiş veya tahtından uzaklaşmış, bu sûretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir ceset halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı işgal edilip, ona muayyen bir zaman için heykel gibi birisi oturtulmuş olabilir.

 

 

Hz. Süleyman’ın Mülkünün Genişliği: Hz. Süleyman Cenâb-ı Hak’tan kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat istemişti. Kur’an, onun duâsının kabul edildiğini ve dileğine nâil olduğunu haber verir.[2663] Bahis konusu mülkün daha ziyade mânevî mülk olduğu ve mânevî varlıklara tasarrufta bulunduğu anlaşılıyor. Fakat bilindiği gibi Hz. Süleyman, peygamber olması yanında aynı zamanda bir kraldı. Kral, coğrafî bir vatan üzerinde hükmeden kişi olduğuna göre Hz. Süleyman da bundan hâriç tutulamaz. Bugünkü Filistin’le Ürdün’ün tamamı ve Sûriye’nin bir kısmını içine alan topraklarında hüküm sürdüğünü tarihî bilgilerden ve ilgili haberlerden öğrendiğimiz Süleyman’ın (a.s.) hükmettiği topraklar hakkında aşırı büyüklüklere ve abartılı tasvirlere yer verildiğini görüyoruz.

 

 

Süleyman (a.s.) ve Belkıs         

Belkıs, Sebe’ kraliçesinin ismidir. Hz. Süleyman’ın hizmetinde bulunan Hüdhüd’ün haberi sonucu Süleyman (a.s.) ona mektup yazar. Durumu kendi adamlarıyla görüşen Belkıs maiyetinden bazısı ve birtakım hediyelerle yurdundan kalkar ve Hz. Süleyman’ın ziyaretine gelir. Bu ziyaret ve ona tekaddüm eden mektup olayı üzerine de teşekkül eden hayli zengin efsâneler kitaplara konu olmuştur.

 

Süleyman (a.s.) ve Hüdhüd: Halkımız arasında “ibibik” ve “çavuş kuşu” gibi isimlerle anılan hüdhüd, müslümanlarca muhterem tanınan bir kuştur ve Hz. Peygamber öldürülmesini ve avlanmasını yasak etmiştir.[2664] Başında dikkat çeken bir sorgucu bulunan bu kuşun huy ve itiyatları hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ana ve babasına gösterdiği hürmet özellikle belirtilir. Hüdhüdün ölen anasını kefenleyerek cesedini, bir istirahat yeri buluncaya kadar, sırtında ve başında taşıdığı yolunda bir hikâye anlatılır ve sırtının kahverengi oluşu buna bağlanır. Eşi ölünce hüdhüd yeni bir eş aramaz. Ebeveyni yaşlanınca, onların yiyeceklerini temin eder. [2665]

 

Kısaca tanıtılmaya çalışılan hüdhüdün Hz. Süleyman ile Belkıs kıssasında rolü büyüktür. İbn Abbas’tan nakle göre, Hz. Süleyman’ın (a.s.) özellikle hava yolculuklarında kendisi ve ordusu için su lâzım olduğunda hüdhüdü çağırırdı. Hz. Süleyman’ın su mühendisi olan bu kuş, İnsanların yeryüzünde olan bir cismi gördükleri gibi arzın derinliklerinde bulunan suyu görür ve onun ne kadar derinlikte olduğunu da anlardı. Suyun yer ve derinliği böylece keşfedildikten sonra Süleyman görevlilere emreder, orası kazılır ve su çıkarılırdı.[2666] Ordusunda bu kadar önemli bir görev yaptığı söylenen hüdhüdü bir gün Hz. Süleyman arar. “(Bir gün Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?”[2667] Hüdhüdü aradığı anda bulamayan Hz. Süleyman kızar ve şöyle der: “Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da mutlaka onu şiddetli bir cezayla azâba uğratacağım veya boğazlayacağım!” [2668]

 

Belkıs’ın Tahtının Getirilmesi:  Hz. Süleyman, kendisini ziyarete gelmekte olan Belkıs ve maiyetinin ulaşmasından önce kraliçenin dillere destan özelliklere sahip meşhur tahtının getirilmesini arzu etti. Allah’ın bir lütfu olarak taht çok kısa bir müddet içinde getirilip Hz. Süleyman (a.s.)’ın yanına kondu.[2669] Tahtın nasıl geldiği merakını gidermek için bu konuda bazı tarihçi ve müfessirler birbirini tutmayan çok çeşitli ifadeler kullanmışlardır.

 

Belkıs’ın Hz. Süleyman’a Takdim Ettiği Hediyeler: Hz. Süleyman’ın, müslüman olmalarını isteyen mektubunu alan Belkıs, durumu maiyetiyle istişâre eder ve neticede, önce Hz. Süleyman’a (a.s.) elçiler ve hediyeler göndermeye, sonra da bizzat ziyaret etmeye karar verir. Ziyaretinden önce gönderdiği hediyeler, bir gerekçe ile redde uğrar. Kendisinin dünya peşinde koşan bir insan değil; hak dini yayma çabasında bir peygamber olduğunu karşı tarafa oldukça sert ve kesin bir ifadeyle bildiren Hz. Süleyman sonuç olarak misafirlerini karşısında bulur.

 

Hz. Süleyman Belkıs ile Evlendi mi? Hz. Süleyman’ın Belkıs’ı alıp almadığı da merak konusu olmuş, soruya olumlu ve olumsuz karşılıklar verilmiştir. Rivâyetlerin ekseriyeti evlendiklerini beyan ediyorsa da buna dair Kur’an ve hadislerde hiçbir açıklama yoktur; sıhhatine inanılır bir haber de mevcut değildir.

 

 

Ölümü Bildiren “Dâbbetü’l-Arz”: Yüce Allah “gaybı bilirim” iddiasında bulunan cinlere ve onlarla aynı paralelde hareket etmek için çaba sarfeden kötü ruhlu insanlara ebedî bir ders vermek için Hz. Süleyman’ın ölümünü gizlemiş, onu hayatta sanan cinler uzun bir müddet daha tıpkı sağlığında olduğu gibi ağır işlerde çalışmaya devam etmişler ve akılsızca “zillet verici azap içinde” beklemiş durmuşlardır.[2670] Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Süleyman’ın vefatını asası vâsıtasıyla halka duyurduğu mutlak bir gerçektir. Süleyman (a.s.) irtihal edince, na’şının uzun süre asasına dayanarak ayakta kaldığı anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın ölümünü anlamadıkları için hayatında olduğu gibi, yorucu işlere Onun ölümünden sonra da bir süre daha devam etmişlerdi. O halde gaybı ancak Allah bilir.

 

 

Hz. Süleyman’ın hayatını ve kıssasını özetlersek; Dâvud Peygamber’in oğlu olan Süleyman (a.s.) dillere destan ve darb-ı mesellere konu olan muazzam bir saltanatın sahibidir. Kur’an, kendine verilen hârikulâde nimet ve hasletlerden bazısını zikreder. Hz. Peygamber’in hadislerinde de “Süleyman” ismine oldukça sık rastlanır. Kuş dilini bilen Hz. Süleyman’a maddî ve mânevî sahada büyük bir tasarruf gücü verilmişti. İstediği takdirde rüzgâr kendisini çok kısa bir müddet zarfında “bir aylık” mesafeye götürür; şeytanlar kendisine muazzam kap kacak, çanak çömlek gibi mutfak eşyaları yanınde devâsâ binalar inşâ ederlerdi. Tarihte ilk kez bakır madeninin kendisine Yüce Allah’ın kudreti eseri “su gibi” akıtıldığı Süleyman (a.s.) bu sâyede de son derece dayanıklı malzeme ve evlere, muhtemelen ordusunun ihtiyacı olan silâhlara, harp araç ve gereçlerine, kışlalar ve kervansaraylara sahip olmuştur.

 

Sağlığında halk içinde cereyan eden hâdiselerde hakem, dâvâlarda yargıç vazifesi gören Hz. Süleyman, son derece isabetli sonuçlara varmış ve hatta bu konuda babası Hz. Dâvud’u geçmiştir. Kur’an onun bu durumuna kısaca temas eder, hadisler de izah eder.                

    

Mevki sahibi olan ve nimet içinde yüzen herkes için olduğu gibi Hz. Süleyman için de sağlığında sayıları oldukça kabarık bir gayr-ı memnunlar zümresi türemiş ve şeytan ruhlu bu adamlarla İblis ve avanesinin iş birliği sonucu, iktidarı aleyhine hayli kesif bir propaganda ve yıkım faâliyeti sürdürülmüş, bunların bir sonucu olarak Hz. Süleyman bir müddet tahtından ayrı kalmış veya güç ve nüfuzunu yitirmiştir.

Hüdhüdün haberi sonucu Yemen ülkesinin kraliçesi Belkıs ile irtibat kuran Hz. Süleyman (a.s.) önce mektup yazmış, sonra da ziyaretine gelen bu kadının ziyaretinden önce tahtını da getirmiş, gördüğü manzaradan hayretler içinde kalan kraliçenin maiyeti ile birlikte Allah’a teslimiyetine vesile olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın “ağaç kurdu” ile ölümünü insanlara ve cinlere bildirdiği Hz. Süleyman elli küsur yıl ömür sürdükten sonra Kudüs’te bu fâni âleme vedâ etmiştir. Görkemli saltanatın yerinde sahibinin ölümünü müteâkip yeller esmiş; ondan bize, dünyaya karşı zühdü öğütleyen birkaç cümle ve atasözü miras kalmıştır. Bir örnek verelim:

“Seyr etti havâ üzre derler taht-ı Süleyman,

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!” 

Hz. Süleyman’ın Kur’an ve hadiste çok muhtasar anlatılan bazı halleri ve buna bağlı olan diğer şeyler, meraklı yazarlarca, rivâyetlerin kaynağına bakılmaksızın zenginleştirilmiş ve bu iş yapılırken de kritik bir zihniyete sahip olunmadığı için onun özellikle yüzüğü (mührü), havaî seyahatleri, hanımları, atları, emrine âmâde cinler ve şeytanlar, Belkıs’ın ziyareti, ihtişamı ve ölümü gibi konularda anlamsız, gereksiz, mantık dışı, geniş ölçüde hayal mahsulü olan bilgilere, isrâilî haberlere, efsânelere yer verilmiştir. Bunlar onu gerçek bir kral ve Allah elçisi değil; destanî bir hüviyete büründürmüştür. Hz. Süleyman’ı anlatan eski tefsir ve tarih kitaplarındaki bilgilerin büyük çoğunluğu, gerçekle irtibatlı değildir; Hz. Süleyman hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin bunu göz önünde bulundurmaları faydalı olur. [2671]        

 

Süleyman (a.s.) Kıssasından Bazı İbret ve Hikmetler

 

“Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için çok ibret vardır.”[2672]; “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi kıssa olarak sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [2673]

 

Hakka Dâvet ve Açık Mesaj:“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi. ‘Mektup Süleyman’dandır, Bismillâhirrahmânirrahîm; Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır. ‘Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin’ diye (yazmakta)dır.”[2674] Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, İslâm’a dâvet ve tebliğ görevini üstlenen peygamberler, her vesileyle insanlara, hatta başka ülkelerdeki uygun kişilere İslâm mesajını sunmuşlardır. Mektup gibi iletişim araçlarından faydalanmışlar, mektuba ilk başlarken bile ilk söz ve dâvetleri Allah olmuştur. Nitekim Peygamberimiz de (s.a.s.), zamanında yaşayan farklı ülkelerin devlet başkanlarına İslâm dâvetini içeren mektuplar göndermiştir.

Süleyman (a.s.), mektubundaki besmele ile Belkıs’a ibâdetin yalnız Allah’a yapılacağını anlatmış, dikkatleri ilk planda Rahmân ve Rahîm olan Allah’a çekmişti. “Bana karşı baş kaldırmayın!” demek sûretiyle de, nefis muhâsebesine dâvet etti ve “teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin” diyerek net bir şekilde dâvetini yaptı, bütün huzurun İslâm’da olduğunu ifade etti. Bütün bunlar bizim için, peygamberlerin vârisleri âlimler için örneklerdir.  

Allah’tan Nimet İsterken Gösterdiği Hassâsiyet: “Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[2675] Âyet-i kerimenin başlangıcında belirtilen Hz. Süleyman’ın ifadesi gösteriyor ki o, nefsinin Allah’ın bağışı olan nimetlerden olumsuz etkilenmemesi için Allah’ın yardımını da istemekte, peşinen af talep etmektedir. Süleyman (a.s.)’ın kimsenin muktedir olamayacağı güçlerin, başkalarının ulaşamayacağı bazı mânevî mülkün kendisine verilmesini istemesi, övünmek ve hevâsını tatmin etmek için değildi. Zamanındaki kâfir ve zâlim kralları zelîl etmek, Allah’a teslim olup kulluk yapmalarına engel olan gururlarını kırmak içindi. Çünkü, hemen her dönemde olduğu gibi onun devrindeki krallar, gurur, kibir, zulüm, ihtişam sergilemek için büyük savurganlık ve sömürü içindeydi. Fahreddin Râzi, bu âyete şöyle de mânâ vermiştir: “Bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra ‘dünya mülkünün vefâsı olsaydı, Süleyman’a olurdu!’ denilsin de, kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın!” Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süleyman’ın (a.s.) asıl maksadı, dünya mülkünü değil; âhiret mülkünü istemektir. Yoksa, Allah’ın sünneti, âhiretten kopuk şekilde sadece dünya nimetlerini isteyeni esas yurt olan öteki âlemde nasipsiz bırakmaktır. Bir peygamberin böyle geçici küçük faydayı, büyük ve ebedî nimetlere tercih etmesi düşünülemez. “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz; fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” [2676]   

Dünya Malına Karşı Tavrı, Hırsa Kapılmaması, Tâğutların Rüşvet Gibi Olan Hediyelerini Reddetmesi: Kendisini İslâm’a dâvet eden mektubu alıp okuduktan sonra, Belkıs, durumu halkının ileri gelenleriyle, yani istişâre kurulu ile görüşmüş, neticede Hz. Süleyman’a elçiler gönderip çok kıymetli hediyeler sunarak onun dâvet ve baskısından kurtulma kararı almıştı. Belkıs şöyle demişti: “Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.”[2677] Süleyman (a.s.) ise onların hediyelerine güvendiklerini anlamış ve o hediyeleri bir rüşvet mâhiyetinde görerek tehdit edercesine geri göndermişti. “(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi:’Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. (Ey elçi!) Onlara var (söyle:) İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.” [2678]

“...(Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.”[2679] Bir mûcize eseri olarak Allah’ın lütfu gereği binlerce kilometre uzaktan Belkıs’ın dillere destan tahtını, göz açıp kapamadan daha kısa bir zamanda naklini gerçekleştiren Hz. Süleyman, bunu kendi nefsine ve diğer zayıf yaratıklara haml etmeyip Allah’ın lütfu olarak görmektedir. Günümüzde bile henüz gerçekleştirilemeyen eşya naklinin Allah’ın izniyle çok kısa bir anda gerçekleştirildiğini gören Hz. Süleyman, her şeyin olduğu gibi bu nimetin de Allah’ın bir sınavı olduğunu değerlendirir ve şükretme vesilesi kabul eder.   

Kahramanlar Ayakta Ölür: “(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu sûretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”[2680] Hz. Süleyman’ın bastonuna dayanarak ayakta ölmesi de düşündürücüdür. Sürünerek yaşamayı ayakta ölmeye tercih eden günümüz dünya adamlarına bakıldığında bu örneğin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Hz. Süleyman’ın hayatı gibi ölümü de bir tevhid mücâdelesi ve hak mesajı idi. Gaybı, Allah’tan başka hiçbir varlığın bilemediğini, cinlere ve şeytanlaşan insanlara Allah bir ağaç kurdu örneği ile göstermektedir.

 

Muazzam Dünya Servet ve Saltanatını Kalbinin Dışında Taşıması: Allah Teâlâ, peygamberler içinden varlık sahibi olarak Süleyman’ı (a.s.) örnek vermektedir. Süleyman (a.s.) ile Karun’un, emperyalist zenginlerin arasındaki temel fark şundan kaynaklanıyor: Hz. Süleyman, mülkün Allah’a ait olduğunu, bunun insanlara bir sınav için geçici bir süre verildiğini, nimetlere bol bol şükredilmesi gerektiğini iyi biliyor ve kendisine emânet olarak bahşedilen dünya servetini daima kalbinin dışında taşıyordu. “Eğer siz şükrederseniz, size olan nimetlerimi arttırırım.”[2681] Nimetlerin artmasının yolunun da şükürden geçtiğini bildiğinden Allah’ın emri gereği bol bol şükrediyordu. “Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.”[2682] Kur’an, Hz. Süleyman’ın daima Allah’a yöneldiğini[2683] haber verir. Dâvud ve Süleyman peygamberler, çok şükür ve hamd eden İnsanlardı: “Andolsun ki, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. İkisi de: ‘Bizi mü’min kullarının çoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun’ dediler.” [2684]   

 

Hz. Süleyman örneği göstermektedir ki, dünya malı, mülkü ve saltanatı, sadece belirli bir zaman dilimi için ve sınırlı bir şekilde istifade olduğu gibi, bir sınavdır da. “Ey İnsanlar! Hepiniz Allah’a karşı fakirsiniz, muhtaçsınız. Zengin ve hamde/övülmeye lâyık olan ancak O’dur.”[2685] İnsan emânetçidir; mülk tümüyle Allah’ındır. “Göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı Allah’a âittir. Allah’ın gücü her şeye yeter.”[2686]; “De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü ve hükümranlığı dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü hayır senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye kadirsin.”[2687]; “Kim izzet (güç ve şeref) isterse (bilsin ki), izzet tümüyle Allah’ındır.” [2688] 

 

 

 

Ehl-i Kitabın Süleyman a.s. Hakkındaki İftiraları 

Kitab-ı Mukaddes’de 31 baptan (bölüm) meydana gelen “Süleyman’ın Meselleri”nin Hz. Süleyman’a ait olduğu yahûdi kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman’ın hikmetli sözlerinden örnekler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, yine Kitab-ı Mukaddes’de sekiz baptan meydana gelen ve Onun yazdığı iddia edilen “Neşîdelerin Neşîdesi” bölümünde, bir peygamber’e hiç de yakışmayacak aşk ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat’ın tahrife uğradığını açıkça göstermektedir. Neşîdelerin Neşîdesi baştan sona okununca bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar yahûdiler dahi kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak yahûdi mezheplerinden Ferisiliği desteklemek için “Süleyman’ın Mezmurları” adıyla uydurulmuş 18 Mezmur daha vardır. Bunlar Tevrat’a alınmamıştır. Tevrat’taki Mezmurlar Onun babası Hz. Dâvud’a atfedilir.

Hıristiyan ve yahûdiler, onu peygamber olarak kabul etmezler, onu sadece kral, hem de krallığını büyüye borçlu, büyücü bir kral olarak görürler. Birçok sihir kitabını onun yazdığı iddia edilerek ona iftira atılır. Ölümünden sonra, sarayının altında gömülü olan büyü kitaplarını cinlerin gömüldükleri yerden çıkardıkları gibi ithamlar yapılır. Hz. Süleyman’ın büyük saltanat ve güçlerini büyülerle elde ettiği yolunda Tevrat[2689] kaynaklı isnad, itham ve iftirasını Kur’ân-ı Kerim şiddetle reddeder. Kitab-ı Mukaddes’i tahrif edenler, Hz. Süleyman için, puta tapma suçu işlediği iftirasını da Tevrat’a geçirmekten[2690] çekinmemişlerdir. Yahûdilere göre o, sihirbazlığın mûcidi bir büyücü kraldır; krallığını büyülü güç kaynağı yüzüğünden almaktadır.

Peygamberliği ve Tevhidî Mesajı, Efsâne ve Masal Ögelerinin Gölgelemesi

Hz. Süleyman’ın Kişiliği, Hanımları: Bazı eski tefsirlerin ve tarih kitaplarının Hz. Süleyman’ın hanımları ve câriyelerinin sayıları ile ilgili olarak verdikleri rakamlar çeşitlidir. 700 hanımı ve 300 odalığı, 300 hanımı ve 700 odalığı veya 300 hanımı 900 odalığı olduğu rivâyetlerine yer verilir. Kitaplarında bu abartılı rakamlara yer veren Taberî ve Kurtubî gibi yazarlar, bu kadar hanımın hakkını edâ için Hz. Süleyman’a yüz erkeğin şehveti verildiğine dair haberler de kaydetmişlerdir. Bu konuda 38/Sâd, 39. âyetine istinad etmişlerdir. Hâlbuki bu âyette Hz. Süleyman’a verildiği söylenen şehvet ve erkeklik gücüne dolaylı da olsa en ufak bir işaret yoktur. Taberî’nin de bu rivâyeti tenkit ederken dediği gibi, Hz. Süleyman’a verilen şeyin “şehvet” değil; “mülk ve saltanat” olduğudur. Hz. Süleyman’ın eş ve câriyelerinin toplam 1000 olduğu yolunda tefsirlere geçen rivâyetlerin kaynağı Kitab-ı Mukaddes’tir. I. Krallar bab 113’de aynen şöyle denir: “Ve onun 700 karısı kral kızı olup, 300 de câriyesi vardı.”

 

 

Hz. Süleyman ve Rüzgâr: “İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle  esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın  emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.”[2691]; “Süleyman’a da sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık)...”[2692] Bu âyetlerde Süleyman’ın (a.s.) emrine verilen rüzgârla ilgili hayli masalımsı söylentiler kitaplara geçmiştir. Bu rivâyetlere göre Hz. Süleyman’ın ahşaptan mâmul bir döşemesi/tahtı vardı. Bir gezinti, bir sefer, bir kral veya düşmanla savaşmak gerektiğinde, lâzım olan her şey bunun üzerine yüklenirdi. Bu öyle geniş bir döşeme/taht idi ki, bütün evler, köşkler, çadırlar, mallar, malzemeler, atlar, develer, ağırlıklar, ins ve cinden erkekler, kuşlar ve diğer hayvanlardan her şeyi içine alırdı. Yükleme işi bitince rüzgâra emreder, o da döşemenin altına girer ve onu havaya kaldırırdı. Muayyen bir yüksekliğe çıktıktan sonra, tatlı ve yumuşak esen rüzgâr onu alır götürürdü. Eğer daha serî bir hareket arzu edilirse, o zaman bu işi şiddetli esen rüzgâr yapardı.[2693] Kaynaklar, bir ihtiyaç halinde Süleyman (a.s.) için 600 veya 600 bin tahtın kurulduğunu kaydederler. Tahtların kurulmasını müteâkip önce İnsanların eşrâfı gelerek Hz. Süleyman’ın yanındaki tahtlara, bundan sonra cinlerin eşrâfı gelir ve insanlara yakın olan tahtlara oturur; sonra kuşları çağırır ve onlar da bu oturanlara gölge yapar; sonra da rüzgârı çağırırdı.[2694] Hz. Süleyman’ın bu ahşap tahtının 1000 rüknü (sütun, direk) bulunduğunu, her rükünde bir evin olduğu, her bir rüknün 1000 şeytanın omzunda taşındığı da rivâyetler arasındadır. [2695]

 

Bu kaynaklar bir de 1x1 fersah ebadında yani 5 km.lik eni ve boyu olan altın ve ibrişimden şeytanlarca dokunmuş bir halıdan bahsederler ki bu, Hz. Süleyman’ın havada bir yerden bir yere gitmesinde kullanılırdı. Bunun üzerine Hz. Süleyman’ın oturacağı altın bir minber yerleştirilirdi. Bu minberin sağına konan altın koltuklara peygamberler; soluna konan gümüş koltuklara da bilginler otururdu. Ulemânın etrafında diğer İnsanlar, İnsanların etrafında da cin ve şeytanlar yerlerini alır ve bütün cemaate, güneşe karşı siper olurdu.[2696] Ve bunun gibi masalımsı nice unsurlar...

Görüldüğü gibi, bunlar ölçüsü, hesap ve kitaba gelmez rakamlar olup, büyük ihtimalle Hz. Süleyman’ı sevmeyenlerce, onu büyücü kabul edenlerce uydurulmuş şeylerdir. Bin rükün (sütun, direk) her direkte bin ev. Her evde on askerin barındığı düşünülse, on milyon eder. On milyonluk bir ordu nereye sığar? Böyle bir orduya o gün için imkân ve lüzum var mıydı...?            

 

Kur’an’ın ifadesine göre, Süleyman (a.s.) için rüzgâra Allah’ın boyun eğdirdiği,[2697] Allah’ın rüzgârı onun buyruğu altına verdiği, onun emriyle dilediği yöne yumuşakça estiği[2698] belirtilir. Mevdûdî, bu konuda şöyle der: Rüzgâr Süleyman (a.s.)’ın emrindeydi ve o, bir aylık uzağa deniz seferleri düzenleyebiliyordu. Çünkü rüzgâr onun gemileri için istediği yönde esiyordu. Tevrat’ın I. Krallar bölümünde Süleyman’ın Edom’da, Kızıldeniz kıyısında gemiler yaptırdığı, büyük bir deniz ticareti geliştirdiği kaydedilir.  Rüzgârın ona boyun eğdirilmesi, Allah’ın lütfu ile rüzgârın yönünün hep Süleyman (a.s.)’ın gemilerinin gideceği yöne esmesi –ki o dönemde gemiler tamamen rüzgâra bağlı olarak hareket ediyorlardı- anlamına gelebilir. Fakat, “rüzgâr onun emriyle eserdi”[2699] ifadesini zâhirî anlamda olduğu gibi kabul etsek de bir sakıncası yoktur. Çünkü Allah, kullarından dilediğine böyle güçler verebilir. [2700]  

Hz. Süleyman’ın Cinlerden ve Kuşlardan Ordusu: Günümüz yazarlarından bazıları, âyetteki “cin” ve “tâir -kuş-” kelimelerinin, bildiğimiz cin ve kuşları ifade etmediğini, aksine Hz. Süleyman’ın ordusunda çok çeşitli vazifeler icrâ eden insanlara işaret ettiğini ispat etmek üzere çok çaba göstermişlerdir: “Cin” kelimesinin, Hz. Süleyman’ın idaresi altına aldığı ve onun emri altında güç ve kabiliyet gerektiren olağanüstü işlerle uğraşan dağ kabileleri, “tâir -kuş-” kelimesinin de, piyâde askerden çok daha süratli hareket edebilen süvârileri ifade ettiğini söylerler. Ne var ki bunlar, Kur’an’ı yanlış tefsir etmenin en kötü örnekleridir. Kur’ân-ı Kerim burada, İnsanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen birbirinden farklı üç ayrı ordu zikreder. Ayrı birer askerî sınıfı ifade etmeleri için de her üç kelimede belirlilik (harf-i ta’rif) ön eki kullanılmıştır. Binâenaleyh “el-cin” ve “et-tâir” kelimeleri ve mânâları “el-ins” kelimesinin içine dâhil edilemez. Aksine her ikisinin de, insanoğlundan ayrı ve farklı iki sınıf olması mümkündür.

 

Ayrıca Arapça ile biraz meşgul olan herhangi bir şahıs, tek “el-cin” kelimesinin bir grup İnsanı veya “et-tâir” in atlı askerî birlikleri îmâ ettiğini aklından geçirmeyeceği gibi, bir Arap da bu kelimelerden bu anlamları çıkarmaz. Olağanüstü bir mahâretinden dolayı bir adama cin, güzelliği sebebiyle bir kadına peri, ya da çok hızlı hareket etmesi nedeniyle bir kimseye kuş denmesi, sadece mecâzî olarak mümkündür. Yoksa cin, peri ve kuş kelimeleri, sırasıyla güçlü bir adam, güzel bir kadın ve hızlı hareket eden bir kişi anlamına gelmez. Bütün bunlar bu kelimelerin gerçek değil; mecâzî mânâlarıdır. Bir konuşmada bir kelime lügat mânâsı yerine mecâzî anlamda kullanılabilir. Fakat metinde onun mecaz olduğuna dair bir karîne varsa, ancak o zaman onu muhâtap orada kullanılan mecaz mânâsıyla anlar. Netice olarak burada “cin” ve “tâir” kelimelerinin gerçek ve lügat mânâlarında değil de mecaz anlamlarında kullanıldığını biz bu metinde hangi karîneden anlayabiliriz? Oysa bunun aksine, takip eden âyetlerden zikredilen iki gruptan her bir ferdin işi ve durumu böyle bir tefsirden çıkacak anlama bütünüyle zıttır. Şâyet bir kimse Kur’an’da anlatılan bir şeye inanmak istemiyorsa ona inanmadığını açıkça (dobra dobra) söylemesi gerekir. Fakat biri kalkar, Kur’ân-ı Kerim’deki açık ve net kelimeleri zorlayarak istediği mânâyı yükler ve aynı zamanda Kur’an’ın dediğine inandığını da dünyaya ilân ederse, aslında bu kimse, Kur’an’a değil; kendi kafasındaki çarpık mânâya inanıyor demektir. Böyle bir davranış da aslında, ahlâkî korkaklık ve entelektüel nâmus yoksunluğundan başka bir şey değildir. [2701]  

 

“Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları idik.” [2702] Bu âyet, Süleyman (a.s.) için çalışan şeytanların ve cinlerin İnsanlardan tamamen farklı bir yapıya sahip olduklarını göstermektedir. Nitekim Araplar, cinlerin gaybın ilmine vâkıf olduklarına inanırlardı. Ayrıca bizzat cinlerin kendileri de gaybın ilmini bildikleri zannı içindeydiler. Bu âyetleri önyargısız okuyan herhangi bir kimse buradaki cin ve şeytanların ne tür bir niteliğe sahip mahluklar olduklarını açıkça görür. İşte Arapların gaybın ilmine vâkıf sandıkları cinler bunlardı. Bu nedenle, bazı çağdaş müfessirlerin yaptığı gibi bunların “insan” olduğu sonucuna varmak için Kur’an’ın anlamını saptırmak doğru değildir. Kur’an’daki ifade tarzından ve bu ifadenin yer aldığı konunun akışından, bahsedilen cinlerin insan olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer bunlar insan olsalardı, bu sadece Süleyman (a.s.)’a lutfedilmiş bir nimet olamazdı. Çünkü o zamana dek İnsanlar Mısır’daki piramitler gibi dev yapılar inşâ etmişlerdi bile. [2703]

   

Hz. Süleyman’ın Atları:  Bazı tefsir ve tarih kitapları, Hz. Süleyman’ın atlarının sayısı hakkında da değişik rivâyetler sunarlar. Bu sayılar 20’den 20 bin’e kadar çıkar. Normal at olmasından kanatlı olmalarına kadar vasıfları konusunda da farklı rivâyetlere yer verilir. Nereden ve nasıl geldikleri konusunda da hayli rivâyet vardır. Yine Hz. Süleyman’ın atları teftiş edip seyrederken ikindi namazının vaktinin çıkması ve atların kendisini Allah’ın zikrinden alıkoyduğu için kılıcıyla hepsinin ayaklarını ve boyunlarını doğradığı rivâyetlerine yer verilir. Bütün bunlar, peygamber olarak Hz. Süleyman’ı küçülten isrâiliyattan geçmiş, yanlış yaklaşımlardır.

 

Hz. Süleyman ve Nemle (Karınca): “Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi. Süleyman) onun sözüne gülümsedi...”[2704] Bu konuda da uydurma olduğu hemen anlaşılacak nice söylentiler kitaplara geçirilmiştir. Bu rivâyetlere göre Hz. Süleyman, karıncanın, ayaklar altında ezilmemeleri için hemcinslerine “yuvanıza girin!” sözünü üç mil mesafeden duymuştur. Bir peygamber olarak Hz. Süleyman’ın Allah’ın verdiği bir mûcize gereği karıncanın sözünü veya işaretini ya da içinden geçeni duyması, bilmesi normaldir. Ama bu rivâyet aynı zamanda karıncanın Süleyman ve ordusunun gelişini üç mil gibi çok uzak bir mesafeden bilmiş ve anlamış olması demektir ki, bu normal değildir. Akla hayli uzak görünen rivâyetteki bu haberin inkârında hiçbir zarar yoktur; bilâkis fayda vardır. Sanki Hz. Süleyman’ın karıncaya nerede rastlaması çok önemli imiş gibi müfessir ve tarihçilerimiz de karıncaların bulunduğu bir memleket aramışlardır. Bazılarına göre bu vâdi, Tâif’te, bazılarına göre Şam’dadır.[2705] Vehb bin Münebbih’e varan rivâyete göre Hz. Süleyman karıncaya rastladığı zaman “Bisat” üzerinde idi, deniliyor. Böyle olsaydı, havada seyahat eden Hz. Süleyman ve maiyetini karınca nereden görecekti? Niçin çiğnenmekten bahsedecekti? [2706]

 

Hiçbir önemi olmadığı halde bu karıncanın büyüklüğünden de söz edilmiştir. Güya o, deve,[2707] veya kurt büyüklüğünde[2708] imiş. Hahbuki asıl ve meşhur olan nemlenin (karınca) küçük olmasıdır. Kıssacıların hiçbir delile dayanmadan aktardıkları ve mübâlağaya düştükleri bu haber ehl-i kitaptan alınmıştır. Topal olduğu söylenen bu karınca, “eş-Şeysan” veya “Şeysaban” oğulları kabilesinden olup adı Cisr, Cers veya Tahıye’dir.[2709] Bunlar son derece önemsiz konulardır; yalan yanlış söylenmiş söz ve kıssalardan ibarettir. Karıncalar toplum halinde yaşayan canlılardan iseler de, onların şu veya bu isimle kabilelere ayrıldığı ve kabilenin her ferdine özel isimler verildiği duyulmuş şey değildir. Karıncanın kanatlı olduğu ve kuşlar arasında bulunduğu yolunda da rivâyetler vardır.

Ebû İshak es-Salebî’nin “bir kitapta gördüm” diyerek anlattığına göre Hz. Süleyman Nemle’ye: “diğer karıncaları ‘yuvalarınıza girin!’ diye niçin uyardın? Zulüm edeceğimden mi korktun? Benim âdil bir peygamber olduğumu bilmedin mi? Niçin ‘Süleyman ve ordusu sizi ezmesin!’ dedin?” tarzında birtakım sorular sorar. Nemle de: “Onlar ‘bilmeden, farkına varmadan’ dediğimi duymadın mı?” der ve “ben nefislerin değil; kalplerin kırılmasını kasdettim; sana verilen nimetleri görürler de aynısını isterler, dünyaya aldanırlar. Böylece de Allah’ı tesbih ve zikirden vazgeçerler” şeklinde maksadını izah eder. Bunun üzerine Hz. Süleyman, bu karıncaya: “Bana nasihat et!” der. Nemle, babasına Dâvud; kendisine de Süleyman isminin verilme sebebini bilip bilmediğini sorar, bunlara Hz. Süleyman “bilmiyorum” cevabını verir ve Nemle’nin izahlarını dinler. Nemle aynı şekilde Allah’ın kindesine rüzgârı müsahhar etmesinin nedenini sorar; yine “bilmiyorum” cevabını alır ve sebebini izah eder. Sonra hızlıca kavmine (karıncalara) varır ve Hz. Süleyman’a hediye edebilecekleri bir şeyin olup olmadığını sorar. Onlar yanlarında bir tek “köknar yemişi” (Arabistan kirazı)nden başka bir şey olmadığını söylerler. Onu ağzına alır ve sürükleyerek götürmeye çalışır. Allah’ın emriyle rüzgâr onu alır ve bisat üzerinde seyahat etmekte olan Hz. Süleyman’ın önüne bırakır. Ağzıyla getirdiği yemişi Hz. Süleyman’ın avucuna koyar ve bu hakir hediyenin kabulü için dört beyitlik bir şiir söyler. Hz. Süleyman da ona bereket duâsıyla karşılık verir. (Bazı esnafın dükkânlarında karınca  duâsı  diye isimlendirilen yazılı levhalar, bu anlatımın eseridir) Karıncalar bu duâ sâyesinde Allah’a en çok şükreden ve çoğalan bir cemaat olurlar.[2710] Bütün bunların doğruluğu konusunu akl-ı selim insanlara bırakmak gerekir.

Eski isrâiliyattan bu örnekleri gördükten sonra, olayın bir de çağdaş yorumunu Mevdûdi’nin eleştirileriyle birlikte görelim: Günümüz müfessirlerinden bir kısmı, Hz. Süleyman’la karınca konusundaki âyete[2711] çok ters bir mânâ vermişlerdir. Bunlar, âyetteki “vâdi’n-neml” terkibinin “karıncalar vâdisi” anlamını ifade etmediğini, aksine, Suriye’de bu isimde bir vâdinin bulunduğunu, “nemle”nin de, karınca değil; bu vâdide yaşamış olan bir kabilenin ismi olduğunu söylerler. Dolayısıyla bunlara göre âyet şöyle bir anlama gelir: “Hz. Süleyman (a.s.), bu ‘karınca vâdisi’ne vardığı zaman, Nemle kabilesine mensup biri: ‘Ey Nemle kabilesi halkı...’ diye başlayan âyette işaret edilen konuşmasını yaptı.” Ancak bu da, Kur’an âyetlerinin desteklemediği bir tefsirdir. “Vâdi’n-neml” terkibinin, bir vâdinin ismi olduğunu kabul etsek ve Benî Nemle adında da bir kabile ile de meskûn olduğunu farzetsek bile, böyle bir kabileye mensup birinden “Nemle” diye bahsetmemiz Arapça ifade tarzına ve kullanımına aykırıdır. Hayvan isimleri ile anılan birçok Arap kabilesi -meselâ Esed (aslan), Kelb (köpek) gibi- bulunmasına rağmen hiçbir Arap, Kelb veya Esed kabilesinin mensûbundan “Bir köpek dedi ki...” veya “bir aslan şöyle dedi” diye bahsetmez. Binâenaleyh “Nemle” kabilesine mensup birisinden; “Bunu bir karınca dedi” diye söz etmek Arapça ifade tarzına aykırı olur.

 Sonra, Nemle kabilesinden bir ferdin; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler” diyerek konuşması anlamsız olur. İnsanlardan oluşmuş bir ordunun, bir grup insanı farkında olmayarak ezdiği (tarihte) hiç vâki değildir. Eğer bir ordu bir yere hücum niyeti ile gelmişse, baskına uğrayan tarafın evlerine sığınmaları zaten bir fayda vermez. Çünkü işgalciler onları evlerine kadar tâkip eder ve daha acımasız bir şekilde ezerdi. Fakat ordu sadece sefer yürüyüşü halinde ise ona, yalnızca yolu açmak yeterli olur. Orduların sefer yürüyüşlerinden insanlar zarar görebilir, ancak farkında olmayarak insanları ezmeleri hiç de olacak şey değildir. Binâenaleyh, şâyet Benî Nemle İnsanlardan meydana gelen bir kabile ve böyle bir hücum ânında, fertlerden biri kendi kabilesini uyarmak zorunda kalmış olsaydı, o şöyle derdi: “Ey Nemleliler! Hz. Süleyman’ın ordularının sizi ezip imhâ etmemesi için, evlerinizi terkedip dağlara sığının” Dahası, bir hücum tehlikesinin söz konusu olmadığı bir durumda o şöyle diyecekti: “Ey Nemleliler! Hz. Süleyman’ın ordularının geçişinin size zarar vermemesi için yolları açınız.”

Âyetin yorumundaki bu hata, Arapça ifade tarzı ve konunun yanlış anlaşılmasından ileri geliyor. Terkibin vâdi ismi ve orada oturan Benî Nemle kabilesinin ismi olmasına gelince bu, bilimsel hiçbir dayanağı olmayan sırf bir varsayımdan ibarettir. “Vâdi’n-Neml”in bir vâdi ismi olduğunu kabul edenler, içinde çok miktarda karınca bulunması nedeniyle böyle bir isim almış olduğuna bizzat işaret etmiş bulunmaktadırlar. Nitekim Katâde ve Mukatil, “Bu bölge, karıncası bol bir vâdidir” derler. Hiçbir tarih ve coğrafya kitabı ile hiçbir arkeolojik kazı, bir önceki görüşün aksine, orada Benî Nemle adında bir kabilenin yaşamış olduğunu zikretmez. Öyleyse bundan, böyle bir mânâ çıkarmak, kişinin kendi kişisel yorumunu desteklemek için ortaya attığı, tam bir hezeyanıdır.

Böyle bir kıssa, İsrâil rivâyetlerinde vardır. Ancak oradaki hikâyenin son bölümü, Hz. Süleyman’ın vakarına olduğu kadar Kur’an’a da terstir. Bu açıklamaya göre Hz. Süleyman (a.s.), karıncası bol vâdiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: “Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Hz. Süleyman’ın orduları sizi çiğneyecektir.” Bu anda Hz. Süleyman, karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, “Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk!” diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Hz. Süleyman, bu durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu.[2712] Bu husus Kur’ân-ı Kerim’in İsrâiloğullarının çarpıtmış oldukları rivâyetleri nasıl düzelttiğini ve peygamberlerinin temiz şahsiyetlerini, bizzat İsrâillilerin bulaştırdığı çirkinlik ve ayıplardan nasıl temizlediğini gösterir. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler hakkındaki Kur’an’ın bu açıklamalarını ele alan batılı müsteşrikler, Kur’an’ın bu kıssaları, İsrâiliyattan aşırdığını hayâsızca iddia ederler.

Bir karıncanın kendi türünün fertlerini, vuku bulacak bir tehlike karşısında uyarması ve yuvalarına girmelerini söylemesi aklen hiç de hayret verici değildir. Hz. Süleyman’ın bunu nasıl işittiği sorusuna gelince, bunun cevabı şudur: Vahiy Kelâmı gibi çok hafif bir çağrıyı kavrayıp anlayabilen duyular sahibi bir şahıs için, karıncanın sesli konuşmasını anlamak hiç de zor değildir. [2713]              

Hz. Süleyman’ın Kürsüsüne Atılan Ceset: “Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.”[2714] Kürsüye atılan “ceset” konusu müfessirleri çok meşgul etmiş ve buna dair birçok değişik izahlara ve “Bin bir gece masalları”nı aratmayacak masalımsı unsurlara yer verilmiştir:

 

a- Rivâyete göre Hz. Süleyman’ın Cerâde isimli bir hanımı vardı. Günün birinde bu kadının akrabalarından biri ile bir başkası arasında dâvâ konusu bir mesele ortaya çıktı. Hz. Süleyman, kendisine arzedilen bu dâvâda tarafsız davranmakla birlikte Cerâde’nin akrabasının haklı çıkmasını arzu etti. Kalben de olsa bu iki kişi hakkında tarafsız davranmadığı için cezaya çarptırıldı. Allah vahiy yoluyla kendisine: “Yakında sana bir belâ gelecektir” dedi. Hz. Süleyman bu belânın kendisine gökten mi, yerden mi geleceğini bilmiyordu.           

b- Hz. Süleyman’ın hanımları arasında Cerâde’nin seçkin bir mevkii vardı. Bu hanım bir gün Hz. Süleyman’a: “Kardeşimle falan kimse arasında bir dâvâ vardır. Senin, kardeşim lehinde hüküm vermeni arzu ediyorum” şeklinde bir teklifte bulundu. O da: “Peki” dedi. Fakat, hanımına söz vermekle birlikte yine de tarafsız davrandı. İşte Hz. Süleyman bu konuda söylediği “söz” sebebiyle belâya uğradı.

c- Hz. Süleyman, Cerâde’yi, yaptığı bir savaş sonunda esir etmiş ve kendine hanım olarak almıştı. Bir kral kızı olan bu kadın, Hz. Süleyman’ın eşi olduktan sonra müslüman olmuş, yani Hz. Süleyman’a iman etmişti. Yalnız gece gündüz devamlı ağlar ve ağlaması bir türlü bitmezdi. Süleyman (a.s.) ona bir gün niçin ağladığını sordu. O da: “Babamı ve onunla beraber olduğu anları düşünüyorum. Ne olur, şeytanlara emretsen de, evimin içinde babamın heykelini yapsalar, ben de onunla teselli bulsam” dedi. Hz. Süleyman bu isteği kabul etti ve heykel yapıldı. Hz. Süleyman evden çıkınca Cerâde ve hizmetçileri bu heykele taparlardı. Hz. Süleyman’ın evinde bu hal 40 gün devam etti. Hz. Süleyman işin farkına vardıktan sonra heykeli kırdı ve hanımını da cezalandırdı. Sonra da evinde cereyan eden bu halden dolayı Allah’a tevbe ve istiğfarda bulundu. Bu hâdiseden sonra şeytan Hz. Süleyman’ın yüzüğüne Mûsâllat oldu ki, olay Vehb bin Münebbih’e göre şöyle cereyan etmiştir:

Haberi olmadan evinde puta tapılmasını müteâkip Hz. Süleyman temiz elbiseler istedi. Kendisine, ipleri bâkirelerce eğrilmiş, aybaşılı ve lohusa olan kadının eli değmemiş elbiseler getirildi; bunları giyip tek başına bir çöle gitti. Emri ile çölün belli bir yerine kül serpildi. Allah’a tevbe etmek kasdıyla küle yatıp yuvarlandı. Ağladı, duâ etti, istiğfarda bulundu. Ve “Yâ Rab, Dâvud hânedanına Senden bakasına ibâdet etmek yakışmaz; evlerinde Senden başkasına el açılmaz!” dedi. Bu hal akşama kadar devam etti. Akşam vakti evine döndü. Hz. Süleyman’ın Emine isminde bir hanımı vardı. Abdest bozmak icap ettiği veya hanımlarından biriyle yalnız kalmak istediği zaman, ayakyolundan dönüp tekrar abdest alıncaya veya cünüplükten temizleninceye kadar yüzüğünü (mührünü) bu hanımına bırakırdı.

Temizlenmedikçe yüzüğüne dokunmazdı. Çünkü yüzüğü yeşil yakuttan olup Cebrâil tarafından verilmişti ve üzerinde “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-rasûlullah” yazılı idi. Süleyman’ın mülk ve saltanatı yüzüğünde idi. Günlerden birinde yüzüğünü hanımı Emine’ye bıraktı. İşte bu sırada okyanusların sahibi olan Sahr isimli şeytan Süleyman kılığında gelip kadından yüzüğü istedi. Ondan şüphe etmeyen kadın yüzüğü verdi ve o da alır almaz parmağına taktı. Sonra gidip Hz. Süleyman’ın tahtına kuruldu. Derhal kuşlar, cinler, İnsanlar ve şeytanlar emrine râm oldular. Bu arada Hz. Süleyman işini bitirip geldi ve Emine’den yüzüğünü istedi. Kılık kıyafeti, fizyonomisi değişmişti. Emine: “Sen kimsin?” diye sordu. Süleyman: “Dâvud oğlu Süleyman’ım” dedi. Hanımı: “Yalan söylüyorsun! Sen Süleyman değilsin; Süleyman gelip yüzüğünü aldı; o, işte orada tahtında oturmaktadır” dedi.

Hz. Süleyman başına gelenleri anladı ve dışarı çıktı. Sokaklarda dolaşıyor ve İsrâil oğullarının kapılarına varıp: “Ben Dâvud oğlu Süleyman’ım!” diyordu. Fakat bunu duyan herkes ona sövüp sayıyor ve başına toprak saçıyordu. Arkasından da: “Bakın şu deliye, kendini Süleyman sanan şu serseriye!” diyordu. Bunun üzerine Hz. Süleyman şehirden ayrılıp deniz kenarına gitmekten başka çare kalmadığını anlayarak yola düştü. Orada deniz ürünleriyle uğraşanlara balık taşıyarak, hamallık yaparak hayatını kazanmaya çalıştı. Gördüğü hizmet mukabili her gün kendisine iki balık veriyorlardı. O, bunlardan birini satıp parasıyla ekmek alıyor, diğerini de kızartıp karnını doyuruyordu. Bu hal, kırk gün devam etti ki bu, Hz. Süleyman’ın evinde puta tapılma müddetidir. Hz. Süleyman’ın veziri olan Âsaf bin Berhıya ve İsrâiloğullarının bilginleri, Allah düşmanı şeytanın bu 40 gün içinde verdiği hükümleri yadırgadılar. Âsaf bir gün: “Süleyman’ın hükümlerinde siz de benim gibi tutarsızlıklar görüyor musunuz?” diye sordu. Onlar da “evet” dediler. “Durun” dedi Âsaf; “Ben hanımlarına varıp umûmî ve halka açık işlerinde olduğu gibi özel işlerinde de bazı garipliklerin olup olmadığını sorayım.” Hanımlarının yanına varıp; “Dâvud oğlu Süleyman’ın sizin hoşlanmadığınız işleri var mı?” diye sordu. Onlar: “Hayızlı hayızsız demeyip bizlere yaklaşıyor ve gusül abdesti almıyor” dediler. Bu cevabı alan Âsaf, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, gerçek bu âşikâr bir belâdır” dedi.

Sonra halk içine çıkıp: “Onun özel hayatı, umûmîsinden de betermiş!” diye onları etrafa duyurdu. Kırk gün tamam olunca Hz. Süleyman kılığına bürünmüş şeytan tahttan inip deryaya vardı ve yüzüğü parmağından çıkarıp suya attı. Yüzüğü bir balık yuttu. Onu avcılardan biri yakaladı. Süleyman o gün balıkçının hizmetini görüyordu. Akşam vakti ücreti karşılığı iki balık aldı ki, bunlardan biri yüzüğü yutan balıktı. Hz. Süleyman balıklarını alıp iş yerinden ayrıldı. Her zamanki gibi birini satıp parasıyla ekmek aldı. Öbürünü de kızartmak maksadıyla karnını yardı. İşte bu balığın karnında yüzüğü buldu ve parmağına taktı ve hemen secdeye kapandı. Yüzüğü takar takmaz derhal kuşlar, cinler, İnsanlar ve şeytanlar etrafına toplandılar. (Halk, kitaplardan okuyup hocalarından dinlediği bu rivâyetlerin doğru olduğundan şüphe etmediği için olsa gerektir; “mühür kimde ise Süleyman odur” der.)

d- Hz. Süleyman fitneye uğratıldığı zaman yüzüğü elinden düştü. Mülkü bu yüzükte idi. Yüzüğünü aldı ve eline taktı; yüzük tekrar düştü. Yüzüğün elinde durmadığını gören Süleyman fitneye uğradığını kesin olarak anladı. Bu hale muttalî olan Âsaf, Süleyman’a: “Sen günahından ötürü belâya uğramışsın; artık yüzük senin elinde 14 gün durmaz. Sen Allah'a ilticâ et, yalvar. Ben tahtına oturur, seni Allah yarlığayıp mülkünü iâde edinceye kadar işlerini görürüm” dedi. Âsaf’ın tavsiyesine uyan Hz. Süleyman bir kenara çekilip Allah'a yalvardı; Âsaf da yüzüğü parmağına takıp tahta geçti ve memleketi 14 gün idare etti. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an’da anlattığı “cesed”den maksat, Süleyman’ın kâtibi olan Âsaf’tır ki, kendisi ilim sahibi bir zat idi. Hz. Süleyman 14 gün sonra gelip yüzüğü Âsaf’tan aldı ve parmağına taktı. Bu sefer yüzük parmağından düşmedi.

e- Said ibnu’l-Müseyyeb’den nakledildiğine göre, Hz. Süleyman İnsanlardan üç gün gizlendi. Bunun üzerine Allah kendisine vahiy yoluyla: “Ey Süleyman, sen kullarımdan üç gün gizlendin; işleriyle ilgilenmedin; bu müddet içinde mazlumu zâlimden kurtarmadın” dedi. Râvi, bundan sonra “yüzük ve şeytan” hikâyesini anlatmıştır.

f- Eş-Şa’bî’ye göre Süleyman’ın mülkünün muvakkat olarak elinden alınmasına sebep şudur: Bir gün Hz. Süleyman’ın bir erkek evlâdı dünyaya gelmişti. Bunu göre şeytanlar bir toplantı yaparak “şâyet bu çocuk yaşarsa, biz daha yıllarca çektiğimiz sıkıntılardan kurtulamayız. (Zira babasının ölümünden sonra oğlu yerine geçer ve bizi çalıştırmaya devam eder.) Bizim için tek çıkar yol, bu çocuğu öldürmektir” dediler. Şeytanların bu kararını öğrenen Süleyman, oğlunu alıp götürmesi ve muhâfaza etmesi için buluta emir verdi. (Yine onun emriyle) rüzgâr onu aldı ve istenilen yere sevketti. Çocuk bu sâyede şeytanların şerrinden kurtulmuş oldu. Allah Süleyman (a.s.)’ı şeytanlardan korktuğu için payladı. Neticede çocuk öldü ve bir ceset halinde kürsüsüne atıldı. İşte Allah’ın Kur’an’da bahis konusu ettiği ceset budur.

g- “İnşâallah” demeyi unutarak hanımlarını dolaştıktan sonra dünyaya gelen yarım (eksik doğumlu, yani sakat) çocuğunu Hz. Süleyman çok severdi. Bunun sebebi de doğan çocuklarının yaşamaması idi. Bir gün Azrâil ile karşılaştığında: “Eceli geldiği zaman bu oğlumun ölümünü sekiz gün geciktirebilir misin?” dedi. Melek: “Hayır, fakat vefatından üç gün önce sana haber veririm” dedi. Vefatına üç gün kala Azrâil haber verince Hz. Süleyman, maiyetindeki cinlere: “Benim bu oğlumu Melekü’l-Mevt’den kim gizleyebilir?” diye sordu. İçlerinden biri: “Ben onu maşrıkda (doğuda) saklarım” dedi. “Kimden saklarsın?” sorusuna da: “Melekü’l-Mevtden” diye cevap verdi. Hz. Süleyman: “Onun gözü her şeyi görür” dedi. Bir diğeri, “mağribde (batıda) saklarım”  dedi. Hz. Süleyman aynı şeyleri ona da söyledi. Bir başkası, arzın yedinci katında saklayabileceğini söyledi. Buna da diğerlerine söylediğini tekrar etti. Biri de: “Ben onu görülmeyen iki bulutun arasında saklarım” dedi. Hz. Süleyman: “İşte tek çıkar yol budur” dedi. Çocuğun eceli gelince Azrâil yeryüzünün doğusunu, batısını, denizleri aradı bulamadı. Nihâyet onu iki bulut arasında bulup babasının tahtı üzerinde canını aldı. İşte “ceset”ten maksat budur. [2715]

                    

Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Buna rağmen, yukarıdaki rivâyetlerde yer alan hususları tahlil ettiğimizde şunlar söylenebilir:

a- Hz. Süleyman’ın hanımından yüzüğü istediği anda şeytanın Hz. Süleyman’ın kılığına girdiği söyleniyor ki, bu asla mümkün değildir. Eğer şeytan, herhangi bir peygamberin şekil ve sûretine bürünmeye muktedir olsaydı, hiçbir ilâhî şeriate güvenilemezdi. Ve o takdirde, Hz. İsa, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed ve emsâli peygamberler İnsanları doğrudan saptırmak için insan ve peygamber olarak zuhur etmiş birtakım şeytanlar olarak -hâşâ- düşünülebilirdi. Bu da tahmin edileceği gibi ilâhî dinleri temelinden yıkar.

b- Şâyet şeytan, Allah’ın elçisi, Hz. Süleyman’a bunları yapmaya muktedir farzedilirse, o takdirde bütün din bilginleri ve zâhidlere de aynı şeyleri rahatlıkla yapabilir. Hatta onları öldürebilir; evlerini, barklarını yıkar ve eserlerini paramparça eder, yakar ve yok eder. Gerçek odur ki şeytan hiçbir din âlimine ve en sade, en basit hayatı yaşayan bir zâhide bile bunu yapamamıştır ve yapamaz. O halde şeytanın Hz. Süleyman’ın sûretine girdiği ve hanımından yüzüğü aldığını ifade eden bütün rivâyetler yalan ve uydurmadır.[2716] Bütün bu rivâyetler, zındıkların ve yahûdilerin  düzmesidir. [2717]

Şeytanın hâkimiyeti konusunda bunca söze bile gerek yoktur. Kur’an şeytanın mü’minler üzerinde hâkimiyeti olamayacağını açık şekilde belirtiyor. [2718]      

c- Şeytanın, Hz. Süleyman’ın hanımlarına Mûsâllat olmasının doğruluğu bir tarafa, nasıl ağza alıp söylenebilir? Hangi mantıkla kitaplara geçirilebilir?

d- Maalesef birçok kitapta Hz. Süleyman’ın kürsüsüne atılan cesedin şeytan olduğu ve 40 gün bu makamda oturup hükmettiği yolundaki rivâyete yer verilmiş, imâen dahi olsa bunun yalan olduğuna işaret edilmemiştir. El-Müstedrek sahibi Hâkim konu ile ilgili rivâyeti kaydettikten sonra, bunu Buhârî ile Müslim’in şartına uygun sahih bir hadis olduğunu söylemiştir[2719] ki, buna şaşmamak elde değildir.

e- Bir peygamber, kendisine arzedilen dâvâyı sadece hakkaniyet prensiplerine riâyetle karara bağlar. Şunun veya bunun hatırı için muhâkemenin normal mecrâsını tersyüz edemez, bunu aklından bile geçirmez.

