ÖNSÖZ
Allah’ın ismiyle…
Hamd Allah’a, salât ve selâm O’nun rasûlüne, dünya ve âhiret güzellikleri için duâ da iman edip güzel yaşamaya çalışan müslümanlara olsun…
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” (5/Mâide, 105). Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir (2/Bakara, 44). Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil (103/Asr, 1-3).
“Ey iman edenler iman edin…” (4/Nisâ, 136). İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (3/Âl-i İmrân, 102). Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.
Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid, cihad ve ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. Bu konuları merkeze alan ve bir serinin parçası olarak düşünülen Müslümanın Müslümanlaşması adlı elinizdeki bu eser, adına uygun olarak insana bu bilincin ulaşmasında karınca kararınca da olsa katkıda bulunabilmek niyetiyle kaleme alınmıştır. Hatalar bize, doğrular ve güzelliklerse Rabbimize ve O’nun dinine âittir.
“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesâba çekme (affet).
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.
Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma.
Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.
Sen bizim Mevlâmızsın. Tek ve gerçek dostumuzsun.
Kâfir kavimlere/toplumlara karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 286)
Ahmed KALKAN
Eylül 2005, Ümraniye
GİRİŞ: MÜSLÜMANIN MÜSLÜMANLAŞMASI
Müslümanların yeniden müslümanlaşmasını zarûrî kılacak problemleri ana hatlarıyla üçe ayırmak mümkün:
1- Tarihten gelen problemler. Miras alınan din anlayışında yer yer geleneksel sapma ve yozlaşmalardan dolayı, din adına sahip çıkılan değerler ve yaşanılan hayat, Kitap ve Sünnetin istediği İslâm’la her noktada çakışmadığından bu konuları hakkıyla araştırmayan müslümanların iyi niyetle de olsa bid’at, hurâfe ve hatta şirk unsurlarına İslâm diye sarılmaları…
2- Modernizmin ve modern hayatın problemleri. Çağdaş ideolojilerin ve müslümanları da çepeçevre kuşatan, bazı konularda dine müdâhale edip yönlendiren veya gerçek dinin sosyal hayata yönelik yansımalarını yasaklayan devlet düzenlerinin problemi. Batı kafasıyla, müsteşrik zihniyetiyle İslâm’a bakan, geleneksel çizgiye karşı çıkarken yerine ondan daha beter tezler öneren biraz laik, biraz demokrat, biraz özgürlükçü, biraz düzenci, biraz kolaylaştırıcı, biraz diyalogçu, biraz pragmatist din anlayışı. Teknolojinin, medyanın, eğitim kurumlarının, israfa dayalı modern yaşama biçiminin, dünyevîleşmenin, sekülerleşmenin, aşırı özgürlükçü yaklaşımın, bireyselliğin… müslümanlara sıçrattığı olumsuz etkiler.
3- Çok sağlam ve köklü bir imana sahip olmamanın etkisiyle, zor bedel isteyen konular başta olmak üzere dinden tâviz vermek, görevlerini ihmal etmek, ibâdetlere gevşek davranmak, ahlâkî dejenerasyondan kurtulamamak gibi dâhilî problemler.
Bütün bu üç problemin özünde dinin özü olan tevhidin geri planlara itilmesi sorunu göze çarpmaktadır. O öz kaybolunca veya en azından gölgelenip ihmal edilince ondan boşalan yeri bu üç maddedeki olumsuzlukların tümü ya da bir kısmının doldurması hiç de sürpriz olmayacaktır. O öz kaybolduğu için Kitabım dediği Kur’an’la ilişkisini sıfıra yaklaştıran ve Kur’an’dan daha fazla başka kitapların yönlendirmesine râzı olan bir müslüman tipi oluşmuş, haramlardan, hatta şirkten daha fazla yasal yasaktan veya ayıptan korkan, ama “elhamdü lillâh müslümanım” demeye devam eden bir karakter ortaya çıkmıştır.
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.
İslâm, câhiliyye çağını tarihin çöplüğüne atmış, insanlığın bugüne kadar bir daha göremediği en huzurlu çağını “saâdet çağı”nı başlatmıştır. Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Dünyanın gördüğü ve göreceği en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılabdır.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında yaşıyorsa bu, müslümanların müslümanlıktan uzak kalması, diğer insanları da bu güzellikten mahrum etmesinden dolayıdır. Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden toplumda neler yapılıyorsa, modern biçimde bugün de, buralarda da maalesef aynı şeyler arz-ı endam etmektedir; hem de “müslümanım” diyenler tarafından.
Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılab yapamıyor? Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Hayırlı ve olumlu değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. "Kur'an şifadır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşalara. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” (2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “… (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” (10/Yûnus, 100)
Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle "ısırıcı krallık" rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah'ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din'e nice bid'at ve hurâfeler girmiştir. Müslümanlık, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden çıkarılarak sapmalarla, nihayet T.C.’nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığına dönüştürülmüştür. Gelinen noktanın Osmanlı'dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm'ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar'ı geçmektedir.
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” (13/Ra’d, 11)
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. “Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ dediler. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız ?)’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.” (43/Zuhruf, 22-24) “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah, kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (7/A’râf, 28)
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (15/Hicr, 9)
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171). Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. (Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, İhtar Y., s. 47-52). Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?” (2/Bakara, 170). Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız.
Özellikle uzun bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir d3avâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde ‘biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. İyi bilin ki onlar bozgunculardır.” (2/Bakara, 8-10). Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve den çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. "Din nasihattir (nasihatten ibârettir)." (Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67) diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış (Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49).
Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız
Bırakın eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Halbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bk. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı.
Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl- haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl-haram tâyin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Halk yığınları, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır.
Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiliyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Halbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54) “...Hüküm sadece Allah’a âittir.” (12/Yûsuf, 40) “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (16/Nahl, 17) “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” (35/Fâtır, 3)
Buna rağmen, toplumun üst tabakası, açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına çıkarlarını sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” (40/Mü’min, 26; Ve yine bk. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54).
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibâretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişip şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâli da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)
“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (7/A’râf, 3)
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21)
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” (42/Şûrâ, 10)
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121)
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44)
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” (5/Mâide, 50)
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (95/Tîn, 8)
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisâ, 59)
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36)
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (7/A’râf, 54)
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (6/En’âm, 82)
“...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14)
“Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1)
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18).
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirdir.” (5/Mâide, 44) âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar, helâller koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir” veya “bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır (16/Nahl, 106); çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler (Geniş bilgi için bk. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.).
Kur’an kavramlarının hayatî öneme taşıyanlarının hemen hepsinin içi boşaltılmış, Kur’an ve Sünnet dışı anlayışlarla doldurulmuştur. Örneklendirmek ve örnekler üzerinde bu tahribatın ve tahrifatın yapıldığını ispatlamak başlı başına kitap, hatta kitapların konusu olacak kapsamda olduğundan, biz burada tarihsel süreç içinde yozlaştırılan belli başlı Kur’an kavramlarını saymakla yetinelim: İbâdet, duâ, vesile, zikir, şefaat, takvâ, tâğut, halife, ilim, tevbe, sabır, adâlet, zulüm, tevhid, şirk, fitne, nesh, velî-evliyâ, millet, nefis, sevgi, kölelik, hastalık, cihad, istişare ve istihare, tevekkül, murâbata, ticaret, ülü’l-emr, şeriat, zühd, câhiliyye ve câhiliyye hükmü, put ve puta tapma, ismet/mâsumiyet, kıssa, rüya ve ilham, bâtın, Allah, nebî ve nübüvvet, Hızır, bey’at, atalar yolu, hak ve bâtıl, hakka bâtılı karıştırmak, hakkı gizlemek.
İçi boşaltılmamış kavramların da hayata tüm kuşatıcılığı ve değiştiriciliğiyle yansıtılmamış olduğu, bireysel olarak da müslümanların Kur’an kavramlarından, Kur’ânî emir ve yasaklardan daha fazla öncelikledikleri diploma, makam, para gibi hususları baş tacı etmeleri; bütün bunlar müslümanların yeniden müslümanlaşmasını âcilen gerektirmektedir.
Okuyacağınız sayfalarda müslümanların önemli bazı problemlerine ve yeniden nasıl müslümanlaşabileceklerine örnekler verilecektir.
Birinci Bölüm
Tevhid ve Cihad (Hayatın Anlamı)
TEVHİD VE UZLAŞMA
Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça'da “müdâhene” kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir. Kur’an tâbiri olarak “hakka bâtılı karıştırmak”, “müdâhene”, “tâviz” ve “uzlaşma” kavramları aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İki yüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılığı önemsememek ve İslâm dışı düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.
Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları; mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü'minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.
Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
Hak dâvânın mensuplarından Cenab-ı Hakk'ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan ve âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir (26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.).
Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm'ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur'an'dan destek ve cevaz bulsun!
Tâviz vermeksizin anlaşma yapmak ayrı şeydir; uzlaşma ayrı. İslâm'ın hükümleri konusunda en küçük bir pazarlık yapmaksızın, Allah'a gerektiği gibi kulluk yapmak, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, saptırmadan yaşayıp tebliğ etmek gibi temel ilkelerden tâviz vermeden kâfirlerle anlaşma yapılabilir. Yeter ki İslâm'ın ve müslümanların izzetine zarar verilmesin. Ama unutulmamalıdır ki, bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.
Kur'an'ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı
Kur'an'da Allah, İslâmî tebliğ ve faâliyetin güçlenmeye başladığı dönemlerde müşriklerin mü'minlerle uzlaşma taleplerinden bahsetmektedir. Onların teklif ve tehditlerine uyup İslâm'ın temel ilkelerinden, tevhidî anlayıştan tâviz vererek uzlaşmaması için Kur'an, Rasûlullah'ın şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır. "(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49). Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. (Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (gururunu kırıp rezil edeceğiz).” (68/Kalem, 8-16). Müşriklerin, Rasûlullah’tan tevhid mücâdelesinde tâviz verip uzlaşma içinde olması yönünde istekleriyle ilgili olarak bu âyetler nâzil olmuştur. Etkili çevreler siyasal güçlerini kullanarak, yetkili güçler egemenliklerini perçinlemek için, para babaları paralarıyla her şeyi satın alabileceklerini düşünerek ve bu sınıfların tümü müstaz’af halkın kanına ve canına yapışan saldırgan pençelerinin koparılacağını düşündüklerinden hak dâvâ eri tevhid önderlerine ya baskı yapmış veya uzlaşmaya zorlamışlardır. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (68/Kalem, 9)
“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.” (4/Nisâ, 89) “(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsrâ. 73-75) “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (18/Kehf, 28) “De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem. Siz de benim ibâdet ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak/kulluk edecek değilim. Evet, siz de benim ibâdet ettiğime kulluk yapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” (109/Kâfirûn, 1-6) “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, (öldükten sonra) Bize kavuşmayı beklemeyenler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azâbından korkarım.” (10/Yûnus, 15).
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din icat edenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Halbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; Kıyâmete kadar bütün insanlığın ruhî, ahlâkî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme veya onları tâviz pazarlığına koyma yetkisi yoktur.
Ve Birkaç Hadis-i Şerif: "Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır." (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360) "Benden sonra, yakında birtakım sultanlar/yöneticiler peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler." (Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars'dan-) "Ben bir müşrikten yardım almam!" (S. Müslim, hadis no: 151) "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab: 48, bab 52)
Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıt/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? "Ey mü'minler, deyiniz ki: 'Biz Allah'ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah'ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O'na ibâdet edenleriz." (2/Bakara, 138)
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfığın karakteridir.
Müslümanın, sadece Kendisinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz (2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175), bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, Kendisinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerinden yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Hz. Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurdun yemesinden korkarım” (12/Yusuf, 13) demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurdun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı (12/Yusuf, 17-18).
İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İslâm'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir." (2/Bakara, 256)
İslâm, "lâ (hayır)" kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm'ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah'ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah'ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.
Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
Rasûlullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm'a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz. Peygamber'in deli, şâir, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasûlünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasûl'ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru'n-Nedve'ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.
Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasûlullah bu tekliflerin tümüne Kur'an'dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı. Zaten Rasûl'ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini, bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.
Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl inançlarını, ibâdet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı. Ebû Süfyan, Velid bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebû Tâlib'e giderek Hz. Peygamber'i şikâyet edip şöyle demişlerdi: "Ey Ebû Tâlib, yeğenin dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor, atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil, biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana kadar savaşırız." Ebû Tâlib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz'e anlatınca Rasûl-i Ekrem’in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: "Amca, vallahi, bu dâvâdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücâdeleden geri kalmam." (İbn İshak, Siyer, Akabe Y. s. 257-263)
Hz. Hamza'nın müslüman olduğu günlerde Utbe isimli müşrik, Peygamberimiz'in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile getirmiştir: "Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tâyin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız." Utbe sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okumuştur: "Hâ Mîm. (Kur'an) Rahmân ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapacağız’. De ki: 'Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!" (41/Fussılet, 1-6)
Bir gün Peygamberimiz Kâbe'yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: "Yâ Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasülü'nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: "Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibâdet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibâdet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!" (109/Kâfirûn, 1-6)
İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman İslâm'ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke'de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü'minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur'an'ı ve Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O'na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.
Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz (33/Ahzâb, 21) önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasûlullah, müşriklerle savaşmak için Bedir'e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasûl-i Ekrem'in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber Efendimiz, "Ben bir müşrikten yardım almam!" diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde "Allah'a ve Rasûlü'ne iman ediyorum" deyince "o halde yürü!" diye orduya kattı (S. Müslim, hadis no: 151).
Rasûlullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Halbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücâdelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm'ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşmamaktadır.
İslâm adına verilen mücâdele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasûlullah'ca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasûlullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça: "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab 48, bab 52) diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.
İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?
Peygamberimiz'e yapılan teklifte de, tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm'ın sosyal hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm'ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah'a bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.
Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle "ısırıcı krallık" rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah'ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din'e nice bid'at ve hurâfeler girmiştir. Müslümanlık, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden çıkarılarak sapmalarla, nihayet T.C.’nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığına dönüştürülmüştür. Gelinen noktanın Osmanlı'dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm'ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar'ı geçmektedir.
Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah'a aittir. O, dilediğini güçlü kılar (3/Âli İmran, 126). Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, hallüsinasyondur. Müslümanlar, önce Allah'a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O'nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmelidirler ki, "Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (2/Bakara, 249). Allah'a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki manada güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü'min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah'ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah'ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.
Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.
Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir (Halbuki Kur'an'dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü'minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır). Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak İlâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.
Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz" derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek; ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızasını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.
Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamanında dünyayı titreten Ihvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak Din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı, bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.
İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
İnsanın niçin tâviz verme ihtiyacı hissettiğinin sebeplerini saymaya çalışalım:
a- Ya dâvâsının prensiplerinde uzlaşmacılığa teşvik veya en azından ruhsat vardır. Bu, müslümanın dâvâsı için kesinlikle geçerli değildir. "Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde asla bir yol vermez." (4/Nisâ, 141). "İzzet (şeref, güç ve kuvvet) Allah'ındır, Rasülü'nün ve mü'minlerindir." (63/Münâfikûn, 8). Ayrıca, tevhid kelimesinin "lâ" ile tanrılık iddia eden Allah'ın dışındakilere "hayır!" la başlaması; yukarıda izah edilen peygamberimizin müşriklerin uzlaşma ve yardım tekliflerine kesin red cevabı vermesi ve "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız" gibi açık nasslarla bu uzlaşmacı yolun tıkalı olduğu belgelenmiştir.
b- Ya tâviz verdiği bazı parçalar, insan için fazla mühim olmayan, uğrunda zahmet çekmeye değmeyen, olmasa da olabilecek cinsten hafif değerlerdir. Bu da müslümanın dâvâsı için düşünülemez. İslâm parçalanmaz bir bütündür. İslâm'ın bir esasını yok sayan, hafife alan kimse İslâm'ın dışına çıkar. İslâm'a hiç bir şey galebe çalamaz. Onun en küçük cüzüne, bir müslümanın bin kellesi olsa, tümünü gözünü kırpmadan feda edebilir/etmelidir. En küçük İslâmî bir esas bile dünya nimetlerinin tümüne değişilemez. İslâm'ın her türlü esaslarını kabul ettikleri halde, sadece zekât vermeyen bir kabileye Hz. Ebûbekir'in savaş açması bile bu konuda delil olarak yeter. ("Dinimizde 'İslâm devleti' diye bir kavram yoktur", "en güzel demokrasi İslâm'dır" diye vecizeler(!) döktüren, "başörtüsü teferruattır" diyen ve diploma için kızların başını açması câizdir, diye fetvâ verenlerin kulakları çınlasın.)
c- Ya karşılığında daha kıymetli şeyle alır, böylece dâvâya hizmet etmiş olur. Beşerî değer ölçüleriyle, müstekbirlerin verdiği tâvizlerin büyük, istedikleri tâvizin ise küçük görülmesinden dolayı tâviz verilir. Şeytanın Hz. Âdem'e cennette ebedî kalma vaadi karşılığında yasak ağaçtan yeme tâvizini istemesi gibi (20/Tâhâ, 120-121). Şeytan ne verdiğini ve ne istediğini gayet iyi bilmektedir. Şeytan ve dostlarının verdiği büyük tâviz, dâvâ için yararlı gözükse de; istedikleri küçük tâviz, müslümanları Allah'ın yardımından uzaklaştırmakta ve dâvâyı kişisel görüşlere göre değişebilen beşerî bir dâvâ hüviyetine sokmaktadır. Kâfirlerin vereceği hiçbir tâviz, Allah'ın dünyadaki yardımından ve âhiretteki cennetinden büyük olamaz. Abese sûresinin nüzul sebebi ve Allah'ın ihtarı, hizmet için çok iyi niyetlerle ve küçük bir tâvize açılan tüm kapıları kapamıştır.
d- Ya korktuğu için tâviz verir. "Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü'minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." (9/Tevbe, 13) "İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 44)
e- Ya kendisine ve dâvâsına itimadı, güveni tam değildir. Kendi kimliği ve dâvâsının hüviyetini açıklamaktan ürken şahsiyetsiz bir zavallıdır. Şeref ve izzeti, kendi dâvâsının dışında arar. Bukalemun tiplidir. Onun için kolaylıkla tâviz verip rahatına bakar. "O münâfıklar ki, mü'minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet/kudret Allah'ındır." (4/Nisâ, 139)
Evet... Uzlaşma ve tâviz, tevhidî harekete, bütüncü, radikal, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vurur. Ve uzlaşma, karşı çıkılamaz ve değiştirilemez bir kader değildir.
Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Onun için tâvizkâr anlayışı reddeden genç müslümanlar, kendi pratik yaşayışlarındaki her türlü uzlaşma ve tâvize de öncelikle karşı olmalı ve kendine sülük gibi yapışan bu bâtıl asalakları söküp atmalıdır. Amerikan saç modeli, Amerikan tipi daracık kot pantolonuyla, elindeki Marlboro veya Coca Cola'sıyla Amerika'ya karşı çıkıp kafa tutmak, teoride bile Amerika düşmanı olmak mümkün değildir. Kişinin karşı çıktığı düşmanını gözünde büyütüp ona benzemesi, onu nice konuda örnek alması, düşmanlıkla bağdaşacak şey değildir.
Müslümanların nüfuslarının % 99'larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır. Kıyam ve devrim yolunun çok yokuş olmasının en önemli sebebi; tâviz vermeyi, uzlaşmayı normal, câiz, hatta hizmet ve cihad sayan gâfil veya hâinlerdir. Nice mücâhid(!), küfür çarklarını çevirmek, Allah'ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmek için yarışa katılmaktadır. Nice İslâmcı(!) sermaye, kapitalist ekonominin kurallarıyla holdingleşme ve Karunlaşma için ne tür atraksiyonlar yapmaktadır! Nice hacı ve hoca kızları, İslâm'a hizmet için başını açmakta, nice müslüman genç İslâm için putlara ve tâğutlara saygı duyup itaat etmeye koşmaktadır. Nice küfür sayılacak söz ve davranışlar İslâm(!) için yerine getirilmektedir. Allah'a kul olmayı bırakıp emir kulu olmak, kâfir de olsa yetkili ve etkili kişilere/kurallara boyun eğmek, hizmet ve sevap kabul edilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün; ama zülf-i yâre dokunup fincancı katırları ürkütmek de...
Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir.
Savaşçı kimliğini kuşanmaktır uzlaşmayı reddetmek. Yakın çevreden başlayarak bütün dünyaya tavır almak, meydan okumaktır. Cihada en azından teorik olarak adım atmak, eylem bilincine ulaşmak, kıyam ateşini tutuşturmaktır. Gemileri yakmaktır. Arkaya bakmadan sırât-ı müstakim çizgisinde zafere ve/veya cennete doğru koşu için start vermek, yarışı başlatmaktır. Belki imanı tartışılabilecek takvâsız, sıradan bir müslüman olmaktan çıkıp yükselerek; dâvâ adamı, Allah eri, şehâdet âşığı fedâi bir mücâhid tavrı demektir. Onun için yürek ister; hem cesaret, hem de cesaretin beslendiği enerji olan iman ve takvâ anlamında yürek ister; mangal gibi yürek. Mangalda kül bırakmayacak şekilde nutuk atmak, sonra yan gelip yatmakla uzlaşma ve tâviz yolu reddedilmiş olmaz; Sadece ona buna çatılarak nefisler tatmin edilmiş olur. Uzlaşmayı red, köleliği reddir, rahatı terk etmektir, zenginliği reddetmektir, yatakta ölmeyi düşünmemektir. Eyleme, cihada, direnişe, sabra, takvâya, uykusuzluğa, açlığa, -tabii kahramanlığa ve şehidliğe- giden yola aşkla, sevdayla koyulmaktır.
Uzlaşmanın en uç noktasını, bir zamanlar T.C.'nin en üst noktasını işgal eden kişi dillendiriyordu: "230 civarındaki ahkâm âyetini laik anlayış çerçevesinde yorumlamanın yolu bulunmalı." Uzlaşmayı reddeden cephenin bu konudaki sözü ve tavrı sorgulanmalıdır bu sözü söyleyenden önce. Bu ahkâm âyetleri yok sayılamayacaksa ve laik anlayış doğrultusunda tahrif edilerek yorumlanamayacaksa, ya da ketm edilerek gündemden çıkarılamayacaksa... Evet, öyleyse...
Uzlaşmaya karşı çıkmak, hayalî düşmanla savaşan Donkişot'luk değil; put kıran İbrahim'liktir. İbrahim, "tek başına bir ümmetti." (16/Nahl, 120). Bugün İbrahim imanı ve gözü pekliğine sahip olmayanlar, "ümmetin tek İbrahim olması"na çalışmalılar. Allah’la beraber olana, O’nun yardım ettiği kimseye kim zarar verebilir ki?! Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir. Direniş; iman, cihad ve sabır gibi altyapıya gerek duyduğu kadar, fikir ve yardım desteğiyle teşkilât ve harekete, psikolojik ve dua desteğiyle ümmete de ihtiyaç duyar. "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (3/Âl-i İmran, 104)
Tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?
Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)" (9/Tevbe, 28) dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla (7/A'râf, 179) işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar (4/Nisâ, 140), beraber aynı yemlikten yemlenir?
Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine (2/Bakara, 256) tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?
Evet... Her sistem tâviz verebilir, başka sistemlerle uzlaşabilir, ama İslâm asla! Her insan, dâvâsından tâviz verebilir, başka dâvâlarla uzlaşabilir, ama müslüman asla! Her bâtıl, başka bâtıllarla kaynaşabilir, uyuşabilir, ama hak vasfını kaybetmeden hak asla!
VUSLAT İÇİN AYRILMANIN DESTANI: HİCRET
İsmâillerimizden Allah İçin Vazgeçebilmenin Adıdır Hicret
Hicret kelimesi; sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir (73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34). Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir (29/Ankebût, 26). Lugatta göç etmek anlamına gelen hicret, şer’î ıstılahda; bir mü’minin, fitne beldesinden ve dini husûsunda korkuda olduğu bir yerden, dini husûsunda emniyette olacağı bir beldeye göç etmesidir. Dünyada büyük değişikliklere yol açan, yeni bir çağın başlangıcı olan en büyük ve en önemli hicret, Peygamberimiz zamanında Mekke’de yaşayan Müslümanların Medine’ye hicretidir.
Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.
Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı halinde Kur'an, "Allah'ın geniş arzı"nın herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait görmektedir. Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer.
Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir.
Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak, hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdiklerini, yakınlarını Allah için terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir (19/Meryem, 47-49; 60/Mümtehıne, 4).
Kur'ân-ı Kerim'de Hicret: Kur’ân-ı Kerim’de “hicret” kelimesi geçmez. Ama, hicret kelimesinin türediği kök olan “hecr” kökünden gelen çeşitli türevler, -ki bunların tümü hicret/göç, ayrılmak, terk etmek anlamındadır- Kur'ân-ı Kerim’de toplam 31 yerde geçer. Allah yolunda hicret edenlere, hem dünyada güzel bir yer, hem de âhirette ecir vardır (16/Nahl, 41). Hicret eden, sonra öldürülen veya ölenlere Allah güzel rızık verecek, hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir (22/Hacc, 58-59). Zulüm ve kötülük diyarından başka bir diyara hicret, ya gönüllü olur, veya zorla yaptırılır. Allah, hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, kendi yolunda ezâya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örtecektir (3/Âl-i İmrân, 195). Öz diyarını zorla terk, yurttan sürülmek veya çıkarılmakla gerçekleşir. Bu durumda, zulme uğrayanların kendilerini savunma hakları da doğar (Bkz. 3/Âl-i İmrân, 195; 17/İsrâ, 76-77; 59/Haşr, 8).
Kur'an'ın hicretle kast ettiği göç, sadece bedensel değildir; psikolojik ayrılık ve yönelmeler de hicret kavramıyla belirtilir. Kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Allah'a yönelmek de hicrettir. Kur'an buna Allah'a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir (bkz. 29/Ankebût, 26).
Müslüman bir toplumun bir beldede hayatta kalma ve İslâmî olarak gelişme mücâdelesinde son alternatif hicrettir. Belli bir ortamda İslâm’ın gelişmesi ya da hayatta kalması ihtimali ortadan kalktığında ve bu yolda gösterilecek çabaların sonuçsuz kalacağı anlaşıldığında, bir kişi ya da grup o ortamı terk etmeye karar verebilir. Bir kişi, şayet düzenli olarak teşekkül etmiş bir topluluğun üyesiyse ve topluluk hicret etmeye karar vermişse, o kişinin de toplulukla birlikte hicret etmesi gerekir. Kendi elinde olmayan şartlar dolayısıyla bunu yapamaması ayrı bir konudur (4/Nisâ, 98). Böylece hicret, bir iman imtihanı haline gelir (4/Nisâ, 88-89; 8/Enfâl, 74).
Hicret eden, hakiki bir mü’min olduğunu ispatlar (8/Enfâl, 74-75). Allah’ın rahmetine mazhar olur (2/Bakara, 218), günahları affolunur (3/Âl-i İmrân, 195) ve hem bu dünyada, hem de âhirette büyük mükâfât kazanır (9/Tevbe, 20; 16/Nahl, 41; 22/Hacc, 58; 4/Nisâ, 100).
Hicret, Allah’ın mükâfât vaad edip övdüğü bir fiil olduğu gibi, hukukî haklar da getiren bir eylemdir. Başka bir müslüman topluluğun yanına hicret edenler, o topluluktan ekonomik yardım almaya hak kazanırlar (59/Haşr, 8). Hicret etmeyenler İslâmî devlettekilerden velâyet haklarını talep edemez (4/Nisâ, 89).
Mü’min, yaşadığı ülkesinde yeterli şekilde inanç ve ibâdet hürriyetinden mahrum ise, inancına göre yaşayabileceği özgürlük ülkelerine hicret etmelidir. İmkân bulanların zulüm ülkesinden özgürlük ülkesine hicret etmeleri farzdır. İmkânları varken bunu yapmayanlar Allah katında sorumlu düşerler (29/Ankebût, 56; 4/Nisâ, 97)
Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dinini, Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka kimselere veya şeylere kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. Bütün yeryüzü Allah'ın olduğu halde, mekânların Allah indinde en çok sevileni, içinde kullarının yalnız Kendisine ibâdet ettikleri yerlerdir.
İslâm, hiçbir şeyin putlaştırılmasına müsaade etmez; isterse bu, içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın, malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hâtıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibâdet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibâdetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır."
Bütün bâtıl ideolojileri, tâğutî düzenleri, câhiliyye âdet ve anlayışlarını terk eden, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden ayrılıp uzaklaşan, tâğuttan kaçınan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Rasûlullah (s.a.s.) da İslâm’ın ibâdet ilkelerini yerine getiren kimsenin Allah yolunda hicret etmiş gibi olacağını, fizikî (ülke değişikliği) anlamında göç etmemiş de olsa Allah’ın onu bağışlayacağını haber vermiştir (Tirmizî, Sıfatu’l-Cenneh 4, hadis no: 2650). İmanlara ve İslâmî yaşayışa çok yönlü saldırıların gözlendiği modern câhiliyyenin hortlatıldığı günümüz ortamında mü’minlerin imanlarını koruyup gereği gibi ibâdetlere sarılmaları hicrettir. Büyük Muhâcir, bu konuda şöyle buyuruyor: “Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir.” (Müslim, Fiten 26, hadis no: 130; Tirmizî, Fiten 28, hd. no: 2297)
İnsanın dünyaya gelişi de, ölümü de bir hicrettir. Cennete yaratılan insan dünyaya hicret etmiş, esas hicreti de Cenneti hak eden bir hayattan sonra O’na döndürülerek yapacaktır.
"Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor." (39/Zümer, 6). Dokuz ay konuk olduğu annesinin karnından hicret edip dünyaya gelen bebek, çocukluğa, gençlik ve ihtiyarlığa doğru hicretini yapacak, misafiri olduğu dünyadan, sonunda anne karnı gibi daracık ve karanlık kabre göçecek. Orada da hicret bitmeyecek, âhiret denilen son(suz) hayatla hicreti tamamlayacaktır. Topraktan Yaratan’a doğru hicrettir aslında tüm dünya hayatı. Cennette yaratılan insan yine cennete dönecek. Daha doğrusu, insan O’ndan geldi, O’na dönecektir; hicret bu şekilde sona erecektir.
İnsan her an hicreti yaşamaktadır, farkında olmasa da. Kalbi/gönlü, hayali, düşünceleri, psikolojisi her an hicreti yaşamaktadır. Aynen bazı hücrelerinin ölüp bazılarının yaratılmasındaki hicret gibi; kanının devamlı hicreti gibi. Bu yazıyı okurken kaç organımız hicreti yaşıyor, düşündük mü?
Yaratanın yarattığı kanundur, sünnetullahtır hicret. O yüzden sadece insan değildir hep hicreti yaşayan. Bulutların oradan oraya hicreti olmasaydı yağmur yağmaz, yağmur bulutlardan yere hicret etmeseydi rahmetsiz kalırdı tüm varlıklar, hicret edecek yer de bulamazdı. “De ki: ‘Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (67/Mülk, 30). Bir adı da yağmur olan rahmet hicrettir, hicretin rahmet olduğu gibi. Hareketsiz/hicretsiz su bile kokuşacak, sinek yuvası ve pislik adası olacaktır.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı yokluk âleminden varlık âlemine hicret etmekte, doğup vücuda gelmekte, bir nicesi de hayatı terk ederek bilinmeyen âleme doğru hicretini sürdürmektedir. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, Yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından, devamlı hicret kanununun işleyişinden başka bir şey değildir. "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor." (16/Nahl, 8)
Arı, kovanında hapis hayatı yaşasa, çiçek çiçek hicret etmese nasıl bal yapacaktır? Demek ki bal (gibi tatlı gelen şeyler) için hicret şarttır. Leylekler kış gelince hac yolculuğuna çıkıp hicret etmese hayatlarını nasıl devam ettirecekler? Kuşlar yuvalarından hicret etmese, kendilerinin ve yavrularının karınları nasıl doyar?
Hicret, aynı zamanda Batıdan Doğuya, bâtıldan hakka, dalâlet ehlini taklitten sırât-ı müstakîme yolculuktur.
Sıçramak için geril(e)mek gerekir. Aynen bunun gibidir hicret; kaçmak, geriye dönmek değil; mevzî/strateji değişikliğidir.
Hicret, haramlardan helâlara, zulümden adâlete, isyandan tâate, atâletten faâliyete yönelmektir.
Kelime-i Tevhid, her çeşit bâtıl tanrı anlayışından, Allah’a şirk/ortak koşulan her inanç ve düşünceden Allah’a hicrettir. Tâğutları, sahte tanrıları “lâ” kılıcıyla kesip atarak, red ve terk ederek “illâ” ile Allah’a yönelip hicret etmektir. Şirk pisliğinden tevhidin güzelliğine, küfrün karanlıklarından imanın nûruna, haramların zararlarından helâl nimetlerin faydalarına hicrettir tevhid.
Tüm ibâdetler de hicret fonksiyonuna sahiptir. Namaz hicrettir, hem de göklere/yücelere miractır, yukarılara yolculuktur, asansördür, kaldıraçtır. Zekât, cimrilikten cömertliğe, sahiplik iddiâsından emânetçilik bilincine hicrettir. Hac, doğduğu veya doyduğu yerden ayrılmak, vahyin indiği yerlere beden ve gönülle hicret değil midir? Oruç, hayvanlarla ortak olan yeme-içmeyi terk edip, yiyip içmeyen meleklere benzeyip melekleşmeye hicrettir.
Tefrikadan vahdete, bireysellikten cemâate, ilgisizlikten kardeşliğe göç etmektir hicret. Tâğutların çürük ipinden kopması mümkün olmayan Allah’ın gökten uzattığı ipine (Kur’an’a) sarılmaktır hicret.
Müslümanca, muvahhidce bir hayat; İbrâhim (a.s.) gibi “Yuh olsun size de, Allah’ı bırakıp taptığınız şeylere de. Siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67) deyip, İbrâhimî hicreti yaşamaktır: “… (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.” (29/Ankebût, 26)
Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ve… Mekke’den Medine’ye hicret olmasaydı? Düşünmek bile istemez insan…
Hayat, baştan sona yüzlerce, binlerce ayrılıkla doludur. Mü’min de kâfir de nice ayrılıklar tadar. Niçin sen Allah için her sevdiğinden seve seve hicreti/ayrılmayı zor görüyorsun? Bilmez misin Kur’an’da belirtilen şu sünnetullahı: “Sevdiklerinizden infak etmeden, onlardan ayrılmadan iyiliğe/cennete kavuşamazsınız.” (3/Âl-i İmrân, 92)
Hicret, kişi veya kişilerin bulundukları yerden bedenle, dil veya kalp ile göç ederek ayrılmasıdır, bir şanlı destandır hicret, sevda için güzel çile, zafer için de bir bedel.
Hicret, sadece bir takvim başlangıcı değil; bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açılmasıdır. Hicretle birlikte câhiliyye, yerini mutluluk çağına bırakmıştır. Kur’anî tarih yorumuna göre insanlık tarihinde her biri hicretle başlayan üç çağ vardır. Hz. Âdem’in Cennetten hicreti/firakı ile başlayıp Hz. Mûsâ ve mü’minlerin Mısır’dan hicretine kadar süren kurûn-ı ûlâ/İlk çağ, bu olayla birlikte başlayan kurûn-ı vustâ/Orta çağ ve Hz. Peygamberimiz’in hicretiyle başlayıp kıyâmete/yaratıkların zorunlu hicretine kadar sürecek kurûn-ı uhrâ/Son çağ.
Hayat; iman, sabır, hicret ve cihaddır. Bunlar olmadan hayat, yaşamak değil; olsa olsa ömür tüketmek ve tükenmektir.
Bireyden cemaate, cemaatten devlete adım atmak, Hak dâvâya uygun ortamlar aramak, meş’aleyi uzaklara taşımak, muhteşem dönüş için hazırlanmaktır hicret.
Hicret, nebevî bir harekettir, peygamberlerin ortak kaderidir; Onların izinden gidenlerin de değişik biçimleriyle hayatlarının en az bir diliminde ortaya çıkan bir tavırdır.
Hicretin kendisi ve uygulanış şekli, baştan sona “tedbir” demektir; Allah’ın bilmediğimiz kapılarını açması için bildiğimiz kapıları usûlüne göre çalma, çözüm ve çıkış yolu için fiilî duâdır.
Hicret, savaş alanından kaçmak, mücâdeleyi bırakmak değil; daha güçlü bir şekilde dönmek için strateji değişikliğiyle, siyasî manevrayla kamp yeri arayıp orada güç toplamaktır.
Yurt dışında aranan destektir. Daha hızlı sıçrayabilmek için gerileme ve gerilmedir. Cephe değişikliğidir, merkezi dışarıdan sarıp kuşatmak, merkezi fetih için çevreden eyleme geçmektir hicret.
Hicret, baskıları durdurma gücünün olmadığı yerde, baskıların kendini durdurmasına izin vermemektir. Zulme boyun eğmeme, zilleti kabul etmeme bilincidir.
Hicret; yolunu bulanların, daha doğrusu yoldan çıkanların yolsuzluklarıyla Hak yolu tıkadığı durumlarda çıkış yolu bulma girişimidir.
Hicret, taşlaşmış kalpleri ve yerleri terkedip su çıkacak vâdiler keşfedip faâliyeti verimli topraklarda yoğunlaştırmaktır. Fidan halindeki dâvâyı verimsiz topraktan çıkarıp elverişli bir toprağa götürüp dikmektir hicret.
Hicret, doğduğumuz veya doyduğumuz yerin Allah için terk edilemeyecek değerde olmadığını ilan etmek, Allah'ı her şeye tercih etmektir.
Hicret, memleketinde müslümanca yaşayamayan bir mü’min için, Allah’ın geniş arzında mutlaka müslümanca ve insanca yaşanacak bir yer olduğunun bilincine varmaktır.
Hicret; kavmiyetçilik, ırkçılık, şehircilik anlayışına vurulan darbenin adıdır. Ülke vatandaşlığından ümmet bilincine yükselmektir. Kendi memleketinin bâtıl yönetimine karşı mücâdele hazırlığıdır.
Müslümanların zulüm düzeninin bir parçası olarak yaşamayı reddedişleri ve küfrün karşısına bağımsız bir güç olarak çıkma tavrıdır hicret. İnsanî ve İslâmî haklarını gasbeden tâğutlardan berî olmak, onları protesto etmektir. Sadece zulümden kurtulmak değil; aynı zamanda zulme karşı çıkma ve son verme eylemidir.
Hicret, daha yüksek ideal ve hedeflere ulaşmak için sevdiklerini gözünü kırpmadan geride bırakarak çıkılan yolculuğun adıdır, İlâhî yardımın paratoneri, zaferin müjdesidir.
Altyapısını iman ve sabrın oluşturduğu hicretin bir sonraki aşaması cihaddır. İmansız sabır, sabırsız hicret, hicretsiz cihad/kıtâl, cihadsız zafer ve kurtuluş olmaz! Hicret; sosyal, siyasal ve askerî alanlarda cihad için düğmeye basmak, eyleme geçmektir.
Bozuk çevreden güzel çevreye geçmek, çevrenin çocuklarını ve kendini mahvetmesine izin vermemektir; çevreyi düzeltemiyorsak çevrenin bizi bozmasına müsâade etmemektir.
Hicret, câhiliyye ile, onun kural, kurum ve bağlılarıyla ilişkileri koparıp atmak, bağımsız ve özgür olarak İslâm’a teslim olup O’nun hâkimiyeti için çalışmaktır.
Esâretten kurtulma gayretidir, görünen ve görünmeyen zincirleri kırmak, zindandan özgürlüğe çıkmak, mahkûmiyetten hâkimiyete adım atmaktır.
Mü’min kimse, hür olarak insanca ve dâvâsı uğruna yaşayabilmek için gerekli her bedeli ödemeye hazırdır; dünyada izzet ve devletin, âhirette de cennetin bedeli hicrettir.
Tevhid mücâdelesinde bulunan insanların şu veya bu şekilde geçmek zorunda olduğu bir kapıdır, köprüdür, süreçtir hicret.
Bedeni, dili ve kalbi ile insanın kendisine Allah’ı unutturan çevresindeki her şeyden ayrılarak bütün varlığı ile Allah’a ilticâsıdır.