Uzun münakaşa ve tereddütlerden sonra, hadd cezası icap eden bir konuda Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hakkında Hz. Peygamber’den şefaate cesaret eden Üsâme’nin nasıl bir karşılık gördüğü mâlûmdur.[2720] Peygamber olan Hz. Süleyman’ın da dâvâ konusu olan meselelerde Hz. Peygamberimiz’den ayrı düşündüğünü tahayyül etmek dahi câiz değildir.

f- Bir hanımının hatırı için bir peygamber evine put diktirmez; buna müsâade edemez. Böyle bir şeyin ona sorulmadan gizlice yapıldığı söylenebilirse de, vahye mazhar bir peygamber bundan gâfil olamaz. Bunlar peygamberlik makamı ile zıtlık arzeden şeylerdir.

g- Eceli gelmiş bir çocuğu Azrâil’den gizlemeğe çalışmak veya o zarar vermesin diye bulutlarda büyütmek ne mümkün? Bunları bir peygamber hakkında düşünmek ne kadar akıl dışı şeylerdir!

h- Hz. Süleyman’ın bütün güç ve kudretinin yüzüğünde (mühründe) olduğu şâyiası da yalandır. Yüzüğü kaybetmesinden sonra kapı kapı dolaşıp kendini takdim ederek ekmek dilenmesi, hakarete mâruz kalması, sövülüp sayılması, balıkçılara hamallıkla hayatını kazanması vs. gibi şeyler de peygamberlik makamına yakışmayan hususlardır. Bunlar Hz. Süleyman’dan öç almak isteyen yahûdilerin uydurmasıdır.[2721] Ayrıca bunlarda peygamberlere olan güveni yıkmayı, onları alelâde kişilermiş gibi göstererek iman edenlerin gözünden düşürmeyi hedef alan din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.           

Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...” diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da bir peygamber değil; hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden, zenginlik, maddiyat, ihtişam ve aşk temaları ile günümüzdeki pembe dizilere yer yer benzeyen rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği Hz. Süleyman’la ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.       

Halk kültürüne, deyim ve darb-ı mesellere konu olan Süleyman’ın “mührü” konusundaki yukarıda örneği görülen rivâyetlerdeki yaklaşım, din açısından tam bir cinâyet veya hiyânet örneği kabul edilebilir. Bir peygamber’e Allah tarafından verilen mûcizevî özellikleri, bire bin katarak büyünün eseri olarak görmek ve bu olağanüstü olayların da yüzük (mühür) aracılığı ile meydana geldiğini iddia etmek, peygamberi, mûcizeyi, ilâhî bağışları inkâr etmekten de öte, onları şeytânî özellik ve küfür davranışı olan sihirle eş tutmak, yahûdilerin tavrı olabilir belki, ama müslümanların olamaz, olmamalıdır.

Hz. Süleyman kıssası ile ilgili sayılamayacak kadar uydurma rivâyetler vardır. Bunların tümünü nakletmek belki yüzlerce sayfalık roman kaleme almak olacaktır. Başka bir örnek daha verelim ve bazı masalcıların uydurduklarını sahâbenin ileri gelenlerinin rivâyeti olarak sunarak, bir taşla birkaç kuş birden vurduklarını veya onları da akılsız ve dini bilmeyen veya bildiği halde hurâfelere sarılan, vahye ters düşen kişiler gibi gösterdiklerini belirtmiş olalım:

İbn Abbas, Hz. Ali, Said İbnu’l Müseyyeb ve Zeyd bin Eslem gibi kişilerden rivâyete göre Hz. Süleyman, yüzüğünü parmağına takınca şeytanlar, cinler, İnsanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar ve rüzgâr hemen kendisine gelip baş eğdiler. Bir gün, nasılsa Süleyman (a.s.)’dan yüzüğü almış (çalmış) olan şeytan da kaçıp deryanın ortasındaki bir adaya sığındı. Hz. Süleyman onu yakalatmak gayesiyle emrine âmâde olan diğer şeytanları gönderdi. Şeytanlar “biz onu yakalayamayız, yalnız haftada bir gün adada mevcut bir kaynağa su içmeye gelir. İşte o vakit sarhoş ederek yakalamak mümkündür” dediler. Süleyman (a.s.) pınarın suyunu boşalttırıp yerine şarap koydurdu. Şeytan belli gününde pınara geldi; baktı ki şarap akıyor. “Vallahi ben biliyorum ki sen güzel ve hoş bir içkisin; lâkin içilince yumuşak huylunun aklını başından alır, hırçınlaştırırsın; câhilin de cehâletini artırırsın” dedi. Bir hayli gezip dolaştıktan sonra tekrar geldi ve yine aynı şeyleri söyledi. Çok susamış olduğu için eğilip içti ve sarhoş oldu. İşte tam bu sırada kendisine Hz. Süleyman’ın yüzüğü gösterildi. Yüzüğü görünce “başüstüne!” deyip boyun eğdi. Hz. Süleyman’a getirdiler. Hz. Süleyman onu bağlattırıp bir dağa sürgün etti. Rivâyete görü sürgün yeri “Cebelü’d-Duhan (Duman Dağı)’dır.  Ve yine rivâyete göre, bu dünyada görülen duman ve sisler bu şeytanın nefesidir; dağlardan çıkan sular da idrarı (küçük abdesti)dir. İsmi Âsaf ve Habkık olarak bildirilen bu şeytanın yakalandıktan sonra demir bir sandığa konulup kapağının kilitlendiği ve mühürlenip denize atıldığı ve kıyâmete kadar denizde kalacağı söylenmiştir. [2722]

Hz. Süleyman’ın yüzüğünün şeytanın eline geçmesi ve muayyen müddet için mülkünde tasarruftan menedilmesi yolundaki rivâyetleri tamamlar nitelikte olan bu rivâyet de itimada şâyân değildir. Eğer rivâyetin İbn Abbas ve Hz. Ali gibi kişilere ait oluşu doğru ise (ki böyle kabul etmek, onları tanımamaktır), bunlar, haberi ehl-i kitaptan almışlar demektir. Ehl-i kitap da besbellidir ki, Hz. Süleyman’a yalan nisbet ediyorlar.[2723] Her ne kadar İbn Cerîr et-Taberî bu rivâyetlerden bazısını kuvvetli bir isnadla Nesâî tarafından tahriç edildiği gerekçesiyle takviyeye taraftar ise de buna da itibar edilmez. Zira bu gibi mühim konularda sadece senedin kuvvetli olması yeterli değildir.[2724] Hadisin muhtevâsını da düşünmek gerekir.

İmam Müslim’in Sahih’inde bulunan ve Abdullah bin Amr’dan rivâyet edilen bir hadiste, denizlerde hapsedilmiş ve Hz. Süleyman’ca bağlanmış birtakım şeytanların mevcûdiyetinden bahsedilmiştir ki[2725] bu hadisin isrâilî bir haber olduğu kuvvetle tahmin edilmektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Hz. Süleyman’ın ne gaye ile olursa olsun, bir veya müteaddit şeytanları bağladığı ve onları deryaya hapsettiği yolundaki haberler -Müslim’in Sahih’inde yer alan bir hadise rağmen- asılsızdır; kabule şâyan değildir. [2726]               

Kubbe ve Süleyman: Vehb bin Münebbih’in anlattığına göre, gökte geçen seyahatlerinden birinde Hz. Süleyman’ın yolu bir sahile uğramıştı. Denizin iri dalgalarına bakarken deryanın tabanını merak etti. Havâî bineğinden inip yere tahtına oturdu. Sonra dalgıçların başkanını çağırıp: “Bana yüz dalgıç seç” dedi. Seçimden sonra “bunların içinden 30’unu seç” dedi. Daha sonra, 30’dan 10; 10’dan da 3 kişi seçtirdi. Bunlardan birine: “Denize dal ve bana dibinden haber getir” emrini verdi. Dalgıç geri döndüğü zaman, neler gördüğünü sordu. O da dalgalar, balıklar ve büyük bir sultandan gayri nesne görmediğini ve sultanla arasında geçen konuşmayı anlattı. Dalgıcın Hz. Süleyman’dan aldığı emri dinleyen sultan, Hz. Süleyman’a selâm göndermiş ve 40 yıldan beri bu denizin dibini keşf için müteaddit defalar teşebbüsler yapıldığını ve fakat hiç birinin muvaffak olmadığını, bu teşebbüs sahiplerinden birinin düşürdüğü keserin 40 yıldır tabana doğru gittiği halde henüz dibe ulaşmadığını söylemiş. Dalgıç gelip bunları Hz. Süleyman’a anlattı ve Hz. Süleyman dinlediklerinden hayrete düştü.

 

Vehb’in ifadesine göre Hz. Süleyman deniz kenarında iken dalgaların arasında bir kubbe gördü. Dalgıçlara emir verip getirtti. Kubbe sahile konunca, ikişer kanatlı iki kapı açıldı ve içinden sütten daha beyaz giysili, başından sular damlayan bir genç çıktı. Genci Hz. Süleyman’ın huzuruna getirdiler. Hz. Süleyman ona cinlerden mi, İnsanlardan mı olduğunu sordu. O, İnsanlardan olduğunu söyledi ve mâcerasını şöyle hikâye etti:

“Benim yaşlı bir annem vardı. Ben ona yedirir, içirirdim. Ve gerekli hiçbir hizmetini ihmal etmezdim. Öleceğine yakın bana duâ etmesini istedim. Başını göklere çevirdi ve: ‘Yâ Rab, oğlumun bana nasıl iyilik ettiğini biliyorsun. İblis ve avanesinin tasallutundan uzak bir yerde ona ibâdet etmeyi lutfet, dedi ve öldü. Kendisini defnettikten sonra bir gün buraya geldim ve bu kubbe ile karşılaştım. İçine girmeyi arzu ettim. Girince de kapıları kapandı ve dalgalar deryaya sürükledi” dedi. Hz. Süleyman, yiyecek ve içeceğinin nereden geldiğini sordu. O da: “gece vakti olup karanlık basınca beyaz bir kuş gagasıyla beyaz bir şey getirir ve bırakır. Onu yiyince doyarım” cevabını verdi. Gece ve gündüzü nasıl bildiği yolundaki bir soruya da, “kubbede beyaz ve siyah iki ip bulunduğunu, beyazın beyazlığı artınca gündüz; siyahın siyahlığı artınca da gece olduğunu anlarım” dedi ve gene yerine çekilip gitti.

Vehb bin Münebbih’in hayalhanesinde imal ettiği bu hikâyeleri sağlam bir zemine oturtmak ve sıhhatlerini garanti etmek imkânsızdır. Bitmez tükenmez bir mesai ile hurâfeleri müslümanlar arasında yayan bu zâta ve onunla aynı paralelde çalışan Kâ’bu’l-Ahbar’a hayret etmemek mümkün değildir. [2727] 

Belkıs’ın Tırnağı: Kur’an’ın bildirdiğine göre Hz. Süleyman, Belkıs’ı sırçadan mâmul mücellâ bir köşkte karşıladı. Köşkün avlusu da yine cam gibi parlaktı. Köşke giden bu meydana varınca Belkıs onun parlaklığını su sandı ve ıslanmasın diye eteklerini topladı. Hz. Süleyman “O sırçadan döşenmiş mücellâ bir meydandır”[2728] diyerek Belkıs’ı uyardı. Manzaradan son derece etkilenen Belkıs, kendi kendini kınadı ve Allah'a teslimiyetini belirtti. [2729]

 

Bazı eserler, bu köşkün niçin yapıldığını izah sadedinde değişik rivâyetler kaydederler ki, bunların ortak noktasına göre, Hz. Süleyman’ın anası peri kızı olan Belkıs’la evlenebileceğinden endişe eden ve evlenmeleri halinde esârette devamlı kalacaklarından korkan şeytanlar, onu var güçleriyle Hz. Süleyman’ın gözünden düşürmek ve evlenmelerine engel olmak için gayret sarfederler. Ayağının merkep ayağına benzediğini sansasyonel bir haber niteliğinde yayarlar. Hz. Süleyman köşkün meydanının girişine büyük bir havuz yaptırıp içine balık ve kurbağaya kadar deniz hayvanları koydurur. Bunu gören Belkıs da paçalarını sıvar. Kadının ayaklarını bu fırsattan istifade ile gören Hz. Süleyman onları son derece güzel ve fakat biraz kıllıca bulur. Kraliçenin ayağının kıllı olmasını bekârlığına bağlayan râvîler hemen Hz. Süleyman’ın bu kılların izâlesi için çare sormasına, şeytanlar usturayı salık verirler. “Ustura kadının bacaklarını keser” gerekçesiyle râzı olmayan Hz. Süleyman’a şeytanlar hamam otunu icad ederler. [2730]

İş bu kadarla da kalmaz. Mü’minlerin annesine de, mü’min evlâtlara yakışmayacak çağrışımlarda bulundurulur. Bazı haberlere göre Hz. Peygamber, Belkıs’ın bacakları itibarıyla dünya kadınlarının en güzeli olduğunu ve Cennette Hz. Süleyman (a.s.)’ın hanımları arasında yer alacağını bildirmiştir. Hz. Âişe’nin: Onun bacakları benimkilerden de mi güzel?” tarzındaki endişe ve kıskançlık ifade eden sorusunu da: “Sen Cennette de ondan daha güzel bacaklı olacaksın” diyerek karşılık vermiştir.[2731] Sa’lebî’nin Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyetine göre Hz. Peygamber, ilk hamam yaptıran ve hamamda yıkanan kişinin Hz. Süleyman olduğunu söylemiştir (aynı yer). Sabunu ilk icat edenin de keza Süleyman (a.s.) olduğu söylenmiştir

Belkıs’ın ayağının hayvan ayağına benzediği, tırnağının katır tırnağı gibi olduğu yolundaki haberler zayıftır[2732] ve itimada şâyân değildir. Bu kadının bacaklarının kıllı olduğu, ustura ve hamam otu gibi şeyler de son derece garip ve münkerdir. Kâ’bu’l-Ahbar ve Vehb bin Münebbih gibi zevat kanalıyla ehl-i kitaptan alınmış irâiliyat makulesi şeylerdir.[2733] Hz. Süleyman gibi bir peygamber, bir Allah elçisi şeytanların dedikodusuna aldırmaz, onların söylentilerinin kıymetsizliğini bilir. Bunun için emek sarfederek köşk yaptırmaz. Bütün bunları bir kadının bacaklarını görmek için yapması mümkün değildir. Belkıs’ın bacaklarının Hz. Peygamber’in hadislerine konu olması ise hiç düşünülemez. Kezâ Hz. Süleyman’ın sabunu ilk icat eden[2734] ve ilk hamama giren olması da vâkıalara mutâbık değildir ve haberlerin sıhhatında “nazar” vardır. [2735]

Abdullah Aydemir’in İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler kitabında[2736] ayrıntılarıyla, kaynaklarıyla ve bazı eleştirileriyle görülebilecek olan bu rivâyetler, bu kadarla da bitmez. Bütün bunların Kur’an ruhuna ve selim akla ters düştüğünü gören günümüz akılcı yorumcuların bazıları, ifrattan kaçarak tefrite tutulmuşlar, Süleyman (a.s.)’a ait olan mûcizevî unsurların hepsini te’vil ederek, Kur’an’daki bu konuyla ilgili ifadelerin mecâzî olduğunu izah etmek için uğraşmışlar ve hiç kimseye verilmeyip sadece Hz. Süleyman’a verilen mülkle ilgili, direkt değilse de dolaylı yoldan inkâra gitmişlerdir. Yukarıda bu aklî yorum ve te’villere, Mevdûdî’nin eleştirel bakışıyla beraber bazı örnekler verilmişti. Bunlara bir ilâvede daha bulunalım: Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu adlı tefsirine göre, Süleyman’ın dayandığı “değnek”, onun saltanatıdır. Değneğini yiyen “kurt” da oğlunun idaresizliği ve zaafıdır. “Cinler” de kendisinin emri altına giren yabancı İnsanlardır. Süleyman (a.s.)’ın ölümünden sonra onun saltanatına Mûsâllat olan oğlu Rehoboam, sefâhete ve zevke daldığından, onun saltanatını kemirdi, çürüttü, sonunda İsrâiloğullarına hizmet eden, boyun eğen kabileler, artık onlara boyun eğmediler. [2737] 

Şeytan, insanın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal olmuş.

Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ibret ve örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır[2738] buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı[2739] olarak anlatıldığı vurgulanır.

Kur’an’ı okuyan, Süleyman (a.s.) kıssasını bilen halk, Hz. Süleyman gibi nice krallık kuranların gidişat ve çökmeleri hakkında sağlıklı değerlendirme yapamamış, bu konudaki sünnetullahı anlayamamış, yöneticilerin Hz. Dâvud ve Süleyman gibi ilâhî hükümle hükmeden adâleti icrâ eden kimseler olması için üzerine düşeni yapamamış, zâlim sultanlara gerekli tepki gösterememiştir.

Süleyman (a.s.) Kıssasından Alacağımız Mesajlar ve Dersler

Süleyman (a.s.) kıssasının vermek istediği mesajları şöyle sıralayabiliriz:

a- Hz. Süleyman kıssasının nâzil olmasının ilk sebebi, Tevrat, İncil gibi muharref kitaplardan ve çeşitli rivâyetlerden, Hz. Süleyman hakkında birtakım yanlış fikirlere sahip olan câhiliye toplumuna kıssanın doğrusunu bildirmektir. Çünkü hidâyetle ilgili içerikten yoksun olan olan Süleyman kıssasından İnsanlar öğüt ve ibret alamazlardı.  

b- Mekke’yi kendi hevâ ve heveslerine göre yöneten Mekke egemen güçleri olan müstekbirlere, toplumu hak ve adâletle yönetmeleri kıssa yoluyla bildirilmiş oluyordu.

c- Hz. Süleyman’ın kıssasının bütünü, ülke yönetiminde bulunan bir yöneticinin Allah’ın emirlerini gerek kendisine, gerek toplumuna ve gerekse diğer toplumlara uygulamalarını ibret olarak vermektedir.

d- “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde İnsanlar arasında hak ile hükmet, hevâna tâbi olma; yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.”[2740] Babası Dâvudâ Allah’ın emrettiği bu ilke; Hz. Süleyman’ın da kavmini yönetirken uyguladığı ilâhî bir ilkedir. Allah böylece ülke yöneticilerinin toplumlarına yapacakları davranışlarının nasıl olması gerektiğinin iki İslâmî otorite olan Dâvud ve Süleyman’ın kıssası ile bildirmiş oluyordu.

e- Sebe’ melîkesinin mele’si ile yaptığı istişâre, ülke yönetiminde şûrâ prensibinin önemini gösterir.

f- Allah’ın verdiği nimetleri, O’nun kanunlarına göre değerlendirerek toplumun refahını arttırmak... Diğer toplumların önüne geçmek... Hz. Süleyman’ın gemiler inşâ ettirip rüzgârlardan faydalanarak ticarette ilerlemesi, zırh ve Arap atları ile teçhiz edilmiş kuvvetli bir orduya sahip olması, bakır madenini işleme sanatını geliştirmesi ve inşaat sanatını ilerleterek elde ettiği göz alıcı binalar sâyesinde kurduğu medeniyet bizlere ibrettir. Böylece silâh üstünlüğü sâyesinde gelecek tehlikelere karşı hem hazırlıklı olmak, hem de diğer kavimlere üstünlüğünü bu yolla da kabul ettirmek mümkün olabilir. İyi değerlendirilen yer altı ve yerüstü servetleri ve iyi yapılan ticaret sâyesinde ekonomik olarak hem kavmini refaha ulaştırmak ve hem de diğer kavimlere egemenlik sağlamak mümkün olabilir. İslâm bunu yaparken insanlara adâlet ve refah götürür. Fakat günümüzde ise aynı imkânlara sahip müşrik, emperyalist Batı ülkeleri kendi refah ve zenginliklerini, diğer milletlerin sömürülmesine, aç kalmasına, yokluk ve sefâlet içinde kalmasına dayandırmaktalar.

g- Yöneticiler geldikleri makama Allah’ın lütfu ile gelirler, dolayısıyla böbürlenme, şöhret tutkusu ve tamahkârlık onlara yakışmaz. Elde ettikleri mevkinin Allah’ın onlara bahşettiği

ve sınandıkları bir durum olduğunu her zaman hatırlamaları gerektiği kıssa yolu ile anlatılır.

h- Süleyman (a.s.)’ın Sebe’ kraliçesini İslâm’a çağrı metodu olan mektup gönderme yöntemini, daha sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in çağdaşları diğer hükümdarları İslâm’a dâvet ederken kullandığını görmekteyiz. Mektup gibi iletişim araçlarını çağdaş dâvetçilerin, tebliğ metodu ve aracı olarak kullanmaları gerektiğini bu kıssadan çıkarabiliriz.

l- Dâvud ve Süleyman kıssası, Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olarak İslâm otoritesinin yapması gereken davranışların neler olduğunun; olması gerektiğinin örneklerini veren bir ibret ve nasihat vesikasıdır.[2741] Dillere destan muhteşem saltanat ve serveti kalbine koymayan, bunları emânet olarak değerlendiren, şükür ve kulluk görevini aksatmayan, kendisi mütevâzi ve sade bir hayat yaşayan Hz. Süleyman, eline üç kuruş para geçince din ve dâvâdan uzaklaşıp dünyevîleşen İnsanımıza, mal ve mülkle imtihan konusunda örnektir. Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet hikmet ve ibretinin, ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal ögelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.              

Hz. Süleyman’la İlgili Âyet-i Kerîmeler

A- “Süleyman”  kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerler (17 yerde): 2/Bakara, 102, 102; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79, 81; 27/Neml, 15, 16, 17, 18, 30, 36, 44; 34/Sebe’, 12; 38/Sâd, 30, 34. 

B- Süleyman a.s. Kıssası

     Süleyman a.s.’ın Kıssasını Anlatan Âyetler: 21/Enbiyâ, 78, 81-82; 27/Neml, 15-44; 34/Sebe’, 12-15; 38/Sâd, 30-40

C-   Süleyman a.s.’ın Peygamberliği ve Şahsiyeti

  • Süleyman a.s. Dâvud a.s.’ın Oğludur: 34/Sebe’, 13; 38/Sâd, 30.
  • Süleyman a.s. Babası Dâvud a.s.’a Vâris Oldu: 27/Neml, 16.
  • Süleyman a.s.’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78; 27/Neml, 15; 38/Sâd, 40.
  • Süleyman a.s.’ın İnsanlar Arasında Makam ve Mevkî İstemesi: 38/Sâd, 35.
  • Süleyman a.s’a Allah, İnsanlar Arasında Mevkî Verdi: 27/Neml, 15-16; 38/Sâd, 35-39.
  • Süleyman a.s.’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 81-82; 27/Neml, 16-19, 38-40; 34/Sebe’, 12-14; 38/Sâd, 36-38.
  • Süleyman a.s. Kuş Dilini Biliyordu: 27/Neml, 16.
  • Süleyman a.s.’ın Cinlerden, İnsanlardan ve Kuşlardan Orduları Vardı: 27/Neml, 17-18; 34/Sebe’, 12-14; 38/Sâd, 37-38.
  • Süleyman a.s.’ın Kendisi ve Ana-Babası İçin Duâsı: 27/Neml, 19.
  • Süleyman a.s.’ı Allah’ın İmtihan Etmesi: 38/Sâd, 34-35.
  • Süleyman a.s.’ın Emrine Rüzgârın Verilmesi: 38/Sâd, 35-36.
  • Süleyman a.s.’ın, Allah’ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâsı: 27/Neml, 19.
  • Süleyman a.s.’ın Allah’ın Dinine Hizmet İçin At Beslemesi: 38/Sâd, 31-33.
  • Süleyman a.s.’ın Ölümü: 34/Sebe’, 14.

D-   Süleyman a.s.’ın Sebe’ Kavmini ve Kraliçe Belkıs’ı Hakka Dâvet Etmesi 

  • Süleyman a.s.’ın, Belkıs’a Yazdığı Mektubun İlk Satırı Besmele ile Başlıyordu: 27/Neml, 30.
  • Süleyman a.s.’ın, Belkıs’ı Hakka Dâvet Etmesi: 27/Neml, 28-44.
  • Süleyman a.s.’a Hüdhüd Kuşunun, Yemen’deki Sebe’ Kavminden ve Hükümdarı Belkıs’tan Haber Getirmesi: 27/Neml, 20-28.
  • Sebe’ Kavmi ve Belkıs: 27/Neml, 20-28; 34/Sebe’, 15.
  • Süleyman a.s.’ın, Belkıs’ın Tahtını Yanına Getirtmesi ve Belkıs ile Bunun Değerlendirilmesi: 27/Neml, 38-44.
  • Sebe’ Kavminin Yok Oluşu: 34/Sebe’ 15-20.

 

Z E K E R İ Y Y    VE   Y A H Y    (A. S.)  

 

  • Zekeriyyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti
  • Yahyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.)
  • Peygamber Katili Yahûdiler
  • Muharref İncillere Göre Hz. Yahyâ ve Şehâdeti
  • Tefsirlerden İktibaslar
  • Peygamberî Mesaj ve Örnekler

“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır, çünkü Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.”

“Orada Zekeriyyâ, Rabbine duâ etti: ‘Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Sen, duâyı hakkıyla işitensin.”

“Zekeriyyâ, mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nidâ ettiler: ‘Allah sana, Kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.”

“Zekeriyyâ, ‘Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?’ Allah şöyle buyurdu: ‘Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar.”

“Zekeriyyâ: ‘Rabbim! (Oğlum olacağına dâir) bana bir alâmet ver’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Senin için alâmet, insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et.” [2742]      

Hz. Zekeriyyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti

Zekeriyyâ (a.s.), Kur'ân'da adı geçen peygamberlerden biridir. Soyu Dâvud’a (a.s.) dayanmaktadır. Kur'ân'da anılan duâlarından[2743] anlaşıldığına göre, soyu daha sonra Yâkub’a (a.s.) varmaktadır. [2744]

Zekeriyyâ (a.s.) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların bilgini, reisi ve müşâviri, yani danışmanı idi.[2745] Onun hakkında çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s.); “Zekeriyyâ (a.s.) marangoz idi.”[2746] diyerek onun elinin emeği ile geçinen bir zanaat ehli olduğunu haber vermiştir.

Zekeriyyâ’nın (a.s.) hanımı, İsa’nın (a.s.) annesi Meryem'in teyzesi İşâ (Elizabeth) idi. Zekeriyyâ (a.s.) da, Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. Ona Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı. Onun odasına her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz mevsiminde de kış meyvesini buluyordu. Zekeriyyâ (a.s.), “Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?” diye sorunca, Meryem, “Allah tarafından” diye cevap veriyordu. [2747]

Zekeriyyâ (a.s.) Hz. Meryem'in yanında böyle yaz mevsiminde kış meyvesini ve kış mevsiminde de yaz meyvesini görünce, Meryem'e bu nimetleri veren, buna gücü yeten Yüce Allah, eşimin yaşı geçtiği halde, bize de hayırlı bir evlât verebilir” şeklinde düşündü ve hayırlı bir evladın olması için Allah'a gizlice şöyle duâ etti: “Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim! Sana yalvarmaktan dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı olsun! Rabbim! O'nun, Senin rızânı kazanmasını da sağla!”[2748]; “Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet!”[2749];“Rabbim! Beni tek başıma bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın.” [2750]

Gücü her şeye yeten Yüce Allah, Zekeriyyâ (a.s.)'nın duâsını kabul etti ve O'na bir erkek evlât vereceğini müjdeledi: “Ey Zekeriyyâ! Sana Yahyâ isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik”[2751]; “Mihrabda namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona şöyle seslendi: ‘Haberin olsun! Allah sana Yahyâ adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi (İsâ'yı) tasdik edecek, milletinin efendisi olacak, nefsine hâkim bulunacak ve sâlihlerden bir peygamber olacaktır” [2752]

Zekeriyyâ (a.s.), Allah'ın verdiği bu müjdeye şaştı, hayret etti. Çünkü kendisi de hanımı da hayli yaşlı idiler. “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?”[2753] diyerek, bu ilginç müjde karşısında hayretini dile getirdi. Yüce Allah ona şöyle cevap verdi: “Rabbin böyle buyurdu. Çünkü bu Bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni yaratmıştım.” [2754]

Kur'ân'ın başka bir yerinde bu durum şöyle haber verilmiştir: “Zekeriyyâ'nın duâsını kabul edip kendisine Yahyâ’yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.” [2755]

Yüce Allah'ın bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyyâ (a.s.): “Rabbim! Öyle ise bana bir alâmet ver, dedi.”[2756] Allah ona şu cevabı verdi: “Alâmetin; üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbını çok zikret, akşam sabah tesbih et!”[2757] Gün oldu, Zekeriyyâ’nın (a.s.) nutku tutuldu. Mihrabdan çıktı ve milletine: “Sabah-akşam Allah'ı tesbih edin, diye işârette bulundu.”[2758] Zamanı gelince, Zekeriyyâ’nın (a.s.) oğlu Yahyâ (a.s.) dünyaya geldi.

Yukarıda görüldüğü gibi, Zekeriyyâ (a.s.) ile ilgili olarak zikredilen âyetlerin çoğu, duâ mahiyetindedir. O, çok duâ eden, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek tam bir teslimiyet içinde yaşayan yüce bir peygamberdi. Allah: “Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyas'a da (yol göstermiştik). Hepsi sâlihlerden/iyilerden (idi)ler”[2759] diyerek onu şâhit peygamberlerle birlikte anmıştır.

Zekeriyyâ (a.s.) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima insanları Yüce Allah'a inanmaya ve O'nun yolunda yürümeye çağırdı. Fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü görmeyecek kadar gözü dönenler, onu şehid ettiler. [2760]

Zekeriyyâ (a.s.), Hz. İsa’nın (a.s.) doğumundan önce İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. Zekeriyyâ, İsrâiloğullarını Allah’a dâvet etmeye ve başlarına gelmesi muhtemel İlâhî azapla korkutmaya başladı. Çünkü Zekeriyyâ (a.s.); isyan ve azgınlığın arttığı, kötülüklerin yayıldığı, günahların çoğaldığı ve İsrâiloğullarını mânevî bozulmalar ve çözülmeler ile maddî sapmaların, azgınlaşan şiddetli dalgalar halinde kapladığı bir devrede peygamber olarak gönderilmişti. Zira İsrâiloğulları o kadar bozulmuşlardı ki, Allah’ı ve âhiret gününü unutmuşlardı. Allah da, onların başına zorba ve zâlim hükümdarları ve vâlileri Mûsâllat etti. Bu hükümdarlar ile yöneticiler, yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, tüyler ürperten suçlar işliyorlar ve peygambere karşı hürmet ve dinin kutsallığına karşı ilgisiz davranıyorlardı. Çünkü onların dini, şeytanın kendilerine fısıldadığı şeylerden ve ibâdetleri de hevâlarının isteklerinden ibâretti. Sâlih kimselere, takvâ sahiplerine ve peygamberlere Mûsâllat oluyorlar, hatta hiç çekinmeden onların kanlarını döküyorlardı. Zâlimlik ve zorbalık yönünden bu hükümdarlar ile yöneticilerin en önde geleni, Hz. Zekeriyyâ’nın oğlu Yahyâ’yı, sevgilisini memnun etmek için öldürülmesini ve başının bir tabak içerisinde kendisine sunulmasını emreden Filistin vâlisi Herodes idi.

Hz. Zekeriyyâ (a.s.), birçok zâlim yönetici ve vâlilerle karşılaştı. Çünkü o sırada İsrâiloğulları; her türlü haksızlık, zorluk, eziyet ve sıkıntı içerisinde bulunuyordu. Bundan dolayı İsrâiloğullarına gelen birçok eziyetten Hz. Zekeriyyâ da nasibini alıyordu. Öyle ki, sıkıntılar ve musîbetler birbirini tâkip ediyordu.   

Zekeriyyâ (a.s.), Süleyman’ın (a.s.) soyundan olan Elisa(bet) ile evlendi. Elisa (Eşyâ), Meryem’in (a.s.) annesi olan Hanne’nin kızkardeşidir. Zekeriyyâ (a.s.) ile Elisa’dan Yahyâ (a.s.) doğmuştur. Hz. Zekeriyyâ’nın kemikleri zayıflamış, saçına beyazlık düşmüş ve ezâ ile zorluklara tahammül edecek gücü kalmamıştı. Buna rağmen İsrâiloğullarının sapıtıp fitneye düşmesinden korkuyordu. Kendisinden sonra kavminin doğru yoldan sapmasından korktuğu ve yakınlarına güvenemediği için kavmini Allah yoluna çağıracak birinin olmasını arzu ediyordu. İşte bundan dolayı Rabbinden, ihtiyarlığında kendine yardım edecek, risâleti tebliğ etmede kendisine halef olacak ve bu dünya hayatının sıkıntıları içinde kendisini yalnız bırakmayacak bir evlât vermesini istedi.[2761] Zekeriyyâ (a.s.), Rabbinden bir çocuk istediğinde rivâyete göre 99 yaşında ve hanımı da 98 yaşında idi.

Hz. Zekeriyyâ, sadece çocukları sevdiği ve baba olmayı arzuladığı için evlât istemiş değildi. Rabbinden, İsrâiloğullarını uyarma hususunda kendisine halef olacak ve kendisinin taşıdığı dâvet yükünü üzerine alacak bir çocuk istemişti. Çünkü Zekeriyyâ (a.s.), ölümünden sonra İsrâiloğullarının din ile ilgili işlerini câhil ve fâsık liderlerin üstlenmesinden ve bu kimselerin Allah’ın şeriatına ve hükmüne uygun olmayan işler yapmalarından korkuyordu. İşte bundan dolayı Rabbinden çocuk istedi. Bunun için de, gizliyi açığı bilen ve duyan Rabbine,  başka kimsenin işitemeyeceği şekilde gizlice seslenip, takvâ sahibi sâlih bir çocuk vermesini istedi. Allah da onun bu duâsını kabul etti. [2762]  

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. İsa (a.s.)’nın doğumundan önce İlâhî dâveti açıklayıp yaymak için peygamber olarak seçilen Zekeriyyâ (a.s.) ve oğlu Yahyâ (a.s.), Hz. İsa’yı doğumundan delikanlı oluncaya kadar hep koruyup gözettiler. İncillerde geçtiği üzere, Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.), göklerin melekûtunun/krallığının yaklaşmasına yakın bir dönemde peygamber olarak gönderilmişlerdir.  

Zekeriyyâ (a.s.) zamanında Şam ve Kudüs, Batlamyusçular’ın elindeydi. Bunlar, Beyt-i Makdis’e hürmet ederler ve İsrâiloğullarını hoş tutarlardı. Bu kavmin ileri gelenleri, ibâdethâneden hiç dışarıya çıkmazdı. Beyt-i Makdis’de gece-gündüz ibâdet ederlerdi. O zamanlar İsrâiloğulları arasında bir peygamber yoktu. Kendilerine bir peygamber göndermesi için Allah’a ilticâ ettiler. Nihâyet, Zekeriyyâ (a.s.), Allah (c.c.) tarafından peygamber olarak gönderildi. Cenâb-ı Allah, Zekeriyyâ’ya (a.s.) risâlet görevini ve İsrâiloğullarını sapıklıktan kurtarması için tebliğ görevi vermeden önce o, mâbedin (Beytü’l-Makdis’in) hizmeti için bir araya gelmiş din adamlarından biri idi. Daha sonra onu Cenâb-ı Allah, peygamber olarak seçti.

Hz. Meryem’in babası İmrân, İsrâiloğullarının önderi, ileri geleni ve en büyük hahamları idi. İmrân ölünce, kızı Meryem’in bütün sorumluluğunu, Meryem’in teyzesinin kocası Hz. Zekeriyyâ üstlendi. [2763]   

Hz. Yahyâ, babasının gözetiminde güzel bir hayat yaşadı. Daha sonra Yahyâ (a.s.) için asıl büyük fitne; ihtiyar ve onurlu babası daha sağ iken dalâlet ehli ve gazaba uğramış olanların arzularına kurban edilerek başının kesilmesi idi. Sâlih bir peygamber olan Hz. Zekeriyyâ’nın ölümü de, zâlim vâlilerin elinde oldu. O da, şehidlik şerbetini, oğlunun içtiği bardaktan içti. Bazı tarihçilerin kaydettiğine göre Zekeriyyâ (a.s.), testereyle biçilerek şehid edilmiştir. Bazı tarihçiler, onun azgın yahûdiler tarafından taşlanarak şehid edildiğini ileri sürerler. İlâhî rızâya sâdık ve sâlih bir peygamber olarak yaşayan Zekeriyyâ (a.s.), zâlim ve azgın yahûdiler tarafından hunharca şehid edilmiştir. Zekeriyyâ’nın (a.s.) kavmi tarafından nasıl şehid edildiği Kur’an’da ve hadislerde bildirilmemektedir. Bazı tarihçiler, onun şehid olmayıp normal yolla öldüğünü ileri sürerler. [2764]

Zekeriyyâ (a.s.), ömrünü Allah’a ibâdet, O’na dâvet ve Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e/Mescid-i Aksâ’ya hizmet uğrunda geçirmiştir. Türbesi, Suriye’nin Halep şehrindedir.

Hz. Yahyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti

Yahyâ (a.s.), Kur'an'da adı geçen peygamberlerden biridir. Yüce Allah tarafından, Kur'an'da: “Ey Zekeriyyâ! Sana Yahyâ isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik.”[2765] âyeti ile haber verildiğine göre; Yahyâ (a.s.), Zekeriyyâ’nın (a.s.) oğlu idi. Kendisine Yahyâ adı da, Allah tarafından verilmişti.

Yahyâ’nın (a.s.) yüzü güzel, kaşları çatık, saçları seyrek, burnu uzun, sesi ince ve parmakları kısa idi. O, İsâ’dan (a.s.) altı ay önce dünyaya gelmişti. Yani İsâ’dan (a.s.) altı ay büyüktü. Dolayısıyla, Mûsâ’nın (a.s.) şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusuydu. Daha küçük yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine: “Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım” dedikleri zaman: “Ben, oyun için yaratılmadım” derdi. [2766]

Onun küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir: “(Ona çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocuk iken, ona, hikmet'i verdik (Tevrat'ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalp yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttakî idi. Anasına ve babasına itaatli idi, bir serkeş ve âsî değildi. Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona selâm olsun!” [2767]

Bu âyetlerde görüldüğü gibi Yüce Allah, Yahyâ (a.s.)'nın çeşitli güzel vasıflarını haber vermiş ve onu selâmla anmıştır. Bu, onun doğduğunda, vefat ettiğinde ve âhiret gününde Allah'ın himâyesinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Her insanın başına geleceği kesin olan bu üç yalnızlık ve korku günlerinde Allah'ın selâm ve esenliği içinde olmak, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Bu üç durumda Allah'ın himâyesinde bulunmak, bir nevi devamlı bir şekilde Allah'ın himâyesinde bulunmak demektir. [2768]

Yahyâ (a.s.) Allah'ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrat'a ve daha sonra İncil'e uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti tarafından yaşanması için çalıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) onun bu mücâdelesi hakkında şöyle buyurdu:

“Yüce Allah, Zekeriyyâ (a.s.)'nın oğlu Yahyâ (a.s.)’ya, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmeleri için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti. Kendisi bu hususta biraz ağır ve yavaş davranınca, İsâ (a.s.) ona:

-Sen, hem kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin, ya da ben tebliğ ederim, deyince, Yahyâ (a.s.):

-Ey kardeşim! Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azâba uğramamdan veya yere batırılmamdan korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü'l-Makdis'te topladı. Beytü'l-Makdis, İsrail oğulları ile doldu. Yahyâ (a.s.) yüksek bir yere oturarak Allah'a hamd ve senâda bulunduktan sonra şöyle dedi:

-Yüce Allah, bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş kelime emretti. Onların ilki, Allah'a hiç bir şeyi şerik/ortak koşmaksızın O'na ibâdet etmenizdir. Bunun misâli, öz malı olan altın veya gümüşle bir köle satın alıp çalıştıran bir adama benzer ki, köle çalışmasının kazancını, efendisinden başkasına ödüyor. Hanginiz, kölesinin böyle davranmasına sevinir, râzı olur? Hiç kuşkusuz, sizi Yüce Allah yarattı ve rızkınızı vermektedir. Öyle ise Allah'a, hiç bir şeyi şirk koşmaksızın ibâdet ediniz.

Allah namaz kılmanızı size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü sağa sola çevirmeyiniz. Şüphe yok ki Yüce Allah, kulu, yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona yöneliktir.

Allah size orucu emretti. Bunun misâli, yanında misk kesesi olduğu halde, bir topluluk içinde bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye benzer. Hiç şüphesiz oruçlunun ağzının kokusu, Allah'ın katında misk kokusundan daha güzeldir.

Allah size sadakayı emretti. Bunun misâli, düşmanını esir edip elini boynuna bağladıkları ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer ki o, ‘canımı elinizden kurtarmak için size bir fidye, kurtulmalık versem, olmaz mı?’ diyerek kendisini onlardan kurtarıncaya kadar, az çok fidye parası öder durur.

Allah size, Allah'ı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti. Bunun misâli, düşmanın süratle kendisini tâkip ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun içine sığınmıştır. İşte kul da, Allah'ı zikir ile meşgul oldukça, şeytandan böyle korunur.” [2769]

Bu hadiste görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler, yalnız Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği ibâdetlerdir.

Yahyâ (a.s.) da, babası Zekeriyyâ (a.s.) gibi içinde yaşadığı kendi kavminden olan azgın yahûdiler tarafından şehid edildi. [2770] 

Cenâb-ı Allah, Hz. Yahyâ’yı çok övmüş ve onu sâlih/iyi, takvâ sahibi, dosdoğru ve dürüst olarak nitelemiştir. Yüce Allah ona daha 30 yaşlarında iken peygamberlik vermiş; onu efendi, nefsine hâkim, şehvet ve kötülüklerden uzak kılmıştır.[2771] Hz. İsa (a.s.) ile aynı zaman diliminde ve aynı (ya da yakın) topraklarda uzun müddet birlikte yaşamışlardır. O, çokça ibâdet eder, Allah’a devamlı yalvarır ve O’nun korkusundan dolayı çokça ağlardı. Tâbiînin meşhur müfessiri Mücâhid, Hz. Yahyâ’nın bu durumuyla ilgili olarak şöyle der: “Hz. Yahyâ’nın yiyeceği ot idi. Allah korkusundan o kadar ağlardı ki, eğer gözyaşı gözünün üzerinde kalsa, kesinlikle gözünü yakıp kör ederdi.”[2772] İbn Asâkir’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir gün, anne ve babası, Hz. Yahyâ’yı aramaya çıktıklarında, onu Ürdün Gölü yakınında buldular. Yanına vardılar. Onu, Allah’a karşı olan korku/huşû ve ibâdet içinde buldular. Onun bu halini görünce onları şiddetli bir ağlama tuttu.”

Yüce Allah, Yahyâ’ya (a.s.) sabî yaşta hikmet verdi. Tevrat ile ilgili şeriatı, şeriatın esaslarını ve hükümlerini öğrenmeye koyuldu. Öyle ki benzeri bulunmayan ve derin bir âlim oldu. Din konusundaki fetvâlar ona sorulurdu. 30 Yaşına geldiğinde, ona risâlet ve nübüvvet verildi. Yüce Allah, Yahyâ (a.s.)’ya bu konuyla ilgili olarak şöyle hitap etmektedir: “Ey Yahyâ! Kitab (Tevrat)’a kuvvetle sarıl (dedik).” [2773]

Heyseme’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Hz. Yahyâ ile Hz. İsa, teyze çocuklarıydılar. İsa, yün elbiseler giyerdi. Yahyâ ise, kıldan dokunmuş elbise giyerdi. Hiçbirinin ne dinarı, ne dirhemi, ne kölesi, ne câriyesi ve ne de sığınacakları barınağı vardı. Nerede akşam, orada sabah yaşayıp giderlerdi. Birbirlerinden ayrılmak istediklerinde, Yahyâ: ‘Bana tavsiyede bulun!’ deyince, Hz. İsa: ‘Asla öfkelenme!’ dedi. Hz. Yahyâ: ‘Ben bunu beceremem’ deyince, Hz. İsa ona: ‘Mal biriktirme ve saklama’ diye tavsiye etti. Hz. Yahyâ: ‘Bunu, belki yapabilirim’ dedi.” [2774]

Hz. Yahyâ, zühd hayatı yaşayıp çoğunlukla insanlardan uzak yaşar, çölde dolaşır, ağaçların yapraklarını yer, nehir sularından içer ve bazı zamanlarda ise çekirge yemek sûretiyle açlığını giderirdi. Bütün bunlara rağmen, bazen kendi kendine: “Ey Yahyâ! Senden daha çok nimet içinde kim var?” diye sorardı. Yahyâ (a.s.), İsrâiloğullarını Allah’a dâvet ediyor ve onlara göklerin melekûtunun yaklaşmakta olduğunu müjdeliyordu. Hz. Yahyâ’nın dâvet metodu, hikmet ve güzel öğütten ibâretti. 

Hıristiyan din bilginleri; Hz. Yahyâ’yı “Yuhanna” diye adlandırmışlar ve ona “Vaftizci”  lakabı takmışlardı. Hz. Yahyâ’nın insanları vaftiz ettiğine dâir özellikle Matta İncilinin çeşitli yerlerinde konu geçmektedir. Hz. Yahyâ, hıristiyanlarca yapılan vaftiz işini üstlenmişti. Bu, günahlardan tevbe etmek için suyla yıkanılıp takdis edilme işidir. İncillerin anlattığına göre Yahyâ (a.s.), Ürdün çevresinde peygamberliğini açıklayıp insanları tevbe etmeye çağırdı. Bunun üzerine Kudüs halkı ile Ürdün’e yakın kasaba halkı, Hz. Yahyâ’nın yanına geldi. Yahyâ (a.s.) onları, nehirde vaftiz edip onlara göklerin krallığının yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Hz. Yahyâ, İsa’yı (a.s.) Ürdün nehrinde vaftiz edip takdis etti. O sırada Hz. İsa’nın 33 yaşında olduğu belirtilir. 

Tarihçiler, Yahyâ’nın (a.s.) öldürülmesi ile ilgili birçok sebep naklederler. Bunların en meşhur olanını, İbn Kesir rivâyet etmiştir. İncillerden alındığı anlaşılan bu rivâyeti, en-Neccâr, Kasasu’l-Enbiyâ adlı kitabında şu şekilde aktarmaktadır: “Filistin hükümdarı/vâlisi Herodes, belâlı ve fâsık bir kimse idi. Bunun, erkek kardeşinin Herodya adında çok güzel bir kızı vardı. Kızın amcası, onunla evlenmek istiyordu. Kız ile annesi de, bu evliliğe râzı idiler. Fakat Hz. Yahyâ, bu evlilik işini öğrenince, böyle bir şeyin olamayacağını belirtmişti. Çünkü bu evlilik işi, (müslümanlara göre haram olduğu gibi) ehl-i kitabın şeriatına göre de haramdı. Bu nedenle de kızın annesi, Hz. Yahyâ’ya karşı kalbinde kin besleyerek onu öldürtmek için bir hile tasarlıyordu. Bu sebeple de kızı Herodya’yı çok güzel bir şekilde süsledi ve en güzel elbiseler giydirdi ve Herodes’in huzuruna yolladı. Kız, Herodes’in aklını başından çelinceye kadar dans etti. Herodes, kıza: ‘Dile benden ne dilersen?’ dedi. Herodya, annesinin kendisine öğrettiği gibi: ‘Şu tabakta Yahyâ’nın başını istiyorum’ dedi. Herodes, kızın bu isteğini kabul edip Yahyâ’nın başının kendisine getirilmesini emretti. Bunun üzerine Yahyâ’yı (a.s.), namazda iken, bir koyun boğazlar gibi boğazlayıp öldürdüler. Daha sonra, kesik başını, kanlar içinde tabağa koyarak Herodes’e getirdiler. Bunun üzerine Herodya’nın, o anda helâk olduğu söylenir.”

(Romalılar, genellikle fethettikleri yerlere, yerli vali ve hükümdar atama eğiliminde oldukları için Filistin’de kendilerine tâbi olan yerlilerden oluşmuş bir devlet kurulmasına izin verdiler. Bu devlet, M.Ö. 40 yılında son derece akıllı ve zekî olan Herodes adlı bir yahûdinin eline geçti. Bu kişi, tarihe “Büyük Herodes” adıyla geçmiştir. Herodes, iktidara sahip olduktan sonra aldığı çeşitli tedbirler ve izlediği dirâyetli siyâset sâyesinde yahûdi devletinin sınırlarını benzeri görülmemiş şekilde genişletti. Öyle ki M.Ö. 40’tan M.Ö. 4’e kadar bütün Filistin ve Ürdün’ün büyük bir bölümüne hâkim oldu. Herodes, bir yandan dinî lider ve din adamlarını himâye ederek yahûdilerin desteklerini kazandı, diğer yandan da Roma kültür ve medeniyetini yayarak Roma İmparatorluğunu da memnun etti. Fakat yahûdiler, siyâset ve devlette söz sahibi olmalarına rağmen din, ahlâk ve mâneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar. Hz. İsa’yı öldürmek isteyen Herodes, bu “Büyük Herodes”tir. Hz. Yahyâ’yı şehid eden ise onun torunu olan Herodes olmuştur. Herodes’ten sonra devlet, 3’e bölündü.)

Bu kıssa, bize; İsrâiloğulları hükümdarlarının zulüm ve haksızlıkta ne kadar ileri gittiklerini göstermektedir. Çünkü bu hükümdarlar, bir anlık istekleri uğruna veya dine hürmeti ve şeriata saygısı olmayan câhil, fâsık kimselerin arzularını yerine getirmek için peygamberleri öldürmeye ve sâlih kulların kanlarını dökmeye cür’et etmişlerdir. Çünkü İsrâiloğulları, bu kötü işi başlatanların ilkidir. Hatta peygamber öldürmek, onların sapıklıklarının ve taşkınlıklarının bir alâmet ve işareti olmuştur. Hz. Yahyâ, Hz. Zekeriyyâ ve Hz. İsa’ya karşı tertiplenen olaylar ve sayılarını ancak Allah’ın bildiği peygamberlerin, hem insanlığın ve hem de Allah’ın düşmanları yahûdileşmiş kimselerin ellerinde suçsuz yere kanları dökülmüştür.

Hz. Yahyâ’nın öldürülmesi olayında zorbalığa ve hükümdarın zulmüne karşı çıkan pek çok âlim de öldürülmüştür. Bunların başında Hz. Yahyâ’nın babası Hz. Zekeriyyâ gelmektedir. Bazı tarihçiler, oğlu Yahyâ’nın öldürülmesinden sonra, Hz. Zekeriyyâ’nın testere ile biçilerek öldürüldüğünü belirtirler.

Said bin Müseyyeb’in şöyle söylediği rivâyet edilmiştir: “Buhtu’n-Nasr, Şam’a geldi. Orada Hz. Yahyâ’nın fokurdamakta olan kanı ile karşılaştı. Bunun nedenini sorunca, kendisine meseleyi anlattılar. O da, yetmiş bin kişiyi orada öldürünce, Hz. Yahyâ’nın kanı sâkinleşip durdu.” [2775]

Yahyâ’nın (a.s.) öğrencileri, Hz. Yahyâ’nın öldürülmesinden sonra, oraya gelip başsız cesedini aldılar ve gömdüler. Daha sonra Hz. İsa’ya gidip ona Hz. Yahyâ’nın öldürüldüğünü anlattılar. Hz. İsa, bu olaya çok üzüldü. [2776]  

Yahyâ’nın (a.s.) mübârek başı, Şam’daki Ümeyye Câmii’nde gömülüdür. Yahyâ (a.s.), şehid edildiği zaman otuz küsur yaşındaydı.  

Kur’ân-ı Kerim’de Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.)

“Zekeriyyâ” ismi, Kur’ân-ı Kerim’de 7 yerde zikredilir: 3/Âl-i İmrân, 37, 37, 38; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 2, 7; 21/Enbiyâ, 89. Zekeriyyâ’nın (a.s.) kıssası, 3/Âl-i İmrân ve 19/Meryem sûrelerinde detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Özellikle Meryem sûresinin ilk 15 âyetinde geniş bilgi verilmiştir. 

“Yahyâ” ismi ise, Kur’ân-ı Kerim’de 5 defa geçer.[2777] (Ayrıca, 3 yerde fiil olarak geçen yaşar, dirilir anlamına gelen yahyâ kelimesi, konumuzun dışındadır.)

“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır, çünkü Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.”

“Orada Zekeriyyâ, Rabbine duâ etti: ‘Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Sen, duâyı hakkıyla işitensin.”

“Zekeriyyâ, mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nidâ ettiler: ‘Allah sana, Kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.”

“Zekeriyyâ, ‘Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?’ Allah şöyle buyurdu: ‘Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar.”

“Zekeriyyâ: ‘Rabbim! (Oğlum olacağına dâir) bana bir alâmet ver’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Senin için alâmet, insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et.” [2778]      

“Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyâs’ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de sâlihlerden/iyilerden idi.” [2779]

“Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd.

(Bu,) Zekeriyyâ kuluna Rabbinin rahmetinin yâdıdır.

Hani o, gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti:

‘Rabbim, dedi. Benim kendimde kemik yıprandı, baş bembeyaz alev aldı. Ve ben, Rabbim, Sana (ettiğim) duâ sâyesinde bedbaht olmadım.

Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olanlardan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir velî (oğul) ver.

Ki o bana vâris olsun; Ya’kub hânedânına da vâris olsun. Rabbim, onu rızâna lâyık kıl!’

Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Zekeriyyâ! Biz sana bir oğul müjdeleriz ki, onun adı Yahyâ’dır. Daha önce ona kimseyi adaş yapmadık.’

‘Rabbim, dedi, karım kısır olduğu, ben de ihtiyarlığın son sınırına vardığım halde, benim nasıl oğlum olabilir?’

‘Öyledir’ Rabbin buyurdu. ‘O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım’ dedi.

O, ‘Rabbim!’ dedi, ‘(çocuğum olacağına dâir) bana bir işâret ver.’ Allah : ‘Sana işâret, sapasağlam olduğun halde üç gün insanlarla konuş(a)mamandır’ dedi.

Bunun üzerine Zekeriyyâ, ma’bedden kavminin karşısına çıkarak, ‘sabah akşam tesbihte bulunun’ diye onlara işâret verdi.

‘Ey Yahyâ! Kitab’a (Tevrat’a) kuvvetle sarıl!’ (dedik) ve henüz sabî iken ona hikmet verdik.

Tarafımızdan ona kalp yumuşaklığı ve temizlik de (verdik). O, çok sakınan (takvâ sahibi) bir kimse idi.

Ana-babasına iyilik ederdi; isyânkâr bir zorba değildi.

Doğduğu gün, öleceği ve diri olarak kabirden kaldırılacağı gün ona selâm olsun!” [2780]

“Zekeriyyâ’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın (her şey sonunda Senindir).

Biz, onun da duâsını kabul ettik ve ona Yahyâ’yı verdik; eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar (bütün bu peygamberler), hayır işlerinde koşuşurlar, ümit ve korkuyla Bize yalvarırlardı; onlar, Bize derin saygı (huşû) duyarlardı.” [2781]

Peygamber Katili Yahûdiler

Yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmek istemeleri, Meryem Anamıza çok çirkin şekilde iftira etmeleri yanında, peygamberlerini öldürmelerini Kur’ân-ı Kerim çeşitli âyetlerinde açıklar. Bunlardan biri şöyledir: “Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve ‘kalplerimiz kılıflanmıştır’ demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesnâ, artık iman etmezler. Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftirâ atmalarından ve: ‘Allah elçisi, Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden...” [2782]

 

Bu konuda başka bir âyette şöyle buyrulur: “Kendilerine; 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a iman edin' denilince, 'Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız' derler. Ondan başkasını inkâr ederler. Hâlbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı olarak gelmiş Hak bir kitaptır. Onlara: 'Şâyet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver.” [2783]

 

Konuyla ilgili diğer âyetlerde şöyle denir: “Onlar (yahûdiler), nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah'ın gazabına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” [2784]

“Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir. Onların bu sözünü, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o azâbı!” [2785]

Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler, yahûdiler tarafından öldürülen peygamberlerin isimlerini belirtmez. Ama bu durum, o kadar açıktır ki, yahûdilerden bu konudaki âyetlere itiraz eden kimse çıkmamış, dolaylı yoldan hepsi bu tarihsel suçu kabul etmiştir.

Bazı tarih ve araştırma kitaplarında yahûdiler tarafından öldürülen peygamberler olarak Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.) ile birlikte başka peygamber isimleri de verilir. Yahûdiler, Dâvud’un (a.s.) soyundan gelen İsrâiloğulları peygamberi Amos'u öldürdüler.[2786] Yahûdi kralı Minşa putçu idi. İşaya Peygamber'in başını testere ile kestirerek şehid etti.[2787] İsrâiloğullarının akîdede gösterdiği zikzaklar, temelde asabiyetten kaynaklanıyordu. Bir boy/sülâle, yönetimi ele geçirince, diğer boylar ona itaat etmek yerine düşmanlarıyla ilişki kuruyor, hatta onların dinini benimsiyordu. Bir peygamber gönderilse, bu peygamberin hangi boydan olduğuna bakılıyor, eğer karşı boydansa diğerleri onu inkâr ediyor, yok eğer gönderilen peygamberi inkâr eden boy siyasal gücü elinde tutuyorsa, bu inkâr peygamberleri öldürmeye kadar varıyordu.

Yahûdiler, peygamberlerini, onların elçiliklerini inkâr ettikleri için öldürüyorlardı. Geçmişte yaşayıp da sadece kendi ırklarından olmadığı için inkâr ettikleri peygamberler vardı: Sâlih, Hûd, Şuayb, İsmâil gibi peygamberler bunlardan bazılarıdır. Bir yandan Allah'ın elçilerinin peygamberliğini reddederken, bir yandan da aralarından yalancı peygamberler çıkarıyorlardı. Bel'am tipli yahûdi bilginleri, peygamberlik ve ermişlik rolüne yatarak halkı aldatmaya kalkıyordu. Bu konuda Kitab-ı Mukaddes'te şöyle uyarıldılar: “Benim adımla yalancı elçilik yapıyorlar. Onları göndermedim, onlara emretmedim, onlara söylemedim. Size ettikleri peygamberlik yalan bir görüntü, falcılık, bir hiç ve kendi kalplerinin dizdiği hiledir.” [2788]

Yahûdiler, nice peygamber şehid etmekle yetinmemişler, son peygamber Muhammed’i (s.a.s.) de öldürmek için sûikast teşebbüsünde bulunmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s.), aralarındaki antlaşma gereğince, Bi'r-i Mâûne katliâmından paçayı kurtaran Amr İbn Ümeyye ed-Damrî'nin yanlışlıkla öldürdüğü Benî Kilâb'tan iki kişinin diyetine ortak olmalarını teklif için onların yurduna uğramıştı. Bunlar Rasûlullah'ın birkaç sahâbesiyle yurtlarına gelmiş olmasını, bir sûikast tertibi için iyi bir fırsat bildiler. “İstediğini verir, meseleyi hallederiz” dedikten sonra, sohbete tutup Rasûlullah'la konuşurken, damdan üzerine bir değirmen taşı atmak üzere harekete geçtiler. Cenâb-ı Hak vahyen, hazırlıklarını bildirince, Rasûlullah, bir işi varmış gibi sür'atle kalkıp Medine'ye gider. Beraberindekiler de bir müddet sonra Rasûlullah'a yetişirler. Onlara yahûdilerin hazırlıklarını haber veren Peygamberimiz, ânî kalkışının sebebini açıklar.   

Muharref İncillere Göre Hz. Yahyâ ve Şehâdeti

 

Muharref İncillerin Hz. Yahya ile ilgili olarak verdikleri haberler çoğunlukla birbirleriyle çelişkilidir. Bu çelişkilerin başında, Yahya'nın, İlya olup olmadığı hususunda verilen bilgilerdeki farklılıklar gelir. Matta İncilinde Yahya'nın İlya olduğu belirtilirken, Yuhanna İncilinde ise tam tersi söylenerek Yahya'nın İlya olmadığı ifâde edilmektedir. “İsa, 'İlya gerçekten gelecek ve her şeyi yeniden düzene koyacak' diye cevap verdi. 'Size şunu söyleyeyim. İlya zaten gelmişti, ama onu tanımadılar, ona yapmadıklarını bırakmadılar... O zaman öğrenciler İsa'nın kendilerine vaftizci Yahya'dan söz ettiğini anladılar.[2789] Matta İncilindeki bu ifadeden, Yahya'nın İlya olduğu açıkça anlaşılıyor. Bir de Yuhanna'nın yazdıklarına bakalım: “Yahudiler Yahya'ya, 'sen kimsin?' diye sormak üzere Kudüs'ten kâhinlerle Levilileri gönderdikleri zaman, Yahya'nın tanıklığı şöyle oldu: 'Ben peygamber değilim' diye açıkça konuştu. Onlar kendisine, 'Öyleyse sen kimsin? İlya mısın?' diye sordular. O da: 'Değilim' dedi. 'Sen peygamber misin?' sorusuna da: 'hayır' cevabını verdi.”[2790] Görüldüğü gibi, Yuhanna'da bizzat Yahya'nın kendisi, kendisinin İlya olmadığını söylüyor. Yahya İlya mı, değil mi? Hangi İncile inanalım ve nasıl karar verelim?

 

İncillerde Yahya ile ilgili olarak geçen çelişkili haberlerden bir diğeri de, onun Hz. İsa'yı baştan beri tanıyıp tanımadığı konusunda verilen haberlerdir. Yuhanna'ya göre Hz. Yahya, Hz. İsa'yı vaftiz ettiği günden itibaren tanımakta ve onun mesih olduğunu bilmektedir. Çünkü o, ruhun gökten Hz. İsa'nın üzerine bir güvercin biçiminde indiğini görmüş ve onun “Tanrı'nın oğlu” olduğuna o andan itibaren tanıklık etmiştir. Yuhanna İnciline göre Hz. Yahya şöyle söylemiştir: “Ben su ile vaftiz ediyorum, ama aranızda biri duruyor. Benden sonra gelen odur. Ben onun çarığının bağını bile çözmeye lâyık değilim... Yahya ertesi gün İsa'nın kendisine doğru geldiğini görünce şöyle dedi: İşte dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı'nın kuzusu... Benden sonra biri geliyor, o benden üstündür, çünkü o, benden önce vardı, dediğim kişi işte budur”[2791] Yuhanna'da geçen bu ifadelere göre Yahya (a.s.), ilk gördüğü andan itibaren Hz. İsa'nın “Tanrı'nın oğlu” olduğunu bilmektedir. Diğer İncillerde ise bunun tersine, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı iyice tanımadığı, onun Mesih olup olmadığı konusunda tereddütlerinin bulunduğu, hatta bu tereddüdü gidermek için öğrencilerini Hz. İsa'nın bulunduğu yere gönderip işi tahkik ettirdiği haber verilmektedir. Luka ve Matta bu konuda şu bilgiyi veriyorlar: “Yahya'nın öğrencileri bütün bu olup bitenleri kendisine bildirdiler. Öğrencilerden ikisini yanına çağıran Hz. Yahya, 'Gelecek olan sen misin, yoksa başkasını mı bekleyelim?' diye sormaları için onları rabbe gönderdi”[2792] Luka ve Matta'da verilen bu bilgiye göre Hz. Yahya, Hz. İsa'nın kim olduğunu tam bilmemektedir ve onun gelecek olan Mesih olduğundan emin değildir. Bu yüzden kendisine “Sen Mesih misin, değil misin?” diye sordurmaktadır. Hâlbuki Yuhanna İncilinde, Yahya'nın, Hz. İsa'yı daha vaftiz etmeden önce tanıdığı ve onun “Tanrı'nın oğlu” olduğunu bildiği haber verilmektedir.

Yahya konusundaki diğer bir çelişki, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'ya onun kim olduğunu öğrenmek üzere göndermiş olduğu öğrencilerin sayısı konusundaki çelişkidir. Matta'ya göre öğrencilerin sayısı belli değildir. Bu İncil, Hz. Yahya'nın Hz. İsa'ya kaç kişi gönderdiğini rakamla belirtmiyor. Luka İncilinde ise rakam verilmek sûretiyle iki öğrencinin gönderildiği belirtiliyor.

İncillerde Hz. Yahyâ’nın (a.s.) Şehid Edilmesi: Hz. Yahya ile ilgili olarak İncillerde geçen çelişkili haberlerden biri de, onun öldürülmesiyle ilgili olarak verilen haberlerdir. Ancak, bu haberlerin çok dikkat çekici bir yanı daha vardır. O da, bu olaya bağlı olarak İncillerde anlatılan dansözün oynatıldığı doğum günü partisidir.

 

Yahya'nın öldürülmesi Matta ve Markos'ta çok geniş şekilde anlatılırken, Yuhanna İncilinde olaya hiç temas edilmez. Luka İncilinde ise olay çok kısa bir şekilde anlatılır.[2793] Yahya'nın hapse atılarak öldürülmesini çok geniş bir şekilde veren Matta ve Markos İncillerinin, vermiş oldukları haberlerde birtakım çelişkiler vardır. Matta'ya göre olay şöyle cereyan etmiştir: O sırada Yahudiye'de kral olan Hirodes, kardeşi Filipus'un karısı Hirodiya ile evlenmek istemiş, ancak Yahya “Kutsal yasaya göre kardeşinin karısı ile evlenmen câiz değildir” diye onu ikaz etmiştir. Bu uyarıya çok öfkelenen Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istemiş, ancak Yahya'yı çok sevmekte olan halkın tepkisinden korktuğu için onu öldürmemiş, fakat hapse attırmıştır.[2794] Markos da Yahya'nın tutuklanışının, Matta'nın anlattığı gibi Hirodes'in, kardeşinin karısı Hirodiya ile evlenmesine Yahya'nın karşı çıkışı yüzünden olduğunu söylemektedir. Ancak Matta, Yahya'nın bu karşı çıkışına bizzat Hirodes'in öfkelendiğini ve bu öfkesi yüzünden Yahya'yı hapse attırdığını, Hirodes'in aslında onu öldürtmek istediğini, fakat Yahya'yı seven halktan korktuğu için onu öldürtmediğini söylerken; Markos, Yahya'nın bu itirazına Hirodes'in değil; Hirodiya'nın çok öfkelendiğini söylemektedir. Markos'a göre Hirodes Yahya'yı doğru ve kutsal bir adam olarak tanımakta, bu yüzden ondan korkmakta ve onu korumaktadır. Bu İncile göre Hirodes, zaman zaman Yahya'yı dinlemekte, dinlediği zaman büyük şaşkınlık içinde kalarak onun konuşmalarından zevk almakta idi. Özet olarak söylemek gerekirse, Matta'ya göre Yahya'ya öfkelenip onu tutuklatan Hirodes'tir. Markos'a göre ona öfkelenen ve onu tutuklatan Hirodes değil; Hirodiya'dır. Matta'ya göre Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istiyordu, ancak halktan korktuğu için onu öldüremiyordu. Markos'a göre Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istemiyordu; aksine onu seviyor ve koruyordu. Yahya'yı öldürmek isteyen Hirodiya idi.

Markos İnciline göre Hirodiya, uzun süre Yahya'yı öldürtmek için fırsat kollamış, sonunda beklediği fırsatı yakalayarak onu öldürtmüştür. Hirodiya, Hirodes'in doğum günü partisinde eline geçen bir fırsatı iyi değerlendirerek onu öldürtmüştür. Hirodes'in onuruna verilen doğum günü partisine sarayın ileri gelenleri, ordu komutanları ve Galile'nin eşrafı dâvetli olarak gelmişlerdi. Partide yemekler yenmiş, içkiler içilmiş, bundan sonra danslı müzikli eğlence faslı başlamıştı. Bu sırada Hirodiya'nın kızı sahneye çıkarak müthiş bir dans gösterisi yapmış, yaptığı bu dans ile herkesi büyülemişti. Dâvetliler onun dansından öylesine memnun kalmışlar ki, onların bu aşırı memnuniyetini gören Hirodes, üvey kızını çağırarak “dile benden ne dilersen” demiş ve ona her istediğini vereceğini vaad etmişti. Bunun üzerine kız, hemen annesine giderek Hirodes'ten ne istemesi gerektiğini ona sormuştur. Annesi Hirodiya, kızına “Yahya'nın başını iste” diye söyleyince, kızı Hirodes'e gelip “Yahya'nın başını isterim” demiş; Hirodes aslında istemediği halde yüksek rütbeli zevatın önünde vermiş olduğu sözden dönemeyerek Yahya'nın başını kestirmiş ve bir tepsi üzerinde onun başını kıza vermiştir. Kız da tepsiyi götürüp annesine vermiştir. [2795]

Bu olayın Matta ve Markos İncillerinde bu kadar çelişkili olarak anlatılmış olması bir yana, bundan da önemlisi Kitab-ı Mukaddes adı ile anılan bir kitapta böylesine acayip bir sahnenin vahiy mahsülü kutsal sözler olarak nasıl yer alabildiği hususudur. Vahiy ürünü İncillerde bir doğum günü partisi; kanunlar izin vermediği halde kardeşinin karısı ile evlenen bir kişi için parti verilmiş, yenilmiş, içilmiş, sıra dans ve müziğe gelmiş, tam bu sırada onuruna parti verilen adamın üvey kızı, piste çıkarak öyle bir dansözlük gösterisi yapmış ki orada bulunan herkes, kızın bu gösterisi yüzünden üvey babayı tebrik etmiş. İşte vahiy ürünü İncillerden tam vahye uygun(!) manzaralar. Ayrıca, günümüzde de kutlanmakta olan doğum günlerinin kutlanış örneklerine ve kutlanış şekillerine hıristiyanlık öncesi dönemlerde, Roma İmparatorluğu zamanında rast gelmekteyiz. İncillerin verdiği bilgilere göre içkili, danslı, müzikli bu âdet, Hz. İsa'dan önce putperest Romalılar tarafından icrâ edilmekte idi. [2796] 

Tefsirlerden İktibaslar

Meryem’e Kefil Olan Zekeriyya: Meryem’in koruyuculuğunu üstlenen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) büyük bir ihtimalle Hz. Meryem'in teyzesinin kocası idi ve Mâbed'in koruyucularından biri idi. O, Eski Ahid'e göre öldürülen Zekeriyyâ Peygamber'le (a.s.) aynı kişi değildir. [2797]

Zekeriyya işte orada Rabbine dua etti. Dedi ki: “Rabbim, bana katından tertemiz bir zürriyet bağışla! Muhakkak ki sen duâyı hakkıyla işitensin.” [2798]

Hz. Zekeriyyâ (a.s.) o döneme kadar çocuksuzdu. Bu temiz genç kızı görünce bir çocuğu olsun istedi. O'nun Allah'ın özel koruması altında ve O'nun tükenmez kaynaklarından verilen nimetlerle nasıl büyüdüğünü görünce, bu ileri yaşında bile Allah'ın kendisine, eğer dilerse, bir çocuk verebileceğini ümit etmeye başladı. Zekeriyya Meryem’in yanında, mihrapta şöyle duâ etti: “Rabbim, bana katından Meryem gibi tertemiz, sâlih bir nesil bağışla! Muhakkak ki Sen ihlâslı kullarının duâlarını hakkıyla işiten ve duâya icâbet edensin.”

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Allah'tan bir kelimeyi (yani İsa'yı) tasdik edici”. Burada Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı ilk tasdik eden kimse olduğu zikrediliyor. Bu tasdik, Yahyâ'nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü “âkır”, hayız ve nifastan kesilmiş çok ihtiyar bir kadının hâmile kalması da âdete aykırı bir şeydir. Şu halde Yahya, Cenâb-ı Allah'ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine fiilen bir şâhittir. Ve onun vücuduyla esas tasdik ettiği de “Allah dilediğini yapar.” kelâmıdır. Bu ise Meryem'in de, âdet dışı olarak, hâmile olabileceğini tasdiktir. Bu mânâ iledir ki, Yahya'nın anasının Hz. Meryem'e: “Benim karnımdaki, senin karnındakini tasdik ediyor.” dediği rivâyet ediliyor.

“Bir efendi”: Kerim (cömert), halîm (yumuşak), bâtıla tenezzül etmeden güzel şekilde insanların rızâsını (hoşnutluğunu) alır, yaşıtlarına üstün, başkanlığa layık, gücü, kudreti varken, gerek kadın ve gerek diğer dünya şehvetlerinden nefsini son derece koruyan ve zapteden, mücerred (soyut), namuslu, zâhid, dünyayı terkeden. Bir nebevî hadiste varid olduğu üzere bir hata yapmamış, kelime’yi (Hz. İsa) tasdik edici olan Yahya böyle bir efendi, böyle bir zâhid, böyle bir sâlih peygamber idi. Hz. Yahya'nın İsa'dan yaşça altı ay büyük olduğu çoğunlukla rivâyet edilmiştir. Bununla beraber üç yaş da denilmiştir. İşaret edilen (Yahya), İsa'nın göğe kaldırılmasından önce şehit edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet edilmiştir: “Dünyanın Allah'a karşı değersizliğindendir ki, Zekeriyya'nın oğlu Yahya'yı bir kadın öldürmüştür.” Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan, kin ve iftiralarla şehit edilen Hz. Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde (olağanüstü) bir Rabbanî (İlâhî) mazhariyette bulunuyordu.

Hz. Zekeriya (a.s.) o döneme kadar çocuksuzdu. Bu temiz genç kızı görünce bir çocuğu olsun istedi. O'nun Allah'ın özel koruması altında ve O'nun tükenmez kaynaklarından verilen nimetlerle nasıl büyüdüğünü görünce, bu ileri yaşında bile Allah'ın kendisine, eğer dilerse, bir çocuk verebileceğini ümit etmeye başladı. [2799]

O, mihrapta durup namaz kılarken melekler ona seslendi: “Şüphesiz Allah sana Allah’tan olan bir kelimeyi tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir nebî olan Yahyâ’yı müjdeliyor!” [2800]

Zekeriyya, mihrapta, mescitte durup namaz kılarken melekler ona seslendi: “Şüphesiz Allah sana Allah’ın ‘ol’ kelimesi ile babasız olarak meydana gelen İsa’yı ve Allah katından gelen kitapları tasdik edici, kavmine efendilik eden ve sözüne başvurulan, ilim ve takvâda ileri ve şerefli bir kişi, nefsine hâkim olup haramlardan uzak duran ve Allah’ın emirlerini yerine getiren, insanların haklarını veren sâlih kullarından bir nebi olan Yahya’yı müjdeliyor!” Yahya (a.s.) hiç evlenmemiştir. İsrailoğulları tarafından kafası kesilerek şehid edilmiştir.

Hz. Yahyâ Hakkında: Kitab-ı Mukaddes, Hz. Yahya'dan (a.s.) John the Babtist olarak bahseder. [2801]

“Allah’tan Bir Kelime” Hakkında: “Allah'tan bir emir (kelime)” ile burada Hz. İsa (a.s.) kastediliyor. Kur'an-ı Kerim Onu “Allah'ın bir emri (kelimesi)” olarak anar; çünkü Onun doğumu mûcizevî olarak Allah'ın bir tek “Ol” emri ile meydana gelmiştir. [2802]

Dedi ki: “Rabbim, bana ihtiyarlık gelip çatmışken eşim de kısırken benim nasıl oğlum olabilir?” Buyurdu ki: “İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!” [2803]

Zekeriyya sevincin verdiği heyecanla bunun keyfiyetini merak ederek dedi ki: “Rabbim, bana ihtiyarlık gelip çatmışken eşim de çocuk doğuramayacak yaştayken benim nasıl oğlum olabilir?” Allah buyurdu ki: “İşte böyledir, Allah size bu şekilde de çocuk vermeye kadirdir. Çünkü Allah dilediğini yapar! Hiçbir şey O’na ağır gelmez. Senin yaşlılığına ve karının kısırlığına rağmen Allah sana bir oğul bağışlayacak. Bu O’na göre kolaydır.” [2804]

“Rabbim bana bir alâmet ver!” dedi. “Senin alametin insanlarla işaretleşmen dışında üç gün konuşmamandır. Rabbini çokça zikret ve sabah akşam tesbih et!”[2805] buyurdu.

Zekeriyyâ sevinç ve heyecanla: “Rabbim Benim gibi yaşlı bir adamla, karım gibi kısır bir kadından bir oğul dünyaya geleceğinden emin olabilmem için bana bir işaret ver, bana çocuğumun ne zaman olacağına dair bir alâmet ver! Benim bunu öğrenmem mümkün değil.” dedi. Allah onun bu isteğini kabul etti ve sâkinleşmesi için ona: “Senin alâmetin insanlarla el, göz, dudak, kaş, baş vb. uzuvlarla işaretleşmen dışında üç gün üç gece konuşamamandır. Ancak zikir ve tesbih amacıyla konuşabilirsin. Bunun için Rabbini çokça zikret ve sabahın ilk saatleri ile akşamın ilk saatlerinde tesbih et, namaz kıl!” buyurdu. [2806]

Bu Bölümün Amacı: Bu bölümün en önde gelen amacı Hıristiyanların, Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın oğlu kabul edip ona karşı ibâdet ederek yaptıkları büyük hatayı anlamalarını sağlamaktır. Hz. Yahyâ'nın (a.s.) mûcizevî doğumu da onların bu yanlış inançlarını savunmalarına karşı bir delil olarak Kur'an'da anlatılıyor. Hz. İsa'nın (a.s.) mûcizevî doğumu Onu ilâh olarak kabul etmeye yol açmamalıdır. Çünkü aynı ailede yetişen ve çok değişik bir şekilde yetiştirilen Hz. Yahyâ da (a.s.) bir mûcize sonucu dünyaya gelmiştir. [2807]

Seyyid Kutub Diyor ki:

“Zekeriyya O'nu, himâyesine aldı”[2808] Yani Meryem'in ihtiyaçlarını karşılamayı ve onu korumayı Zekeriyyâ üstlendi. Zekeriyya yahûdi havrasının başkanıydı. Havranın hizmeti kendilerine geçmiş bulunan Harun'un (selâm üzerine olsun) soyundandır. Meryem bolluk ve bereket içinde yetişti. Allah lütuf ve kereminden bereket olarak O'na rızkını veriyordu:

“Bunun üzerine Rabbi O'nu güzelce kabul etti, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi; bakımı ile Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mâbede girse çocuğun yanında yiyecek bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geldi?' diye sorardı. Meryem de ‘Allah tarafından geldi. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir' derdi.” [2809]

Biz bu rızkın nitelikleri hakkında pek çok rivâyetin ayrıntılarına girmeyeceğiz. Onun mübarek olduğunu, etrafında bolluğun yayılıp taştığını ve rızık olarak adlandırılan her nesnenin bollaştığını bilmemiz yeterli olacaktır. Öyle ki onun geçimini üstlenen kişi -bir peygamber olmasına rağmen- bu rızık bolluğuna hayret etmekte ve ona; “bunların hepsi nasıl ve nereden geliyor?” diye sormaktadır. O ise müminin samimiyeti ve alçak gönüllülüğü ile Allah'ın nimeti ve bereketini dile getiriyor ve her işin dizginini O'na havâle ediyor. “Ve o Allah katındandır. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir!”

Bu, müminin Rabbi ile durumunu belirten bir sözdür. Kendisi ile Allah arasındaki sırrı korumayı, bu sırdan söz ederken alçak gönüllü olmayı dile getiriyor. Onunla övünüp başkasına üstünlük taslamayı değil...

Allah'ın elçisi Zekeriyya'nın bile hayret etmesine neden olan bu alışılmamış olayı dile getirmekle ondan sonra gelecek olan Yahya'nın ve İsa'nın doğuşunda görülen akıl almaz olaylara bir giriş yapılmıştır.

 

Allah’ın Kudreti: Bu esnâda hiç çocuğu olmayan Zekeriyyâ'nın iç dünyası harekete geçiyor. İnsanın içindeki güçlü fıtrî çocuk arzusu varlığını devam ettirme, ardında birilerini bırakma arzusu... Kendilerini ibâdete ve basit bir hayata adayan, kendilerini kulluğa ve mâbede hizmete bağışlayan, gönüllerde bile tamamıyla yok edilemeyen istek... Bu, insanların hayatlarını sürdürmeleri ve onu daha ileriye götürmelerinde yüce bir hikmetten dolayı Allah'ın insanları ona göre yarattığı fıtratın yapısından gelen bir istektir.

“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti; ‘Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz Sen şu duâyı işitensin’ dedi.

 Bunun üzerine Zekeriyyâ, mâbette namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler; ‘Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamberdir.’

Zekeriyyâ ‘Yâ Rabbi, kendim iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. O da: ‘Böyledir, Allah dilediğini yapar’ dedi.

Zekeriyyâ ‘Rabbim, bana bunun belirtisini göster’ dedi. Allah ona şöyle buyurdu; ‘Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokça an ve sabah akşam O'nu noksanlıktan tenzih et.” [2810]

Aynı şekilde... Kendimizi normal olmayan bir olay karşısında buluyoruz. Bu olay, Allah'ın sınırsız irâdesinin görünümlerinden birini taşımakla, bu irâdenin insanların alışageldiği sınırlamalara bağımlı olmadığını görüyoruz. İnsanoğlu asla değişmez bir yasa sandığı ve bu nedenle bu yasanın sınırlarını taşan olayları kuşku ile karşıladığı ve bu türden bir olayla realite olarak karşılaşıp yalanlayamaz duruma düştüğünde de onun etrafını uydurmalar ve efsânelerle örmeye yönelir.

İşte yaşı geçmiş bir ihtiyar olan Zekeriyya ve gençliğinde çocuğu olmamış kısır karısı... Allah'ın bol rızık verdiği ve sâliha bir kız olan Meryem'i gördüğünde, nesil sahibi olma konusunda kalbinde fıtrî bir arzu coşar, Rabbine yönelerek niyâza geçer ve kendisine temiz bir nesil bağışlanmasını diler:

 

“Orada Zekeriyyâ, Rabbine duâ etti; ‘Ey Rabbim bana Kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duâyı işitensin’ dedi.” [2811]

Bu samimi, sıcak ve gönülden gelen duânın sonucu ne oldu? Hiçbir yasayla ifâde edilemeyen ve insanların alışageldiklerinin tersine bir durum ile karşı karşıya kalındı. Çünkü bu dileği yerine getiren kudret, Yüce Allah'ın kudretidir: “Bunun üzerine Zekeriyyâ, mâbette namaz kılarken melekler O'na şöyle seslendiler; ‘Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamberdir.” [2812]

Arı-duru bir gönülden kopup gelen çağrıya müsbet cevap verilmişti. Çünkü o umudunu, duâları işitene ve dilediği zaman istekleri karşılayana bağlamıştı. Melekler Zekeriyyâ'ya erkek bir çocuk müjdelediler. Doğmadan önce adı biliniyordu: “Yahyâ”. Karakteri de biliniyordu, iyi, efendi, namuslu, şehevî duygularını frenleyebilen, duygusal arzularının tepkilerini dizginleyebilen, Allah'tan kendisine gelen her sözü doğrulayan bir mü’min (Bazı tefsirler Allah'tan olan sözü doğrulamaktan amacın Hz. İsa (selâm üzerine olsun) olduğunu belirtmiştir. Burada bu anlayışı zorunlu kılan bir neden yoktur.) ve iyi insanların kafilesine katılan bir peygamber...

Duâ kabul edildi. İnsanların bir kanun olduğunu sandıkları alışılagelen şeyler, Yüce Allah'ın irâdesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın tabiatta kanun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihâî değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihâî bir kanunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenâb-ı Allah'a karşı edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah'ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur.

Duânın kabul edilişi bizzat Zekeriyyâ'ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihayet insanlardan biriydi. İnsanların alışageldiği olaylara oranla olağanüstü bir niteliğe sahip bulunan bu olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı. “Zekeriyya ‘Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. O da; ‘Böyledir; Allah dilediğini yapar’ dedi.” [2813]

Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sade ve kolaydır... İşi ehline havâle ediyor. Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek mâhiyetine gönderiyor. “Böyledir; Allah dilediğini yapar.”

Aynı şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana gelen Allah'ın irâdesine havâle edildiğinde onun alışılagelen, tekrar edilen ve normal olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olayı konumunda değerlendirmiyor, Allah'ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu halde Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak tesbit ettiği ve onlardan kanunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O'nun için ne alışılagelen ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir. O'na göre her nesnenin kaynağı, dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. O’nun dilemesi ise her çeşit bağdan tamamen bağımsızdır. Fakat Zekeriyya beşerî araştırmaların suya indirilmesine duyduğu aşırı üzüntüden ve müjdenin kendisinde şok etkisi yapmasından ötürü Rabbine yönelmekte kendisine huzur bahşedecek bir işaret vermesini istemektedir. “Rabbim bana bir işaret ver dedi.”

Burada Allah onu gerçek huzura yöneltiyor... Kendisini içinde bulunduğu alışılagelen olayların etkisinden kurtarıyor. Artık onun işareti üç gün boyunca insanlarla konuşmaması, Rabbine yöneldiğinde ise zikir ve tesbihlerle onu yâd edip dilini depretmesidir. “Zekeriyya ‘Rabbim, bana bunun belirtisini göster’ dedi. Allah ona şöyle buyurdu; ‘Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokca an ve sabah akşam O'nu noksanlıklardan tenzih et.”

 

Burada açıklama kesiliyor... Fakat biz bunun pratik olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Şimdi artık Zekeriyyâ (a.s.) bizzat kendisinde, yani kendisinin hayatında, başkasının hayatında alışılmamış şeyleri yaşıyor. Bu dil onun eski dilidir. Fakat o bunu insanlarla konuşmaktan alıkoyuyor ve Rabbine yakarmak için serbest bırakıyor. Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, Yüce Allah'ın irâdesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. O’nsuz bu ilginç olayı açıklama imkânsızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen ona Yahyâ'yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.

 

Peygamberî Mesaj ve Örnekler

Kur'an'da kıssaları anlatılan peygamberler, hayatımızın çeşitli safhalarında karşılaşacağımız problemlere nasıl çözümler bulacağımız konusunda pratik örnek kabul edilmeleri için zikredilmiştir. Özellikle ilmî ve imanî noktadan zaafları olan halk kesimi, teoriden ziyade pratik örneklere ihtiyaç duyar. Nice insan, kendilerine Kur'ânî hakikatler anlatan ve İslâmî tebliğ yapan kimselere “doğru, kabul ediyorum ama, hocalar da şöyle şöyle yapmıyor mu?”; “Kimi örnek alacağız, birçok cemaat var, hocalar bile birleşemiyor, kime inanacağız, kime benzeyeceğiz?” veya “sen haklısın, doğru Kur'an bunları emrediyor ama, bunları kim uyguluyor ki?!” diyerek ille somut örnekler istemektedir. İslâmî usûller yerine, nice haramlara yol açan Batıdan ithal edilmiş metotlarla çalışma ve faâliyetler eleştirilince, çoğu müslüman, “başka alternatif yok ki!” diyebilmekte. Şeytan da müslümanların yaşayış ve faâliyetlerini bu tür mantık yürütmelerle saptırabilmektedir. Bütün bunlara Kur'an'ın verdiği cevap, peygamberlerin hayatı, tebliği ve tevhid mücâdeleleridir. Yukarıdaki soru ve sorunlara sanki Kur'an şöyle cevap vermektedir: “Somut örnek mi istiyorsunuz? Alın size peygamberler. Alternatif mi istiyorsunuz? İşte peygamberlerin faâliyetleri.”   

Cin ve ins şeytanlarının gayr-i İslâmî yöntemlerle güya İslâmî çalışma yapanlara sunduğu gerekçe ve savunma mantığı daha çok şöyledir: “Başta Hz. Muhammed (s.a.s.) olmak üzere, tüm peygamberlerin hayatı ve mücâdelesine bir sözümüz yok, onlar elbette bizim örneğimizdir; ama bizim şartlarımız farklı. Birincisi, onlar peygamberdi, biz ise zayıf birer beşeriz. İkincisi, onlar apaçık müşriklerle mücâdele ettiler, biz ise müslüman olduğunu iddia edenlerle, münâfık tipli kişilerle karşı karşıyayız...”

Bu insanların en büyük eksiği, Kur'an talebesi olmamalarıdır. Kendi problemlerini çözmek için peygamberlerin Kur'an'da anlatılan hayat ve faâliyetlerine yönelmemeleri, peygamberleri örnek almaları gerekirken, çokça hata yapma ihtimali ve riski olan devirlerindeki başka kişileri örnek edinmeleridir. Peygamberler, vahiy almanın dışında her yönleriyle aynen bizim gibi beşerdirler. “Onlar peygamberdi, biz onlar gibi olamayız!” diyen mantık, eğer “bir mûcize göster, Allah'tan vahiy getir” diyen biri varsa, ancak o zaman haklı olabilir. Kimse onlardan sadece peygamberlere âit bu özellikleri istemiyor ki... Bu özelliklerin dışında aynen bizim gibi beşer olan peygamberlerin örnek alınması gereken davranışlarına çağrılıyorlar. Öyleyse onlar demagojiden başka bir şey yapmıyorlar. 

Hz. Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.)'nın hayatları, mücâdeleleri de bütün bu soru ve sorunlara en güzel şekilde cevap vermektedir. Onlar, dine düşman ve açıkça kâfir olmadıkları halde kaypaklığın ve isyanın en çirkinini icrâ etmekte çok ustalaşmış yahûdi karakterine sahip olanlarla uğraşmışlardır. Bu yahûdileşmiş karakter, tam bir münâfık karakteridir. Bu zihniyet “bile bile hakkı kabul etmeyen, ya da kabul ettiği hakka teslim olmayan, kendi içlerinden çıkmış peygamberleri bile öldürecek kadar alçalan yapıdır.         

Hemen her peygamberin mücâdele ettiği tâğut veya tâğutlar vardır. Bunun yanında, özellikle Hz. Mûsâ ve ondan sonra gönderilen peygamberlerin, “inandım” dediği halde kaypak ve kalleşçe tavırlar takınan bozuk karakterlilerle uğraştıkları bilinmektedir. Evet, gerçekten bizim şartlarımız peygamberlerin gönderildiği şartlardan farklıdır. Farklıdır ama, bu nitelik farkı, bizim lehimize olan farklılıktır. Onların tümü, bizden çok, ama gerçekten çok zor şartlarla imtihan olmuşlardır. Hemen her tebliğcinin ezbere bildiği şu âyet, hem onların çektiği zorluğu hem de bizim şartlarımızı onlarla mukayese etmemiz gerektiğini çok net şekilde anlatmaktadır: “Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara); 'şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' denildi.”[2814] Bu âyette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve sebatla çalışmak, çabalamak, cihadın her aşamasından geçmek,  sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak; tembelliği, kolaylığı, rahatı, eğlenceyi tercih eden nefsî arzu ve hevâdan, şeytandan uzak olmaktır. “Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, cihad edip kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz!” denmektedir.

Dünyada izzet ve devlete, âhirette sonsuz nimet ve cennete sahip olmak için örnek gösterilen peygamberlerin ve onlara itaat eden mü'minlerin, günümüzün rahatı tercih eden müslümanından önce, asr-ı saâdetteki çok ağır çilelerle karşılaşan ashâba örnek gösterildiği de işin daha zahmetli tarafıdır. Çünkü bu âyet, bir rivâyete göre Hendek savaşında müslümanların çektiği sıkıntılar dolayısıyla inmiş, onların o sıkıntılarının doğal olduğunu, bu tür sıkıntılar çekmeden eski ümmetlerin de felâha ulaşmadığı hatırlatılmıştır. Diğer rivâyete göre ise, evlerini, mallarını ve yakınlarını Mekke'de bırakıp destansı sıkıntılara katlanarak Medine'ye hicret eden müslümanları teselli için inmiştir. Onların çektiği sıkıntıların dünya ve âhiret beklentileri için sünnetullah olduğu ifade edilmiştir. Ve Allah, hepimizi bu tür sıkıntılarla imtihan edeceğini söylemekte, bu imtihandan kaçan, ya da sınavı kaybeden kimsenin, yani sabredemeyenlerin müjdelenmeyeceği işaret edilmektedir: “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sen, sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman 'Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz' derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” [2815]        

İşte, günümüz müslümanının şartlarıyla geçmiş müslümanların şartlarından hangisinin daha ağır olduğunu gösteren örnek: Aynı dönemde yaşamış olan üç peygamberin hayatı ve ölümleri: Münâfık yahûdiler tarafından bin bir eziyete uğratılan ve sonunda onlar eliyle bir dansöz kadının keyfi için başı vücudundan koparılan Hz. Yahyâ, testere ile vücudu parçalanıp şehid edilen Hz. Zekeriyyâ ve kendi talebesi/havârîsi tarafından ihânete uğrayıp idam kararı alınan Hz. İsa...

Onlar, tâğutlara boyun eğmediler, Allah'ın yasaklarına kılıf bulmadılar, zâlim yöneticilerin haram işlerine rızâ göstermediler. Cennetin bedelini hayatlarıyla ödediler. Ölüm riskine ve kendilerinden önce şehid edilen Hz. Yahyâ'nın yolu, Zekeriyyâ ve İsa peygamberleri korkutup tâvize zorlayamadı. Ölüm riskine rağmen onlar şirke ve bâtıla, nifak ve kaypaklığa karşı olanca yiğitlikleriyle tavır aldılar. Eğilmediler, bükülmediler, “illâllah -illâ (ancak) Allah”tan önce “lâ ilâhe” diye haykırdılar. Günümüzdeki yönlendirilmiş ve aslî çizgiden saptırılmış güya İslâmî mücâdelede; “lâ ilâhe”si olmayan bir renksizlik ve bulanıklık sırıtıyor. Karşı çıkıp mücâdele ettiği, reddettiği bir tâğutu olmayan anlayışla, uzlaşmacı ve gayr-i İslâmî yöntemlerle başarı ve cennet aranıyor. Allah'ın dini için cihad etmekle emrolunan müslümanlar, “gerginlik olmasın” diyerek kâfirleri memnun etmenin, hiç değilse rahatsız etmemenin rahatıyla dünyada zafer, âhirette ödül bekliyorlar...

İman ettiklerini iddiâ eden yahûdilerin peygamberlerini bile gözlerini kırpmadan öldürecekleri çizgiye nasıl geldikleri gözden uzak tutulmamalıdır. Onlar, ırkçılık asabiyeti ve grupçuluk bağnazlığıyla gözleri kör olmuş, basîretleri bağlanmış, hakkı bâtıl, bâtılı da hak görecek yanılgılara düşmüşlerdir. Günümüz müslümanlarının, peygamber yolunu, nebîlerin tevhîdî mücâdelelerini, örneklik ve mesajını öldürmelerinin temelinde aynı asabiyet ve bağnazlığı görüyoruz.

Günümüzde, “ben de müslümanım!” dediği halde yahûdileşen, münâfıklaşan insanların izini tâkip edip “gazaba uğramış” ve “lânetlenmiş” peygamber katillerini her yönüyle taklit eden insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Müslümanlığı kimseye bırakmak istemeyenlerin önemli bir kesimi, hayatlarıyla, davranışlarıyla, duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek” olmadıkları gibi, “örneği” de unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen “öldürmüş” oluyorlar. Esas ölüm, ruhun bedenden ayrılması değil, ruhun katledilmesi, inancın mahvedilmesidir. İzinden gidecekleri başka önderler bulanlar kadar, onlara gerçek örneği sunmayanlar da suçludurlar. Peygamberlerin getirdiklerine kayıtsız şartsız teslim olmayanlar, onların mesajlarını, sünnetlerini öldürmüş olmanın vebalini yahûdilerle paylaşacak olanlardır. 

Takvâ ve cihadın ayrılmaz bütünlüğünü Zekeriyyâ ve Yahyâ peygamberlerde görüyoruz. Onlar, köşelerine çekilip namaz ve duâlarıyla yetinmediler. Onların namazları, kendilerini fahşâ ve münkerin tüm toplumsal boyutlarını engellemeye götürdü. Onların dillerindeki duâları, ellerinin fiilî duâlarıyla birleşti. Onlar, kendi başlarını kaybederek çok büyük kazançlar sağladılar. Gövdesinin üzerinde başları olan nice insandan daha büyük başarılara ölümsüzlük kapısı şehâdetle ulaştılar. Hâlâ yolumuzu aydınlatıyor, bize ders veriyorlar. Dersimizi sabote eden, içi başka örnekliklerle doldurulmuş kafaların sahibi canlı cenâzelere rağmen...

Evlât, büyük imtihanlardan biridir. Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Muhammed (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) bu imtihandan başarıyla geçtiler. Evlâtsızlık imtihanı ve evlâtlarını kaybetme imtihanı. Olmama ve ölme imtihanı...

Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.), bir hadis rivâyetine göre marangoz olduğunu, dolayısıyla kendi eliyle geçimini temin ettiğini öğreniyoruz. Dünyevî geçim ve maîşet temininin, insanı dâvet ve tebliğden engellemediğinin, her ikisini beraber yürütmenin canlı bir örneğidir bu. Yine, rızık bolluğu ile takvâ ve Allah'a adanma arasında yakın bir ilişki ve bağlantı olduğunu, mihrapta Allah'ın ikrâmı güzel rızıklara sahip olan Allah'a adanmış müttakî Hz. Meryem örneğinde görüyoruz.  

Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler

A-  “Zekeriyyâ” İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 37, 37, 38; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 2, 7; 21/Enbiyâ, 89.

B-  Zekeriyyâ (a.s.) İle İlgili Âyet-i Kerimeler:

  • Zekeriyyâ (a.s.)’ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 85.
  • Zekeriyyâ (a.s.)’nın Allah’tan Hayırlı Nesil İstemesi ve Yahyâ (a.s.) İle Müjdelenmesi: 3/Âl-i İmrân, 38-39; 19/Meryem, 2-6; 21/Enbiyâ, 89-90.
  • Zekeriyyâ (a.s.), Kendisi İhtiyar, Karısı da Kısır Olmasına Rağmen Allah Ona Yahyâ’yı Verdi: 3/Âl-i İmrân, 40-41; 19/Meryem, 7-11.
  • Zekeriyyâ (a.s.)’nın Beyt-i Makdis’te Hizmet Görevi: 3/Âl-i İmrân, 37.

C-  “Yahyâ” İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 39; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 7, 12; 21/Enbiyâ, 90. 

D-  Yahyâ (a.s.) İle İlgili Âyet-i Kerimeler:

  • Yahyâ (a.s.), Zekeriyyâ (a.s.)’nın Oğludur: 3/Âl-i İmrân, 40-41; 19/Meryem, 7-12.
  • Yahyâ (a.s.)’nın Babası Zekeriyyâ (a.s.)’nın Hayırlı Nesil İçin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 38-41; 19/Meryem, 2-6; 21/Enbiyâ, 89-90.
  • Yahyâ (a.s.)’ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 85.
  • Yahyâ (a.s.) Çocuk Yaşta İken Allah Ona Tevrat’ı Öğretti: 19/Meryem, 12.
  • Yahyâ (a.s.) Takvâ Sahibidir: 19/Meryem, 13.
  • Yahyâ (a.s.), Ana-Basına İtaatkârdır: 19/Meryem, 14.
  • Allah’ın Selâmeti Yahyâ (a.s.)’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 15.

 

İ   S   A    (a.s.)

           

  • İsa; Hayatı, Tebliği ve Tevhid Mücâdelesi
  • Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa
  • Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
  • İncillere Göre Hz. İsa’nın Beşerî Yönleri
  • İsa’nın Babasız Doğma Mûcizesi
  • İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi
  • Mehdî
  • Deccal

“Andolsun Biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.” [2816]

 

Hz. İsa; Hayatı, Tebliği ve Tevhid Mücâdelesi

“İsa” kelimesi, Süryânice asıllıdır. “Mübârek” anlamına gelir; aslı “Îşau”dur. Bazı hıristiyan toplumlar “Yesû(s)”, Frenkler “Jesu(s)” derler. “Mesîh” İbrânice bir kelime olup aslı “Meşîha”dır. Hz. İsa’nın bir lâkabıdır, elini sürdüğü hastayı iyileştirdiği, bereketle meshedilerek mânevî kirlerden arındığı, çok seyahat ettiği, annesinden yağ sürülmüş ve tertemiz olarak doğduğu için bu isim verildiği belirtilir. “Meryem” ise Süryânice hizmetkâr anlamındadır. Allah’a adanıp dinin ve Mescid-i Aksâ’nın hizmetinde bulunduğu için bu isim verilmiştir.

Ülü’l azm, yani kendilerine kitap verilmiş büyük peygamberlerden biri olan Hz. İsa, batılı tarihçilere göre, yanlış olarak kendi doğum yılı kabul edilen “milât”tan dört veya beş sene kadar önce dünyaya gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise milâttan 3 yıl sonra doğduğu kabul edilir. Kudüs yakınlarındaki Nâsıra’da dünyaya gelmiştir. Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’dir. Kur’an’a göre İmran’ın kızı Hz. Meryem, Beytü’l Makdis’te (Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ) zikir ve ibâdetle hayatını geçiriyordu. Allah, ona Cebrail’i bir beşer suretiyle gönderdi. Cebrâil, ona bir oğlan çocuk bağışlaması için Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu söyledi. Hz. Meryem’in, kendisine bir insan eli değmediği ve iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini hayretle sorduğunda melek, bunun Allah için kolay olduğunu ve insanlara bir delil, bir mûcize olsun diye Allah’ın böyle hükmettiğini bildirdi. Çocuk doğunca kavmindeki bazı insanlar onu ayıplayacak oldu. Hz. Meryem, bebeğe işaret etti. Çocuk İsa kundakta şöyle dedi: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı...” [2817]

Hz. İsa’nın, babasız olarak mûcizevî bir şekilde doğuşu, Allah’ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Âdem (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında fark yoktu: “Gerçekten İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra da ona ‘ol’ dedi; o da hemen (insan) oluverdi.” [2818]

Hz. İsa, otuz yaşında, Romalıların elinde bulunan Yahudiye’de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde peygamberlik görevi aldığında bunu İsrâiloğullarına bildirdi. Önce Celile (Galile)’de, sonra Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Kendisine İncil verildi.[2819] İnsanları, tek ilâh olan Allah’a ibâdet ve kulluğa çağırmış, O’ndan başka tanrı olmadığını ilân ve tebliğ etmiştir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”[2820] Havârilerine ve tüm insanlığa Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelemiştir. [2821]

İsa Mesih, İsrâiloğullarına birçok mûcizeler gösterdiği halde bu mûcizelerin sahibinin Allah olduğunu, mûcizelerin kendi peygamberliğine alâmet olduğunu açık seçik ilân ettiği halde, onlar yine inanmaya yanaşmadılar, küfür ve inatlarında ısrar ettiler. Bütün bunlara rağmen İsa (a.s.) dâvâsından vazgeçmiyordu. “İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler: ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik, şâhit ol ki bizler müslümanlarız’ cevabını verdiler. (Havârîler:) ‘Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şâhitlerden yaz’ dediler.”[2822] Havâriler, Hz. İsa’nın yardım isteğine ânında cevap vermişler, Allah’ın yolunda yardım, sosyal nizamı gerçekleştirmeye yardım için derhal ileri atılmışlardı. Her dâvetçinin mutlaka yardımcılara ihtiyacı vardır. Rasûlullah da hicretten az önceki hac mevsiminde şöyle demişti: “Rabbimin sözünü tebliğde bana yardım edecek kimdir? Muhakkak ki Kureyş, Rabbimin sözünü tebliğ etmemi engelliyor.” Nihâyet Allah, Medinelileri yardımcı yaptı. Havârî, Habeşçe’den Arapçaya geçmiş bir kelime olup “yardımcı” anlamına geliyordu. Hz. İsa’nın havârileri gibi Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) yardımcıları çıktı. “Yardımcılar” anlamına geliyordu “ensâr” kelimesi de.        