Hicret, Allah’a yönelmektir, O’na yaklaşmak, O’na sığınmaktır. Madde ve menfaat için, dünyevî eğitim için; iş, aş ve eş için hicretleri çok gördük. Ama günümüzde Allah için hicret edenleri nasıl göreceğiz?
Küfürden imana, haramlardan helâllere, günahlardan sevaplara, isyandan itaate, kötülükten iyiliğe, rezîletten fazîlete göz arkada kalmadan yapılan kutlu bir yolculuktur hicret.
Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. Evde kılınan namaza karşılık, câmiye hicret edilerek cemaatle kılınan namazın yirmi yedi derece sevabı, hicret rûhunda saklıdır.
Yeryüzü yerinde saymıyor, her an dönüyor, hareket/hicret ediyor. Gökteki tüm yıldızlar, galaksiler, güneşler de yörüngeleri etrafında her an hicret halindeler (36/Yâsin, 38-40). İnsandaki kan, vücut organları arasında hicret etmeseydi, ne olurdu? Öyleyse, hayat hicrettir, hicretsiz hayat olmaz.
Yerdeki sular buharlaşarak göklere hicret eder, bulutlar hicret içinde onları taşır, rahmet kanatları yeniden işlenip şekillenen bereket damlalarını hicret ettirerek taşıyıp uygun yerlere gönderir/hicret ettirir.
Bitki tohumları hicret ederek canlanır, yeni mekânlarda yeni bir hayata başlar; bazı hayvanların yaşaması için her mevsim vatan değiştirip hicret etmeleri hayatî bir zarûrettir.
Hemen tüm hayvan ve insanların nimetlere ulaşması için hicret etmeleri şarttır. İnsan, önce anne karnına, sonra yeryüzüne, daha sonra ebedî âleme hicret eden bir muhâcirdir. Hicret bir fıtrat kanunudur.
Allah’tan gelen ruh O’na hicret edecektir. Dünya otelinde misafir olan insan adlı yolcunun son durağı, bu muhâcirin son hicret yurdu Cennet olmalıdır, çünkü orası onun ana vatanı, baba ocağıdır. Muhâcir insan orada yaratıldı, orası için yaratıldı, onu hak etmek için yaşamalıdır.
Hicret; Allah için gerektiğinde evi, iş yerini, mahalleyi, şehri veya ülkeyi değiştirebilmektir. Gerekiyorsa işi, eşi, aşı, malı-mülkü, okulu, diplomayı, makamı, rahatı, vatanı... terk edebilmektir.
Fânî olan şeyleri terk etmedikçe Bâkî olana, ebedî olana kavuşmanın imkânsız olduğunu kavramaktır.
Hicret denilince, kardeş kavramları, “muhâcir” ve “ensâr”ı, “kardeşliği” ve “fedâkârlığı” hatırlamamak ne mümkün! Hicret rûhunu kaybedince onları da kaybettik ve kaybolduk.
Ey hicret! Sen müslümanların takvim başısın. Müslüman olduğunu iddiâ ettikleri halde, hıristiyanlara göre ve onlar gibi "yılbaşı"nı kutlayanlar seni yeterince tanımıyor ve değerlendirmiyorsa, onları da mesajınla dirilt!
Yalvarıyoruz ey güzel hicret! Ne olur bizden hicret etme!
Nerdesin Ey Güzel İsyan?
İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyunlarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, tv. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesi, inançsızlaştırılması ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddiâ eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii, her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye dönüşecek; fitne de, toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.
"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye kollarını makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.
İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan da kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber bulunurlarsa isyan öne çıkmış olur. Bazı insanlar, övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları yok” diye bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi insan olduğu vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı açığa çıkacaktır. Yani, itaatsizlik de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen biri, isyan içinde demektir, isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları olmasın.
Yine, Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı (2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36) gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur (4/Nisâ, 14). Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)
Allah’a itaati terk eden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.” (6/En’âm, 129). İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” (Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127)
Hz. Ömer’in, “ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılırsam, ne yaparsınız?” diye sorduğunda, cemaatten herhangi bir genç, ayağa kalkıp “Allah’a ve Rasûlüne azıcık muhâfet etsen, itaatten kıl kadar ayrılsan, seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” diye cevaplaması, Hz. Ömer’in de bu cevaba şükretmesi, örnek alınma gereği duyulmadan, sadece tarihî bir vaka olarak değerlendirilemez.
İnsanların insanlara haksız hükmü, tahakkümü doğurur. İnsanların Allah’a itaati ise adâlet, huzur ve saâdeti neticelendirir. Şu bunalım çağını saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti güncelleştirmek için bundan başka çözüm yoktur. Bilindiği gibi, Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “... Allah'a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Olumlu anlamda isyan, gerekli şekilde ve gereken yerlere gösterildiğinde cihad farîzasını içerir. Küçüğüyle büyüğüyle, silâhlısı ve silâhsızıyla, dış düşmanlara, iç düşmanlara, şeytana veya nefse karşı olanıyla, kâfire veya münâfığa, yani her çeşidiyle cihad, bir isyandır. Dinin müsâade etmediği durumlardaki isyan ise, fesattır, fitnedir, anarşi ve terördür. İsyanın gerektiği yerleri tespit, İslâm’a göre farklı; câhiliyyeye göre farklı olduğundan, nice cihad eylemi, câhiliyye bakış açısına göre isyan; ayaklanma, terör ve fundamentalizm yaftası yiyebilmektedir. Müslümana göre de, namaz kılmayan veya tesettüre uymayan, ya da içki içen birisi Allah’a isyankâr, yani fesatçı, anarşist bir kimse kabul edilir.
“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir. Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı koyma anlamlarını kazanmıştır. Hz. Mûsâ’nın değneğinin adı da “asâ” idi. Yani “isyan” kelimesinin kökü olan kelime. Hz. Mûsâ’nın asası hem bilinen değnek idi, hem de o günün tâğutu Firavun’a karşı O’nun haklı isyânını sembolize ediyordu. Allah’a ve O’nun peygamberine itaat etmeyip isyanla damgalanan Firavun’a (bkz. 10/Yûnus, 91; 79/Nâziât, 21) isyan, Mûsâ (a.s.)’ın mûcizesi olmaktadır. Hz. Mûsâ’nın asâ mûcizesi, aynı zamanda, zâlim ve âsilere karşı kıyâmı, onlara sopa göstermeyi, isyanı da içermektedir.
Bilindiği gibi, Mûsâ (a.s.) Firavun’un tanrılığına ve saltanatına isyan etmişti. Çünkü Firavun, yoldan çıkmış ve tanrılık iddiasına kalkışmıştı. Bir zulüm düzeni kurmuş ve o düzen ile insanlara haksız yere hükmediyordu. Hz. Mûsâ ise Allah’tan aldığı emirle ona karşı gelmiş, ona itaat etmemişti. İşte Hz. Mûsâ’nın elindeki asâ, zâlim yönetici Fir’avn’a isyanın sembolüydü.
Şeytan, Allah’ın ”Adem’e secde edin” (2/Bakara, 34) emrine karşı gelerek ilk isyan eden oldu. Yani Allah’a karşı geldi, itaat etmedi. O yüzden olumsuz anlamda isyanın pîri/duayeni şeytandır. Hz. Mûsâ’nın isyanı ise müspet ve güzel bir isyandı. Demek ki isyan kavramı hem olumlu bir mânâya, hem de olumsuz bir anlama gelebilir.
İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem de yıkma anlayışı vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a ve O’nun ilkelerine karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar. Peygamberler ve onların izinden giden mü’minler, kötülüklere ve Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere itaat etmezler, onlara ve onların zulüm dizenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin yıktıklarını yapmaya çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı isyandır.
İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut yönetimlerin uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan etmemek, korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri ve yanlışları kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı durdurur. Peygamberlerin en temel özelliklerinden birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ ve onu hâkim kılma mücadelesi oluşturmaktadır. Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. Firavun da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa, esas isyan edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, inkılapçı bir ruh ve mûcizevî özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten, zararı hem kendine hem çevresine bulaştıran olumsuz bir isyandı.
Hz. Mûsâ ve asasından, Firavun’a isyandan söz açılmışken, kocası Firavun’a değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak eksiklik olur. Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birisine kocası da olsa, devlet başkanı da olsa isyan ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.” (66/Tahrim, 11)
Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah'a ve peygamberi Mûsâ’ya iman ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir. Ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak ona işkence edilmiştir. İman edip Allah’ı itaat edilecek tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz kalan Âsiye, Kur'an'da mü'minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. Hadislerde de Âsiye'den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem'le birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir. (Bkz. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 70). İsyan edilmesi gerekenlere, sırf bedel ödemenin dünyevî zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenin, Âsiye kadar zâlim ve tâğutlara isyan edemeyenin ne kadar erkek olduğu, ne kadar inançlı olduğu takdir edilebilir.
Kur’an’ın bildirdiğine göre itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin vesilesi olduğu gibi (3/Âl-i İmrân, 132), cennetin (4/Nisâ, 13) ve inkârcılara karşı kazanılacak zaferin de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar ve ziyanların sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla (25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66) ve cehennemle (4/Nisâ, 14, 115) sonuçlanan âdiliktir (11/Hûd, 59). Allah’a ve Rasûlüne itaatten yüz çevirmek, mü’minlik iddasına ters düşer (24/Nûr, 47). Kalabalığa, çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan sapmayı sonuçlandıran bir tehlikedir (6/En’âm, 116).
İtaat Edilmesi Gereken Kimseler: Kur’an’da itaat edilmesi gerekenler; Allah, peygamberler ve müslüman ülü’l emr olarak belirlenir (4/Nisâ, 59).
İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler: Kur’an’da itaat edilmesi yasak olan kimseler sayılarak mü’minlerin kimlere isyan etmeleri, en azından sivil itaatsizlik yapmaları gerektiği belirtilir: Kâfirler (25/Furkan, 52; 3/Âl-i İmrân, 149), ehl-i kitap (3/Âl-i İmrân, 100), münâfıklar (33/Ahzâb, 1), kendisini Allah yolundan uzaklaştıran ve saptıran liderler ve büyükler (33/Ahzâb, 64-68), şeytan ve şeytanın dostları (6/En’âm, 121), günahkârlar ve nankörler (76/İnsan, 24). Yalancılara (68/Kalem, 8-9), ahlâksızlara (68/Kalem, 10-14), gâfillere, zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) gaflette olanlara (18/Kehf, 28) namaza engel olanlara (96/Alak, 19), aşırılara, israfçı ve fesatçılara (26/Şuarâ, 151-152), şirke zorlayan ana-babaya (29/Ankebut, 8; 31/Lokman, 14-15), halka, insanların çoğun(luğun)a ve zanna (6/En’âm, 116; 49/Hucurât, 7; 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66), insanların ve bilmeyenlerin hevâlarına/kötü arzu ve isteklerine: (5/Mâide, 49-50; 45/Câsiye, 18), Allah’a ve Rasûlüne isyânı (haram olan bir şeyi) emreden kim olursa olsun, ona: “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” (Müslim, İmâre 38) “Ma’siyet (Allah’a isyan, haram ve günah) konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, ancak mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” (Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre 39; İbn Mâce, Cihad 40)
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. İnsanımıza abdesti bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler anlatılamadığı, anlatılmasına izin verilmediği için, tersine her çeşit günah ve isyan için, bunlar imanı bozmaz, diye, bunlar olmadan da müslümanlık olur diyerek “Allah’ın affına güvendirerek kandıran kimselerin” (31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14) aldattığı insanımızın mü’mine benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez. Olayın iman boyutu, kabul ve itaat sözü olan “illâ Allah” tan önce gelmesi gereken red ve isyan sözü “lâ ilâhe” ile ilgili tevhid penceresinden bakışla bir ufuk turu yaparak çağdaş yaşam değerlendirilmelidir. Kayıtsız şartsız itaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaatı tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.
Tevhidî çevre içinde, toplumun ve yönetimin Allah’a itaati şiar edindiği yerde mü’mine yakışan “işittik ve itaat ettik” demek olduğu gibi; şirkin ve Hakka isyanın hâkim olduğu yönetim ve çevre şartlarında mü’mine yakışan “ne işittik, ne de itaat ettik”, yani “dinlemiyoruz, itaat etmiyoruz!” demek, kutsal isyanı öne çıkarmaktır. İslâm’ın hâkim olduğu yerdeki müslümanın temel tavrı ile İslâm’ın mahkûm olduğu konumdaki tavrı elbette aynı değildir. Bunu Âsiye ismi ile örneklendirebiliriz: Peygambermiz, câhiliyye döneminde müşrik babaları tarafından çocuklarına verilmiş olan, mânâsı şirki çağrıştıran isimleri; anlamı kötü ve ahlâksızlığı hatırlatan adları değiştirirdi (Bkz. Buhâri, Edeb 108; Ebû Dâvud, Edeb 62; İbn Mâce, Edeb 32). Bu kabilden olmak üzere “isyankâr, isyan eden kadın” anlamına geldiği için “Âsiye” ismini değiştirmiştir. Yeni müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi. Rasûlullah (s.a.s.) onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: “Sen Cemile’sin” dedi. (Ahmed bin Hanbel, Müsned II/18; Dârimî, Sünen, İsti’zân 62). Ama aynı Rasûl, Kur’an’da ismi belirtilmeyen “Firavun’un hanımı”nın “Âsiye” olduğunu bildirmiş ve ondan övgüyle söz etmiştir (Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 70). Bundan şöyle bir çıkarım yapmak herhalde yanlış olmaz: İslâm’ın hâkim olduğu, yönetimin ve çevrenin Allah’a itaat edenlerden teşekkül ettiği ortamda Âsiye/isyankâr olmak büyük bir yanlıştır. Ama Firavunların hâkim olduğu ve Allah’a itaat etmeyenlerin egemen olduğu ortamlarda Âsiye/isyankâr olmak; dünyevî açıdan riskli olsa da en temel, kurtuluş için en emin tavır, Rasûluullah’ın övgüsüne mazhar olan en doğru yoldur.
Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değildir. Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz. “Münkerler” etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani “nehy-i anilmünker” yapmak mecbûriyetindedir. Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî... alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir. Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilâhlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır. Bu tavır takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek de mümkün değildir (2/Bakara, 256). Trafik ışığı olarak kırmızı lâmba konusunda itaatsizliğin cezası değerlendirilir de, Allah’ın koyduğu helâl-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?
İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı. Küfre isyan edemeyen müslüman, en azından itaatsizlik yapmalıdır. Zâlim otoritelere karşı sivil tepki ve sivil itaatsizliğin en güzel destanlarını peygamberler yazmıştır. Nemrutlara itaat etmeyip putlarını kıran İbrahim, Firavunlara başkaldıran Mûsâ, câhiliyye şirkine karşı en şanlı direniş, en anlamlı tepki ve en güzel savaş sayfalarını yazan Hz. Muhammed...
Yeşilciler, çevreciler, hayvan severler, sendikalar, spor fanatikleri... kadar bile tepkilerini dillendiremeyen dâvâ adamları(!); sayıları kırkı bulur bulmaz sivil itaatsizlik ve tepkilerini sokağa taşıran, sloganlar atarak, tevhidi gülle gibi meydanlara savurarak kutsal isyana giden yolu açanları sadece tarihte yaşanıp bir daha tekrarlanamayacak masal gibi değerlendirirler. Onların çoğu, zenginliğin ihtiraslı rüyalarının mahmurluğu içinde dünyevîleşme çarkında veya hor gördüğü müslümanları bırakıp müşriklere hoşgörüler dağıtmakta, bazıları da tâğutları, kâfirleri darıltmamaya özen göstermekte, hatta kimse inanmasa da büyük putları sahiplendiğini ilân etmede veya etliye sütlüye karışmadan gününü gün edip, suya sabuna karışmadan temizlik(!) peşinde.... Allah'a iman ettiği halde tâğuta kulluk yapmak, küfre dolaylı da olsa hizmet etmek, Allah'a itaat etmeyene muhâlefet bile yapamadan ot gibi yaşayıp gitmek, her konumdaki ve her zihniyetteki âmire itaat edip emir kulu olmak, bütün bunlar Allah'a hakkıyla kul olmak isteyen bir müslümandan, cehennem kadar uzak olması gereken hususlardır.
İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:
“Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere Kur’an’daki İlâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar (Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77 -Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslam adlı eserinden naklen-).
İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâli da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21) “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36)
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18). “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)
Kimileri ‘Allah vardır ve yücedir’ derler, ama O’na birtakım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri ilâh (c.c.) gibi düşünüp değerlendirirler veya Allah’a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da ‘Allah büyüktür’ dedikleri halde hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah’ın koyduğu helâl ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine ‘tâğutların’ hükümlerini benimserler. Bu gibi kimseler Tevhid’e iman etmemiş sayılır. Çünkü Hz. Allah, hem eşi ve benzeri olmayan tek ilâhtır, hem de tek Rab’dir. Tek Rab olmanın anlamı; yaratan, şekil verip terbiye eden, yöneten, tek sahip ve hüküm koyucu demektir. İlâhlığı Allah’a yakıştırıp da rabliği başkalarına tanıyanlar Tevhid’i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar ‘şirk’ koşup müşrik olanlardır.
Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen, Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, ‘bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca atamızın ilkesine göre, falanca bilim adamına ve efendiye göre’ gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “…Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur…” (6/En’âm, 62). Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koymak ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurma mantığıdır. Bu, Tevhid’e aykırıdır.
"Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. "Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne davet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (24/Nur, 51-52)
İman ağacının meyvesidir itaat. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir itaat. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir Allah’a itaat. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir itaat.
İslâmoğlu Hoca’nın benzetmesine göre; Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.
Amelde/itaatte tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece Allah'a yöneltilmesi ve Onun rızâsı için yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal olarak amele yansıyacağını, dolayısıyla bir tek Allah'a iman eden ve O'na ait özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere olacağı kaçınılmazdır. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda, aslında inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu görürüz.
Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu nedeniyle, Kur'an'da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok birlikte yapıldığını görürüz: "İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekîldir." (6/En'âm, 102) "Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın..." (4/Nisâ, 76) "Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni zikir için namaz kıl." (20/Tâhâ, 14)
Kur'an'ın indiriliş amacı da "sadece Allah'a kulluk" yapmaktır: "Elif lâm râ. (Bu,) Bir kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Tâ ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz." (10/Yûnus, 1-2). Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde özetlenmiş ve bu sûreye bu özelliğinden dolayı İhlâs sûsesi (2. İhlâs sûresi) de denilmiştir. Bu sûrede sadece ibâdet ve itaatin kime yapılacağı vurgulanmıyor, isyanın ve itaatsizliğin de kime ve neye karşı olması gerektiği özetleniyor.
Allah’a ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından, küfrün her çeşidiyle, her şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ateşten gömlek giymeye hazır olmalıdır. “Müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli itaat; cehennemin sebebi isyandır.
Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun.
İsyanınız kâfirlere, zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!
Allah'ın Rasûlü Cihad Meydanında
Bir Mücâhid, Bir Komutan Olarak Rasûlullah
Barış kelimesiyle aynı kökü paylaşan ve anlamlarından biri de barış olan "İslâm"da asıl ve doğal olan sulh, selâmet ve barıştır. Gel gör ki İslâm'ın düşmanları, barış çağrılarının önünde engel oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî değerlere zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber ve O'nun izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına engel olmak maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz (21/Enbiyâ, 107), Allah'a dâvetin önünde engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda "savaş peygamberi" (Câmiu's-Sağîr, 1/108) olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun savaşları da baştan sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamanında olduğu kadar, savaşırken de rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in saldırgan olmaktan sakınmasına rağmen; savaş tekniğini, kendisine saldıranlardan çok daha iyi bildiğini, uyguladığı savaş taktiklerinden ve savaştığı düşmandan sayı olarak çok az askeri ve silâhı olmasına rağmen savaşlarının neticelerinden görüyoruz. O'nun saldırıdan ve savaşı başlatmış olmaktan sakınması, kesinlikle savaşı bilmediğinden ya da korkudan değildi. Bu konuda en küçük âcizlik ve korkaklık kırıntısı O'nda yoktu. O'nun savaştan sakınması; savaşı, sakınılması mümkün olmayan ve sevilmeyen bir zarûret olarak değerlendirmesindendi. Allah'ın dâvâ ve dâvetinin başarısı, insanlara ulaşması için savaş dışında başka çıkar yol bulduğu zaman savaştan sakınırdı. İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O'na bağlı yönetimler açısında kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şayet İslâm, kendisine karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş açmış olsa, bu, belki barışseverlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak vereceklerin önüne geçip İslâm'ın önünde bir engel olarak duran güce güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü kuvvet, ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak için, başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan başka çıkar yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla düşünceye karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin yollarını aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabullenmeleri, cizye vermeyi kabul etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hatta saldırgan savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, "kâfirler tâğut ve bâtıl dâvâlar yolunda savaştıkları" (4/Nisâ, 76) için, "iman edenler de Allah yolunda savaşmak" (4/Nisâ, 76) zorundadır; çünkü "onlar, eğer güçleri yeterse, müslümanları dininden döndürünceye kadar onlara karşı savaşa devam ederler." (2/Bakara, 217). Saldırganlara karşı teslimiyet değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye zulmetmelerine fırsat vermemek gerekir: "Dininize saldırırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın." (9/Tevbe, 12). "Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar savaşmakla" (2/Bakara, 193) emrolunan mü'min, iyi bilmelidir ki; "şayet savaştan vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." (2/Bakara, 193). Bu konuda ölçü bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması gereken savaşa dünyevî ve nefsî istekler karıştırmak yasaklanmıştır: "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." (2/Bakara, 190).
Bu girişten sonra, Rasûlullah'ın savaş meydanlarındaki konumundan, bir mücâhid ve komutan olarak Rahmet Peygamberinden bahsedebiliriz. İslâm'ın savaş dini olmadığı, Hz. Peygamber'in de savaşı isteyen ve başka yol bulunduğu halde onu seçen bir savaşçı kişilik arzetmediği halde, savaşın gerekli olduğu zaman Hz. Muhammed (s.a.s.), üstün yetenekli bir komutan, çok basîretli bir mücâhid, dâhî bir stratejist id. Başkalarının savaş ve eğitimle öğrenemediği savaş tekniğini O, vahyin kılavuzluğu ile bilirdi. O'nun tüm güzel vasıflarının olduğu gibi, savaş dehâsı da peygamberliğinin isbâtıdır.
O'nun savaşçı konumunun belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cesâret, meşverete başvurma, eldeki imkânları en üst seviyede kullanma, savaşta rûhî özelliklere, duâ ve ibâdete yer veren bir yaklaşım, düşmanın sayı ve silâh üstünlüğüne rağmen, iman ve ona dayalı cesâret, sabır, irâde, cihad, şehâdet gibi mânevî kuvvete, psikolojik imkânlara önem vermek, bunun yanında asker sayısı ve silâh gücünü tâviz vermeden artıracak imkânları ihmal etmemek...
Ganimet veya intikam almak için değil; sadece Allah için ve sadece O'nun yolunda, yani îlâ-yı kelimetullah uğruna savaşması, düşmanlarının birbiriyle yardımlaşması ve ortak güç hazırlamalarını engellemek için savaş öncesi tedbirler alması, diğer düşmanlarını savaş için etkisiz hale getirip savaşacak düşmanını daima teke indirmeye çalışması, savaş yerini seçmeyi düşmana bırakmayıp kendi belirlediği alanda savaşı tercihi, ordu komutanı ve devlet başkanı olduğu halde savaş cephesinin gerisinde değil; cephenin ortasında, hatta zaman zaman en başında savaşması, ordusunun moralini en üst düzeye çıkaracak her güzel yolu kullanması, istihbârata ve gizliliğe büyük önem vermesi, ordudan önce keşif ve istihbârat güçlerini kullanması, gerektiği durumlarda savaşla ilgili hazırlıkları, kimlere ve nereye karşı sefere çıkılacağını son âna kadar gizlemesi...
O, savaş öncesinde Kureyş'in savaş kaynağı için düzenlediği ticaret kervanlarından haber alıyor ve hemen peşlerine seriyyeler takıyordu. Yani, düşmanın silâh dışında başka yollarla da savaştığını veya savaşa zemin hazırladığını biliyor, pis suyu kaynağından kurutmaya çalışıyordu. Komutan tâyininde ve onlara nasihatlerde de örnek bir seçici ve görevlendiriciydi. Bazen müfreze komutanının dışında, askerler bile nereye gideceğinden, bir savaş için mi, yoksa keşif göreviyle mi gönderildiklerinden haberleri olmazdı. Durumu, ancak asıl istenen görevin harekâtına başlanmadan birkaç saat önce, artık mutlaka açıklanması gereken saatte öğrenirlerdi. Herkes ona göre son hazırlığını yapacak ve düşman, görevi açıklanmasından sonra durumu haber alsa bile, buna karşılık hazırlık yapabilmesi için yeterli zaman bulamazdı. Bazı durumlarda, komutan bile nereye ve niçin gittiğini bilmez, kendisine emredildiği gibi, belirlenen stratejik yere geldiğinde, yazılı olarak verilen mühürlü/kapalı tâlimâtı açar ve ona göre emirleri uygulardı. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in, Cahş oğlu Abdullah'ı kapalı bir mektupla, yanına verdiği mücâhidlerin başında göndermesi ve iki gün yol aldıktan sonra mektubu açmasını istemesidir. Mektupta şunlar yazıyordu: "Batn-ı Nahle denen yere ulaşıncaya kadar, Allah'ın isim ve bereketiyle durumu gizli tut. Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yola devam etmeye zorlama. Seninle beraber gelenlerle birlikte oraya ulaşıncaya kadar yola devam et. Orada Kureyş kervanını gözetle ve bize onun hakkında mâlûmat topla!"
Kureyş'in, kendisini ve sahâbelerini gözetlemek için câsus ve istihbârâtçı gönderme ihtimalini hesaba katar, stratejik haberleri etrafındaki güvenilir insanlardan bile bazen gizlerdi. Allah Rasûlü, "savaşın hile olduğunu" belirtir, gizlenme ve düşmanı aldatma yöntemlerini en güzel şekilde kullanırdı. Daha onlarca Peygamber taktiği vardır ki, yukarıda anlatılanlarla birlikte çağımızdaki savaşlarda ve istihbârâtlarda, keşif ve gözlemlerde örnek alınmakta, daha iyisi bulunamadığı için O'nun düşmanlarınca bile bu taktiklerin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Şayet modern asrın savaş tekniklerini çok iyi bilen bir eleştirmen, o yüce insanın savaşlarını inceleyip tenkide tâbi tutacak olsa, savaş tekniği açısından hatalı hiçbir yön bulamayacak, O'nun bu imkânlarla uyguladığı taktik ve davranışlardan daha doğru başka bir yöntem gösteremeyecektir. Bu durum, günümüze kadar hiçbir İslâm ve Peygamber düşmanı veya müsteşrik tarafından, (itiraf edilmese bile) çok istedikleri halde eleştirilememesiyle zımnen kabul edilmektedir.
İyi bir komutan, salt kendi bilgi ve tecrübelerine güvenmez; uygun (ehil ve emin) kişilerle istişâreyi ihmal etmez. İyi bir komutan, savaş ve taktik uzmanlarının bilgisinden, cesurların cesâretinden istifade eden, yönettiği insanların akıl, kalp ve bedenî kuvvetlerinden de en az elindeki silâhlar kadar yararlanmasını bilen kimsedir. Bütün bunlar, en yüksek oranda o büyük komutanda mevcuttur.
Meşvere (şûrâ ve istişâre de denilen teknik danışma), tüm savaşlarda, savaş planları ve savunma yöntemleriyle ilgili olarak, Ekrem Rasûl'ün ihmal etmediği bir esastır. Bedir'de Habbâb bin Münzir'in, mevzîlenen yerden başka bir yere, Bedir kuyularının yanına taşınma teklifine kulak vermiş ve onu uygulamıştır. Bedir'e katılamamış genç ve cesur müslümanların teklifiyle Medine dışında Uhud çevresinde ordusunu konuşlandırmıştır. Selmân-ı Fârisî'nin teklif ettiği "hendek kazmak" gibi o dönemin Arap toplumlarında hiç bilinmeyen savunma sistemini uygulamıştır. Denilebilir ki, Medine'ye baskın yapılacağı sırada İranlı Selman Medine'de bulunmasa ve bu yöntem teklif edilmeseydi, Hz. Peygamber, hendek kazılmasını kendisi icat edip emredebilirdi. Çünkü O, gedikleri kapatmaya ve arkadan gelecek saldırılara karşı tedbirli olmaya âzamî önemi verirdi. Uhud savaşında dağı arkasına almış ve düşmanın sızma ihtimali bulunan geçide de elli okçu yerleştirerek onlara şöyle emir vermişti: "Bizi arkadan koruyun. Bizi arkadan sarmalarına engel olun. Onları yendiğimizi görseniz bile ordugâhlarını ele geçirinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardıma gelmek için yerlerinizi terketmeyin. Sizin yapacağınız, düşman atlılarına ok atmaktır. Çünkü atlar okların atıldığı tarafa yanaşmaz." Bir dağın geçidinde düşmanın fırsatlardan yararlanabileceği her duruma tedbir alan komutan, Medine'ye düşmanın sızma ihtimali bulunan yerine de hendek kazar veya benzer bir alternatif bulurdu.
Bu, insanların en merhametlisi ve aynı zamanda dünyanın en büyük komutanı olan örnek insanın savaştaki uzak görüşlülüğü darb-ı mesel haline gelmişti. Sahâbelerin savaş öncesinde Bedir kuyusundan su içen iki köleyi dövdüklerini gördü. Sebep, Kureyş ordusunun sayısını söylememeleriydi. Peygamber (s.a.s.) üstün zekâsıyla, onları sınava tâbi tutarak onların doğru söylediklerini, müslümanları aldatmayı kasdetmediklerini anladı. Düşman ordusunun sayısını gerçekten bilmediklerini anlayınca, kestikleri develerin sayısını sordu. Böylece yenen yemek miktarını değerlendirerek asker sayısını tahmin etti. Bunun gibi, düşman hakkında bilgi toplarken, kendi istihbârâtçıları ve gözcülerine ilâve olarak, düşmanın geçtiği yollarda ve o yörede yaşayan halktan da yararlanırdı.
Düşmanlarının kendilerine karşı savaşacaklarını haber alınca, onların ânî baskında bulunmalarına fırsat vermezdi. Aksine, Tebük gazvesinde olduğu gibi, kuraklık ve şiddetli sıcaklığın kavuruculuğuna rağmen stratejisinden ve düşmanı takipten vazgeçmezdi. Düşmanın nasıl davranacağını beklemekle vakit ve fırsat kaybetmezdi. Düşmanın mühimmâtını tamamlayarak baskın yapma avantajına veya savaşta toparlanma fırsatına meydan vermezdi. Ancak Hendek gazvesinde olduğu gibi baskının, baskında bulunanın aleyhinde olduğu durumlarda isteyerek düşmanı beklemesi ayrı bir taktik zaferidir.
Napolyon, Hitler, Mussolini ve ... gibi askerî dehâ olduğu söylenen nice kahramanlar(!), hayatları boyunca askerî dersler aldıkları, meslekleri savaş olduğu halde, nice hatalara düşmüşler, zâlimlere has mel'un gâlibiyetler yanında, nice rezil mağlûbiyetler de almışlardır. Bunların ve benzerlerinin hiçbirini Rasûlullah'ın askerî dehâsıyla mukayese etmek mümkün değildir. Rasûlullah bu sayılan veya sayıl(a)mayan komutanların düştükleri hatalara hiç düşmemiştir. Peygamber'in büyük askerî özelliğinin esası, en az savaşla ve savaşta (mecbûriyet varsa) en az insan öldürmesi, savaşırken hiçbir düşmana işkence yaptırmaması, savaşmayan sivillere, mâsum insanlara olduğu kadar, çevreye bile zarar vermeyi yasaklaması, esirlere her yönüyle misafir muâmelesi yapması... gibi insanî esaslardadır. O, kılıcından devamlı kan damlayan, her gittiği yeri yakıp yıkan ceberut, müstekbir bir zorba değildir. Ulu Önderimiz'in on senelik Medine hayatı boyunca bizzat katıldığı 27 gazvede ve çeşitli yerlere ashâbından birinin komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede, (yani Peygamberimiz zamanındaki 90 civarındaki savaşlarda) toplam 150 kişinin öldürüldüğünü görmemiz, gerçekten şaşırtıcıdır. (Bkz. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 11; A. Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu, s. 125). En abartılı olarak bu sayıyı âzamî 1000'e çıkaranlar vardır. Rasûlullah döneminde "Rusya hâriç, Avrupa büyüklüğünde ve üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı, bir buçuk milyon kilometrekareden fazla bir alanda cereyan eden tüm seriyye ve gazvelerde, savaş başına düşen ölü sayısını düşündüğümüzde "büyük komutan"a hayrân olmamak mümkün değildir. Bu durum, O'nun, savaşırken de "rahmet peygamberi" olduğunun hemen göze çarpan özelliklerindendir. (Küçük bir karşılaştırma olarak, her iki taraftan 500 000 civarında ölü ve yaralıya mal olan Çanakkale savaşının askerî açıdan nelere mal olduğu, savaş kazanmak için 190 000 Türk askerinin yitirildiğini ve zaferi büyük oranda gölgelediğini hatırlayıverelim. Dünya savaşlarındaki yamyamlığı ve hâlâ devam eden vahşî saldırıları, barbarlıkları, mâsum insanların üzerine yağan bombaları göz önüne getiriverelim!)
Rasûlullah'ın savaş esnâsında çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri oyarak, kulak ve burun gibi uzuvları keserek müsle yapılmaması konusundaki emirleri de (Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3) hayranlık vericidir.
Bütün bunların yanında Rasûlullah (s.a.s.), bu askerî dehâsını, zarûret bulunmadığı müddetçe kullanmamıştı. İnsanı, savaştan, sadece korkaklık ve acziyet geri bırakmaz. Rasûlullah'ın temsil ettiği dâvâ, kuşandığı risâlet ve sahip olduğu merhamet gibi değerler zarûret olmadıkça O'nu ve bağlılarını savaştan alıkoymuştur. Bununla birlikte, mecbur olduğu savaşlarda O'nun kahramanlık ve cesâretini anlatabilecek diller, yazabilecek eller var mıdır? O, savaş ateşinin kızıştığı, vahşet ve dehşetten en yiğitlerin korktuğu zamanlarda bile savaş safında askerleri arasındaydı. Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle der: "Biz, savaş kızıştığı zaman Rasûlullah (s.a.s.)'la korunurduk. Kendisinden düşmana daha yakın kimse olmazdı." Huneyn savaşında ordunun çoğunluğu kaçtığı ve neredeyse yalnız kendisi ok ve mızraklara hedef olduğu halde sebât etmeseydi, müslümanlar yenilgiye uğrayabilirdi. Uhud savaşında dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Peygamber'in şehid edildiği haberlerine karşı Rasûlullah (s.a.s.), savaşın en can alıcı safhasında kendisinin hayatta olduğunu, dostlarına olduğu kadar düşmanlarına da yiğitçe haykırıyor; bir taraftan ordusuna moral veriyor, diğer taraftan büyük risk alıyordu. Bunlar, Rasûlullah'ın onlarca destansı kahramanlık ve cesaretinden bir-ikisi...
Mekke döneminin son günlerini düşünün. Gemisini en son terkeden kaptandı O. Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye müslümanları emin bir şekilde ulaştırmış, Ebû Bekir Sıdık (r.a.) dışında kendisine yardım edecek ve destekçi olacak insan bile bırakmadan en son hicret eden O olmuştur. Medine'de de, devlet başkanı olduğu halde bundan farklı davranmamıştı. Düşmanın baskın tehditleri etrafa yayıldığı bir zamanda, gece karanlığında etrafı kontrol maksadıyla Medine'yi dolaşması, üstün cesâretinden değilse neden ileri geliyordu? Oysa, o gün Medine'de bu işleri yürütecek kimseler de vardı ve o evinde rahat uyuyabilirdi. Fakat durumu kendi gözleriyle görmek istiyor, korku O'nu bundan alıkoyamıyordu. O, askerini savaşa sokup kendisi uzaktan seyreden komutanlardan/devlet başkanlarından değildi.
Yukarıda özetlenen bütün bu özellikleri O'nun peygamberliğinin isbatıdır ve bütün bu ve benzeri güzel sıfatları, Peygamberlik ve kulluk sıfatından sonra gelir. Salât ve selâm O'na ve O'nun izinden gidenlere olsun!
Hz. Peygamber'in savaş dehâsından dolayı, İslâm devletindeki askerliğe "Peygamber ocağı" denilir(di). O ocakta Peygamber'in imanı, ahlâkı, cihadı, kahramanlığı, Allah'ın düşmanlarına düşmanlığı, müslümanlara/insanlara merhameti... öğretilirdi. Ve İslâm askerleri, ceyş-i Muhammed (Peygamberin askeri), "Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye" (Muzaffer Muhammed (s.a.s.)'in askerleri), küçük birer "Muhammed", yani "Mehmetçik" olarak yetişirdi... Evet, İslâm devletinde böyleydi; Şimdiki durum mu?!..
Seni tanıyan Sana hayran olur. Ama Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen, daha da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî! Senin savaşını/mücâdeleni bilmiyor insanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor Mustafa'lara; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman arayışında gencimiz. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir kalemiz, hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık, Mekke'lerimizi fethedemedik. Senin adınla birlikte yazılan tevhid sancağını yükseltmesi gereken (Muhammed'ler demeye dilim varmıyor) Mehmed'ler Coni'lerin bayrağını taşıyor. Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret yağdıranlara anlayacakları dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap sadece raflarımızı süslerken, senin düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi, gönüllerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin işgalinde bir görsen ey Rasûl, dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının adını zikretmekten bile çekinir olduk, korkar olduk ey korkusuz insan!
Belki inanmazsın ama, bizim dünyamızdaki Ebû Cehiller...
Senin komutanlığına giremedi dünyamız, o yüzden kurtulamadı insanımız.
FİLİSTİN’İMİZ VE MESCİD-İ AKSÂ’MIZ NASIL KURTULUR?
Kurtarma Çabası, Kurtuluş İsteğidir
Filistin Topraklarının Müslümanlar İçin Önemi: O topraklar mukaddestir. Bu kutsallık, hem hıristiyan, hem yahûdi ve hem de müslümanlar için geçerlidir (5/Mâide, 21; 17/İsrâ, 1). O topraklar yeryüzü hâkimiyetinin tarih boyunca bir sembolü gibi kabul edilmiş, Filistin'e (Mescid-i Aksâ'ya) sahip olan ülkeler ve zihniyetler, hem psikolojik moral, hem de siyasal güç yönüyle rakiplerinden öne geçmişlerdir. Onun için, Hz. Ömer'in fethinden 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar müslümanların o topraklarda hâkimiyeti izzetlerinin bir göstergesi olmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar, Mescid-i Aksâ'yı vahiy gereği ilk kıble olarak seçtiler; Oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz de ilk önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe'ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki "kıyâm"ı, hem de namaz gibi ibâdet olan "kıyâm"ı kıbleler tâyin edecek; biz de kıblelerimize doğru yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Harâm Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru "Allahu Ekber!" diyerek kıyâm'a duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ'dan çıktı mi'râca. Mescid-i Aksâ'ya ayak basarak yükseldi göklere. Dünya müslümanları olarak biz de namazlarımızın mi'râç olmasını arzu ediyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de, göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak, Mescid-i Aksâ'yı kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak değerlendirmeliyiz.