Havâriler Hz. İsa’ya yardım etmek istediklerinde, İsrâiloğulları, kendi süflî çıkarlarını zedeleyen peygamber hakkında komplo kurmuşlardı; ama Allah, onların tuzaklarını boşa çıkaracak, hilelerine karşılık verecekti.[2823] Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Kudüs valisi Romalı Pontus Pilatus’a şikâyet ederek şöyle dediler: “Birisi çıkmış, insanları saptırıyor, düzene ve krala itaatten insanları çeviriyor, bölücülük yapıyor, birliği parçalıyor, insanların arasına nifak sokuyor. Baba ile evlâdın arasını ayırıyor...” Hatta büyük bir iftira ile kötü kadının oğlu olduğunu bile söylemekten çekinmediler. Yöneticileri Hz. İsa’nın aleyhine tahrik ettiler. Havârilerden sayılan Yahuda da Hz. İsa’ya ihanet etti ve hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü.  Kur’an ise şöyle der: “Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.”[2824] Allah, Nûh’u tûfandan, İbrâhim’i Nemrut’tan ve ateşten, Mûsâ’yı Firavun’dan ve boğulmaktan, Muhammed Mustafa’yı müşriklerin tuzaklarından koruyup kurtardığı gibi İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa’ya benzeterek onu öldürtmüştür.

Onu kendi katına kaldırmıştır. Ancak bunun şekli ve zamanı üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle manevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir.[2825] Bu değerlendirmeye göre, cisim ve rûhuyla göğe yükseltilen Hz. İsa, Kıyâmet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir.

Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve rûhunu semâdaki yerine kaldırmıştır. Kıyâmetten önce gelecek olan da onun rûhudur. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım...” [2826]

 

“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” [2827]

 

“İsa şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” [2828]

Hz. İsa’yı ve annesini tanrılaştırıp teslis akidesini oluşturan hıristiyanlarla Hz. İsa, Kıyâmet gününde yüzleştirilecek ve böylece hıristiyanların uydurdukları yalan ve iftiralar tümüyle ortaya çıkacaktır. [2829]

Hıristiyanlık, Hz. İsa’ya ilk olarak inanan havârilerin kabullerinden oluşmaktadır. Aslında Kur’an’ın ifadesine göre, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din hıristiyanlık, havâriler de hıristiyan değildi. Onlar saf ve temiz müslümanlardı: “Havârîler dediler ki: ‘Biz Allah'a iman ettik; şâhid ol ki biz müslümanlarız.”[2830] Sonra İslâm’dan ferâgat edilerek, özellikle Pavlos’un ve bazı mühtedî rolündeki yahûdilerin kasıtlı, bazı câhillerin de iyi niyetli tahrifleriyle hıristiyanlık adı altında yeni bir din ortaya çıktı. “Hıristiyanlık”  ismini ilk kez kullanmaya başlayan 43-44 yıllarında Antakya’lı müşrikler oldu. Pavlos ve Barnabas Antakya yöresine gelip dinlerini yaymak istediklerinde, kendilerine karşı çıkan müşrikler onlara alaylı bir şekilde Mesîhî anlamına gelen “hıristiyan” dediler. Daha sonra bu isim yaygınlık kazandı ve o günden itibaren kullanılmaya başlandı. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’ya tâbi olanlara hiçbir zaman hıristiyan denilmemiştir. Onlara “nasârâ”, yani “yardımcılar” adı verilmiştir. [2831]       

Nasârâ, yani Hz. İsa’nın yardımcıları, onun insanların arasından çekilmesinden sonra çeşitli fırkalara ayrıldılar. Kimileri inkâr etmeye kalkarken, kimi de onu Tanrı’nın oğlu, hatta daha da ileri götürerek Tanrı ilân etmeye başladılar. Kur’an, bunların küfür ve şirklerini ilân ediyor: “Andolsun ki ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih: ‘Ey İsrâiloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a ibâdet/kulluk edin. Bilin ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur’ demişti. Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki tek bir ilâhtan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap vardır.” [2832]

İsa (a.s.) hakkında böyle fırkalara ayrılan İsrâiloğulları, yaklaşık üç yüz sene sonra Doğu Roma İmparatoru Konstantin hıristiyanlığı kabul etti. Onun putperest anlayışı benimsetmek ve hıristiyanlığı bozmak için bu dine girdiği de söylenir. Şurası kesindir ki, Konstantin, Mesih’in getirdiği dini devlet dini haline getirmek için değiştirip tahrif etti. Dinde atmalar ve katmalar yaptı. Tevhid içerikli İncilleri yaktırdığı gibi, papalığı ilk defa o ortaya çıkardı. Kiliselere resimler, heykeller, putlar girmeye başladı. Mesih’in işlediğini zannettikleri bir günah sebebiyle orucu on gün arttırdılar. Böylece Mesih’in dini Konstantin’in dini oldu. Bunun yanı sıran Konstantin, on iki binden fazla kilise, manastır yaptırdı. Kendi adıyla anılan Kostantiniyye (İstanbul) şehrini kurdu ve kraliyet ailesini yeni dine soktu.           

Hıristiyanlar, Hz. İsa’dan sonra sadece tevhid kavramını zedelemekle kalmadılar. Bir çeşit putperestliğe de başladılar; azizlere, havârîlere, râhiplere ve mezarlara tapmaya başladılar. Kiliselere Hz. İsa, Hz. Meryem, havâriler, melekler ve hûrilerin heykelleri/putları yerleştirildi. 431 yılında papa kurulu bir araya gelerek Hz. İsa’nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem’in “Tanrı’nın anası” olduğu akîdesini resmen kabul ettiler. Yahûdilerin Tevrat’ı ve Hz. Mûsâ’nın dinini tahrif ettikleri gibi; hıristiyanlar da İncil’i ve Hz. İsa’nın getirdiği dini tahrif ettiler. [2833]           

Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bütün dinlerden, sadece İslâmîyet, hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa’nın babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğunu kabul etmiştir. Yalnız müslümanlar, Hz. İsa’nın peygamber, hem de vahy ürünü olan, içinde hikmet ve nur olan İncil’i getiren büyük peygamber olduğunu kabul ederler. Hıristiyanların, kendilerine müslümanlardan çok yakın kabul ettikleri yahudiler, bütün bu konularda inançsızdırlar ve de Hz. İsa’yı kendilerinin öldürdüklerini ileri sürerek bununla iftihar bile ederler. Yahûdiler, Hz. İsa’nın peygamberliğine de, İncil’in vahy ürünü kutsal bir kitap olduğuna da inanmazlar.

Hz. İsa, ancak üç yıl tebliğini sürdürme fırsatı bulmuş, 33 yaşında, gençlik döneminde tevhidi hâkim kılmaya çalıştığı toplumunun arasından ayrılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dini, Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra tanınmayacak kadar şirk ve küfür unsurları katılarak hak din vasfını kaybetmiştir. Dinin bu tebdil ve tahrifinde en büyük pay ve en büyük vebal, Hz. İsa’nın yoluna ihanet eden Pavlos’un ve ona körü körüne uyan papazlarındır. 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa

“İsa” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde geçer. Hz. İsa’nın lâkabı olan “Mesîh” 11 yerde ve çoğunluğu “İbn Meryem” şeklinde olmak üzere “Meryem” ismi de 34 yerde kullanılır. İsa ismi,  Kur’ân-ı Kerim’de geçen âyetlerin tümünde “İbn Meryem -Meryem oğlu-”  ifadesiyle geçer. Bu şekilde kullanılması, Hz. İsa’nın bir beşer olduğu ve bir beşerden doğduğunun vurgulanması için olmalıdır. 

İsa, Meryem’in oğludur. Bâkire olan Meryem’den Allah’ın yaratıcı kudretinin bir nişanesi olarak doğmuştur; Allah’tan bir kelime’dir veya Allah’ın kelimesi’dir[2834] ki, Allah onu Meryem’e ilka etmiş ve ona “Kün (Ol)!” demiş o da olmuştur.[2835] Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişini yadırgayanlara Kur’an, Hz. Âdem’i örnek göstermektedir. Allah Âdem’i nasıl anasız ve babasız yaratmışsa ve buna gücü yetmişse İsa’yı da babasız yaratmıştır. Bunda Allah'a ve O’nun yüce kudretine iman edenler için bir gariplik yoktur. [2836]

Hz. İsa’nın bir ünvan ve sıfatı da Mesih’tir. Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir.”[2837] Bir âyette İsa’dan “Allah’ın rûhu” olarak bahsedilmektedir: “Meryem oğlu İsa Mesih... O’ndan bir rûhtur.”[2838] Başka âyetlerde Yüce Allah’ın Âdem’e de rûhundan üflediği ifade edilmiştir.[2839] Kur’an’da geçen “Kendinden bir rûh”, “Allah’tan bir rûh”, “Rûhumuzdan” ifadeleri, Allah’ın emrinden, yaratıklar âleminden bir rûh demektir. Allah’ın rûhu, hâşâ Allah’ın kendisi demek değildir. Bir erkek olmadan, sırf melek vasıtasıyla üflenen ruhtan yaratıldığı için, Hz. İsa’ya “Allah’tan bir rûh” veya “Rûhumuzdan” denmiştir. “Meryem’e kendi rûhumuzdan üfledik” âyeti de aynı anlamdadır. Bazı şeylerin Allah'a nisbet edilmesi, onların Allah katındaki değer ve itibarını belirtmek içindir. Hz. İsa da, Allah’ın yarattığı ruhtan, sperm aracılığı olmadan ve sadece meleğin üflemesiyle ana rahminde oluştuğu için “Allah’tan bir rûh” denmiştir.

Hz. İsa, Kur’ân-ı Kerim’e göre ancak bir kuldur.[2840] Abdullah, yani Allah’ın kuludur.[2841] Kur’an, onun kul olmanın ötesinde bir sıfatla anılmasını veya insanüstü bir varlık olarak düşünülmesini kesin ifadelerle reddeder ve Hz. İsa’nın da, gözde meleklerin de Allah'a kul olmaktan asla çekinmeyeceklerini belirtir.[2842] Kendilerini Allah’ın kulu olarak ifade etmekten onur duyan peygamberlere tapılmaz, onlara tanrı muâmelesi yapılmaz.

İsa (a.s.) dünya ve âhirette şerefli (vecîh) ve Allah'a yakın kılınanlardandır (mukarrabîn);[2843] mübârek,[2844] yani kendisinde başkaları için hayır ve bereket bulunan biridir. Beşikte iken konuşmuştur.[2845] Şahsiyet olarak cebbâr, zorba ve şakî biri değildir.[2846] Bir nebîdir: “Allah beni nebî/peygamber yaptı.”[2847]; rasûldür[2848]; Kitabı vardır.[2849] “Kavlu’l-Hakk” hakikatin sözüdür veya gerçek sözdür.[2850] Sâlihler (iyiler)dendir.[2851] Muhâtaplarına “beni ilâh edinin” dememiştir;[2852] Kitabının adı İncil’dir.[2853] Kendinden önce geçen peygamberleri ve kutsal kitapları tasdik edip doğrulayan bir Allah elçisidir[2854]. Kendisi ve anası mûcize oldukları gibi,[2855] peygamberliği de bir mûcize ve rahmettir. [2856]

Hz. İsa, İsrâiloğullarına bir mesel, bir remz kılınmış,[2857] muhâtaplarına belgeler ve hikmet getirmiş[2858] ve Allah tarafından Rûhu’l-Kuds ile desteklenmiştir.[2859] Allah kendisine Kitab’ı, hikmeti, Tevrâtı’ı ve İncil’i öğretmiştir.[2860] İnkâr eden yahûdiler onun dili ile lânetlenmiştir. [2861]

(Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Hz. İsa’nın (a.s.) geleceğini söylediğine dair mütevatir bir haber yoktur, ama Hz. İsa’nın Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelediğini, mütevatir haber olarak Kur’an’dan öğreniyoruz. Hz. İsa, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini haber vermiştir: “Ey İsrâil oğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.”[2862] Tevrat’ta olduğu gibi İncil’de de “ümmî peygamber”in geleceği yazılıdır.[2863] Hz. İsa’nın has ve sâdık arkadaşları havârîler Allah'a ve O’nun elçisi Hz. İsa’ya iman ederek müslüman olmuşlardır.[2864]  

Kur’ân-ı Kerim Hz. İsa’nın bazı mûcizelerine de temas etmektedir. Allah’ın izni ile o, ölüleri diriltmiş, hastalara şifa vermiş, balçıktan kuşlar yaparak onlara can vermiş, anadan doğma körü, alaca hastalığına tutulmuş kişiyi iyileştirmiş, İsrâil oğullarının yediklerini ve evlerinde sakladıkları şeyleri kendilerine haber vermiştir.[2865] Hz. İsa, kulluk görevlerini bizzat yaptığını muhâtapları olan insanlara ifade etmiş, Allah’ın kendisine namaz kılmayı, zekât vermeyi, annesine iyi davranmayı emrettiğini açıklamıştır. [2866]

Kur’an, Hz. İsa hakkında gerçek dışı inançlarında ısrar eden ehl-i kitabın dinde taşkınlık yapmamalarını, teslisten (üç tanrı anlayışı) vazgeçip Allah’ı birlemelerini emretmiştir.[2867] Kur’an, bu âyetin dışında, değişik yerlerde de Allah’ın “çocuğu olmadığı” gerçeğini vurgular.[2868] İsa (a.s.) kendisine insan olmanın dışında bir sıfat izâfe etmek isteyenlere “kul” olduğunu hatırlatma ihtiyacı duymuştur: “Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum.”[2869] Allah’ın bu konudaki soracağı soruya karşı: “Ben onlara sadece ‘Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ diye bana emrettiğini söyledim” diyecektir. [2870]

Kur’an, bütün peygamberlerin yolunun ve tabiatıyla Hz. İsa’nın yolunun da “İslâm” olduğunu, onların müslüman olarak ölmeyi çocuklarına vasiyet edip öğütlediklerini;[2871] kendilerini teslim olanlardan kılması, nesillerinden de teslim olan müslüman bir ümmet göndermesi için Yüce Allah'a duâda bulunduklarını[2872] zikrettikten sonra şu soruyu yöneltmektedir: “Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yakup ve torunlarının, yahûdi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: ‘Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” [2873]

Hz. Muhammed (s.a.s.), İsrâiloğullarına ve hıristiyanlara da gönderilmiş bir peygamberdir. O, ehl-i kitabın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu kendilerine açıklamıştır. Ancak yahûdi ve hıristiyan toplumlar, kendilerini “Allah’ın oğulları ve sevgilileri” sayarak O’na karşı çıkmışlardır. Ehl-i kitap, aynı zamanda Uzeyr’i, İsa’yı (a.s.) Allah’ın oğlu sayan kimselerdir ve bu davranışlarından dolayı küfre girmişlerdir.[2874] Hâlbuki Allah, İhlâs sûresinde de ifade edildiği gibi tektir, birdir, ortağı yoktur, mutlak hüküm sahibidir, hiçbir şeye muhtaç değildir; kimseden doğmadığı gibi kimseyi de doğurmamıştır. Onların küfür ve şirk anlayışları, bir âyette şöyle cevaplandırılır: “Allah, Meryem oğlu Mesih’i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi dilerse kim O’na karşı koyabilir?” [2875]

Kur’an, Hz. İsa’nın tevhid inancını tebliğ eden bir Allah elçisi olduğunu açıklar ve onun tanrılaştırılmasına şiddetle karşı çıkar; Kur’an’a göre ona verilen gerçek İncil, bir hidâyet ve nur kaynağıdır; öğüt vericidir, yol göstericidir.[2876] Hz. İsa’ya verilen saf ve gerçek İncil’de hıristiyanlara, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeleri ve iyi işler yapmaları emredilmiştir. Fakat ehl-i kitap, Tevrat ve İncil’e uymamış, Rabbe kul olanlar ve bilginler günah söylemek, haram yemekten çevresindekileri yasaklamamışlardır. [2877]

Hıristiyanların bu konudaki yanlış anlayışlarına cevap mâhiyetinde Kur’an, Hz. İsa konusunda sapık anlayışları düzeltir: “Meryem oğlu Mesih (İsa), sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğru biridir. İkisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi...”[2878] Hz. İsa da, kendisinden önce yaşamış peygamberler gibi normal bir insandı; Allah’ın elçisi idi. Diğerlerinden farklı bir yanı yoktu. Her peygamber gibi o da Allah’ın izni ile bazı mûcizeler göstermişti. Diğer insanlardan farkı olarak, tek hârikulâdeliği babasız dünyaya gelmiş olmasıydı. Onun sadece bu gözle görülmesi, böyle düşünülmesi gerekirdi. Fakat hıristiyanlar böyle davranmadılar. Onu Allah’ın tanıttığından başka türlü tanımaya ve tanıtmaya çalıştılar. Azıp saptılar; doğru yoldan çıktılar ve: “Hıristiyanlar, ‘Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler.” Allah’ın oğlu ve kızı olmayacağı gerçeğini bir kenara ittiler. Peygamberlerin uyarılarını dikkate almadılar. Kur’an, onların bu iddialarının hiçbir haklı ve mantıkî gerekçesinin olmadığını, “Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir.” şeklinde ortaya koyar. Ve bu inançlarıyla da müşriklere benzediklerini belirtir.[2879] Gerçekleri bu ölçüde saptıran kişileri de şöyle lânetler: “Allah onları kahretsin!” [2880]

 

Hıristiyanlar Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demekle yetinmediler. Daha da ileri gittiler: “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir, dediler.”[2881] Bu sözleriyle Meryem oğlu Mesih’in Allah olduğunu öne sürdüler. Kur’an, bir başka âyette hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili tanrılık iddialarının bir başka yönüne de işaret eder: “(Hıristiyanlar) Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler.”[2882]; “Oysa kendilerine yalnız tek mâbud olan Allah'a ibâdet/kulluk etmeleri emredilmişti.”[2883] Bu emri dinlemediler. Azdılar ve saptılar. Şirkin en kötüsüne düştüler. Hâlbuki, Hz. İsa’nın dilinden kendilerine şöyle seslenilmişti: “... Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet/kulluk edin (şirke düşmeyin). Zira kim Allah'a şirk/ortak koşarsa, şüphe yok ki Allah ona Cenneti haram etmiştir ve onun (neticede dönüp dolaşıp) varacağı yer Cehennemdir; zâlimlerin (böyle şirke düşenlerin) asla yardımcıları yoktur.” [2884]

Hıristiyanlar, Hz. İsa’ya Allah veya Rab dedikleri gibi, anası Hz. Meryem’e de bu hususta bir pâye verdiler. Bir âyette Yüce Allah Hz. İsa’ya şöyle hitap eder: “Ey Meryem oğlu İsa! ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh edinin’ diye sen mi söyledin insanlara?”[2885]. Bütün gayesi, insanlara tevhidi, Allah’ın hak ve tek mâbud olduğunu öğretmekten ibaret olan bir peygamber kendisinin veya anasının ilâh olduğunu, kendisine veya anasına tapılmasını arzu edebilir mi? Bunun için en küçük bir îmada bulunabilir mi? Elbette bulunamaz. Nitekim, Hz. İsa, bu ağır ithama şöyle karşılık vermiştir: “Hâşâ, dedi, Sen yücesin. Benim için (böylesine) gerçek dışı bir şeyi söylemek yakışmaz. Eğer söylemiş olsam Sen bunu bilirsin.”[2886] Hz. İsâ muhataplarına neyi telkin ve tavsiye ettiğini açıklama ihtiyacı duydu ve şöyle devam etti: “Ben onlara; ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet/kulluk edin’ diye Senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim.” [2887]

Ehl-i kitabın yanlış söz ve inançlarını eleştiren Kur’an, şöyle emir ve tavsiye eder: “Allah'a ve elçilerine iman edin; (ilâhlar) üçtür demeyin! Kendi faydanıza olarak buna son verin... Allah, ancak bir tek ilâhtır.”[2888] Yahûdiler de: “Meryem oğlu Mesih’i öldürdük”  dediler. [2889] Rab ölür mü? Allah -hâşâ- öldürülür mü? Ölen veya öldürülen varlık ilâh olur mu, düşünmediler. Allah, gerçekleri kabul etmeyişleri sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir.[2890] Yahûdilerin önemli bir yanlışı da şöyle düzeltilir: “Onlar onu (Hz. İsa’yı) öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Kesin olarak onu öldürmediler.” [2891]    

 

Peygamberimiz ve bütün peygamberler gibi Hz. İsa da, muhâtaplarının çeşitli ithamlarına mâruz kalmıştır: “(İsa) İsrâiloğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkâr edenler, ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.”[2892] Yüce Allah onların vermeleri muhtemel zararlardan İsa’yı (a.s.) korumuştu. [2893]

Hz. İsa ile ilgili, Onun hayatını, tebliğ ve mücâdelesini anlatan âyetleri görelim:                 

“...Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik...“ [2894]

“Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrâhim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir. İmrân’ın karısı şöyle demişti: ‘Rabbim! Karnımdakini âzatlı bir kul olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen Sensin.’ Onu doğurunca, Allah, ne doğurduğunu bilip dururken: ‘Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu Senin korumanı diliyorum’ dedi. Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.” [2895]

 

“Melekler demişlerdi ki: ‘Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesîh’dir; dünyada, âhirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır. O, sâlihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleriyle) konuşacak.’ Meryem: ‘Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?’ Allah şöyle buyurdu: ‘İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ‘ol!’ der; o da oluverir.’ (Melekler, Meryem’e hitâben İsa hakkında sözlerine devam ettiler:) ‘Allah ona Kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretecek. O, İsrâiloğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) ‘Size Rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan bir kuş sûreti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o, kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü’min kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. O halde Allah’tan korkun, bana da itaat edin. Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur.’

 

İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler: ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik, şâhit ol ki bizler müslümanlarız’ cevabını verdiler. (Havârîler:) ‘Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şâhitlerden yaz’ dediler. (Yahûdiler) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak Kur’anların hayırlısıdır. Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.” [2896]

 

“Allah yanında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” [2897]

“Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından. Ve ‘Allah’ın rasûlü, Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden... Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” [2898]

“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (O) Allah’ın rasûlüdür, Meryem’e ulaştırdığı (“Ol=kün”) kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan (O’nun tarafından gönderilmiş, yahut te’yid edilmiş, veya Cebrâil tarafından üfürülmüş) bir ruhtur. Allah'a ve peygamberine iman edin. ‘(Tanrı) üçtür’ demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.”  [2899]

“Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes rûh (Cebrâil) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana Kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrât ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen Benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine Benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri Benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrâiloğullarını (seni öldürmekten) önlemiştim; kendilerine apaçık deliller (mûcizeler) getirdiğin zaman inkâr edenler: ‘Bu apaçık bir sihirdir, başka değil’ demişlerdi.”  [2900]

 

“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin’ diye sen mi dedin?’ buyurduğu zaman o şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim; Hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim Sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin; hâlbuki ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybı/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” [2901]

“(Rasûlüm!) Kitapta Meryem’i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti. Meryem, onlara karşı bir perde çekmişti. Derken, Biz ona rûhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: ‘Senden, çok merhametli olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma). Ruh: ‘Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi. Meryem: ‘Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi. Melek: ‘Öyledir, (zira) Rabbin buyurdu ki: ‘Bu Bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız’ dedi. Bu, hüküm ve karara bağlanmış bir iş idi. Meryem ona hâmile kaldı. Bunun üzerine onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. ‘Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!’

 Altından (İsa veya melek) ona şöyle seslendi: ‘Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine olgun taze hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: ‘Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım. Nihâyet onu kucağında taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: ‘Ey Meryem! Hakikaten sen çok garip bir iş yapmışsın! Ey Hârun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi. Bunun üzerine çocuğu gösterdi. ‘Biz, dediler, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi: ‘Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O, beni mübârek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır. İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa, Hak sözünce budur. Allah için bir evlât edinmek, olur şey değildir. O, münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ‘Ol!’ der ve hemen olur. Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur.” [2902]

 

Ve birkaç hadis-i şerif: “Ben, dünyada da âhirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peygamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” [2903]

“Nasârânın (hıristiyanların) İbn Meryem’i (Hz. İsa’yı) bâtıl üzere medhettikleri gibi siz de beni medhetmekte mübâlâğa etmeyin! Şüphesiz ki, ben bir kulum; bana: ‘Allah’ın kulu ve O’nun rasûlü’ deyin.” [2904]

 

“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmrân kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hadîce’dir.” [2905]

 

Hıristiyanlara Göre Hz. İsa

Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yaklaşık 30 yaşına geldiği zaman, Vaftizci Yahya insanları şu tarzda uyarmaya başlamıştı: “Tevbe edin, çünkü göklerin saltanatı yakındır.”[2906] Vaftizci Yahya’nın Yahûdiye çölündeki bu irşad hareketine Hz. İsa da katılmış ve diğer insanlarla beraber o da vaftiz edilmişti. Bir gün duâ ederken gökler açılmış ve kendisine “Rûhu’l-Kuds” aracılığı ile ilk “ses” gelmiştir.[2907] Hz. İsa’nın söyledikleri halkı sevindirmiş ve onun etrafında kümelenmelerine yol açmıştır. Ancak yahûdilerin önderleriyle okumuşları onu devrimci bulmuş ve öğrettiklerini tehlikeli saymışlardır. Önceleri ses çıkarmamışlarken, sonraları amansız düşman kesilmişlerdir. Bundan sonra Hz. İsa “şâkirtler” (Kur’an’da “Havârîler”) diye anılan 12 öğrenci ile daha çok meşgul olmuş ve onları eğitmiştir. Baştan kendisinden hoşlanan halk, karşı telkinlerin de etkisiyle onu reddetmiş, hatta ailesi bile bu harekete sıcak bakmaz olmuştur. Kudüs’teki dinî otoritelerin İsa’yı (a.s.) tutuklatmalarından önce onun aktif bir çalışma içinde olduğu anlaşılmaktadır[2908]. Tutuklanan Hz. İsa, yahûdi yüksek mahkemesince ölüme mahkûm edilmiş, bu mahkûmiyet Roma valisince çarmıha germe şekline dönüştürülmüştür.

İsa’nın (a.s.) askerlerce götürülmesi ve tutuklanması üzerine bütün öğrencileri ve sevenleri kendisini yalnız bırakmışlardır. Belki de pek çoğu ümitleri tamamen sönmüş vaziyette evlerine çekilmişlerdir. Haçta ölen ve mezarı kapatılan Hz. İsa’nın kabrinin iki gün sonra boş bulunduğu söylenmektedir.[2909] Hz. İsa’nın mezarından kıyam etmiş olduğuna kendi öğrencileri (Havâriler) bile önceden güçlükle inanmışken, sonradan, onun yaşadığı kanaatini benimsemişlerdir. [2910]

 

Hıristiyanların temel inançlarından biri, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesiyle ilgilidir. Hz. Âdem, yasak meyveyi yiyerek Allah'a âsi olunca onun bu günahı soyunda devam edegeldi. Âdem soyundan gelen bütün insanlar, atalarının işlediği, kendilerine miras kalan bu günah yüküyle doğarlar. İnsanlar, hem kendi işledikleri günahlarından ve hem de babaları Âdem’in günahından ötürü cezaya müstahak oldular. Adâlet ve merhamet sahibi Allah için, Âdem ve soyunda ortaya çıkan bu günah yüzünden bir problem ortaya çıktı: Âdemoğullarını cezalandırması rahmetine aykırı olacak, cezalandırmaması da adâletine aykırı düşecekti. İşte Allah, düşündü; nihâyet günümüzden yaklaşık iki bin sene önce, bu iki sıfatını bağdaştırmanın yolunu buldu: Kendi nefsi olan oğlunu, çocuk şeklinde bir kadının karnına koyacak, tam bir insan olarak dünyaya gelecek, insanlar gibi yiyip içecek, yaşayacak ve sonunda düşmanların zulmüne uğrayarak asılacak, böylece kendi nefsi olan oğlunu fedâ ederek insanlığı ezelî günahından kurtaracaktı. Öyle yaptı. İşte İsa’nın asılması, Allah’ın oğlunun, insanları ezelî günahtan kurtarmak için kendini fedâ etmesidir.

Eldeki 4 İncillerin hepsinde Hz. İsa’nın haça gerildiği belirtilirken, aynı zamanda haça gerilen kimsenin lânetli olduğu da belirtilir. Güya Hz. İsa, tüm insanlık uğruna kendini feda ederken, lânete müstahak da olmuş, ödül yerine ceza almıştır. Kitab-ı Mukaddes’te bu konu şöyle ifade edilir: “Mesih, bizim uğrumuza lânet olmuş olarak bizi şeriatın lânetinden kurtardı; çünkü yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”[2911] Bu konu, Ahd-i Atik’te (Tevrat’ta) şöyle yer alır: “...Asılmış olan adam Allah tarafından lânetlidir.”[2912] Hem tanrı ve hem de lânetli olmak! Tam dalâlet ehlinin/sapıkların, aklını kullanmayan, kitaplarını tahrif ve dinlerini oyuncak edenlerin anlayışı... 

Aslında çarmıha gerilme ve göğe kaldırılma inancı, eski dinlerden beri süregelen bir inançtır; şirk inancı. İnsanlık için kendini fedâ etme hikâyesi, çeşitli toplumlarda din kurucusu ve liderlerine uyarlanmıştır. İlâhî adâlete ve mantığa uymayan bu itikad, putperestlikten hıristiyanlığa geçmiştir. Hinduizm’de de insanlığın ezelî günahından ve bunun kaldırılması için babasız dünyaya gelen Krişna’nın, kendisini fedâ ettiğinden, asılırken başında altın bir taç bulunduğundan söz edilir. Krişna, elleri ayakları delinerek, yani çivilenerek asılmıştır. Hıristiyanlara göre de İsa asılırken başında dikenden bir taç vardı. Eski Uzakdoğu dinlerinin birçoğunda elleri ayakları çivilenerek asılmak suretiyle insanlığı ezelî günahtan kurtaran bir din büyüğünden söz edilir ve bu adam, Allah’ın insan biçiminde bir görüntüsü kabul edilir.[2913]

Şeyh Tantâvi, İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilmesi hikâyesinin, bir Bâbil efsânesinden hıristiyanlığa adapte edilmiş olduğunu, müslümanlığı kabul etmiş olan Lord Headly’nin “İslâm İçin Batılıları İkaz” adlı kitabından naklediyor. Lord Headly, 1903-1904 yıllarında Alman arkeologlar tarafından keşfedilen Asur yazısıyla yazılmış iki Bâbil yazıtından Bill’in dramının, aynen hıristiyanlığın kabul ettiği İsa dramına benzediğini 14 benzer delil göstererek izah ediyor.[2914] Yine, Yunan mitolojisindeki, diğer tanrılar görmeden ateşi çalıp insanlara götüren ve sonra tanrıların yakalayıp cezalandırdığı, insanlık için kendini feda eden Promete adlı Yunan tanrısının etkisi vardır.

Allah’ın Hz. İsa’nın doğumuna dek bu kadar yıl -hâşâ- kullarını kurtaracak bir yol bulamaması, Hz. Âdem’den binlerce yıl sonra ancak çare bulabilmesi, -hâşâ- bu uzun süre içinde câhil ve âciz kalması, Hz. İsa’dan önce yaşamış insanların günahkâr ve cehennemlik olarak ölmesi, içlerinde peygamberlerin de bulunduğu bu insanların kendi işlemedikleri suçtan mahkûm olmalarının adâletle nasıl bağdaşacağı, Allah’ın bir günahı direkt bağışlamaya gücünün yetip yetmemesi, İsa’nın asılmasından başka çarenin niçin olmadığı, kendi oğlunun haça gerilmesinin ayrıca bir suç teşkil edip edilmemesi, Allah’ın âciz ve zayıf bir çocuk şekline girip anne karnında kalan zavallı biri olarak görülmesinin ilâhî azametle/yücelikle nasıl bağdaşacağı, haça gerilenin İncillere göre mel’ûn kabul edilmesiyle[2915] bu olayın bağdaştırılması gibi nice sorular sorulabilir; ama hıristiyanlardan pek mantıklı cevap alınamaz. Çünkü, aklı bırakmadan hıristiyan olunamayacağı belirtilir.  

Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur. Tanrı, hem birdir, hem üçtür; üçlü koalisyon olarak insanları gökten yönetmektedirler. Hz. İsa, insanların doğuştan sahip oldukları aslî günahın keffâreti olarak kendini insanlık için fedâ etmiştir.

     

Hz. İsa’nın Çarmıha Gerilmesiyle İlgili İncillerdeki Kuşkular: Kur’an, Hz. İsa’nın haça gerilmediğini, idam edilmediğini kesin bir dille belirtirken, bu olayın şâhitlerinin de kuşkularını dile getirir: “Onlar bu konuda derin bir kuşku içindedirler, sözleri kesin bilgiye değil; zanna dayanmaktadır. Onu kesin biçimde öldürmediler.”[2916] İncillerde Hz. İsa’nın şâkirtlerine: “Bu gece hepiniz benim hakkımda kuşkuya düşeceksiniz” dediği belirtiliyor. İsa’nın bizzat öğrencileri, onun hakkında kuşkuya düşeceklerine göre, olayı sisleyen zaman aşımından sonra gelenlerin kuşkuya düşmeleri gâyet doğaldır. Bugünkü 4 İncil’de İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilip daha sonra göğe kaldırıldığı, birbiriyle hayli çelişik biçimlerde anlatılmaktadır. [2917]

İncillere göre çarmıha gerilme olayı gece olmuştu. İsa’yı yakalamağa gelenler onu tanımıyorlardı. Askerler geldikleri zaman, bütün şâkirtleri (havârileri) İsa’nın yanından kaçmışlardı. Sadece Petrus, çok uzaklardan olayı seyretmiş, ama askerlerin Hz. İsa’yı yakaladıklarını yakından görememişti. Demek ki Hz. İsa’nın yakalanışını ve çarmıha gerilişini, onu tanıyanlardan hiç kimse görmemişti. Onu ihbar eden Yahuda da İsa (a.s.) yakalandıktan sonra bir daha görülmemiştir.

İncillerin anlatımından, vali Platus’un İsa’yı sevdiği, onu korumak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim yahûdi kâhinlerine, bu suçsuz adamı asmak istemediğini, onun yerine başka birini asmaya râzı olmalarını önermişti. Yahûdiler ille onun asılmasını isteyince, vâli, İsa’yı yakalayıp onun yerine bir başkasını İsa diye çarmıha gerdirmiş olabilir. Nasıl olsa kâhinler ve askerler içinde İsa’yı tanıyan yoktu. Yine İncillere göre, çarmıha gerildikten sonra İsa’nın kabrine gidenler, onun cesedini görememişlerdi. Demek ki İsa çarmıha gerilmemişti. Fakat onlar İsa’nın mutlaka çarmıha gerilip öldürüldüğüne inandıkları için cesedini kabirde göremeyince İsa’nın dirilip cesediyle birlikte göğe çıkartıldığına inandılar.

İsa’nın şâkirtleri, Taberiye gölünde balıkçılık yapan kimselerdi. Öyle parlak zekâlı, bilgin kişiler değillerdi. Bir olayın bütün yanları görülüp anlaşılmayınca özellikle ümmî insanlar arasında efsaneleştirme, olaya olağanüstülük niteliği verme eğilimi vardır. İşte İsa’nın (a.s.) cesedinin kaldırılıp göğe yükseltilmesi inancı da olayın niteliğinin bilinmemesinden doğmuştur. Peygamberlerin mûcizesi elbette vardır, ama ölen kimsenin dirilip cesediyle birlikte göğe çıkması Kur’an’da sünnetullah denen ilâhî yasalara aykırıdır.          

Yine Kur’an’ın Hz. İsa’nın asılmadığını ve bu konuda şâhitlerin şüpheye düştüğüyle ilgili diğer bir izah tarzı şudur: Hz. İsa’yı öldürecek olanlar, İncillerin verdiği habere göre onu tanımıyorlardı. İncillere göre otuz gümüş karşılığında İsa’nın bulunduğu yeri haber veren şâkirdi/havârisi Yahuda İskaryot, askerlere: “Ben kimi öpersem, İsa odur, onu yakalayın” diye işaret vermişti.[2918] Barnaba İncilinde askerlerin, İsa sanarak Yahuda İskaryot’u yakaladıkları, çünkü onun İsa’ya benzetildiği belirtilir.[2919] Dört İncil’le Barnaba İncili’nin birleştiği nokta, İsa’yı yakalamağa gelenlerin, onu tanımadıklarıdır. Tanımadıklarına göre yakaladıkları şahsın isa olduğundan emin olamazlardı. Hıristiyanlarca mûteber İncillerden üçü, Yahuda’nın, yaptığı ihanete pişman olarak İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra kaybolup görünmediğini söylüyor. Kimine göre İsa, yakalanınca Yahuda üzüntüden kendisini asmış,[2920] kimine göre de Yahuda İsa’yı haber vermesi karşılığında aldığı paralarla bir tarla satın almış, oradaki tepeden baş aşağı düşüp ortadan çatlamış, bütün bağırsakları dökülmüştür. [2921]

Bu rivâyetler, İsa’nın (a.s.) yakalanmasından sonra Yahuda’nın bir daha görünmediğinde birleşiyorlar. Ama onun âkıbeti hakkında kesin bilgi yoktur. Gerçekten görünmemiştir, çünkü İsa yerine o asılmıştır. M. Reşid Rızâ, bu konuda özetle şöyle diyor: “İsa’ya çok benzeyen Yahuda, önce İsa’nın saklandığı yeri para karşılığında askerlere haber verdi. Sonra bu yaptığına pişman oldu, vicdan azabından kurtulmak için kendisini İsa diye tanıtıp asıldı. Hıristiyan kaynaklarında İsa’yı haber veren Yahuda’nın İsa’nın asılmasından sonra bir daha görülmeyip intihar ettiği belirtilir. Kendini İsa diye tanıtıp askerlere teslim olması da bir çeşit intihardır. Demek ki Kur’an’ın dediği gibi Allah, İsa’ya ikram edip onu düşmanlarının elinden kurtarmış ve İsa, gizlice başka bir ülkeye gidip normal hayatını yaşadıktan sonra vefat etmiş, vefatından sonra da ruhu, Allah katında yüce derecelere yükseltilmiştir. [2922]          

İncillere Göre Hz. İsa’nın Beşerî Yönleri

Hz. İsa’nın normal bir insan olduğuna dair 4 İncil’in hemen her sayfasında satırlara veya bunu ifade eden anlatımlara rastlanmaktadır. “Çocuk büyüyor, kuvvetleniyor ve hikmetle doluyordu; Allah’ın inâyeti de onun üzerinde idi.”[2923]; “İsa, hikmette ve kamette (boy ve bosca), Allah ve insanlar yanında terakkî ediyordu.”[2924]; “Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir çocuk bulacaksınız.” [2925]

İncillere göre Hz. İsa, bir çocuk olarak konuşmaya son derece arzulu idi ve özellikle dine karşı büyük bir ilgi duymakta idi. Fazlaca seyahat etmiş ve bu gezilerinden yorgun düşmüştü. Susayan, yiyip içen, uyuyan, neşelenen, dertlenen bir insandı. Bilgisi ve gücü sınırlı idi. Dostluklardan hoşlanır, kişisel dikkatli davranışları takdir ederdi. Memleketini ve halkını seviyor, dertleriyle dertlenip ilgileniyordu. Doğaya, çiçeklere, kuşlara düşkündü. İncillerde 26 yerde Allah'a duâ ettiği bildirilmektedir. Ondan fazla yerde onun, Allah’ın irâdesini aradığı belirtilmiş; şuurlu bir şekilde Allah'a bağlı olduğu açıklanmıştır. Hz. İsa’nın, kendisi için kullandığı deyim, bir  “insan oğlu” olduğudur. Bu deyim, 4 İncil’de en az 70 defa geçmektedir. Bu ifade, Hz. İsa’nın kendisini normal bir insan saydığını en açık bir şekilde göstermektedir. [2926]    

Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de. İncillerde tam 37 yerde Hz. İsa, kendisinin Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini belirtir. “Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur, dediler.”[2927] Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a hamd ediyorlardı.”[2928]  Hz. İsa, kendisini Allah’ın gönderdiğini söyler: “Ben kendiliğimden bir şey yapamam; işittiğim gibi hükmederim ve benim hükmüm doğrudur. Zira ben kendi irâdemi değil; fakat beni gönderenin irâdesini ararım.”[2929] Bunları söyleyen birinin tanrı olması veya kendini ilâh diye tanıtması, hatta bu konuda en küçük bir îmada bulunmuş olması düşünülemez. “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan hıristiyanlık anlaşılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl olunuyorsa o da öyle oluyor.    

Aslında İncillere göre de İsa bir kuldur; Allah’ın kulu: “İşte, benim seçtiğim kulum; Canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim; Rûhumu onun üzerine koyacağım, Ve milletlere hükmü ilân edecektir.”[2930]; “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.”[2931] Bu ifadeye göre Hz. İsa, çarmıha gerilirken Allah’a kendisine niçin yardım etmediğini sorarken “Allah’ım, Allah’ım!” demektedir. Hiç kendisi tanrı olan biri böyle söyler mi?

İsa, devamlı olarak, hatta bütün gece boyunca Allah’a ibâdet ederdi: “Ve İsa, şâkirtleri kayığa binmeğe ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı yakaya geçmeğe zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, duâ etmek için dağa ayrıca çıktı; akşam olunca, orada yalnız başına idi.”[2932]; “Onları uğurladıktan sonra, duâ etmek için dağa gitti.”[2933]; “Ve vâki oldu ki, o günlerde İsa dua etmek için dağa çıktı; bütün geceyi Allah’a duâ ile geçirdi.” [2934]

“Ve vâki oldu ki, İsa yalnız başına duâ ederken, şâkirtleri yanında idi; onlara sorup dedi: Halkın dediğine göre ben kimim? Onlar da cevap verip dediler: Vaftizci Yahya’dır; başkaları: İlya’dır; ve başkaları da; Eski peygamberlerden biri kıyam etti, diyorlar. Onlara dedi: Ya siz ben kimim dersiniz? Petrus cevap verip dedi: Allah’ın Mesihisin. İsa da bunu kimseye söylemesinler diye onlara tenbih ederek emretti.” [2935]

“O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek, şakirtlerine dedi: Ben şuraya gidip duâ edinceye kadar siz burada oturun.”[2936] Duâ bir  ibâdettir.  Zaten  özel  yere  çıkıp  duâ etmesi, namaz kıldığını gösterir. Kur’an’a göre bütün peygamberler gibi Hz. İsa da tabii ki namaz kılıyordu.[2937] İbadet etmek, kulluk alâmetidir; ilâhlık özelliği değildir. Ama gel bunu hıristiyanlara anlat!

 

Hıristiyanlıkta Allah’tan, daha ziyade “Baba” diye bahsedilmektedir.[2938] Dört İncil’de çeşitli vesilelerle Hz. İsa’nın 150 defa “baba” kelimesini kullandığı belirtilmekte ve aynı kelimenin Yeni Ahid’de 300 kez geçtiği görülmektedir. Belki de şefkat, bağışlama, güven ifadesi olarak mecâzi anlamda kullanılan “baba” kelimesi, sonradan Hz. İsa’nın babası olarak karşımıza çıkmıştır. Tabiatıyla İsa da -hâşâ- Allah’ın oğlu olmuştur. Zamanla “Allah’ın oğlu”nun alelâde bir insan olarak görülmesiyle yetinilmemiş, ona önce ilâhlıkta bir pâye verilmiş ve daha sonra da ilâh olarak karşımıza çıkmıştır ve işin sonu, tesliste karar kılınmıştır. 

Bugünkü bilinen en eski İncil bile, orijinal İncil’in latince çevirisidir. Hz. İsa’ya indiği dilde bir İncil elde mevcut değildir. Orijinalinde ne olduğunu bilmediğimiz kelimeler latinceye “baba” ve “oğul”  şeklinde çevrilmiştir. Fakat bu latince tercümelerde bile “oğul” kelimesi sırf Hz. İsa için değil; Allah’ın tüm sevgili kulları için kullanılır. Aynı şekilde “baba” kelimesi de, sadece Hz. İsa’nın babası anlamında değil; tüm kulların babası manasında kullanılır: “Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız.”[2939]; “... Benim Babamın ve sizin Babanızın, benim Allah’ımın ve sizin Allah’ınızın yanına çıkıyorum.”[2940] Yani mevcut İncil’i şu andaki tercümesiyle eline alan bir kişi bile, şu andaki anlatımıyla “Allah’ın oğlu tanrı İsa”yı İncil’de bulamaz. Çünkü bu tâbirin tüm insanlar için kullanılması, bu kavramın mecazî anlamda kullanıldığını gösterir. Büyük bir ihtimalle İncil’in orijinalinde “kul”  manasına yakın bir kelime “oğul”; Yaratıcı anlamına yakın bir kelime de “baba” diye (cahilce veya kasıtlı tahrif gereği) çevrilmiştir. Fakat her şeye rağmen, İncil’in her yerinde bu kelime, bu tarzda çevrildiği için, kelimenin tüm insanlık için kullanılmış olmasından, ne mana kasdettiği anlaşılabilir. Problem, kutsal kitabın tahrifi kadar; belki ondan da büyük yanlış olarak, Kitab’ın müteşâbihat cinsinden olan kelime ve kavramlarını tahrif etmek, beşerî yorumları vahyin önüne geçirmek, Kitab’a göre inanılması gerektiği halde; yanlış kabullere göre Kitab’ı te’vil etmektir. İbret alınmadığı müddetçe, bu problemin müslümanlara yansıması da kaçınılmazdır.        

Hıristiyanlara göre teslisin asıl unsuru Baba’dır. Allah’ın özü, Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Rûhu’l-Kuds Tanrı olarak görünse de, yine o birdir. Kitab-ı Mukaddes’te Allah’ın bir olduğunu kesin şekilde belirten tevhidle ilgili ifadeleri tümüyle atamayan hıristiyanlar, bunu te’vil etmişler, aklın almayacağı izahlarla olayı geçiştirmişlerdir. Onlara göre Allah, hem birdir hem üçtür. Kutsal üçlük’ün üç şahsının her biri Tanrı’dır. Bunlar, bir olan Tanrı’nın değişik tezâhürleri, sıfatları olarak izah edilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyanlarca bu üçlük, “izahı zor, fakat inanılması gerekli bir sır” olarak formüle edilmiştir. Hıristiyan inancına göre Baba olarak nitelendirilen Tanrı, nurdur; İsa da O’nun oğludur. Tanrı, İsa’nın şahsında insan ile birleşmiştir. İsa’nın bedeni insan, ruhu tanrıdır. Onda tanrılık bir öz vardır. Bu görüşler, nasıl te’vil edilirse edilsin Kur’an’a göre “şirk”tir, Allah’a eş koşmaktır.[2941] Kur’an’a göre Hz. İsa, bir tevhid peygamberi olarak bunlardan münezzehtir. [2942]

 

 Hz. İsa’nın Babasız Doğma Mûcizesi

Her müslüman, Kur’an’ın açık ifadesine inanarak Hz. İsa’nın babasız doğduğuna inanır. Kur’an, Hz. İsa’nın babasız doğumunu, annesiz ve babasız yaratılan Hz. Âdem’e benzetir: “Allah yanında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir; Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi, hemen oluverir.” [2943]

 

Determinizm ve materyalizm 19. asır Avrupa’sında patlak verince tüm mânevî değerlere saldırdı; bu arada Hz. İsa’nın babasız doğuş mûcizesini de inkâr ederek alay konusu haline getirdi. Hatta, biyolojiye koydukları “kendi kendine üreme olmaz” ilkesinde sırf Hz. İsa’ya sataşma amacı gütmüşlerdir. Her konuda olduğu gibi, biyolojide de erken ve eksik bilgilere rağbet ederek böyle yanlış kural ve yargılara varmak ateistlerin âdetidir. Bilimdeki gelişmeler, eski yanlış teorileri çökertmekte, çok kere bilim, kendi putunu kendi devirmektedir. Dün, “babasız çocuk olmaz” diyen bilim adamları, bugün canlıları klonlayarak laboratuar şartlarında canlı kopyalamaya çalışmaktadırlar. Aslında çağımız biyolojisi, bir embriyonun oluşumunu ve gelişimini oldukça iyi ölçülerde tanıyabilmektedir. Bugünkü biyoloji verileri ile şöyle demek daha doğru olur: Asıl mûcize, babasız çocuk doğurmak değil; babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır. Çünkü, ince hikmet nedeniyle annenin yumurta hücresi bir çocuğu tümüyle meydana getirme yeteneğine sahip iken, özellikle yetkisi Allah tarafından elinden alınmıştır. [2944]   

Hz. İsa’nın babasız doğmasına bazılarının akıllarının ermemesi; bakmasını bilmedikleri, bakış açılarının yanlışlığı sebebine dayanır. Allah’ın yaptıklarıyla kendi yaptıklarını aynı kefeye koyup mukayese etme yanlışlığıdır. Bilinmesi gerekir ki, insanlar için yapılması imkânsız olan şeylere Allah’ın “ol” demesi kâfidir. Aslında babasız meydana gelen sadece Hz. İsa da değildir. Canlılar dünyasında bunun pek çok misalleri vardır. Arılar bunlardan sadece birisidir.

Bilindiği gibi, her kovanda bir ana arı bulunur. Ve hayatında, bir defa çiftleşme uçuşuna çıkar. Bu uçuş sırasında en hızlı erkek arı ile çiftleşir ve ondan aldığı spermalar (erkek üreme hücreleri) bir kese içerisinde depo edilir. Kovana döndükten sonra ana arı yumurtlamaya başlar. Yumurtalar, spermaların bulunduğu kesenin yanından geçerler. Bu esnada bazı yumurtalar spermalar tarafından döllenir. Bazıları ise hiç döllenmeden çıkarlar. İşte döllenen yumurtalardan dişi arılar, sperma ile döllenmeyen yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Bu tip üremeye biyolojide “partenogenetik üreme” denilir.

Hz. İsa’nın babasız oluşunu, “aklımız almıyor” diye inkâr edenler, yeryüzünde her yıl milyarlarca babasız erkek arının meydana gelişini hangi akılla ve nasıl açıklayacaktır?

Bir başka örnek de yaprak bitleri (afidler)’dir. İlkbaharda bazı bitkilerin yaprak ve tomurcuklarından özsu emerek yaşayan bu böcekler çiftleşmeksizin (yani babasız olarak) yavrular doğururlar. Bu yavruların tamamı dişidir. Ancak sonbaharda erkeklerle çiftleşen böcekler doğurmayıp yumurtlarlar. Döllenmiş bu yumurtalardan ilkbaharda dişi yavrular çıkar. Erkekler sadece sonbaharda meydana gelir. Su pireleri (dafnialar) de belirli bir mevsimde partenogenetik (yani babasız olarak) üreme gösterirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavrular çıkar. Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Karıncaların, uyuz böceklerinin ve solucanların bazıları da babasız ürerler.

Dikkat edilirse, gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin babasız üremeleri devamlı değildir. Sadece belirli mevsimlerde olur. Yani Cenâb-ı Hak mânen diyor ki: “Üreme kanunumu istersem hikmetime göre değiştirebilirim. Canlıları, babalı olduğu gibi, babasız da yaratabilirim. Sebepler sizi aldatmasın.”  Anne ve babamız, dünyaya gelmemizde sadece birer sebeptirler. Bundan başka bir rolleri yoktur. Meselâ, gözlerimizi ve ellerimizi annemiz mi verdi, yoksa babamız mı? Akıl, hâfıza, hayal, sevgi, nefret, şefkat gibi mânevî cihazlarımızı nereden aldık? Tek bir hücreden gelişerek meydana gelen bu vücut yapımızı bir düşünelim. Hangi kudret sahibi bu hârika yapıyı o tek hücreden çıkardı? Mâdem biz varız; Kendimizi inkâr edemiyoruz ve mâdem tek bir hücreden yaratılmışız. Böyle bir ilim ve kudret sahibi bizi neden annesiz ve babasız yaratamasın? Zaten anne ve babamızı da yaratan O değil mi?

Dünyada cereyan eden üreme kanunlarının hepsi de erkek ve dişi vasıtasıyla olacak diye bir kural yoktur. Bakteriler birkaç saat içinde neslinin neslini görebilecek kadar hızla ürerler. Fakat ne anne var, ne de baba. Bir bakteri ortadan ikiye bölünüyor ve oluyor iki bakteri. Diğer taraftan ilk insan Hz. Âdem’in annesiz ve babasız yaratıldığı gibi, milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk yaratılışının da annesiz ve babasız olduğunu unutmamak gerekir.   

Her sebebin, her kanunun bir istisnası bulunabilir. Anne ve baba vasıtasıyla dünyaya gelme kanununun bir istisnası olarak Hz. İsa yaratılmıştır. Bununla insanların imtihanı söz konusudur. Hikmet-i İlâhî böyle istemiştir. Çünkü Hz. İsa, büyük peygamberlerdendir. Peygamberlere Allah tarafından verilen mûcizeler ise zamanlarındaki insanlar hangi hususta ileri iseler, o çeşitten olmuştur. Hz. İsa zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, onun mûcizesi de tıpçıları âciz bırakacak olan babasız yaratılma şeklinde olmuş ve bu, ölüleri diriltme gibi mûcizelerle devam etmiştir. Başta babasız doğum olmak üzere bu mûcizelerle ruhu inkâr eden ve insanı sadece maddî organlardan ve sebep sonuç ilişkilerinden ibaret kabul eden topluma, ruh ve can konusunu düşünmeleri hatırlatılır. Hz. İsa’nın babasız doğuşu, Allah’ın istediğini istediği gibi yaratabileceğini gösterir. Bu olay ile O, bizim sebepleri putlaştırıp sebeplerde boğulmamamızı ihtar ediyor. Allah’ın kendi yarattığı sebeplere uyma zorunluluğunun olmadığını isbat ediyor. Anne ve babanın birer sebep olduğunu, hikmeti gerektirirse insanları ve hatta bütün canlıları annesiz babasız da yaratabileceğini gösteriyor. [2945]

Hz. İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi

Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yahûdilerin şikâyeti üzerine, Romalılar tarafından çarmıha gerilmiş ve haçta insanların günahı için ölmüştür. Gömülmesinden üç gün sonra kıyam etmiş, havârilerine görünmüş, onlarla yemek yemiş ve sonunda göğe yükselerek Allah’ın yanına çıkmış, O’nun sağına yerleşmiştir. Kıyâmetten önce dünyaya gelecek, dünyayı sulh ve adâletle dolduracak, kendisine inanmayanlardan öç alacak ve saltanatı ebedî olarak sürecektir. [2946]

Muharref İncillerde, Hz. İsâ’nın göğe çekildiği ısrarla üzerinde durulan konulardan biridir. “Hiç kimse göğe çıkmamıştır; ancak gökten inmiş olan İnsanoğlu çıkmıştır; o ki, göktedir. Ve Musa’nın çölde yılanı yukarı kaldırdığı gibi, böylece İnsanoğlu da yukarı kaldırılmak gerektir, ta ki, iman eden her adamın onda ebedî hayatı olsun. Zira Allah dünyayı öyle sevdi ki, biricik Oğlunu verdi; ta ki, ona iman eden her adam helâk olmasın, ancak ebedî hayatı olsun. Çünkü Allah dünyaya hükmetsin diye değil, ancak dünya onun ile kurtulsun diye, Oğlunu dünyaya gönderdi.” [2947]

Tanrının, merhameti sebebiyle oğlunu insanlara yollayıp onu feda etmesi motifi çok yaygındır. Yunanistan’da Zeus’un oğlu Dionysos, Mısır’da yer ve gök tanrısının oğlu Oziris, Fenike’de Baal’in oğlu Alein; işkence, ölüm ve dirilmeyle ilgili ilgili dramatik tanrılardır. Onlar insan kaderini yüklenir, onun gibi çileleri ve ölümü tadarlar. Ölen tanrı tipi, eski Orta Şarkta (Dumuzi, Tamnuz, Adonis, Oziris) olduğu kadar, Orta Amerika eski medeniyetlerinde de yaygındır. Mesih de, buna bağlanmak istenmiştir; gerçekten, mevsim âhengine uyarak periyodik olarak kaybolup tekrar görünen bir tanrı söz konusudur. [2948] 

Kur’an, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği tezini reddetmektedir. O öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir. Allah onu kendi katına “ref” etmiş, yüceltmiş ve yükseltmiştir.[2949] Hz. İsa’ya ait bu yüceltme ve yükseltme işinin beden ile mi, yoksa ruh ile mi; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü olup yalnız ruh olarak mı gerçekleştiği hususu müphemdir. Bu konu, asırlar boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir. Bunu aydınlığa kavuşturmaya çalışan tarih ve kıssa yazarlarıyla müfessirler belli ölçüde yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden etkilenmişlerdir. Kezâ Hz. İsa’nın nüzûlü ve kıyâmetten önce dönüşü konusu da tartışılmaktadır. Eldeki rivâyetlerin gözden geçirilerek değerlendirilmesinde fayda vardır. Hadis rivâyetlerinde yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu müfessirleri, âyetlerde geçen[2950] kelimeleri yoruma (te’vil) zorlamış ve “âhad” olsalar da hadisleri değerlendirmeye almışlardır. Gerçekten de bu haberlerde, oldukça detaylı bilgiler yer almaktadır. İki asırdan beri hıristiyan ilâhiyatçıların ve oryantalistlerin Hz. İsa’nın dönüşü konusunu değişik metodlarla müslüman câmia içinde yayma gayretlerinin doğurduğu antipatinin de tesiriyle İslâm dünyasında konu bazı bilginlerce yeniden ele alınmış ve selef çığırının dışına taşan tartışma ve yorumlara neden olmuştur. [2951]             

Bazı müfessir ve âlimler, bu konuda fazla yorum yapmak istemezler. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.”[2952] Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: “Onun vefatı ve ref’ edilmesi mugayyebâta ait bir husus olup, te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği müteşâbih meselelerdendir. Zaten bunun ötesinde akîdeye ve şeriata müteallik, fazla bir mesele de yoktur. [2953]

Mevdûdî, Nisâ, sûresi, 158. âyetindeki   “Allah onu kendisine yükseltti” ifadeyi tefsir ederken şöyle der: Burada Allah, meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur’an yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmeyi başaramadıklarını, Allah’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler; fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah’ın onu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp rûhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü mûcizevî olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. [2954]   

Aynı âyetle ilgili Muhammed Esed, Hz. İsa’nın beden olarak semâya yükseldiğini kabul etmez ve şu açıklamayı yapar: “Allah onu kendi katına yükseltti.”[2955]; “Âyette Allah, Hz. İsa’ya ‘Seni ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim’ buyurur. ‘Refaahû’ (lafzan, onu yüceltti yahut onu yukarı çıkarttı), bir insanın ref’ edilmesi fiili, ne zaman Allah'a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma”, yahut “yüceltme” anlamlarına gelir. Kur’an’ın hiçbir yerinde, Allah’ın Hz. İsa’yı yaşadığı sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği” şeklindeki yaygın inancı destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki âyetteki “Allah onu kendi katına yüceltti” ibâresi, Hz. İsa’nın Allah’ın özel rahmeti mertebesine yükseldiğini gösterir;  “rafe’nâhu (onu yücelttik)” fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı 19/Meryem, 57. âyetinden açıkça anlaşılacağı gibi bu, bütün peygamberlerin yararlandıkları bir lütuftur. [2956]

Müfessirlerden çoğunun kanaatine göre Hz. İsa, rûhu ve cesediyle birlikte göğe yükselmiştir ve âhir zamanda tekrar yeryüzüne inecektir. Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsa’nın (a.s.) cismi değil; rûhudur. Kur’an’da ifade edilen “Seni Bana yükselteceğim.”[2957] hitabıyla kast edilen, Hz. İsa’nın rûhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Ceset, emanet elbise gibidir, artar eksilir. Değişmeyen insanın rûhudur.[2958] Yine Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı kabulünün müslümanlara hıristiyan inançlarından geçtiği belirtilerek bu olay şöyle değerlendirilir: Gök ile kast edilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan, galaksilerden ibarettir. Yani İsa, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kast edilen mânevî gök ise oraya ceset gitmez, rûh gider; çünkü orası maddî değildir. [2959]

Kur’an, İsa’nın (a.s.) göğe yükseltildiğini değil; Allah'a yükseltildiğini söyler: “Bel rafaahu’llahu ileyh”[2960] cümlesi: “Allah, onu göğe yükseltti” değil; “Allah, onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Bu konuyla ilgili diğer âyette de aynı ifade vardır.[2961] Göğe yükseltmek başka, Allah'a yükseltmek başkadır. Allah’ın onu kendine yükselttiği mecburen kabul edileceğine göre, onun göğe yükseltildiğini söylemek, Allah'a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa Yüce Allah her yerdedir. İsa’nın Allah'a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de yerin de ilâhıdır. Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp Allah'a yükseltilen İsa’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Âyetin anlamı, İbn Cüreyc’in dediği gibi, Allah’ın İsa’nın rûhunu yüceltmesi, şanını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.

Yüce Allah, Hz. İsa’yı saldırganların elinden kurtarmak suretiyle mânevî derecelere nâil eylemiş, şanını yüceltmiştir. Nitekim “Kıyâmet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün kılacağım”[2962] âyetinden bu anlam anlaşılmaktadır. Gerçekten Hz. İsa’ya uyan ve ona yakın olanlar yahûdilere hâkim olagelmiştir. Bu da onun Allah katındaki şanının yüceliğini gösterir.

Müfessirlerin “Seni vefat ettireceğim, Bana yükselteceğim.”[2963] âyetini, genellikle İsa’nın göğe çıktığı şeklinde tefsir etmelerinin başlıca iki etkeni vardır: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, hıristiyanlar ve yahûdiler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan yahûdi ve hıristiyan âlimlerine başvurmaları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. İkinci etken de, İsa’nın (a.s.) göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccal’ı öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şeriatıyla amel edeceği hakkında anlatılan hadis rivâyetleridir.

Âl-i İmrân 55. âyetiyle Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan rûhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir. Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir:

“Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’an’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derecelerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrahim âilesidir. İmrân âilesi de bunlardandır. İsa’nın cesedi Allah'a kaldırılmış, fakat İsa’nın rûhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâiloğullarının sû-i kastı, hilesi ile hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsa’nın rûhu, Mûsâ maiyetinde (beraberliğinde) yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tâbileri, bu rûhtan istifade ederek kısa bir zamanda yahûdilerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihâyet Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesiyle hepsi, Hz. Muhammed’in rûhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsa da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in (s.a.s.) rûhu maiyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsa’nın rûhu ortaya çıkacak, Muhammed’in rûhu maiyetinde hizmet edecek ve fakat kıyâmetten evvel vefat eyleyecektir.” [2964]

Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vile göre İsa’nın zamanı, insanların İslâm şeriatının rûhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslah için İslâm şeriatının özüyle amel edecekleri zamandır.” [2965]

                     

Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamberimiz’in Miraç’ta Hz. İsa ve Hz. Yahyâ’yı ikinci gökte görmüş olmasını Hz. İsa’nın rûhu ve cesediyle göğe çekilmesiyle ilgili delillerden biri sayar. Eğer Hz. Peygamber’in Miraç’ta görmesi Hz. İsa’nın cesediyle göğe çıktığına delil ise, Hz. Yahyâ’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüştü. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin rûhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin rûhları yücelere, melekût âlemine yükselirler.

Hz. İsa’nın nüzûlü, Kur’an’da geçmez. Bu konudaki kabul, mütevâtir olmayan hadis-i şerif rivâyetlerine, yani haber-i vâhide (âhad hadislere) dayanır. Bu hadislerin sahih olduğu kabulünden dolayı, bazı âyetler bu hadisler çerçevesinde yorumlanmış, te’vil edilmiştir. Aslında hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, Kur’an âyetlerine göre tashih, te’vil ve yorumlarının yapılması daha doğru bir yol kabul edilseydi, bu zorlama te’viller yapılmazdı. Bu konuyla ilgili bazı hadis rivâyetlerini görelim:

Hz. İsa’nın Gökten İneceğini İfade Eden Hadis Rivâyetleri  

“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu İsa, âdil bir hâkim olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah'a bir kere secde etmek dünya ve dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” [2966]

 

“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye Kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa ibn Meryem de iner. Bu müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat İsa (a.s.): ‘Hayır!’ der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz.” [2967]

 

“İbn Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imâmınız olduğu (İsa da imâmınıza uyduğu) halde bakalım nasıl olursunuz?” [2968]

“Meryem oğlu (İsa a.s.), Feccu’r-Ravhâ adlı mevkide, hac yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir.” [2969]

Bir hadis rivâyetinde “Meryem oğlu İsa kıyâmetin 10 alâmetinden biri” sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez,[2970] Bazı hadis rivâyetlerinde, “Şam’daki beyaz minareye iner.”[2971]; “Hz. İsa inmeden kıyâmet kopmaz.”[2972]; “O indikten sonra kırk yıl kalır.”[2973] Bir rivâyette İslâm ümmetine imamlık yapmaz, İslâm kumandanı Mehdî’nin cemaati olurken, başka bir rivâyette “Rumları yenen, İstanbul’u fetheden askerler, orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüşürken şeytanın ‘Mesih evlerinize sahip oldu’ diyeceği, Bunların Şam’a gelerek savaşmak için kılıçlarını düzeltirken  namaz kılacağı, namazlarında İsa’nın inip onlara imam olacağı, Allah’ın düşmanı Deccal’ın onu görünce tuzun suda erimesi gibi erimeye başlayacağı”[2974] söylenir. “O, Deccâl’ı Ludd kapısında öldürecektir.”[2975] Deccâl’dan bahseden bir hadis rivâyetine göre, Meryem oğlu İsa’nın geleceği, Allah’ın onu Deccâl’dan koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhur edip Taberiye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsa ve adamlarının kuşatılacağı, sonra İsa ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihâyet kıyâmetin kopacağı”[2976] anlatılmaktadır.

Hadis rivâyetlerinde bunlar gibi daha birçok detay bilgiler verilmektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi zamanında İsa’nın inme ihtimalinden bahsedilir: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selâmımı söylesin.” [2977]

Lâfızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadis rivâyetlerinin, manalarında da bir birlik yoktur. Birinde İsa zuhur edince çok bolluk olacağı, Deccâl’ı öldüreceği belirtilirken, ötekinde İsa ve adamlarının, Ye’cûc ve Me’cûc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. İsa’nın ineceği ifade edilen bu rivâyetlerde, iniş safhalarının birbirinden farklı anlatıldığı görülür. Hadis rivâyetlerinde geçen İsa’nın bütün kiliseleri yıkacağı ifadesi de 22/Hacc, 40 âyetine aykırıdır. Bu âyette Allah’ın koruduğu ve kulları vasıtasıyla savunduğu Allah’ın adı anılan mâbedleri İsa nasıl yıkar? Âyete göre Hz. İsa’nın bu mâbedleri koruyanların başında olması gerekir.

Ayrıca bu rivâyetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, asırlar öncesi savaş silâhını ifade eder ama Deccâl’ın çıkacağı kıyâmete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerleri, silâh olarak kılıç değil; modern silâhlar taşırlar. Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği hakkındaki âyetlere [2978] aykırıdır.     

İsa’nın ineceğine inanmak, itikadî bir meseledir. İtikad, şek üzerine kurulmaz; yakîn ve mütevâtir nass üzerine kurulur. Hz. İsa’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek herhangi mütevâtir bir haber yoktur. Bu konudaki rivâyetlerin hepsi âhad haberlerden ibarettir. Hz. İsa’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten Mehdî adındaki âdil bir imamın geleceğine dair anlatılan rivâyetlere de çok benzerlik gösterir. Mehdî hakkındaki rivâyetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivâyetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadisçiler katında sahihin altında bir derece olan “hasen hadis”  kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadis rivâyetleriyle itikad kurulamaz.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği,  ondan öncekilerin hepsinin öldüğü belirtilir: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize döndürüleceksiniz.”[2979] Peygamberimiz’in de bir gün öleceği vurgulanan bu âyetlere göre Hz. Hz. İsa’nın öldüğüne inanmak gerekir. [2980]

Ahmet Keleş, “Hadislerin Kur’an’a Arzı” adlı kitabında Hz. İsa’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili hadislerin Kur’an’a arzedilmesini tavsiye eder ve şöyle der:

Bazı âlimler, Hz. İsa’nın nüzûlünün Kur’an’da da zikredildiği, bir kısım âyetlerin bu konuda bilgi verdiği gerekçesiyle, söz konusu hadislerin Kur’an’a da uygun olduğunu iddiâ etmiştir. Bu konuda delil kabul edilen âyetler şunlardır:

“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” [2981]

“Şüphesiz ki o, kıyâmet için bir bilgidir. Sakın onda şüpheye düşmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.”[2982] Bu âyette geçen “o”, Hz. İsa olarak kabul edilmiş ve âyette geçen “ilm” kelimesi, kırâat farklılığı olarak “alem” şeklinde de okunmuştur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: “O (İsa), kıyâmet için bir alâmet/işarettir.”

 

Bu iki âyetten hareketle kıyâmetten önce Hz. İsa’nın geleceği söylenmiştir. Ancak bu âyetlerdeki işaretler sarih/açık olmadığından dolayı, onlar için bu iddianın, açık bir delil olması söz konusu değildir. Bazı müfessirlerin bu kanaate varmalarında hadis rivâyetlerinin önemli ölçüde rolü olmuştur. Çünkü Elmalılı, bu konuda yaptığı tefsirinde; “Yâ İsâ! Seni öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.”[2983] âyetini açıklarken, bu âyetteki “öldüreceğim” anlamındaki “müteveffîke” kelimesini başka anlama te’vil etmenin câiz olmadığını, sarih anlamıyla anlamak gerektiğini ifade etmektedir.

Ancak, hadislerdeki Hz. İsa’nın tekrar ineceğini bildiren haberlerden dolayı bu âyeti uygun bir şekilde te’vil etmek gerektiğini söylemektedir.[2984] Bu ifadeler bize, “şâyet bu rivâyetler olmamış olsaydı, müfessirler bu âyetlere böyle mana vermeyeceklerdi” kanaatini vermektedir. Âyete verilen anlamda rivâyetlerin rolü gâyet açıkça görülmektedir. Ancak, sahâbenin Kur’an ilimleri ve tefsiri konusunda en meşhuru, bu âyetteki kelimeye farklı anlam vermez: İbn Abbâs (r.a.): “Ey İsa, şüphesiz ki seni vefat ettirecek olan (onlar değil) Benim”[2985] âyetindeki “müteveffîke” ibâresini “seni öldürecek olan” diye açıklamıştır. Bu rivâyeti Buhârî, bab başlığında kaydetmiştir. [2986] 

Bu âyetlerden söz konusu “nüzûl/inme”nin anlaşılmayacağı üzerinde de durulmuştur. Hz. İsa’nın öldüğünü, tekrar gelmesinin söz konusu olamayacağını, bu konudaki âyetlerin yanlış anlaşıldığını ifade eden âlimler de olmuştur. [2987]    

Zeccâc, “ölümünden önce ona mutlaka bütün ehl-i kitap inanacaktır.”[2988] âyetindeki “ona” ifadesindeki zamirin, hem Hz. İsa’ya, hem de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) râci olabileceğini, her iki anlamının da doğru olduğunu söylemektedir. Çünkü ona göre, bu âyetin ifade ettiği anlam şöyledir: “Her peygamberi inkâr edenler, ölümlerinden önce gerçeği görmek sûretiyle yanlış yolda olduklarını anlar ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğuna inanırlar.”[2989] Yine müellif; “Bu âyetten Hz. İsa’nın gökten inip de bütün ehl-i kitabın ona inanacağını anlamaya dil müsâit değildir. Çünkü âhir zamanda olanlar ona inanacaklardır, diyelim; o zamana kadar olanları ne yapacağız? Doğrusu bu âyetten böyle bir mana çıkarmak doğru değildir” demektedir. [2990]

“O, kıyâmet için bir bilgidir/alâmettir.”[2991] âyetinin de, Hz. İsa’ya delâletinin kat’i olmadığını bildirmişlerdir. Zeccâc, buradaki alâmetin Kur’an olması da mümkündür demektedir.[2992] Taberî, her iki anlamı da birçok müfessirden naklettikten sonra, kurrânın ekseriyetinin bu kelimeyi “ılmun” şeklinde okuması nedeniyle, kıyâmete âit bilginin “Kur’an” olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Kur’an, kıyâmetin bilgisini vermektedir.

 

Bu iki âyetin ifade ettikleri anlamlara arz ederek Hz. İsa’nın ineceğine dair hadisleri tashih etmek, arz usûlü olarak belirtilen prensipler muvâcehesinde mümkün değildir. Şimdi, Kur’an’da zikredilen âyetlerin Hz. İsa’nın her ölümlü gibi öldüğüne, tekrar dünyaya gelmesinin imkânsız olduğuna dair Kur’an metinlerini görelim:

“Her nefis/can, ölümü tadacaktır. Sonra da Bize döneceksiniz.” [2993]          

 

“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” [2994]

“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda hükmü Ben vereceğim.” [2995]

 

“Allah’ın rasûlü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük, dediler. Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” [2996]

 

“(İsa:)Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâm/esenlik banadır.” [2997]

“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” [2998]

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” [2999]

Bu Kur’an âyetleri açık bir şekilde ve muhkemât olarak Hz. İsa’nın öldüğünü bildirmektedir. Bu âyetler, mezkûr hadislerin tesirinde kalmadan anlaşılınca bu anlam, sarih olarak anlaşılacaktır. Bu nedenle, önceki âyetler, bu konuda vârid olan hadisler için arz metnini oluşturmazken, bu âyetler anlamlarındaki açıklık ve kat’ilik nedeniyle arz metnini oluşturmaktadırlar.

Âyette ifade edilen, yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürememeleri, asamamaları, Allah’ın da onu öldürmediğine bir delil sayılamaz. Çünkü Allah diğer âyetlerinde onu öldürdüğünü açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Muhammed’in son nebî olması da onun tekrar gelmesine engeldir. Hz. İsa’nın peygamber olarak gelmeyeceği görüşü de kabul edilemez. Çünkü Hz. İsa’nın geleceğini kabul edenlerin en önemli gerekçeleri, ehl-i kitabın ona inanmasıdır. Ehl-i kitap ona ne olarak inanacaklardır? Müslümanlar “mehdîye tâbi olur” şeklinde bir yorumla problemi çözmüş görünmektedirler, ama işaret edilen nokta, göz ardı edilmiştir. Hz. Mesih’in, ehl-i kitabı Hz. Muhammed’e (s.a.s.) inandırmak için geleceğini kabul etmek ise kabul edilir bir görüş olamaz. Hangi şekilde gökten inecek bir Mesih, hıristiyan dünyayı müslüman edecektir? Onları imana zorlayacak açık bir mûcizeyle gelmesi, herkesin zorunlu olarak ona inanması, dinin imtihan sırrına muhâliftir, kabul edilemez. Böyle zorunlu bir inandırma, ne Hz. Mesih’in kendi sağlığında ne de başka peygamberin hayatında gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi de Kur’an’ın bildirdiği imtihan mantığına aykırıdır.

Şâyet böyle bir açık mûcizeyle gelmez ise, kimse ona inanmayacaktır. Sıradan bir insan çıkıp da “ben Mesihim” dese buna kim inanır? Nitekim; 1340’da Nahcivan’da doğan Fazlullah Esterâbâdî, 1819’da Hindistan’da doğan Mirza Ali Muhammed ve 1830’da Hindistan’da doğan Ahmed Kadıyânî gibi kimseler, Mehdî ve İsa olduklarını söylemişler ve kendilerine inananlar da olmuştur, ama bu inanma hiçbir zaman hadislerde anlatılan gibi olmamıştır.

Hz. İsa’nın tekrar dünyaya gelmesini, hem de tekrar dünyevî ceset giymesini, gerçekten ölmüş bile olsa gerekli görenler, Hz. İsa’yı yere indiğinde “iman nuru” ile kendisine çok yakın olanların tanıyabileceğini söylemişlerdir.[3000] Bu ifâdeler de Hz. İsa’nın inmesi konusunda zikredilen rivâyetler ile, delil sayılan âyetlerin, reel olarak anlaşılabilmesinin ve tahakkukunun imkânsız olduğu kanaatini vermektedir. Çünkü, birkaç kişinin tanıyacağı bir Mesîh, hadislerde anlatılan misyonu üstlenemez. Ayrıca bu şekilde “kurtarıcı” beklentilerinin, müslüman irâdeyi ve İslâmî aktiveteyi nasıl etkileyip körleştirdiği, her biri bir Mesîh ve Mehdî görevi üstlenmesi gereken mü’minlerin, bu kutsal tebliğ görevinden kendilerini, haber verilen bu “muntazar/beklenen” şahıslar yüzünden devre dışı tutmakta ve bu dini, bütün insanlığa ve ehl-i kitaba tebliğ etmek görevini üstlenip de yerine getireceklerine, gökten inecek Hz. İsa ile Hz. Mehdî’ye bırakmakla yetinmektedirler. Söz konusu hadislerin müslüman dünya için oluşturduğu bu fâsit telakkî bile bu rivâyetleri reddetmek için yeterli bir neden sayılmalıdır. 

Bu konuda zikredilen hadislerin İsrâiliyat kaynaklı olmasını ve İslâmî literatüre de hıristiyan öğretisinden geçmiş olacağını da vurgulamak gerekir. Bu konuda Pavlos’un II. Mektubunun II. babında ve Müşâhedât’ın 19. babında Hz. İsa’nın Deccâlı öldüreceği yazılıdır. [3001]  

Bazı araştırmacılara göre Şiî müslümanların Muntazar İmam Mehdî, sünnî müslümanların çoğunluğunun da Mehdî inancı, hıristiyanların, halen yaşadığına inandığı ve bir gün yeryüzüne inip kurtarıcı krallık yapacağını beklediği Hz. İsa inancından kaynaklanmaktadır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryüzüne ineceği sanılan İsa ile, Muntazar imam aynıdır. Yalnız isim değişmiş; İsa yerine imam veya Mehdi denmiş, bazen de ikisi aynı şahıs kabul edilmiştir. [3002]

Hz. Mesîh’in tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivâyetler, Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla çeliştiğinden, tekrar dünyaya gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile uyumunun bulunmamasından dolayı kabul edilmesi zordur. Ancak, Hz. Mesih’le ve mehdiyle ilgili hadisler birer sembol kabul edilerek zâhirî anlamlarıyla değerlendirilmeyip “bunlar müteşâbih hadislerdir, bunlarla kast edilen başka anlamlar vardır” denilir ve ne itikadî ve ne de amelî bir bağlayıcılığı olmamak ve herhangi bir mükellefiyet de getirmemek kaydıyla kabulünde ve zikrinde mahzur olmayabilir.[3003] Bu müteşâbih olanlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar, kendileri için bir mesaj alıyorlarsa, bu öznel anlamaya bir şey denilemez. Fakat, genel olarak âhir zaman telakkîsi ve dine hizmet, bu rivâyetler üzerine binâ edilemez.[3004]        

Hz. İsa’nın eceliyle ölmüş olduğunu Kur’an’ın açık naslarına rağmen kabul etmek istemeyenler,  iki bin yaşını çoktan geçmiş olarak, (hıristiyanların inancının bir benzeri şekilde, göğe kaldırılıp orada) yaşadığını ve dünyaya geleceğini değerlendirirken, hadis rivâyetlerinin dışında, delil olarak sadece şu âyeti gösterirler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”[3005] Bu âyette kullanılan “rafea (kaldırdı, yükseltti)” kelimesi, aynı şekilde meselâ, İdris (a.s.) için de kullanılmıştır: “Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yükselttik (rafa’nâhu).”[3006]; “Allah onu kendisine yükseltmiştir” ifadesini tek başına ele alıp “Hz. İsa ölmedi, o halen yaşıyor” diyebiliyorsak, aynı ifadeden hareketle Hz. İdris de ölmemiştir, halen yaşamaktadır, Allah onu da göğe yükseltmiştir” dememiz gerekmektedir. Hz. İdris için, yükseltme, “Allah indindeki makamı yükseltildi; manevî derece olarak Allah katında mertebesi yükseltildi” denilirken aynı kelime kullanıldığı halde, Hz. İsa için niye mecazî anlam olarak, “Allah katında manevî makamı yükseltildi” anlamı verilmez ve bu çelişki nasıl izah edilir? Bu çelişkiden daha büyük yanlış, -hâşâ- Allah’a mekân isnad etmektir. Âyette “Allah onu kendi nezdine yükseltmiştir” ifadesinden “göğe yükseltilme” anlamı nasıl çıkacaktır? Allah, hâşâ gökte midir ki, kendine yükseltmesi, göğe kaldırma olarak değerlendirilebilsin?!

Eski Ezher şeyhi Mahmut Şeltut, bu âyetle ilgili olarak şunları söyler:  “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”[3007] Bu âyet, Hz. İsa’yı kesin olarak öldürmediklerini anlatan ifadeden sonra gelmiştir. Ref’ (yükseltme)den maksat, İsa’yı (a.s.) düşürmeyi amaçladıkları şeye engel olmak suretiyle İsa’nın derecesinin ve konumunun yükseltilmesidir. Böylece mana şu şekilde olmaktadır: “Allah İsa’yı onlardan korumuştur. Onlar onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir. Hatta Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmış ve onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun derecesini yükseltmiştir. Böylece âyet, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle tamamen uyuşmaktadır: “Seni vefat ettirecek, seni Bana yükseltecek (ref’) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım.”[3008] Bu âyet, onların İsa’nın cismiyle, diri olarak ref’i konusundaki tezlerini çürütmektedir. İmam Fahreddin Râzi, tefsirinde şöyle demektedir: “Seni tertemiz kılacağım. Yani seni onların arasından çıkaracak, seninle onların arasını ayıracağım. Kendisine ref’ (yükseltme) lafzıyla şanının büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir) lafzıyla da arındırma manası bildirilmiştir. 

Tüm bunlar, onun şanının ve derecesinin yükseltilmesindeki mübâlağaya işaret etmektedir. Alla Teâlâ’nın şu sözünün anlamı hakkında da şöyle demektedir: “Sana tâbi olanları küfreden kimselerin üstünde kılacağım.”[3009] Buradaki “üstünde”likten kast edilen hüccet ve burhan ile olmasıdır. Bil ki, âyet-i kerimedeki ref’ine delâlet eden “seni Bana yükselteceğim”, derecenin ve şanın yükseltilmesidir. Yoksa yön ve mekânla ilgili değildir. “Üstünde” kılmada olduğu gibi mekânla ilgili bir durum değil; tamamen derece ve şanın yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.” [3010]        

“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”[3011] Bu âyet, dolaylı yoldan başka bir tevhid gerçeğine dikkat çekmektedir: Peygamberlerin, ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde tasarruf imkânlarının kalmadığı. Böyle bir tasarruf sözkonusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan peygamber Hz. İsa’ya: “İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü/tanık idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun” diye söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra, dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer olmakla çelişir. Ve tüm peygamberler de beşerdir. Buradan hareketle tasavvuf bünyesine sokulan “ölüm sonrası evliyâ tasarrufları” anlayışının Kur’an dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. Bu tevhid dışı anlayış, asırlarca kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını tanrılaştırma illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.

   

Hz. İsa’nın ineceğine ve İslâm şeriatıyla amel edeceğine dair hadis rivâyetleri şöyle te’vil edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Nitekim, 21. asrın başlarında Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde dünyanın her yerinde hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mehdîdir, imamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle  televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır. 

Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’yı bir peygamber olarak tanıtır. Onun peygamberliği, daha doğumunun ilk gününde ilân edilmişti: “Çocuk şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.”[3012] Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, peygamberlerin sonuncusudur: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”[3013] Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra dünyaya gelmesi, bu âyetler ışığında değerlendirilince mümkün değildir. Gelmiş olsa, son peygamber Hz. Muhammed değil; Hz. İsa olur.

İkinci gelişinde Hz. İsa’nın peygamber olmayacağını iddia etmek, İsa’nın peygamberliği ile ilgili âyetleri inkâr anlamına gelebilir. Hz. İsa geldiğinde Kur’an âyetlerini inkâr etmeyeceğine göre kendisinin peygamber olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır. Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber oluşunu inkâr etmiş duruma düşmeyecek midir? Hz. İsa, Kur’an’ın tanıttığı şekliyle bir peygamberdir. Peygamberliği olmayan bir İsa’nın diğer insanlardan farkı, etkisi, inandırıcılığı ve gücü ne olabilir? Yine Hz. İsa’nın nüzûlü ile, bazı haramları helâl edeceğine dair hadis rivâyetleri, İslâm dininin tamamlandığını bildiren “... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”[3014] âyetiyle çelişir.

Kendisinin İsa olduğunu iddia eden nice insanlar çıkmış, çıkmakta ve çıkacaktır. Gerçek İsa’yı (a.s.) insanlar nasıl tanıyacaktır; daha önce gösterdiği gibi mûcizeleri de, peygamber olarak gelmeyeceği için gösteremeyecektir. Bu da kendisinin Mehdi olduğunu iddia edenler gibi istismar konusu olacak, sahte Mesihlerin insanları kandırma yolu ardına kadar açılmış olacaktır.

 Bilindiği üzere, Papa suikastçısı M. Ali Ağca bile, tarihin çöplüğünde yer almış yüzlerce sahtekâr kişi gibi, kendisinin Mehdi ve İsa olduğunu iddia edebilmektedir.  Eski bir müftü ve milletvekili olan Hasan Mezarcı’nın da kendisinin Hz. İsa olduğunu ve gökten indiğini iddia ettiğini de biliyoruz. Hz. Peygamberimiz zamanında minare olmadığı halde, Hz. İsa’nın Şam’daki beyaz minareye ineceği iddia edilebilmektedir. Hatta Adıyaman’daki meşhur şeyhin bulunduğu câminin minaresi bembeyaz renge boyanmış, Hz. İsa’nın oraya ineceği iddia edilerek, köye “inilecek yer” anlamına gelen “Menzil” adı verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar, ne ilk ve ne de sondur. Bunun gibi nice beklentiler, oyalanmalar, kurtarıcı bekleyip sorumluluktan kaçmalar ve istismarlar söz konusu olduğu gibi bu gidişle çok daha olacaktır.  

 

Mehdî

Bu kavram ‘hedy-hidâyet’ kökünden türemiş bir kelimedir. ‘Hedy’; doğru yolu bulmak, yol göstermek, hidâyeti göstermek demektir. ‘Mehdi’nin sözlük anlamı, hidâyete eren, doğru yolu bulan, Allah’ın hak olan yola yönelttiği kimse demektir.

Bu kelime sözlük anlamına uygun olarak şairler tarafından Peygamberimizi övmek için kullanılmıştır. Ayrıca dört halifeye de ‘mehdi’ dendiği olmuştur. (Hutbelerde okunan dualarda dört halife hakkında ‘mürşidûn-mehdiyyûn- irşad ediciler, hidâyette olanlar’ şeklinde övgü cümleleri geçmektedir.) Hz. Hüseyin ve bazı halifeler hakkında övgü sözü olarak ‘mehdi’ sıfatı kullanılmıştır. İslâm tarihinde ‘Mehdi’; kendisinden önce zulüm ve haksızlıkların alıp yürüdüğü yeryüzünü, adâletle dolduracağı, İslâm’ı hâkim kılacağı sanılan kişidir.

Mehdi’nin günün birinde geleceğiyle ilgili hadis kitaplarında âhad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buharî ve Müslim’in kitaplarında ise mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir. Bazı hadis rivâyetlerine göre mehdi, Ehl-i Beyt’tendir ve Fâtıma (r. anhâ) soyundandır.[3015] Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa mehdinin gönderileceği haber veriliyor. [3016]

İlk dönem itikat kitaplarında mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra yazılan Akaid kitaplarında mehdiden bahsedilmektedir. Mehdiden bahseden hadisler mütevâtir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almaması gerekir. Ancak, İslâm tarihinde mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve bir çoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.

 Mehdi meselesi İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan siyasî tartışmalar ve siyasî mezhepleşmelerden sonra daha çok gündeme gelmiştir. Özellikle Şîîlerde mehdi inancı dinin esasından sayılmıştır. Onlara göre beklenen bir mehdi (mehdi-i muntazar) gelecek, kendilerini zulüm ve baskıdan kurtaracak, yeryüzünü adâletle dolduracaktır. Bu bakımdan onlar, kendilerine öncülük eden Ehl-i Beyt imamlarına mehdi gözüyle bakmışlar ve onlara itaat etmişlerdir. Onlara göre mehdi, Fâtıma (r. anhâ) soyundandır, günahsızdır ve olağanüstü özellikleri vardır. Şiilerin çeşitli kollarına göre ayrı mehdiler vardır. Onların en büyük kolu olan İmâmiyye’ye göre ise beklenen mehdi, on ikinci imam, Ebu’l Kasım Muhammed b. Hasan el-Mehdi’dir. O, küçük yaşta kaybolmuştur (gâibtir), yeniden gelecek ve zulümleri önleyecektir.

Ehl-i sünnet müslümanlarının da mehdi beklentisi vardır ama, onların beklediği mehdi olağanüstü bir kimse değildir. İyi bir insan ve takva sahibi bir önderdir.

Anlaşıldığı kadarıyla mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Âhad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde birçok mehdi çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle mücâdele etmek isteyen iyi niyetli önderlerin bir kısmı bu mehdi beklentisinden yararlanmıştır.

Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istismarcısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.

                                                                                               

Mehdi beklentisi birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk etmiştir. Öyle ya, nasıl olsa mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücâdele etmeyi terk etmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.

Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen, Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir.

Mehdi beklentisi müslümanların ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını, gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarında uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a aittir.

Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız?

İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı ve mehdi taslağı olmasına rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir mârifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine(!) dönsünler. İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar,  İslâm ülkelerindeki tâğutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine dur desinler.

Kur’an, müslümanlara mehdi beklemeyi değil; hakiki anlamda iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir.[3017] Eğer mehdiyi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdîdir (hâdî-hidâyete erdiricidir). İnsanlar bu mehdiye uyarlarsa doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. [3018]

 

Deccâl

Sözlükte, bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak manasındaki ‘decl’ kökünden türemiş bir sıfat olup, çok yalancı, aldatıcı, hilekâr demektir. Kavram olarak Deccâl, âhir zamanda ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir.

‘Deccâl’ ile ilgili Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. ‘Deccâl’ ve onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır. Daha çok da “Mesîh Deccâl -yalancı Mesih-” olarak geçmektedir.

‘Deccâl’ inancı eski dinlerde olduğu gibi yahudilikte ve hırıstiyanlıkta da vardır. Bozulmuş Tevrat ve İncil’de ‘Deccâl’ ile ilgili verilen bilgilere bakılırsa İslâm’daki Deccâl inancının onlardan etkilenmiş olabileceği akla gelmektedir.

Ancak birçok meşhur hadis kitabında ‘Deccâl’ ile ilgili pek çok hadis yer almaktadır.        Rivâyete göre Peygamberimiz (s.a.s.) buyurmuştur ki: “Şüphesiz on alâmet ortaya çıkmadıkça kıyamet kopmayacaktır: Doğuda, Batıda ve Arap yarımadasında bir yerin batması,  duman’ın çıkması, Deccâl, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc, güneşin batıdan doğması ve Yemen’de bir ateşin çıkarak insanları toplanacakları yere (mahşer yerine) sürmesi.” [3019]

Deccâlın Özellikleri: Hadislerde geniş bir şekilde Deccâlın özelliklerinden ve yapacağı işlerden bahsedilir. Buna göre Deccal bir insandır ve olağanüstü yetenekleri vardır. Rüzgâr gibi hızlıdır. Yağmur yağdırıp, bitkileri yeşertebilecek. Yanında su ve ateş bulunacak. Fakat gerçekte onun suyu ateş, ateşi de sudur. Bir gözü kördür ve patlamış üzüm gibidir. Alnında kâfir yazılıdır. Genç bir kimsedir, esmer ve parlak tenlidir. Kısa boylu olmasına rağmen heybetlidir.

Âhir zamanda doğudan gelecek ve müslümanların oturduğu şehirlerin birinde ortaya çıkacak. Birçok yeri dolaşacak ama Mekke, Medine ve Mescid-i Aksâ’ya giremeyecek. Önce peygamberlik sonra ilâhlık davasına kalkışacak, karşı gelenleri cehennem adını verdiği yere atacak. Ama aslında onun cehennemi cennet gibi, cenneti ise cehennem gibidir. Bir rivâyete göre Hz. İsa tarafından Şam yakınlarında öldürülecektir. [3020]

Bütün peygamberlerin ümmetlerini Deccâl fitnesine karşı uyardıklarını, Peygamberimiz’ in de dualarında sık sık Deccâl fitnesinden Allah’a sığındığını bildiren hadisler bulunmaktadır. Rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hiç bir peygamber yoktur ki, ümmetini yalancı köre (Deccâla)  karşı uyarmamış olsun. Dikkat edin o kördür… İki kaşının arasında kâfir yazılıdır.” [3021]

Hadislerden anlaşıldığına göre ‘Deccâl’ bir insandır. Çıkacak yeri ve zamanı tâm net değildir. Hatta bir rivâyete göre otuz kadar ‘Deccâl’ çıkacaktır[3022]. Bazı rivâyetlerde ise yetmiş kadar Deccâl çıkacağı ifade edilir. [3023]                   

Deccâl hakkında rivâyet edilen hadislerdeki çelişkiler bu konuda İslâm âlimlerinin farklı yorumlar yapmasına sebep olmuştur. Kimilerine göre bu çelişkiler, giderilebilecek şeylerdir. Onlara göre ‘Deccâl’ ahir zamanda ortaya çıkacaktır. Kimileri birden çok Deccâlın çıkacağını, Hz. Ali zamanında ortaya çıkan bir kimsenin ilk Deccâllardan olduğunu, Firavun ve Nemrut gibi inkârcıların ve onlara benzeyenlerin Deccâl olabileceğini, onun muhtemelen Doğudan çıkacağını, onun yanındaki bir günün kırk gün olması; onunla geçecek günlerin zor olması anlamına geldiğini ileri sürdüler. Kimileri Deccâlın göstereceği olağanüstü olayların bir aldatmaca olduğunu, Deccâlın şer ve bozgunculuğun, hurâfe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de Deccâlı, insanlığa zararlı inkârcı akımlarla yorumlamışlardır. Kimilerine göre de Deccâl, küfrü ve inkârı yayan herkestir.

Bazı araştırmacılara göre Deccâlla ilgili rivâyetlerin çoğu zayıf ve birbiriyle çelişkili, hatta Peygamberimiz’in söylemesine imkân olmayan gerçek dışı rivâyetlerdir. Birçoğu âhad haber (tek kanalla gelen rivâyet) olduğu için akaidde delil olamazlar. Dolaysıyla Deccâl bir akaid konusu değildir.[3024] Ancak, Kur’an’ın temel referans alınmadığı bütün klasik Akaid kitaplarında ‘Deccâl’ın çıkmasının hak olduğu yer almakta, bu konudaki rivâyetler bir yekûn tutmaktadır. (Hâfız İbn Kesir, Deccâl’la ilgili 185 rivâyeti el-Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserinde bir araya toplamış ve hepsini ayrı ayrı değerlendirmiştir. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdurrahim de bu rivâyetleri el-Mesîhu’d-Deccâl adıyla Mısır’da ayrı bir kitap olarak yayınladı.  Deccâlla ilgili rivâyetler için ayrıca bkz. S. Havva, H. İslâm Akaidi,  9/345-415)

Deccâl hakkındaki rivâyetlerden anlaşılması gereken önemli bir nokta şurasıdır: Deccâl, yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan, kutsal değerlerle savaşan, şer işleri yürüten kişi ve onların yürüttükleri çalışmalardır. Bu çalışmaların her devirde değişik temsilcileri olmuştur. Deccal, olağanüstü bir kişilik olmaktan çok, her devirde şer olan şeyleri temsil eden bir tiptir. Böyle bir tipin olması hem akıl yönünden mümkündür, hem de müslümanlar için bir imtihan sebebidir. Mü’minler, kendilerini şerre çağıran, İslâm dışı şeyleri İslâmî kılıfla sunmaya çalışan bozguncu kimseleri tanımak ve onların kurduğu düzenlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Deccâl tipli kişi ve kuruluşların sunacağı su ve ateşe dikkat etmek gerekir.  Zaten mü’minler Deccâlı ve onun zararlı faaliyetlerini iman ferâsetiyle bilirler, Deccâl tiplileri iyi tanırlar ve onlarla mücâdele ederler.

Türkiye’de yakın tarihte ve günümüzde İslâmî değerlere karşı mücâdele veren, İslâmî hükümleri yürürlükten kaldırmış güç ve iktidar sahiplerine halkın ‘Deccâl’ demesi oldukça anlamlıdır. Şurası bir gerçektir ki, tarih boyunca ve günümüzde Hakka karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır. Hakka karşı çıkanlar da her zaman fesadı yayan, şer işleri artıran, zulme sebep olan tiplerdir.

Birtakım hile ve oyunlarla halkı etkileyip kolaylıkla kandıran Deccallar her dönemde bulunduğu gibi, günümüzde de mevcuttur. İşte bunlar Deccal tiplerdir. Bunlar, halkın karşısına hiç bir zaman asıl yüzleriyle çıkmazlar. Halka yalan vaadlerde bulunurlar, onlara mutluluk sözü verirler ama mutsuzluğu getirirler. İnsanlara ‘su’ sunduklarını iddia ederler, ama sundukları ateşten başka bir şey değildir. Onlar Allah’ın hidâyetini kötü gösterirler, hâlbuki ilâhî dâvet ‘su’ gibi insanlara hayat kaynağı olmaktadır. Kendilerinde olağanüstü marifetler olduğuna kitleleri inandırırlar. Çünkü onların nefislerine hitap ederler, gerekirse onları çeşitli yöntemlerle ikna ederler. İknâ olmayanları ise sindirirler. Ancak onların olağanüstü marifetleri yoktur. Usta göz boyayıcı (sihirbaz gibi) oldukları için akı kara, karayı ak gösterirler ve kitleler de onlara rahatlıkla kanarlar.    

Günümüzdeki maddeci, çıkarcı, nefislere hitap eden, bencil ve dalâlet olan dünya görüşü ve düzenleri insanlara dayatanları,  kendilerini üstün, başkalarını geri ve gerici sayanları, kitleleri çeşitli hile, felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenleri, bütün güçlerini Allah’ın dâvetine mücâdele için kullananları, insanları fikren iğdiş edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanları Deccallar sınıfına koymak yanlış olmaz.         

Hadislerde yer alan çelişkili rivâyetler, âdeta masal havasına büründürülerek anlatılanlar; ya zayıf rivâyetler, ya râvilerin yanılarak yaptıkları ilâveler, ya da kendi görüşleri olabilir. Bu nedenle bu konuda dikkatli olup, her rivâyeti bir akaid konusu olarak almamak gerekir.

‘Deccâl’ kavramı, olabir ki, bâtılın ve küfrün azılı önderlerini (imamlarını) bir nitelemedir, onların kötülüklerine ve insanları kandırma konusundaki hilelerine, onların sapıklıklarına bir dikkat çekmedir.  Müslümanları bu gibi kötü kişilere ve kötülük odaklarına karşı uyanık olmaya, yeri ve zamanı gelince de onlarla mücâdele etmeye bir çağrıdır.

Bütün Deccâl işlerinden ve Deccâl tipli kimselerin şerrinden Allah’a sığınırız. [3025]

Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! [3026]

İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük mehdî olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman Deccallar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” [3027]

Hz. İsa İle İlgili Âyet-i Kerimeler

  • İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
  • İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
  • İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
  • İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
  • İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
  • İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
  • Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
  • İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
  • İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
  • İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
  • İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
  • İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.
  • İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.
  • İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
  • İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
  • Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
  • İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.
  • İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
  • Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.

 

Peygamberler İle İlgili Geniş Bilgi Alınacak Kitaplar

1.      Âd Kavmi ve Hz. Hûd, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 38, Mayıs 94

2.      Adayış Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

3.      Âdem ile Havva, Naci Kasım, İstanbul Maarif Kütüphanesi Y.

4.      Âdem’den Hâtem’e Kişilik, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.

5.      Âdem’den Hateme Kişilik, A. Kasapoğlu.

6.      Âdem'in Vârisi Hüseyin, Ali Şeriati, AkÂdemi Y.

7.      Âhir Zaman Fitneleri, Derleme, İttihad Y.

8.      Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.

9.      Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.

10.    Allah'a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

11.    Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Y.

12.    Ariflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Ahmet Eflakî, Terc. Tahsin Yazıcı, M.E.B Yayınları.

13.    Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y.

14.    Ateş Yakmayınca, Hasan Tülüceoğlu, Ayışığı Y.

15.    Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y.

16.    Baharistan, Molla Câmî, M.E.B Yayınları

17.    Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.

18.    Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

19.    Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.

20.    Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.

21.    Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği

22.    Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâmÖncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kitabevi Y.

23.    Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.

24.    Bir Yusuf Masalı, İsmet Özel, Şule Y.

25.    Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.

26.    Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94

27.    Çağın Beklediği İnsan Mehdî, Âdil Gökburun, Tek Yol Y.

28.    Çin İşi Japon İşi, (Şiirler),  Hazırlayan: Günel Altıntaş, Seçme Kitaplar Y., İst. 1976

29.    Dâvet Öyküleriyle Peygamberlerimiz, Münire Daniş, Timaş Y.

30.    Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y.

31.    Deccal, Hıristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.

32.    Dergisi, sayı 2, Kayseri, 1988.

33.    Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi

34.    Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Y.

35.    Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y. 

36.    Edebiyatımızda Kıssa, Kıssahanlık Geleneği ve Meddahlıkla Münasebeti Üzerine, İbrahim Altunel, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, I/1, Konya 1994.

37.    Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.

38.    El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi,  Buruc Y.

39.    El-Esâs Fi't-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y.

40.    el-İbriz, Abdülaziz Debbağ, Demir Kitabevi / Seha Neşriyat

41.    el-İtkan fî Ulûmi’l Kur’an, Celâleddin Suyûti

42.    Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, Mehmet Y. Soyalan, Ağaç Y.

43.    El-Mesîh fi’l-Kur’an ve’t-Tevrat ve’l-İncil, Abdülkerim Hatîb, Beyrut.

44.    El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y.

45.    Erkek ve Kadında Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Yay., İst., 1998

46.    Eski Arap Toplumunda Eşcinsellik ve İslâm, Colin Spencer, Çeviri: Selçuk, Kaos GL, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı.

47.    Eski İstanbul Nasıl Eğleniyordu?,  Refik Ahmed, İstanbul 1927

48.    Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Y.

49.    Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y.

50.    Evrim Anaforu ve Gerçek, Heyet, Çağlayan Y.

51.    Fetvâlar, Mevdûdi, Nehir Y.

52.    Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y.

53.    Fihi Mâ Fih, Mevlâna, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, Devlet Kitapları

54.    Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz.  Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.

55.    Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y.

56.    Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddin-i Arabî, Çev. N. Gençosman, 2. Baskı, Devlet Kitapları, Ank, 1964.

57.    Geleceğini Arayan Gençlik İçin Bir Örnek ve Önder: Hz. Yusuf, Yıldırım Canoğlu, Umran, Sayı 131, Temmuz 2005.

58.    Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi,  Osman Cilacı,  Mimoza Y.

59.    Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Kitap Dünyası Y.

60.    Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, İbn-i Hazm, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Y., İstanbul, 1985

61.    H. Clay Trumbul ,"Jonah in Nineveh", Journal of Biblical Literature 11 (1892)               

62.    Hadislerden Kıssalar, Burhan Bozgeyik, Cihangir Y.

63.    Hadislere Kıssacılığın Girmesi ve Menfî Tesirleri, Ahmet Uyar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 1993

64.    Hadislerin Kur’an’a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y.

65.    Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y.

66.    Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y.

67.    Haksöz (Cengiz Duman), sayı 28-29 (Temmuz-Ağustos, 93)

68.    Halilullah Hz. İbrâhim, Mahmud Hakkı, Bahar Y.

69.    Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y.

70.    Hazreti Yûsuf (a.s.), Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y.

71.    Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y.

72.    Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y.

73.    Hızır'ı Arayan Peygamber, A. Cemil Akıncı, Sinan Y.

74.    Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.

75.    Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.

76.    Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat,

77.    Hz. Âdem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y.

78.    Hz. Âdem Kıssası ve Düşündürdükleri, Adnan Adıgüzel, Haksöz sayı 44, Kasım 94             

79.    Hz. Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. 

80.    Hz. Dâvud (a.s.), Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi XIV/6, 1975.

81.    Hz. İbrâhim (a.s.) Anma –Şanlı Urfa 1. Kültür ve Sanat-, Sabri Kürkçüoğlu, Şurkav Y.

82.    Hz. İbrâhim (a.s.), Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y. 

83.    Hz. İbrâhim (a.s.), Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.

84.    Hz. İbrâhim ve Nemrud, Abdurrahman Şeref Laç, Fazilet Neşriyat

85.    Hz. İbrâhim'in Mesajı, İbrâhim Canan, Şûle Y. 

86.    Hz. İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.

87.    Hz. İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.

88.    Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Mahmud Şeltut, Haksöz, 20 (Kasım 92) 

89.    Hz. Nûh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.

90.    Hz. Süleyman, Hüseyin K. Ece, H. Ece Y.

91.    Hz. Yusuf (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.) Kıssaları Arasındaki Benzerlikler ve Kur’an Mu’cizeliği, Davut Aydüz, Yeni Ümit, 1998, sayı 42.

92.    Hz. Yusuf Medresesi, Harun Yahya, Vural Y.

93.    Hz. Yûsuf, Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi, 1975, XIV/2.

94.    Hz. Yusuf, Harun Yahya, Vural Y.

95.    Hz. Yûsuf, Şerafeddin Kalay, Eğitim Yazıları, İnsan Vakfı, sayı 8, Kasım 2003.

96.    Hz. Yûsuf’un Kardeşleri, Mahmud Garib, çev. Abdullah Yılmaz, Hakses, 1989, sayı XXV/294.

97.    Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Hak Söz, sayı: 55, 56, Ekim, Kasım 95

98.    İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994

99.    İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.