Yeryüzünün halîfesi/efendisi olabilmek için, sadece Allah'a -hakkıyla- kul olunması, kulluk yapılması temel şarttır. Kulluk, yani ibâdet için de yönelinecek bir kıblenin olması gerektiğinden, bu, önce Mescid-i Aksâ, sonra Mescid-i Harâm olmuştur. Niçin önce Mescid-i Aksâ? Çünkü Kur'an tâbiriyle orası "arz-ı mukaddes"tir (5/Mâide, 21), çevresi mübârek kılınan yerdir (17/İsrâ, 1). Peygamberlerle bereketlenmiş, çeşitli hayırlarla ve tarihî zenginliklerle şereflenmiştir. Doğunun ortası, Ortadoğunun kalbidir. Tarihî değeri, tüm büyük din mensupları tarafından kabul edilen bir gerçek olduğu gibi, günümüz açısından petrol yataklarına sahip olmasıyla da önemlidir. Yarınki dünyanın enerji kaynağı, büyük ihtimalle güneş olacaktır. Batı dünyası, istisnâların dışında güneşe hasret bir dünyadır. Sadece mânevî anlamda değil; ısı ve ışık kaynağı ve yarınki enerji kaynağı güneşe de hasrettir. Ve güneşten en fazla yararlanılabilecek topraklara da sahiptir Kudüs. Kim bilir, bugün henüz farkına varamadığımız daha nice bereketlere de sahip olduğu, yarınlarda ortaya çıkabilecektir. Tarihte hilâfet ve dünya hâkimiyeti açısından önemi gibi, günümüzde de oraya sahip olan dünyaya da egemen olduğunu göstermiş oluyor.
Filistin'in bugünkü durumunu anlatmak için lügatlardaki zulüm ve vahşetle ilgili bütün kelimeleri İsrail denen vampir için eksiksiz saymak, mazlumluk ve acınmayla ilgili tüm sözcükleri de Filistin için sıralamak gerekiyor. Ya da Filistin'li kızın şiirindeki ağlatıcı tek kelimeyi seçmek: "Utanın!" Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?
a) Kudüs'ün Kurtulması İçin Çalışmak Bütün Müslümanlara Farzdır, Şarttır. İslâm'da cihadın farziyeti ve sebepleriyle ilgili hükümler, bütün müslümanlara görevlerini hatırlatacak kadar açık ve nettir. Cihad, müslümanlara savaş açanlara (2/Bakara, 190), verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (9/Tevbe, 12-13), Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak Allah ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (9/Tevbe, 29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39) gâyesi ile meşrû (22/Hacc, 39) ve mecbûrî (2/Bakara, 216) kılınmıştır.
"Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın." (2/Bakara, 190) "O halde, size karşı tecâvüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin." (2/Bakara, 194) "Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 75-76) “Fitne tamamen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın.” (2/Bakara, 193)
b) Kurtarma Çalışmaları Yetersizdir. Dünya müslümanlarının oradaki zulmü sanki kendi inançlarına, kendi kutsallarına, her şeyiyle kendilerine yapılmamış gibi duyarsızlık ve tavırsızlık, ya da eksik, hatta yanlış tavırlar içinde oldukları bir vâkıadır. Bazılarına göre Arapların meselesi kabul edilerek "neme lâzımcı" tavırsızlıklar, bazılarınca da "uzlaşmacı" ve "dilenişçi" yaklaşımlar... Mücâdelenin Allah için olmaması, sadece bir toprak savunması, kavmiyetçilik ve benzeri beşerî ideolojiler uğruna yapılması ve yardımın tâğutlardan ve tâğûtî yöneticilerden beklenmesi...
c) Tek Çözüm Cihaddır. Zorbanın anlayacağı tek dil, kaba kuvvettir. Hitler'in tecâvüzlerine Müttefikler 2. Dünya Savaşında ne ile karşı koydular? Bildiriler, kınamalar ve barış görüşmeleriyle mi, yoksa savaşla mı? Şimdiki vahşet, H'li ve H'siz Hitlerin saldırılarından ne kadar farklı? Filistin toprakları daha önce müslümanların eline nasıl geçtiyse, yine aynı şekilde geçecek, "fetih"lerin sadece tarihte kalan nostaljik birer hâtıra olmadığı dosta düşmana gösterilecektir. “Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün; böyledir kâfirlerin cezâsı.” (2/Bakara, 191) "Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir." (8/Enfâl, 56).
Nebevî ikazlar bütün müslümanları göreve çağırmaktadır: “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”, “Müslümanlardan imdat isteyen bir mazlumun feryadını işitip de karşılık vermeyen, müslüman değildir!” Dünya sevgisi, yani dünyevîleşme ve Allah yolunda ölümü güzel görmemek, kendilerinden çok az sayıdaki kitap ehli ya da kitapsızların elinde müslümanların oyuncak olmasını sonuçlandırıyor, uhrevî cezânın dünyevî avansı olarak. Bunca zulüm; kavmiyetçilik, hizipçilik ve tefrikadan vazgeçmek için yeterli gelmiyorsa, bunca zillet; Azîz olan Rabbe yönelip onur ve şerefi O’nun dininde aramayı sonuçlandırmıyorsa, bunca saldırı; cihada sarılmayı gerektirmiyorsa, âhiret azâbına da aday olunur.
d) Cihad, Sadece Silâhla Savaş Değildir. Ekonomik savaş, günümüzde silâhlı savaştan daha az etkili değildir. Kur'an'da cihadla ilgili hemen her âyette, önce "mallarınızla cihad edin" ifadesi dikkat çekicidir. “Müslümanım” diyenler, çoğunlukla yahûdilere hizmet veren bankalardaki paralarını çekse, Ortadoğudaki petrol üreten ülkeler petrolü ambargo, fiyat ayarlaması vb. şekilde silâh olarak kullansa, müslüman halklar İsrail ve onun sömürgesi Amerikan mallarına boykot uygulasa... bırakın İsrâil denen yapay ülkeyi, ABD bile dünkü Sovyetler Birliği gibi teslim bayrağını çeker. İmamın dediği gibi, müslümanlar birlik olup birer kova su dökse İsrail'i sel alır götürür.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA'in resmî istatistiklerine göre, dünyada sigara içen insan sayısı 1 milyar 150 milyon (2003 yılı istatistiklerine göre). Sigara içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris. Bu da kazancının % 12'sini İsrail'e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli markalarla piyasaya sunulan Morris'e günlük cirosu: 800 milyon dolar. Müslümanlarların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar müslüman parası her gün İsrail'e gitmiş oluyor, evet her gün! Ve Türkiye, yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan'dan sonra 4. sırada yer alıyor. Dünya Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda dünyada % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
Her kaka kola İsrail için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahûdi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Bankalara ve özel sigortalara para yatıran müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. Kapitalistin de siyonistin de dini imanı para ve madde olduğuna göre, onlarla savaşın bir cephesi de ekonomik olmalı ve siyonizme hizmet edenlerin mallarını alarak, kurumlarıyla çalışarak İsrail silâhlarına kurşun taşıma ihânetini terk etmeliyiz. İnternet sitelerinden binlerce ses yükseliyor: "İsrail'in ve İsrail'e yardım edenlerin mallarını protesto edelim!" Ve uzunca marka ve mağaza listeleri sıralanıyor. Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz, hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 76). Ve iki hadis rivâyeti: "Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder." "Kim, bildiği halde zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâm'dan dışarı çıkmış olur."
Cihadın maddî, mânevî, hayâtî, her çeşidiyle, küçüğü-büyüğüyle, küçük ve büyük Mescid-i Aksâlarımızı kurtarmak için, küçük ve büyük İsraillere, içimizdeki ve dışımızdaki siyonistlere karşı tavrımızı netleştirmeli, görevlerimizi kuşanmalıyız.
İsrail’in ve Siyonist Yahûdilerin Dezavantajları:
a- Yahûdiler yaşamayı, dünyayı, maddeyi çok sever, ölümden çok korkarlar (2/Bakara, 94-96). Uzun süreli ve insan insana savaşı sürdüremezler.
b- İsrail halkı ve ordusu, insan gücü olarak azdır. Asker açığını kızlarla ve yer yer Amerika’dan getirdikleri paralı askerlerle kapatmaya çalışmaktadırlar.
c- Hıristiyanlara da düşman oldukları, insanî hakları çiğnedikleri, faşizan ırkçılıkları, tüm insanlığın kanını emdikleri dünya kamuoyuna yeterince duyurulursa Batılılar dahil, onları kimse desteklemez, hatta nice Hitler adayları bile çıkabilir.
d- Başta Amerika olmak üzere Rusya ve Avrupa, hatta müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğu yöneticileri bugün siyonizmi ve İsrail’i desteklemektedirler. Ama, unutulmamalıdır ki, uluslar arası ilişkilerde dost yoktur; ülke menfaati vardır; onlar, her şeyden önce kendi çıkarlarını düşünürler. İsrail’i desteklemenin onların faydalarına olmadığı ve olmayacağı anlatılabilirse bu destek, tavır almaya dönüşebilir.
e- Her şeyden önemlisi, Allah’ın yardımı onlara gelmez. Onlar Kur’an’ın hükmüne göre; fesatçı, zorba, maddeyi ilâhlaştıran, azgın ve lânetli bir zihniyete sahiptir. Bu özelliklerin her biri, İlâhî yardıma engel olan özelliklerdir. Hele karşılarında Allah’ın askerleri olursa...
Zorbalıkları için silâh ve teknolojilerine güvenenler bilmelidirler ki, maddî silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. İman silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, muvahhid elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. “Onların kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın; halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (59/Haşr, 13-14)
İsrail'in Ortadoğunun Bağrında Hançer Olmasının Sorumlusu Müslümanlardır: Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrail vahşeti. "Zâlim Allah'ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır." Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.
İsrail kurulmazdan önce, Filistin çevresinde tampon ülkeler oluşturmayla işe başlandı; İsrail'in kuruluşuna ve kalıcılığına altyapı olsun diye. Muhâlefetini kendileri seçen ve yönlendiren iktidarlar, çok uzun süre tahakkümlerini sürdürürler. İsrail’i Amerika’dan sonra ilk tanıyan devlet, T.C. idi; hâlâ da işbirliği konusunda aynı çizgi sürdürülmektedir.
Nefsine hakaret edilse, parası gasp edilse ciyak ciyak bağıran insanımız, Kudüs günü bile tertip edemez; Filistin dâvâsı için fedâkârlık deyince bahaneleri sıralar. Kendi ülkelerinin ulusal günlerinde hâlâ bayram yapanlar, sözgelimi Bingazi’nin, Kahire’nin, İstanbul'un fethini tantana ile kutlayanlar, sahi niye Kudüs'ün, Mekke'nin fethini kutlamazlar? İşgal altında diye mi? Diğer kutlanılan yerler, işgalden kurtuldu mu ki? Aslında İsrail de, işgal de içimizde. Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar.
İsrâil içimizde... İsrail sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrail her şeyiyle müslümanların içinde. Yahûdilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahûdi denmezse, müslümanlardan yahûdileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahûdi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisinde münâfıklık (itikadî anlamda) alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahûdilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahûdi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahûdi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahûdi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahûdilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahûdilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahûdiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahûdidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (5/Nisâ, 105). Gönüllerdeki yahûdiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.” (13/Ra’d, 11). “Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (47/Muhammed, 7) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139) "Ey iman edenler, iman edin!" (4/Nisâ, 136).
Gâvurlaşmaya, yahûdileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!
İ S L Â M’ D A S A V A Ş
Kur’an-ı Kerim, sadece teorik bilgiler veren bir kitap olmadığı için, insanlık tarihi ile birlikte var olan savaş gerçeğini de gözardı etmez. Bu bakımdan istenmeyen bir şey olmakla birlikte, hayatın önemli olaylarından biri olan savaş keyfiyetini Kur’an, inkâr ve ihmâl etmemiş, onunla ilgili ayrıntılı hükümler ve düzenlemeler getirmiştir. Aslında, ismi bile “barış”tan türemiş olan bir dinin, savaştan söz etmesi garipsenecek bir olay değildir. Çünkü Kur’an’ın söz ettiği bütün hususlar, varlığını benimsediği hususlar değildir. Dolayısıyla savaş da vâkıa olarak hoş karşılanmasa bile, insanlar arasında nerede ise kaçınılmaz nitelikte bir olgudur.
Kur’an, insanlar arasındaki ilişkilerin barış esasına dayandığını, savaşın ise ârızî bir durum olduğunu değerlendirir. Ancak bu, savaşa hiç yer vermediği veya savaş için her türlü hazırlığı gözardı ettiği anlamına gelmez. Bilakis Kur’an, savaş için hazır olmayı bir ilke olarak benimser. Bu da, silâhlı barış diye nitelenebilecek bir durumdur. Kur’an’ın nüzûlü sürecinde savaşı irdelediğimizde, Mekke döneminde inen âyet ve sûrelerde daha çok bağışlama ve müsâmaha emri göze çarptığı halde; Medine’de inen âyet ve sûrelerde ise müsâmaha tamamen reddedilmese bile savaşa izin verildiği, hatta emredildiği görülmektedir. Bu iki farklı durumun da çeşitli nedenleri vardır. Diğer taraftan Kur’an, savaşı ifâde etmek üzere cihâd, kıtâl ve harb terimlerini kullanmakta; cihâd, Mekkî âyetlerde her türlü çalışma ve gayreti ifâde ederken, Medenî âyetlerde bunun yanısıra sıcak çatışma anlamında da kullanılmakta; kıtâl sadece silâhlı çatışma anlamında ve sadece Medenî âyetlerde geçmektedir. Harb ise, hem düşünce alanındaki çatışmaları, hem de silâhlı çatışmayı ifâde eder biçimde sadece Medenî âyetlerde kullanılmaktadır.
Kur’an, hem müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerini, hem de müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen birtakım hükümler getirmiştir. Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemlerde bu ilişkilerin tespitinde zorlanmayan müslümanlar, sonraki dönemlerde Kur’an’a farklı yaklaşımlarının sonucu olarak değişik görüşlere sahip olmuşlar ve bir kısmı bu ilişkilerin barış esasına dayalı olduğunu savunurken, bir kısmı da savaş esasına dayalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Konu ile ilgili Kur’an âyetlerini incelediğimizde, ilk bakışta her iki kesimin kendine göre haklı taraflarının bulunduğunu görürüz. Çünkü bir taraftan “Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücâdele et...” (16/Nahl, 125); “İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dosttur.” (41/Fussılet, 34); “Ey iman edenler, hepiniz birlikte ‘silm’e (İslâm’a veya barışa) girin...”(2/Bakara, 208) gibi âyetlerle, ilişkilerin dayandığı esasın barış olduğu iddia edilirken; diğer taraftan da “Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 244); “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (8/Enfâl, 39; Benzer bir âyet için bkz. 2/Bakara, 193); “Haram aylar çıkınca (Allah’a) şirk/ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin...” (9/Tevbe, 5); “Ey iman edenler, yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın, (onlar) sizde bir katılık bulsunlar. Bilin ki Allah, müttakîlerle beraberdir.” (9/Tevbe, 123) gibi âyetlerle, ilişkilerin dayandığı esasın savaş olduğu iddiâ edilmektedir.
İslâm, hiçbir zaman savaşı başlatan taraf olmayı müslümanlara tavsiye etmediği gibi, insanları İslâm’a dâvet amacıyla savaşılmasından da söz etmemiştir. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vâsıtası olarak düşünmek mümkün değildir. Ayrıca, iman etmeyen kimselerin, hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana girmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır.
İnsaflı ve önyargısız olarak Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını inceleyen herkes savaşın dine zorlamak için meşrû kılınmadığını görecektir. Kur’an’ın savaşı meşrû kılma nedeni, yapılan saldırılara karşılık vermek, sadece inandıklarından dolayı insanlara yapılan baskılara ve yurtlarından çıkarma girişimlerine engel olmaktır. Savaşın amacı da, her türlü baskı anlamına gelen “fitne”yi ortadan kaldırmak, insanlar ile Allah’ın dini arasına girenlerin bu tutumlarına son vermek ve özgür bir şekilde inanmanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Savaşın amacı, asla insanların zorla müslüman olmasını sağlamak değildir. İslâm’ın savaş sâyesinde yayılmış olduğuna dâir iddiâlara gelince; bugün dünya müslümanlarının en yoğun olduğu yerlerden olan uzak doğu ülkelerinde (Endonezya, Malezya gibi) İslâm’ın savaş olmadan, tâcirler vâsıtasıyla yayılmış olmasından hareketle bu iddiâların tutarsız olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’ın savaş ile ilgili düzenlemelerini ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını bir bütün halinde dikkate almadan, İslâm’ın öngördüğü savaşın türünü, günümüz dünyasında yapılan savaşlarla mukayese ederek saldırı veya savunma şeklinde belirlemek doğrusu isâbetli görünmemektedir. İslâm’ın öngördüğü savaşın, hem sebep, hem sonuç, hem de amaç itibarıyla günümüz savaşlarından farklı olması, türünün de farklı olmasını beraberinde getirir. Bu itibarla İslâm’daki savaşın, koruma-savunma/koruyucu savunma türü bir savaş olduğunu söyleyebiliriz (Abdurrahman Ateş, Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Y. İst. 2002, s. 306-307).
Fiilen hayata kasdetmiş zâlimlere karşı savaşa başvurulur ve tebliğe mâni olanlara, Allah'ın dininin hâkim olup yayılmasının önündeki engellere karşı çıkılır. Bu karşı çıkmanın götüreceği sonuç bir savaş oluyorsa, o da göğüslenir. Zâlim olmayanlara, başkalarının canına ve temel haklarına saldırmayanlara ve İslâmî tebliğin önünde engel olmayanlara karşı savaş meşrû değildir. İnsanları savaş korkusunda bırakarak, silâh zoruyla, ya da değişik baskı ve zorlamayla İslâm'a sokma yönüne gidilemez (2/Bakara, 256). Tebliğin boyutları ve şartları bellidir. Tebliğ kendisine ulaşan bunu kabul eder veya etmez. Ancak, tebliğin yapılmasını ve kitlelere ulaştırılmasını engelleyenlere, engellemedeki tavırları cinsinden karşılık verilir. Bu, savaş da olabilir. Bu yüzden biz savaşı, hayata ve hürriyete, insanın temel haklarına kastedenlere karşı çıkmak esasına oturtmayı, Kur'an'ın temel tavrı diye anlıyoruz. Şu âyetler, bu tesbitin Kur'anî dayanağını vermektedir: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.” (22/Hacc 39-40)
Tespit edilen bu ölçüler içinde bir savaşın, çok yönlü bir hareketler serisine vücut vereceği açıktır. Başlangıcı meşrû bir kıtâl devresine girildiğinde bunun içinde saldırılar ve savunmalar ardarda gelir. Bunları birbirinden ayrı düşünemeyiz. Kur'an'ın "müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün, küfrün önderlerini öldürün, şeytanın dostlarını öldürün" (9/Tevbe, 36, 12; 4/Nisâ, 76, 82; 2/Bakara, 191) âyetleri, işte böyle bir süreç içindeki hareketlerden bazılarıdır. Konuya başlangıcı itibarıyla ışık tutan âyetler: "Eğer sizi öldürürlerse siz de onları öldürün, onların sizi toptan öldürdükleri gibi siz de onları topyekün öldürün." (2/Bakara, 191; 9/Tevbe, 36) şeklinde müslümanın savaş tavrını bir cevap-hareket olarak belirlemiştir.
Şurası kesindir ki; Kur'an, bağlılarının silâhsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, Kur'an'ın insanını, korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada yetersiz bırakır. Kur'an'ın insanı Allah yolunda savaşacak, ezilip itilen, yurtlarından edilen çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir mukatelede/savaşta yer almak Allah'ın sevgisini kazandırır (4/Nisâ, 75-76; 61/Saff, 4). Böyle olunca, Kur'an bağlısı, her an kıtâle girebilecek halde olmak zorundadır. Çünkü onun görevi evrensel bir görevdir. O, kendi nefsinin keyfini yerine getirmekle işini bitirmiş olmuyor. Sırtında bir büyük emânet vardır.
Anılan değerler uğruna savaşa katılıp da can verenler, yani karşı-savaş ile öldürülenler, Kur'an diliyle, "ölümsüz" ilân edilmişlerdir. Bu şehîdlere "ölü" demek bile yanlış ve yasaktır (2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169).
İman, bir anlamda Allah uğrunda hayır ve güzellikler için sürekli savaş halinde olmaktır (9/Tevbe, 111). Çünkü hayat, Allah yolunda hayır savaşçılarıyla, karanlık kuvvet olan şeytanî güçler (tâğut) uğruna savaşanların bir çarpışma alanıdır (4/Nisâ, 76). Şeytanî güçler/zâlim ve fesatçılar sürekli tetikte ve hazır beklerken, Allah'ın askerleri aydınlık kuvvetin pasifliği seçmesi hayata hizmet değil; ihânet olur. Bu hak savaşçıları, yaradılış dininin egemen olduğunu, tüm dünyada İslâm'ın hâkim olduğunu görünceye kadar hazır ve faal olmak zorundadır (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39). Çünkü ona kıtâl iznini veren kudret bunu, zulme bir karşı çıkış için vermiştir (22/Hacc, 39). O halde bu hayırlı kuvvetin pasifliğe mahkûm olması veya bahane bulmaya çalışması, zulme destek vermek olur. Emâneti omuzlayan ve yeryüzünün halîfesi unvanını almış bulunan (2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72) bir varlığın böyle bir yola gitmesi beklenemez. O, emâneti taşıma uğruna savaşmak zorundadır. Bu ona, ağır gelecektir (4/Nisâ, 77), ama mutlu bir gelecek ve ölümsüz bir hâtıra bırakmak için başka yol yoktur. Bu yüzden, Kur'an'ın insanına kıtâl/savaş, nefsi onu sevmese de bir güzel kader olarak yazılmıştır (2/Bakara, 216). Ve Peygamberin görevlerinden biri de büyük emanetin sahibi olan iman adamını kıtâli göğüsleyecek bir coşku içine çekmek ve onu kıtâl ruhuyla diri tutmaktır (8/Enfâl, 65). Allah yolunda seferber olun dendiğinde, iğreti hayatın zebûnu olarak olduğu yere çakılıp kalmak iman adamına yakışmaz. Bu yolu seçenler, rezil ve zelil olurlar ve nihayet Allah onları siler süpürür ve yerlerine, emâneti yüklenebilecek cihad eri başka topluluklar getirir (9/Tevbe, 38-39).
Allah yolunda savaşı sevmeyen ve onu çirkin görenler bilmelidirler ki zulme karşı mücâdele ve gerektiğinde savaştan kaçış, fitneyi kökleştirir, yani insanlığın dirlik ve düzenini bozar. İşte bu, kıtâlden çok daha beter bir sonuçtur. Yani, fitne, kıtâlden daha kötü ve yıkıcıdır (2/Bakara, 119, 217) (Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 296 vd.). İslâm’da savaş, zorla insanları dine sokmak için değil; savunma ya da düşmana misliyle mukabele için yapılır. Kur’an’ın genel içeriğinden anlaşılan budur.
Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.
Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır (61/Saff, 10-11). Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır.
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfaa etmek" ve "zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama yoktur." (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur. Bu savaşta başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm'ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir.
Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalıdır. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de "azâba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor.
"Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin." (16/Nahl, 91) emrine uyulacaktır. "Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez." (2/Bakara, 190) fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır. Kadın, çocuk, ihtiyar gibi savaşa iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir. Ve böyle nice kurallara aynen uyulacaktır. Aksine hareket edenler sorumlu olurlar; tıpkı diğer ibâdetlerde olduğu gibi (Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. 2/161-162).
Barış ve Savaş
Barış; İslâm’ın Temel Hedefi ve İnsanlararası İlişkilerin Temelidir: Barış, müslümanlarla diğer milletler arasındaki ilişkilerin temelidir. Müslümanlar ancak bir saldırıyla karşılaşırlarsa, o zaman savaş kaçınılmaz olur. Bilindiği gibi, İslâm’da savaşın sebebi, saldırıyı önlemektir. Yoksa, özel bir inancı empoze edip dayatmak değildir. Saldırı durumlarında kötülüğü ya misliyle ezmek veya erdemi savunmak gerekir. Bu prensip, Kur’an âyetleri esas alınarak hükme bağlanmış ve Peygamber devrinde cereyan etmiş olan tarihî olaylarla da desteklenmiştir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.” (2/Bakara, 208), “Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir." (8/Enfâl, 60-61), "Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mü'min değilsin' demeyin.” (4/Nisâ, 94-96), “... Sulh (dâima) hayırlıdır...” (4/Nisâ, 128)
Bütün bu âyetler tanıklık etmektedir ki, bir saldırı ortaya çıkıncaya kadar barış, insanî ilişkilerin esasını oluşturur. İlk âyete göre, hakka inananlar, her şekliyle barıştan yararlanmaya dâvet edilmişlerdir. Eğer ilişkilerin temeli düşmanlık ve savaş olsaydı, onlar hiçbir zaman barışa çağrılmazlardı. İkinci âyet, yine barışa çağırmaktadır. Düşmanlar bu barış çağrısına olumlu şekilde cevap verebilirler. Eğer savaşın sebebi inançsızlık olsaydı, İslâm’a girmedikçe kâfirlerle barış yapılamayacaktı. Fakat âyet sadece barışa çağırmaktadır. Düşmanların bu çağrıya sempati duymaları yeterlidir. Kendilerinden mutlak sûrette imana yönelmeleri istenmemektedir. Üçüncü âyet ise, müslümanlara teslim olan düşmanlarla savaşmayı yasaklamaktadır. Son âyette de, hem günlük beşerî hayatta, hem de genel olarak insanlar arası ilişkilerde sulhun/barışın daha hayırlı olduğu net bir şekilde ifâde edilmektedir.
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, İlâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün İlâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır (49/Hucurât, 13). İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.” (4/Nisâ, 128). Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.” (2/Bakara, 208). Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:
a- Haksızlığa, zulme uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.” (22/Hacc, 39).
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/Bakara, 193). Burada fitne kavramı, başta “Allah'a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Kur’an, fitnenin sonuç olarak herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azâbı çetindir.” (8/Enfâl, 25)
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir? Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, bir müslüman için öncelikle başka müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.” (10/Yûnus, 99-100). İnanmayanlarla, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır (Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Ayışığı Kitapları, Kitabevi Y. s. 226-228).
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.” (60/Mümtehine, 8-9)
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (5/Mâide, 2). Peygamberimiz (s.a.s.) de zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur (Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409). Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir. Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı tüm kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın sadece gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76). Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, itler salıverilmiş, ama taşlar bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin destansı direnişini...
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Peygamberimizin çağında cereyan etmiş olan tarihî olaylar, İslâmî savaşın tek sebebinin meşrû müdâfaa olduğunu ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilerin barış esasına dayandığını açıkça doğrulamaktadır. Rasûlullah’ın, düşmanlarına karşı, onlar bir saldırıya kalkışmadıkça veya böyle bir hazırlığa girişmedikçe, kılıç çekmemiş olması bu fikri destekler.
Tarihî olaylar açıkça göstermektedir ki, Peygamberimiz (s.a.s.), yalnız ve yalnız kendisine veya İslâm’a saldıran, kendisine karşı komplo düzenleyen veya İslâm düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yaparak onlarla suç ortaklığı eden, el altından onlara yardımda bulunan kimselere karşı savaşmıştır. Çünkü O, İslâm’ın gerçeklerini evrensel bir şekilde çizip belirleyen, müslümanların kendileriyle barış içinde yaşayan kimselerle savaşamayacaklarını açıklayan eşsiz bir şahsiyettir, o âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet peygamberidir. İslâm da bir anlamı barış olan dinin adıdır (Muhammed Ebû Zehre, İslâm’da Savaş Kavramı, Fikir Y. s. 53).
"İslâm" kelimesi, anlamı barış demek olan "silm" kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir dinin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler tarafından yadırganabilir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını kabul etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler, insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş, Yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih de bunu ispat etmektedir.
Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yönetimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez. Aslında dinler, insanların mutluluğunu ve barış içerisinde yaşamalarını hedef edinirler. Özellikle İslâm dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan kaynaklanan savaşların varlığını iddia edebilmek için, bunun, Kur'an'a dayandırılması gerekir. Din inancı ve dinî ilimler sâfiyetlerini korudukları müddetçe dinin savaşlara sebep olduğu söylenemez.
İslâm düşmanları, İslâm'ın silâh zoruyla yayıldığı iddiasını ortaya atmaktadır. Bu, ya gaflet ve cehâletle veya kasıt ve ihânetle yapılan bir değerlendirmedir ve tümüyle yanlıştır. Kur'an'da saldırı savaşına işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır. Bilakis, müslümanlara savaş açmış yahut müslümanları yurtlarından çıkarmış kimselerle savaşılması ve onların bu yaptıklarından vazgeçmeleri durumunda da savaşa son verilmesi istenmekte, hatta müslümanlara savaş açmamış kimselere iyilik yapılmasında bir sakınca bulunmadığı belirtilmektedir (2/Bakara, 190-194; 60/Mümtehıni, 8-9).
Savaşın sebebi, bütünüyle müslümanlara ve hangi inançtan olursa olsun ezilip zayıf bırakılmış mazlumlara yapılan haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, İslâm dininin, insanlara tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabilir. İslâm dini, insanlara zorla dayatılamaz, “ya kılıç, ya İslâm!” sloganı, müslümanların şiarı değil; İslâm düşmanlarının attığı iftirâdan ibârettir. İnsanlara hak din sunulur, bu dâvetin önüne engel konulamaz; bundan sonra insan ister inanır, ister inanmaz. İnanç konusunda bir dayatma olamaz. “Dinde zorlama yoktur” (2/Bakara, 256). Her insanın din özgürlüğünü en gerçekçi şekilde ve hiçbir çifte standarda yer vermeden İslâm savunur. Cennetin yolu, kendisine gösterildiği halde, her insanın Cehenneme gitme hakkı ve özgürlüğü de vardır. İnançların ifade edilmesine ve insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir.
“İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı” tezi kesinlikle iftirâdan ibârettir. Bugün dünya müslümanlarının çoğunluğunu teşkil eden ülkelere baktığımızda, hemen hepsinin tarihinde müslümanlarla hiç savaşa girmediği gerçeği ortaya çıkar. Örneğin Malezya'ya, Endonezya'ya, Hindistan'a, Çin ortalarındaki bölgelere ve daha başka uluslara, müslüman tüccarlar kanalıyla İslâm yayılmıştır. Ayrıca tarih boyunca müslümanların hiç savaşmadıkları bölgelerde yaşayan müslümanların nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde yaşayanların nüfus miktarından çok daha fazla olduğunu burada belirtmeliyiz. Gerçi müslümanların savaştıkları bölgelerde de, sözkonusu savaşların, durup dururken yapılmadığı, bilakis karşı tarafın savaşa sebep olacak davranışlarda bulunduğu bir vâkıadır. Elbette tarih boyunca müslümanların bu konuda hiçbir hata işlemediklerini söylemek istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma savaşı olduklarını anlatmak istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin tarihi, bu konuda müslümanların tarihi kadar temiz değildir (M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Y. s. 282-286).
İslâm savaşları, suçsuz halka saldıran, malları yok eden, atom bombalarıyla her şeyi harap eden, binaları yıkan, tabiatı bile kemiren yirminci yüzyılın savaşlarına, toplu kıyımlarına bütünüyle zıttır. Müslümanlar, ne orman kanunlarından, ne de güçsüzü ezen güçlünün zorbalığından ilham almışlardır. İslâm savaşçılarının uymak zorunda olduğu kanunlar, İlâhî bir kaynaktan gelmektedir. Bu kanunlar, ezilenlerin zorbalara karşı savunmasının hiçbir yerde rastlanmayan muhteşem örneğini vermek ve müstaz’afların zâlim müstekbirlerden hakkını en güzel bir yolla alma mücâdelesini gerçekleştirmek ve hakkı hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. (bkz. 28/Kasas, 5). İslâmî savaş; sebebi, başlayışı, cereyanı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların her şeye rağmen bir barış sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir. İslâm barış dinidir. Ve biz onu cihadla koruyacağız. "Cihad" ve "barış", birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır. Çünkü bu, barışı yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim kılma mücâdelesinin adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış için savaşılabilir. İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm dünyada gerçekleştirmek için İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti gerekmektedir. Evet, biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve ne de zulme boyun eğeriz. İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini özgürce ifade etsinler istiyoruz. Biz Hakk'a tâbîyiz ve hak sahiplerinin hakkını savunuruz.
Barış kula, ya da devlete, ya da servete boyun eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabul etme olayı değildir. Nefsinin esiri olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifâde eder. Barış, bir esâret stratejisi değildir. İslâm'da barışın teminatı, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riâyet etmesidir. Dinde zorlama olmaması ve herkesin dininin kendine âit olması ve müslümanların tek yanlı bir deklarasyonla, başkaları kendilerinin bu haklarını korumasalar bile, meşrû zeminde bütün insanların mallarını, canlarını, nâmuslarını, akıl ve inançlarını, bütün canlıların nesil emniyetlerini koruması yönünde bir taahhüde sahip bulunması ile aktif bir barış politikası üretmektedir. İslâm âdil ve kalıcı bir barışın teminatıdır ve barışa yönelik tecâvüzlere karşı da insanları kışkırtır. Onun içindir ki, İslâm peygamberi hem savaş, hem de barış peygamberidir (Câmiu's-Sağîr, 1/108).
Fuhşun, alkolün, uyuşturucuların, işretin, kumar ve öteki ahlâksızlıkların zebûnu olmuş boş vermiş insanların gerçek anlamda inanç ve ideolojileri yoktur. Bu yozlaşmaya karşı ise inanca dayalı çözüm yolları üretmek zorundayız. Belki insanları uyuşturarak barışçı, edilgen topluluklar üretilebilir; ama böyle bir yaklaşımla barış toplumuna ulaşılamaz. Bu, gizli ve sessiz bir terör yöntemi olarak değerlendirilebilir. İnsanların kendi ideolojilerini dayatmaları ve başkalarını bu dine ya da ideolojiye boyun eğmeye zorlamaları bir başka savaş türü olacaktır ki, bu tür dayatmalara karşı biz savaşa hazır olmalıyız (Abdurrahman Dilipak, Savaş, Barış, İktidar, Ferşat Y.)
Kur'an'da savaşın ahlâkî kuralları ihmal edilmez. Düşmanca tutum içine girmeyenlere karşı savaşılmaz, iyilikle ve adâletli davranılır (60/Mümtehıne, 8). Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. Savaştan vazgeçip barışa yanaşanların taleplerine uyulur (2/Bakara, 192-193; 8/Enfâl, 60-61). Amacına ulaşmış savaşa son verilir (9/Tevbe, 29). Savaşta saldıranlara karşı aynı ölçüde karşılık verilir, aşırı gitmek yasaktır (2/Bakara, 190, 194; 16/Nahl, 126; 42/Şûrâ, 40-41). Cihadda temel şart, amacının çağrı, savunma ve uygulama açısından, din ve onun yüksek değerleri olmasıdır.
İslâm’da Savaşın Sebebi; Kurtarıcı, Aktif Merhamettir
Allah'ın temel sıfatları merhamet ağırlıklıdır. O, kendisini Kur'an'da öncelikle Rahmân ve Rahîm isimleriyle tanıtmaktadır. O "Kendi üzerine rahmeti yazdı." (6/En'âm, 12) "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır." (7/A'râf, 156). Hz. Muhammed (s.a.s.) de her şeyden önce rahmet peygamberidir. "O, ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir" (21/Enbiyâ, 107).
İslâm’ın sözünü ettiği merhamet, bir yaralı veya bir zavallı karşısında duyulan acıma duygusu, basit bir duygulanma veya şefkat şeklinde basite indirgenemez. İslâm’ın sözünü ettiği merhamet, ilk olarak toplum, ikinci olarak da haklı ve âdil kimselere karşı gösterilmesi gereken merhamettir. İslâm’ın merhamet anlayışı, hiçbir zaman olumsuz/pasif değil; aksine, tamamen olumlu/aktiftir. Ezilip büzülmeyen, uyuşup kapaklanmayan, bunun yanında daima kendi şuuruna, müslümanlık onuruna hâkim bir karakter... Pasif merhamet çeşitleri arasında öyleleri vardır ki, topluma karşı göğüslerinde tam bir merhametsizlik ve zulüm taşırlar. Suçlulara, cânîlere karşı gereğinden fazla yumuşak davranmak ve acımak gibi. Halbuki bu tür bir merhamet, öyle bir sevgi düzeni doğurur ki, topluma ve dürüst kimselere karşı yapılabilecek en büyük haksızlık ve en amansız zulüm ortaya çıkar. Çünkü halkın güven ve huzuru tamamen tehlikeye atılmış olmaktadır. Bunun için Yüce Peygamberimiz (s.a.s.): "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" (Müslim, Fezâil 66) buyurmuştur. Kur’an, bu hakikati şu vecîz ifâdeyle dillendirir: “Kısasta sizin için hayat vardır.” (2/Bakara, 179).
İslâm’da savaş hukuku, kaynağını merhamet hukukundan almaktadır. Kıtâli doğuran ve zorunlu kılan, o kurtarıcı merhamettir. Çünkü İslâm’da kıtâl/savaş, saldırıyı püskürtmek, gerçeği yerleştirmek, hakkın ışığını yükseltmek, zulmü ve ahlâkî çöküntüyü söküp atmaktan ibârettir. İnsanlığa karşı duyulan gerçek merhamet, saldırıyı durdurmayı, zâlimi zulüm yapmaktan alıkoymayı, böylelikle ahlâkî çöküntünün yeryüzünü sarmasına engel olup gerçeğin direklerini sağlamlaştırmayı gerektirir. O halde bu durum, bu gerçek merhamet, ancak, saldırgana ve zâlime karşı “Dur! Ateş etme!”, mazluma ise “Sen yalnız değilsin! Yanında seni koruyan, zorbanın eziyetini önleyen, senden biri var!” denildiği zaman gerçekleştirilmiş olur.
Savaş, elbette öldürmeden olmaz. Ama onu başlatanlar dürüst kimselerse, bu savaş, kan akıtmadan veya çok az kan dökerek de yapılabilir. İyilikle kötülük, her kişinin ve her toplumun rûhunda devamlı bir savaşa ve bitmez bir kavgaya girmiştir. Kötülük, saldırıyla yoluna devam ederken; iyilik, ona direniş ordusuyla karşı koymaya çalışır. Kötülük saldırıya geçerse, iyilik buna direnişle cevap vermek zorundadır. Dünyanın huzurunu isteyenlerin; fesat denilen itikadî ve ahlâkî bozukluklarla savaşmaları başlıca görevleridir. Erdemler çiğnenmiş, yüce değerler ayaklar altına alınmışsa eğer, erdemli kimselerin yapacakları ve yapmak zorunda oldukları tek şey, kötülük ve mânevî çöküntünün büyüyüp yayılmasına engel olmaktır. İşte bu nedenledir ki, cihad ve kıtâl, kıyâmete kadar sürüp gidecektir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu açıkça ilân etmiştir: “Cihad, kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır.” (Ebû Davûd, Cihad, 33). Çünkü iyilik ile kötülük arasındaki savaş, o zamana kadar hiçbir an durmayacaktır. O halde kötülüğün egemen olmasına meydan vermemek ve iyiliğin başarı kazanmasını sağlamak için cihad, kesintisiz bir şekilde devam etmelidir. Aksi takdirde iyilik her yerde ezilip çiğnenirken zulüm yaygınlaşacak ve psikolojik çöküntü, iyilikle dengelenmeyen bu koca evrende, karşı durulmaz bir hâkimiyet kurmaya başlayacaktır (Muhammed Ebû Zehre, a.g.e. s. 10).
“Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesâda uğrardı. Fakat Allah, âlemlere/bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.” (2/Bakara, 251)
Dinimizde savaş, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; müslümanların ve tüm mazlumların gasbedilmiş haklarını geri almak için ve fitneyi ortadan kaldırmak, saldırganlığı püskürtmek için yapılır. Savaş, başka türlü çözüm şansının kalmadığı durumda en son çaredir. Ve savaşta her şey meşrû görülmemiş, niçin ve kimlere karşı yapılacağı belirtildiği gibi, nasıl yapılacağı ve hangi esaslara riâyet edileceği de hükme bağlanmıştır.
Hevâ ve heveslerini ilah edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücâhede, mücâdele ve mukatele etmektir.
İslâm barışı hedefler, müslümanların savaşmak zorunda kalışı, barışı insanlara ulaştırmak içindir. Barışı korumanın en iyi yolu savaşa hazır olmaktır. Çünkü, unutmamak gerekir ki, barış bile, büyük ücretlerle satın alınır. Bir farklı açıdan şöyle de değerlendirilebilir: Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz. Lüks ve dünyevîleşme kılıçtan beter eziyor bizi.
Zâlime merhamet, mazluma zulümdür. Aç canavara karşı sevgi, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını ister.