100.  İbrâhimî Dinlerin Diyalogu, İsmail Faruki, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.

101.  İbrâhimî Okuyuş, Ahmed Baydar, Beyan Y. 

102.  İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.

103.  İlâhî Mesajın Kadîm Medeniyetlerdeki İzdüşümleri, Kur’an’ın Arkapanına Arkeolojik Bir Yaklaşım, Eyyüb Ay, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1996, IX/1-4.

104.  İlâhinâme I-II, Ferideddin-i Attar, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996.

105.  İletişim Açısından Kur’an Kıssaları, Selahattin Sönmezsoy, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y.

106.  İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’an’a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat.

107.  İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

108.  İlmihal, İslâm Araştırmaları Merkezi Y.

109.  İmamiye Şiasında On İkinci İmam ve Mehdi İnancı, Mustafa Öz, Mar. Ü. İl. Fak. Vakfı Y.

110.  İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

111.  İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

112.  İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.

113.  İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y.

114.  İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y.

115.  İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y.

116.  İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y.

117.  İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.

118.  İnsanın Yaratılışı,  M. A. el-Bâr, Çev. A. Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.

119.  İnsanoğlu İsa, Halil Cibran, Anahtar Kit. Y.

120.  İntizar (Bekleyiş), Âyetullah İbrahim Emini, Evrensel Y.

121.  İsa’nın Ref’i, Mahmut Şeltut, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara, 1978.

122.  İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y.

123.  İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y.  

124.  İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Y.

125.  İslâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrâhim ve Hanîflik, Şaban Kuzgun

126.  İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.

127.  İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.

128.  İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.

129.  İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.

130.  İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccal, Zeki Sarıtoprak, Nesil Basım Yayın.

131.  İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, çeviren Ali Genceli, Hilâl Y.

132.  İslâm’ın Tarih Yorumu, İmâdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y. 

133.  İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.

134.  İslâm'da İnanç Esasları, Heyet, İFAV Y.

135.  İslâm'da İnanç Konuları ve İtikadi M. Süleyman Uludağ, Marifet Y.

136.  İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.

137.  İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.

138.  İslâm'ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y.

139.  İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.

140.  İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.

141.  İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.

142.  İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T. D. Vakfı Y.

143.  İsmet İnancı, Mehmet Bulut, Risale Y.     

144.  İstanbul Hayatı, Refik Ahmed, İst. 1917, 1932

145.  İstanbul'da Fuhuş ve Zührevî Hastalıklar, Zafer Toprak, İst. 1987

146.  İtikad Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y.

147.  Kabusnâme, Kaykavus, Çeviri: Mercimek Ahmed, Hzl. O. Şaik Gökyay, MEB yayınları, 3. basılış, İst., 1974.

148.  Kavimlerin Helâkı, Harun Yahya, Vural Y.

149.  Kazıklar Sahibi Firavun, Sargon Erdem, Zafer, sayı 114

150.  Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.

151.  Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.   

152.  Kıssa ve Hukuk, Mehmet Nuri Güler, Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y.

153.  Kıssahanlar, Şettahlar, Meddahlar, Murat Uraz, Türk Folklor Araştırmaları, XVIII/354, 1979.

154.  Kıssalar Hisseler, Zeki Soyak, Vakit Gazetesi Y.

155.  Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.

156.  Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân-ı Kerim'de Nübüvvet, Basılmamış Doktora Tezi

157.  Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.

158.  Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.

159.  Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y.

160.  Kur’an Bilimi, Bahâuddin Hürremşâhî, İhtar Y.

161.  Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.

162.  Kur’an Işığında Üç Peygamber, Üç Kitap, Osman Cilacı, Mıstaş Basımevi, Konya

163.  Kur’an İlimleri ve Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergâh Y.

164.  Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002

165.  Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.

166.  Kur’an Kıssaları ve Medeniyet İnşası, Abdülbaki Güneş, Gündönümü Y.

167.  Kur’an Kıssaları Yahûdilikten mi Alınmıştır? Afif Abdülfettah Tabbâra, çev. Osman Cilacı, İslâm Medeniyeti Dergisi, 1973, sayı 32-33

168.  Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.

169.  Kur’an Kıssalarının Eğitici Yönü, Ramazan Varol, Fecre Doğru, sayı 27, 1998.

170.  Kur’an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit mi? Yapı, Muhteva ve Kaynak Açısından Torah Kıssaları, Şinasi Gündüz, Ondokuz Mayıs Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, Samsun 1998, sayı 10, s. 49-88; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998.

171.  Kur’an Kıssalarının Neliği (Mâhiyeti) Üzerine, Tahsin Görgün,  Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y.

172.  Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.

173.  Kur’an Mesajını Ulaştırmada Kıssaların Önemi, İdris Şengül, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994.

174.  Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y.

175.  Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar.

176.  Kur’an ve Arkeoloji, Bahattin Dartma, Pınar Y.

177.  Kur’an ve Hayat, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.

178.  Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y.

179.  Kur’an ve Tarihselcilik, Şevket Kotan, Beyan Y.

180.  Kur’an’a Göre Hz. Mûsâ, Firavun ve Yahudiler, Necati Kara

181.  Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyid Kutub, Arslan Y.

182.  Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilal Y.

183.  Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.

184.  Kur’an’da Helâk Olan Kavimler, S. Ü. Sosyal Bilimler Enst. (doktora tezi), Cemalettin Sancar.

185.  Kur’an’da Kıssa Kavramı Üzerine, Ali Sayı, DEÜİFD, sayı 9, İzmir, 1995.

186.  Kur’an’da Kıssa, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilâl dergisi, 1967, sayı VII/76.

187.  Kur’an’da Lût Kavmi ve Düşündürdükleri, Kemal Atik,  Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Ens.

188.  Kur’an’da Naklolunan Yûsuf Kıssası Işığında Görev İsteme Meselesi ve Molla Hüsrev, M. Zeki Duman, Diyanet Dergisi, 1987, sayı XXIII/3.

189.  Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.

190.  Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.

191.  Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.

192.  Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.

193.  Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.

194.  Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.

195.  Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.

196.  Kur’an’daki Kıssalar Üzerine, İmzasız, Yeni Ümit, 1995, sayı IV/29.

197.  Kur’an’daki Peygamber Kıssalarına Dair, Osman Kayaer, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002

198.  Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâlî, Şule Y.

199.  Kur’an’ın Hayata Müdahalesi, Heyet, Umran Dergisi Y.

200.  Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş. 

201.  Kur’an’ın Üslûbu ve Tekrarlar, Erdoğan Baş, Pınar Y.

202.  Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.

203.  Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.

204.  Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95

205.  Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y. 

206.  Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd Semûd Medyen, S. Süleyman Nedvî, Terc. Abdullah Davudoğlu, İnkılâb Y.

207.  Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.

208.  Kur’ân-ı Kerim’de Kıssalar, Suat Yıldırım, A. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, 1979, sayı 3.

209.  Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T. D. V. Y.

210.  Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Halûk Nurbaki, T. D. Vakfı Y.

211.  Kur’an-ı Kerim’den Kıssalar, Cihan Bozaba, Dua Y.

212.  Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y. 

213.  Kur’ân-ı Kerim’in Anlaşılması Bakımından Kıssalar, Yeminler ve Tekrarların Önemi, Ramazan Karaman, Din Öğretimi Dergisi, 1989, sayı 19.

214.  Kur’ân-ı Kerim'e Göre Peyg. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y. 

215.  Kuram ve Eylem , M. Hüseyin Fadlullah,  AkÂdemi Y.

216.  Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y.

217.  Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y.

218.  Kur'an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y. 

219.  Kur'an Işığında Yaratılış Konuları, Sakıp Yıldız, D.İ.B. Y.

220.  Kur'an Kıssaları Üzerine Bir Araştırma, Mehmet Faruk Bayraktar, Mar. Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Y.

221.  Kur'an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.

222.  Kur'an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

223.  Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.

224.  Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.

225.  Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y.

226.  Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y.

227.  Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.

228.  Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.

229.  Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y.

230.  Kur'an'da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.

231.  Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.

232.  Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler,  Beyan Y.

233.  Kur'an'da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.

234.  Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y.

235.  Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.

236.  Kur'an'da Yaratma Kavramı, Veli Ulutürk, İnsan Y.

237.  Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.

238.  Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

239.  Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt,  T.D.V.  Y.

240.  Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y. 

241.  Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar 

242.  Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.

243.  Kur'an'ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. 93-126

244.  Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş. 

245.  Kültür Tarihi Kaynağı Olarak menâkıbnâmeler, Ahmet Yaşar Ocak, Ankara 1992

246.  Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y.

247.  Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.

248.  Lem’alar, s. 112; Şualar, Said Nursi, s. 459-471

249.  Mebâhis fî Ulûmi’l Kur’an, Subhi es-Sâlih

250.  Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y.

251.  Mehdî ve Altın Çağı, Harun Yahya, Nasajans Y.

252.  Mehdi ve Deccal, Şaban Döğen, Gençlik Y.

253.  Mehdilik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, Nil A.Ş. Y.

254.  Mehdilik, Avni İlhan, Beyan Y.

255.  Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.

256.  Merak Ettiklerimiz, A. Tatlı, M. Dikmen, Cihan Y.

257.  Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y.

258.  Mesnevî, Mevlâna, M.E.B. Y.

259.  Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi'l-Mecâlis/Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları I, II, Gelibolulu Mustafa Âlî, Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst., 1978.

260.  Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.

261.  Mevlânâ, Hayatı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, Abdülbaki Gölpınarlı, Varlık/Bilgi Y.

262.  Mevzû Hadisler Menşe’i Tanıma Yolları Tenkidi, M. Yaşar Kandemir, İFAV Y.

263.  Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebû Gudde, Terc. Enbiya Yıldırım, İnsan Y.

264.  Mısır Medeniyeti ve Hz. Mûsâ, Bahadır Kurbanoğlu, Haksöz, 67-68 (Ekim-Kasım 96)

265.  Min Vahyi'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, AkÂdemi Y. c. 1, s. 151-170

266.  Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y.

267.  Modern Çağda İslâmî Meseleler, Ebû’l Mevdûdî, çev. Yusuf Işıcık

268.  Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.

269.  Mûsâ ve Karşıt Güçler, Yusuf Aydın, Haksöz sayı, 58 (Ocak 96).

270.  Mûsâ ve Zorba Fir’avn, Murat Kayacan, Haksöz sayı, 31 (Ekim 93).

271.  Mûsâ'nın Kıyâmında Yol Arkadaşı, Zehra Rahneverd, Endişe Y

272.  Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Arno Schmidt-Jehoeda Safer, Çeviri: Dilek Canet, Kavram Yay., İst., 1995

273.  Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y.

274.  Müşriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)

275.  Nebi ile Rasül Arasındaki Fark, F. Zülaloğlu, Haksöz 66 (Eylül 96).

276.  Nebîler Silsilesi I-IV, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.

277.  Nefahâtü’l Üns, Molla Câmî, Marifet Y.

278.  Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, AKâbe Y.

279.  Nuh Peygamber’in Tebliğ Mücadelesindeki Örneklik, Hak Söz, Cengiz Duma, sayı 50,  (Mayıs 1995).

280.  Nuh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.

281.  Nûh Tûfânı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.

282.  Nuh Tufanı, Bahatti n Dartma, Rağbet Y.

283.  Nuh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.

284.  Nüzûlünden Günümüze Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, TDV. Y.

285.  Olmaz Böyle Vak’alar, Mehmet Seyda, Seçme Kitaplar Y.

286.  Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi  Y./Müjde Y.

287.  Osmanlı Eşçinsel Metinleri, Osmanlı'da Seks, Murat Bardakçı, Gür Y.

288.  Osmanlı HalkınınGeleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.

289.  Osmanlı Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y.,  İst. 1991

290.  Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y., İst. 1992

291.  Peygamberimiz’in Anlattığı Hikâyeler, Osman Arpaçukuru, Elest Y.

292.  Peygamberimizin Yanılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.

293.  Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdulkerim Suruş, Kıyam Y.

294.  Peygamberler Tarihi I-II, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.

295.  Peygamberler Tarihi,  Ahmet Behçet,  Uysal Kitabevi Y.

296.  Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın.

297.  Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.

298.  Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.

299.  Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, Akçağ Y.

300.  Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.

301.  Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.

302.  Peygamberler ve Halifeler Tarihi, Ahmet Cevdet Paşa, Akit Gazetesi Y.

303.  Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y.

304.  Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş.Y.

305.  Peygamberler, Seyyid Kutub, Ravza Y.

306.  Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.

307.  Peygamberlerin Hayâtı, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.

308.  Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.

309.  Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.

310.  Peygamberlerin Kıssaları, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.

311.  Peygamberlerin Masumiyeti, Fahrüddin El-Râzî, çev. Hasan Fehmi Ulus, İlim Y.

312.  Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.

313.  Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.

314.  Psikoloji Açısından Hz. Peygamber'in İbadet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar Y.

315.  Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hâkim, İnsan Dergisi Y.

316.  Rasûllerimiz Diyor ki, Harun Yahya, Vural Y.

317.  Rasûllerin Mücadelesi, Harun Yahya, Vural Y.  

318.  Recm Cezâsı -Âyet ve Hadis Tahlilleri-, Yusuf Ziya Keskin, Beyan Y.

319.  Ruhu'l Furkan, M. Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y.

320.  Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat.

321.  Sahih-i Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc.

322.  Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 39, Haziran 94

323.  Sîret Ansiklopedisi, Hazırlayan Afzalurrahman, İnkılâb Y. 

324.  Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi? Furkan Eren, Haksöz, sayı: 114, Eylül 2000

325.  Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.

326.  Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974

327.  Sûre-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

328.  Sünnetullah, -Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması-, Ömer Özsoy, Fecr Y. 

329.  Şâmil İslâm Ansiklopedisi.

330.  T.D.V. İslâm Ansiklopedisi.

331.  Tabakatü'l-Kübra, Şârânî

332.  Tahzîru’l-Eykaz min Ekâzibi’l-Vuâz, Celâlüddin es-Suyûtî, Tahkik: Ali Toksarı, Kayseri, 1993

333.  Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz.  Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.

334.  Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar, Sadık Kılıç,  I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ank. 1994,

335.  Tarih Kaynağı Olarak Kur’an, Rudi Paret, çev. Ömer Özsoy, Kur’an Üzerine Makaleler, Ank. 1995,

336.  Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y. 

337.  Tarihî Bir Kaynak Olarak Kur’an-ı Kerim, M. Beyyumî, Diyanet Dergisi 1996, XXXII/1.

338.  Tarihimizden Sayfalar, Fethi Işık, Kaos GL, Şubat 1998, Yıl:4, Sayı: 42.

339.  Tarihin Yorumu, İmÂdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.

340.  Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.

341.  Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekîl, Tevhid Y.

342.  Tasavvufta Seks Fenomeni, Süreyya Aslaner, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996

343.  Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Cengiz Duman, Haksöz sayı, 30, Eylül 93

344.  Tefhûmu’l Kur’an,  Mevdûdi, İnsan Y.

345.  Tefsir Uslûlü ve Kaynakları, Ali Turgut, İFAV Y.

346.  Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, TDV Y.

347.  Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y

348.  Tefsir ve Hadiste İsrâiliyyât, Muhammed es-Seyyid Hüseyin ez-Zehebî, Rağbet Y.

349.  Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y.

350.  Tefsirde Semantik Metod ve Kur’an’da “Kavm” Kelimesinin Semantik Analizi, Ali Galip Gezgin, Ötüken

351.  Tefsire Giriş, Mehmet Sofuoğlu, Çağrı Y.

352.  Tefsîr-i Kebir’den Düşündürücü Kıssalar, Abdullah Yılmaz, Hakses, 1987.

353.  Tek Başına Bir Ümmet, Necmettin Şahiner, Beyan Y.

354.  Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.

355.  Tevhid, Rasüllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.

356.  Toplumsal Değişim Kuramları, Richard A. Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş B. Kültür Y.

357.  Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.

358.  Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.

359.  Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi.

360.  Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, Seçme Kitaplar Y., İst. 1977

361.  Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Y., Ank. 1984

362.  Türkiye’de Vaizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y.

363.  Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y.

364.  Üç Bin Yıllık Mucize, Celâl Ediz, Gerçeğe Doğru, 2, 1984

365.  Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.

366.  Ünlülerimiz -Şair Nedim-, Fethi Işık, Kaos GL, Mart 1998, Yıl:4, Sayı:43.

367.  Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, TDV Y., s. 15-18, 244-249

368.  Va’z, Kıssacılık ve Hadiste Kussâs, Mücteba Uğur, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 28,      Ank. 1986.

369.  Vahyin Işığında Arkeolojik Kazılar, Güldeste, Muammer Çetin, Konya, 1982 

370.  Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

371.  Yakub Sabrı, Yakub Ümidi, Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, c. 3, s. 110-116

372.  Yaratılış Olayı, M. Sait Şimşek, Beyan Y.

373.  Yaratılış ve Darwinizm, Abdullah Aymaz, T.Ö.V. (Akyol Neşriyat)

374.  Yaratılış ve Evrim Teorileri, H. Mustafa Genç, Beyan Y.

375.  Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y. 

376.  Yaratılış ve Ötesi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa; Sadeleştiren: Ali Turgut

377.  Yatak Arkadaşları, Hazırlayan: Günel Altıntaş, Seçme Kitaplar Y., İst. 1975

378.  Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel,  Madve Y. s. 27-33

379.  Yusuf (a.s.)’un Hayatı, Şahin Öztürk, Hilâl, 1980, sayı: XVIII.

380.  Yusuf Sûresi I-II, Osman Kayaer, Fecre Doğru, sayı 76, 77, Şubat, Mart 2002

381.  Yusuf u Züleyha, Kemal Paşazâde, Haz. Mustafa Demirel, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y.

382.  Yûsuf ve Züleyha, Nazan Bekiroğlu, Timaş Y.

383.  Yusuf’un 40. Emri, Edip Yüksel, Madve Y. 

384.  Yusuf’un Bürhanı Neydi?, Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu.

385.  Yusuf’un Üç Gömleği, Abdullah Yıldız,  Pınar Y.

386.  Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y.

387.  Züleyha’nın Aşk Derdi, Celal Settari, İnsan Y.

Sonsöz

Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.

Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…  

 

 

[1] 12/Yûsuf, 3

[2] 18/Kehf, 64

[3] 28/Kasas, 11

[4] 3/Âl-i İmrân, 62

[5] 20/Tâhâ, 99

[6] 18/Kehf, 13

[7] 68/Kalem, 15

[8] 3/Âl-i-İmrân, 138

[9] 16/Nahl, 125

[10] Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 97

[11] 11/Hûd, 120

[12] 20/Tâhâ, 99

[13] Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 363-364

[14] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/102

[15] Halis Albayrak, Tefsir Usulü, 47

[16] 11/Hûd, 120

[17] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 171-172; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 176-177

[18] 4/Nisâ, 87

[19] 12/Yusuf, 3

[20] 12/Yusuf, 111

[21] bk. 2/Bakara, 259

[22] 11/Hûd, 120

[23] 35/Fâtır, 43

[24] 71/Nûh, 8-9

[25] 11/Hûd, 29

[26] 23/Mü’minûn, 25

[27] 26/Şuarâ, 118

[28] 21/Enbiyâ, 87

[29] 37/Sâffât, 148

[30] Cengiz Duman, Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Haksöz, sayı 30, Eylül 1993, s. 28-29

[31] 54/Kamer, 4

[32] 11/Hûd, 101

[33] 54/Kamer, 34-35

[34] 35/Fâtır, 25-26

[35] 21/Enbiyâ, 88

[36] 30/Rûm, 47

[37] 47/Muhammed, 10

[38] 11/Hûd, 49

[39] 14/İbrâhim, 9

[40] 48/Fetih, 22-23

[41] 13/Ra’d, 11

[42] 2/Bakara, 249

[43] 2/Bakara, 251

[44] 28/Kasas, 5

[45] 14/İbrâhim, 13

[46] 7/A’râf, 5

[47] 17/İsrâ, 16

[48] 29/Ankebût, 28-29

[49] 6/En’âm, 44

[50] 16/Nahl, 112

[51] 2/Bakara, 85

[52] 24/Nûr, 63

[53] 11/Hûd, 116

[54] 11/Hûd, 84-86

[55] Bk. 7/A’râf, 65-93

[56] 7/A’râf, 94-95

[57] 10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10

[58] 13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36

[59] 26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134

[60] 38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...

[61] 7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116

[62] 34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33

[63] 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45

[64] 7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178

[65] 32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95

[66] 5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148

[67] 10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85

[68] 26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87;  7/A’râf, 70

[69] Geniş bilgi için Bk. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.

[70] Bk. 7/A’râf, 94

[71] Bk. 7/A’râf, 130-136

[72] 7/A’râf, 66

[73] 7/A’râf, 88

[74] 17/İsrâ, 16

[75] 41/Fussılet, 15-16

[76] 7/A’râf, 77-79

[77] 7/A’râf, 91-93

[78] 7/A’râf, 132-137

[79] 6/En’âm, 93

[80] 22/Hacc, 45

[81] 18/Kehf, 59

[82] 28/Kasas, 59

[83] 11/Hûd, 117

[84] Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244

[85] 6/Enâm, 129

[86] Tefsir-i Âlûsi, 8/27

[87] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/49

[88] 6/En'âm, 47

[89] 6/En'am, 135

[90] 6/En'âm, 45

[91] 6/En'âm, 47

[92] 10/Yûnus, 14

[93] 21/Enbiyâ, 11

[94] 6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49

[95] 11/Hûd, 117

[96] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423

[97] 42/Şûrâ, 39

[98] Kurtubî 16/39

[99] Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99

[100] 11/Hûd, 113

[101] Tefsir-i Zemahşerî, 2/433

[102] 3/Âl-i İmrân, 192

[103] Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106

[104] Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445

[105] 28/Kasas, 8

[106] Zâriyât, 40

[107] 28/Kasas, 40

[108] Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433

[109] Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433

[110] 23/Mü'minûn, 27

[111] 31/Lokman, 13

[112] 5/Mâide, 45

[113] 4/Nisâ, 75

[114] 8/Enfâl, 24

[115] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an

[116] Muhammed Sâlih el-Useymin, Tefsir Usûlüne Giriş, Çeviren M. Beşir Eryarsoy

[117] M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Y., s. 367-369; daha geniş bilgi için bk. M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 49-63; Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y., Ayrıca, şu makalelere bakılabilir: Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95; Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002; Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184

[118] 6/En’âm, 67

[119] 38/Sâd, 67-68, 88

[120] 20/Tâhâ, 99

[121] 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49

[122] 11/Hûd, 120

[123] 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78

[124] 3/Âl-i İmrân, 62

[125] 4/Nisâ, 164

[126] 6/En’âm, 6

[127] 7/A’râf, 7

[128] 7/A’râf, 101

[129] 7/A’râf, 176

[130] 10/Yûnus, 13-14

[131] 11/Hûd, 100

[132] 11/Hûd, 120

[133] 12/Yûsuf, 3

[134] 12/Yusuf, 102

[135] 12/Yûsuf, 111

[136] 18/Kehf, 13

[137] 20/Tâhâ, 99

[138] 40/Mü’min, 78

[139] 54/Kamer, 4-5

[140] 12/Yusuf, 3

[141] 12/Yusuf, 7

[142] 12/Yusuf, 102

[143] 12/Yusuf, 111

[144] 18/Kehf, 64

[145] 28/Kasas, 11

[146] Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi Tefsiri, âyet 3

[147] Fî Zılâli’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3

[148] Tefhîmu’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3

[149] Hâfız Irâkî’den Süyûtî, Tahzîr, s. 227

[150] İbnu’l-Esîr, IV/71

[151] İbn Mâce, Edeb 40; Ebû Dâvud, İlim 13; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217

[152] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a

[153] İbn Mâce, Edeb 40

[154] İbn Mâce, Edeb 40

[155] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a

[156] İbn Mâce, Edeb 40

[157] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/217-218

[158] İbn Mâce, Fiten 1; Ahmed bin Hanbel, I/18, II/82, III/449, IV/24, VI/217

[159] Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fezâil 170; İbn Mâce, Ezan 1

[160] Buhârî, Ta’bîr 26, 36, Teheccüd 2; Muvattâ, Cenâiz 30; Ahmed bin Hanbel, III/146

[161] Buhârî, Cihad 170, Megâzî 10; Müslim, Kasâme 13; Ahmed bin Hanbel, I/348, II/294, 310

[162] Buhârî, Enbiyâ 7, 13, Menâkıb 6, 9, 11, 12, 15, Megâzî 38; Müslim, Zühd 73, Fiten 119

[163] İbn Mâce, Edeb 40; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217

[164] 18/Kehf, 65-82

[165] Buhârî, Enbiyâ 29; Tirmizî, Tefsir 19

[166] 2/Bakara, 126-127

[167] Buhârî, Enbiyâ 9

[168] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274

[169] Buhârî, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Ahmed bin Hanbel, II/434, 385

[170] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Birr 8; Ahmed bin Hanbel, II/395

[171] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10

[172] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18

[173] Buhârî, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 97; Ahmed bin Hanbel, V/109, 110, 111

[174] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72

[175] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 92

[176] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; Ahmed bin Hanbel, II/316

[177] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349

[178] Müslim, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, II/296

[179] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, II/13, 17

[180] Buhârî, Enbiyâ 50

[181] Buhârî, Libas 5; Müslim, Libas 49; Ahmed bin Hanbel, II/456

[182] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507

[183] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16; Müslim, Selâm 151

[184] Müslim, Tevbe 2-7; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49

[185] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12

[186] Tirmizî, Emsâl 2

[187] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2

[188] Ayrıca cimri ile sadaka verenin tasviri ve İslâm ümmetinin Yahûdi ve Hıristiyanlara olan üstünlüğünü belirten temsilî kıssalar için bk. Buhârî, Zekât 28, İcâre 11; Müslim, Zekât 75  

[189] Buhârî, Enbiyâ 5; Dârimî, Mukaddime 3

[190] Buhârî, Salât 1, Menâkıb 42, Enbiyâ 5; Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 5; Ahmed bin Hanbel, III/148

[191] Buhârî, Cihad 84, 87; Müslim, Fezâil 13

[192] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, Cihad 111

[193] Tirmizî, Emsâl 3

[194] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Tevbe 46, Zühd 10

[195] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Fezâil 13; Ahmed bin Hanbel, II/348

[196] Müslim, Eym3an 24

[197] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18

[198] Müslim, İman 257, 259

[199] Buhârî, İcâre 8, 11; Tirmizî, Menâkıb 1

[200] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100

[201] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12

[202] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72

[203] Buhârî, Enbiyâ 50; Ahmed bin Hanbel, IV/312

[204] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 149; İbn Mâce, Kefâret 4

[205] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 48; Ahmed bin Hanbel, II/23

[206] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349

[207] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Müsâkât 31; Ahmed bin Hanbel, II/361

[208] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507

[209] Buhârî, Enbiyâ 48, 54; Müslim, Akdıye 21, Birr 7, 8, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, II/434, VI/17-18

[210] Buhârî, İcâre 8, 11

[211] Buhârî, Tefsir 17; Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 3

[212] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2; Müslim, Fezâil 16

[213] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12

[214] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274

[215] Buhârî, Enbiyâ 54

[216] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; İbn Mâce, Lukata 4; Ahmed bin Hanbel, II/326

[217] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; ibn Mâce, Zühd 30

[218] Buhârî, Enbiyâ 51; Müsilm, Zühd 10

[219] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Eymân 22, 25; Ahmed bin Hanbel, II/348

[220] Müslim, Birr 38; Ahmed bin Hanbel, II/462

[221] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18

[222] Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, s. 75-83

[223] 14/İbrahim, 37

[224] Bakara 127

[225] Buhârî, Enbiya 8; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/222-226

[226] 22/Hacc 26

[227] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/226-230

[228] Müslim, Zühd 73, hadis no: 3005; Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Bürûc, hadis no: 3337; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/233-236

[229] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/236

[230] Buhârî, Enbiyâ 50, Amel fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7, 8, hadis no: 2550; Metin Müslim'den alınmalıdır; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/238-240

[231] Buhârî, Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, hadis no: 2743; Ebû Dâvud, Büyû' 29, hadis no: 3387; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/244-245

[232] Tirmizî, Kıyamet 49, hadis no: 2498; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/248

[233] 51/Zâriyât,  41-42; Tirmizî, Tefsiru Zâriyat, hadis no: 3269, 3270; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/249-250

[234] Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 10, hadis no: 2964; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/253-255

[235] Buhârî, Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû’ 10 (muallak ve mevsul olarak), İsti'zan 25 (muallak olarak); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/257-258

[236] Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259

[237] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259

[238] Ebû Dâvud, Sünnet 14, hadis no: 4674; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259

[239] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259-260

[240] İbn Mâce, Edeb 40

[241] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a

[242] İbn Mâce, Edeb 40

[243] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15

[244] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15

[245] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/217

[246] Tahzîru’l-Eykaz, 56b

[247] bk. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 281

[248] bk. İbn Kuteybe, a.g.e., s. 280

[249] İbnü’l-Cevzî, K. Mevzûât, 5a-b; Zehebî, Mîzân I/47; İbn Arâk, tenzîhu’ş-Şerîa, I/14

[250] İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-Müzekkirîn s. 93

[251] İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 279

[252] bk. Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 135-136

[253] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 16

[254] Buhârî, İlim 44, Tefsîru sûre (18), 2, 3, 4

[255] Müslim, Mukaddime 7

[256] M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, İFAV Y., s. 83-90; daha geniş bilgi için bk. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Çamlıca Y.

[257] 2/Bakara, 61

[258] 22/Hacc, 75

[259] 15/Hicr, 22

[260] 19/Meryem, 15, 33

[261] 37/Saffât, 181

[262] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165

[263] 95/Tîn, 4

[264] 5/Mâide, 16

[265] 2/Bakara, 151

[266] 57/Hadid, 25

[267] 42/Şûrâ, 13

[268] 2/Bakara, 285

[269] 4/Nisâ, 59, 64

[270] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[271] 3/Âl-i İmrân, 31

[272] 33/Ahzâb, 21

[273] 59/Haşr, 7

[274] 9/Tevbe, 128

[275] 21/Enbiyâ, 107

[276] 2/Bakara, 151

[277] 2/Bakara, 213

[278] 2/Bakara, 285 

[279] 3/Âl-i İmrân, 79

[280] 3/Âl-i İmrân, 164

[281] 4/Nisâ, 64

[282] 4/Nisâ, 65

[283] (4/Nisâ, 165)

[284] 5/Mâide, 67

[285] 6/En'âm, 90

[286] 10/Yûnus, 47

[287] 16/Nahl, 36

[288] 21/Enbiyâ, 25

[289] 24/Nûr, 51-52

[290] 25/Furkan, 27-29

[291] 33/Ahzâb, 21

[292] 33/Ahzâb, 39

[293] 57/Hadîd, 25

[294] 6/En’âm, 48

[295] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 487-489; 506-508

[296] 51/Zâriyât, 56

[297] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5

[298] 21/Enbiyâ, 25

[299] 16/Nahl, 36

[300] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21

[301] 33/Ahzâb, 39

[302] 5/Mâide, 67

[303] 14/İbrahim, 1

[304] 6/En'âm, 9

[305] 6/En'âm, 85

[306] 33/Ahzâb, 21

[307] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64

[308] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33

[309] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20

[310] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36

[311] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5

[312] 2/Bakara, 200-201

[313] 28/Kasas, 81

[314] 7/A'râf, 31-32, 15

[315] 4/Nisâ, 165

[316] 20/Tâhâ, 134

[317] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89

[318] 67/Mülk, 8-11

[319] 17/İsrâ, 15

[320] 30/Rûm, 30

[321] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...

[322] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...

[323] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...

[324] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...

[325] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...

[326] 10/Yûnus, 47

[327] 57/Hadîd, 25

[328] 90/Beled, 10

[329] 12/Yûsuf, 53

[330] 79/Nâziât, 40-41

[331] 68/Kalem, 4

[332] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8

[333] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, s. 28-36 

[334] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...

[335] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47

[336] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...

[337] 3/Âl-i İmrân, 64

[338] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...

[339] 16/Nahl, 36

[340] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246

[341] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...

[342] 41/Fussılet, 44

[343] Ahmed bin Hanbel, V/158

[344] 16/Nahl, 125

[345] 38/Sâd, 86

[346] 2/Bakara, 258

[347] 12/Yûsuf, 108

[348] 19/Meryem, 51

[349] 12/Yûsuf, 24

[350] 39/Zümer, 2

[351] 39/Zümer, 14; M. Akgül, a.g.e. s.37-40               

[352] 21/Enbiyâ, 31

[353] 33/Ahzâb, 56

[354] 33/Ahzâb, 21

[355] 3/Âl-i İmrân, 31-32

[356] 19/Meryem, 41

[357] 19/Meryem, 54

[358] 19/Meryem, 57

[359] 12/Yusuf, 46

[360] 3/Âl-i İmrân, 161

[361] 33/Ahzâb, 39

[362] bk. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38

[363] 4/Nisâ, 164

[364] 17/İsrâ, 15

[365] 4/Nisâ, 152

[366] 4/Nisâ, 150; Peygamberlere imanla ilgili diğer âyetler için, bkz. 2/Bakara, 4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35. Peygamberlere itaat etmeyelere azab ile ilgili bkz. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32

[367] 3/Âl-i İmrân, 67

[368] 10/Yunus, 84

[369] 5/Mâide, 112

[370] 3/Âl-i İmrân, 64

[371] 21/Enbiyâ, 25

[372] 16/Nahl, 36

[373] 4/Nisâ, 80

[374] Bk. 53/Necm, 3-4

[375] 4/Nisâ, 59

[376] 4/Nisâ, 65

[377] 4/Nisâ, 64

[378] 5/Mâide, 92; Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33

[379] 4/Nisâ, 64

[380] 4/Nisâ, 61

[381] Ahmed Kalkan, Akaid Ders Notları, 80-83

[382] 2/Bakara, 213

[383] 35/Fâtır, 24

[384] 22/Hacc, 78

[385] 25/Furkan, 26-29

[386] Bk. 2/Bakara, 165-167

[387] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bk. 7/A’râf, 38

[388] 49/Hucurât, 2

[389] 49/Hucurât, 1

[390] 33/Ahzâb, 6

[391] 33/Ahzâb, 53

[392] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 59-91

[393] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, 79-80

[394] 33/Ahzâb, 40

[395] 19/Meryem, 54

[396] 26/Şuarâ, 16

[397] 3/Âl-i İmrân, 81

[398] 33/Ahzâb, 7

[399] 57/Hadîd, 25

[400] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40

[401] F. Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz 66

[402] 2/Bakara, 31

[403] 3/Âl-i İmran, 33

[404] 3/Âl-i İmran, 59

[405] 11/Hûd, 61; 20/Tâhâ, 55; 71/Nuh, 18

[406] 30/Rûm, 20

[407] bk. Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsir 1, 3; Müsned-i Ahmed, IV/400, 406

[408] 30/Rûm, 20

[409] 32/Secde, 7

[410] 24/Nur, 45

[411] 25/Furkan, 54

[412] 23/Mü'minun, 12

[413] 37/Saffat, 11

[414] 15/Hicr, 26-28

[415] 55/Rahman, 14

[416] bk. Ebû Dâvud, Salât 207; Tirmizî, Cum'a 1; İbn Mâce, İkametü's-Salât 79, Cenâiz 65

[417] 38/Sâd, 71-76

[418] Buhârî, Halk-ı Âdem 2 (IV/102); Tecrîd-i Sarih Terc. IX/76, hadis no: 1367

[419] bk. 17/İsrâ, 70; 95/Tîn, 4

[420] 2/Bakara, 37

[421] 2/Bakara, 33, 35; 7/A'râf, 19; 20/Tâhâ, 117

[422] 3/Âl-i İmran, 33

[423] 2/Bakara, 30-32

[424] bk. 17/İsrâ, 70

[425] bk. 2/Bakara, 30-33

[426] bk. 2/Bakara, 34; 7/A'râf, 11; Hıcr, 29-31

[427] bk. 7/A'râf, 12; 15/Hıcr, 33; 17/İsrâ, 61

[428] bk. 38/Sâd, 74-78

[429] bk. 7/A'râf, 13-18; 15/Hıcr, 34-43; 17/İsrâ, 61, 65

[430] 2/Bakara, 35; 7/A'râf, 19

[431] 20/Tâhâ, 117-119

[432] Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları, A’râf Sûresi, 19. Âyetin Tefsiri

[433] 7/A'râf, 20

[434] 7/A'râf, 20

[435] 20/Tâhâ, 120

[436] bk. Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsir 1, 3; Müsned-i Ahmed, IV/400, 406

[437] et-Tâc, I, hadis no: 40

[438] İbn Kayyim, Hâdi’l-Ervah, Dımaşk 1419; s. 25

[439] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-6

[440] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 7

[441] bk. 7/A'râf, 22; 20/Tâhâ, 121

[442] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 16-19

[443] bk. 2/Bakara, 36, 38; 7/A'râf, 24, 20/Tâhâ, 123

[444] bk. 2/Bakara, 37

[445] bk. 6/En'âm, 164

[446] 2/Bakara, 38-39; 20/Tâhâ, 123

[447] 20/Tâhâ, 115

[448] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 362

[449] 4/Nisâ, 1

[450] 5/Mâide, 27

[451] 3/Âl-i İmran, 33

[452] 20/Tâhâ, 122

[453] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, V/265

[454] Tirmizî, II/202

[455] 2/Bakara, 213; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 35 ve devamı

[456] 52/Tûr, 32; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 40

[457] İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 359

[458] Eyüp Yıldırım

[459] Ali Şeriati, İnsan, s. 15-16     

[460] bk. 2/Bakara, 30-33

[461] 55/Rahmân, 1-4

[462] bk. 20/Tâhâ, 117

[463] 17/İsrâ, 70

[464] 4/Nisâ, 28

[465] 20/Tâhâ, 115

[466] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53 vd.

[467] 7/A'râf, 23

[468] bk. İbn Mâce, Edeb 57, hadis no: 3815-3817

[469] bk. 36/Yâsin, 60; 7/A'râf, 16-17; 17/İsrâ, 64 vd.

[470] 7/A'râf, 27

[471] Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed bin Hanbel, naklen: İbn Kesir, 2/12

[472] 7/A'râf, 26

[473] Hz. Âdem,  Hüseyin K. Ece, s. 243 ve devamı

[474] El-Menâr, c. 1, s. 282-284

[475] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Y., s. 17

[476] 76/İnsan, 2-3; 91/Şems, 8

[477] 95/Tîn, 4-5

[478] 36/Yâsin, 78-81

[479] 30/Rûm, 20

[480] 6/En'âm, 165; 7/A'râf, 69

[481] 5/Mâide, 44, 45, 47

[482] 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 20

[483] 33/Ahzâb, 72

[484] 2/Bakara, 29

[485] 49/Hucurât, 13

[486] 39/Zümer, 9

[487] 4/Nisâ, 95

[488] 38/Sâd, 71-85

[489] 33/Ahzâb, 36

[490] 33/Ahzâb, 36

[491] İbn Mâce, Zühd 16; hadis no: 4176

[492] 7/A'râf, 43; 24/Nûr, 38; 31/Lokman, 8; 32/Secde, 19; 16/Nahl, 32

[493] 3/Âl-i İmran, 133; 15/Hıcr, 45; 26/Şuarâ, 90 vd.

[494] 2/Bakara, 38; 20/Tâhâ, 123

[495] 20/Tâhâ, 124

[496] 20/Tâhâ, 117

[497] 17/İsrâ, 70

[498] 4/Nisâ, 28

[499] 20/Tâhâ, 115

[500] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53; 61/Saff, 12 vd.

[501] 7/A'râf, 27

[502] 7/A'râf, 26

[503] 6/En'âm, 112-113

[504] 36/Yâsin, 60; 7/A'râf, 16-17; 17/İsrâ, 64; 2/Bakara, 268 vd.

[505] 17/İsrâ, 65

[506] 4/Nisâ, 67

[507] 14/İbrahim, 22; 4/Nisâ, 120; 15/Hicr, 42; 17/İsrâ, 64 vd.

[508] 55/Rahmân, 14; 6/En'âm, 2; 23/Mü'minûn, 12; 32/Secde, 7; 37/Saffat, 11

[509] 35/Fâtır, 37; 3/Âl-i İmran, 39, 42, 45 124, 125; 8/Enfâl, 9, 12; 16/Nahl, 32 vd.

[510] 18/Kehf, 50

[511] 18/Kehf, 50-51

[512] 58/Mücâdele, 19, 22

[513] 4/Nisâ, 76

[514] 51/Zâriyât, 56; 36/Yâsin, 60

[515] Adnan Adıgüzel, Âdem Kıssası ve Düşündürdükleri, Haksöz 44, s. 44-45; H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 243-254

[516] 3/Âl-i İmrân, 33

[517] 37/Sâffât, 79-81

[518] İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42

[519] Buhârî, Libâs, 89, 97

[520] 71/Nûh, 23

[521] 71/Nûh, 1

[522] 7/A'râf, 59

[523] 11/Hûd, 25-26

[524] 23/Mü'minûn, 23

[525] 71/Nûh, 2-4

[526] 7/A'râf, 61-63

[527] 11/Hûd, 27

[528] 23/Mü'minûn, 24

[529] 11/Hûd, 27

[530] 23/Mü’minûn, 25

[531] 54/Kamer, 9

[532] 26/Şuarâ, 14-15

[533] 11/Hûd, 38

[534] 26/Şuarâ, 106-110, 135

[535] 26/Şuarâ, 136

[536] 26/Şuarâ, 116

[537] 11/Hûd, 40

[538] 11/Hûd, 32

[539] 11/Hûd, 33-34

[540] 26/Şuarâ, 117-118

[541] 23/Mü'minûn, 26

[542] 54/Kamer, 10

[543] 11/Hûd, 36-37

[544] 11/Hûd, 36-39

[545] Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180

[546] a.g.e., I, 183

[547] Taberî, a.g.e., I, 182

[548] 54/Kamer, 13

[549] 71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27

[550] Taberî, a.g.e., I, 182

[551] 11/Hûd, 40

[552] Taberî, a.g.e., I, 187-189

[553] 11/Hûd, 42-43

[554] 54/Kamer, 11-12

[555] 11/Hûd, 44

[556] Taberî, a.g.e., I,190

[557] 11/Hûd, 48

[558] a.g.e., 189

[559] M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154

[560] 54/Kamer, 15

[561] 37/Saffât, 77

[562] Taberî, a.g.e., I, 192

[563] İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78

[564] 29/Ankebût, 14

[565] Sabûnî, a.g.e., 154

[566] 37/Sâffât, 81-82

[567] 37/Sâffât, 83

[568] 46/Ahkaf, 35

[569] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5,  s. 117-120

[570] 11/Nûd, 27

[571] 23/Mü’minûn, 24

[572] 11/Hûd, 31

[573] 23/Mü’minûn, 25

[574] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 28-33

[575] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121

[576] 3/Âl-i İmrân, 33

[577] 4/Nisâ, 163

[578] 7/A’râf, 59-64

[579] 7/A’râf, 69

[580] 9/Tevbe, 70

[581] 10/Yûnus, 71-73

[582] 11/Hûd, 25

[583] 11/Hûd, 25-49

[584] 11/Hûd, 89

[585] 14/İbrâhim, 9

[586] 17/İsrâ, 3

[587] 17/İsrâ, 17

[588] 19/Meryem, 58

[589] 21/Enbiyâ, 76-77

[590] 22/Hacc, 42

[591] 23/Mü’minûn, 23

[592] 23/Mü’minûn, 23-30

[593] 25/Furkan, 37

[594] 26/Şuarâ, 105

[595] 26/Şuarâ, 105-122

[596] 29/Ankebût, 14-15

[597] 29/Ankebût, 40

[598] 33/Ahzâb, 7

[599] 37/Sâffât, 75-82

[600] 40/Mü’min, 5

[601] 40/Mü’min, 31

[602] 42/Şûrâ, 13

[603] 50/Kaf, 12

[604] 51/Zâriyât, 46

[605] 54/Kamer, 9-16

[606] 57/Hâdîd, 26

[607] 66/Tahrîm, 10

[608] 69/Haakka, 11-12

[609] 71/Nûh, 1-28

[610] 29/Ankebût, 14

[611] 23/Mü'minûn,  23-26

[612] 23/Mü'minûn, 27

[613] 54/Kamer, 11-13

[614] 23/Mü’minûn, 27

[615] 11/Hûd, 44

[616] 69/Haakka, 11-12

[617] Tekvin, 6/5-8

[618] 11/Hûd, 50

[619] 11/Hûd, 61

[620] 11/Hûd, 25-26

[621] 7/A'râf, 64

[622] 7/A'râf, 72

[623] 28/Kasas, 59

[624] Hud Suresi, 40

[625] 54/Kamer, 11-12

[626] 69/Haakka, 11

[627] Hicr Suresi, 9

[628] Tekvin, 6/13-22

[629] Tekvin, 8/1-19

[630] Tekvin, 7/1-24

[631] Tekvin, 9/11

[632] Matta, 24/37-39

[633] II. Petrus, 2/5

[634] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 12-34

[635] 22/Hacc, 37

[636] M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 28-29

[637] Bk. Tekvin, 7/18-24

[638] 29/Ankebût, 15

[639] Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdûdi, Pınar Y. s. 305-308       

[640] 11/Hûd, 44

[641] Bk. Tekvin, 8/4

[642] Geniş bilgi için Bk. Hikmet Tanyu, Cûdî D. İslâm Ansiklopedisi, 8/79-80; Mevdûdi, tefhim, 2/395-396

[643] Bk. Hamevî, Mu'cemu'l-Büldân, 3/162-163

[644] Bk. Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 20-21; Ali Akpınar, Kur'an Coğrafyası, Fecr Y. s. 144-145           

[645] 37/Sâffât, 79

[646] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y. s. 81-84

[647] 37/Sâffât, 78-79

[648] 26/Şuarâ, 119-121

[649] 103/Asr, 1-3

[650] 68/Kalem, 48

[651] 11/Hûd, 25

[652] 4/Nisâ, 163

[653] 71/Nûh, 21-24

[654] 11/Hûd, 25

[655] 11/Hûd, 27

[656] 23/Mü’minûn, 24

[657] 11/Hûd, 29

[658] 26/Şuarâ, 114-115

[659] 71/Nûh, 5

[660] 71/Nûh, 8-9

[661] 29/Ankebût, 14

[662] 11/Hûd, 46; 66/Tahrîm, 10

[663] 71/Nûh, 7

[664] 71/Nûh, 6

[665] 26/Şuarâ, 116

[666] 11/Hûd, 32

[667] 23/Mü’minûn, 25

[668] 26/Şuarâ, 118

[669] 11/Hûd, 42

[670] 11/Hûd, 43

[671] 11/Hûd, 43

[672] 11/Hûd, 45

[673] 11/Hûd, 46

[674] 26/Şuarâ, 89

[675] 52/Tûr, 19

[676] Bk. 66/Tahrîm, 10; 26/Şuarâ, 120

[677] 67/Mülk, 30

[678] 56/Vâkıa, 68-70

[679] 71/Nûh, 15

[680] 71/Nûh, 8-9

[681] 11/Hûd, 29

[682] 26/Şuarâ, 114-115

[683] 66/Tahrîm, 10

[684] 26/Şuarâ, 118

[685] 11/Hûd, 36

[686] Cengiz Duma, Hak Söz, sayı 50,  (Mayıs 1995), s. 39-41

[687] N. Mehmet Solmaz, L. Çakan, Kur’ân-ı Kerime’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, 1/43

[688] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 80

[689] 7/A’râf, 65-72

[690] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut 1982, I, 149

[691] Hâkim, el-Müstedrek, I, 563

[692] 26/Şuarâ, 133, 134

[693] 26/Şuarâ, 129

[694] Ahmed bin Hanbel, I, 232

[695] 7/A'râf, 60

[696] 7/A'râf, 66

[697] 7/A'râf, 70

[698] 46/Ahkaf, 22

[699] 41/Fussılet, 15

[700] 23/Mü'minûn, 37

[701] 23/Mü'minûn, 33-34

[702] 7/A'râf, 65, 67, 71, 72

[703] 11/Hûd, 50-52

[704] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 9-10

[705] 7/A'râf, 65

[706] 11/Hûd, 52

[707] 7/A'râf, 72

[708] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi 1/117-118

[709] 53/Necm, 50

[710] bk. 53/Necm, 50

[711] bk. 89/Fecr, 6-7

[712] bk. 46/Ahkâf, 21

[713] bk. 26/Şuarâ, 128-129

[714] bk. 26/Şuarâ, 133-154

[715] bk. 11/Hûd, 59; 26Şuarâ, 130

[716] bk. 7/A'râf, 65; 11/Hûd, 50; 26/Şuarâ, 123-126

[717] 26/Şuarâ, 136

[718] bk. 46/Ahkaf, 24-25; 54/Kamer, 19-21

[719] bk. 69/Haakka, 6-8

[720] bk. 7/A'râf, 72

[721] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c, 1, s. 25-27

[722] 12/Yusuf, 111

[723] 41/Fussılet, 15

[724] Kurtubî, XX, 48; Buhârî, Enbiyâ, I; Ahmed bin Hanbel, II, 3 1 5-325

[725] 26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59

[726] 11/Hûd, 59-60

[727] 89/Fecr, 6-8

[728] 26/Şuarâ, 124-135

[729] 7/A'râf, 66-69

[730] 7/A'râf, 70

[731] 46/Ahkaf, 22

[732] 11/Hûd, 53-54

[733] 26/Şuarâ, 138

[734] 11/Hûd, 57

[735] 46/Ahkaf, 24-28

[736] 54/Kamer, 18-20

[737] 7/A’râf, 22

[738] Ali Akpınar, Kur’an Coğrafyası, s. 121-122

[739] Râgıb el-Isfehânî, s. 181

[740] 46/Ahkaf, 21; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 443

[741] Mustafavî, et-Tahkik, "el-İrem" md., Jeffery, s. 53

[742] Tekvin, 10/22-23

[743] Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41

[744] Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41) veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nüh (Taberî, Câmi'u't-Beyân, XXX, 111; İbn Kesir, VIII, 394) olarak ver­mektedirler.

[745] 46/Ahkâf, 21

[746] Mes'ûdî, l,41-42,Cevâd Ali, I, 299

[747] İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222

[748] 89/Fecr, 7-8

[749] Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, "Ahkâmü'l-Kur'an, IV, 1930; Yakut el-Hamevî, "Mu'cemü'l-Buldân", I, 212; İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azîm' VIII, 417-418

[750] bk. İbn Kesîr, a.g.e., 418; eş-Şevkânî,"Zâdü'l-Mesîr", IX, 115

[751] bk. Abdullah Aydemir, "Tefsirde İsrailiyyat", Ankara 1979, 216-222

[752] bk. Aynı kaynaklar, aynı sahifeler

[753] Yakut el-Hamevî, Mu'cem, I, 212; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 38, Mayıs 94

[754] 69/Haakka, 6-8

[755] 26/Şuarâ, 123-140

[756] Thomas H. Maugh II, “Ubar, Fabled Lost City, Found by LA Team”, The Los Angelas Times, 5 Şubat 1992

[757] Kamal Salibi, A History of Arabia, Caravan Books, l98O

[758] Bertram Thomas, Arabia Felix: Across the “Empty Quarter” of Arabia, New York: Schrieber’s Sons 1932, s. 161

[759] Charles Crabb, “Frankincense”, Discover, Ocak 1993

[760] 89/Fecr, 6-8

[761] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 81

[762] 26/Şuarâ, 128-129

[763] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 72

[764] 89/Fecr, 7

[765] 26/Şuarâ, 131-135

[766] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4 PA Press, I992

[767] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4PA Press, I992

[768] 54/Kamer, 18-20

[769] 69/Haakka, 6-7

[770] 46/Ahkaf, 24

[771] Brian Doe, Southern Arabia, Thames and Hûdson, 1971, s. 21

[772] Ça m’Interesse, Ocak 1993

[773] 46/Ahkaf, 21

[774] 41/Fussılet, 15

[775] Hârun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 56-70

[776] 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124

[777] 46/Ahkaf, 21

[778] 89/Fecr, 7

[779] 7/A’râf, 65-72

[780] 9/Tevbe, 70

[781] 11/Hûd, 50-60

[782] 11/Hûd, 89

[783] 14/İbrâhim, 9

[784] 22/Hacc, 42

[785] 23/Mü’minûn, 31-41

[786] 25/Furkan, 21-26

[787] 25/Furkan, 38

[788] 26/Şuarâ, 123-140

[789] 29/Ankebût, 38

[790] 38/Sâd, 12

[791] 41/Fussılet, 13-16

[792] 46/Ahkaf, 21-26

[793] 50/Kaf, 13-14

[794] 51/Zâriyât, 41-42

[795] 51/Zâriyât, 41-42

[796] 53/Necm, 50

[797] 54/Kamer, 18-22

[798] 69/Haakka, 4-9

[799] 89/Fecr, 6-13

[800] Tirmizî, Tefsîr 57

[801] 11/Hûd, 1

[802] 2/Bakara, 2

[803] 12/Yûsuf, 2; 19/Meryem, 9; 42/Şûrâ, 7; 46/Ahkaf, 12 vb.

[804] 2/Bakara, 23; 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13

[805] 53/Necm, 3-4

[806] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd., Vlll, 90 vd.

[807] 11/Hûd, 13-14

[808] 11/Hûd, 120

[809] 11/Hûd, 79

[810] 11/Hûd, 100

[811] 11/Hûd, 112

[812] 11/Hûd, 123

[813] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 10-12

[814] 7/A’râf, 69

[815] Zâdu’l-Mesîr, III/222; et-Tabressî, II/437; Tenzîl, II/335

[816] M. Tenzîl, II/335

[817] M. Tenzîl, II/335

[818] İbn Kesîr, V/197; el-Kasımî, VII/2772; İzmir’li İsmail Hakkı, Siyer-i Celîle-i Nebeviye Mukaddimesi, s. 112

[819] 89/Fecr, 7-8

[820] Zâdu’l-Mesîr, 9/112 vd.; M. Tenzîl, 4/219; et-Tabressî, 5/486-487; el-Keşşâf, Zemahşerî, 4/748: M. Büldân, 1/213; İbn Haldun, Mukaddime, s. 34-35; İbn Kesir, 7/285-286

[821] Buhârî, Enbiyâ, bab 1; Ahmed bin Hanbel, II/315, 323

[822] Ahkâmu’l-Kur’an, IV/1918; İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222

[823] İbn Kesir, Tefsir

[824] 12/Yûsuf, 111

[825] 11/Hûd, 120

[826] 7/A’râf, 69

[827] 51/Zâriyât, 41

[828] 7/A’râf, 69

[829] 26/Şuarâ, 132-134

[830] 26/Şuarâ, 128-129

[831] 89/Fecr, 7-8

[832] 41/Fussılet, 15

[833] 7/A’râf, 65

[834] 7/A’râf, 65

[835] 11/Hûd, 59

[836] 7/A’râf, 70

[837] 7/A’râf, 71

[838] 26/Şuarâ, 126

[839] 7/A’râf, 66

[840] 11/Hûd, 54

[841] 26/Şuarâ, 137

[842] 41/Fussılet, 14

[843] 41/Fussılet, 14

[844] 11/Hûd, 52

[845] 11/Hûd, 52

[846] 46/Ahkaf, 21

[847] 26/Şuarâ, 136

[848] 26/Şuarâ, 138

[849] 7/A’râf, 70

[850] 11/Hûd, 54-55

[851] 11/Hûd, 57

[852] 11/Hûd, 56

[853] 14/İbrâhim, 12

[854] 46/Ahkaf, 24-25

[855] 11/Hûd, 58

[856] 26/Şuarâ, 139

[857] 41/Fussılet, 16

[858] 54/Kamer, 19

[859] 54/Zâriyât, 20

[860] 69/Haakka, 7

[861] 69/Haakka, 8

[862] 54/Zâriyât, 21

[863] 41/Fussılet, 16; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 38, Mayıs 94

[864] 7/Arâf, 65

[865] 49/Hucurât, 13

[866] 7/Arâf, 66

[867] 41/Fussılet, 33

[868] 7/A’râf, 70

[869] 11/Hûd, 51

[870] 74/Müddessir, 18-24

[871] 20/Tâhâ, 63

[872] 10/Yûnus, 78

[873] 11/Hûd,  52

[874] 65/Talâk, 2-3

[875] 16/Nahl, 112

[876] 7/A’râf, 96

[877] 2/Bakara, 155

[878] 3/Âl-i İmrân, 140

[879] 11/Hûd, 54

[880] 2/Bakara, 250; 7/A’râf, 126

[881] 11/Hûd, 55

[882] 11/Hûd, 59

[883] 23/Mü’minûn, 33

[884] 26/Şuarâ, 138

[885] 96/Alâk, 6-7

[886] 23/Mü’minûn, 34

[887] 29/Ankebût, 38

[888] 46/Ahkaf, 24

[889] 89/Fecr, 11-13; Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 16-20; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)

[890] C. Duman, a.g.m.

[891] Nuri Tok, Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, s. 97-98 

[892] 26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59

[893] 11/Hûd, 59-60

[894] 11/Hûd, 59

[895] 11/Hûd, 60

[896] 5/Mâide, 45

[897] 31/Lokman, 13

[898] 11/Hûd, 113

[899] 26/Şuarâ, 123-140

[900] 46/Ahkaf, 21-26

[901] 23/Mü’minûn, 41

[902] 9/Tevbe, 31

[903] 11/Hûd, 3

[904] Bu vurgulamaya örnek oluşturan âyetler için bk. 21/Enbiyâ, 16-25; 22/Hacc, 5-7, 54-67

[905] 11/Hûd, 54-57

[906] 26/Şuarâ, 123-138

[907] Fî Zılâli’l Kur’an, Hûd Sûresi, 59-60. âyetlerin tefsiri

[908] 7/A’râf, 73-79

[909] 26/Şuarâ, 143-145

[910] 11/Hûd, 62

[911] 54/Kamer, 24

[912] 54/Kamer, 25

[913] 54/Kamer, 26

[914] 7/A’râf, 75

[915]

[916] 7/A’râf, 77

[917] 7/A’râf, 79

[918] 27/Neml, 46

[919] 27/Neml, 48

[920] 27/Neml, 49

[921] 27/Neml, 50

[922] 7/A’râf, 78

[923] Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5,  s. 332-334

[924] 15/Hıcr, 80

[925] bk. H. H. Brau, Semûd, İslâm Ansiklopedisi, 10/474-475

[926] 89/Fecr, 9

[927] Taberî, Tarih, Beyrut -t.y-, I, 226

[928] H. N. Brau, İ. A., Semûd maddesi

[929] Buhârî, Enbiyâ 17; Ahmed bin Hanbel, I/66, 73

[930] 7/A'râf, 75-76

[931] İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 89-90). (Çok azı müstesnâ, hemen hemen tüm meal ve tefsirlerde geçen -meselâ bk. Taberî, 8/224-225; F. Râzî, 14/162- bu rivâyetin, Kur’ân-ı Kerim’e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmadığı için doğruluğu şüphelidir.)

[932] 7/A'râf, 73-74

[933] 54/Kamer, 28

[934] 26/Şuarâ, 155

[935] İbn Kesîr, Tefsîrul-Kur'ânil-Azîm, İstanbul 1984, III, 437

[936] 91/Şems, 14

[937] 11/Hûd, 65

[938] 27/Neml, 48

[939] 27/Neml, 49-53

[940] Bu rivâyetler için bk. Taberî, Câmiul-Beyan, Mısır 1968, VIII, 224 vd.; İbn Kesir, a.g.e., III, 434 vd.; İbnu'l-Esir, a.g.e., I, 89 vd.; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5,  s. 387-3388.

[941] Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîru Sûreti’l-Hıcr 2; Müslim, Zühd 38, 39; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/9, 58

[942] Meselâ bk. 6/En'âm, 138; 25/Furkan, 22, 53; 89/Fecr, 5

[943] 15/Hicr, 80

[944] Mustafavî, et-Tahkîk, II/184

[945] J. Healey, The Nabataeans an Madâin Sâlih, Atlal, Riyad, 1986, X/3, s. 108

[946] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377

[947] Yâkûtî, II/320-221

[948] M. Beyyûmî  Mihrân, Dirâsât fî Târîhi’l-Arabi’l-Kadîm, İskenderiye, 1480/1980, s. 490

[949] 15/Hicr, 80-84

[950] 15/Hicr, 73; 38/Sâd, 13-14

[951] 11/Hûd, 94; 38/Sâd, 13-14

[952] 11/Hûd, 67; ve 54/Kamer, 31

[953] 7/A'râf, 74; 26/Şuarâ, 141-159

[954] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 454-455

[955] 54/Kamer, 23-26

[956] 11/Hûd, 61-62

[957] 14/İbrâhim, 9

[958] 7/A’râf, 75-76

[959] 27/Neml, 47-50

[960] 26/Şuarâ, 141-157

[961] 54/Kamer, 23-29

[962] 7/A’râf, 77

[963] 11/Hûd, 65

[964] 11/Hûd, 67-68

[965] “Hicr” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 5/1, s. 475

[966] Phillip Hitti, A History of the Arabs, London: Macmillan, I970, s. 37

[967] 7/A’râf, 73-74

[968] “Semûdlar” maddesi, Ana Britannica, Cilt 19, s. 232

[969] 7/A’râf, 73-74

[970] 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.

[971] 15/Hıcr, 80

[972] 7/A’râf, 73-79

[973] 9/Tevbe, 70

[974] 11/Hûd, 61-68

[975] 11/Hûd, 89

[976] 11/Hûd, 95

[977] 14/İbrâhim, 9

[978] 15/Hıcr, 80-84

[979] 17/İsrâ, 59

[980] 22/Hacc, 42

[981] 25/Furkan, 38

[982] 26/Şuarâ, 141-159

[983] 27/Neml, 45-53

[984] 29/Ankebût, 38

[985] 38/Sâd, 12-14

[986] 54/Kamer, 23-32

[987] 69/Haakka, 4-5

[988] 85/Bürûc, 17-18

[989] 89/Fecr, 6-14

[990] 91-Şems, 11-15

[991] 37/Sâffât, 137-138

[992] 29/Ankebût, 38

[993] 51/Zâriyât, 43

[994] 26/Şuarâ, 146-148

[995] 15/Hıcr, 82

[996] 11/Hûd, 61

[997] 27/Neml, 45

[998] 26/Şuarâ, 144

[999] 27/Neml, 48

[1000] 26/Şuarâ, 153-154

[1001] 54/Kamer, 24

[1002] 54/Kamer, 25

[1003] 11/Hûd, 62

[1004] 27/Neml, 47

[1005] 26/Şuarâ, 154

[1006] 26/Şuarâ, 155-156

[1007] 11/Hûd, 65

[1008] 26/Şuarâ, 157

[1009] 27/Neml, 48-50

[1010] 11/Hûd, 66

[1011] 27/Neml, 52; Cengiz Duman, Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi, Haksöz, sayı 3, Haziran 94

[1012] 7/A’râf, 73

[1013] 20/Tâhâ, 125

[1014] Bk. 20/Tâhâ, 126

[1015] 11/Hûd, 62

[1016] 11/Hûd,  65

[1017] 27/Neml, 48

[1018] 54/Kamer, 29

[1019] 27/Neml, 45

[1020] 27/Neml, 47

[1021] 2/Bakara, 214

[1022] 27/Neml, 49

[1023] 27/Neml, 50

[1024] 54/Kamer, 25

[1025] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 20-24; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min  Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)

[1026] 11/Hûd, 64

[1027] 8/Enfâl, 27

[1028] 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32

[1029] 7/A’râf, 75

[1030] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 287-288

[1031] C. Duman, a.g.m.

[1032] 7/A’râf, 73-74

[1033] 7/A’râf, 75-76

[1034] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 420-421

[1035] 11/Hûd, 65

[1036] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 38-41

[1037] Menâr, VIII, 502

[1038] 54/Kamer, 27'de açıklandığı gibi

[1039] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 286

[1040] 7/A'râf, 4

[1041] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili

[1042] 7/A’râf, 73

[1043] 7/A’râf, 73

[1044] 7/A’râf, 74

[1045] 7/A’râf, 74

[1046] 7/A’râf, 77

[1047] Bk. 4/Nisâ, 27-29, 91/Şems: 12-14

[1048] 7/A’râf, 78

[1049] Tefhîmu’l Kur’an

[1050] 7/A’râf, 73

[1051] 7/A’râf, 73

[1052] 7/A’râf, 73

[1053] 7/A’râf, 74

[1054] 7/A’râf, 75

[1055] 7/A’râf, 75

[1056] 7/A’râf, 76

[1057] 7/A’râf, 77

[1058] 7/A’râf, 78

[1059] 7/A’râf, 79

[1060] Fî Zılâli’l Kur’an

[1061] 2/Bakara, 124

[1062] 6/En'âm, 74

[1063] 6/En'âm, 75-79

[1064] 2/Bakara, 131

[1065] 21/Enbiyâ, 51

[1066] 42/Şûrâ, 13

[1067] 53/Necm, 36-37; 87/A'lâ, 19

[1068] 19/Meryem, 42/46

[1069] 6/En'âm, 80-81; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 70-89; 29/Ankebût, 16-27

[1070] 19/Meryem, 41-50; 9/Tevbe, 114

[1071] 2/Bakara, 260

[1072] 37/Sâffât, 88-90

[1073] 21/Enbiyâ, 57-67; 37/Sâffât, 88-96

[1074] 21/Enbiyâ, 68; 29/Ankebût, 24

[1075] 21/Enbiyâ, 68-70

[1076] 2/258

[1077] 29/Ankebût, 28

[1078] 21/Enbiyâ, 71; 29/Ankebût, 26

[1079] 37/Sâffât, 99-101

[1080] 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 29/Ankebût, 31-32

[1081] 14/İbrâhim, 37

[1082] 37/Sâffât, 100-102

[1083] 37/Sâffât, 101-112

[1084] Buhârî, Libâs 68; Müslim, İman 270-272, 278

[1085] 2/Bakara, 126; 14/İbrâhim, 35

[1086] 2/Bakara, 126-129; 14/İbrâhim, 35, 40

[1087] Ahmed binHanbel, Müsned, IV/127, 128; V/2623/

[1088] Buhârî, Tefsir 33/10, Deavât 31, 32

[1089] 2/Bakara, 135, 140

[1090] 3/Âl-i İmrân, 65

[1091] 2/Bakara, 135

[1092] 3/Âl-i İmrân, 67

[1093] 3/Âl-i İmrân, 95, 16/Nahl, 123

[1094] 6/En'âm, 161

[1095] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233

[1096] 3/Âl-i İmrân, 95

[1097] 4/Nisâ, 125

[1098] 2/Bakara, 125

[1099] 3/Al-i İmrân, 95

[1100] 2/Bakara, 130

[1101] 22/Hacc, 78

[1102] 2/Bakara, 130; 16/Nahl, 122

[1103] 16/Nahl, 120-122

[1104] 11/Hûd, 73

[1105] 15/Hicr, 53; 37/Sâffât, 101, 112

[1106] 11/Hûd, 73

[1107] 15/Hicr, 51

[1108] 19/Meryem, 41

[1109] 60/Mümtehine, 4; Ömer Faruk Harman, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 266-272

[1110] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75

[1111] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75

[1112] 11/Hûd, 75

[1113] 2/Bakara, 135, 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 4/Nisâ, 125 vd.

[1114] 4/Nisâ, 125

[1115] 16/Nahl, 120), Şâkir (Allah'a çok şükreden (16/Nahl, 121

[1116] 2/Bakara, 124

[1117] 2/Bakara, 125

[1118] 2/Bakara, 126

[1119] 2/Bakara, 127

[1120] 2/Bakara, 128

[1121] 2/Bakara, 129

[1122] 2/Bakara, 130

[1123] 2/Bakara, 131

[1124] 2/Bakara, 132

[1125] 2/Bakara, 133

[1126] 2/Bakara, 135

[1127] 2/Bakara, 136

[1128] 2/Bakara, 140

[1129] 2/Bakara, 258

[1130] 2/Bakara, 260

[1131] 3/Âl-i İmrân, 33-34

[1132] 3/Âl-i İmrân, 65

[1133] 3/Âl-i İmrân, 67

[1134] 3/Âl-i İmrân, 68

[1135] 3/Âl-i İmrân, 95

[1136] 3/Âl-i İmrân, 96-97

[1137] 4/Nisâ, 54

[1138] 4/Nisâ, 54

[1139] 4/Nisâ, 125

[1140] 6/En'âm, 74

[1141] 6/En'âm, 75

[1142] 6/En'âm, 76

[1143] 6/En'âm, 77

[1144] 6/En'âm, 78

[1145] 6/En'âm, 79

[1146] 6/En'âm, 80

[1147] 6/En'âm, 81

[1148] 6/En'âm, 82

[1149] 6/En'âm, 83

[1150] 6/En'âm, 161

[1151] 9/Tevbe, 113-114

[1152] 11/Hûd, 69

[1153] 11/Hûd, 70

[1154] 11/Hûd, 71

[1155] 11/Hûd, 72

[1156] 11/Hûd, 73

[1157] 11/Hûd, 74

[1158] 11/Hûd, 75

[1159] 11/Hûd, 76

[1160] 14/İbrâhim, 35

[1161] 14/İbrâhim, 36

[1162] 14/İbrâhim, 37

[1163] 14/İbrâhim, 38

[1164] 14/İbrâhim, 39

[1165] 14/İbrâhim, 40

[1166] 14/İbrâhim, 41

[1167] 15/Hıcr, 51

[1168] 15/Hıcr, 52

[1169] 15/Hıcr, 53

[1170] 15/Hıcr, 54

[1171] 15/Hıcr, 55

[1172] 15/Hıcr, 56

[1173] 16/Nahl, 120

[1174] 16/Nahl, 121

[1175] 16/Nahl, 122

[1176] 16/Nahl, 123

[1177] 19/Meryem, 41

[1178] 19/Meryem, 42

[1179] 19/Meryem, 43

[1180] 19/Meryem, 44

[1181] 19/Meryem, 45

[1182] 19/Meryem, 46

[1183] 19/Meryem, 47

[1184] 19/Meryem, 48

[1185] 19/Meryem, 49

[1186] 19/Meryem, 50

[1187] 21/Enbiyâ, 51-71

[1188] 22/Hacc, 26

[1189] 22/Hacc, 27-28

[1190] 22/Hacc, 29

[1191] 22/Hacc, 78

[1192] 26/Şuarâ, 69-89

[1193] 29/Ankebût, 16

[1194] 29/Ankebût, 17

[1195] 29/Ankebût, 18

[1196] 29/Ankebût, 24

[1197] 29/Ankebût, 25

[1198] 29/Ankebût, 26

[1199] 29/Ankebût, 27

[1200] 29/Ankebût, 31

[1201] 29/Ankebût, 32

[1202] 37/Sâffât, 83-98

[1203] 37/Sâffât, 99-113

[1204] 38/Sâd, 45-47

[1205] 43/Zuhruf, 26-28

[1206] 53/Necm, 36-37

[1207] 53/Necm, 38

[1208] 53/Necm, 39

[1209] 53/Necm, 40

[1210] 53/Necm, 41

[1211] 53/Necm, 42

[1212] 53/Necm, 43

[1213] 53/Necm, 44

[1214] 53/Necm, 45-46

[1215] 53/Necm, 47

[1216] 53/Necm, 48

[1217] 53/Necm, 49

[1218] 57/Hadîd, 26

[1219] 60/Mümtehıne, 4

[1220] 60/Mümtehıne, 5

[1221] 60/Mümtehıne, 6

[1222] 87/A'lâ, 9-19

[1223] Müslim, Fezâil 150

[1224] Buhârî, Enbiyâ 8, Rikak 45; Müslim, Cennet 58

[1225] Buhâri, Enbiyâ 8

[1226] Müslim, İman 270

[1227] Müslim, İman 272, 278

[1228] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/127, 128; V/262

[1229] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233

[1230] Buhârî, Deavât 33; Müslim, Salât 66; Tirmizî, Vitr 20; Ebû Dâvud, Salât 183; Nesâî, Sehv 51

[1231] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 58

[1232] Buhârî, Tefsir 26

[1233] Buhârî, Büyû' 53, Cihad 71, 74, İ'tisâm 16; Müslim, Hac 454, 456, 458, 462, 473, 475, 478

[1234] Buhârî, Salât 1, Tevhîd 37; Müslim, İman 259, 263, 264

[1235] Buhârî, Hac 54

[1236] 19/Meryem, 42-46

[1237] 21/Enbiyâ, 52-56

[1238] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 42-44

[1239] 26/Şuarâ, 70-74

[1240] 26/Şuarâ, 75-77

[1241] 29/Ankebût, 16-17

[1242] 2/Bakara, 170

[1243] 31/Lokman, 21

[1244] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, s. 93-95 

[1245] 37/Sâffât, 95-96

[1246] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3

[1247] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid,  s. 132-138

[1248] 14/İbrâhim, 22

[1249] 65/Talak, 2-3

[1250] 12/Yûsuf, 39

[1251] Harun Yahya, Şirk, Vural Y. s. 90, 92   

[1252] 21/Enbiyâ, 51-71

[1253] 37/Sâffât, 83-98

[1254] 2/Bakara, 258

[1255] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 10/8-12

[1256] ; 21/Enbiyâ, 52, 57, 66; 26/Şuarâ, 70, 71; 29/Ankebût, 17, 25; 37/Sâffât, 85, 86, 95

[1257] 37/Sâffât, 91

[1258] 37/Sâffât, 92

[1259] 26/Şuarâ, 78-82

[1260] 29/Ankebût, 19, 20

[1261] 6/En’âm, 74-79

[1262] 21/Enbiyâ, 58

[1263] 37/Sâffât, 91

[1264] 2/Bakara, 258; 6/En’âm, 76-80; 21/Enbiyâ, 55, 59, 60; 29/Ankebût, 24; 37/Sâffât, 97

[1265] 21/Enbiyâ, 52; 37/Sâffât, 95

[1266] 29/Ankebût, 17

[1267] 21/Enbiyâ, 61

[1268] 21/Enbiyâ, 52-54; 26/Şuarâ, 71-74

[1269] 21/Enbiyâ, 58-65

[1270] 6/En’âm, 80; 19/Meryem, 46-48; 21/Enbiyâ, 68, 29/Ankebûtü, 24; 37/Sâffât, 97

[1271] 21/Enbiyâ, 55

[1272] 26/Şuarâ, 75-82

[1273] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi,  c. 5, s. 81-83

[1274] 21/Enbiyâ, 68-70; Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri,  s 44-45   

[1275] 54/Kamer, 11-12

[1276] 17/İsrâ, 69; 51/Zâriyât, 41

[1277] 22/Hacc, 1; 99/Zilzâl, 1

[1278] 3/Âl-i İmrân, 124

[1279] 9/Tevbe, 40

[1280] 48/Fetih, 4, 7

[1281] 21/Enbiyâ, 70

[1282] 21/Enbiyâ, 70

[1283] 29/Ankebût, 26

[1284] 37/Sâffât, 99

[1285] Buhârî, İman 4, Rikak 26; Ebû Dâvud, Cihad 2

[1286] 60/Mümtehıne, 4

[1287] 16/Nahl, 41

[1288] 19/Meryem, 42-49

[1289] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20

[1290] 73/Müzzemmil, 9-10

[1291] 74/Müddessir, 1-5

[1292] 60/Mümtehine, 13; Furkan Eren, Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi?, Haksöz, Sayı 114, Eylül, 2000

[1293] 67/Mülk, 2

[1294] 29/Ankebût, 3

[1295] 2/Bakara, 155

[1296] Dârimî, c. 2, s. 320

[1297] Tirmizî, c. 7, s. 78

[1298] 2/Bakara, 124

[1299] 2/Bakara, 124

[1300] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 530-531

[1301] 2/Bakara, 124

[1302] 2/Bakara, 124

[1303] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839

[1304] İbn Kesir, a.g. e. c. 2, s. 536

[1305] 31/Lokman, 13

[1306] 5/Mâide, 45

[1307] 5/Mâide, 45

[1308] 16/Nahl, 90

[1309] Beşir İslâmoğlu, a.g.e. s. 46-49

[1310] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 240

[1311] Okyanus, Mütercim Asım Efendi, Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini, Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, VI, 3821

[1312] 2/Bakara, 285

[1313] 3/Âl-i İmrân, 19

[1314] 2/Bakara, 135

[1315] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, I, 40

[1316] 3/Âl-i İmrân, 67

[1317] 3/Âl-i İmrân, 95

[1318] 4/Nisâ, 125

[1319] 6/En'âm, 79

[1320] 6/En'âm, 161

[1321] 10/Yûnus, 105

[1322] 16/Nahl,  120

[1323] 16/Nahl, 123

[1324] 30/Rûm, 30

[1325] 22/Hacc, 31

[1326] 98/Beyyine, 5

[1327] 30/Rûm, 30

[1328] Buhârî, Cenâiz 80

[1329] Aynî, Umdetü'l-Kaarî, VIII, 179

[1330] 7/A'râf, 172

[1331] Hâzin Tefsiri, V, 45; Ahmet Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 329-331

[1332] 2/Bakara, 135

[1333] 3/Âl-i İmrân, 67

[1334] 16/Nahl, 120, 123

[1335] Ahmed bin Hanbel, V, 266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; Ahmed bin Hanbel, III, 442

[1336] Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 331

[1337] 40/Mü’min, 60

[1338] 25/Furkan, 77

[1339] 7/A’râf, 55

[1340] 60/Mümtehıne, 4

[1341] 2/Bakara, 124

[1342] 2/Bakara, 126

[1343] 2/Bakara, 127

[1344] 2/Bakara, 128

[1345] 2/Bakara, 129

[1346] 14/İbrâhim, 35-36

[1347] 14/İbrâhim, 37

[1348] 14/İbrâhim, 38

[1349] 14/İbrâhim, 39

[1350] 14/İbrâhim, 40

[1351] 14/İbrâhim, 41

[1352] 26/Şuarâ, 77-89

[1353] 37/Sâffât, 100

[1354] 60/Mümtehıne, 4

[1355] 60/Mümtehıne, 5

[1356] 14/İbrâhim, 40

[1357] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, 48-51   

[1358] 14/İbrâhim, 35-36

[1359] Seyyid Kutub, a.g.e. c. 9, s. 87-90

[1360] 2/Bakara, 125

[1361] 6/En’âm, 81

[1362] 14/İbrâhim, 37

[1363] 26/Şuarâ, 81

[1364] 37/Sâffât, 101-107

[1365] 21/Enbiyâ, 57-65

[1366] 19/Meryem, 41-47

[1367] 21/Enbiyâ, 53-54

[1368] 26/Şuarâ, 75-77

[1369] 2/Bakara, 131

[1370] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 25-28

[1371] 29/Ankebût, 25

[1372] 53/Necm, 23

[1373] 6/En’âm, 79-81

[1374] 19/Meryem, 46, 48

[1375] 21/Enbiyâ, 68-70

[1376] 71/Nûh, 21-22

[1377] 6/En’âm, 79

[1378] 60/Mümtehıne, 4

[1379] 16/Nahl, 120

[1380] 16/Nahl, 51-52

[1381] 5/Mâide, 44

[1382] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82

[1383] 3/Âl-i İmrân, 175

[1384] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10

[1385] 3/Âl-i İmrân, 102

[1386] 16/Nahl, 2

[1387] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001       

[1388] 60/Mümtehıne, 4, 6

[1389] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehıne, 4, 6

[1390] 37/Sâffât, 83

[1391] 2/Bakara, 124, 130; 16/Nahl, 120, 121

[1392] 15/Hicr, 51-59; 6/En’âm, 80, 81; 51/Zâriyât, 28, 29

[1393] 16/Nahl, 120, 121

[1394] 3/Âl-i İmrân, 67

[1395] 4/Nisâ, 125; 26/Şuarâ, 77-93

[1396] 7/A’râf, 131; 16/Nahl, 120, 21/Enbiyâ, 73

[1397] 6/En’âm, 84; 37/Sâffât, 99, 100

[1398] 29/Ankebût, 27; 53/Necm, 36, 37

[1399] 26/Şuarâ, 83

[1400] 6/En’âm, 83, 75

[1401] 19/Meryem, 43

[1402] 21/Enbiyâ, 51

[1403] 6/En’âm, 74-83; 15/Hicr, 54, 55; 19/Meryem, 42; 37/Sâffât, 95, 96

[1404] 2/Bakara, 259, 260; 6/En’âm, 75

[1405] 37/Sâffât, 83-113; 21/Enbiyâ, 57-69; 2/Bakara, 258

[1406] 11/Hûd, 75

[1407] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27; 26/Şuarâ, 83, 84

[1408] 16/Nahl, 121

[1409] 2/Bakara, 124; 37/Sâffât, 103-106

[1410] 2/Bakara, 127-129; 14/İbrâhim, 35, 41; 60/Mümtehine, 5

[1411] 26/Şuarâ, 75, 76; 29/Ankebût, 19

[1412] 2/Bakara, 127-129; 29/Ankebût, 27

[1413] 38/Sâd, 46

[1414] 6/En’âm, 84

[1415] 38/Sâd, 45

[1416] 38/Sâd, 45

[1417] 38/Sâd, 45

[1418] 9/Tevbe, 114

[1419] 15/Hicr, 55, 56

[1420] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75

[1421] 37/Sâf1fât, 84

[1422] 53/Necm, 36, 37

[1423] 60/Mümtehine, 4, 6

[1424] 2/Bakara, 131; 6/En’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123;      37/Sâffât, 107-111

[1425] 9/Tevbe, 114; 43/Zuhruf, 26; 60/Mümtehıne, 4; 19/Meryem, 48, 49; 21/Enbiyâ, 67

[1426] 11/Hûd, 73; 12/Yûsf, 6; 19/Meryem, 47

[1427] 6/En’âm, 83

[1428] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27

[1429] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141     

[1430] 43/Zuhruf, 26-28

[1431] 60/Mümtehıne, 4

[1432] Âsaf Hâlet Çelebi

[1433] İbrâhim Demirci

[1434] Yunus Emre

[1435] 21/Enbiyâ, 67

[1436] 37/Sâffât, 109

[1437] 7/A’râf, 80-84

[1438] 7/A'râf, 80-81

[1439] 27/Neml, 55

[1440] 29/Ankebût, 29

[1441] 26/Şuarâ, 160-166

[1442] 26/Şuarâ, 167

[1443] 29/Ankebût, 29

[1444] 7/A'râf, 82

[1445] 29/Ankebût, 30

[1446] 26/Şuarâ, 169

[1447] 15/Hicr, 58-60

[1448] 29/Ankebût, 31-32

[1449] 15/Hicr, 63-64

[1450] 11/Hûd, 77

[1451] 15/Hicr, 67

[1452] 54/Kamer, 37

[1453] 11/Hûd, 78

[1454] 11/Hûd, 79

[1455] 11/Hûd, 80

[1456] 11/Hûd, 81

[1457] 11/Hûd, 81

[1458] 29/Ankebût, 34

[1459] Abdulfettah Tabbara, Ma'al Enbiya' Fil-Kur'an, s. 142-146; Muhammed Ahmed Cad, Kısâsu'l-Kur'ân, 68-76

[1460] 11/Hûd, 82-83

[1461] 15/Hicr, 73-77

[1462] 27/Neml, 57-59

[1463] 54/Kamer, 38-39

[1464] Ahmet Özgen, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 31-32

[1465] 29/Ankebût, 26

[1466] 37/Sâffât, 137-138

[1467] 15/Hicr, 76-77

[1468] Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 12/13

[1469] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 436

[1470] 11/Hûd, 77-79

[1471] 7/A’râf, 84

[1472] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 55-58

[1473] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 6, s. 134-135; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 82-83

[1474] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XII, 97-98

[1475] el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur'ân, 13/88-89

[1476] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 501

[1477] A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, Baroda, 1938, s. 255; Mustafavî, et-Tahkîk, c. 10, s. 258

[1478] Tekvîn. 11/27; 12/5

[1479] Tekvîn, 13/1

[1480] İDB, lll. 62; Ejd, Lot, Xl, 508

[1481] Tekvîn, 14/l-16

[1482] Tek­vîn, 13/13; 18/20; 19/4-5; Hezekiel, 16/49-50

[1483] Tekvîn, 18/1; 19/26; Petrus'un İkinci Mektubu, 2/6-7

[1484] Tekvîn, 19/30-38

[1485] DB, İV/1. s. 365

[1486] Tesniye. 2/9, 19; Mezmur. 83/8

[1487] DB, IV/1, s. 365-366

[1488] Ancien Testament, s. 72

[1489] 18/23

[1490] Ginzberg, The Legends of the Jews, Baltimore 1998, I/291; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 227-229

[1491] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 19/30-38, s. 17

[1492] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 2/9 ve 19, s. 178

[1493] 37/Sâffât, 133

[1494] 6/En’âm,  86

[1495] 21/Enbiyâ, 74-75

[1496] Mustafa Uzun, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 229

[1497] Selâhaddin el-Müneccid, 5. 89. 149-172

[1498] nşr. Pellat, Beyrut 1957, A. Hârûn, Resâ'ilü'l-Câhiz, Kahire 1979 içinde

[1499] Brockelmann, GAL Suppl, I, 426

[1500] nşr. Celâl Azzûne, Tunus 1997

[1501] nşr. Mecdî es-Seyyid İbrâhim, Kahire, ts., Mektebetü'l-Kur'ân), Muhammed bin Ömer el-Gamrî’nin el-Hukmü’l-Mazbût fî Tahrîmi fi’l-Kavmi Lût (nşr. Abdullah el-Mısrî, Kahire 1988

[1502] Dârü'l-Kütübi'z-Zâhiriyye, nr. 3215/1

[1503] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 199

[1504] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y., 2. baskı, s. 70

[1505] İ. Pala, a.g.e. s. 535

[1506] Bk. İskender Pala, a.g.e., s. 232-233

[1507] İ. Pala, a.g.e. s. 206-207

[1508] Bk. İ. Pala, a.g.e., s. 421-422

[1509] İ. Pala, a.g.e., s. 463-465

[1510] Bk. Süreyya Aslaner, Tasavvuf ve Seks, Tevhid Y, İst. 1996

[1511] Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür

[1512] 54/Kamer, 33-36

[1513] 29/Ankebût, 28-29

[1514] 29/Ankebût, 30

[1515] 26/Şuarâ,  169

[1516] 11/Hûd, 81

[1517] 54/Kamer, 37-38

[1518] 15/Hicr, 73-76

[1519] 11/Hûd, 82-83

[1520] 26/Şuarâ, 172-173

[1521] 7/A’râf, 83-84

[1522] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)

[1523] “Le Monde de la Bible”, Archeologie et Histoire, Temmuz-Ağustos 1993

[1524] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)

[1525] Werner Keller, The Bible as History in Pictures, New York: William Morrow, 1964

[1526] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 88

[1527] G. Ernest Wright, “Bringing Old Testament Times to Life”, National Geographic, Vol. 112, Aralık 1957, s. 833

[1528] 35/Fâtır, 42-43

[1529] 36/Yâsin, 29

[1530] 54/Kamer, 31

[1531] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, Vural Y., s. 41-55

[1532] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 24

[1533] Cevad Ali, el-Mufassal, V, 143; ayrıca bk. Râgıb el-lsfahânî, el-Mûfredât, "lvt md.

[1534] Tek­vin, 13/13; 18/20

[1535] Levililer, 18/22; 20/13

[1536] Romalılar'a Mektup, 1/27; Korintoslular'a Birinci Mektup, 6/9

[1537] İbn Mâce, Hudûd 24; Ebû Dâvûd, Hudûd 29; Tirmizî, Hudûd 24

[1538] Şevkânî, VII, 131

[1539] İbnu’t-Tallâ’, Akzıyetü Rasûlillâh, Beyrut 1418/1997, s. 33

[1540] 4/Nisâ, 16

[1541] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, IX, 231-232; Reşîd Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IV, 437-440

[1542] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 198-199

[1543] 4/Nisâ, 15-16

[1544] 24/Nûr, 2

[1545] Fahreddin Râzî,  Mefâtihu’l-Gayb, c. 3, s. 245-246

[1546] Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 439

[1547] 6/En’âm, 90

[1548] 7/A’râf, 157

[1549] 4/Nisâ, 26

[1550] Ebû Dâvûd, Hudûd 28; Tirmizî, Hudûd 24; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269

[1551] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 7/116-118

[1552] 4/Nisâ, 16

[1553] Tefsîru'l-Menâr, 8/518-519. Reşid Rızâ, Tefsîrinin 4/434-439’ncu sayfalarına bakılmasını da tenbih ediyor.

[1554] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 14/168

[1555] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 510-517

[1556] 29/Ankebût, 26

[1557] 21/Enbiyâ, 71

[1558] 37/Sâffât, 133

[1559] 6/En’âm,  86

[1560] 21/Enbiyâ, 74-75

[1561] 37/Sâffât, 133

[1562] 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 78-83; 21/Enbiyâ, 74; 26/Şuarâ, 161-175; 27/Neml, 54; 29/Ankebût, 28-35

[1563] 6/En’âm, 86

[1564] 7/A’râf, 80-84

[1565] 11/Hûd, 69-83

[1566] 15/Hıcr, 51, 58-77

[1567] 21/Enbiyâ, 71

[1568] 21/Enbiyâ, 74-75

[1569] 22/Hacc, 43

[1570] 25/Furkan, 40

[1571] 26/Şuarâ, 160-175

[1572] 27/Neml, 54-58

[1573] 29/Ankebût, 25-35

[1574] 29/Ankebût, 40

[1575] 37/Sâffât, 133-138

[1576] 38/Sâd, 13

[1577] 50/Kaf, 13-14

[1578] 51/Zâriyât, 24-37

[1579] 54/Kamer, 33-39

[1580] 66/Tahrîm, 10

[1581] 70/Meâric, 29-31

[1582] 4/Nisâ, 16

[1583] Tirmizî, Radâ 12

[1584] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/317

[1585] İbn Mâce, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 24

[1586] İbn Mâce, Nikâh 29; Ebû Dâvud, Nikâh 45; Tirmizî, Tahâ­ret 102

[1587] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, 131

[1588] 11/Hûd, 80

[1589] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, Fezâ'il, 152, 153; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/217, 300, 309

[1590] Sa'lebî, 'Arâisû'l-Mecâlis, s. 80

[1591] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir Yûsuf 5, Ta’bîr 9; Müslim, İman 238, h. no. 151, Fedâil 152, h. no: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf 12, h. no: 3115

[1592] İbn Mâce, Hudûd 12, h. no: 2563; Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1457;

[1593] Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1456; Ebû Dâvud, Hudûd 29, h. no: 4462, 4463; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269

[1594] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 254

[1595] Ebû Dâvud, Nikâh 46, h. no: 2162

[1596] 2/Bakara, 223

[1597] Tirmizî, Radâ 12, h. no: 1165

[1598] Ebû Dâvud, Hudûd 30, h. no: 4464; Tirmizî, Hudûd 23, h. no: 1454

[1599] İ. Canan, Kütüb-i Site ve Şerhi, c. 6, s. 255

[1600] Tirmizî, Hudûd 28, h. no: 1462

[1601] Buhârî, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selâm 32, h. no: 2180; Muvattâ, Vasiyyet 5, h. no: 2, 767; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4929

[1602] Buhârî, Libas 62, Hudûd 33; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4930; Tirmizî, Edeb 34, h. no: 2785, 2786

[1603] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte ve Şerhi, c. 6, s. 252-253

[1604] Tekvin, 19/26

[1605] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94

[1606] 7/A'râf, 176

[1607] 29/Ankebût, 28-29

[1608] 27/Neml, 55

[1609] 26/Şuarâ, 166

[1610] 2/Bakara, 187

[1611] 29/Ankebût, 28

[1612] 26/Şuarâ, 161-166

[1613] 11/Hûd, 78

[1614] 11/Hûd, 79

[1615] 26/Şuarâ, 167

[1616] 29/Ankebût, 29

[1617] 11/Hûd, 80

[1618] 29/Ankebût, 30

[1619] 26/Şuarâ, 169

[1620] 26/Şuarâ, 170-171

[1621] 66/Tahrîm, 10

[1622] 11/Hûd, 74/76

[1623] 11/Hûd, 77

[1624] 11/Hûd, 81

[1625] 26/Şuarâ, 52

[1626] Tevrat, Tekvin Babı

[1627] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94

[1628] 11/Hûd, 80

[1629] 26/Şuarâ, 168

[1630] 15/Hıcr, 70

[1631] 7/A’râf, 82

[1632] 26/Şuarâ, 167

[1633] 57/Hadîd, 25

[1634] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, İman 238

[1635] 29/Ankebût, 30

[1636] 26/Şuarâ, 169

[1637] 26/Şuarâ, 170-171

[1638] 15/Hıcr, 65

[1639] 73/Müzzemmil, 6

[1640] 11/Hûd, 45-47

[1641] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, (Basılmamış Çalışma),  s. 24-25

[1642] 66/Tahrîm, 10

[1643] 11/Hûd, 45-46

[1644] 66/Tahrîm, 11

[1645] Buhârî;  Müslim

[1646] Ebû Dâvud

[1647] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel, Müsned

[1648] Tirmizi

[1649] Avbdülvahid Metin

[1650] 7/A’râf,80

[1651] Tekvin/Bölüm, 5:12, 13

[1652] 7/A’râf, 81

[1653] 7/A’râf, 82

[1654] 7/A’râf, 83

[1655] 7/A’râf, 84

[1656] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel

[1657] Tirmizi

[1658] Tefhîmu’l-Kur’an

[1659] Fî Zılâli’l Kur’an

[1660] 12/Yûsuf, 4-7

[1661] 12/Yusuf, 7

[1662] 12/Yûsuf, 3

[1663] 11/Hûd, 71

[1664] 38/Sâd, 45

[1665] 3/Âl-i İmrân, 93

[1666] 12/Yûsuf, 8

[1667] 12/Yûsuf, 6

[1668] 12/Yusuf, 5-6

[1669] 12/Yûsuf, 100

[1670] 12/Yusuf, 8-9

[1671] 5/Mâide, 27

[1672] 5/Mâide, 30

[1673] 12/Yûsuf, 17-18

[1674] 12/Yûsuf, 68

[1675] 12/Yûsuf, 19-20

[1676] 12/Yûsuf, 21

[1677] 12/Yûsuf, 21

[1678] 12/Yûsuf, 21

[1679] 12/Yusuf, 22

[1680] 12/Yusuf, 23-24

[1681] 12/Yusuf, 53

[1682] 12/Yusuf, 25

[1683] 12/Yusuf, 26

[1684] 12/Yûsuf, 26-28

[1685] 12/Yûsuf, 29

[1686] 12/Yûsuf, 30

[1687] 12/Yûsuf, 31-32

[1688] 12/Yûsuf, 32

[1689] 12/Yusuf, 50-51

[1690] 12/Yusuf, 33-35

[1691] 12/Yusuf, 36

[1692] 12/Yusuf, 37-40

[1693] 12/Yusuf, 37

[1694] 12/Yusuf, 41-42

[1695] Cengiz Duman, Hz. Yusuf’un Mücadele Örnekliği, Haksöz 56, Kasım 95 

[1696] 12/Yûsuf, 50

[1697] 12/Yûsuf, 54-56

[1698] 12/Yûsuf, 54

[1699] 12/Yûsuf, 56

[1700] 12/Yûsuf, 100

[1701] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bap 41, cümle no: 37-44, s. 42

[1702] C. Duman, a.g.m.    

[1703] 12/Yûsuf, 54

[1704] 12/Yûsuf, 55

[1705] 12/Yûsuf,  l00

[1706] 12/Yûsuf, 72

[1707] 12/Yûsuf, l00

[1708] 12/Yûsuf, 56

[1709] Tekvin, 4l: 40-45

[1710] 12/Yûsuf, 27, 51, 46

[1711] 12/Yûsuf, 40

[1712] 12/Yûsuf, 39

[1713] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 2. baskı, İst. 1991, c. 2, s. 471-473, 12/54. âyetin tefsiri

[1714] 12/Yûsuf, 56

[1715] 12/Yûsuf, 100

[1716] H. Polano, sh. Lll; Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 474-475, 12/56. âyetin tefsiri

[1717] 12/Yûsuf, 100

[1718] Kitab-ı Mukaddes,  Tekvin 18: 2-3

[1719] Tekvin, 23: 7

[1720] Tekvin, 23:12

[1721] Esther, 3: l-2

[1722] Talmud'tan Seçmeler, Polano, sh. l72

[1723] Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 495-496, 12/100. âyetin tefsiri

[1724] 12/Yûsuf, 58-60

[1725] 12/Yusuf, 87

[1726] Cengiz Duman, Haksöz 56, s. 38

[1727] 12/Yûsuf, 76

[1728] 12/Yûsuf, 76

[1729] Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 482-485, 12/76. âyetin tefsiri

[1730] Mevdûdi, Tevhid Mücadelesi, c. 1, s. 517-518

[1731] 12/Yusuf, 39-40

[1732] bk. Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esra Y., s. 199

[1733] 12/Yusuf, 36

[1734] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, c. 2, s. 462

[1735] Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, c. 8, s. 400

[1736] A. Önkal, a.g.e., s. 131

[1737] Mevdûdi, Tefhim, c. 2, s. 463; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y., s. 87-89     

[1738] Elmalılı, IV, 2841

[1739] İbn Sa'd, Tabakat, n, 142

[1740] İbn Kesîr, es-Sîre, III, 570

[1741] 12/Yusuf, 7

[1742] 14/İbrâhim, 4

[1743] 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmrân, 138; 34/Sebe', 28; ayrıca bk. 13/Ra'd, 37

[1744] bilgi için bk. 39/Zümer, 28

[1745] Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "kss" md.

[1746] Zemahşerî, II, 300-301; Râzî, XVIII, 85; Esed, II, 454-455

[1747] İsrail ve İsrâiloğul­ları hakkında bilgi için bk. 2/Bakara 40, 132; 4/Nisâ, 153-161

[1748] Buhârî, Tefsir 12/2

[1749] 18/135

[1750] İhyâ, IV, 504-505

[1751] ayrıca bk. 12/Yusuf, 44

[1752] Umur Günay, Âşık Tarzı Şiir Geleneği, s. 104

[1753] bilgi için bk. İlyas Çelebi, Rüya, İFAV Ans. IV/29

[1754] Buhârî, Ta’bîr 2-4

[1755] Buhârî, Ta’bîr 3

[1756] bk. 12/Yusuf, 43; Elmalılı, IV/2865

[1757] Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3

[1758] Şevkânî, III/6

[1759] 5/Mâide, 20

[1760] Şevkânî, III/6

[1761] İbn Aşûr, 12/222

[1762] Râzî, 18/92

[1763] Taberî, 12/93

[1764] âyet 89

[1765] Râzî, 18/99

[1766] Taberî, 12/97-98

[1767] Râzî, 18/106

[1768] Tekvin, 37-36, 39/1; İbn Âşûr, 12/245

[1769] 12/Yusuf, 30, 51

[1770] 12/Yusuf, 78

[1771] Kurtubî, IX, 158; İbn Kesîr, IV, 306; İbn Âşûr, XII, 245; Ömer Faruk Harman, "Yûsuf, İFAV Ans., IV, 507

[1772] Zemahşerî, II/310; Şevkânî, III/13

[1773] 12/Yusuf, 101

[1774] Zemahşerî, II/312

[1775] Tefhimu’l Kur’an, II/454

[1776] Şevkânî, III/23-24

[1777] İbn Âşûr, 12/271

[1778] İbn Âşûr, 12/276

[1779] Taberî, 12/132

[1780] İbn Kesir, IV/317

[1781] Şevkânî, III/34

[1782] bk. Ahmet Suphi Fırat, Yusuf, İA, 13/441

[1783] Esed, II/464-465; İbn Âşûr, 12/280

[1784] 2/Bakara, 49

[1785] Rüya ve rüya yorumu için ayrıca bk. 12/Yusuf, 4-6

[1786] Buhârî, Tefsir 12/5

[1787] bk. Taberî, XII, 140, XIII, 2; Zemahşerî, II, 328; Begavî, II, 430

[1788] İbn Kesîr, IV, 319 vd.; Reşîd Rıza, XII, 323; İbn Âşûr, XII, 292

[1789] Müslim, İmâre 3/14

[1790] Müslim, İmâre 3/13

[1791] Buhârî, Enbiyâ 19

[1792] Müslim, Selâm 41-42; göz değmesi hakkında ayrıca bk. 68/Kalem, 51

[1793] Râzî, 18/172

[1794] Râzî, 18/177

[1795] Şevkânî, III/42

[1796] bk. 13/23-24

[1797] âyet 10; Taberî, 12/93

[1798] 18/195

[1799] Buhârî, Ezân 155

[1800] Râzî, 18/206

[1801] Geniş bilgi için bk. Hak Dini Kur’an Dili, IV/2921 vd.

[1802] Râzî, 18/210-211

[1803] velî hakkında bilgi için bk. 2/Bakara, 257; 4/Nisâ, 2, 138-140; 6/En’âm, 14

[1804] Râzî, 18/216

[1805] gayb hakkında bilgi için bk. 2/Bakara, 3

[1806] 31/Lokman, 25

[1807] 16/Nahl, 57

[1808] 39/Zümer, 3

[1809] 9/Tevbe, 30

[1810] 6/En’âm, 100

[1811] Esed, II/481

[1812] ayrıca bk. 16/Nahl, 125

[1813] 6/En’âm, 8

[1814] krş. 3/Âl-i İmrân, 42; 11/Hûd, 71); 28/Kasas, 7; 66/Tahrîm, 11-12

[1815] İbn Kesir, IV/346

[1816] Râzî, 18/226; Şevkânî, III/57

[1817] İbn Kesîr, IV/346

[1818] Buhârî, Tefsir 12/6

[1819] Râzî, 18/226

[1820] Şevkânî, III/58

[1821] âyet 7

[1822] âyet 18

[1823] âyet 64

[1824] âyet 86-87

[1825] âyet 67

[1826] geniş bilgi için bk. Orhan Çeker, Halvet, DİA, 15/384

[1827] âyet 33

[1828] âyet 90

[1829] âyet 56

[1830] Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, DİB Y., c. 3, s. 201-244

[1831] Buhârî, Bed'u'1-Vahy 3, Tefsir, sûre 96/1; Ta'bîr 1; Müslim, îmân 252; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/153, 232

[1832] 2/Bakara, 216

[1833] 12/Yûsuf, 8-9

[1834] 12/Yûsuf, 12

[1835] 12/Yûsuf, 20

[1836] 12/Yûsuf, 21-22

[1837] 12/Yûsuf, 23

[1838] 23-24’üncü âyetler

[1839] 12/Yûsuf, 24

[1840] 12/Yûsuf, 28

[1841] 12/Yûsuf, 30

[1842] 12/Yusuf, 37-40

[1843] 12/Yûsuf, 41

[1844] 12/Yûsuf, 36, 41-42

[1845] 12/Yûsuf, 43-49

[1846] Buhârî, Ta'bîr 4, Enbiyâ  11, 14; Tefsîr sûre 12/5; Müslim, Îmân 228, Fedâilu's-sahâbe 152; Tirmizî, Tefsîr Sûre 12/1, Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/326, 332

[1847] 12/Yûsuf, 53

[1848] 12/Yûsuf, 51-52

[1849] 12/Yûsuf, 55

[1850] 12/Yûsuf, 47-49

[1851] Buhârî, Magâzî 14

[1852] 12/Yûsuf, 55-56

[1853] 12/Yûsuf, 59-69

[1854] 12/Yûsuf, 76

[1855] 12/Yûsuf, 78-79

[1856] 12/Yûsuf, 18, 83, 87

[1857] 12/Yûsuf,  86

[1858] 12/Yûsuf, 90-91

[1859] 12/Yûsuf, 91

[1860] 12/Yûsuf, 92

[1861] 12/Yûsuf, 101

[1862] 12/Yûsuf, 102

[1863] 108'nci âyet

[1864] 12/Yûsuf, 105-106

[1865] 12/Yûsuf, 109

[1866] 12/Yûsuf, 110

[1867] 12/Yûsuf, 107

[1868] 3/Âl-i İmrân, 93

[1869] 12/Yûsuf, 111

[1870] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi,  c. 23, s. 5-13

[1871] âyet, 1-2

[1872] âyet: 3, 102, 111

[1873] âyet: 6, 100-101

[1874] âyet: 18, 26-28, 96

[1875] âyet: 8-19

[1876] âyet: 23-25. 31-35

[1877] âyet; 35

[1878] âyet: 43-52, 54-56

[1879] âyet, 53

[1880] âyet, 92

[1881] ayet, 18, 67, 83

[1882] âyet, 100

[1883] âyet, 101

[1884] âyet, 103-1061.