Kendi içinde ve çevresinde barışı/İslâm'ı hâkim kılan ve tüm yeryüzüne bunu yayma gayretinde bulunan barış elçisi İslâm erlerine, mücâhidlere selâm olsun!
Irak'a Karşı "Savaş" Adlı Büyük Terör Eylemini Anlamak Açısından
TERÖR VE TERÖR İLE CİHAD ARASINDAKİ FARK
Terör: Silâh Olarak Kullanılan Kaypak Bir Kavram: Filmlerde işlenen cinâyetler, öldürme işine göre değil de; bu cinâyetleri kimin işlediğine göre değerlendirilir; birçok insan öldüren kişi, eğer filmin jönü, başrol oyuncusu ise, bu kahramanlıktır; yok, kötü adam ise, bu vahşettir, terördür. Film de zaten bu şekilde kurgulanmış, izleyenlere de bazı cinâyetleri alkışlarken, bazılarını lânetlemek rolü düşmüştür. Seyirci buna hem alıştırılmış, hem de şartlandırılmıştır. Artık, sinema dışında oynanan oyunda da izleyici aynı tavrını kuşanacaktır.
Kediyi köşe sıkıştıran, ona veya yavrusuna can güvenliğini çok gören kimseye bir şey demeyeceksiniz; kedinin kendisini ya da yavrusunu korumak için tek alternatifi olan aslanlaşıp kurtulma mücâdelesine terör diyecek ve onu terörist bir tavırla cezâlandırmadan yana olacaksınız. Bu ne kadar adâlet ölçüleriyle bağdaşır? Olayı empatiyle değerlendirip bir de kedi gözüyle bakmayı düşünemeseniz bile, objektif olmak, kendi hakkın kadar muhâtaplarının da hakkını yüce bilmek erdemi olmadan insanlığın ne oranda korunabileceğini de mi düşünmezsiniz?
Kendileri fesatçı/terörist birer zâlim olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyorlar, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)'ya fesatçı/bozguncu/terörist damgası vuruyorlar ve halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı. Derin devletin yetkilileri Firavun’a şöyle baskı yapıyordu: "Mûsâ'yı ve milletini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye bırakacak mısın?" (7/A'râf, 127). Firavun da şöyle demişti: "Bana izin verin de Mûsâ'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat çıkaracağından (terör uygulayacağından) korkuyorum." (40/Mü'min, 26)
Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör” tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist”i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki” kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist” demektir. Yani ya dostları, kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı”dır. Ama, terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki” hemen damgayı yer: Terörist! Nelson Mandela, Usâme bin Lâdin, Yaser Arafat, Ariel Şaron, Che Guevara, Deniz Gezmiş, Abdullah Öcalan, Şâmil Basayev, Şeyh Yasin, Saddam Hüseyin, İran Şâhı ve benzerlerinin farklı kesimler tarafından değerlendirilmesini örnek olarak sayabiliriz. Ülkeler için de damgalandırma bundan farklı değildir: Terörist ülkeler ya da teröre destek veren ülkeler diye listeye alınanlar, emperyalist ABD’nin çıkarlarına ters düşen ülkelerdir daha çok. Ve hiçbir zaman en büyük terörist devlet İsrail nedense bu listede yer almaz. Tâliban, Hizbullah, Filistin’deki İntifâda hareketi, istişhâdî (gönüllü şehidlikle ilgili) eylemler kesin bir şekilde terörist ilân edilirken BBC, CNN ve her ülkedeki kukla medya tarafından; İsrail’in yaptıkları terör filân değil; meşrû müdâfâdır, terörist avıdır, savaştır. Amerika’nın Irak’taki, Afganistan’daki, Afrika’daki sivil halka bombalar yağdırması hiç de terör diye damgalanmaz. Çıkarlarına uygunsa Apo ve benzerleri bir özgürlük gerillası; değilse, terörist oluverir. Kimlerin planlayıp icrâ ettiği hâlâ netlik kazanmayan 11 Eylül 2001 saldırısının terörist eylem olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur ama; bu olay bahanesiyle Afganistan'ın yerle bir edilmesi ve söz konusu eylemle hiç ilgisi olmayan binlerce sivilin savaş, intikam, suçluların cezalandırılması gibi sloganlarla vahşîce öldürülmesinin terörizm kavramıyla ilişkisi sorgulanmaz.
Ve birey ve gruplar terörist kabul edilirken, devletler çoğunlukla bu tanımın dışında tutulur. Halkın zâlim devlete karşı tavrı terördür de, devletin kendi halkına her türlü zulmü revâ görmesi veya başka ülkelerdeki halkları toplu kıyımlara uğratması terör kabul edilmez. Halbuki fesat anlamındaki terör, en büyük çapta ve en yoğun şekilde devletler tarafından sürdürülmektedir. İki dünya savaşında mâsum halkların acımasızca öldürülmesi, atom bombalarıyla iki şehrin yerle bir edilmesi ve hemen devamlı olarak sürdürülen müslüman halklara karşı katliâmlar, haksız saldırı ve savaşlar, terör örgütü diye tanımlanan dünyanın tüm bireysel ve grupsal eylemleriyle kıyaslanamayacak kapsamdadır. İsrail ve onun müstemlekesi durumundaki ABD ve onlara destek veren ülkelerin yönetimindeki zihniyet ortada durduğu müddetçe dünyada haksız savaşlar, yani terör ve fesat ortadan kalkmayacaktır. Haksız savaş en büyük bir terör şekli olduğu gibi, terör de bir savaş şeklidir. Terör, daha çok; askersiz ve toprak sınırı olmayan bir savaştır. Günümüzde en etkili ve önemli terör, emperyalist devletlerin yapmış oldukları terördür.
Devlet erki, askerî saldırganlığa karşı yapılan direnişe terörizm adını vermektedir. Sözgelimi, İsrail, BM tarafından Lübnan ve Filistin bölgelerini yasadışı bir şekilde işgal ettiği için sürekli kınanmasına rağmen, İsrail devleti bu işgale direnenlerin eylemlerini terörizm olarak tanımlamaktadır. Şartları ne olursa olsun Lübnanlı ve Filistinlilerin direnişleri istisnâsız terörist hareketler olarak isimlendirilmektedir. Bunun sebebi şudur: Onlar hem insanlık dışı olarak gösterilirler, hem de onlara karşı kullanılan keyfî devlet gücü meşrûlaştırılır. Siyonistler İsrail’in yasadışı askerî işgaline karşı yapılan her Filistin direnişini ısrarlı bir şekilde terörizm olarak nitelendirirler. Batı medyaları ve yorumcular için bir İsrail kasabasındaki bir kahvenin bombalanmasında terörizm kelimesini kullanmak tam uygun gelebilir, fakat İsrail’in askerî hedeflerine yapılan bir saldırıda terörizm kelimesini kullanmak güçleşir. Dahası Filistinlilerin evlerinin tank ve buldozerlerle İsrail tarafından yıkılmasına karşı, onların yaptıkları direnişte terörizm kavramını kullanmalarının pek inandırıcı olmadığının farkındadırlar.
Filistinliler, evlerinin yıkılmasına ve siyonist işgale karşı direniş yapma hususunda uluslararası tanınmış bir hakka sahiptirler. Batı medyası hiçbir zaman dile getirmese de İsrail bir devlet terörü uygulamaktadır. Bu şekliyle terörizm, siyasi olarak kendisine anlam yüklenen bir terimdir. Batı medyası, terörizm kelimesini müttefiklerinin ve yandaşlarının muhâliflerine karşı kullandığı zaman adâletsiz davranmakta ve haksızlığın en büyüğünü de direnişin kendisine yapmaktadır. Medya kurbanları, akı kara ve karayı ak gösterme konusunda büyülü güç olan medyanın yönlendirdikleri, Filistinlilere karşı saldırganlıklarla dolu bir tarihe sahip olan İsrail’in nasıl oluyor da terörizmin ana kurbanı olarak gösterilebildiğini eleştirel bir şekilde düşünemezler. Bu tarz bir düşünce, neyin terörizm neyin de terörizm olmadığını söyleyenlerin amaçlarının da irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Terörizm kelimesi kullanılarak genellikle siyasî bir hedefe ulaşılmak istenir ve bu siyasî kullanım gizlenmeye çalışılır. 1970’lerde İsrail ve ABD, üçüncü dünya milliyetçiliğinin çeşitli şekillerini tanımlamak için terörizm kelimesini kullanıyordu. Sonra, ABD destekli teröristler de özgürlük savaşçısı olarak isimlendirilmeye başlandı. Sözde bilgi(!) çağında güç, kelime ve imajlardadır. Bugünün savaşları daha çok kelimeler ve kavramlarla yapılıyor. Silâh yerine medya bombardımanı kullanılıyor. Bütün olay, saldırganların kurbanlarını terörist olarak tanımlamasıdır. Fiilî olarak uzlaşılmayan tanımlamaların propaganda yoluyla normalleşmiş tanımlar ve kavramlar olmasına, eleştirel düşünceye sahip olamayan ve düşünme yerine seyretmeyi seçen medya yönlendirmesine açık izleyicilerin çoğunun katkıda bulunduğunu görüyoruz.
Aynen laiklik ve demokrasi gibi batının çoğu kavramları kaypaktır. İçlerini işlerine geldiği gibi doldurdukları yetmez, istedikleri zaman bunların içini boşaltır, farklı şekillerde de doldurmaya başlarlar. Helvadan putlarıdır bu kaypak kavramlar modern putperestlerin, aynı zamanda da Truva atı. Terörizm tanımlaması üzerinde genel bir uzlaşı olmadığı için, her türlü amaç için kullanılmaktadır bu kavram da. İhtiyaca göre de anlamı değişmektedir. Bazen “hayat tarzını etkileyen şey”, bazen de sömürgeleştirmeye ve işgalin diğer çeşitlerine karşı yapılan direniştir terörizm. Yaser Arafat’ın imajı buna güzel bir örnektir. Amerikalılar ve İsrailliler yıllarca onu terörist olarak isimlendirdiler. Oslo’dan sonra o, devlet adamı oluverdi. Devlet başkanı unvanı İslâmcı ve solcu eylemcilere terör uygulasın diye verildi. İsrail bu amaç için FKÖ’ye silâhlar verdi ve onların cezaevleri ve sığınaklar yapmasına izin verdi. Fakat bu plan işlemedi. Gerçek düşman olarak işgalciler ve saldırganlar bu kadar belliyken, bir kişinin kardeşini vurması mümkün değildi. Dolayısıyla Arafat’ın devlet adamı elbisesi çıkartıldı ve kendisine yeniden terörist statüsü verildi. Bütün bunlara rağmen Arafat’ın polis gücüne, ya da göstermelik barış masasına oturtulmasına ihtiyaç duyulduğunda medya onu terörist olarak tanımlamaya ara verirdi. O halde nedir bu terörizm?
Terörizm, devlet erkinin saldırgan eylemlerini ve kendi çıkarlarına uygun politikaları meşrûlaştırıcı bir değer olmakla birlikte, birçok yönde de gerekli bir kelimedir. ABD kendi haklılığını göstermek için daima “kötü”, “öteki” karşıtlığına ihtiyaç duymuştur. “Kötü”, “öteki” tarih boyunca şekilden şekle girmiştir; Kimi zaman despot, kimi zaman korsan, kimi zaman eşkıya, kimi zaman da anarşist ve komünist ve şimdi de “radikal müslüman.” Batı medeniyetinde kendini muhâlifiyle tanımlamak her zaman bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gerçek ya da hayalî terörist ve diğer kötü karakterler Batının kendi imajını devam ettirmek için fiilî olarak zorunlu olmuşlardır. Bu tespit, Haçlılar’a kadar götürülebilir. Dolayısıyla müslümanlar, terörist olarak tanımlanma hususunda tek değillerdir; diğer zamanlarda diğer insanlar da büyük güçlerin çıkarlarına hizmet etme amacıyla bu tarz isimlendirmelere mâruz kalmışlardır. İnsanların müslüman terörist imajını bu kadar kolay kabullenmelerinin sebepleri şunlardır: Haçlılar’ın Hıristiyan Batıdaki meşrûiyetleri ve onlarca yıldan beri ABD ve diğer yerlerde İsrail yararına yapılan Arap karşıtı propaganda. İRA’yı veya Batıdaki bir terör hareketini “Hıristiyan terörizmi” diye adlandırmazlar. Hiç “yahûdi terörizmi” “siyonist terörist” yoktur; ama “müslüman terörizm”, “İslâmî terör örgütleri” vardır bu yaftalamada.
ABD, komünizmin çöküşünden sonra dünya egemenliğini sağlamak için etki alanına çeşitli dayanaklar getirmeye çalışmaktadır. Dünya Ticaret Örgütü ve diğer malî yapılar tam da bu görevi yerine getirmeye çalışmaktadırlar. 2. Dünya Savaşından sonra Marshall planıyla da aynı şey hedeflenmişti. Batı, terörizm ve fundamentalizmden korktuğundan daha çok İslâm’dan korkmakta ve dünyayı bununla korkutmaktadır. Çünkü Batı bu iki özelliği de kendi bünyesinde barındırmaktadır. Batıyı asıl korkutan İslâm’ın kendine has bir dünya görüşüne sahip olması ve bu dünya görüşünün Amerika tarafından propagandası yapılan liberal batılı bakış açısından temel olarak farklılık arzetmesidir.
Tema her zaman aynıdır: Batı medeniyeti karşıt İslâm aynasını kullanarak kendi imajını inşa etmiştir. Batının bu aynayı algılaması İslâm’ın hiçbir gerçekliği ve müslümanların yaşam tarzı üzerine kurulmamıştır. Bütün bunlar alâkasız şeylerdir. Aslında olan biten şuydu; orada diğer bir medeniyet vardı, birçok insan bunun ne olduğunu bilmiyordu, çok az kişi merak ediyordu. Dolayısıyla bu medeniyet, siyasal ve kültürel hedefler için kullanılabilirdi. Bir kişi Batı tarihini eleştirel bir şekilde incelediğinde İslâm’ın her yerde karşısına çıktığını görecektir. Batının kendini tanımlamasında şiddet, merkezî bir rol oynamaktadır. Batı inanılmaz derecede şiddet mirasına sahiptir. Batılılar tarafından yalnızca 20. y.y.da bir milyondan fazla insan öldürülmüştür. Bu şiddetin meşrûluğu ciddiyetle ele alınıp tartışılmadığı için Batı, suçlarını ve güvensizliğini diğerlerine yansıtmaktadır. Müslümanların terörist olarak gösterilmesi örnek olarak zikredilebilir.
Bazı insanlar terörizmin daha az çelişkili ve daha belirgin tanımlarını yapmaktadırlar. Bu tanımlamalardan bir tanesi şudur: Terörizm birtakım siyasî ve askerî kazanımlar elde etmek için sivillerin öldürülmesi ya da sindirilmesidir. Fakat bu tarz bir tanımlama Batı için tehlikelidir. Çünkü bu tanımı duyan birisi kalkar, Hiroşima’daki, Nagazaki’deki sivillerin bombalanmasını, ya da Dresden, Kamboçya, Vietnam, Irak, Afganistan... bombalamalarını tartışmaya açar ve bu bombalamaların hepsini terörizm olarak isimlendiriverir. Bir başkası ABD’nin üçüncü dünyadaki rejimleri desteklemesini ve bu destekleme sonucunda bu rejimlerin kendi halklarını ilerleme ve gelişme adı altında sindirmesini terörizm olarak tanımlayıverir. O yüzden böyle bir tanımlama medyada kullanılmaz. Egemenler için belirsiz, kesin olmayan, sık sık değişen kavramlar daha faydalıdır. Ve bu tanımlamalar Batı yanlısı düzenler ve medya aracılığıyla günlük olarak satılırlar. Alternatif sesler tamamen devre dışı bırakılır.
“Terörizm”, bu geç modernite döneminde Batı dünyası için gerekliliktir. Teröristler “kötü öteki”yi temsil etmektedirler. Onlar bitmez tükenmez kötü kişilerdir. Teröristler soğuk savaş dönemi savaşçılarının mesleklerini kaybetmemelerini sağlarlar ve hatta millî güvenlik organlarına, silâh ve mühimmat sanayilerine canlılık getirirler. Herkesi etkileyen global ekonomik durgunluk ve iklim sorunları ve hepsinden önemlisi, inanç ve buna dayalı ahlâk konuları gibi gerçek dünya problemlerinin insanların gündeminden uzak tutulmasını sağlarlar.
Batı medyasının kasıtlı ve yoğun kampanyalarının ve İslâm düşmanı egemen çevrelerin beyin yıkama etkisiyle İslâm ve müslüman terimlerinin terör, anarşi, savaş, kan, intikam ve şiddet kavramları yan yana kullanılmaya ve biri söylenince diğeri çağrışım yapacak şekilde şuuraltına yerleştirilmeye başlandı. 20. yüzyılın son yarısından itibaren, çeşitli vesilelerle insanların bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılan İslâm’ın şiddet üreten bir din olduğu yargısı, müslüman halklara yönelik şiddet eylemlerine meşrûiyet kazandıracak şekilde kullanıldı. Afganistan’a yerleşen ve Irak Savaşı adlı büyük terörizmden sonra orayı işgal eden terörist Amerika, oradan Ortadoğuyu tümüyle kontrol etmeyi ve kendine göre terörist kabul ettiği İslâmî hareketlere müdâhale edip, Amerikancı İslâm(!) anlayışını, o ülkelerdeki kendi piyonu konumundaki yöneticilerin de yardımıyla halka dayatmak istemektedir.
11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine yapılan saldırılardan sonra, Batı dünyasında, başta ABD başkanı Bush ve İtalya başbakanı Berlusconi olmak üzere çeşitli devlet adamları, bu olayların medenî Batının ulaştığı insanî ve üstün değerlere karşı bir savaş olduğunu ve dolayısıyla Batının, sahip olduğu bu üstün değerleri savunmasının en doğal hakkı olduğunu vurguladılar. Benzer şekilde Batı dünyasında kilise çevreleri ve bazı kilise dışı çevreler, Batının dinsel geleneğini ifâde eden Hıristiyanlığın, sevgi, barış ve hoşgörü temeline dayalı üstün değerleri temel alan bir inanç sistemi olduğunu, buna karşı özellikle İslâm’ın özünde ise şiddet ve anarşinin bulunduğunu ileri sürdüler. Hatta, İtalya’da olduğu gibi, bazı yüksek rütbeli kilise görevlileri, Batının sahip olduğu insanî üstün değerlerin korunması için Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların sınır dışı edilmelerini ve onlardan boşalan işgücünün Doğu Avrupadan getirilecek hristiyanlarla doldurulmasını önerdiler.
Bu tartışmalarda temel varsayımlardan birisi, şiddet ve anarşi üreten bir din olarak İslâm’ın geçmişte ve günümüzde anarşist ve terörist karakterli insanlar yetiştirdiğiydi. Diğeri ise, buna karşılık Hıristiyanlığın sevgi, barış ve hoşgörü dini olarak günümüzde Batı uluslarının sahip olduğu şekilde üstün insanî/medenî değerler üreten bir gelenek olduğu varsayımıydı. Hıristiyanların kendi geleneklerine ilişkin bu yargıları ne kadar doğrudur? Kendisini “sevgi ve barış” sloganıyla takdim eden bir din, nasıl olur da gerek içe dönük, gerekse dışa dönük şiddet eylemi üretebilir? En basitinden tarihte gerek Müslümanlara gerekse sapkın olarak görülen çeşitli sekteryan akımlara karşı Haçlı Seferlerini icat eden, iki büyük Dünya Savaşının tarafları olarak karşı karşıya gelip milyonlarca kişinin katledilmesine neden olan, sömürge dönemi ve sonrasında Amerika, Okyanusya, Afrika ve Asya kıtalarında birçok yerli kültürü ve halkı katleden, yakın zamanlarda Ön Asya’da ve Balkanlarda ölüm tarlaları oluşturan ve günümüzde İsrail’in işlediği soykırıma arka çıkan Hıristayan uluslar ve kilise çevreleri, bu tutumlarını “sevgi ve barış” ilkesiyle nasıl örtüştürebilmektedirler? ABD başkanı G. W. Bush’un dile getirdiği şekilde ABD ve doğal müttefikleri olan Batı dünyasının “şer güçlerle mücâdele” diye adlandırdıkları müslüman halklara karşı topyekün savaş, “iyinin kötüye karşı savaşı” ve daha belirgin olarak “yeni bir Haçlı Seferi” gibi dinsel motifler taşımaktaydı (Şinasi Gündüz, Dinsel Şiddet, Etüt Y. s. 10-11).
İslâm’ın cihad anlayışı ise bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.
Terör ile Cihadın Birbirine Karıştırılması: Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Terör ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı terör olaylarına bulaştıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır. Bir müslüman; terör, fesat, anarşi ile cihad ve kıtâli karıştırmaz, karıştırmamalıdır. Günümüzde İslâm’ın cihad hükümlerini de, ülkenin durumunu da, “savaşçı” ve “savaş alanı” konusunu da doğru ve yeterli şekilde yorumlayamayan çok az sayıdaki bazı gençler, cihad eylemi diye iyi niyetle terör eylemlerine girişebiliyorlar. Bu, hem kendilerinin vebali, hem de İslâm’ı itham altına bırakıcı, tebliğin önünü tıkayıcı işlevleri yönüyle büyük yanlışlara imza atmak demektir.
Haklarına, hürriyet ve canlarına kastedildiği her yer ve zamanda müslümanların cihad halinde olmaları en doğal hakları ve hatta görevleridir. Bu bakımdan İslâmî kurtuluş hareketi ve mücâdelelerini terörizm olarak değerlendirmek, gerçek terörizmi ve teröristleri himâye etmektir.
İslâmî ıstılahta ve Kur’an’da terör kelimesi “fesad” ve “ifsâd” kavramıyla karşılanır.
İfsâd: Huzuru Bozma ve Terör
Fesâd, "fe-se-de" fiil kökünden gelir; bir şeyi îtidal (denge) dairesinden az veya çok çıkarmak demektir. Bu fiil, yiyecek ve içecekler için bozulma, kokma; ameller için geçersiz olma, hükmü olmama; bunların dışındaysa gerek nefis, gerekse bedende meydana gelen maddî-manevî bozulma; toplumda ortaya çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını ifâde etmek için kullanılır. İfsad: Bozmak, fesat çıkarmak, ifsat etmek, îtidalden (dengeden, faydalı ve âdil olmaktan) çıkarmak, kokuşturmak demektir. Fesat kelimesi, Kur'an'da çeşitli âyetlerde genellikle “yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, dünyevî ve uhrevî çıkarları zedelemek” anlamında kullanılır. Müfsid; bu fiilin ism-i fâili olup, bozan, bozgunculuk yapan demektir. Fesâdın zıddı salâh; ifsâdın zıddı ıslah; müfsidin zıddı muslih ve fâsidin zıddı da sâlihtir.
Hevâlarını ilâh edinen insanlar, ya da böylesi hevâdan ilâhlar birbirleriyle çatışacaklarından yeryüzündeki fesadın başlıca etkeni, yeryüzünün müfsitleridir. Kur'an, evrende egemen olan birliğin, düzenin ve dengenin, yani sulhun tevhidden, yani İlâh'ın bir olmasından kaynaklandığını, eğer göklerde ve yerde birden fazla ilâh olsaydı, sulhun bozulup, yerine fesadın hâkim olacağını belirtir: "Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı." (21/Enbiyâ, 22)
Göklerde yalnızca Allah'ın ilâhlığı egemendir; yeryüzünde de insan elinin ulaşamadığı yerlerde yine Allah'ın ilâhlığı mutlak egemen olup, buralarda fesat yerine sulh vardır. Fakat, yeryüzünde bazı insanlar Allah'ı değil de hevâlarını ilâh edindiklerinden dolayı bir’den çok hevâ, bir’den fazla ilâh ortaya çıkar. Bunun sonucunda böyle insanlar daha başka insanlar üzerinde rableşir, ellerinin ulaştıkları yerleri mülk edinmeye, buraları egemenlikleri altına almaya çalışır, yani Allah'ın rablık ve melikliğini tanımayıp, kendi hevâlarını bu makama oturturlar. Bu insanlar, ister kâfir, ister münâfık olsun durum değişmez ve bunların işi, kendiliklerinden yeryüzünde fesat çıkarmaktır; kendilerini ıslah edici saysalar bile. "İnsanlardan mü'min olmadıkları halde, ‘Allah'a ve âhiret gününe inandık’ diyenler vardır. Allah'ı kandırmaya çalışırlar, iman edenleri de; ama farkında olmadan yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar. Kalplerinde hastalık vardır onların, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden dolayı acıklı bir azap vardır onlar için. Kendilerine 'yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiği zaman, 'biz ancak ıslah edicileriz' derler. Dikkat edin, onlardır müfsit (fesat çıkarıcılar), ama şuurunda değillerdir." (2/Bakara, 8-11)
"Onlara 'yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde; 'biz ıslahatçılarız' derler." (2/Bakara, 11). İlk insanın imanı, tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar, mü'minlerin imanı gibi pırıl pırıldı. Önce imana şirki bulaştırdılar. Allah'ın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilâhlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdâhale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir." (9/Tevbe, 28) buyurur.
Kendilerine sorarsanız, bozguncu değildirler. Hatta kafa tutarcasına, bu faâliyetlerinin yapıcı ve mâsum olduğunu söylemekten çekinmezler. O tertemiz elbiselerinin içinde, kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her tarafında anarşi çıkarıp terör uygulayarak insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silâhlar satarak midesini şişirmek için koşan bu hasta adamlara: "yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta, Malta zirvesinde, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" derler. Peki ama, her zirvenizin sonunda Hama'da, Halepçe'de, Afganistan'da, İran'da, Irak’ta yüz binlerce insan neden öldürülüyor?
Bozgunculuğun en korkuncunu yaptıkları halde, dönüp de "bizim hareketlerimiz yapıcıdır" diyenler, her asırda pek çoktur. Böyle diyorlar, çünkü ellerindeki ölçü bozuktur. Evet, ihlâsın, samimiyetin ve hüsn-i niyetin ölçüsü bozulunca bütün değer ve ölçüler hassâsiyetini kaybeder. Niyet ve vicdanları her şeyi Allah için yapma samimiyetinden mahrum olanlar, davranışlarındaki bozgunculuğu görememekte mâzurdurlar. Çünkü onlarda, hayır-şer; iyilik-kötülük ölçüleri, Rabbânî bir temele oturmamıştır. Onlar, şahsî ihtiraslarının esiridirler.
Rabbimiz bizi uyarıyor: "Gözünüzü açın, asıl fesatçılar onlardır, ancak farkında değiller." (2/Bakara, 12). Islahatçıyız diyerek gelen, batının akıl hocalıklarına aldanmayalım. Bunlar bozguncudurlar. Ancak yaptıklarının bozgunculuk olduğunu bilmezler veya bilmezden gelirler. "Akrebin kimseye kin'i yoktur. Ancak, onun sokması fıtratının gereğidir." İyi niyetli kâfirler yönetici olsalar, içlerindekini dışa vuracaklar. İçlerindeki küfür zehir olunca iyi niyetlerle de olsa insanlığı ve tabiatı zehirleyecektir. Onlar, şeker hastasına çok iyi niyetlerle her gün baklava yediren câhil insan gibidirler.
Fesadın Tek Etkeni İnsanlardır: Allah, yeri ve gökleri eşsiz bir nizam, ölçü ve uyum içinde yaratmıştır. Yeryüzünün düzenini ve huzuru bozan insandır. Kur'an, fesadın her türünün insanın eseri olduğunu açıkça belirtir. (Bkz. 2/Bakara, 30: 40/Mü'min, 26). Bu yüzdendir ki İlâhî irâde, yeryüzünü fesada veren kötü insanları, onlara musallat edilen başka insanlarla durdurmayı sünnetullahtan biri halinde işletmektedir. (bkz. 2/Bakara, 251). Yeryüzünde fesadın tek etkeninin insanlar olduğunu şu âyet çok net ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor: "İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı, karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı." (30/Rûm, 41)
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlar, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmayı arzu ederler. Dünyevî hırslarını, iştah ve şehvetlerini tatmin için her yola başvururlar. Hedeflerine varabilmek için hiçbir kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecâvüz ederler. İşte yeryüzünde fesadın kaynağı budur. Allah'a açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak, insanlar İslam'a sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa, yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tespit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.
İnsan Hakları İhlâlleri Şeklindeki Fesat: Fesadın yaygın görünüşü, insan hakları ihlâlleridir. Bunlar, kan dökücülük, sömürü ve tahakküm/dayatma şeklinde kendini gösterir. "...Kim bir kimseyi, bir kimseye (cinayete) veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden bir hayat kurtarırsa), bütün insanları diriltmiş gibi olur. And olsun ki onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi. Sonra buna rağmen onların pek çoğu, yeryüzünde taşkınlık edenler (müsrifûn) oldu." (5/Mâide, 32).
Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen politikacılar, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücâdele ederler (2/Bakara, 204-205).
Kendisi Bozgunculuk Çıkardığı Halde Sâlihlere Bozgunculuk İsnat Etmek: "Mûsâ’yı, Firavun ve erkânına gönderdik. Âyetlerimize karşı haksızlık ettiler. Fesatçıların/ bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak." (7/A'raf, 103). "Firavun, müfsidlerden (fesatçı/bozgunculardan) idi." (28/Kasas, 4). Kelimenin tam anlamıyla fesatçı olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyorlar, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)'ya “fesatçı/bozguncu!” damgası vurarak halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı: "Mûsâ'yı ve milletini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye bırakacak mısın?" (7/A'râf, 127). Firavun da etkin güçlerin “bozguncu, terörist!” yaftasını tutmuş, beğenmişti: "Bana izin verin de Mûsâ'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat/terör çıkaracağından korkuyorum." (40/Mü'min, 26). Firavun ve yandaşları, kendi düzenlerini değiştirip yıkacak olan Hz. Mûsâ'yı, bozgunculuk yapmakla suçluyorlardı. Firavun düzenine karşı çıkan ve sosyal ıslah programı öneren Hz. Mûsâ, karşı çıktığı düzen tarafından bozgunculuk suçlamasıyla, vatan hâini, bölücü olarak görülüyor, böyle gösterilmek isteniyordu. Her devirde kâfirlerin tavrının farklı olmadığı, küfrün tek millet olduğundan aynı tavrı sahnelediği, günümüz dünyasındaki belirgin benzerliklerle değerlendirilebilir.
İnsanları Bölme: İnsanları yapay ayrımlara tâbi tutup bölme, Kur’an’da, Firavunca bir fesat yöntemi olarak değerlendirilmektedir: "Firavun, memleketin başına geçti, halkını fırkalara (kastlara, yüksek ve aşağı sınıflara) ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, müfsitlerden/fesat çıkaranlardan idi." (28/Kasas, 4). Firavun'un zayıf, güçsüz gördüğü grup, Mısır toplumunda en aşağı basamaklara itilen ve hemen hemen bütün insan haklarından yoksun bırakılan İsrail oğullarıydı. Bazı kişilere ve ırklara ayrıcalık vermek, devletin rantını yiyip halkı sömürerek elit tabaka (burjuva, sömürücü, kapitalist, bürokrat kesim, mutlu ve putlu azınlık) oluşturup, toplumu da halk tabakası, orta direk, batılı-doğulu, Türk-Kürt, zengin-fakir, irticacı-çağdaş vb. ayrımlarla sınıflara, yapay gruplara ayırarak bölen fesatçılar; mü'min-müşrik ayrımına bölücülük damgası vurarak sömürüye ve zulme dayanan kendi bölücülüklerini unutturmak istemektedirler.
Bilim Yoluyla Fesat: Çağımız buhranlarının temel nedenlerinden biri, bilime karıştırılan yalanlar, insan itikadını ve yaşayışını saptıran nifaklardır. Gerçekte ilim, İlâhî sanatı tetkik hikmeti olduğu halde; hiç bağdaşmaması gereken cehâletle (câhiliyye) bilim, zorlama yollarla, şeytanî hile ve uydurmalarla bağdaştırılmış ve fesat araçlarından biri olmuştur.
Ahlâk Yoluyla Fesat: Çağlar boyu toplumlar içinde ahlâkı fesada verip, toplumları çökerten münâfık ve müşriklerin devrimizdeki ulaştıkları durum, dört ayaklıları bile utandıracak boyutlara gelmiştir.
Ekonomi Yoluyla Fesat: Dinimiz, insanların meşrû ihtiyaçlarını karşılamak için belirli şartlarla helâl dairesi içinde çalışmalarını ibâdet kabul eder. Cimriliği haram kıldığı gibi, israfı da şeytanın kardeşliği olarak değerlendirir. Fesatçılar ise, israf ve tüketim hızlanması sloganlarıyla toplumları tüketim toplumu yaparak mahvetmektedir. Ülkeler, toplumlar, aileler, evlilik kurumları, iş bulma konuları... gibi yapılar, savurganlık ve kapitalist düzenin zulmü sebebiyle iflas etmiş durumdadır. Aç insanın, dini (dolayısıyla ahlâkı ve tüm yaşama biçimi) de kolaylıkla yozlaşmış, insanlar karınlarını doyurmaktan ve bazıları da eşya sevgisinden ve yarışından başka şey düşünemez hale gelmiştir. Modernizmin, modanın, mal-eşya yarışının, lüksün ve reklâmın fesadı yaygınlaştırmadaki rolleri, tahmin edildiğinden de çok fazladır.
Politika Yoluyla Fesat: İnsanların inanç yapısını bozan ve huzurunu ciddî biçimde kaçıran belki en önemli fesat yolu budur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, bu yüzden fâsık, zâlim ve kâfir olan tâğutların zulmü her alanda karşımıza çıkmaktadır. Bu onlarca fesadın kaynağı olduğundan, müslümanların reddetmeleri ve mücâdele etmeleri gereken fesadın başı sayılır.
Fikir Yoluyla Fesat: Bazı müfsitlere yakıştırılan filozof, düşünür, yazar, öğretmen, profesör... sıfatları, fesadın câhil halk kesimlerince kabulünü kolaylaştırması açısından büyük ihânet özelliğindedir. Allah'a inanmayan, O’ndan hakkıyla korkmayan insanın hele ağzı laf yapıyor, eli kalem tutabiliyorsa bunun fesadının şerrinden herhalde şeytan bile Allah'a sığınıyordur.
Teknoloji Yoluyla Fesat: Uydular, casus uçaklar, bombalar, füzeler, cep telefonları, gizli kameralar, tele kulakların direkt veya dolaylı yoldan fesatlarını veya fesat aracına dönüştüklerini görmek için çok zekî olmak gerekmiyor.
Medya Yoluyla Fesat: TV. kanalları ve boyalı basın... Örnek vermeye gerek var mı?
Ve En Büyük Fesat Yolu; Düzen: Tüm kural, kurum ve kuruluşlarıyla doğurgan fesat. Diğer fesatlar, bu ananın gayr-ı meşrû çocukları. Tâğûtî düzenlerin tümü en büyük müfsittir.
Peygamberlerin önemli duâları içinde fesat üretenlere mağlup olmama dileği de yer almaktadır. (Bkz. 29/Ankebut, 30). Çünkü fesat, yurtları kaos ve mutsuzlukla doldurmakta, kitleleri lânet ve azâbın kucağına itmektedir. (Bkz. 16/Nahl, 88; 13/Ra'd, 25).
Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin insanların karşısına barış üreticileri olarak çıkabileceklerini de söylemektedir (2/Bakara, 11). Sulh/barış taraftarı gözüken nice sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddarcasını yapmakta, ıslah adına yeryüzünü ifsat etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları ifsat etmektedir.
Islah adıyla ifsadı, barışçılık iddiasıyla gerçek barışseverliği ayırmada kullanılacak ölçüleri Kur'an şöyle bildirmektedir: Allah'a Kur'an'ın istediği gibi iman, âhirete yakînen inanmak, sâlih amel, yani insanlığın hayrına katkıda bulunacak Allah rızâsı için hizmetler ve Allah’a kulluk gerçekleştirmek.
İnsanların toplum içerisindeki haklarını tespit etmek ve toplum düzenini tesis etmek, siyasetle yakından ilgilidir. Bilindiği gibi siyaset: "insanları dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşâd etmekle, onların salâh ve menfaatlerine çalışmak" şeklinde târif edilmiştir. İnsanların hevâ ve heveslerini tatmine yönelen "zâlim siyaset/çirkin politika, tâğutî yönetim" fesadın yayılmasına vesile olur. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kimse kalbinde olana Allah'ı şâhit tutar. Halbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidara (velâyete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez." (2/Bakara, 204-205). Zâlim siyasette, hem tahrip etme, hem şüphe uyandırma sözkonusudur. Fesadın yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerde alabildiğine yarış vardır. Zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, ahlâksız kanallar, hatta en mâsum kabul edilen câhiliyye özelliklerini savunan resmî ve toplumsal kurumların çoğu, fesat yarışında şeytanı bile geride bırakma gayretindedirler.
Fesâdın her türünden, terörizmin her çeşidinden, saldırganlık, işgal ve çirkin savaşın her görünümünden kurtulmak için, tek bir yol vardır. Dünya barışı, salâh ve îmârının, bireysel ve toplumsal huzurun tek bir kaynağı vardır. O da bir adı barış ve selâmet olan İSLÂM.
EN BÜYÜK FETHİN YILDÖNÜMÜ MÜNÂSEBETİYLE;
FETİH VE İŞGAL
1 Ocak tarihi, müslümanlar için önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu müslümanlar bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye. Elbette noel değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı kabul ettikleri bir zâtın doğum günü değildir değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin israf edilip defterinin dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice kutlanılması değil; Câhiliyye denilen karanlık bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en büyük fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği gündür.
İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip müslümanlar, gündem oluşturmak zorundadır. Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz: Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir.
Nedir Fetih?
Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; "Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun!" dediği cinsten, tattığı güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih. Fetih, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur!" diyen muvahhidin, tüm ilâh taslaklarına ve tüm putlara meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya ilânıdır fetih.
Fetih, küfür kalelerinin İslâm'a açılması demek olduğu kadar, gönül kapılarının da hidâyete açılmasıdır. İster dış, ister iç fetihten, isterse her ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.
Fetih, Allah'ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah'a kul etme eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.
Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam tersine, her şeyi sahibine iâde etmektir. İçimizde ve çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.
Fetih, müslümanların ülke veya şehirleri i'lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet'e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça'da "açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma" anlamlarına gelen feth, terim olarak İslâm'da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kavramına benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır.
Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Medine'nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm'a kazandırılması hakkında Rasûlullah'ın "Ülkeler ve şehirler zorla alınır: Medine ise Kur'an ile fethedilmiştir" dediği kaydedilir (Belâzûrî, Fütûhu'l-Büldân, I/6). "Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik" (48/Fetih, 1) meâlindeki âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke'li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın arkasından inmiştir.
Fetih sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki "fethan karîbâ/yakın fetih" ibâresi Hudeybiye Antlaşmasından sonraki Hayber'in fethine, Nasr sûresinin 1 ve Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki "el-feth" kelimesi ise, Mekke'nin fethine işâret etmektedir. Böylece Kur'ân-ı Kerim'de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.
En mübîn, en büyük fetih olan Mekke'nin fethi ise; Allah'ın hükmünün yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ ilâhe illâllah mührünün dünyanın merkezine vurulmasıdır.
Yeryüzünde halîfe olabilmek için, tüm kulluk ve kölelikleri reddedip sadece Allah'a hakkıyla kulluk yapmak şarttır. Kulluk yapmak, yani ibâdet etmek için yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına kulluk yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz: "Yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir" buyuruyor (2/Bakara, 144). Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi Mekke'ye yöneltmeli, oraya doğru "Allahu ekber!" diyerek kıyâma durmalıyız. Bugün Mekke'miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke'mize yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka Mekke'lerimiz olup olmadığını değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi durumunda olan Kâbe ve Mekke ile, yine işgal altındaki kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû Cehiller tarafından, arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla doldurulduysa; arzın halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp putlarla dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine'ler bulmalı; sonra Mekke'lerimizi fethedip oraların sadece Allah'a kulluk yapılacak yerler olmasını sağlamalıyız.
Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz, evlerimiz, çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız gereken tüm dünyamızdır.
Allah'a ibâdet eden, Kâbe'ye, Mekke'ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin de halini düşünmek zorundadır. Kudüs'ümüz, Mescid-i Aksâ'mız ne durumda? O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin'leri imdâda çağırmıyor mu?
Cemaat halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma dursalar, bu işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin'deki zulüm, Irak'taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?
Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları?
İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır (2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4). Bu kerem vasfını, ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye düşmüştür (95/Tîn, 5; 7/A'râf, 179). Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; "Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." (49/Hucurât, 13) buyrulurken, Nisâ sûresinde; "Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı." (4/Nisâ, 95) buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (39/Zümer, 9). Demek ki bilenler, yani âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur'an'a göre kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî gönül adamı.
Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel'am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez. Çünkü Allah "Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar." (35/Fâtır, 28) buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah'tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.
Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm'ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.
Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kur'an'a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz'af kalabalıklar.
Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler, İslâm'ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan, yaşadığını tebliğ eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte de önder şehir. En büyük fetih, Mekke'nin fethi; en büyük fâtih de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke'nin, Medine'nin, Tâif'in, Hayber'in, tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O'nun öğrencileri, O'nun izini tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini de fethetti. Fetihler, Mekke'nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de Peygamber'e benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de olamaz. Başlarında büyük fâtihin izini tâkip eden yöneticiler olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile imhâ edilen topraklar olacaktır.
Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek. Bir memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah'ın hâkimiyetine boyun eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi "lâ" süpürgesiyle temizleyip "illâ Allah"ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için (33/Ahzâb, 4), bir kalp ya Allah'a tahsis edilmiştir, ya da başka bir şeye. Kalp Allah'a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur (50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24). Böyle bir kalp artık Kâ'be'ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke'ye dönmüştür. İşte o zaman Mekke'mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz. Mekke'nin şehirlerin anası (6/En'âm, 92) ve dünyanın merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.
Allah'tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah'ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun, hevânın işgali altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke'nin fethini, ne de başka fethi anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâ'be'deki putları deviren en büyük fâtih Rasûlullah'ı nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...
Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.
Medyanın ve resmî makamların verdiği haberler iyice araştırılmadan doğruluğu tasdik edilmemelidir (49/Hucurât, 6). Bu konuda ihtiyat payı bırakarak olayların zâhirinden veya kamuya gösterildiği şeklinden yola çıkıldığında, ikiz kuleler konusunda ve İstanbul'daki bombalama olaylarında bazı müslümanların piyon olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Arkalarında bulunan derin ve karanlık güçlerin, büyük istihbârât örgütlerinin oyununa gelen yarım bilgili ve yarım akıllı gençlerin kullanılmasıyla hem terörle mesajlarını veriyor, hem de suçu İslâm'a yükleyebiliyorlar. Bu gençlerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararı düşünemeyecek kadar yetersiz oldukları ve kullanıldıkları görülmektedir. Bu tür eylem hayalinde olanlar, İslâm'ın kesin hükümlerinin, peygamberlerin tavırlarının meşrû savaş dışında böyle cinâyetlere cevaz vermek bir tarafa, büyük bir suç kabul ettiğini unutmamalılar. Bu tür olaylara açıktan cevaz veren İslâm âliminin hemen hiç bulunmadığını, bulunamayacağını düşünmeliler. Üzerinde çokça spekülasyon yapılan terörün mesajı ve hedefi açık: Hedef İslâm ve müslümanların kötü gösterilmesi. Bu olaylardan en büyük zararı müslümanlar ve dinleri gördüğüne göre, planlayanların ve esas gücün müslümanlar olamayacağı, onların düşmanlarının olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Haklarına, hürriyet ve canlarına kastedildiği her yer ve zamanda müslümanların cihad halinde olmaları en doğal hakları ve hatta görevleridir. Bu bakımdan İslâmî kurtuluş hareketi ve mücâdelelerini terörizm olarak değerlendirmek, gerçek terörizmi ve teröristleri himâye etmektir.
Şehidlik Rûhunun Yeniden Canlanması
Toplumun ve içindeki bireylerin sayılamayacak kadar kapsamlı dertlerine temel çözüm; her iki anlamda şehâdet kavramının ihyâ edilmesidir. Tevhid/şehâdet şuuru olmadan şehidlik bilincinin de olmayacağı, uzunca zamandır her ikisinden de mahrum bırakılmanın ölümcül acılarıyla kıvranan toplumun şâhitliğiyle ispat edildi. Şehidlik istek ve arzusunu dirilttiğimiz anda ve o oranda kendimizin ve içinde yaşadığımız toplumun da dirileceğini, bunun dışındaki ıslah çabalarının delik kaba su doldurmaya çalışmak cinsinden olduğunu artık bilmek zorundayız.
Şehid, Tevhid mücâdelesinin ebedî şâhididir. Hakk’a ve hakikatlere, gözüyle görmüş gibi şâhid olan şehâdet eridir. Seven, sevdiğinin yolunda, sevdiğinin isteğini seve seve fedâ edendir; Şehidlik, bu hükmü kanıyla onaylayan sevdâlı fedâidir.
Şehid; ne adına, kime karşı ve niçin mücâdele ettiğini bilen kimsedir. Şehid, tuğyânın kurumlaşıp otoriteleştiği bir dünyada en güzel dâvânın sevdâsına tutulmuş müslümandır. Şehâdet/şehidlik, şehâdet kelimesini kuşanmakla, Allah’ın şâhidi olmakla mümkündür. Allah dışındaki bütün ilâhlara “lâ -hayır!-” demek, şehâdete giden yola girmektir. Çünkü gerçekten şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehidliğe tâlip olmak demektir. Şehidlerin kanları, İslâmî değişim ve dönüşümün anahtarıdır.
Şehid; kendisinin yeryüzünde halîfe (2/Bakara, 30) olduğu bilincinde olan, “yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar İslâm düşmanlarıyla mücâdele edilmesi gerektiğini” (8/Enfâl, 39) unutmayan bir dünya vatandaşıdır. İstanbul’u fethetmek için tâ Medine’lerden gelip sur kenarlarında şehid olanların yolunu sürdüren ve dünyanın en uzak noktasındaki mazlumlara yardım için kıtalar arası seferleri en güzel seyahat kabul edenlerin yoludur şehidlik.
Şehid; öyle bir öğretmen ve tebliğcidir ki, yıllarca medreselerde/okullarda verilen derslerin, ciltlerce yazılan kitapların, belâğatlı dillerle yapılan tebliğ ve uyarıların sağlayamadığı bir netice ve kazancı sağlar.
Şehid; yarar-zarar hesaplarına radikalce mükemmel bir ders verir: Tek dünyalı insanların ölçülerine göre, şehidin yenemeyeceği bir düşmana kendini öldürteceğine, hayatta kalıp gücünü uygun zamanda kullanmak üzere saklaması daha faydalıdır. Gâlip gelemeyeceği, sonucunu dünyada göremeyeceği bir mücâdeleye girmemesi gerekir. Böyle düşünenler şehidi anlayamazlar. Anlasalar böyle düşünmezler.
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama, amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Allah, zaferi insanlar arasında evirir çevirir:
“Biz, zafer günlerini insanların arasında çevirir dururuz. Bazen bir kesimine, bazen diğer kesimine zaferi nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Âl-i İmrân, 140-142). Zafer, muvaffâkiyet/başarı yalnızca Allah’ındır, o dilediğini başarılı kılar (3/Âl-i İmrân, 126). Yine unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir (30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214). “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (61/Saff, 8-13)
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır?
Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.” (54/Kamer, 10). O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti (71/Nûh, 5-9). Hem de, dile kolay; tam 950 sene... “Andolsun Biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuz yüz elli sene onların arasında kaldı.” (29/Ankebût, 14)
Ama, hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için (51/Zâriyât, 56), Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Şehid; “Şehidlerin efendisi, zâlim sultan önünde hakkı haykırandır” (Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13) hadisini canıyla tasdik eden kimsedir. Şehid, kendi ölümüyle sonuçlanan eylemiyle, zâlimin maddî gücüne hiçbir zarar vermediği gibi İslâm saflarına da maddî açıdan hiçbir katkıda bulunmamıştır. Aksine; şehâdetiyle, kendi kişisel varlığını yok ederek İslâm saflarını, bir neferinin güç ve imkânlarından mahrum bırakmıştır; İslâmî hareketi yarar-zarar hesapları içinde yönlendirmeye çalışan zihniyete göre bu böyledir. Onlar, görmez veya göremez ki; İslâmî hareketin esas dinamikleri maddî imkânların ötesinde; ölçülemez, kolay anlaşılamaz mânevî dinamikler ve İlâhî yardımlardır.
Şehid, toplumun kalbidir. Şehidin kanı, bir uzvu olduğu topluma ulaştığında, toplumun kurumuş damarlarını harekete geçirir, canlandırır, bir kalp görevi yapar. Toplumu, içinde bulunduğu bitkisel hayattan (ot gibi yaşamaktan) kurtarır, canlandırır.
Şehidlik, yaşamak için her çeşit zillete/şerefsizliğe tâlip olanların yaşadığı bir dünyada, çok şerefli bir ölümü (ebedî hayatı) seçmektir. Hayat süren leşlere, canlı cenaze durumunda olanlara en güzel dersi vermek için ölümsüzler kervanına katılmak demektir.
Ölüm istenmez, ama ölümden bin beter olan zillet hiç istenmez. Âdî birer korkak, alçak birer hâin olarak zillet içinde yaşamaktansa, şereflice ölüm elbette daha iyidir. Hem, şehidlik ölmek de olmadığına göre, ölüm istenmez, ama şehidlik istenir/istenmelidir. Şehidin de Rasûl’ün de tekrar tekrar istediği lezzettir şehid olmak. İnsan, müslümanca yaşayamıyorsa, müslümanca ölmenin yolunu mutlaka bulabilir. Bazen yerin altı, yerin üstünden daha güzeldir.
Şehidlik; zulme, fitneye, Hakka isyâna; canla kanla karşı koymak, neticede kanın kılıca gâlip gelmesini sağlamak demektir. Dünya, şehid olmaya can atanlardan korkuyor. Hiçbir silâh, yerinde kullanılan şehâdet silâhından daha büyük olamaz. Şehid olmak isteyeni, hiçbir maddî şeyle korkutamazsınız. O daima gâliptir; ölse de, yaşasa da. Ölümden korkan tüm materyalistleri, yahûdileri, beşerî ideoloji mensuplarını ancak ölümden korkmayan şehâdete can atan yiğitler korkutabilirler. Görmüyor musunuz İsrâil’in taş atan gençten nasıl korkup üstüne tankla yürüdüğünü... Görmüyor musunuz 15 yaşındaki gencin/çocuğun elindeki taşla dünya ile savaştığını... Çeçenistan destanını... Irak ve Afgan direnişini, Bosna kıyâmını... (Ve Türkiye’nin uykusunu!... Rejimin, Amerika safında, İsrail ve Amerika hedefleri doğrultusunda müslümanlarla, İslâmî simgelerle bilinçli-bilinçsiz mücâdelesini...)
Şehidler, ölümden korkmaz; bilirler ki ölüm, daha güzel bir diyara, asıl vatana göç etmektir. Bilirler ki şehidlik ölümsüzlüktür. Bilirler ki her şeyin olduğu gibi canın da sahibi Allah’tır (3/Âl-i İmrân, 26). O istediği zaman zâten emânetini geri alacaktır. Ama, gönül rızâsıyla seve seve O’nun yolunda canlarını O’na takdim, fazladan ikrâma sebep olmaktadır. Allah, kendi malını, kulundan, çok büyük bedelle satın almak istiyor (9/Tevbe, 111). Onlar şehidliğe tâlip olmakla ölümlerini erkene almış olmadıklarının (3/Âl-i İmrân, 154), sadece eceli/ölümü güzelleştirdiklerinin bilincindedirler.
"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler...” (2/Bakara, 154 ve 3/Âl-i İmrân, 169). Dirilikleri nasıldır? Nasıl, ne tür bir hayat yaşıyorlar? “Fakat siz onu hissedemez, anlayamazsınız.” (2/Bakara, 154). Şehidlerin hayatını tümüyle idrâk edemeyiz; künhüne vâkıf olamadığımız bir hayattır bu. Ancak, kabul ve tasdik ederiz, inanırız ve onlara ölü demeyiz. “Cansız” dediğimiz cisimlerin hayatını bilemediğimiz, atomlarındaki yazıları/şifreleri çözemediğimiz gibi... Tesbih eden (17/İsrâ, 44), İlâhî emânetin azametini idrâk eden (33/Ahzâb, 72), Allah korkusundan yarılıp paramparça olan, yuvarlanan (2/Bakara, 74) taşların, dağların hayatını bilemediğimiz gibi. Cin ve meleklerin hayatına vâkıf olamadığımız gibi. Berzah/kabir hayatını tümüyle idrâk edemediğimiz gibi... Âhireti tümüyle anlayamadığımız, rüyânın sırlarını, rûhî hayatın gizliliklerini çözemediğimiz gibi... Şehidlerin hayatını da tümüyle anlayamayız. Ama tüm sayılanlara iman ettiğimiz gibi, şehidlerin yaşadığına, hem bizimkinden çok daha güzel bir hayat sürdüklerine de inanırız.
İnsan nasıl olsa ölecek, ecel ne bir sâniye önce, ne bir sâniye sonra değil (7/A’râf, 34), tam vaktinde gelecek. Ama ölümün şeklini belirlemek biraz da bizim irâdemize bağlı; kahramanca, şereflice ölmek, yani ölümsüzleşmek veya sıradan biri gibi...
Tevhidin ve Hakkın düşmanları, İslâmî dâvetin önüne engel koymak üzere her zaman hile ve tuzak kurmuşlardır. Tevhid tarihi boyunca bâtıl güçler, dünyevî aşağılık çıkarlarına engel gördükleri Hakkın hâkimiyetini istemediklerinden, insanları Allah yolundan alıkoymak için cinâyetlerden, vahşet ve katliâmlardan geri durmamışlar, sayısız şehidin kanı karşılığında fethedilen İslâm topraklarını işgal etmişlerdir. Cihad ve şehâdet rûhundan başka bu zâlim işgalcileri durduracak bir yol yoktur. Bu şuurdaki mü’minler, tarih boyunca Tevhid bayrağını yere düşürmemişler, saâdet asrıyla birlikte tâğutlara bütünüyle kulluk yapıldığı hiçbir devir olmamıştır. Kutsal emânet, şehidler sâyesinde bize sağlamca ulaşmıştır. Şehid kanlarının yeşerttiği engin filizler Hak’tan başkası karşısında boyun eğmeyerek mukaddes değerleri korumuşlardır. Şehid kanlarının suladığı her toprak parçası, şehidlik mantığını öğretirken, üzerinde dolaşanlara sorumluluklarını hatırlatmakta ve şöyle haykırmaktalar: “Ey Allah’ın kulları, her şey Allah yolunda verilmeye lâyıktır; ama hiçbir şey Allah yolunda harcanmayacak kadar kıymetli değildir!”
Mukaddes tevhid sancağını yere düşürmemek, kutsal emânete ihânet etmekten kurtulmak için bugün, şehidlik şuurunu yeniden canlandırmak zorundayız. Unutmamalıyız ki bugün küfür cephesi, geçmiştekilerden daha mâsum, daha merhametli değildir. Hak ile bâtıl arasındaki mücâdele, günümüzde de en şiddetli biçimde sürüyor.
Hz. Hüseyin’in şehâdeti, asırlardır cihad, inkılâp ve şehâdet rûhunu nasıl etkilemiştir? Seyyid Kutub ve onun gibiler hâlâ yaşamıyorlar, yoldaki işaretleri göstermiyorlar mı? Bak, bu şehid öğretmenler nasıl canlı dersler veriyorlar, hizmet ve cihad yapıyorlar... Onlar bu hizmetleri yaparken ölü de, iş-aş-eş uğraşısı içinde kaybolan bizler mi diriyiz?
Her hayırlı sosyal değişim, şehidlerin kanına ihtiyaç duyar. İslâmî inkılâbın, İslâmî değişim ve dönüşümün olmazsa olmazlarından biridir şehâdet. En büyük inkılâp, Kur’an’ın teorisini çizdiği, Hz. Peygamber’in uygulamasını yaptığı devrimdir. O inkılâp öncesi, nice zahmetlere, fedâkârlığa, şehâdetlere sahne olmuştur Mekke ve Medine. Selâm olsun Sümeyye’lere, Yâsir’lere, Ammar’lara, Bilâl’lara, Hamza’lara, Câfer’lere!
Yakın tarihteki devrimlere bakın. 1979 İran İslâm İnkılâbı yüz bini aşkın şehid kanının üstüne kurulmuştur. Ama bu rakam, 1789 Fransız Devrimi ve hele hele 1917 Rus İhtilâlinde akan kanlar ve telef olan canlarla kıyas edilince hiç de çok sayılmamalıdır.
Bir buğday başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip bize enerji vermesi için hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa düşmesi, yere gömülmesi, çiğnenmesi, karanlık yer altı zindanlarında uzunca çile çekmesi, yarılıp/yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır. Sonra bu aşamalardan geçen buğday dânesi, bir ölür, yüz dirilir (48/Fetih, 29). Şehidler de başak gibidir, bir ölür, bin dirilir.
Denilebilir ki Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı 1971’de dâvâları için kendilerini fedâ etmese, komünizm için idam sehpâsına boynunu uzatmasaydı, belki 70’li yıllarda Türkiye’de bu denli ilerlemeyecekti komünizm. PKK dâvâsı da bâtıl dâvâ uğruna binlerce canın fedâ edilmesiyle büyümedi mi? Onlar, cenneti olmayan bir dâvâ için, kendilerine göre yokluğu seçebiliyorlar da, müslüman gerektiğinde cennet karşılığı fedâi olamayacak mı? Canlı şehidler unutmaz ki, uğrunda ölünmeye/canlanmaya en lâyık dâvâ İslâm dâvâsıdır. Bâtıl ideoloji mensupları kadar çalışmayan, fedâkârlık yapmayan insanlar, sorumluluklarından nasıl kurtulacaklar? “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler, benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler...” (2/Bakara, 165)
Bâtıl dinler, beşerî dâvâlar ve ideolojiler uğruna, içi boş kavramlar için, ırkçılık, kan dâvâsı, toprak veya bâtıl simgeler uğrunda eziyet çekenler, ölenler normal görülüyor, hatta bu kimseler kahraman ilân ediliyorken; Allah yolunda öldürülenlere nasıl bakılmalı? "Ben de müslümanım el-hamdü lillâh!" diyenler nasıl bakmalı? Bu bakış, bakanın kendisini iman aynasında görüp, imanının testi olmaktadır aslında.
İmanın, mü’min olmanın, mü’min kalmanın, müslüman olarak ölmek istemenin bir bedeli vardır. Cennetin bir bedeli vardır (2/Bakara, 214). Bedeli ödenmeyen inanç, taklitten öte gidemez. İmanda tahkîke ve yakîne ulaşmak için gereken bedeli eksiksiz ödemek gerekir. İman sözü, kuru bir iddiâdan ibâret değildir; "inandım" diyen, en ağır imtihanlara tâlibim demektedir: “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir.” (29/Ankebût, 2-3, 6) Nelerle imtihan olacağız? “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele!” (2/Bakara, 155) “Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Âl-i İmrân, 142) “Sevdiğiniz şeylerden infak edip Allah yolunda harcamadıkça birre (iyiliğe) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (3/Âl-i İmrân, 92)
Allah yolunda savaş yapanları, cephede savaşan müslümanları görenler iyi bilir: Hayatta bu kadar nurlu, candan tebessüm edip gülen, huzur dolu yüzlere kesinlikle başka bir yerde rastlanamaz. Şehidlik için gönülden yalvaranları, en güzel duâyı dille ve fiille yapanları, düğüne gider gibi cepheye koşanları kalemle veya dille anlatmak mümkün değildir, onu gören ve yaşayan bilir ancak.
Şehid, fânî varlığını Allah’a sunarak giriştiği alışverişte, kendisi için rızâ ve cennet satın alırken, geride bıraktığı cemaati için de, bu dinamikleri çağırmış olur. Şehid kanının bereketi ve fazîleti dediğimiz şeydir bu. Şehâdetin işlevi, Allah’ın gaybî imkânlarını, şehidin içinden çıktığı cemaat üzerine celbetmektir. Allah’ın rızâsına paraleldir Allah’ın yardımı; sünnetullah budur. Allah’ın rızâsı, Allah’ın yardımını neticelendirir. Şehidin mesajı, örnekliği, verdiği dersler, kanı ile kendi zamanında ve gelecekteki dâvâ kardeşlerine faydası ve Sünnetullah gereği Allah’ın yardımı ve zaferini dâvet ettirici olduğu gibi; âhirette de, içinden çıktığı topluma Allah'ın izniyle şefaat edebilecek, dünyada olduğu gibi âhirette de şehâdette (şehidlikte/şâhidlikte) bulunacak, hakkın şâhidi olacaktır.
Her şehid, dünya âleminde geriye kalanlara kutsal bir mesaj bırakarak gider. Hiçbir ölüm olayının şehidlik kadar derin muhtevâsı yoktur. Belki birkaç damla gözyaşı veya dramatik sessizlik... Fakat şehâdet, katiller cephesinde, bir bedenin varlığına karşı girişilen bir yok etme olayından ibâret olmayıp, hak ve hakikatin, adâlet ve doğruluğun yok edilmek istenmesine dayanır. Dolayısıyla ortadan kaldırılmak istenen, şehidin bedeninde sembolleşen hak, hakikat ve tevhid gerçeğidir. Dökülen her şehid kanı, aynı zamanda İlâhî dâvânın ebediyyen pâyidar kalması için önden gidenlerin arkada kalanlara sorumluluklarını hatırlatma sadedinde bir mesajdır. İlâhî dâvâ uğruna canlarını fedâ edenleri anlayabilmek, ancak onların kaygılarıyla kaygılanıp, küfre ve zulme karşı onların duyduğu kutsal kini kuşanmakla mümkün olacaktır.
Şehidler, kendi hayatlarını fedâ etme pahasına kutsal emâneti, tevhid şiarını, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “evet” ise, şehid olamasak bile şehidlerin şefaatini umabiliriz; “hayır” ise, hesap meleklerinden önce şehidlerin yakamıza yapışacakları endişesi taşımamız gerekir.
Şehidin kanı, hak ve bâtılı, adâlet ve zulmü birbirinden ayıran ölçü taşıdır. Şehid, halk kalabalıklarının, sırıtan yüzünü görmesine engel olan, bâtılın zulmünün maskesini yırtma görevi üstlenir. Hak yolunun tâvizsiz savunucuları olan canlı şehidler, başarısızlığın % 99 olduğunda bile bâtılla tokalaşıp uzlaşmazlar. Ezilir, ama sebat ederler; düşerler, ama dosdoğru çizgiden yalpalamazlar. Hz. Hüseyin; şehidlerin seyyidi işte böyle birisidir. "Kahrolsun zillet" diyen, korkusuz peygamberin yiğit torunu Hüseyin gibi muhteşem mağluplardır asıl gâlipler, tarihe geçen, tarih yazanlar. Onu dünyevî olarak yenen, şehid edenlerin durumu mu? Kim, oğluna Yezid ismi koymuş ki bugüne kadar? Ya Hüseyin’lerin sayısı?! Hz. Hüseyin, bir destan kahramanı değil, baştan sona bir destandır, canlı destan! Kendisi için en çok ağlanılan, ama kendisine o oranda özenilen büyük şehid. Dâvâ adamının Hak uğruna ölebilenine, böylece ölümsüzleşenine Hüseyin’den daha güzel bir örnek mi aranır?
Şehid Hasan el-Bennâ, şehâdet ehli mü'minlerin dünya görüşlerini ve hayata bakışlarını ne güzel özetler: “Gâyemiz Allah, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennîmiz Allah yolunda şehîd olmaktır.” Bir başka şehidin de şu sözleri dünyaya dört eliyle sarılıp ölümden korkan insanımızın problemlerini teşhis olduğu gibi, kurtuluşun yolunu da gösterecek mâhiyettedir: “Biz gönül ehliyiz, akıl ehli değil. Akıl ehli, hayatta kalmanın bin bir yolunu hesap ederken; gönül ehli, şehâdet için bir yol bulma sevdâsındadır. Sırf akıl ehli olanlar, dâvâları için sadece tedbir peşinde koşarlar. Gönül ehli olanlar ise, dâvâları için önce kendilerini fedâ etmeyi göze alırlar. Her bir müslüman, inancına gönülle bağlanmalıdır; sadece akılla değil!”
Güzel ölmenin sanatı, hayatı güzel yaşamaktan geçer. Şehâdet, bir yenilgi, bir yitiri değil; bir seçimdir. Ölümden korkmayanı, şehâdete susamış olanı korkutabilecek bir silâh icat edilemedi, edilemeyecektir. Ne zaman müslümanların kurtuluş gemisi karaya oturmaya yüz tutsa, kanlarını altına pompalayarak onu yüzdüren ve yüzdürecek olan şehidlerimizdir. Şehidlik konusunda söylenmedik söz kalmamış olabilir; ama bu konuda yapılmadık henüz pek çok faâliyet, icrâcısını bekliyor. Esâsen, şehâdet makamı, “söz”den ziyâde, “hareket”in, “eylem”in meyvesi değil midir? Son sözü hep şehid söyler. Çünkü o kanıyla konuşur. Fakat onun sözü, bir bakıma ilk sözdür. Her müslüman mücâhidin ölmeden önce ölüp, şehid olmadan önce şehid olması gerekir. Canlı şehid olamayana, canını şehid vermek nasib olmaz. Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar.
Bir kimsenin şehid olabilmesi için aranan ilk şart: Mü'min olmasıdır. Tevhid konusunda problemleri olanların, İslâm dâvâsına gönül veremeyen her çeşit kâfirin şehid olamayacağı bilinmeli ve bilmeyenlere bildirilmelidir. Hiçbir beşerî ideoloji mensubu bu makama eremez. Zira, kâfir zulmen öldürülse bile şehid değildir. Bu konuda, Uhud harbinde Peygamberimiz'e demir zırh ile yüzü örtülü ve silâhlı şekilde gelen kişinin; "hemen savaş mı edeyim, müslüman mı olayım?" diye sorduğunda, Efendimiz'in; "önce müslüman ol, sonra harb et" buyurması, onun da hemen müslüman olup, sonra savaşa katılıp şehid olması üzerine Rasûlullah (s.a.s.)'ın "Az işledi, fakat çok kazandı" (Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144) buyurması önemli bir örnektir.
Günümüzde İslâm'a düşmanlıklarıyla tanınan ideolojiler ve mensupları, şehid kavramını yozlaştırma gayreti içinde ve materyalist, ateist, ataist, laikçi kimseleri şehid ilan etme yarışındadırlar. Ancak Allah'ın yolunda öldürülenler şehid olabilirler. İslâm'ın dışında bir şeye itikad eden ve Allah'ın dâvâsının dışında bir dâvâ için ölenler, sadece ölüdürler. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76). Şehid olmak isteyen kimsenin, önce kimin yolunda olduğunu tespit etmesi gerekir. Şeytanın dostu olduğu halde şehidlik beklemek, şaşkınlıktır. O makam ve mertebeyi gözleyen ve özleyenlerin, önce Kur’an’ın istediği şekilde müslüman olmaları ve sadece Allah yolunda ve O'nun rızâsı için cihad etmeleri gerekir.
Şehid olabilmek için ikinci şart: Akıl-bâliğ olmak; üçüncü şart da zulmen öldürülmektir. Şehid olabilmek için, öncelikle müslüman olmak ve Allah'ın yolunda savaşmanın şart olduğunu tekrar edelim. Müslüman olmayan Allah yolunda olamaz. Allah yolunda olmayan Allah için savaşamaz. Allah için savaşamayan da şehid olamaz. Allah nizamının hâkimiyeti dışında başka ideolojiler için ölenler şehid olamazlar. Tâğutî güçlerin birbirleriyle mücâdelelerinde ve savaşlarında ölen hiç kimse şehid değildir. Tâğutî güçlerin emri ile savaşan kimseler de, velev ki müslüman dahi olsalar, şehid olamazlar. "Kim i'lâ-yı kelimetullah için, Allah kelimesi yüce olsun diye (Allah'ın hükmünü yüceltip her şeyin üstüne çıkarmak için) savaşırsa, işte o, Azîz ve Celîl olan Allah yolundadır." (Buhârî, İlim 45, Cihad 15; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783)
Tarih boyunca şehidi olan dâvâlar yükselmiş, şehidden mahrum olan dâvâlar ise muvaffak olamamıştır. İki güzelden birine (9/Tevbe, 52) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yaptığı antlaşmayla cennet karşılığında canını satmayı (9/Tevbe, 111) gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir. Çilesiz, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ya da dört-beş yılda bir oy vererek iş yaptığını düşünmek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah'ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki güzellikten biri (9/Tevbe, 52) vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah'ın rızâsı.
"Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!" (4/Nisâ, 69). "Şehid" kelimesinin sözlük anlamı, bilindiği gibi bir şeye şâhit olan "tanık"tır. Hayatının her yönünde onu uygulayarak imana şâhitlik (tanıklık) eden kişi şehiddir. Allah yolunda öldürülen kişiye de şehid denir. Çünkü o, Allah için isteyerek ölümü seçer. Doğru olduğuna inandığı şey için hayatını fedâ etmesi, kabul ettiği esasa şâhitlik yapacak kadar kesin inanmasının ve imanındaki ihlâsın bir göstergesidir.
Şehâdet, mutlaka kan ile sonuçlanmaz. Şehid, yatağında bile ölebilir. Nice insan vardır, cephede öldüğü, hatta şehid zannedildiği halde şehid değildir; nice insan da vardır ki, kendisine şehid denilmediği ve dünya ahkâmı yönünden şehid muâmelesi yapılmadığı ve yatağında öldüğü halde, âhiret açısından şehid hükmüne sahip olur. Önemli olan kişinin şehid gibi yaşamasıdır. “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15) “Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevâbına nâil olur.” (Müslim, İmâre 156).
Bir mü’minin ölüm şekli kadar, belki ondan daha fazla yaşayış şekli önemlidir. Ama, şu bir gerçek ki, hayata şâhid olmaya ve hayatı Allah’ın istekleri doğrultusunda düzenlemeye kalktığımızda da büyük bir ihtimalle şehidlik kapısı açılır. Bu yüzden şehâdeti, şâhid olmak ve şehid olmak şeklinde çift yönlü, ama bir bütün olarak anlamamız gerekir.
Nasıl öldüğümüz kadar, nasıl yaşadığımız önemlidir. Biz şuna inanıyoruz ki, şehid gibi yaşadığımız zaman, yatağımızda ölsek bile ölümümüz en az hayatımız kadar bu dine hizmet edecektir. Şehidin, sadece savaşta öldürülen olmadığından dolayı, Allah'ın ahkâmı için, Kur'ân-ı Kerim'in hâkimiyetini sağlama yolunda cihad/gayret eden, bu yolda ciddî çabalar harcayan veya en azından bunlara yardım eden müslümanlar, müslümanca bir mücâdele ile geçen hayatları nerede sona ererse ersin şehid sevâbı alacaklardır. Bir hadis-i şerifte de, "İnsanların fesâda uğradığı zamanda Peygamber'in sünnetine sarılan kişiye de (yüz) şehid sevabı verileceği" bildirilmektedir. Çünkü, şehidin gâyesi ölmek değil; Kur'an'ın ahkâmına itaat, O'nun hükümlerinin hâkimiyetine çalışmak, Rasûl'ün sünnetine sarılmaktır. Bunu sağlayınca, savaş alanında ölmese de şehid sevabı alacaktır. "Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen, yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, evet O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (22/Hacc, 58)
Şehid, hadis-i şerifte ifâde edildiğine göre, karıncanın insanı ısırdığında ne kadar acı duyarsa, şehid olurken ancak o kadar bir acı duyar (Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16). Hayran olduğu şarkıcıyı dinlerken göğüslerini jiletleyenlerin, Yusuf (a.s.)'un güzelliğine bakarken ellerini kesen kadınların acıyı hissetmedikleri gibi, onlardan dâvâlarına daha sevdâlı olan şehidler de ölürken acı hissetmezler. Onun için, biz şehidlerimize acımıyoruz. Onlara rahmet okuyor ve kendimize acıyoruz. Şehid olmak (yani cephede düşman tarafından öldürülmek) gâye değildir; müslümanca yaşayan bir kul olmak, canlı şehid gibi yaşamak, Allah'ı râzı edecek şekilde yaşamak gâyedir. Allah'ın ahkâmının hâkim olması için kulluk yapmak gâyedir.
“... Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.” (Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7; Nesâî, İman 24). Rasûlullah’ın bıraktığı tüm mirasa (ki, içinde yirmiden fazla savaş vardır) ve bu arzuya, temenniye katılıyor, altına kanımızla imza atacağımız günleri bekliyoruz. Hazineyi elde etmek için harâbeyi yıktıkları gibi, öteki dünyayı (hatta her iki dünyayı) güzelleştirmek için şehâdet, severek tercih edilir. Ama şehâdet/tevhid eri olarak şehâdet yolunda yürürken önümüze engeller dikilmiş, Mûsâ'nın denizi, İbrâhim'in ateşi veya Yusuf'un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!
“Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi şâhidlerden/şehidlerden yaz!” (3/Âl-i İmrân, 53). Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan ve dâvâsını yaşatan canlı şehidlere, şehâdet duâsı ve hazırlığı yapanlara!
99 Soruyla Demokrasi Sorgulanıyor
Demokrasi ve Bu Dinin Dindarları Sanık Sandalyesinde!
Demokrasi kendisini hüküm kaynağı görerek, demokrasiyi kabul etmeyenleri, özellikle İslâm'ı tek dünya görüşü ve hayat biçimi kabul edenleri suçluyor. Direkt suçlama yapmamaya gayret ederek (ama başardığımı iddiâ etmeden), onun dünya halkları ve yaşadığımız ülke insanına karşı suçlu olup olmadığını sorgulamak amacıyla bazı sorular sormanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Batıdan gelen global emperyalizmin, Afganistan, Irak, Çeçenistan, Bosna ve Filistin katliâmlarının, müslümanların kafa ve gönüllerini işgal ederek köleleştirmenin, küresel zulmün arkasında hep demokrasinin yattığını görüyorum. Bu sorular ve verilecek cevapları, fikir jimnastiği şeklinde değerlendirmemelidir. Cevaplar, kişinin dünya görüşünü ve kültürünü gösterecek, her konuda alternatif görüşü olan dâvâ sahibi olup olmadığını, "nakil ve akıl" mı, yoksa "uydum kalabalığa" mantı(ksızlı)ğını mı seçtiğini ortaya koyacaktır. Dolayısıyla bu sorulara vereceği cevapla kişi kendisini sorgulamış, kendini tanı(t)mış olacaktır.
1. Halk hakem olabilir mi? Âdil bir hakem? Teslim olunacak bir hakem? Hangi konularda? Ahzâb, 36. âyetin anlamını da değerlendirerek müslümanın özgürlük ve teslimiyet sınırı nerede başlar, nerede biter? Doğrular parmak hesabıyla tespit edilebilir mi? Bu, bilimsel olabilir mi? Hele "hak", yani mutlak doğru, halk tarafından mı belirlenir?
2. Batılılar açısından demokrasi, en az zararlı (ehven-i şer) olabilir. Onlar Hakk'a, yani mutlak doğruya, nassa inanmazlar çünkü. İslâm diye bir din, devlet ve dünya görüşü olmasaydı, Peygamberlerin ve iman edenlerin, uğruna her fedâkârlıklara katlandıkları İlâhî hükümler söz konusu olmasaydı, "demokrasi mi, başka rejim mi?" tartışılabilir, Hakkın emrettiği "hayr" olmayınca "şerrin en ehveni" tercih edilebilirdi. Ama, müslümanın teslim olduğu Rab ve Kitap her şerri yasaklar ve sadece hayrı emreder. Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürün(e)mez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa "ehven-i şer"dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Bu değerlendirme ışığında; ehven-i şer mantığı, insanları oyalayıp durarak hayra giden yolu tıkayacağı, hayrı alternatif olmaktan çıkaracağı, şerri sevdireceği ve ona tâbî kılacağı için, esas büyük şerden de daha zararlı olabilir mi?
3. Batının laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramları gibi demokrasi kavramı da kaypaktır. Sınırı, tanımı çok belirgin değildir. İsteyen istediği yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler, içini istedikleri gibi doldurabilir. "Halkın kendi kendini yönetmesi" belki tek ortak tanım. Onun da nasıl olacağı ve müslümanlıkla nasıl bağdaşacağı konusunda ortak görüş var mı dersiniz?
4. Kimilerinin kasıtlı olarak iddia ettiğinin aksine, İslâm dayatmacı bir din değildir. "Lâ ikrâhe fi'd-dîn" (2/Bakara, 256) hükmünü koyarak, dileyen insana dilediği dini seçme ve o dini yaşama hakkı verir. Herkesin cehenneme gitme özgürlüğü vardır. Demokrasi için de bunlar geçerli midir? "Herkes demokrat olmalı, başka devlet sistemine inanmak ve hele onu savunmak yasaktır" şeklinde anlayış bir dayatma değil midir? Demokrasi, kendisine inanmayanlara gerçekten müsâmahakâr mıdır? Yoksa, dayatmacı bir din, alternatif kabul etmeyen bir yönetim biçimi ve İslâm'a kapalı olduğu yetmiyor gibi, aynı zamanda ona hayat hakkı bile tanımayan, ona düşman bir dünya görüşü müdür?
5. Demokrasi, sadece yönetici seçmekten veya insan hakları gibi yuvarlak laflardan ibâret midir? Yoksa o, aynı zamanda kendine göre bir dünya görüşü, hayat anlayışı, yaşam biçimi olan bir ideoloji midir?
6. Özellikle Türkiye gibi yerlerde % 80 oy alsanız da, istediğiniz değişim ve dönüşümü gerçekleştiremezsiniz. Güç odakları, derin devlet, reelpolitik, bürokratik oligarşi, medya ve para babaları, kimi sivil toplum kuruluşları, bütün bu silâhlı ve silâhsız güçlerle demokrasi nasıl uzlaşı(yo)r? Demokrasinin uzlaşamadığı sadece İslâm mıdır?
7. Demokrasilerde "tay"ların yeri neresidir? Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve Anayasa mahkemesi gibi kurumlar, CHP zihniyetinin ve Kemalist görüşün her dönem iktidarda kalmasına mı hizmet ediyor?
8. "Demokrasilerde çarelerin tükenip tükenmediği, halkın şikâyetlerinin azalıp azalmadığından belli olur. Bol bol laf, bol keseden vaat, "...ceğiz, ...cağız", kandırma, umut ticareti... demokrasilerin temel malzemesi olduğuna göre, bu yedi defa gidip çenesi sâyesinde 8 defa geri gelen şapkalının sözü; "demokrasilerde çene tükenmez" şeklinde olmalı değil mi?
9. Mecliste, başbakan sıfatıyla "şu kadına haddini bildirin!" haykırışı ve başörtüsüne bile tahammül edemeyen yaklaşım, gerçekten halk idaresi olabilir mi? Her türlü anketlerde halkın başörtüsüne büyük oranda sahip çıkması ile, başörtülü aday bile gösteremeyen iktidar partisinin ve onun serbest olmasını teklif bile edemeyen, kendi hanımlarının başörtüsünü bile yeterince savunamayanların tavırları, halkın kendi kendini yönetmesi sloganıyla nasıl bağdaştırılabilir? Bu halkın idaresi olsa bile, Hakkın idaresi olabilir mi?
10. Demokrasi ile diktatörlük arasında ne kadar fark vardır? Demokrasinin beşiği kabul edilen İngiltere'nin başında kraliçe, Belçika'nın kral, Hollanda'nın başında kraliçe yok mu? Danimarka ve Lüksemburg da krallıkla idare edilmiyor mu? Bütün bu Batı ülkeleri demokrat sayılmıyor mu? Türkiye gibi ülkelerin başında da 550 padişah! Ve perde gerisinde malı götüren, hortumcu, yüzlerce gizli pâdişah da işin cabası! Yönetimin başında bir padişahın olduğu rejime diktatörlük, 550 padişah olan rejime de demokrasi mi denir? Demokrasi bu ise, "halkın idâresi" sıfatı bir kandırmaca değil midir? Komünist ülkeler de demokrat olduklarını söylüyorlar. Eski komünist Almanya'nın adı Demokratik Almanya idi, Sovyetler Birliğinin adında yine Cumhuriyetler ibâresi vardı ve en iyi demokrasinin kendilerininki olduğunu söylüyorlardı. Birbirine zıt rejimlerdeki, birbiriyle çelişen sistem nasıl demokrasi oluyor? Bu ülkelerdeki halk, rejimlerini oy ile değiştirebilme haklarına sahip mi idiler? Avrupa'daki liberal demokrasi uygulamasında rejimlerin oy ile değişme ihtimali var mı?