[1885] âyet, 108

[1886] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/532-534

[1887] 12/Yûsuf, 3

[1888] 12/Yûsuf, 111

[1889] Buhârî, Tefsir, 12/2

[1890] Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi, hadis no: 3115

[1891] 2/Bakara, 260

[1892] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir, Yusuf sûresi 5, Ta'bir 9; Müslim, İman 238, h. no: 151, Fedâil 152, h. No: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi 12, h. no: 3115

[1893] Yusuf: 12/50-52

[1894] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/340-341

[1895] 12/Yûsuf, 4-6

[1896] 12/Yûsuf, 9-10

[1897] 12/Yûsuf, 11-20

[1898] 12/Yûsuf, 21

[1899] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II/436-437; en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, II/310

[1900] 12/Yûsuf, 21

[1901] 12/Yûsuf, 32

[1902] Nesefî, a.g.e, II/316

[1903] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, I/483

[1904] 12/Yûsuf, 54-56

[1905] 12/Yûsuf, 91

[1906] 12/Yûsuf, 101

[1907] 12/Yûsuf, 18

[1908] 12/Yûsuf, 23

[1909] 12/Yûsuf, 24

[1910] 12/Yûsuf, 53

[1911] Abdurrahman Kasapoğlu, Âdem’den Hâtem’e Kişilik, İzci Y., s. 42-48              

[1912] 17/İsrâ, 32

[1913] 24/Nûr, 30

[1914] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y., s. 103

[1915] et-Taberî, Tarih, Beyrut, t.y., I, 337

[1916] 12/Yusuf, 3

[1917] 12/Yusuf, 21

[1918] bk. 12/Yûsuf, 1-111

[1919] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, IV, 2879

[1920] 24/Nûr, 26

[1921] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, İstanbul 1991, II, 448 vd

[1922] ez-Zebîdi, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecvidi Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, İstanbul 1972, II, 663

[1923] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 490

[1924] 12/Yûsuf, 30

[1925] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 93   

[1926] 2/Bakara, 214

[1927] 39/Zümer, 53

[1928] 3/Âl-i İmrân, 139

[1929] Bu rivayetler için bkz. Taberî, Tarih, I, 165-167; İbnu’l-Esîr, I, 128-135; İbn Kesîr, Kasasu’l-Enbiyâ, I, 311

[1930] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, III, 325

[1931] 4/Nisâ, 163

[1932] 6/En’âm, 84

[1933] 21/Enbiyâ, 83-84

[1934] 38/Sâd, 41-44

[1935] 38/Sâd, 44

[1936] 38/Sâd, 41

[1937] Mevdudi, Tefhîmu’l Kur’an, V, 79

[1938] 38/Sâd, 42

[1939] İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 223

[1940] İbn Mâce, Tıb 22

[1941] 38/Sâd, 43

[1942] 21/Enbiyâ, 84

[1943] Buhârî, Gusül 20, Enbiyâ 20, Tevhid 35; Ahmed bin Hanbel, Müsned II, 243, 314, 490

[1944] Mehmed Vehbi, Hulâsatu’l-Beyan, XII, 4806

[1945] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 473

[1946] Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu’l Beyan (Tefsir), Beyrut 1406, I, 397

[1947] Bu hususta bkz. Mevdûdî, Tefhîm, V, 80-81

[1948] Eyyûb, I/6-22

[1949] Eyyub 3/1-26

[1950] Kitab-ı Mukaddes, Eyyûb, 42/1-17

[1951] Ömer Faruk Harman, Eyyub, Diyanet İslam Ansiklopedisi, XII, 17

[1952] Neccâr, Abdulvahhab, Kasasu’l Enbiyâ, Kahire, s. 416

[1953] Sa’lebî, Ebu İshak Neysâburi, Arâisu’l-Mecâlis, Beyrut 1985, s. 164; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Y., s. 358-368

[1954] 21/Enbiyâ, 83-84

[1955] 38/Sâd, 44

[1956] 21/Enbiyâ, 83

[1957] 38/Sâd, 41

[1958] Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, s. 103-105

[1959] 4/Nisâ, 72

[1960] 42/Şûrâ, 30

[1961] 4/Nisâ, 62

[1962] 28/Kasas, 47

[1963] 57/Hadîd, 22

[1964] 64/Teğâbun, 11

[1965] 5/Mâide, 106

[1966] Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel

[1967] Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni,  Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144

[1968] Buhârî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45

[1969] Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 10, s. 111

[1970] İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034

[1971] Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, V/24; Dârimî, Rikak 61

[1972] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/123

[1973] Tirmizî, Tıbb 1, hadis no: 2107

[1974] Buhârî, Merdâ 7; Ahmed bin Hanbel, III/144

[1975] Buhârî, Edebü’l-Müfred, I, hadis no: 532

[1976] Buhârî, Merdâ 6; Müslim, Birr 54

[1977] Atasözü

[1978] 18/Kehf, 71, 79

[1979] Müslim, Birr 9; Tirmizî Deavât 110

[1980] 20/Tâhâ, 123

[1981] 14/İbrahim, 7

[1982] 17/İsrâ, 44

[1983] 14/İbrahim, 34

[1984] 7/A’râf, 85-93

[1985] ez-Ziriklî, Kamûsu’l-A’Iâm, VI, 4244; Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, Beyrut 1956, V, 77

[1986] 7/A’râf, 89

[1987] 26/Şuarâ, 189

[1988][1988] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; es-Sa’lebî el-Arâis, Mısır 1951, s. 164; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, I, 327

[1989] İbn Asâkir, Tarih, Beyrut 1979, VI, 322

[1990][1990] ez-Zemahşerî, el-Kesşâf, Kahire 1977, II, 118

[1991] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, 177

[1992] 7/A’râf, 85-87

[1993][1993] 11/Hûd, 91

[1994] 11/Hûd, 92-93

[1995] 7/A’râf, 91-92

[1996] 7/A’râf, 93

[1997] 59/Haşr, 78

[1998] 26/Şuarâ, 176-184

[1999] 26/Şuarâ, 185, 186

[2000] 26/Şuarâ, 187

[2001] 26/Şuarâ, 188

[2002] 26/Şuarâ, 189, 190

[2003] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, Mısır 1955, II, 84

[2004] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; İbn Kuteybe, Kitabü’l-Maârif, Beyrut 1970, s. 19; İbn Asâkir, Tarih, Beyrut, 1979, VI, 322; Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 53-55

[2005] 15/Hıcr, 78

[2006] 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14

[2007] 7/A’râf, 85; 11/Hûd, 84; 29/Ankebût, 36

[2008] 29/Ankebût, 36

[2009] 7/A’râf, 85, 93; 11/Hûd, 84-95

[2010] 7/A’râf, 93

[2011] 11/Hûd, 89

[2012] 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 42

[2013] 29/Ankebût, 36, 40

[2014] 36/Yâsin, 48-54

[2015] 28/Kasas, 22-30

[2016] Tekvin 25: 1

[2017] Tekvin, 37: 25-28, 36

[2018] Çıkış 2: 15, 3: 1; Günay Tümer, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 104-105

[2019] 7/85

[2020] 7/86

[2021] 7/87

[2022] 7/88

[2023] 7/89

[2024] 7/90

[2025] 7/91

[2026] 7/92

[2027] 7/A’râf, 85-93

[2028] 9/Tevbe, 70

[2029] 11/84

[2030] 11/85

[2031] 11/86

[2032] 11/87

[2033] 11/88

[2034] 11/89

[2035] 11/90

[2036] 11/91

[2037] 11/92

[2038] 11/93

[2039] 11/94

[2040] 11/Hûd, 84-95

[2041] 15/78

[2042] 15/Hıcr, 78-79

[2043] 20/Tâhâ, 40

[2044] 22/Hacc, 44

[2045] 25/Furkan, 38

[2046] 26/176

[2047] 26/177

[2048] 26/178

[2049] 26/179

[2050] 26/180

[2051] 26/181

[2052] 26/182

[2053] 26/183

[2054] 26/184

[2055] 26/185

[2056] 26/186

[2057] 26/187

[2058] 26/188

[2059] 26/189

[2060] 26/190

[2061] 26/Şuarâ, 176- 191

[2062] 28/22

[2063] 28/Kasas, 22-23

[2064] 28/Kasas, 45

[2065] 29/36

[2066] 29/37

[2067] 29/38

[2068] 29/39

[2069] 29/Ankebût, 36-40

[2070] 50/12

[2071] 50/13

[2072] 50/Kaf, 12-14

[2073] 83/Mutaffifîn, 1-3

[2074] 83/Mutaffifin, 1-3; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 162-163

[2075] 83/Mutaffifîn, 1-3

[2076] Ayrıca bk. 6/En'âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183

[2077] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50

[2078] İbn Mâce, Ticâret 1

[2079] Ebû Dâvud, Büyû’ 54

[2080] Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 103-108

[2081] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36

[2082] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93

[2083] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64

[2084] Müslim, hadis no: 930

[2085] 24/Nûr, 19

[2086] Müslim; S. Müslim  ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87

[2087] Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24

[2088] Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49

[2089] Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50

[2090] İbn Mâce, Ticâret 6

[2091] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896

[2092] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22

[2093] Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13

[2094] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50

[2095] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131

[2096] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6

[2097] 83/Mutaffifîn, 1-6

[2098] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160

[2099] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336

[2100] 2/Bakara, 275

[2101] Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2

[2102] Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta

[2103] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20

[2104] Câmiu’s Sağîr, 2/124

[2105] İbn Mâce, hadis no: 2443

[2106] İbn Mâce, hadis no: 2442

[2107] 4/Nisâ, 29-30

[2108] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632

[2109] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720

[2110] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640

[2111] 16/Nahl, 112-113

[2112] El-İhtiyâr, IV/171-172; Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar

[2113] İbn Mâce, Ticârât 1

[2114] İbn Mâce, Mukaddime 7

[2115] İbn Mâce, Ticârât 2

[2116] Müslim, Büyû' b. 4

[2117] Müslim, Büyû' b. 4

[2118] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15

[2119] İbn Mâce, Ticârât 6, 16

[2120] Tirmizî, Büyû' 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139

[2121] İbn Mâce, Ticârât 1

[2122] Beyhakî, Şuabu'l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366

[2123] Müslim, Büyû' 31-39

[2124] Ebû Dâvud, Büyû' 56

[2125] Buhârî, Büyû 19; Ebû Dâvud, Büyû' 51; Tirmizî, Büyû' 26

[2126] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74

[2127] İbn Mâce, Ticârât 45

[2128] Tirmizî, Büyû' 4

[2129] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131; Ebû Dâvud, Büyû' 6

[2130] Ahmed bin Hanbel, V/151

[2131] Müslim, İman 171; Tirmizî, Büyû 5

[2132] Buhârî, İman 24; Müslim, İman 59

[2133] Buhârî, Havalât 1; Müslim, Müsâkât 33; İbn Mâce, Sadâkat 8

[2134] Buhârî, İcâre 14; Ebû Dâvud, Akdıye 12; Tirmizî, Ahkâm 17

[2135] Müstedrek, II/5, IV/361; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V/265

[2136] İbn Mâce, Zühd 9

[2137] İbn Mâce, Zühd 9

[2138] İbn Mâce, Ruhûn 4

[2139] İbn Mâce, Ticârât; Dârimî, Büyû' 12

[2140] Ahmed bin Hanbel, II/351; Müslim, Müsâkât 26

[2141] İbn Mâce, Ticârât 6

[2142] İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvattâ, Akdıye 31

[2143] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36

[2144] İbn Mâce, Ticârât 45

[2145] Buhârî, Büyû' 64; Müslim, Büyû' 11; Ebû Dâvud, Büyû' 46

[2146] Buhârî, Büyû' 105, 112; Müslim, Büyû' 71; Tirmizî, Büyû' 61

[2147] Buhârî

[2148] Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû' 26

[2149] Buhârî, Büyû: 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû' 47, h. no: 532; Ebû Dâvud, Büyû' 53, h. no: 3459; Tirmizî, Büyû' 26, h. no: 1246; Nesâî, Büyû' 3, h. no: 7, 244-245; İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 3/11

[2150] Ebû Dâvud, Büyû’ 1, h. no: 3326, 3327; Tirmizî, Buyû’ 4, h. no: 1208; Nesâî, Eymân  7, h. no: 7, 15

[2151] Buhârî, Büyû' 26; Müslim, Müsâkât 13, h. no: 1607; Ebû Dâvud, Büyû' 6, h. no:  3335; Nesâî, Büyû' 5, h. no: 7, 246

[2152] Müslim, Müsâkât, 27

[2153] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2

[2154] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12

[2155] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64

[2156] Beyhakî, Sünen, V/336

[2157] İbn-i Mâce, Ticâret, 6

[2158] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779

[2159] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48

[2160] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984

[2161] 23/Mü’minûn, 51

[2162] 2/Bakara, 172

[2163] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720

[2164] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticâret 30

[2165] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640

[2166] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692

[2167] Buhârî, Büyû' 15

[2168] Müslim, İman 171, (106); Ebû Dâvud, Libas 28, -087, 4088- Tirmizî, Büyu 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu 5, h. no: 7, 245

[2169] Muvattâ, Cihâd 26, h. no: 2, 460

[2170] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335

[2171] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632

[2172] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467

[2173] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374

[2174] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474

[2175] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445

[2176] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463

[2177] Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465

[2178] Kütüb-i Sitte, 17/563

[2179] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362

[2180] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351

[2181] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453

[2182] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515

[2183] Ebû Dâvud, Edeb 125

[2184] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514

[2185] Kütüb-i Sitte, 17/245

[2186] Kütüb-i Sitte, 17/571

[2187] Kütüb-i Sitte, 17/571

[2188] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375

[2189] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-

[2190] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278

[2191] Buhârî, Büyû' 16; Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320

[2192] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320

[2193] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1319

[2194] Buhârî, Büyû’ 51

[2195] Müslim, Müsâkât 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû' 4, h. no. 3333; Tirmizî, Büyû' 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no. 2277

[2196] Ebû Dâvud, Büyû' 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû' 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278

[2197] Ahmed İbn Hanbel, II/33

[2198] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, h. no: 2963; Tirmizî, Kıyamet 59, h. no: 2515

[2199] Ebû Dâvud, Büyû' 56, h. no: 3462

[2200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/423

[2201] 28/Kasas, 22

[2202] 20/Tâhâ, 40

[2203] 28/Kasas, 29

[2204] 106/Kureyş, 1

[2205] 7/A’râf, 85

[2206] 26/Şuarâ, 27

[2207] 26/Şuarâ, 184

[2208] 11/Hûd, 87

[2209] 26/Şuarâ, 185-187

[2210] 26/Şuarâ, 183

[2211] 11/Hûd, 84

[2212] 11/Hûd, 85-86

[2213] 7/A’râf, 86

[2214] 7/A’râf, 90

[2215] 7/A’râf, 88

[2216] 17/İsrâ, 15

[2217] 7/A’râf, 94-95

[2218] 7/A’râf, 90-91

[2219] 7/A’râf, 89

[2220] 7/A’râf, 93

[2221] 7/A’râf, 96

[2222] 7/A’râf, 97; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 37, Nisan 94, s. 43-45

[2223] 11/Hûd, 87-90

[2224] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 250-252

[2225] 11/Hûd, 91-95

[2226] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, 58-63

[2227] Mevdûdî, Tefhim, c. 2, s. 61

[2228] 7/A’râf, 85

[2229] S. Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 6, s. 139

[2230] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 83-84

[2231] 7/A’râf, 85

[2232] 11/Hûd, 91-92

[2233] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 32-33

[2234] bk. 11/Hûd, 91-92

[2235] 7/A’râf, 85

[2236] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an, c. 6, s. 486-488

[2237] 7/A’râf, 85

[2238] 21/Enbiyâ, 25

[2239] 16/Nahl, 36

[2240] Buhârî; Müslim

[2241] 7/A’râf, 86

[2242] 7/A’râf, 86

[2243] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 489-493

[2244] 7/A’râf, 89

[2245] 5/Mâide, 45

[2246] 5/Mâide, 44

[2247] 18/Kehf, 23 ve 24

[2248] 11/Hûd, 87

[2249] 29/Ankebût, 45

[2250] 7/A’râf, 89

[2251] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 496-501

[2252] 7/A’râf, 90

[2253] 7/A’râf, 90

[2254] A. Küçük, a.g.e., 6/503-504

[2255] 7/A’râf, 91-92

[2256] 83/5-9

[2257] İşaya, 10: 21-26

[2258] 7/A’râf, 93

[2259] 7/A’râf, 91

[2260] 7/A’râf, 92

[2261] 7/A’râf, 93

[2262] 44/Duhân, 29

[2263] 2/Bakara, 51

[2264] 2/Bakara, 53

[2265] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, II/538

[2266] 20/Tâhâ, 29-30

[2267] 40/Mü'min, 51

[2268] 19/Meryem, 51

[2269] 28/Kasas, 3-35

[2270] 20/Tâhâ, 9-98

[2271] 10/Yûnus, 75

[2272] 28/Kasas, 32

[2273] 28/Kasas, 38

[2274] 79/Nâziât, 24; 66/Tahrim, 11

[2275] 28/Kasas, 33-34

[2276] 20/Tâhâ, 43

[2277] 20/Tâhâ, 45

[2278][2278] 20/Tâhâ, 46

[2279] S. Kutub, Fî Zılâl, c. 10, s. 44

[2280] 20/Tâhâ, 47

[2281] 20/Tâhâ, 49-50

[2282] Seyyid Kutub, a.g.e., c. 10, s. 46

[2283] 20/Tâhâ, 49

[2284] Mevdudi, Tefhim, c. 3, s. 227

[2285] 20/Tâhâ, 47

[2286] 7/A’râf, 104-105

[2287] 26/Şuarâ, 23

[2288] 26/Şuarâ. 24

[2289] 26/Şuarâ, 27

[2290] 26/Şuarâ, 29

[2291] 10/Yûnus, 78

[2292] 17/İsrâ, 101

[2293] 26/Şuarâ, 47-48

[2294][2294] 7/A’râf, 123

[2295] 20/Tâhâ, 71; 7/A’râf, 124; 26/Şuarâ, 49

[2296] 20/Tâhâ, 72

[2297] 26/Şuarâ, 50-51

[2298] 40/Mü’min, 26

[2299] 44/Duhân, 22

[2300] 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23

[2301] 20/Tâhâ, 77

[2302] 26/Şuarâ, 60

[2303] 10/Yûnus, 90

[2304] 26/Şuarâ, 63

[2305] 26/Şuarâ, 63

[2306] 44/Duhân, 24

[2307] 20/Tâhâ, 78

[2308] 10/Yûnus, 90

[2309] 28/Kasas, 38

[2310] 29/Şuarâ, 29

[2311] Bkz. Mevdûdi, Kur’an’da Dört Terim, s. 68

[2312] 10/Yûnus, 91

[2313] 26/Şuarâ, 66

[2314] 7/A’râf, 138

[2315] 7/A’râf, 138

[2316] 7/A’râf, 139-140

[2317] Nuri Pakdil, Batı Notları, Edebiyat Y. s. 22

[2318] 7/A’râf, 142; 2/Bakara, 51

[2319] 7/A’râf, 142

[2320] 7/A’râf, 145

[2321] 7/A’râf, 148

[2322] 7/A’râf, 150

[2323] S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265

[2324] 4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72

[2325] 6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147

[2326] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 90-100

[2327] 20/Tâhâ, 24-36

[2328] 20/Tâhâ, 25

[2329] 26/Şuarâ, 13

[2330] Beydavî, Envâr, IV/465

[2331] 20/Tâhâ, 26

[2332] 20/Tâhâ, 26

[2333] 20/Tâhâ, 27

[2334] 28/Kasas, 34

[2335] 20/Tâhâ, 28

[2336] Hâkim, el-Müstedrek, II/575; Taberî, Tefsir, 16/163, Beydavî, Envâr, 4/194; nakl. A.g.e. s. 89

[2337] Taberî Tefsir, 16/159; Sa’lebî, Arâis, 152, nakl. A.g.e. s. 90

[2338] Bkz. 28/Kasas, 9

[2339] Taberî, Tarih, 1/ 549-550

[2340] İbn Kesir, Tefsir, IV/ 515; İbn Kesir, el-Bidâye, I/307; el-Kasımî, Tefsir, I/43; nakl. A. Aydemir, Peygamberler, s. 130

[2341] 20/Tâhâ, 26

[2342] 20/Tâhâ, 36

[2343] 43/Zuhruf, 51-52

[2344] Mevdûdi, Kur’an’da Firavun, s. 246-247

[2345] 20/Tâhâ, 29-30

[2346] 28/Kasas, 34

[2347] 28/Kasas, 34

[2348] 20/Tâhâ, 33-34

[2349] 20/Tâhâ, 31-32

[2350] 20/Tâhâ, 33-34

[2351] 20/Tâhâ, 31-32

[2352] 20/Tâhâ, 36; Ali Sayı, Hz. Mûsâ, 86-92

[2353] 33/Ahzâb, 39

[2354] 20/Tâhâ, 46

[2355] Bkz. 20/Tâhâ, 44; 3/Âl-i İmran, 159

[2356] 8/Enfâl, 42

[2357] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s.141-144

[2358] 20/Tâhâ, 44

[2359] 16/Nahl, 125

[2360] 20/Tâhâ, 134

[2361] 79/Nâziât, 17-19

[2362] Ali Sayı, a.g.e., s. 93-95

[2363] M. Hüseyin Fadlullah, a.g.e. s. 144-146

[2364] 7/A’râf, 126

[2365] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2255

[2366] 7/A’râf, 126

[2367] 7/A’râf, 126

[2368] İbn Cevzî, Tefsir, c. 3, s. 241

[2369] Bkz. Elmalılı, 4/2255

[2370] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 139-140

[2371] Mehmet Kahraman

[2372] Kalem, 48-50

[2373] 2/Bakara, 251

[2374] Rut, 4/22; I. Samuel 16/13

[2375] Rut, 4/18-22; Matta, 1/1-6; Luka, 3/31-35; Taberî, Tarih I/476

[2376] I. Tarihler 2/13-16

[2377] I. Samuel 16/10-11; 17/12

[2378] Taberî, a.g.e., I/476; Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 206

[2379] I. Samuel, 16/12: 17/42

[2380] I. Samuel, 16/18

[2381] Taberî, Tarih I, 476-477

[2382] Sa’lebî, s. 206

[2383] Taberî, Tarih I/246

[2384] I. Samuel, 17/34-36

[2385] Taberî, a.g.e. I/472; Sa’lebî, s. 206

[2386] 2/Bakara, 250-251

[2387] Taberî, Târih I/476-478; Sa’lebî, s. 206-207

[2388] I. Samuel 16/1-13

[2389] Taberî, Târih I/473

[2390] I. Samuel, 18/27

[2391] I. Samuel 31/6; II. Samuel, 2/4; Taberî, Târih I/475; Sa’lebî, s. 209-210

[2392] 3/Âl-i İmrân, 126

[2393] 2/Bakara, 249

[2394] 5/Mâide, 44

[2395] 48/Fetih, 7

[2396] 2/Bakara, 251

[2397] 21/Enbiyâ, 78

[2398] 38/Sâd, 21-25

[2399] II. Samuel, 12/1-6

[2400] II. Samuel, 3/2-5, 13; 5/13-16; 11/27; I. Krallar, 1/3

[2401] II. Samuel, 11

[2402] II. Samuel, 12/1-7

[2403] II. Samuel, 12/13-18

[2404] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 213-214

[2405] 38/Sâd, 21-25

[2406] bk. 38/Sâd, 17-20, 25

[2407] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 284; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 15/119; F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 26/192

[2408] H. Ece, s. 51

[2409] bk. 21/Enbiyâ, 78

[2410] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb 26/188-198

[2411] II. Samuel, 2/11; 5/4, 5; I. Tarihler, 29/27

[2412] I. Krallar, 2/10; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 21-22; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 373-375

[2413] 6/En’âm, 84

[2414] 2/Bakara, 251

[2415] İbn Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 248

[2416] 2/Bakara, 251

[2417] 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11

[2418] Buhârî, Büyû’ 15

[2419] Elmalılı, IV/3950

[2420] Buhârî, Büyû’ 15

[2421] 21/Enbiyâ, 79; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19

[2422] Ahmed bin Hanbel, II/354

[2423] Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 31

[2424] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6

[2425] 38/Sâd, 17

[2426] Buhârî, Teheccüd 7

[2427] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38

[2428] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38

[2429] Müslim, Sıyâm 187-192

[2430] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55

[2431] 21/Enbiyâ, 105

[2432] 38/Sâd, 26

[2433] I. Samuel 8/3; I. Tarihler 18/3

[2434] II. Samuel, 8/15; 14/4-22; 15/2-6; I. Tarihler, 18/14; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 22-24

[2435] 38/Sâd, 20

[2436] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 15/107

[2437] 2/Bakara, 251

[2438] 34/Sebe’, 13

[2439] 27/Neml, 14

[2440] 27/Neml, 40

[2441] 21/Enbiyâ, 80

[2442] 34/Sebe’, 11

[2443] 38/Sâd, 17

[2444] 38/Sâd, 24-25

[2445] 14/İbrâhim, 7; Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 194-195; 47-50     

[2446] 21/Enbiyâ, 78-80

[2447] Taberî, Tarih 1/344, Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 17/38; F. Râzî, M. Gayb, 22/195; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/26;

    İbn Kesir, Muh. Tefsir, 2/516; Zemahşerî, el-Keşşâf, 3/125; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 11/203; Âlûsî, Rûhu’l-

    Beyan, 17/75; Süfyân es-Sevrî, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 160, S. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2389

[2448] M. H. Tabatabai, el-Mîzân, 14/340

[2449] Ebû Dâvûd, Akdiyye 2, hadis no: 3574; Buhârî, İ’tisâm 21; Tirmizî, Ahkâm 2, hadis no: 1326; Nesâî, Kadâ 3

[2450] Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 100-103

[2451] Goldziher, Der Mythosbei den Hebraern, 162 vd.

[2452] 2/Bakara, 247, 249

[2453] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1954, II, 595 vd.

[2454] 2/Bakara, 247

[2455] el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 55

[2456] 2/Bakara, 249

[2457] 2/Bakara, 250

[2458] 2/Bakara, 251

[2459] Taberî, Camiu'l-Beyân, II, 627 vd.; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut 1969, 1, 303; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110

[2460] Tesniye, 2/11; II. Samuel, 21/19-20); I. Tarihler, 20/8

[2461] I. Samuel, 17/4

[2462] I. Samuel, 17/5-7

[2463] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828

[2464] 2/Bakara, 246-247

[2465] 2/Bakara, 248

[2466] I. Samuel, 17

[2467] Bk. Meydan Larousse, 2/739

[2468] I. Samuel, 17/50-51

[2469] II. Samuel, 21/19

[2470] I. Tarihler, 20/51

[2471] Mes’ûdî, I/54

[2472] Taberî, I/467

[2473] Mes’ûdî, I/56-58

[2474] 2/Bakara, 249-252

[2475] Talat Sakallı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 271; Abdurrahman Küçük, TDV İslâm Ans., c. 7, s. 38

[2476] Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417

[2477] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105

[2478] 4/Nisâ, 163

[2479] 17/İsrâ, 55

[2480] 21/Enbiyâ, 105

[2481] Buharî, Teyemmüm, 6

[2482] Kitab-t Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1954

[2483] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, IV/3081

[2484] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 179 vd.

[2485] 2/Bakara, 251; 5/Mâide, 78; 6/En'âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10-13; 38/Sâd, 17

[2486] Osman Cilacı; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 439-440

[2487] 2/Bakara, 246-252

[2488] 4/Nisâ, 163

[2489] 5/Mâide, 78

[2490] 6/En’âm, 84

[2491] 17/İsrâ, 55

[2492] 21/Enbiyâ, 78-80

[2493] 27/Neml, 15-16

[2494] 34/Sebe’, 10-11

[2495] 34/Sebe’, 13

[2496] 38/Sâd, 17-30

[2497] Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ, 37; İbn Mâce, Ticâret 1; Ahmed bin Hanbel, II/314, III/466; Muvattâ, Sadaka 1; Dârimî, Büyû’ 6

[2498] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 31; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 34, hadis no: 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitah 83; İbn

     Mâce, İkame 176

[2499] Ahmed bin Hanbel, II/354

[2500] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6

[2501] Buhârî, Teheccüd 7

[2502] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38; Müslim, Sıyâm 187-192

[2503] Müslim, Sıyâm 187-192

[2504] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38; Müslim, Sıyâm 183, 189, 190; Nesâî, Sıyâm 69; Ebû Dâvud, Savm 66; İbn Mâce, Sıyam

       31

[2505] Tirmizî, Da'avât 74, hadis no: 3485

[2506] Buhârî, Meğâzî, 5; İbn Mâce, Cihad 25

[2507] 2/Bakara, 246

[2508] 2/Bakara, 124

[2509] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı H. Yazır

[2510] Ahd-i Atîk, Samuel I/7, 8, 12

[2511] Mevdudi, Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi

[2512] Ebû Dâvud İlim 1; Tirmîzî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32

[2513] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır

[2514] Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi

[2515] 2/Bakara, 195

[2516] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır

[2517] Daha ayrıntılı bilgi için bk. I Samuel, 17-18 bölümü

[2518] Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi

[2519] 2/Bakara, 246

[2520] 2/Bakara, 247

[2521] 2/Bakara, 248

[2522] 2/Bakara, 249

[2523] 2/Bakara, 250-251

[2524] 2/Bakara, 252

[2525] 2/Bakara, 253

[2526] 2/Bakara, 246

[2527] 2/Bakara, 251

[2528] 6/En’âm, 124

[2529] 11/Hûd, 28-30

[2530] 11/Hûd, 63

[2531] 6/Enâm, 80-81

[2532] 11/Hûd, 88

[2533] 12/Yusuf, 86

[2534] Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub

[2535] 2/Bakara, 249

[2536] 2/Bakara, 247

[2537] 2/Bakara, 251

[2538] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, c. 4, s. 209-212

[2539] Bk. I. Samuel, 8/7-17

[2540] Bk. I. Samuel, 8/7-17

[2541] 2/Bakara, 249

[2542] 2/Bakara, 250

[2543] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 367-369

[2544] 102/Tekâsür, 1-2

[2545] Necmettin Şahinler,  Kur'an'da Sembolik Anlatımlar,  s. 339-342

[2546] 10/Yûnus, 36

[2547] Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 149-150

[2548] 2/Bakara, 249

[2549] 6/En'âm, 116

[2550] 9/Tevbe, 25

[2551] 12/Yûsuf, 103

[2552] 12/Yûsuf, 106

[2553] 2/Bakara, 243

[2554] 5/Mâide, 59

[2555] 7/A'râf, 187

[2556] 11/Hûd, 17

[2557] 5/Mâide, 62

[2558] 5/Mâide, 80

[2559] 7/A'râf, 17

[2560] 7/A'râf, 179

[2561] 10/Yûnus, 36

[2562] 10/Yûnus, 92

[2563] 16/Nahl, 83

[2564] 21/Enbiyâ, 24

[2565] 22/Hacc, 18

[2566] 25/Furkan, 44

[2567] 26/Şuarâ, 8

[2568] 26/Şuarâ, 67

[2569] 26/Şuarâ, 103

[2570] 26/Şuarâ, 121

[2571] 26/Şuarâ, 139

[2572] 26/Şuarâ, 223

[2573] 36/Yâsin, 62

[2574] 41/Fussılet, 4

[2575] 43/Zuhruf, 78

[2576] 2/Bakara, 247

[2577] 2/Bakara, 247

[2578] 2/Bakara, 247

[2579] 2/Bakara, 248

[2580] 2/Bakara, 249

[2581] 2/Bakara, 249

[2582] 2/Bakara, 250

[2583] 2/Bakara, 249

[2584] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, s. 72-78

[2585] 2/Bakara, 102

[2586] 38/Sâd, 30

[2587] Buhârî, Meğâzi 14; Müslim, Cihad 51, 52; Ebû Dâvud, İmâre 19

[2588] 27/Neml, 16

[2589] I. Krallar, 113

[2590] Buhârî, Nikâh 119; Müslim, Eymân 22, 24

[2591] Buhârî, Nikâh 119; Keffâret 9; Müslim, Eymân, 22, 25; Tirmizî, Nüzûr 7; Nesâî, Eyman 43

[2592] 18/Kehf, 23-24

[2593] 6/En’âm, 112; 25/Furkan, 31

[2594] 21/Enbiyâ sûresi 78-82. âyetlerde, 27/Neml sûresi 15-44, 34/Sebe’ sûresi 12-14 ve 38/Sâd sûresi, 30-40. âyetlerde bilgi verilir

[2595] 21/Enbiyâ, 78-79

[2596] 21/Enbiyâ, 81

[2597] 21/Enbiyâ, 82

[2598] 27/Neml, 15

[2599] 27/Neml, 16

[2600] 27/Neml, 17

[2601] 27/Neml, 18

[2602] 27/Neml, 19

[2603] 27/Neml, 20

[2604] 27/Neml, 21

[2605] 27/Neml, 22

[2606] 27/Neml, 23

[2607] 27/Neml, 24

[2608] 27/Neml, 25

[2609] 27/Neml, 26

[2610] 27/Neml, 27

[2611] 27/Neml, 28

[2612] 27/Neml, 29

[2613] 27/Neml, 30

[2614] 27/Neml, 31

[2615] 27/Neml, 32

[2616] 27/Neml, 33

[2617] 27/Neml, 34

[2618] 27/Neml, 35

[2619] 27/Neml, 36

[2620] 27/Neml, 37

[2621] 27/Neml, 38

[2622] 27/Neml, 39

[2623] 27/Neml, 40

[2624] 27/Neml, 41

[2625] 27/Neml, 42

[2626] 27/Neml, 43

[2627] 27/Neml, 44

[2628] 34/Sebe’, 12

[2629] 34/Sebe’, 13

[2630] 34/Sebe’, 14

[2631] 38/Sâd, 30

[2632] 38/Sâd, 31

[2633] 38/Sâd, 32-33

[2634] 38/Sâd, 34

[2635] 38/Sâd, 35

[2636] 38/Sâd, 36-38

[2637] 38/Sâd, 39

[2638] 38/Sâd, 40

[2639] Örnek olarak bkz. I. Krallar, 10/23; 11/1

[2640] 4/Nisâ, 163

[2641] 27/Neml, 16

[2642] Elmalılı, Eser Y. V/3666

[2643] 38/Sâd, 31-33

[2644] 3/Âl-i İmrân, 14

[2645] 8/Enfâl, 60

[2646] Buhârî, Cihad 43; Müslim, İmâre 96; Muvattâ, Cihad 44

[2647] Nesâî, Mesâcid 6; İbn Mâce, İkametu’s-Salât 196; K. Sitte, 12/357

[2648] İbn Mâce, İkame 196; Ahmed bin Hanbel, II/176; K. Sitte Terc, 17/103

[2649] 21/Enbiyâ, 78-79

[2650] 38/Sâd, 35

[2651] Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39, 40; Nesâî, Sehiv 19

[2652] Buhârî, Enbiyâ, 40, Ferâiz 30; Müslim, Akdiye 20; Nesâî, Kudât 14; K. Sitte, 12/355-356

[2653] 21/Enbiyâ, 81

[2654] 34/Sebe’, 12

[2655] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 10/160

[2656] Elmalılı, Eser Y. VI/3951

[2657] 34/Sebe’, 12-13

[2658] Elmalılı, VI/3953

[2659] 38/Sâd, 37-38

[2660] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, 12/390

[2661] 27/Neml, 18-19

[2662] 38/Sâd, 34

[2663] 38/Sâd, 35-40

[2664] Ebû Dâvud, Edeb 164; İbn Mâce, Sayd 10; Dârimî, Edâhî 26

[2665] İslâm Ansiklopedisi, Hüdhüd maddesi

[2666] İbn Kesir, Tefsir 5/227-228; Taberî, Tefsir 19/143

[2667] 27/Neml, 20

[2668] 27/Neml, 21

[2669] 27/Neml, 38-41

[2670] 34/Sebe’, 14

[2671]Hz. Süleyman’ın hayatı, daha çok Abdullah Aydemir’in İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler adlı eserinden yararlanılarak, bazı yerleri özetlenerek yazılmıştır. Geniş bilgi için bk. a.g.e. s. 187-224

[2672] 12/Yûsuf, 111

[2673] 11/Hûd, 120

[2674] 27/Neml, 29-31

[2675] 38/Sâd, 35

[2676] 42/Şûrâ, 20

[2677] 27/Neml, 35

[2678] 27/Neml, 36-37

[2679] 27/Neml, 40

[2680] 34/Sebe’, 14

[2681] 14/İbrâhim, 7

[2682] 34/Sebe’, 13

[2683] 38/Sâd, 30

[2684] 27/Neml, 15

[2685] 35/Fâtır, 15

[2686] 3/Âl-i İmrân, 189

[2687] 3/Âl-i İmrân, 26

[2688] 35/Fâtır, 10

[2689] I. Krallar ve II. Krallar

[2690] Kitab-ı Mukaddes, 1. Krallar 11/1-10

[2691] 21/Enbiyâ, 81

[2692] 34/Sebe’, 12

[2693] Taberî; İbn Kesir

[2694] Taberî, Bağavî, İbn Kesir, İbnu’l-Cevzî, İbnu’l Arabî -Ahkâmu’l-Kur’ân-

[2695] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; el-Âlûsî, Tefsir

[2696] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; Zemahşeri, Tefsir

[2697] 34/Sebe’, 12

[2698] 38/Sâd, 36

[2699] 21/Enbiyâ, 81

[2700] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 3, s. 323

[2701] Mevdudi, a.g.e., c. 4, s. 98-99

[2702] 21/Enbiyâ, 82

[2703] Mevdûdi, a.g.e., c. 3, s. 325

[2704] 27/Neml, 18-19

[2705] Tabresi, Tefsir; İbn Kesir, Tefsir

[2706] İbn Kesir, Tefsir

[2707] Bağavî, Tefsir

[2708] el-Hâzin, Tefsir; İbnu’l-Cevzî, Tefsir

[2709] İbn Kesir, Tefsir; Zemahşerî, Tefsir

[2710] Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît; el-Âlûsi, Tefsir, 19/79

[2711] 27/Neml, 18-19

[2712] Yahûdi Ansiklopedisi, c. 11, s. 440

[2713] Mevdûdi, a.g.e., c.4, s. 99-101

[2714] 38/Sâd, 34

[2715] Bu rivâyetler ve kaynakları için, bkz. Abdullah Aydemir, a.g.e. s.200-203

[2716] Fahreddin Râzi, Tefsir; Zemahşerî, Tefsir

[2717] İbn  Kesir; İbn Hazm

[2718] 15/Hıcr, 39-42

[2719] Hâkim, el-Müstedrek, 2/433-434

[2720] Buhârî, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8, 9; Ebû Dâvud, Hudûd 4

[2721] İbn Kesir, Tefsir

[2722] en-Nesâî, Tefsir; Taberî, Tarih; ez-Zemahşerî, Tefsir; Kurtubî, Tefsir; İbn Kesir, Tefsir

[2723] İbn Kesir, Tefsir

[2724] el-Kasımî, Tefsir

[2725] Müslim, Mukaddime 4; en-Nevevî, Müslim Şerhi I/79-80

[2726] Abdullah aydemir, a.g.e., s. 206

[2727] A. Aydemir, a.g.e. s. 209-210

[2728] 27/Neml, 44

[2729] 27/Neml, 44

[2730] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; ez-Zemahşerî, Tefsir; İbn Kesir, el-Bidâye

[2731] Kurtubî, Tefsir, 13/210

[2732] İbn Kesir, el-Bidâye

[2733] İbn Kesir, Tefsir

[2734] el-Âlûsi, Tefsir

[2735] İbn Kesir, el-Bidâye

[2736] s. 187-224

[2737] Tanrı Buyruğu’ndan naklen S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 243

[2738] 12/Yûsuf, 111

[2739] 11/Hûd, 120

[2740] 38/Sâd, 26

[2741] Cengiz Duman, Haksöz sayı 29 (Ağustos, 93), s. 83                      

[2742] 3/Âl-i İmrân, 37-41

[2743] 19/Meryem,

[2744] el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 82; er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, V, 769

[2745] es-Sa'l-ebî, el-Arâis, 1951, 372

[2746] Ahmed bin Hanbel, II/405

[2747] el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV, 69 vd.

[2748] 19/Meryem, 4-6

[2749] 3/Âl-i İmrân, 38

[2750] 21/Enbiyâ, 89

[2751] 19/Meryem, 7

[2752] 3/Âl-i İmrân, 39

[2753] 19/Meryem, 8

[2754] 19/Meryem, 9

[2755] 21/Enbiyâ, 90

[2756] 19/Meryem, 10

[2757] 3/Âl-i İmrân, 41

[2758] 19/Meryem, 11

[2759] 6/En'âm, 85

[2760] Taberî, et-Tarih, Mısır 1326, II, 16; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1966, I, 41; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 444

[2761] 21/Enbiyâ, 89-90; 3/Âl-i İmrân, 38

[2762] 19/Meryem, 1-9

[2763] 3/Âl-i İmrân, 37

[2764] Muhammed Ali Sâbûnî, Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Ahsen Y. s. 680-686

[2765] 19/Meryem, 7

[2766] es-Sa'lebî, el-Arais, Mısır 1951, 375 vd.

[2767] 19/Meryem, 12-15

[2768] Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul 1987, II, 213

[2769] Tirmizî, el-Emsâl, 3, Edeb 78; Ahmed bin Hanbel, IV/202, V/244

[2770] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, I, 421; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 369

[2771] 3/Âl-i İmrân, 39

[2772] İbn Kesir, el-Bidâye, II/54

[2773] 19/Meryem, 12

[2774] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II/52

[2775] İbn Kesir, el-Bidâye, II/55

[2776] Muhammed Ali Sâbûnî, a.g.e., s. 687-696

[2777] 3/Âl-i İmrân, 39; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 7, 12; 21/Enbiyâ, 90

[2778] 3/Âl-i İmrân, 37-41

[2779] 6/En’âm, 85

[2780] 19/Meryem, 1-15

[2781] 21/Enbiyâ, 89-90

[2782] 4/Nisâ, 155-157

[2783] 2/Bakara, 91

[2784] 3/Âl-i İmrân, 112

[2785] 3/Âl-i İmrân, 181

[2786] M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 96

[2787] a.g.e. s. 97

[2788] Kitab-ı Mukaddes, Yeremya, 14/14

[2789] Matta, 17/11-13; 11/12-15

[2790] Yuhanna, 1/19-21

[2791] Yuhanna, 1/26-34

[2792] Luka, 7/18-19; Matta, 11/2-3

[2793] Luka, 9/7-9

[2794] Matta, 14/1-5

[2795] Markos, 6/14-28; Matta, 14/1-12; Luka, 9/7-9

[2796] Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, s. 305-338

[2797][2797] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2798] 3/Âl-i İmrân, 38

[2799] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2800] 3/Âl-i İmrân, 39

[2801] Matta, l/3, 11, 14; Markos, 1/6; Luka, 1/3; Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2802] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2803] 3/Âl-i İmrân, 40

[2804] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2805] 3Âl-i İmrân, 41

[2806] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2807] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223

[2808] 3/Âl-i İmrân, 37

[2809] 3/Âl-i İmrân, 37

[2810] 3/Âl-i İmrân, 38-41

[2811] 3/Âl-i İmrân, 38

[2812] 3/Âl-i İmrân, 39

[2813] 3/Âl-i İmrân, 40

[2814] 2/Bakara, 214

[2815] 2/Bakara, 155-157

[2816] 2/Bakara, 87

[2817] Bk. 19/Meryem, 16-37

[2818] 3/Âl-i İmrân, 59

[2819] 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27

[2820] 3/Âl-i İmrân, 50-51

[2821] 61/Saff, 6

[2822] 3/Âl-i İmrân, 52-53

[2823] 3/Âl-i İmrân, 54

[2824] 4/Nisâ, 157

[2825] Bk. 43/Zuhruf, 61

[2826] 3/Âl-i İmrân, 55

[2827] 5/Mâide, 117

[2828] 19/Meryem, 30-31

[2829] Bk. 5/Mâide, 117

[2830] 3/Âl-i İmrân, 52

[2831] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 544  

[2832] 5/Mâide, 72-73 ve Bk. 9/Tevbe, 30-31

[2833] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 81-82

[2834] 3/Âl-i İmrân, 45; 4/Nisâ, 171; 19/Meryem, 34

[2835] 4/Nisâ, 171

[2836] 3/Âl-i İmrân, 59

[2837] 3/Âl-i İmrân, 45

[2838] 4/Nisâ, 171

[2839] bk. 15/Hıcr, 29; 38/Sâd, 72

[2840] 43/Zuhruf, 59

[2841] 19/Meryem, 30

[2842] 4/Nisâ, 171

[2843] 3/Âl-i İmrân, 45

[2844] 19/Meryem, 31

[2845] 3/Âl-i İmrân, 46; 5/Mâide, 110

[2846] 19/Meryem, 32

[2847] 19/Meryem, 30

[2848] 4/Nisâ, 156, 171; 5/Mâide, 79; 61/Saff, 6

[2849] 19/Meryem, 30

[2850] 19/Meryem, 34

[2851] 3/Âl-i İmrân, 46; 6/En’âm, 85

[2852] 5/Mâide, 116

[2853] 5/Mâide, 50; 57/Hadîd, 27

[2854] 5/Mâide, 46; 3/Âl-i İmrân, 50

[2855] 23/Mü’minûn, 50

[2856] 19/Meryem, 21

[2857] 43/Zuhruf, 57, 59

[2858] 43/Zuhruf, 63; 5/Mâide, 109; 2/Bakara, 87, 253

[2859] 2/Bakara, 87

[2860] 5/Mâide, 110

[2861] 5/Mâide, 78

[2862] 61/Saff, 6

[2863] 7/A’râf, 157

[2864] 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111; 61/Saff, 14

[2865] 5/Mâide, 10; 3/Âl-i İmrân, 49

[2866] 19/Meryem, 33

[2867] 4/Nisâ, 171

[2868] Bk. 2/Bakara, 116; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 170; 19/Meryem, 88, 92; 21/Enbiyâ, 26; 25/Furkan, 2; 112/İhlâs, 3

[2869] 19/Meryem, 30

[2870] 5/Mâide, 117

[2871] 2/Bakara, 132

[2872] 2/Bakara, 128

[2873] 2/Bakara, 140

[2874] 5/Mâide, 12-18

[2875] 5/Mâide,17

[2876] 5/Mâide, 46

[2877] 5/Mâide, 63

[2878] 5/Mâide, 75

[2879] 9/Tevbe, 30

[2880] 9/Tevbe, 30

[2881] 5/Mâide, 17

[2882] 9/Tevbe, 31

[2883] 9/Tevbe, 31

[2884] 5/Mâide, 72

[2885] 5/Mâide, 116

[2886] 5/Mâide, 116

[2887] 5/Mâide, 117

[2888] 4/Nisâ, 171

[2889] 4/Nisâ, 157

[2890] 4/Nisâ, 155

[2891] 4/Nisâ, 157

[2892] 5/Mâide, 110 ve benzer ifade için Bk. 61/Saff, 6

[2893] 5/Mâide, 110; Hz. İsa’nın hayatı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 235-265

[2894] 2/Bakara, 87

[2895] 3/Âl-i İmrân, 33-37

[2896] 3/Âl-i İmrân, 45-55

[2897] 3/Âl-i İmrân, 59

[2898] 4/Nisâ, 156-159

[2899] 4/Nisâ, 171-172

[2900] 5/Mâide, 110

[2901] 5/Mâide, 116-117

[2902] 19/Meryem, 16-36

[2903] Buhârî, Enbiyâ, 44; Müslim, Fezâil 145, hd. no: 2365; Ebû Dâvud, Sünnet 14, hd. no: 4675; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 179-180

[2904] S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 181

[2905] S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 167

[2906] Matta, 3/1

[2907] Luka, 3/21

[2908] Bk. Rasullerin İşleri, 10/37-38; İşaya, 61/1-2; Luka, 4/16-19

[2909] Markos, 16/2-6; Rasullerin İşleri, 2/23-24; Luka, 24/44-51

[2910] Bk. Luka, 24/44-51

[2911] Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14

[2912] Tesniye, 21/23

[2913] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm, c. 6, s. 32-33

[2914] Tantavî, El-Cevâhir, 10/23; naklen S. Ateş, K. Ans. 10/213-214

[2915] Bk. Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14; Tesniye, 21/23

[2916] 4/Nisâ, 158

[2917] Bu çelişkiler için karşılaştırın: Matta, 26-27. Bap; Markos, 13; Luka, 23-24; Yuhanna, 13. baplar     

[2918] Matta, 26/48

[2919] Barnaba, fasıl 210, s. 309

[2920] Matta, 27/5

[2921] Rasullerin İşleri, 1/18

[2922] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 10, s. 203-205

[2923] Luka, 2/40-43. 48, 51

[2924] Luka, 2/52

[2925] Luka, 2/12

[2926] Abdullah Aydemir, a.g.e. s. 247

[2927] Matta, 21/11

[2928] Luka, 7/16

[2929] Yuhanna, 5/30

[2930] Matta, 12/18

[2931] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34

[2932] Matta, 14/22-23

[2933] Markos, 6/46

[2934] Luka, 6/12

[2935] Luka, 9/18-21

[2936] Matta, 26/36) (Ve yine Bk. Luka, 11/1

[2937] 19/Meryem, 31

[2938] Luka, 23/46

[2939] Matta İncili, 5/45

[2940] Yuhanna İncili, 20/17

[2941] 5/Mâide, 17, 72-73; 9/Tevbe, 30-31

[2942] 5/Mâide, 72

[2943] 3/Âl-i İmrân, 59

[2944] Halûk Nurbaki, Kur’an’dan Âyetler ve İlmî Gerçekler, s. 332

[2945] A. Tatlı, M. Dikmen, (İ. Arıcıoğlu) Merak Ettiklerimiz, s. 48-50

[2946] Korintoslulara 1. Mektup, 15/22 vd.

[2947] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, 3/13-17

[2948] Bu tip örnekler için Bk. Challaye, Dinler Tarihi, s. 40, 208-209; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 346

[2949] 4/Nisâ, 157-158

[2950] 3/Âl-i İmrân, 55; 4/Nisâ, 156-159; 5/Mâide, 117

[2951] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 254

[2952] 3/Âl-i İmrân, 55

[2953] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, c. 1, s. 297

[2954] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, c. 1, s. 380

[2955] 4/Nisâ, 158

[2956] Muhammed Esed, İslâm Mesajı, c. 1, s. 177

[2957] 3/Âl-i İmrân, 55

[2958] Tefsîru’l-Menâr, 3/316-317

[2959] S. Ateş, Kur’an Ans. 10/206

[2960] 4/Nisâ, 158

[2961] Bk. 3/Âl-i İmrân, 55

[2962] 3/Âl-i İmrân, 55

[2963] 3/Âl-i İmrân, 55

[2964] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114

[2965] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l Kur’âni’l-Hakîm, c. 3, s. 317

[2966] Buhârî, Büyû 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242, hd. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, hd. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, hd. no: 2234;  Ahmed bin Hanbel, II/240, 294, 538; Tecrîd-i Sarih Terc. c.6, s. 532

[2967] Müslim, İman 247; Küt. Sitte, 14/274

[2968] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 182

[2969] Müslim, Hacc 216, hd. no: 1252; Küt. Sitte Terc. c. 13, s. 152, Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c.2, s. 431

[2970] Ebû Dâvud, Melâhim, bâbu Emârâti’s-Sâah

[2971] Ebû Dâvud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33

[2972] Buhârî, Mezâlim 31; İbn Mâce, Fiten 33

[2973] Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 14/336

[2974] Müslim, Kitab 52, bab 9, hadis 34

[2975] Tirmizî, Fiten 62

[2976] Müslim, Kitab 52, bab 20, hadis 110

[2977] Ahmed bin Hanbel, II/298-299

[2978] 7/A’râf, 188; 27 Neml, 65; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 123; 6/En’âm, 50, 59

[2979] 21/Enbiyâ, 34-35

[2980] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 10, s. 216-218

[2981] 4/Nisâ, 159

[2982] 43/Zuhruf, 61

[2983] 3/Âl-i İmrân, 55

[2984] Elmalılı, Eser Y. II/372

[2985] 3/Âl-i İmrân, 55

[2986] Buhârî, Tefsir, Sûretu’l-Mâide 13; Küt. Sitte Terc. c. 3, s. 365

[2987] Bk. Mahmut Şeltut, İsa’nın Ref’i; S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri, II/396-410; A. Hatîb, Mesîh fi’l-Kur’an, s.  532

[2988] 4/Nisâ, 159

[2989] Zeccâc, Meâni’l-Kur’an, II/129-130

[2990] a.g.e. s. 130

[2991] 43/Zuhruf, 61

[2992] a.g.e. 4/417

[2993] 29/Ankebût, 57; ayrıca Bk. 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35

[2994] 21/Enbiyâ, 8

[2995] 3/Âl-i İmrân, 55

[2996] 4/Nisâ, 157-158

[2997] 19/Meryem, 33

[2998] 5/Mâide, 117

[2999] 33/Ahzâb, 40

[3000] bk. Said Nursi, Mektûbât

[3001] Geniş bilgi için bkz. Zeki Sarıtoprak, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, s. 25-48

[3002] S. Ateş, Kur’an Ans. s.222     

[3003] Âhir zamanda zuhur edecek bu tür haberlerin sembol olduğu görüşü için Bk. Said Nursî, Lem’alar, s. 112; Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, III/317-318

[3004] Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, s. 220-223

[3005] 4/Nisâ, 158

[3006] 19/Meryem, 56-57

[3007] 4/Nisâ, 158

[3008] 3/Âl-i İmrân, 55

[3009] 3/Âl-i İmrân, 55

[3010] Mahmut Şeltut, Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Haksöz, sayı 20 (Kasım 92)

[3011] 5/Mâide, 117

[3012] 19/Meryem, 30

[3013] 33/Ahzâb, 40

[3014] 5/Mâide, 3

[3015] Ebû Dâvud, Mehdi, hadis no: 4282-4284, 4/106; İbn Mâce, Fiten 34, hadis no: 4082-4088, 2/1366

[3016] Ebû Dâvud, Mehdi, hadis no: 4282-4283, 4/106; Ahmed bin Hanbel; nak. Şamil. İsl. Ans. 4/107

[3017] bk. 103/Asr Sûresi

[3018] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 390-392

[3019] Müslim, Fiten 13, hadis no: 2901, 4/2225;  Ebû Dâvud, Melâhim, hadis no: 4311, 4/114;  İbn Mâce, Fiten 25, hadis no:  4041 ve 4055, 2/1341

[3020] Müslim, Fiten 20, hadis no: 2932-2937, 4/2247; Buhârî, Fiten 26-27, 9/74-76

[3021] Müslim, Fiten 20, hadis no: 2933, 4/2248; Tirmizî, Fiten 62, hadis no: 2245, 4/516; Buhârî, nak. İbn Kesir, el-Mesîhu’d-Deccâl  42; S. Havva, H. İslâm Akaidi, 9/366

[3022] Müslim, Fiten 18, hadis no: 2923, 4/2240; Buhâri, Fiten 25, 9/74

[3023] Bk. İbn Kesir, el-Mesîhu’d-Deccâl, s. 35

[3024] Y. K. Çağdaş Tefsiri, 8/88-90

[3025] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 136 vd.

[3026] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 54

[3027] 5/Mâide, 105 

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Son değişiklik Pazartesi, 12 Haziran 2023 12:08

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.