11. Sonra kendisi de milletvekili seçildiği halde, bu hak elinden alınan Fâdıl Akgündüz'ün bir sözü vardı: "Milletvekili satın almak, daha kârlı ve çok da ucuz." (Devlet sırrını ifşâ ettiği ve piyasanın ucuz olduğunu açıkladığı için olsa gerek, halkın oyuyla seçildiği halde aforoz edildi, milletvekilliği elinden alındı.) Partiler, bunca masraf yapıp oy toplamaya çalışacağına, daha az masrafla transfer yapamazlar mı? Milletvekili ve hatta bakanlardan daha etkin olan bazı egemen kişilere para vererek yönetimde daha etkili olamazlar mı? "Bu, din açısından câiz, politik açıdan etik olmaz" mı deniliyor? Sanki kurallarına göre oynanan demokrasi oyunu daha câiz ve daha mı etik?
12. Tepeden inme veya demokratik yollarla başa geçip devlet imkânlarıyla halka din dayatma, Nebevî metot ve Kur'ânî usûl değildir. Peygamberimiz'e (dâvâsından vazgeçmesi şartıyla) Mekke müşriklerinin krallık ve demokrasiye benzer şekilde bir-iki sene onun, bir-iki sene de kendilerinin halkı yönetmesini teklif etmişlerdi. Peygamberimiz bu kolay, ama dâvâsından vazgeçme tavrı (takıyyesi, görünümü) içeren tekliflere karşı nasıl bir tavır takındı?
13. Demokrasi denilince, halkın yönetime katılmasından hemen sonra, ilk akla gelen sloganlar "insan hakları ve özgürlükler"dir. Bu parlak sözlerin hangi insanların hakkını ve ne tür bir özgürlüğü kast ettiği üzerinde pek durulmaz. Halbuki her hakkın bir sorumluluğu ve her özgürlüğün bir sınırı vardır. Demokrasilerde bunlar da kaypaktır. Müslümanlar için, Allah'a, kendisine ve topluma karşı sorumluluk önceliklidir. Kulluk, İlâhî sorumluluk, Allah’ın emirleri, dâvet, tebliğ ve âhiretle ilgili konularda demokrasinin görüşü nedir?
14. Demokrasilerde mü'min-kâfir ayrımı ve ayrıcalığı teorik olarak yapılabilir mi? Yapılmaz ise bu, İslâm'ın ilkeleri ve müslümanlar açısından nasıl izah edilir? "Yapılmaz, ama uygulamada yapılıyor" deniliyorsa, mü'mine olumlu mu, olumsuz ayrıcalık mı yapılı(yo)r?
15. Hükmün Allah'a âit olması, aynen mülkün Allah'a ait olması gibidir. Nasıl mal-mülk, gerçek mâlik olan Allah'a aittir; mü'min kendisine emânet olarak verilmiş malı Allah'ın emri ve izniyle meşrû şekilde kullanır. Aynen onun gibi, mutlak hüküm sahibi Allah'tır (12/Yûsuf, 40). (Bey’atle seçilmiş, mü’min) İnsan O'nun izniyle, O'nun indirdiği hükümlerle ve sınırlı şekilde hükmeder. Yönetim, Allah'ın hükmünü adâletle uyguluyorsa İlâhî hâkimiyet gerçekleşir. Aksi takdirde hükmedilen ilkelerin sahipleri ve hükmedenler ilâhlık iddiâsında bulunmuş zâlim, fâsık, kâfir olurlar. Bu değerlendirmeler doğrultusunda “demokrasi; mâbedi, dokunulmaz tabuları, kitabı, ibâdeti, kutsal kişileri olan bir dindir” sözü yanlış mıdır? Kutsal mâbed/tapınak olarak meclis; kutsal kitap olarak Anayasa; inancın şiarı ve dine giriş ifâdesi olarak “hâkimiyet kayıtsız şartsız ulusundur” zikri; duâ ve âyin olarak İstiklâl marşı ve hazırola geçme; ilke ve doktrinlerine kesin iman edilip hiç eleştirilemeyecek tabu ve tanrısal güç olarak “Ulu Atatürk”; kutsal ve tanrısal özellikte yarı tanrılar olarak meclis başkanı, başbakan ve cumhurbaşkanından oluşan teslis; haram-helâl olarak meclis tarafından belirlenen beşerî yasaların suç sayıp saymadığı şeyler; kutsal bey’at akdi ve problemleri çözecek hakem şeklinde kabul edilen kutsal oy ve mübârek sandık; kullar ise vatandaş şeklinde, uygulanan pratik açısından demokrasi dininin esasları kabul edilmiyor mu?
16. Kur'an, Mekke'de Peygamberimiz zamanındaki müşriklerin dininden bahseder (109/Kâfirûn, 1-6). Halbuki onların adı bilinen hiçbir dinleri yoktu. Fakat; felsefesi, ideolojisi, dünya görüşü ve yaşam biçimi, yönetim tarzı olan her şeyin, Kur'an terminolojisinde adı "din"dir. Demokrasi bâtıl bir din olarak kabul edilince, aynı zamanda demokrasiyi de kabul eden müslümanlar iki dinli mi olmaktadır?
17. İslâm'ın ilkeleri ve müslümanların insanî hakları gündeme gelince, demokrasi helvadan put olur ve acıkan sahipleri onu yemekten çekinmez. Cezayir'de İslâmî Selâmet Cephesinin demokratik yolla iktidara giderken askerî darbeyle önünün kesilmesi, yaşadığımız coğrafyada kaç kez partilerin kapatılması ve parti kapatılmasının demoklesin kılıcı gibi korku salmaya devam etmesi bunun örnekleri değil midir? Peki, İslâm'a kapalı olan, müslümanların dinleri için kendini kullanmalarına her yasağı koyan demokrasi, müslümanları kullanmaya niçin açıktır?
18. Dini siyasete âlet etmek elbette çirkin tavırdır. Aynı zamanda bir müslümanın, dinini Allah rızâsı dışında başka bir amaca hizmet için âlet etmesi büyük bir günahtır. Olsa olsa, siyaset dine âlet edilebilir, ama fincancı katırları çabuk huylanıp kolay ürktükleri için, siyasetin en küçük unsurunun bile dine hizmet ederek ona âlet edilmemesi için asgarî tâvizi bile vermemekteler. Böyle olduğu halde, şâyet bu konuda tâviz verdiklerini düşünsek, gayr-ı meşrû düzenler İslâm'a âlet ve araç olabilir mi? Bâtıl yollarla hakka gidilir mi? Hz. Peygamber'in hayatından buna delil olabilecek tek bir olay gösterilebilir mi?
19. Şerle hayra gidilebilir mi? Pislikle abdest alınabilir, haram parayla hayır yapılabilir mi? Küfre âit bir vâsıtayla İslâm'a, şeytana âit bir atla cennete gidilebilir mi? Gâvurun atına binen onun kılıcını sallamaz mı? Batılı kâfirlerin demokrasi adlı cephesinde yer alıp parti atına binen kimse, bu atın içinin, Truva atı gibi müslümanı mahvedecek askerle dolu olduğunu görmüyor mu? Bâtıl, başka bir bâtılla değil, ancak Hak'la zâil olur; Hak gelince bâtıl yok olur buyrulduğuna göre, İslâmî faâliyetleri bu şemsiye altına almaya çalışmak, hakkı getirme adı altında bâtıla batma sayılmaz mı?
20. İslâm'da öncelik insana hizmette değildir. Müslüman da olsa insana yardım ikinci planda kalır; tevhide, dine, dâvâya, kulluğa, şirkin her çeşidinden bireyleri ve toplumu kurtarmaya, cihada öncelik verilir İslâm'da. Allah'ın hakları her şeyden önce gelir. Demokrasilerdeki öncelik kime ve neyedir? Halk, vatandaş birbiriyle her konuda eşit olabilir mi? Din ve ahlâk ayrımı gözetilmeyen vatandaş arasında eşitlik, doğru ve adâletli midir?
21. "Halka hizmet, Hakka hizmettir." Öyle mi acaba? Hakk'a nasıl kulluk yapılacağı iki temel kaynakta belirtilmiştir. Kim demiş, hangi âyette, hangi hadiste geçer bu halk-hak eşitliği? Bu söz doğru olsa, Amerika'da veya Avrupa'da hem de rüşvete, adam kayırmaya yönelmeden halkına hizmet eden kâfir yöneticiler Hakka daha çok hizmet eden mücâhidler sayılmaz mıydı? Peygamberler, öncelikle insanların mideleriyle, yollarıyla, içinde yaşadıkları devletlerin ekonomileriyle, İslâm dışı devleti güçlendirmeyle mi uğraşmışlardı? Kur'an, Peygamberlerin (dolayısıyla O'nun izinden giden şuurlu müslümanların) temel görevinin neler olduğunu belirtir?
22. Eğer hak, çoğunluğun tâbi olmasıyla, bâtıl da ona uyanların az sayıda olmasıyla belirlenirse peygamberlerin durumu nasıl açıklanabilir? Hayra dâvet edip iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran, insanları ıslah etmeye çalışan dâvâ adamlarının görevlerine gerek kalır mı? Demokrasi doğruları tespit ediyorsa, bu sâlih kimseler, vahye tâbi olup İlâhî emirler doğrultusunda hareket edeceklerine, insanların çoğunluğuna uyup ona göre hareket etmeleri gerekmez mi?
23. Sentez; iki ayrı şeyin birleşip yeni bir şey oluşturmasıdır. “İslâm Sosyalizmi”, “İslâm Kapitalizmi” olur mu? Olursa, bu senteze hâlâ İslâm denilebilir mi? Hakla bâtıl birbirine karıştırılınca çıkan şey bâtıl olmaz mı? "Laik müslüman", "komünist müslüman" olur mu? Aynen bunun gibi, "İslâm demokrasisi" ya da "müslüman demokrat" olabilir mi?
24. Müslümanın demokratikleşip demokrasiyi savunur hale gelmesi, “tâğut, İslâm Devleti, Hakkın hâkimiyeti, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek, İslâm şeriatı” gibi kavramları gündeminden çıkartması demek anlamına gelmez mi?
25. Müslümanları sistem içine almak, onları düzene uygun, Amerika'yı rahatsız etmeyecek ve Türk Standartlarına uyan evcilleştirilmiş, yumuşatılmış bir müslümanlık(!) anlayışına çekmek için mi demokrasi dayatılıyor? Demokrasi hakkında demokratik bir tartışmaya bile niçin cısss! deniliyor? Hele, alternatif olarak İslâm Devlet sisteminin gündeme getirilmesine niçin izin verilmiyor?
26. Demokrasi, demokrasi dışındaki yönetim tarzlarının, kendi ilkelerini özgür bir şekilde gündeme getirmesini, kendi inançlarını yaşamalarını niye demokratik hak olarak görmüyor? Kıyâfet, ibâdet, eğitim, Cuma, cemaat, hukuk ve muâmelâtla ilgili müslümanlara onca zulmü niye revâ görüyor? Yani, demokrasi aslında demokrasiye uymayan, kendi prensipleriyle de çelişen bir hayal ve masal değil mi?
27. “Câmiye, okula ve kışlaya siyâset girmemelidir.” Niye? Kötü olduğu, oralara yakışmadığı için mi? Kışlaya gerçekten girmiyor mu dersiniz, yoksa oralardan dışarıya çıkamıyor mu? Orada rengini alan siyaset (politika) dışarıya o renkle mi çıkıyor yoksa? Ordunun siyasete müdâhale etmediğini, başbakanlara hakaret etmediğini, balans ayarları yapmadığını, lüzum gördüklerinde ihtilal yapıp partileri kapatmadığını, başbakanın asılmadığını kim söyleyebilir? Ya kırmızı kitaba, brifinglere ne demeli, Mili Güvenlik Kurulunun fonksiyonu, atanmışların seçilmişleri yönlendirmesi demokrasi helvasıyla nasıl bağdaşıyor, bağdaşıyorsa bu, nasıl halkın yönetimi oluyor?
28. “Câmiye siyaset girmesin!” Bu sözde samimi midirler? Laikliğin T.C.’deki uygulaması gibi, din devlete karışamaz, ama devlet dine karışmıyor mu dersiniz? Merkezden gönderilen hutbelerle câmilerde siyasî mesajlar verilmesi, devlete bağlılıktan, vergilerden, devlet politikalarından bahsedilmesi dini siyasete âlet etme değil midir?
29. “Câmiye siyaset girmesin!” diyenler, seçim sandığını câmilere koymaktan niye çekinmiyorlar, dersiniz? Kimi şehir câmilerinde oy vermek için câmilere ayakkabı ile girilir, hasta kadınlar da girmek zorunda bırakılır. Bunlar devlet eliyle câmiye siyasetin sokulması değil midir?
30. Son başbakanın sözü: "Biz geçmişte dini siyasete âlet ettik" sözünün anlamı, sadece bireysel, istisnâî ve bir partiyle mi ilgilidir, yoksa "dini siyasete âlet etmeyen hiçbir parti ve partili yoktur" şeklinde mi anlaşılmalı? Ezan okunurken seçim konuşmasını kesen, halka nutuk atmaya başlamadan kürsüde kendisine Kur’an hediye edilip onu öpen, “başörtüsü nâmusumuzdur” diyen, dinleyicilere başörtüsü dağıtan, “Allah bir, peygamber bir...” diye bas bas bağıran, seçim konuşmalarında âyet ve hadis okuyan ve sayılamayacak kadar istismara bulaşan her partiden politikacılar yok mu? Özellikle oy isteme zamanlarında istismarın bini bir para değil mi?
31. "Din istismarı" var da, "Atatürk istismarı", "laiklik istismarı", "ırk istismarı" yok mu? Hatta istismarın bile istismarı söz konusu değil mi?
32. Her konuda Atatürk'ün her şeyi en iyi bilen ve ne yaptıysa onun günümüzde bile savunulması gereken en doğru şey olduğunu söyleyenler, niye "Atatürk demokrasisi"ni savunmuyor? Seçimleri Atatürk kendi başına yapıyor, kendi atadığı vekil seçilmiş mi kabul ediliyordu? Atatürk ve İnönü’nün ilk zamanlarında tek parti diktatörlüğü mü vardı? Başka partilere müsaade ediliyor muydu? Seçimler nasıl yapılıyordu? Oyların ve sayımların gizliliği nasıldı? Adayları kim, nasıl belirliyor ve halk adına kim seçiyordu?
33. Müslüman için amacın doğru ve güzel olması gerektiği gibi, bu hedefe ulaştıracak araçların da doğru ve güzel olması gerekir. Meşrû olmayan araçlarla meşrû hedeflere gidilemediğini, gidilemeyeceğini; bunun yanında araçlar amaçlaştırılarak, aracın insanı istikametinden saptırma riskinin büyük olduğu bir gerçek değil midir?
34. Demokrasi, (Ferazdak'ın Kûfe'liler için dediği gibi) gönlü İslâm'dan, eli ve dili mevcut düzenden yana insanlar mı oluşturdu? Bu doğruysa, bu karakterin İslâm'a ve demokrasiye katkı ve zararları nelerdir? Özü ile sözü, içi ile dışı bir olmayan demokrasi ve düzen münâfığı tiplerden kime ve ne gibi hayır beklenebilir?
35. Kur'an kavramları yerine, Batı literatüründeki kavramlar demokrasiden etkilenen müslümanları cezbediyor. Allah müslümanlara "niye demokrasiye inanmadın ve niye ona bağlı kalmadın?" diye sorar mı dersiniz? Peki, öyleyse soracağı şeyler, yani müslümanların Allah'a karşı sorumlulukları nelerdir? 22/Hac, 78. âyete göre "müslüman" adını müslümanlara kim vermiştir? Allah'a teslim olan kişinin kimliği "müslüman" mı olmalı, "demokrat" mı, yoksa her ikisi birlikte mi?
36. "Hak, adâlet, zulüm, bey'at, şûrâ, meşrû ve gayr-ı meşrû, hizip/fırka/parti... gibi kavramların Kur'anî anlamları ile politik dildeki anlamları aynı mı? Bu Kur'anî kavramlar tahrif edilmiş midir? Edildiyse bunun sorumluluğu kimlere ve neye âittir?
37. Dinin değişkenleriyle, kesinlikle değiştirilemeyecek sâbit(e)leri, müslüman halk ve onlar üzerinde etkin ve yetkin kişilerce doğru tespit ediliyor mu? Demokrasinin bu konudaki rolü nedir? Kim, hangi konuda, nasıl değişebilir? Her değişme gelişme midir? İnkılâp ve hidâyet de dalâlet ve irtidat da bir değişme sayılabilir mi? Demokrasi, insanın ne yönde değişmesine katkıda bulunu(yo)r?
38. "Ebû Cehiller, yani Peygamberimiz zamanındaki Mekke ve civarındaki müşrik yöneticiler de demokrattı" denilebilir mi? Peygamberimiz'e "istersen bir-iki sen, bir-iki sene de biz Mekke'yi yönetelim" dedikleri için değil sadece. Ebû Cehil ve benzeri etkin kişilere göre, Mekke halkı serbestçe seçim yapabilir, 360 kadar aday puttan birini seçip ona tapabilirdi. Bu konuda hiçbir zorlama ve dayatma yapmıyorlardı. Tabii ki, onların da özel durumları vardı: Değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek kutsallarına müdâhale edilemez, hatta dil uzatılamaz idi. Bunların en başında putçuluk, kutsal saydıkları heykeller, puta tapma geliyordu. Ama, herkes özgürce ve demokratik şekilde putlardan (tâğutlardan) birini seçip istediği şekilde şirk koşabilirdi. Aynı özgürlük çağdaş câhiliyyede de vardır: Zulümlerden zulüm beğenebilir, tâğutlardan bir tâğut seçebilir insan, günümüzdeki çağdaş demokrasilerde. Hakkını yemeyelim: Tavuklara kümeslerini ve kurtlarını seçme hakkı verir demokrasi. Hileli yollarla da olsa, halka zindan ve gardiyanlarını seçme hakkı tanır. Bu gerçeklerden yola çıkarak, câhiliyyenin eskisi ile modern ve çağdaşı arasında mâhiyet farkının olduğu iddia edilebilir mi? “Küfür cephesinde yeni bir şey yok” denilebilir mi?
39. Tâğut, Allah'ın hükmüne alternatif olacak şekilde, halkın bu konuda egemen kabul ettiği Allah'ın dışındaki etkin her güç, rejim, ideoloji, put, şeytan veya insan demektir. Ve müslümanlar tâğutu reddetmek zorundadır. Bu red Kur'an açısından imanın şartı gibi görülmüştür (bkz. 2/Bakara, 256). "Seçimler, tâğutlardan bir tâğut beğenmek, Allah'ın indirmediği hükümlerle yönetecek bir insana Allah'ın hükmüne rağmen yetki vermektir" sözü yanlış ve ağır bir söz müdür?
40. 1969’dan beri oyalanmaya rağmen, bunca İslâmî değişim ve dönüşümün en kolay yolunun demokratik yollarla gerçekleştirilebileceği iddia edilebiliyor. Müslümanların demokratik hayata kendi kurdukları partilerle din gibi sarıldığından bu yana Kur'an hükümlerinden tek bir tanesi bile bu yolla ikame edilebildi mi, bu yolda en küçük bir tâviz koparılabildi mi ki, bu ham hayal hâlâ sürdürülebiliyor, bu oyun için konu mankenliği rolü hâlâ kabul edilebiliyor?
41. Nakle ve akla göre çokluk veya çoğunluk, hakkın/doğrunun ölçüsü olabilir mi? Hak ve bâtılın ölçüsü Hakk'ın Kitabında vahiyle belirlenmemiş midir? Savunan tek bir kişi olsa bile eğer o hak ise ona tâbi olunması, bâtılın sahibi çok kişi olsa da onun terkedilmesi gerekmez mi? Peygamberler dâvetlerine tek kişi olarak başlamadılar mı? Bâtılı savunan çok kişi onlara karşı çıkmadılar mı? Peygamberler, demokrasiyi ölçü kabul etseydi kimin dediği geçerli olur ve doğru kabul edilirdi?
42. Râşid halifeler devrinde uygulandığı gibi, halifenin demokratik seçim sistemiyle değil; adına ehl-i hal’ ve'l-akd denilen seçkin kişilerin, toplumun görüşünü de alarak tespit ettikleri ve bey'at denilen özel bir seçim ve bağlılık sözü vererek halkın bu seçimi onayladığı, demokrasiye benzemeyen ve onunla bağdaşmayan kendine has bir sistem değil midir İslâm'ın yönetici seçimi? Buna rağmen demokratlaştırılan imamlar ve politikacılar niye Yunanlı filozofların hevâsından kaynaklanan demokrasi ile vahyin yön verdiği halifeliği eşit gösterme ihtiyacı duyuyorlar? Ayrıca bu, dinin siyasete âlet edilmesi değil midir?
43. Bey'at denilen özel bir seçim sistemi ve bağlılık sözüyle yöneticilerin işbaşına geldiği, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek demek olan adâletin temel ilke olduğu, şûrâya dayanan İslâmî devlet sisteminden, hilâfet ve şeriat iddiâ, ümit ve gayretinden vazgeçmenin adı, müslümanların yaşadığı ülkelerde "demokrasi" mi oluyor?
44. İnsanları Hakka ve hayra çağırmanın bedelini ödeyen; cihad, ilim ve takvâ sahibi biri ile; câhil, fâsık ve hatta kâfir bir avâmın ya da İslâm düşmanı birinin oyu eşittir. Halbuki avam, rüzgâr ne yönden kuvvetlice esiyorsa o yöne eğilen şuursuz kalabalıktır. Para, reklâm ve yalan vaatlerle kandırılmaya çok müsaittir halk. 51 câhilin 49 âlime, 51 koyunun 49 aslana gâlip sayıldığı ve bu gâlip sayılanlardan birinin başa geçirildiği bir zâlim ve aldatmacanın adı mıdır demokrasi?
45. Demokrasi gerçekten çoğunluğun iktidarı mıdır? Türkiye'de müslümanlar azınlık mıdır? Değilse niye Rum, Ermeni, Yahûdi gibi azınlıklardan daha fazla baskıya mâruz kalıyorlar? % 34 oy alarak, hem de anayasayı değiştirecek şekilde iktidara gelen parti var ülkenin başında. % 66'nın durumu ne olmaktadır? 34 mü çok, 66 mı? Bir de sandığa hiç gitmeyen milyonları da iktidar partisine oy vermeyenler safında sayın. Sadece bu yaşanan güncel örnekten yola çıkarak cevap arayalım: Demokrasi, gerçekten halkın çoğunluğunun seçtiği yönetim midir?
46. Düzen, oy vermeyi, seçime katılmayı, kendi varlığı ve demokrasinin tümüyle yerleşmesi, halka iyice benimsetilmesi için zarûrî gördüğünden oy vermeyenleri, seçime katılmayanları cezâlandırıyor. İstiyor ki, her vatandaş, kendine yakın gördüğü bir partiye oy versin. Versin ki, demokrasi curcunası renkli bir şekilde tüm vatandaşları tahakkümü altına alsın. Niye her dört (veya en azından beş) kişiden biri, kanunen suç olduğu ve ceza gerektirdiği halde sandığa oy vermeye gitmiyor? Bunların isteğini, itirazını, küskünlüğünü, alternatifliğini hiç hesaba katmayan şey, nasıl halk idaresi oluyor da adına demokrasi deniliyor ve kendi iddiasıyla nasıl çelişiyor?
47. Oy vermeme özgürlüğü olmayışı ile demokrasi nasıl bağdaşır? Oy vermemek niçin suçtur? Düzen, muhâlif oylardan değil de, niye oy vermeyenlerden korkmaktadır?
Demokrasi halkın çoğunluğunun yönetimi ise, değişik çevrelerin değişik zaman dilimlerinde yaptıkları anketler kesin bir şekilde gösteriyor ki, halkın % 70 civarındaki çoğunluğu, başörtüsüne kamusal alanlarda da özgürlük verilmesini istiyor. Hani, halkın çoğunluğunun yönetimi demekti demokrasi? Yoksa, halkın isteklerini bastırıp yönlendirmenin, halka rağmen uygulanan oligarşik uygulamaların adı mıdır demokrasi?
48. Biat denilen İslâmî seçim sistemiyle işbaşına gelmediği için görevini bırakıp çevresindeki âlim ve şuurlu kesim tarafından uzun uğraşlar sonucu iknâ edilip biat edilerek göreve getirilen 5. râşid halife unvânı verilen Ömer bin Abdulaziz örneğimiz var. Bu tavır gibi, meşrû yönetici olacak iman, takvâ ve ehliyete sahip kişilerin bile meşrû olmayan bur yöntemle kendisine verilecek yöneticilik emânetini üstlenmemeleri gerekirken, kendilerinin bu bâtıl usulle işbaşına gelmek istemeleri nasıl izah edilebilir?
49. İslâm'ın her şeyi kendine hastır. Ona gidilecek yolların da Rabbânî olması, netice kadar araçların da meşrû olması gerekmez mi? Batının dünya görüşü ve ulaşmak istediği hedefe doğru gitme aracı olan demokrasi vâsıtasıyla Batının gittiği yere, dalâlete ve bâtıl sona doğru yol alınmış olmaz mı?
50. Demokrasi virüsü girdiğinden bu yana, demokratikleş(tiril)miş halk, kurtuluşu İslâm'da, öze dönüşte, Asr-ı Saâdet'e benzemekte değil; Batıda, Batılılaşmada, Avrupa Birliğinde, Danimarka kriterlerinde görmüyor mu?
İslâm'la bağları kesmek bir ideolojidir. Bu ideoloji, "içi dindar, dışı laik" bir kişilik ortaya çıkarıyor. Ve giderek insanlar yaşadığı ve göründüğü gibi inanmaya, yani inanmamaya başlıyor. Kendi tarihine, dinine ve hayat tarzına göre bir sistem kuran Batı, sadece kendi ülkesindeki insanları değil; bütün insanları bu sisteme uydurmaya çalışıyor. Müslümanlara İslâm'ı kendi ülkelerinde bile hâkim kılma gayretleri suç sayılırken, demokrasiyi dayatmaya kalkan Batılılar ve Batı yanlıları özgürlükten alabildiğine yararlanabiliyor. Bu çifte standart, sadece bu konuda mı görülüyor, yoksa demokrasi hemen her konuda çifte standarta sahip "münâfık" bir tip mi oluşturmaya çalışıyor?
51. Batılıların kendi tarihî kökleri, uygarlık ve dünya görüşlerinin gereği olarak kendi demokrasi anlayışlarını (bâtıl dinlerini) bütün dayaya ihraç etmeleri ve kötülüğü, zararı en az düzen olarak demokrasiyi görmeleri normal sayılabilir. Ama, İslâm'ın kendine has orijinal dünya ve devlet nizamı, hâkimiyet ve otorite, hak ve adâlet anlayışı ve mutlak doğruları olduğu halde Batı ve bâtıl değerler uğrunda mücâdele veren ya da en azından onların kılıcını kuşanan müslümanlara ne demeli? Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli?
52. "Balans ayarlı demokrasi", "militan demokrasi", "alaturka demokrasi", "güdümlü demokrasi", "lastikli demokrasi" vb. olur; ama "İslâm demokrasisi" de olur mu? Biri beşerin ortaya attığı, hevâdan kaynaklanan yönetim tarzı; diğeri Allah'ın dininin adı. Bu ikisi nasıl birleştirilir? Birleştirilince ortaya çıkan sentez her ikisinin de dışında yeni bir üçüncü şey olmaz mı?
53. İslâm, tevhid dini olarak, temel inancın başında "lâ" prensibiyle küfürle, şirkle, tâğutla uzlaşmazlığı, onlardan farklılığı, ayrımı emredip onlara benzemeyi yasaklarken; Demokrasi, herkesle ve her şeyle uzlaşma rejimidir; uzlaşma, yozlaşma ve savrulma rejimi. Bunun sebebi, demokrasinin ve demokratların, "vahiy", "nass" gibi mutlak doğrulara sahip olmaması kadar, onlara müsâmaha bile göstermemesi midir?
54. Demokrasi, Batının putperest Yunan kültürüne dayanan ideolojisi, müşrik ve fâsık halkın hevâsı olduğuna göre, "Onların hevâlarına uyma!" şeklindeki Kur’an’ın ısrarlı uyarıları ve Fâtiha'nın ikinci bölümünde müslümanların günde kırk kere söz verme ve duâ mâhiyetindeki “dalâlet ehli hıristiyanların ve kendilerine gazap edilen yahûdilerin yolunun reddedilip peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin yolu”nun hidâyet olarak kabullenilmesi nasıl telif edilecektir? Demokrasi, bu sınıflardan hangilerinin ortaya attığı ve yaşadığı yönetim ve yaşam biçimidir?
55. Değiştirme vaadiyle çıkıp kendileri değişenlerin rejimi midir demokrasi? Halkın istediği temel değişiklikleri yapmak yerine, egemen güçlerin halkın temel değerlerini değiştirme ve isteklerini yönlendirme şeklinde mi uygulanır? Yöneticiler halkın müslümanca isteklerini dillendirmekten bile çekindikleri durumda, nasıl olumlu değişimler beklenecektir?
56. Ve Ortadoğu ülkelerine BOP için model gösteriliyor Türk demokrasisi. Eyvah ki, eyvah! Afganistan ve Irak'a demokrasi götürme savaşından sonra, Ortadoğudaki tüm ülkeler, demokrasi ihrâcı artık bombalarla yapıldığına göre, 3. Dünya Savaşı demek olan Büyük Demokrasi Savaşını mı beklemeliler?
57. Halkı kim daha fazla “oyalıyor”, halktan en fazla o “oy alıyor”. Demokrasilerde oyun tükenmez. Ver oyunu, gör oyunu. "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsîlen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır. Demokrasi, oy isterken farklı, oy aldıktan sonra farklı; seçilenler açısından bir kimseyi iki ayrı tip, çifte standartlı, sözüyle özü birbirini tutmayan politikacı tip mi oluşturuyor? Demokrasinin oluşturduğu bu politikacı tip hangi sözünde samimi, hangi ifadesi politika icabı söylenmiş söz, hangi sözüyle takıyye yapıyor, belli oluyor mu dersiniz?
58. Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan partiler ne kadar demokrattır? Parti içi demokrasisi ne kadar mevcuttur? Aday tespitinden, meclisteki parmak kaldırılacak konulara kadar gerçekten demokratik özgürlük işliyor mu? Parti başkanları, sadece halkın değil; başkanı olduğu vekiller ve kadroların başında bile diktatörlük mü yapıyor dersiniz? Kendi partisinde demokrasiyi uygulamayanların demokratlığı inandırıcı mıdır? Yoksa, partiden ülkeye her uygulama, yöneticilerin hevâlarına, menfaat ve çıkarlarına göre düzenleniyor da, demokrasi kavramı bu oyunu halka yutturmak için mi dillendiriliyor? Demokrasi, beşerî diktalara bir kılıf mıdır?
59. Demokrasi, konfeksiyoncu Batının biçip diktiği hazır elbiseyi giydirmek için kendine bağlı terzi kalfalarıyla halkın boyunun ölçüsünün alındığı işlemin adı mıdır?
60. Yeni dünya düzen(sizliğ)i, Büyük Ortadoğu Projesi, Haçlı Seferi, Siyonist hâkimiyeti, emperyalizm gibi dayatmalar, "demokrasi" ambalajıyla sunulduğuna göre, demokrasi dünya çapında fitne ve zulüm anlamına mı gelir?
61. Saf ve samimi mü'minlere sevap, cihad diye yutturulan demokrasi, parti, seçim... oltalarına takılan müslümanlar, oy vererek demokrasi rejimini zımnen de olsa kabullenmiş olmuyorlar mı? Bu tavır, Allah'ın hükümleri dışında bir hüküm (câhiliyye hükmü) ve O'nun dışında ve O'ndan yetki almayan kanun koyucular seçmek anlamına gelmez mi? Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyeceği veya hükmedemeyeceği belli olanların hüküm etmelerine (hükümetlerine) yardımcı olmak değil midir? (bkz. 5/Mâide, 50)
62. Oy vererek demokratik görevini yapan kişi, kendi vekili olarak vekâlet verdiği şahsın yaptığı hüküm ve yasalardan, işlediği ve işlettiği haramlardan sorumlu mudur?
63. Büyük şehid, merhum Seyyid Kutub'un dediği gibi; "Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Rabbânî bir din ise, onun hareket metodu da tamâmen Rabbânîdir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dinin hakikatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir." İslâm, öyle büyük bir nizamdır ki, onu vaz' eden Rabbimiz, gâyeyi gösterdiği gibi, vâsıtaları da göstermiştir. İnsan için Allah'a kulluk, ibâdet ve O'nun rızâsını kazanmak gâye olduğuna göre; bu nasıl olacak, hangi vâsıtalarla bu gerçekleşecek Kitab'ın hükümleri ve Rasûl'ün pratik uygulamalarıyla açıklanmamış mıdır?
64. Parti, İslâm'da olmadığına ve Batıdaki demokratik rejimlerin unsuru olduğuna göre, İslâm'da olmayan, İslâm'ın gayri meşrû kabul ettiği şeyle İslâm'a gidilemeyeceği gibi, İslâm'a hizmet de edilemeyeceği sonucu çıkarılamaz mı? Bir kimse meselâ İslâm'da içkinin olmadığını, bunun yasaklandığını bildiği (veya bilmesi gerektiği) halde, "içki içerek İslâm'ı getireceğiz, bununla İslâm'a hizmet edeceğiz" demesi ne kadar İslâm dışı ve saçma ise, "evet, İslâm'da parti yok, demokrasi peygamberlerin getirdiği veya onayladığı bir sistem değildir; ama bugünkü şartlarda biz bununla İslâm'a gideceğiz, bununla hizmet edeceğiz. En güzel yol budur" demesi de en az o kadar İslâm'a ve mantığa ters değil midir?
65. Hükümet olunabilir, ama iş devlet olmakta. İktidar olunabilir, ama iş muktedir olmakta. Davulun kimin elinde olması önemli değil, önemli olan değneğin elinde olması. Çünkü davuldan çıkacak sesi, tokmağı elinde tutan tâyin edip yönlendirecektir. Hükümet, davulu tutar, tokmağı değil. Davulu taşıma yarışmasına katılmak yerine, tokmağı ele geçirmeye çalışmalı değil mi? Seçimlerin davul taşıyanları seçmek olduğu bilinmiyor mu? Tokmağın da derin devletin, anayasa, kanun ve partiler kanunu denilen beşerî hükümlerin ve Kemalistlerin elinde olduğu görmezden gelinmiyor mu? Seçilmediği halde sınırsız yetkileri ömür boyu süren egemen güçlerin, seçilmişleri devamlı kontrolleri ve denetimleri altında tuttukları, şiir okumaya bile ceza verdikleri bir durumda demokrasi denilen çıkmaz sokaktan İslâmî ilkelere nasıl kapılar açılacaktır?
66. İnsanlar, milletvekili seçtiklerini zannederler, aslında birer sekreter seçmektedirler. Uygulatıcılar değildir seçilenler, uygulayıcıdırlar. Bir dâvâ partisi, hiçbir yerde iktidara gelemez. Gelmesi için gerçekten ve her yönden değişmesi, egemen güçlerin tehlikeli saymayacak şekilde onlardan yana olması gerekir. Demokrasilerde halk adına halkın seçtikleri hüküm koyar, kanun yaparlar. Ama kendi yaptıkları kanunları üç-beş sene geçmeden değiştirmeye çalışırlar. Demokrasilerde kanunlar yaz-boz tahtasıdır. Doğru, âdil diye kabul edilen kanunlar, birkaç sene sonra savunulamaz hale gelir. Bu durum, insanların yaptıkları kanunların yeterli, yanlışsız ve zamana dayanıklı olmadığını göstermiyor mu? 9/Tevbe, 31'e göre; "Allah'tan yetki almadan ve O'nun hükümlerine ters kanun koyanlar, rabliğe soyunarak kendileri tanrılık iddiâsında olan müstekbirler, onlara bu yetkiyi verenler de onları tanrılaştıran müstaz'aflardır" diyenlerin haklılık payı yok mudur?
67. Çoğu müslümanın, hatta partici ve partizanların meâlini ezbere bildikleri birkaç âyetten biri olan Mâide sûresinin meşhur âyetlerini tekrar düşünelim: "... Artık, insanlardan korkmayın, Ben'den korkun. Âyetlerimi az bir pahaya satmayın (hiçbir değerle değiştirmeyin). Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendisidir." (5/Mâide, 44). Seçeceği insanların, seçildiklerinde Allah'ın hükümleriyle (şeriatla) hükmetmeyeceklerini, ister-istemez tâğutların yaptığı anayasanın ve rejimlerinin tek bir hususunu bile, dine (İslâm'a) uymasını isteyemeyeceklerini, dine dayandıramayacaklarını bildiği veya bilmesi gerektiği halde, karşı çıktıkları bir şeye "Allah haram kıldı" diye değil, "mevcut rejime zarar verir" diye karşı çıkanların, zâhiren küfrün hâkimiyetini kabullendiklerini bilerek, bu âyetin şümûlünden istisnânın, nasıl mümkün olduğunu izah etmelidir müslüman. Haksız tekfire gitmeden, kimsenin kalbinin yarılıp bakılamayacağına, niyetleri değil davranışları sorgulamak gerektiğine göre, âyetteki hükmün genel olduğunu, "Kim..." diye ifâde edildiğini; zâhire göre hükmederek partilere, seçilenlere ve tavırlarına bu âyet ışığında bakılmalı değil mi?
68. Küfre, küfrün kanunlarına, milletin kayıtsız şartsız egemenliğine (hâkimiyetine), milletvekillerinin Allah'ın kanunlarına rağmen kanun koymaya, yetkilerini Allah'tan almadan insanları idare etmeye kalkmalarına, farkında olmadan da olsa ilâhlık taslayıp tâğutluk yapmalarına rızâ göstermenin, sadece rızâ göstermekle de kalmayıp yardımcı ve sebep olmanın hükmü konusunda Kur'an ve Sünnete mürâcaat edilmeli değil midir?
69. "İyilikte ve takvâda yardımlaşın. Haram işlerde, günahlarda ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah'tan sakının. Allah'ın cezâsı şiddetlidir." (5/Mâide, 2). "Şerre delâlet eden, sebep ve yardımcı olan o şerri yapan gibidir" hükmüne göre, tekrar düşünelim: Küfrün hâkimiyetine, tâğûtî kanunların tatbik edilmesine, düzenin devam etmesine oyuyla, sözüyle yardımcı olanların, küfrün hâkimiyetindeki veballere ortak olup olmayacakları yeterince düşünülüyor mu dersiniz? "Onlar, hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah'tan daha güzel hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sahibi olan bir toplum bilir." (5/Mâide, 50). Yoksa, farkında olmadan veya olarak, İslâm nizamı gelsin diyerek veya demeyerek, câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor bazı müslümanlar? Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman zannedilenler eliyle mi uygulansın, bu mu isteniyor?
70. "Müslümanların çoğunlukla desteklediği bir veya bazen birkaç parti mutlaka olmalıdır. Müslüman yığınlar, mecliste demokratik usulle temsil edilemeyince, kontrol edilemez, tâkip edilip yönlendirilemez. Bu da, düzenin kontrol edemediği bağımsız gelişmeler, faâliyetler demektir." Bu görüşü, düzen bağlısı bazı Kemalist çevreler dillendiriyor. Dolayısıyla, parti vb. demokratik, uzlaşmacı, yasal, resmî, legal faâliyetlerden kimi saf beyinlerin iddia ettiği gibi kâfir güçlerin ciddî bir rahatsızlığı söz konusu değildir. Onlar istiyorlar ki, müslümanlar da beşerî kanunlara tümüyle uysunlar, o kanunlara uygun olarak parti ve teşkilat kursunlar, kontrolsüz faâliyet yaparak düzene temelden darbeler indirmeyi düşünmesinler. Fiilî cihad yolu böylece engellenmiş olsun. Müslümanlar, başörtüsü, İmam-Hatip gibi bir-iki insanî talep ile (onlar bile gerçekleşmiyor ya), yıllar yılı avutulsun. İstekleri, gündeme getirdikleri bir-iki teferruat kabilinden şeyden ileri gitmesin. Bunlardan yola çıkarak; "demokrasi ve particilik oyununun yasa ve yasaklarını Kur'an'ın tâğut dediği, bazı egemen güçler belirlemişler, figüranlar ve kuklalar arasında yeşil renklerin de bulunmasını, düzenleri açısından daha faydalı görmüş ve bunu lutuf gibi sunmuşlar" denilebilir mi?
71. Diyanet'in; düzenin koltuk değneği, can simidi olduğu gibi, sağcı ve yeşil renkli muhâfazakâr (neyi muhâfaza ettiği düşünülmeli), müslüman görünümlü partiler de düzenin ayakta kalması için şarttır. Çünkü muhâlefetini ve muhâliflerini kendi tespit eden rejim ve iktidarlar, devamlı olarak egemenlik ve iktidarlarını sürdürürler. Derin devlet, yeşil partiler eliyle düzeni kökten eleştiren müslümanları, ıslahatçı ve mevcut yapıyı koruyan muhâfazakâr tiplere dönüştürmek mi istiyor?
72. Kur'an, peygamberlerin tavrını da, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: "Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete 'Allah'a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının' diye bir peygamber gönderdik..." (16/Nahl, 36). Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti? Putlara ve Nemrut'a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun'a karşı Hz. Mûsâ'yı ve mücâdelesini bir göz önüne getirelim. Nemrut'un, Firavun'un emrine girmek isteyen, onların sarayına tâlip olarak onlara ve onların düzenine yardımcı olmayı düşünen bir peygamberin olduğu iddiâ edilebilir mi?
73. Ve son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında "Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için size Allah'ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek vardır." (33/Ahzâb, 21) hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah'a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı. Zâten Rasûlullah'ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif ettikleri birkaç husustan biri de "istersen gel, seni başımıza kral yapalım" teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: "Vallahi, bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem" diyordu. Dâvâ hiçbir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış günümüzde "bırakın birkaç sene de biz idare edelim" şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşmedi mi?
74. Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete, beşerî rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında İslâm nâmına Kur'an'ın esasları doğrultusunda değişen bir tek şey olmuş muydu? Rejim devam etsin, küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan, eşleri başörtülülerden olsun demek, câhiliyye ve İslâm'ın hükümleri diye ikiye ayrılan hükümlerin hangisinin yanında olmanın göstergesidir?
75. Bir insanın veya teşkilâtın "biz peygamberlerden ve Peygamberimiz'den daha kolay, daha kestirme, daha rahat bir yol bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için memleketlerinden kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar, tâğutlarla, maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve tâğutlara boyun eğmemek için nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha kolay yol biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür kolaylıkların bir benzerini onlar yapmamakla hata etmişler..." dese, bu sözleri söyleyenlere tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle söylemeyip davranışlarıyla söylüyorlarsa?
76. Düşünün, sizi temsil ettiğini söyleyen bir boksör ringe çıkıyor. Karşı taraf, bunun kazınılması gereken bir maç olduğu bilinciyle ha bire yumruklarını indiriyor. Sizi temsil iddiasındaki boksör "gerginlik olmasın, kavga olmasın, rakip boksör benden rahatsız olmasın" diyor. Sormazlar mı adama: "öyleyse niye boksörlüğe tâlip oldun, niçin maç için ringe çıktın?" Yine, Kur'an ışığında cevaplanması gereken bir soru: Rakipleri, başka ideoloji ve dâvâ mensupları, bir müslümandan ne zaman memnun ve râzı olur?
77. Kâfirler, düzenbazlar, müslümanların da ancak kendi istedikleri sahada, kendi istedikleri metotlarla mücâdele etmelerini istiyorlar. Halbuki İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların tesbit ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?
78. İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil. "Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır." (5/Mâide, 49). Demokrasiler, devletin istediği İslâm(!) anlayışı ve düzene uygun müslüman(!) oluşturmaya mı çalışıyor? Bu oluşturmada politik tavır ve sulandırılmış takıyye anlayışının gereği ve sonucu nedir?
79. "Dünyanın mü'mine zindan, kâfire cennet (gibi) olması" İlâhî bir tecellî olduğu halde, partilerin en önemli derdi; ekonomi, işsize iş, aşsıza aş... Efendimiz (s.a.s.) Mekke'de tâğutlarla mücâdele edip, sadece Allah'a kulluğa dâvet ederken, Mekke'li muhâtaplarına dedi mi ki: "Beni lider kabul edin, ben sizin yollarınızı onarayım, açları doyurayım. Bakın Mekke halkı fakir. Bu ülkenin kalkınması lâzım. Bu da şu şekilde olur... Kalkınma, fakirlikten kurtulma, büyük Mekke devleti olmak için şunları yapmak lâzımdır..." gibilerden herhangi bir söz söyledi, müşrik yöneticilere akıl vermeye çalıştı, müşrik devletin idâresiyle uğraştı, veya o idareye o şekliyle tâlip oldu mu? O günkü çalışma, iş, dünya şartlarını ıslah edeceğini mi vaad etti, yoksa çile, eziyet, işkence ve savaş mı, sabrı gerektirecek zorluklar ve karşılığında cenneti mi vaad etti? İnsanları neye çağırdı?
80. "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır." (42/Şûrâ, 21) Bid'atin târifi: Dine, Peygamberimiz'den sonra sokulan herhangi bir şeydir. "Kim bu dinde olmayan bir şeyi ihdas ederse, o şey merduttur, reddedilir. Her bid'at dalâlettir ve her bid'at ehli cehennemdedir." (Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867). "Asrımızın en büyük bid'atlerinden biri particiliktir" yorumuna ne denilir? Kâfirler tarafından Batıdan, önce Türkiye'ye, oradan da BOP sâyesinde İslâm âlemi denilen tâğutların hâkim olduğu Ortadoğu ülkelerine dayatılacağı gibi; müslümanlık adına, halka ve hakka hizmet diye takdim edildiğinden tehlikesi büyük bir bid'attır" sözü doğru olabilir mi?
81. Sosyalist Parti, Komünist Partisi... olur da, "İslâm Partisi" niye olmaz? Bırakın İslâmî partiyi, İslâmî bir-iki teferruat kabilinden şeyi küçük harflerle gündeme getirdiği için partiler niye kapatılır? Demek ki ipin ucunu ellerinde tutanlar İslâm’ın adının bile anılmasına, bir-iki prensibinin bile uygulanmasına tümüyle kapalılar. Öyleyse, müslümanın İslâm’dan başka gâyesi, O’nun hâkim olmasından başka kesin çözüm önerisi olamayacağına göre, müslümanlar bu oyunda hep nesne olmaya, piyon ve figüran olmaya mı istekliler?
82. Partiler, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olduğu, yani tüm partiler demokrasi ananın çocukları sayıldığına ve partiler kanununda belirtilen özelliklere sahip olmak zorunda olacaklarına göre, hepsi düzenin devamı ve güçlendirilmesinden yana olduklarına göre, partiler arasında ne kadar fark vardır? Bugüne kadar iktidara gelen veya koalisyona katılan partilerin icraatları gerçekten birbirinden çok mu farklı idi? Bazı küçük farklar özellikle İslâm ve Müslümanları ne kadar etkiliyordu?
83. Seçim öncesinde propaganda ve benzeri etkinliklerle insanların önemli bir kesimi parti değiştirebiliyor. Zaten bu değişiklik için partiler büyük bütçeler ayırıyor. Partisini değiştiren insanda gerçekten bir din değiştirme gibi radikal bir değişim mi oluyor? Yoksa futbol takımı taraftarlığını değiştirmek gibi bir şey mi? Daha önce başka partiden vekil olanlar diğer seçimde başka partiden nasıl aday oluyor? Seçildikten sonra bazı milletvekilleri niçin ve nasıl parti değiştiriyor? Bunlar, partiler arasında ciddi bir fark olmadığını göstermiyor mu?
84. Meşhur ve büyük bir âlim: "Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni ve's-siyâseh" yani "Şeytandan ve politikadan Allah'a sığınırım" deme ihtiyacını niye hissetmiş olabilir? Aynı zât yine; "kendi partisinden olan şeytan, particiye melek gözükür; başka partiden melek de şeytan" deme ihtiyacını niye hissetmiştir? Bu ifadelerde doğruluk payı ne orandadır?
85. Demokrasinin dedesi, milât öncesinde yaşamış Yunan filozofları ve Yunan kültürü; babası da eski Atina ve Isparta yönetimidir. Dolayısıyla Rönesans ve Aydınlanma çağı, gericilik yaparak milat öncesine dönmüş ve unutulan demokrasiyi hortlatmıştır. Bu gerçeklerden yola çıkarak demokrasi çağdaş bir yönetim midir, yoksa gerici bir yönetim mi?
86. İktidara gelmek için; dinin dışında yollar bulan kalabalıkların çoğunu memnun ederek oy almalısınız ki, o zaman da zâten onların partisi, kitle partisi olmayı kabul etmiş olur; dâvâ partisi, idealleri olan bir parti olmaktan çıkarsınız. Öyle ya, egemenliği kalabalıklar tâyin ediyor, siz de bunu kabulleniyorsunuz. Aslında Türkiye vb. yerlerde egemenlik, kayıtsız şartsız paranındır; paranın ve düzensiz düzenin. Halkın değil, egemen güçlerindir, Kemalistlerindir. Kimin olursa olsun, Allah'a âit olmadığı müddetçe biz bu tür egemenliği istememeli, reddetmeliyiz. Kaldı ki, iktidar olsanız, bir düdük çalınınca işiniz bitecek. On iki Eylül'de, daha önceki tüm faâliyetler partiye dayalı olduğundan, düdük çalınınca, senelerce faâl gözükenlerden hiçbir faâliyet çık(a)madı. Her şey, tâğutlar tekrar partiye müsâade edinceye kadar durdu. Sonra, sil baştan. 1960'da Adnan Menderes'lere, 1980'de Süleyman Demirel'lere tahammül edemeyen egemen güçler, rejimin askerleri, size nasıl tahammül edecek, dersiniz?
87. Eski bir şâirin bir şiirini hatırlayalım: "Muîni zâlimin erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten." (Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır. Çünkü insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.) Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama İslâm'a göre "zâlim", "zâlime yardımcı olmak", "insafsız avcı" ve "köpek karakterliler" kimler olabilir? Ve yukarıdaki şiir, bu ölçüler içinde nasıl anlamlandırılır?
88. Müslümanlardan oy alarak seçilen tüm milletvekilleri: "Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet'i koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına..." yemin etmekte, nâmusu ve şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yemin denilen elfâz-ı küfrü. Bir hadis-i şerif: "Bir kimse Allah'tan başka bir şey üzerine yemin ederse şirke düşmüş, küfre girmiş olur." (Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218). Başka bir hadis-i şerif de, "yemin ederken, başka şeye dâir niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam olsa, ne olur?" sorusuna cevap veriyor: "Yemin, yemin edenin niyetine göre değil, ettirenin niyetine göre hüküm alır. Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir." (Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255). Denilebilir ki, zâten parti tüzüğünde açıkça "Atatürk ilkelerine ve partiler kanununa... bağlı kalınacağına dair yazılı teminat verilmiş değil mi? Bunlar, basit birer formalite olarak değerlendirilebilir mi? 16/Nahl, 106. âyetin hükmü doğrultusunda, küfrün kurumlarına sahip çıkmak, zâlim düzeni güçlendirerek ölüm döşeğindeki rejimin iskeletine kan pompalamak gibi hususlar elfâz-ı küfür ve ef'âl-i küfür kapsamına girer mi, girmez mi?
89. Ya kanun yapmak için toplanılan mekâna ne dersiniz? "Allah size kitabında (Kur'an'da) şunu da indirmiştir: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar (başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa, orada kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır." (4/Nisâ, 140). Ve bu âyetin bir öncesi: "Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile müjdele. Şerefi, izzeti kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve izzet tamâmen Allah'a âittir." (4/Nisâ, 138-139). Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ kumar oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya oynayanların yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi, yemek yemesi (yanında, aynı mecliste haramı görüp önlemeye çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram oluyor. Bu, harama rızâ kabul ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise küfür. Yanındaki masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan ne kadar farklıdır "Hüküm (egemenlik, hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız) Allah'ındır." (12/Yusuf, 40) hükmüne ters bir yazıya devamlı seyirci olmak? Bu oturma yerinde, sık sık dille veya halle Allah'la ve O'nun diniyle, hükümleriyle alay edilmekte değil midir?
90. İslâm’da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk yapılmaktadır her an, her davranışla. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir. Bugünkü politika ve demokrasi anlayışının bu cinâyette bir katkısı var mıdır? Varsa ne orandadır?
91. Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" Hayat, kendisine hayat verene teslim olmanın dışında nasıl anlam kazanacaktır? Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü'min)e teslim olmadan nasıl huzura kavuşabilir?
92. Düzenin uygulayıcıları olarak kendi önlerine çıkarılan partiler ve isimler arasında bir tercih yapmak, içinde kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih etmeye çalışan kimse oyuna getirilmiş olmuyor mu? Halk idaresi diye, halkın inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi. Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik kayıtsız şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir. Ulusal ve uluslararası istihbârât örgütleri, kartel ve holding patronları, siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm, aldatmaya dayalı propaganda, seçim kanunu vb. adla seçim hileleri, büyük partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları... bütün bunların halkı yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor halkı? Öyleyse niye şikâyetleri bitmiyor?
93. Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz. Bu değerlendirmelerin neresi, ne kadar yanlıştır?
94. Kimler parti kurabilir? Partiler kanunu hangi mecbûriyetler getirmektedir? Meselâ İslâm partisi kurulabilir mi? Hani, halkın idaresi idi demokrasi; ya halk İslâm’ı istiyorsa? Buna fırsat vermeden, yolu açmadan halkın isteyip istemediği nasıl belli olacaktır? Kimleri seçebilir vatandaş? Partiler ve adaylar her görüşe açık mıdır? Rejim, Atatürk ilkelerini tâvizsiz uygulamaya çalışır. Gerçekten halk mı istemektedir bu kadar heykeli? Halk Kemalist midir de, halkın yönetimi denilen demokrasi rejiminde yönetim onun ilkelerinin dışına çıkamaz? Halkın inanç ve ibâdetleri, halkın seçtiği yöneticilere ve onların yönettikleri düzene ne kadar yansıyabilmektedir? Halkı etkilemede medyanın, propagandanın ve kaynak olarak paranın gücü nedir?
95. Ve bir düdük öttürülünce halkın irâdesi ne durumlara düşmektedir? Demokrasi, demokrasinin raylarına oturtulmak adına katledilerek demokratik(!) darbeler yapılır her on senede bir. Demokrasiye kimler ve ne adına balans ayarı yapmaktadır? Partileri halka rağmen kim kapatmakta ve kapatmakla tehdit etmektedir? Bunun demokrasi ile neresi bağdaşmaktadır?
96. Kapitalizmin sömürüsünü perdeleyen bir simgedir demokrasi. Demos-kratos: Yunanca; Halkın yönetimi anlamına geliyor, yani halkın hâkimiyeti. Batının, demokrasi kavalıyla kolay güdebileceği ülkelerde her konunun demokrasiyle ilişkisi kurulurken, Batı, işine gelmediği yer ve zamanlarda, emir kulları aracılığıyla demokrasiyi askıya alır veya aldırtır, darbeler yaptırılır. Halk seçime katılabilir ama, yönetimi de, rejimi de belirleyip seçebilir mi? Yönetim ve halk ayrımı yok mudur halkın idaresi denilen demokraside? Varsa, bu nasıl halk idaresi olabilir? İslâm’da halkın mı, Hakkın mı hükmü önemlidir?
97. Halk Hakka kul olmalı, O’nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü,“insanların çoğu bilmezler” (45/Câsiye, 26), “insanların çoğu şükretmezler” (40/Ğâfir, 59), “insanların çoğu nankördür” (25/Furkan, 50) ve “insanların çoğu mü’min değildir, iman etmezler” (40/Ğâfir, 59). O yüzden halkın çoğunluğuna uymak, dalâlettir/sapıklıktır. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” (6/En’âm, 116). İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile böbürlenip üstünlük tasladığını, bu yüzden mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını Kur'an, sayılamayacak kadar çoklukta ve ısrarla anlatmaktadır. Çokluğun ancak Allah'ı zikredip anmada, şükretmede, kulluk ve ibâdet etmede, takvâda işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur'an'da ısrarla üzerinde durulan hakikatler olarak ifade edilmektedir. Çoğunun akılsızlıklarından bahsedilen insanlar, Allah'ın hükümlerine itibar etmeyen, Rab olarak sadece Allah'ı kabullenmek istemeyen kalabalıklardır. Sürüleştirilen, sömürülen, köleleştirilen yığınlardır. Çalışan kafalar, akl-ı selîm sahipleri, kendilerinin farkına varan kafalardır. Kendinin farkına varanlar, Allah'ın farkına varırlar; Allah ile kendileri arasındaki farkı farkederler. Hadlerini bilirler ve O'na ait olan, olması gereken hâkimiyeti kendi zimmetlerine geçirerek haksızlık edip ilâhlık taslamazlar. "Onların (İnsanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifade etmez." (10/Yûnus, 36). Haktan, hakikatten bir şeyin ifadesi olmayan zanna uyanlar, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, gerçekten bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demek değil midir?
98. Halk, atasözü olarak "nerede çokluk, orada ..." der. Halkın çoğunluğunun dediği demokrasiye göre doğru kabul edileceği için, demokrasi de bu sözün doğruluğunu kabul etmek zorundadır. Öyleyse demokrasi, böyle bir pisliktir. Kendi taraftarları ve ideologları bile, demokrasinin görmezlikten gelinemeyecek zaaflarından haberdardır: "İyi hükümetler arasında demokrasi en kötüsü, fakat kötülerin en iyisidir." (Aristoteles) "Hükümetlerin en iyisi, bize kendimizi yönetmemizi öğreten hükümetlerdir." (Goethe). Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der. Aynı coğrafyada yaşayan insanlar olarak hepimiz, aynı geminin yolcuları değil miyiz? Gemide delik açanlar, sadece kendilerini mi batırmış olurlar? Gâfil, hâin, ehil olmayan, güvenilmez (emîn/mü'min olmayan) kaptanın, elindeki bozuk pusula ve yanlış harita ile gemiyi sürmesine rızâ göstermek, demokrasi gereği olsa bile, tüm yolcular için hayatî tehlike değil midir? Kaptan ve tayfaların yanlış rotalarına seyirci kalmak, tüm yolcuların da gitmeleri gereken yere ulaşmalarına engel olmaz mı? Devlet gemisinin sorumlu kaptanı, sadece bu gemiyi yöneten değil; aynı zamanda bu gemiyle yolculuk edenler değil midir?
99. Demokrasiye bazı eleştiriler getirip daha iyi demokrasi için içeriden teklifler demokratik hak ve özgürlük sayılır. Bunlara göre; "demokrasinin bütün kusurları, daha güçlü bir demokrasi tarafından tedâvi edilebilir." Ama demokrasiye temelden radikalce karşı çıkarak İslâm'ı yegâne hak yönetim biçimi görerek bunun gereğini yapmak, gerekli bedeli ödemeyi gerektirmez mi? Hem demokrasiye çatıp hem demokratik tavırla seçimlere katılmak ve seçilenleri onaylamak çelişki ve tutarsızlık değil midir?
Yukarıdaki soruların doğru cevabı için kopye olarak şu âyetlerin meallerinden yararlanılabilir: 1/Fâtiha, 6-7; 2/Bakara, 42, 85, 214, 256; 3/Âl-i İmrân, 142; 4/Nisâ, 59-61, 65, 76, 105; 5/Mâide, 44, 45, 47, 48, 49, 50, 104; 6/En'âm, 62, 114, 116, 153; 7/A'râf, 43; 10/Yunus, 109; 11/Hûd, 112-113; 12/Yusuf, 40, 67, 106; 13/Ra'd, 11; 17/İsrâ, 73-75; 18/Kehf, 26; 24/Nûr, 47-52, 55; 25/Furkan, 43; 26/Şuarâ, 221-227; 33/Ahzâb, 36; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 3, 17-18; 42/Şûrâ, 21; 95/Tîn, 8; 109/Kâfirûn, 1-6.
Mazlum Müstaz’afların Kanları ve Terleri ile Beslenen Vampir: MÜSTEKBİR
Müstekbir; büyüklenen, kibirlenen, kendini üstün gören demektir. Kavram olarak müstekbir; Allah’a karşı kendini yeterli görerek isyan eden, Allah’ın hâkimiyetini reddeden, insanlara karşı kibirlenip büyüklük taslayarak onlar üzerinde zorla egemenlik kurmaya çalışan demektir.
"Müstekbir, kalbindeki hastalığın (2/Bakara, 10) gözüne de yansıdığı (2/Bakara, 18) kimsedir. O yüzden gözleri sirk aynaları gibi çarpık gösterir. Küçüğü büyük, büyüğü küçük gösteren çukur ve tümsek aynalar gibidir bakışları. Cüce oldukları halde kendilerini yüce görmeleri, başkalarına da sömürülecek zavallı diye bakmaları bundandır. Hakkı bâtıl ve bâtılı da hak görmeleri de aynı hastalığın belirtisidir.
Türkçe'ye Yunanca'dan giren "manyak" kelimesi, müstekbir kelimesinin Türkçe tam karşılığıdır. Bu, müstekbir için zorlama bir abartı ifadesi değil; gerçek bir tanımdır. Şöyle ki, "megalo", büyük demektir; psikolojik bir hasta/ruh hastası olan "megaloman": Megalomani'ye, yani büyüklük kuruntusuna tutulmuş kimse anlamına gelir. "Megalomani" kendini büyük görme hastalığı, büyüklük kuruntusu mânâsınadır. "Mani" ve "manya" saplantı, iptilâ, tutku, düşkünlük şeklinde ortaya çıkan delilik haline verilen addır. "Manyak" da, Manya'ya (delilik gibi bu psikolojik hastalığa) uğramış ruh hastası demektir. Dolayısıyla "manyak" kelimesinin Türkçe’deki tüm olumsuz anlamları, istikbâr/kendini aşırı beğenme hastalığının bir göstergesi ve sonucudur. Yani tüm müstekbirler manyaktırlar. Bunun için olsa gerektir; tımarhanedeki delilerin çoğu, kendilerini meşhur büyüklerden, müstekbirlerden biri gibi görür ve gösterir. Deli bile, kendini akıllı gösteren meşhur delilerle/müstekbirlerle kendisi arasındaki yakın bağı görebilmektedir.
Kur’an kavramlarıyla söylersek, tüm müstekbirler; aşağılık birer kâfir, azgın birer tâğuttur; zâlim, fâsık ve fâcirdir. Toprakları, havayı ve suyu bile kirleten, fesâdını tüm çevresine yansıtan insanlık düşmanı asalaklardır. Müslüman, ne müstekbir olabilir ne de müstaz’af; ne ezen, ne de ezilen. Ama ille de müstekbir veya müstaz’af olmaktan biri konusunda tercih yapmak zorunda kalırsa, müstaz’aflığın daha ehven olduğunu bilir.
Gerçek anlamda büyümektir; kendimizi Allah için âciz/küçük görmek. Kendimizi büyük görmek de, gerçek anlamda küçüklük. Ulu önderimiz Peygamberimiz öyle buyurur çünkü: "Kim Allah için tevâzu gösterirse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenip büyüklük taslarsa Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever." (İbn Mâce, Zühd 16). Seni küçük görenlere, müstekbirlere karşı görevin: Onun terazisinde de ağır gelmek için uğraşman; ama bunu kendi hastalığın olarak değil, onu hastalıktan kurtarmak için yapmandır. Seni büyük görenlere, müstaz'af mü'minlere karşı görevin: Muhâtabın kendisini çok küçük görmesine engel olarak kendine zarar vermesinin önüne geçmek, aynı zamanda seni büyüklenip böbürlenmeye götürerek sana zarar vermesine de mâni olmaktır. Meşhur Nebevî tavsiyeyi bilirsiniz: "Mazlum kardeşinize de zâlime de yardımcı olunuz." “Zâlime nasıl yardımcı olabiliriz?” "Zulmüne engel olarak!" Müstekbir için de aynı yardım sözkonusu.
İslâm zâlimlere en küçük meyli, onlara seyirci kalmayı bile haram sayar. Zâlim müstekbirler olsa gerek İncil’e “bir yüzünüze tokat vurana diğer yüzünüzü çevirin” diye cümleler yerleştiren. Misyonerler tarafından zulme rızâ yaygınlaşsın istiyor müstekbirler. Bu tür cümleleri müstaz’aflar okusun da kendilerinin zulümlerine ses çıkarmasın istiyor müstekbir Batı dünyası. Kibirli, bizim sâyemizde (bizim ona bu fırsatı vererek, ona karşı küçüklüğü, köleliği kabullenmemizden dolayı) büyüklenmemeli; büyüklük taslayanlara hadlerini bildirebilmeli ve acziyetlerini gösterebilmeliyiz. Ölçü belli: "Kâfirlere karşı şiddetli/çetin; kendi aramızda merhametli olmak" (48/Fetih, 29); "Mü'minlere karşı alçak gönüllü/şefkatli; kâfirlere karşı onurlu ve zorlu olmak" (5/Mâide, 54).
Yeryüzünde zulme sebep olan, arzı ifsâd eden ve zayıfları ezen kimseler müstekbirdir ve istikbarları yüzünden taşkınlık yapmaktadırlar (28/Kasas, 39). Onlar, kendilerini güçlü ve üstün gördükleri için İlâhî yasaları tanımazlar ve akıllarına estiği gibi hareket ederler. İnsanlara kötülük yapmak için başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıkların arkasında istikbâr vardır (bkz. 35/Fâtır, 43; 31/Lokman, 7; 63/Münâfıkun, 5). Yeryüzünü zulüm ve kahırla dolduran ve kitleleri ezen ordular da istikbâr ordularıdır (bkz. 28/Kasas, 39; 25/Furkan, 21).
Müstekbirlik, inkârcıların, kâfirlerin özelliğidir (7/A’raf, 36, 75-76; 28/Kasas, 76-77). Allah’a ve O’nun âyetlerine karşı müstekbirlik yapanlar için dünyada alçaltıcı bir azap vardır (46/Ahkaf, 20; 40/Mü'min, 60). Allah’ın âyetlerine karşı müstekbirlik yapanlara göğün kapıları açılmayacak, onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecektir. Onlar için Cehennem’de ateşten yataklar hazırlanmıştır (7/A’râf, 40-41). Allah’a karşı ibâdet etmeye müstekbirlik yüzünden yanaşmayanların sonları da cehennem olacaktır (40/Mü'min, 60). Müstekbirler büyük bir haksızlık içerisindedirler. Bu nedenle Allah, müstekbirleri kesinlikle sevmez (16/Nahl, 23). Müstekbirler, Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar (7/A’râf, 36). İçlerinde sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.
Müstekbirlerin Duayenleri: Kur’an’da, özellikle şeytan (2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 38/Sâd, 71-75), Firavun ve yardımcıları Karun, Hâman (23/Mü’minun, 45-48; 7/A’râf, 132-133; 10/Yûnus, 75-93; 28/Kasas, 39-42, 78-84; 29/Ankebût, 39), mele’ (ileri gelenler/etkili ve yetkili çevreler) (37/Saffat, 35-36; 7/A’râf, 74-79, 88-93), İsrâiloğulları (2/Bakara, 87-88), kâfirler, müşrikler (40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 38; 74/Müddessir, 11-26) ve münâfıklar (63/Münâfikun, 5-6) istikbârın sembol tipleri, müstekbirlerin duayenleri olarak öne çıkarılır.
Kur’ân-ı Kerim’de istikbarın tipik örneği Firavun’dur. O kendini büyük, güçlü ve yıkılmaz saltanat sahibi görerek ilâhlığa kalkıştı, Hz. Mûsâ’nın dâvetinden yüz çevirdi. Peygamberî çağrıya uyarak Allah’ın önünde secde etmeyi gururuna yediremedi. Allah’ın hükmüne uymaya tenezzül etmedi. Günümüzde Firavun’un izinden giden makam sahipleri, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen zâlim yöneticiler, İslâm düşmanı düzenler, uluslararası emperyalist kuruluşlar başta olmak üzere, egemen küfür güçlerinin temel vasfı müstekbirliktir. Yine, Bel’am ve Sâmirî’nin, Nemrud ve Ebû Cehil’in ve her devirde ve her mekânda bunların izinden giden tiplerin ortak özelliği müstekbirliktir.
Özellikle Firavun’un çevresindeki etkili ve yetkili kişiler olan Hâman ve Karun örnekliğinde açık bir şekilde görüldüğü gibi, müstekbirler iki grupta değerlendirilebilir. Biri, ileri gelenler anlamında olan “mele”; diğeri refah ve servet sahibi “mütref” zümreler. Müstekbir prototiplerden Hâman, mele’ sınıfını; Karun da mütref sınıfını temsil eder. Bu anlamda ilki siyasî, dinî ve idarî kategoriyi; ikincisi de ekonomik güçleri ifade eder. Mele’; önde gelenler, askerî, bürokratik ve politik çevrelerdir. Bir ülkenin yöneticileri ve yönetimde etkili olan askerî ve sivil çevreler, medyayı, köşe başlarını tutmuş zümreler mele’ kategorisine girer.
Müstekbirler, kendilerinde bir üstünlük olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp doğru yoldan çıkan kimselerdir. Zayıf karakterli oldukları için, aşağılık duygusuyla acziyetlerini insanlara karşı böbürlenerek gidermeye, gizlemeye çalışırlar.
Esasen Allah ‘ekber/en büyük’ olduğu için büyüklük hakkı da O’nundur (45/Câsiye, 37). Ancak, Allah’a hakkıyla inanmayan kimseler bu gerçeği görmek istemezler. Sahip oldukları dünya malı, güç veya iktidar gibi kendilerine sınav olarak emanet edilen şeylere aldanarak kendilerini Allah’tan ve O’nun emirlerinden müstağnî sayarak müstekbirleşirler. Müstekbirler, zayıf bırakılmış, ezilmiş kimseleri yani müstaz’afları sömürürler. Onların boyun eğmişlikleri üzerinde iktidarlarını sürdürürler. Müstekbir, mazlumların kanıyla beslenen vampirdir. Komünizm, sosyalizm, kapitalizm ve diğer izmler de müstekbirdir. En büyük müstekbirler Siyonistler ve onların hizmetinde olan ABD ve AB ülkeleridir. Bilinçli-bilinçsiz onlara abdlik/kulluk yapanlar sâyesinde bu sömürüyü yürüttükleri için bu işbirlikçi ve yardımcılar da suç ortaklarıdır. Bu zulümlere seyirci kalanlar ise dünyada zilletten, âhirette azaptan kolaylıkla kurtulamazlar.
Ve... Büyüklük taslamanın sonu ile ilgili 2 uzak tarihten, 2 de yakın tarihten ibret:
Şeytan: İstikbâr etti/kibirlenip büyüklük tasladı; herkesin hakaretle/lânetle andığı aşağılık mahlûk oldu. İlk müstekbir, yani ilk büyüklük taslayan İblis’tir. O, Allah’ın secde emri karşısında kibirlendi, müstekbir oldu ve secde etmekten yüz çevirdi (2/Bakara, 34).
Firavun: Müstekbirleşti ve "ben sizin en yüce rabbinizim" diyecek cür'et gösterdi (79/Nâziât, 24); Herkese secdede ve küçülmüş vaziyette teşhir edildi (bk. 10/Yunus, 92; Londra British Museum’da sergilenen ceset).
Superman (süpermen) filmlerinin insan üstü güçleri olan süpermeni/sahte ilâhı (bu filmin kahramanı) Cristopher Rewee, attan düştü, tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu. Bırakın havalarda uçmayı, yerde yürüyemeyecek zavallı halde yaşamaya mecbur kaldı.
Muhammed Ali Clay: Müslüman olduğu ve en büyük olanın kim olduğunu bildiği halde, "en büyük benim" demenin cezası olarak alzheimer hastalığına tutuldu, dili zor konuşur, eli ve ayağı zor hareket eder hale geldi.
Günümüzün müstekbir karakterli kişi ve grupları yakından tanımak için Kur’an’a bakmak yeterlidir. Yine bu zâlimlerin müstaz’af haline getirdikleri zayıfları Kur’an’dan tanıyoruz. Yapılacak iş, müstaz’aflara destek olmak, onları savunmak; her türlü meşrû aracı kullanarak müstekbirlerin baskı ve zulümlerini önlemeye çalışmak, kendimiz eğer müstaz’af isek bundan da âcilen kurtulmaya gayret etmektir. Unutmamak gerekir ki, geniş kitleleri istikbâr ile sömüren zâlim azınlık, müstaz’afların kurtuluşunu sağlayacak tevhîdî çözümlere asla yanaşmayacaktır. Yine unutulmaması gerekir ki zâlimlere az da olsa meyil, ateşin dokunmasına sebeptir. “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” (11/Hûd, 113) “İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyen/böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (28/Kasas, 83)
Bizi, müslümanlığımızdan dolayı küçük göreni, "hayvandan daha aşağı" (7/A'râf, 179), "yaratıkların en şerlisi" (8/Enfâl, 55), bir "pislik" (9/Tevbe, 28) "sağır, dilsiz, kör ve akılsız" (2/Bakara, 171; 8/Enfâl, 22) görmek zorundayız.
Ezilen, zulme uğrayan kitlelere, zulme uğradıklarını hatırlatmak, onları mustaz’af olduklarının bilincine vardırmak, vahyî sorumluluğumuzun gereğidir. Toplumda soyundan, renginden, maddî imkânsızlığından dolayı ezilmiş, itilmiş kakılmışları sahiplenmek ve onları horlayıp ezenlere karşı tavır almak mecbûriyetindeyiz. Müslüman, Allah’ın sevmediği insanlara en küçük muhabbet besleyemez. “Şüphesiz Allah müstekbirleri sevmez.” (16/Nahl, 23). Müstekbirlerin istikbâr ellerini kesmek müslümanın temel görevlerinden biridir. Amerika ve onun arkasında onu yöneten, yüce zannedilen cüceyi sömürge devleti gibi kendi çıkarları için kullanan İsrail, en büyük müstekbir güçlerdir. Yeni dünya düzeni demek “müstekbirlerin zulmüne ses çıkarmayan düzen” demektir. Afrika ve Asya’da yaşayan insanları, o ülkelerde yönetime getirdikleri veya seçtirdikleri kuklaları sâyesinde fakirleştiren, kendisine köle haline getiren bu vampir müstekbirlere karşı tüm gücümüzle cihad etmek zorundayız. Amerikanlaştırılmış din, “lâ”sı olmayan, demokrat ve mevcut yapıyı koruyan muhâfazakâr anlayışlardır. Bu anlayışı sadece Amerika değil; Avrupa Birliği adlı müstekbir topluluğu da tek din anlayışı olarak kabul etmektedir. Müslüman, lâ/hayır diyerek müstekbirlere tavır almak mecbûriyetindedir. Onun için, bırakın ezilip sömürülmeye, yani müstaz’aflığa rızâ göstermeyi, tüm dünya garibanlarını, ezilmişleri de bu vampirlerin elinden kurtarmaya çalışır muvahhid müslüman.
Ne ezen ne ezilen, Hak’ca bir düzen. Ne müstekbir ne müstaz’af, Kur’an’a inanıp teslim olan ve dünyadan zulüm ve fitneyi kaldırmaya çalışan bir insan ve sistem…
Tâğutun en örgütlü biçimi olan İslâm dışı düzenler, tüm kurum ve kuruluşları ile, medya ve kapitalist sermaye kuruluşları gibi tüm işbirlikçileriyle mü’minlere saldırmakta ve onları çeşitli hilelerle güçsüz bırakmak istemektedir. Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silâh ve güce sahip olamamış, duâ etmekten, yardımcı istemekten (4/Nisâ, 75) başka çaresi olmayan insanlar, zulme başkaldıramadıklarından (büyük ihtimalle) mâzurdurlar. Ama onların bu imdat seslerini duymazlıktan gelen elinde imkânı olan kimseler zâlimlere tavır almıyor ve yeryüzünden zulmü, fitne ve fesâdı kaldırmaya çalışmıyor, bu uğurda mücâdeleyi göze almıyorsa, bunlar kesinlikle işbirlikçi sayılır ve müstekbirlerin günahına ortak olur. “Size ne oldu da, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sâhip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen müstaz’af zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphesiz ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 75 ve 76) Evet, bu âyetler ışığında düşünelim. Çağın en vahşi müstekbirleri tarafından işgal edilen Irak’lı ve Filistin’li müstaz’af müslümanlar, yarın mahşer günü onlar için rahatını bozmak istemeyen bizlerden dâvâcı olursa, ne diyeceğiz? Dünyanın neresinde olursa olsun müstaz’af mazlumların safında yer almıyor ve onları ezen; mallarını, terlerini, onurlarını, ırzlarını, kanlarını ve canlarını heder eden müstekbirlere karşı, onların anlayacağı dilden “dur!” diyemiyorsak, bunun hesabını nasıl vereceğimizi düşünmek zorundayız.
Müstekbir cânîleri güçlü kılan, zulme rızâ gösteren müstaz’af, fakat zâlim kimselerdir. Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zâlimlere itaati fitne ve fesad çıkmasın(!) diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi “sabır” zanneden, görevlerini ve özellikle emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münkeri terkeden, güçleri varken başkaldırmayan insanlar da zâlimdir. Aslında kendileri de müstaz’af oldukları halde, müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden dolayı Allah bu gibileri zâlim müstaz’aflar diye nitelemektedir. Bu zâlim müstaz’aflar güç kaynağı gördüğü hangi müstekbir varsa onu ilâh kabul eden kimse durumundadır. Müstekbir de zâten kendini tanrı yerine koymaya kalkan küstah…
Bir insanda kendini yüksek görme ve hırs, söz söylerken soğan gibi kokar. Kavakların dikliğine, boylarının uzunluğuna bakıp onları önemli bir şey sanmayın. Bütün kibirli, meyvesiz ve gölgesiz yaratıkların başları bulutlarda sallanır. Önü bir damla pis su, sonu leş, ortası b.. torbası olan, nasıl büyüklük taslar? Kibirlenip büyüklenenin aldanma dünyasına. ‘Dünya benim!’ diyenin gittik dün yasına.
Müstaz’af halk, müstekbirleri omuzlarında taşıdığı için onlar büyük gözükür; fırlatıp atınca yerde sürünmeğe başlar. Müstekbirler, önlerinde diz çöküldüğü için büyüktür; o halde biz de ayağa kalkalım!
Yahûdileşen İnsanımız ve Yahûdileşme Özellikleri
Kur’ân-ı Kerim’de yahûdileşme alâmet ve özellikleri:
- Allah'a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak (2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60).
- Maymunlaşmak (2/Bakara, 65; 7/A'râf, 166).
- Kör ve sağır kesilmek (5/Mâide, 70-71).
- Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek (2/Bakara, 93).
- Yalnız Allah'a güvenip sadece O'ndan korkmamak (10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62).
- Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak (2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92).
- Güzel nimetlere nankörlük (2/Bakara, 61).
- Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak (5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14).
- Fesat/bozgunculuk (5/Mâide, 64, 81; 7/A'râf, 163; 17/İsrâ, 4-7).
- Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek (5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5).
- Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek (2/Bakara, 87).
- "Gözümüzle görmeden inanmayız" demek (2/Bakara, 55).
- İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek (2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12).
- Kitab'ı değiştirmek (2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79).
- Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak (2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162).
- Hakka bâtılı karıştırmak (2/Bakara, 42).
- Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek (2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91).
- Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek (7/A'râf, 169).
- Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek (2/Bakara, 61).
- Ahireti dünyayla değiştirmek (2/Bakara, 86)
- İsyankârlık ve aşırı gitmek (2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En'am, 146).
- "İşitittik ve isyan ettik" diyecek kadar küstahlaşmak (4/Nisâ, 46).
- Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek (5/Mâide, 40-42).
- Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak (5/Mâide, 64).
- Firavun'un işbirlikçisi kapitalist Karun'a özenmek (28/Kasas, 79).
- Rüşvet alıp vermek (5/Mâide, 42, 62).
- Fâiz yemek (3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161).
- Başkalarının malını haksız yere yemek (3/Âl-i İmran, 161).
- Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek (3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34).
- Cimrilik (Kendi malında) (4/Nisâ, 53).
- Müsrif olmak/savurganlık (Doğa ve diğer insanlar konusunda) (5/Mâide, 32).
- Nankörlük (2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93).
- Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek (2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A'râf, 169).
- Zâlimlik (2/Bakara, 92).
- Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması (2/Bakara, 74).
- Kalbin perdelenmesi, kılıflanması (2/Bakara, 88).
- Kalbin mühürlenmesi (3/Âl-i İmran, 155).
- Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek (5/Mâide, 78).
- Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak (2/Bakara, 44).
- İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak (5/Mâide, 79).
- Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak (5/Mâide, 41).
- Şeytana tâbi olmak (2/Bakara, 102).
- Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak (4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60).
- Mü'minleri de saptırmaya çalışmak (4/Nisâ, 44).
- Mü'minlere inanmamak (2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43).
- Kendi yanlış dinlerine davet etmek (2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73).
- Mü'minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek (2/Bakara, 109).
- Allah'ın nurunu söndürmek istemek (9/Tevbe, 32-33).
- Mü'minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak (5/Mâide, 80-81).
- Hâinlik yapmak (5/Mâide, 13, 32).
- Antlaşmalara uymamak (8/Enfâl, 56, 57).
- Bir insanın tanrılığını iddia etmek (5/Mâide, 72, 75, 116, 117).
- Kur'an'ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek (2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En'am, 91).
- Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca "inandık" demek (2/Bakara, 76).
- Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah'tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak (2/Bakara, 79).
- Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak (3/Âl-i İmran, 75).
- Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak (2/Bakara, 80).
- Rasül'e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. "Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin" demek (5/Mâide, 41).
- Göre göre, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr etmek (Âl-i İmran, 70).
- Bilginlerini tanrı edinmek (9/Tevbe, 31, 34).
- Tekrar tekrar dinden dönmek (4/Nisâ, 157).
- Allah'ın rahmetinden kovulmak (2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157).
- Lânetlenmek ve Allah'ın gazabına uğramak (5/Mâide, 3, 60)
- Dostlukları olmaz (2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13).
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice "müslümanım" diyenlerce aynen uygulanan şu yahûdi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası (5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80).
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma (2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92).
Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri (5/Mâide, 60).
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri (2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166).
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri (5/Mâide, 13, 32, 41).
Sözlerinde durmamaları (2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60).
Sihirle uğraşma (2/Bakara, 102).
Ahlâkî dejenerasyon (3/Âl-i İmran, 188).
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma (5/Mâide, 64).
Bilginlerini tanrı edinmek (9/Tevbe, 31, 34).
Dini tahrif (2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162).
İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmediçe inanmayacağız" demek (2/Bakara, 55).
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika (6/En'am, 159).
Gerçeği bile bile inat (3/Âl-i İmran, 70).
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek (5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5).
Onlar ve Biz
Bugün İslâm toplumu dediğimiz toplum, İsrâiloğullarının olumsuzluklarla dolu tarihinin ve geleneklerinin mirasçısı görünümünü arzetmektedir. Meselâ, Kur'an-ı Kerim onlara yönettiği "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" (2/Bakara, 85) sorusunun muhatabı olan sayılamayacak kadar insanımız vardır. Yine Tevrat, kendilerine yükletildiği halde onun emirlerini yerine getirmeyenlerin durumunu kitap yüklü merkeplere benzeten Kur'an'ı (62/Cum'a, 5) okurken, ister istemez Kur'an'a inandığını söyleyen ve onu kabul ettiğini, hatta öğrendiğini sandığı halde ümmîler gibi hareket eden nice insanımızın varlığını görerek Allah Teâlâ'nın çevremizdeki insanlardan binlercesine Kur'an'ı yüklenen merkepler olarak baktığını düşünmeden edemiyoruz. İsrâiloğulları ile bizim aramızdaki en büyük fark, bize vahiy olarak gelen Allah'ın kitabına olan samimi bağlılığımız ve ona uymamak için bahaneler aramayışımız olacaktır. Bunu yapmayınca Kur'an'ın onlar için anlattığı tüm olumsuzlukları kendimiz için düşünmemiz gerekecektir. Çünkü isrâiloğullarını Kur'an'ın kötülemesinin sebebi, onların Kitab'a ve Rasüllerine karşı olan lâkayt tavırlarıdır, keyfî hareketleri ve her şeyi dünyalık ucuz menfaatlerine göre hesaplayan bir mantığın temsilcisi olmalarıdır (İsrailoğulları, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 35).
Yahûdileşme ve Yahûdileşme Temâyülü
Yahûdiler, başlangıçta müslüman idiler. Daha sonra dejenere olarak yahûdileştiler. Yahûdileşmek, sadece Benî İsrâil için ve tarihte kalmış bir problem değil; tüm insanlık için ve bütün zamanlarda bir büyük problem ve risktir. Yahûdileşmek, Hz. Muhammed ümmetinin kıyametidir.
Yahûdilik, etnik ve teolojik yönleri olan çift cinsiyetli bir kavramdır. Tabiatı icabı, hem "İsrâiloğulları kavmine mensup olma" anlamına etnik kimliği ifade eder; hem de İsrâiloğullarının dini olan "Mûseviliğe/yahûdiliğe mensup olma" anlamına dinî kimliği ifade eder.
Yahûdileşme ise, etnik ve dinî menşe itibariyle yahûdiliğe mensup olmadığı halde onlar gibi olma, onlara benzeme, onların tavır ve davranışlarını gösterme manasına gelir. Yahûdileşme temâyülü ise, sosyolojik olmaktan daha çok bireysel bir eğilimdir ve tek tek her insanda örtük bir biçimde bulunabilir. Bu temâyül, her bünyede bulunup da, vücut, direncini kaybedince ortaya çıkan bulaşıcı bir virüs gibi, ortamını bulduğunda bir tavır ve davranış biçimine dönüşür ve bulaşıcılığı sayesinde toplumsal bir felâket halini alır. Yahûdileşmiş bir toplumu ya da sistemi ortaya çıkaran, tek tek fertlerdeki yahûdileşme temayülü olsa gerektir.
İsrâiloğulları konusu, eğer bu ümmeti doğrudan ilgilendirmiyorsa, Kur'an'ın bu konuya yüzlerce âyet ayırmasının anlamı ne olabilirdi? Kur'an'da hiçbir kavim ve din mensubundan İsrâiloğullarından söz edildiği kadar geniş söz edilmez. Kısaca Kur'an'da İsrâiloğullarının yahûdileşme sürecini anlatan âyetlerin bir sayım-dökümünü yaptığımızda, bu konu ile doğrudan ilgili olan âyetlerin sayısının 712 adet olduğunu görürüz. Yahûdileşme süreciyle dolaylı ilişkisi olan diğer âyetleri de sayacak olursak, bu rakam en az ikiye katlanacaktır. Kaldı ki, olayla doğrudan ilgili âyetlerin toplamı olan 712 rakamı bile Kur'an'ın tamamı göz önüne alındığında 10'da biri aşan bir oran tutmaktadır. Bunca âyeti, sadece tarihte yaşamış bir kavmin hikâyesi olarak görmek, Mekke müşriklerinin Kur'an'a yaklaşımı olan "eskilerin masalları" mantığını benimsemekten başka bir manaya gelmez. İsrâiloğullarına Kur'an'da bu kadar fazla yer verilmesinin sebebi, bu ümmeti gelecekte bekleyen "yahûdileşme tehlikesi"ne dikkat çekmek, Muhammed ümmetini yahûdileşme tehlikesinden korumaktır.
Her mü'minin her gün onlarca kez "gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna iletme!" (1/Fâtiha, 7) duâsını tekrarlamak zorunda olması, Kur'an'ın bunca yer vererek uyardığı tehlikenin büyüklüğünün başka bir işaretidir. Fâtiha'nın sonundaki bu âyeti her okuyuş, "Allah'ım, bizi yahûdileştirme! Allah'ım, bizi hıristiyanlaştırma!" anlamına gelmektedir. Bu duanın namazın her rek'atında tekrarı, yahûdileşme tehlikesinin büyüklüğüne işarettir. Bunun anlamı, bir bilincin sürekli diri tutulmasıdır. Yahûdileşmeye karşı kendisine iman edenleri sürekli uyanık halde tutan Kur'an, tarihin tekerrür etmemesi için İsrâiloğullarının yahûdileşme serüvenini bir ibret vesikası olarak gündemde tutmaktadır.
Kur'an'da bunca yer tutan İsrâiloğullarının yahûdileşme sürecinin müslümanlar tarafından amacına uygun bir biçimde anlaşılıp ibret alınmasının önündeki en büyük engel "lânetli kavim" anlayışıdır. Allah'ın, meleklerin ve insanların lânetlediği herhangi bir kavim, ya da belli bir kavme mensup olan kişiler değil; bir tavır, eğilim, eylem ve onlara kaynak olan "mantık"tır. İsrâiloğulları, Allah kendilerini âlemler içerisinden seçip vahyi üstlenme nimetini verdiği halde bu lânetli tavra/mantığa saplanıp yahûdileştiler. Ümmet, ya da ümmetin içerisinden herhangi bir grup aynı tavıra/mantığa saplanırsa o zaman o da "lânetli mantığa" yakalanmış, yahûdileşme temâyülüne girmiş demektir. Allah bu sürece giren toplulukların elinden hilâfet emanetini, aynen yahûdileşen İsrâiloğullarından aldığı gibi alacaktır. "Ey iman edenler, kim Allah'ın yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları sever, onlar da O'nu." (5/Mâide, 54) (Geniş bilgi için bk. M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, Denge Y., özellikle s. 24-47)
Yahûdilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahûdi denmezse, müslümanlardan yahûdileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahûdi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisiyle münâfık (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahûdilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahûdi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahûdi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahûdi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahûdilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahûdilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adaletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki yahûdiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahûdidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (5/Nisâ, 105). Gönüllerdeki yahûdiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
"Ey iman edenler, iman edin!" (4/Nisâ, 136). Gâvurlaşmaya, yahûdileşmeye, maymunlaşmaya giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip edenlere ne mutlu!
PAPA SEVERLER, ATA SEVERLER VE HALİFE SEVERLER
Nisan 2005’de Papanın Ölümü Dolayısıyla Katolik Hıristiyanlık, Türkiye Devlet Dini ve İslâm’ın Liderlik Anlayışı Arasında Bir Karşılaştırma
Liderlik, Sevgi ve İtaat
Papa, katoliklerin dinî/rûhânî lideridir. Katolik hıristiyanlara göre papaya karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmek demektir. Laik ve dinsiz görünümüne rağmen Batı Avrupa, devletleri ve halklarıyla, 2 Nisan 2005’deki papanın ölümü ve cenâze töreni dolayısıyla, hıristiyanlık ve papa sevgisini dost ve düşmanlarına gösterme fırsatı buldu.
Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Aşağıda onun bu vasıflarını, kendi hayatındayken dillendirenlerden birkaç örnek verilecek. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T. C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek İbâdettir.” Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Rasûlullah, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
İslâm’a göre, Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra bey’atla iş başına gelen liderlere halife (imam, emîr, ülü’l-emr) denir. İslâm, din-dünya ayrımını kabul etmediğinden hem dinî, hem siyasî, hem sosyal liderliktir halifelik. İslâm anlamındaki Din’den devleti, devletten dini ayırmak mümkün değildir. Yoksa, devlet dinsiz, din devletsiz ve (y)etkisiz olur. İslâm Dininde Allah ve Rasûlullah sevgisinden sonra ve Allah için sevmenin göstergesi olarak İslâmî otoritenin başındaki halife (ülü’l-emr) sevgisi ve ona itaat gelir. Bu sevgi ve itaat, mutlak değildir. Halife, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiği müddetçe itaate hak kazanır. Sevgi Allah içindir ve hiçbir sevgi Allah sevgisinin yerini alacak kadar aşırı olmamalıdır (2/Bakara, 165). “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine (Allah’ın indirdiği hükümlerle yöneten müslüman halife ve yöneticilere) de (itaat edin). Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (4/Nisâ, 59). Papa kotoliklerin, patrik ortodoksların, haham başı yahûdilerin lideridir/başıdır. Peki ya müslümanların başı? Başsız vücudun yaşama şansı var mıdır? “İpi kopan tesbihim, / Dağılmış tane tane; / Acı ama, tesbihim / Hani nerde imâme?”
Kimi Temsil Ettiği, Yanılması, Otoritesinin Mutlaklığı
Katoliklere göre papa, Tanrı’nın temsilcisi ve vekîlidir, yanılmaz/mâsumdur, tek dinî otoritedir. Hıristiyanlar, hatta papazlar papanın görüşlerinin kendi yorumu olduğunu, dini ve dindarları bağlamadığını, onun hıristiyanlığa aykırı görüş ve tavırları olabileceğini kesinlikle kabul edemez.
Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine yan gözle bakamaz.
Halife, müslümanların temsilcisi ve vekîlidir, Allah’ın değil. Yanılmaz/mâsum değildir. Her insan gibi onun da hoşa gitmeyen özellikleri ve yanlış tavırları olabilir. Sıradan bir müslüman bile onun Kur’an’a ve Sünnet’e ters davranışını eleştirebilir. O da, herkes gibi dini anlamada ve uygulamada hata edebildiğinden, ümmet bireylerinin de onu uyararak düzeltmeye çalışması hem hakkı, hem de görevidir.
Özgürlüğü, Etkinliği, Özerkliği, Seçimi
Devlet başkanları papanın ayağına giderler, papa onların makamlarına gitmez. Devlet yetkilileri ona karışamadığı gibi açıktan eleştiremezler bile. Ama o istediği devletin istediği uygulamasını istediği biçimde eleştirir, devlet politikasını tenkit eder. Hatta Sovyetler Birliği ve Polonya örneklerinde olduğu gibi rejimlerin değiştirilmesinde öncü ve etken olabilir. Papanın ikamet ettiği Vatikan bağımsız devlettir. Son asrın ilk ve tek teokratik din devletidir. Evet, İsrail’i ve bir ölçüde İran’ı saymazsanız dünyanın tek din devletidir Vatikan. Bu devletin başkanı da papadır. Önce 1871 yılında papalıkla İtalya Krallığı arasında yapılan bir antlaşma üzerine Vatikan’a sınırlı bir özerklik tanınmıştı. Vatikan, bu antlaşmadan 58 yıl sonra ise tümüyle özerk ve bağımsız devlet olmuştur. Vatikan din devleti 11 Şubat 1929 tarihli Laterano antlaşmasıyla kurulmuştur. İtalya’nın Roma kentinde bulunan, 80 dönüm arazi üzerine kurulu bu en küçük devletçik, nasıl dünyanın en güçlü devleti olabilmektedir? Bin civarında bürokrat ve din adamına sahip Vatikan, 2500 de işçisiyle toplam 4 bin civarındaki nüfusuna rağmen, sadece 900 milyon Katolik’i değil, tüm dünyayı yönetmeye kalkar. Dünyanın en zengin devletlerinden biridir; misyonerler, gönüllü ajanlar, sömürünün keşif kolları buradan beslenir. Vatikan’ın, doğrudan veya dolaylı olarak sahibi olduğu, yönlendirdiği günlük, haftalık ve aylık 200’ün üzerinde gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu ve emisyonu, 49 TV kanalı veya kablolu yayını bulunmaktadır. En ücrâ köşelere ve en az kullanılan dillere kadar bu basın yayın kuruluşları 24 saat boyunca tüm dünyayı bir ağ gibi sarıp kuşatmaktadır. Servetinin büyük kısmını ABD Merkez Bankası’nda tutan Vatikan; Shell, General Motors, Betlehem Steel, General Electric gibi büyük şirketlerde de büyük hisse sahibidir. Bir merkez bankası gibi çalışan Vatikan Bankası’nın kontrolünde 3.7 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Mal varlığının büyük kısmını altın rezervi olarak saklamayı tercih eden Vatikan, kâr ve gelirleri hakkında bugüne kadar bir açıklama yapmaktan ısrarla kaçınmıştır. Papa, en üst seviyede din adamı kabul edilen kardinaller tarafından seçilir. Kardinal denilen bu piskoposları da papalar seçip atar. Bunların arasında kadın râhibeler elbette yoktur. Tarihte kadın olduğunu gizleyerek papalığa kadar yükselen biri çıkıp gayri meşrû çocuğunu halk arasında bir tören esnâsında doğuruverince taşlanıp recmedilerek öldürülmüştür. Böyle bir sürprizle tekrar karşılaşılmasın diye papalar testis muâyenesinden geçmek ve erkek olduklarını kanıtlamak zorundadır. Halkın çoğunluğunun papalık seçimine katılması şöyle dursun, sıradan kilise papazları ve râhiplerin bile katılması mümkün değildir. Seçme ve seçilme hakkı, sadece yüksek derecedeki din adamlarına aittir. Bütün bunlar demokrasiye aykırı kabul edilmez. Hatta, papanın son derece demokrat olduğundan bahsedilebilmektedir. Kardinallerden oluşan heyet, kerâmet (boyalı Türk basını buna yanlış olarak mûcize der) hikâyelerinin doğruluğunu araştırarak ermiş olduğu iddia edilen bazı kişilere sint (aziz/evliyâ) unvanı verir. Ölen son papanın henüz azizliği sözkonusu değildir.
Geleneksel Müslümanlık anlayışında evliyâyı kimin seçip tespit ettiği bile belli değildir. Âlimler kendi aralarında başkanlarını (halife) seçebilir. Kâğıt üzerinde kolay sanılan bu çözümün önünde siyasî, sosyal ve psikolojik büyük engeller vardır. Âlimlerin hangi vasıflara sahip olması gerektiği ve somut olarak kimlerin bu sınıfa girdiğinde bile ittifakın olmadığı, seçilecek böyle bir otoritenin egemen siyasîlerle ve siyasal düzenle ilişkileri kadar, âlimlerin önderliği ve halifenin zarûrî bir ihtiyaç olduğu konusunda dahi dünya müslümanlarının birleşemedikleri, 50 civarında etkisiz devletçiğe bölünen ümmetin her bir ülkesinin başında tâğut vasfına sahip emperyalist Batı kuklalarının olduğu, zâlimlerin emir ve hizmetindeki nice Bel’amların İslâm âlimi sanıldığı unutulmamalıdır.
Laiklik
Papa sevgisi, Batı Avrupa’daki halkı Katolik olan ülkelerde tüm kamu kuruluşlarında bayrakların yarıya indirilmesi ve devlet başkanlarının cenaze törenine katılmasıyla kendini gösterdi. Müslümanların başındaki yöneticilere her fırsatta laiklik ve dinî ayrımın yapılmaması tavsiye ve hatta direktifleri yapan Batılı yöneticilerin bu uygulamalarının laikliğe ters düşüp düşmediği bile sorgulanmadı. Bu, Batıyı ve tarihini bilenler için sürpriz değildi; Çünkü Batılı, acıkınca tüm putlarını yemekten çekinmezdi; onun çifte standartlarını görmemek mümkün değildi. (Aslında laikliği anayasa maddeleri arasına koyan tek Avrupa ülkesi Fransa’dır; diğer devletler resmen laik olmamalarına rağmen Hıristiyanlığın zararına olmamak şartıyla laikliği genel olarak uygularlar). Papa, hükümetleri ve çeşitli ülkelerin siyasetlerini dilediği gibi yönlendirebilme yetkisini kendisinde gördüğü halde, Avrupa devletleri de bundan şikâyetçi olmamakta. Kimse “papa dini siyasete niye âlet ediyor, etmesin; bu laiklikle bağdaşmaz” demiyor. Halbuki Hıristiyanlık din ve dünya ayrımını kabul eder. Meşhur ifâde ile: “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya.” Tabii, Sezar’ın hakkı nerede başlayıp nerede biter? Bunu da Sezar’lar tespit edeceğinden, Tanrı’ya kalan hak, Sezar’ları rahatsız etmeyecek âyinler ve vicdânî kabullerden ibâret olacaktır. Bu hüküm, Matta İncili, 23. Bap, 21. cümlede şöyle belirtilir: “İsa onlara: Kayserin şeylerini Kaysere ve Allah’ın şeylerini Allah’a ödeyin, dedi.”
Müslümanların “İslâm devleti” talep etmeleri bile yasak kabul edilirken, çağdaş Batı ülkeleri, “teokratik din devleti” başkanının cenazesinde boy gösterme yarışına giriyor. Laik cumhurbaşkanı dururken Erdoğan’ın hıristiyan usullerine göre yapılan ve 7 saat süren cenâze âyinine ve hem de bir din devletinin başkanının törenine katılması düzen ve medya tarafından yakıştırılıyor, alkışlanıyordu. Bilmem, size göre de yakıştı mı, yakışmadı mı? İslâm’ın dışa yansıyan tüm değerlerine laiklik adına düşmanlık yapılırken, papanın cenâze töreninin yapıldığı 8 Nisan Cuma günü TC resmî yas günü kabul edip tüm resmî kurumlarda bayrakları yarıya indirdi. Ama aynı devlet, tüm dünya müslümanlarının temsilcisi ve sembolik de olsa lideri olan halifeyi sürgüne gönderip halifeliği de tarihe gömmekten çekinmemişti. ABD başkanlarının her Ramazan yaptıkları ve kimsenin de eleştirmediği bir uygulamayı yapmaya kalkanın başına nasıl dünyayı dar ettiler bilirsiniz: Erbakan, müslüman cemaat önderlerine başbakanlıkta iftar verdiği için postmodern darbeye muhâtap olmuştu. Konu papa, hıristiyanlık ve Batı olunca laiklik filan hiçbir engel sözkonusu olmuyordu. Haydi anladık, bu ülke İslâm ülkesi (dâru’l-İslâm) değil, ama sormazlar mı bu ülke hıristiyan ülkesi ve bu rejim hıristiyan devleti mi diye? Hayır, sormazlar! Çünkü sorması gerekenlerin soru taşlarını bile bağlamışlar, ama saldırganları salıvermişler. Benim asıl merak ettiğim şey, papanın ölümü üzerine mecliste niçin âyin yapılmadığıydı. Sahi, meselâ CHP böyle bir şey teklif etseydi, sanal iktidar partisi reddeder miydi dersiniz? Berlusconi gibi başyakanın dostlarından birisi kulağına fısıldasa, “Avrupa Kirliliğine girmenin yolu, Vatikan’dan geçer; Kopenhaç kriterlerinin yazılı olmayan esaslarından biri budur. O yüzden yeni papayı tebrik etmek için elini öpmeye ilk giden bakanların bu jestini papa ve hıristiyan ülkeler unutmaz. Bu tavır, Türkiye’nin AB’ye girmemesi için baskı yapması beklenen yeni papanın gönlünü çelecektir, hatta bir ilke imza atmış olur, Nisan sonu bakanlar kurulunu Vatikan’da toplamış olursunuz. Hem, şimdi ABD’de bulunan meşhur bir hoca efendi papayı makamında ziyaret etmek için nice papazları devreye koymamış, iki sene de sıra beklememiş miydi?” demiş olsaydı durum ne olurdu, dersiniz? Siz ne dersiniz bilmem ama, Kur’an, hıristiyan ve yahûdilerin dinlerine (tümüyle) uyulmadığı müddetçe, onların başka din mensubu birinden asla râzı olmayacaklarını ifade eder (2/Bakara, 120). Bu ülkede D.İ.B. başkanı ölünce dünyanın, hatta Türkiye devletinin umurunda mıdır? Ya da herhangi bir ülkedeki büyük din âliminin vefatı? Böyle bir durumda Türkiye’de bayrakların yarıya indirilmesini teklif bile etmek mümkün müdür? Türkiye’de tüm milletvekilleri birleşse dahi, değiştirilmesini teklif bile edemeyecekleri devletin temel ilkelerinden birinin laiklik olduğu anayasada belirtilir. Türkiye Devleti açısından laiklik sadece İslâm sözkonusu olunca devreye girmektedir. Başörtüsü ve tesettür, râhibelere değil sadece müslümanlara yasak kabul edilir. İzinsiz mescid açmak, vaaz ve eğitim vermek suçtur; ama hıristiyanlar apartmanlarda izinsiz kiliseler açıyor, misyonerler özgürce propaganda yapıyorlar. Onlara değil, sadece müslümanlara “mürteci/gerici, yobaz” sıfat ve suçlamaları yapılır. Kamusal alana dinî kimlik ve simgelerle çıkmak hıristiyanlar için değil, sadece müslümanlar için suçtur. Bu ve benzeri tavırlar; derini, derin olmayanı ve tüm kurumlarıyla düzen açısından etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’la adı konulmamış savaşlarının göstergesidir (bkz. 4/Nisâ, 76). Milyonlarca çağdaş Batılı, papanın cenâze âyinine katılmak için Vatikan’a akın ederken, Türkiye’de “Atatürk’ün cenaze namazı kılındı mı, kılındıysa nerede ve nasıl kılındı?” diye soranlara (örnek olarak 1983’de bu satırların yazarına ve 2003’de Hakan Albayrak’a) hapis cezası verilir. Dünyevî talebi bulunmayan, içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din... Böyle bir müslümanlık, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Müslüman çoğunluğa, azınlık gayri müslimler kadar özgürlük çok görülür. Kamuoyu pek bilmez; ilk mecliste anayasa değişikliği tartışılırken, Türkiye Cumhuriyetinin resmî dininin hıristiyanlık olması gerektiği birinci cumhurbaşkanının isteği ile tartışılırken Kâzım Karabekir’in kesin ve sert tavrı ile bu konu gündeme alınmaktan vazgeçildi (Sebil Gazetesi, sayı 1, 2 Ocak 1976, sayfa 2-3).
İslâm’a göre laiklik, çok dinlilik demektir. Camide ibâdet edilen ilâh başka; sokakta, okulda, işte, mahkemede hâkimiyeti kabul edilen ilâh başka olsun, Tevhid dini İslâm bunu hiç kabul eder mi? Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Tek Hak Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
Babalar ve Atalar Yolu
Papa, baba demektir. Papa, Yunanca “baba” anlamına gelir. İlk zamanlarda bütün piskoposlara papa denilirdi, sonra bunların sadece liderlerine denmeye başlandı. Arapçada “pe” harfinin olmaması sebebiyle Araplar da papa ve papazlara “baba” der. Sadece papa değil, tüm papazlar da hıristiyanlarca “baba” kabul edilir. Zaten papaz kelimesi de papa sözcüğünden bozmadır. Papa ve papaza “father” (baba) der Hıristiyanlar. Tanrı’ya da hıristiyanlar “The father” (Baba) derler. Bu adlandırma bile din adamlarını tanrılaştırmalarını açıklamaya yeter; aynı zamanda kendilerini de “Tanrının çocuğu” kabul ettiklerini. “Yahûdiler ve hıristiyanlar: ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ derler. De ki: ‘Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?...” (5/Mâide, 18). 24 Nisan’da göreve başlayan 265. papanın, “Avrupa’nın babası” anlamına gelen Benedict, (Fransızcası Benoit) adını seçmesi de ilginçtir.
Atatürk de Türk’ün/Türklerin atası demektir. Tabii, ondan önce doğan Türklerin atasının/babasının kim olduğu sorusu ortada kalır; nice soruların ve cevapların ortada kaldığı gibi.
İslâm, atalar dinini eleştirir; müşriklerin putperestlik ve şirklerinin temel gerekçelerinin “atalarının yoluna uymaları” olduğunu belirtir. Küfrün önderlerine “ata/baba” lakapları takar. Sözgelimi asıl adı Amr bin Hişam el-Muğîra olan azılı İslâm düşmanı şahsın adını Ebû Cehil (Câhillerin, câhiliyyenin atası/babası) diye dillendirir. Asıl adı Abdul’uzza olan ve Hz. Peygamber’in amcası olduğu halde İslâm düşmanlarının başında gelen şahsa Ebû Leheb (Alevin atası, cehennemliklerin babası) unvanını Kur’an (111/Tebbet, 1) verir. Kur’an, soyu kesik, evlâdı olmayan veya kısa bir süre sonra nesli kesilecek olan “ebter” kimselere de Ebû Leheb örneğinde görüldüğü gibi “baba” lakabı takar. Nice baba/ata lakaplı kişinin çocuksuz olduğunu, kimsenin gerçekte babası olmayan ebter tiplerin baba adını ve rolünü çok sevdiklerini görüyoruz; Demirel örneğinde olduğu gibi. Mafya babalarının ve benzeri babaları da hatırlamak uygun olur. Ayrıca İslâm, kendi babası dışında başkalarına baba demeyi, başkasına babalık isnâd etmeyi günah sayar; hadis-i şerif bu durumu kesin bir ifâde ile yasaklar. "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağır, dilsiz ve kördür. Bu sebeple, düşünmezler." (2/Bakara, 170-171). İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları, öz babaları ve kardeşlerini dahi velî (dost ve yönetici) edinmemelerini istemiştir (9/Tevbe, 23). Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl bir anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır. "Onlara, 'Allah'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin' denildiği vakit, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter' derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?" (5/Mâide, 104) “Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” (21/Enbiyâ, 51-54)
Kilisede Birleşmek, Ulusalcılık (Yanlış Adlandırmayla Milliyetçilik)
ve Ümmet Birliği
Muharref hıristiyanlığın, dört farklı kitaba ayrılmış ve atmalarla, katmalarla değiştirilmiş İncillerin temel sorulara cevap veremeyip kendini tatmin etmediğini görerek dinden soğuyan modern Batı insanı, yine de hıristiyanlığa karşı çok yumuşak ve hoşgörülüdür, en azından saygılıdır, düşman değildir. Farklı ülkelerdeki Batılıları birleştiren Haç (Haçlı Seferleri örneğinde olduğu gibi) sadece tarihe ait birleştirici bir unsur değildir. Modern dünyada da kilise, haç, papa(z), vaftiz, noel vb. sadece hıristiyanlık sembolleri Batılı insanları birleştirebiliyor. Yeni papa yalnız değildir; Avrupa Birliği’nin hıristiyan birliği olduğunu haykırma konusunda. Vâkıa tam onların dediği gibi değilse de, ümit ve beklenti kabilinden bu vurguyu yapma ihtiyacı hisseder çoğu Batılı. Çünkü Batıyı Batı yapan üç temel öge vardır: Eski Yunan ve Atina’dan miras kalan demokratik felsefî dünya görüşü, aydınlanmacılık da denen pozitivist bilimcilik ve hıristiyanlık. Bunlardan biri eksik olursa ortada Batı ve Batılı diye bir şey kalmaz.
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet / Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara. Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla, inandım…” (Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11). 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman ederim…” (bkz. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5). Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun, parti her şey vatan içindir.” (Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957, sayı 1, s. 1-3 vd.)
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.” (21/Enbiyâ, 92) “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete erişesiniz.” (49/Hucurât, 10) “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…” (3/Âl-i İmrân, 103) Anıiniz“O (Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi…” (22/Hacc, 78) “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” (3/Âl-i İmrân, 19)
Tanrılaştırılan İnsanlar ve Tevhid
Hıristiyanlıkta; Hz. İsa, bilginler ve râhipler tanrılaştırılır (9/Tevbe, 31). Râhiplerinin lideri olan papayı da Tanrı’nın vekili sayarlar. Onun görüşü Tanrı’nın görüşü kabul edilir. Papa; günahları bağışlar, haram ve helâlleri belirler. Câhiliyye döneminde cömertliğiyle çok meşhur Hâtem’in, Hıristiyan olarak Bizans topraklarına yerleşen oğlu Adiy, üzerinde haç bulunan kolyesi boynunda olduğu halde Medine’ye gelip Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar (hıristiyanlar), Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir İlâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31). Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292) “Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?” (5/Mâide, 17) “Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” (5/Mâide, 72) “Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.” (5/Mâide, 73) “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” (3/Âl-i İmrân, 64) "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" (21/Enbiyâ, 67)
Laik olduğunu iddia eden T.C., bu açıdan bakılırsa aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü -ki din olduğunu kendileri belirtiyor- devletten ayırsanız ya! Hani ilkelere göre türbeleri ziyaret gericilikti? En büyük anıt mezarı onun için yapıp mezar ziyareti devlet töreni, dinî âyin haline getirilmedi mi?
Edip Ayel, Atatürk'e şöyle dalkavuklukta bulunuyordu: “Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe / Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe. / Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun / Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun. / Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi / Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî / Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses / İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!” Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Tanrısı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem Tanrı, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal de, Atatürk’ü tanrılaştıranlardan biriydi. O şöyle diyordu: “Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili / İnsana ne ilâh, ne de sevgili / Ne de ana-baba aratıyordu / Her an yaratıyor, yaratıyordu.” Halil Bedii Yönetken şöyle bağırıyordu: “Tanrı gibi görünüyor her yerde / Topraklarda, denizlerde, göklerde / Gönül tapar, kendisinden geçer de / Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.” Faruk Nafiz Çamlıbel: “On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden / O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı. / Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden / Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.” 1938 yılında yazdığı başka bir şiirinde ise putunu açıklar: “Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil / Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun / Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil / Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!” Yusuf Ziya Ortaç: “Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği / Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.” Nurettin Artam, kula kulluğunu şöyle höykürür: “Koca bir güneşin akşam olmadan / Dağların ardında sönüşü gibi / Millete can veren, vatan yaratan / Tanrının göklere dönüşü gibi. / Her zaman ırkıma büyük Baş Atam / Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!” Vasfi Mahir Kocatürk: “Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti / Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.” İlhami Bekir: “İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa / Toprağın haritasını çizdi bayrağa / Allah değil, o yazdı alın yazımızı.” Kemalizm dininin dindarları, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler: "Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim." (Bu ve benzeri örnekler için bkz. Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000). Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden, / Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır şimdiden o manzara.”
Bu örnekler kadar putperestlik kokmasa da, müslümanlar açısından daha az zararlı olmadığı kesin olan Harun Yahya’nın kitaplarına yansıyan Atatürk sevgisi de unutulmamalıdır. Nice müslüman halkın severek okuduğu Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor, basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk” (Kültür Y., İst. 2002). Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu… anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır, değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak” (Kültür Y., 2002). Zâten ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük” (Kültür Y., İst. 2001). Tabii ki yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!” (Araştırma Y., 2002). Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve Gençlik” (Araştırma Y., 2002). Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya: “Asker Atatürk” (Kültür Y., İst. 2002). Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi” Vural Y., İst. 2000. Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş: “Atatürk Ansiklopedisi” (2 cilt, Araştırma Y.). Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi (DİB Y., Ank. 1982) adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir müslüman (2/Bakara, 165). Bırakın herhangi bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” (Buhârî, Enbiyâ 48)
Kutsal Mekânlar
Katolik Hıristiyanlar için en kutsal yer, Tanrı’nın vekili papanın yaşadığı Vatikan’dır. Hatta Hz. İsa’nın doğduğu ve yaşadığı yerler olan Filistin toprakları bile Vatikan’ın yerini tutamaz.
Türkiye devleti için en kutsal yer Anıtkabir’dir. Sonra Çankaya ve demokrasinin mâbedi Meclis gelir. Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren, kalabalıklar önünde okuduğu şiirinde aynen şöyle diyordu: “Çankaya; / Burada erdi Mûsâ / Burada uçtu İsa / Bülbül burada varsa / Hürriyet için öter. / Ne örümcek, ne yosun / Ne mûcize, ne füsun... / Kâbe Arab'ın olsun / Çankaya bize yeter.”
İslâm açısından en kutsal mekân Kâbe’dir. Çünkü orası sırf Allah rızâsı ve O’na ibâdet için yapılmış ilk beyt (ev, câmi)dir. Müslümanlar için kıble yeri ve tüm dünya müslümanlarının her sene ibâdet için gelip İslâm’ın esaslarından biri olan haccettikleri ve aralarında kongre yaparak fikir alışverişinde bulundukları en muhteşem bir mekândır Kâbe.
Diyalog, Papayı Ziyaret ve Ona Rahmet Okuyanlar
1962-1965 yılları arasında yapılan ve katılım açısından hıristiyanlık tarihinin en büyük konsili olan 2. Vatikan Konsilinde alınan birkaç karar ve vurgudan biri, hıristiyan olmayan gruplarla diyalogun önemidir. İslâm’a ve Türklere sıfır toleransıyla meşhur olan yeni papanın papalığa seçildikten sonra ilk mesajında “diğer dinlerle diyalogun önemini” vurgulaması da dikkat çekicidir. Çünkü bu diyaloglar hıristiyanlığın propagandası ve başka din mensupları tarafından misyonerliğin önüne konabilecek engellerin kaldırılması gibi yönlerden hıristiyanlık için çok önemlidir. Meselenin hem teorik ve hem pratik açıdan bu vehâmetini görmezden gelen bazı çevreler müslüman-hıristiyan diyalogu oltasına takılır, diğer (b)alıkların da yem olmasına zemin hazırlar. Aynı çevrelerin hoca efendisi, onca uğraşlardan sonra yarım saatlik bir randevu alıp papanın ayağına giderek ona hediyeler sunmuştu. Bu tavır, diğer cemaatler tarafından kuşkuyla ve soru işaretleriyle karşılansa da, kendi cemaat çevresi tarafından “büyük başarı” olarak sunulabilmiştir. Bu görüşmeden kısa bir süre sonra da, bu diyalog toplantılarının aynı çevre tarafından başlatılması ve giderek gelenekselleştirilmesi düşündürücüdür. Dünya müslüman cemaatleriyle diyalog ihtiyacı hissetmeyen, hatta kendi ülkesindeki değişik cemaatleri yok sayıp görmezden gelen bir ekolün hıristiyanları hoşgörü şemsiyesi altına alması düşündürücüdür. İsrail siyonist devleti için de aynı hoşgörüde bulunulduğu biliniyor ve aynı zât, öldürülen İsrail’li çocuk için nasıl üzülüp ağladığını vaazlarında gözyaşlarıyla anlatırken, nedense Filistin’li çocukların her gün tanklar, toplar ve kurşunlarla ezildiği unutuluveriyordu. Tabii, bu yaklaşım, papanın ölümü üzerine neredeyse sümüğünü çeke çeke ağlayan ve ona rahmet okumaya kalkan bazı yazar ve politikacıları beraberinde getiriyordu. Mümkün ki arkasından Fâtiha’lar okuyup Yâsin’ler indirenler de olmuştur, anıtkabir ziyâretinde bulunan kimilerinin yaptığı gibi. Zâten kimse yadırgamadı mâtem yaparak bayrakları yarıya indiren düzen ile yelkenleri suya indiren medyayı. Batıdaki basından çok daha fazla Türk medyasında yer aldı papa haberleri. Çarşafa karşı olduğunu her fırsatta ilân eden medyada çarşaf çarşaf papa haberleri, kraldan fazla kralcılık, hıristiyandan daha fazla papa severlik göze çarpıyordu. Demek ki İslâm’a tavır alanların din duygusuna yönelik ihtiyacı böyle tatmin oluyordu.
"(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de iman edenlere. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı) ve halîm (çok yumuşak huylu) idi." (9/Tevbe, 113-114). Tanrılaştırılıp Allah’a şirk koşulan (bkz. 9/Tevbe, 31) birini makamında ziyâret etmenin, hıristiyan misyonerlerinin işlerini kolaylaştıran “diyalog”culuğun, bir başka dinin âyinine (ibâdetine) katılmanın, kâfirleri ve müşrikleri dost kabul etmenin, onlara rahmet okumanın hükmünü merak edenler herhangi bir akaid ve fıkıh kitabından kolaylıkla öğrenebilirler. Zaten Kur’an bu konularda temel çerçeveyi ve kırmızı çizgileri, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde belirtir.
Bilenlere hatırlatma, bilmeyenlere araştırmaları için ev ödevi olsun: Hz. Peygamber’in, Hicran hıristiyanlarıyla görüşmesi, nerede ve hangi esaslar üzerinde vuku bulmuştu? Kim kime neyi tebliğ etti, mülâaneyi kim ve niçin teklif etti? Rasûlullah’ın, o devirdeki papanın ölümü üzerine cenâzesine karşı herhangi bir tavrı olmuş muydu? O’nun özel eğitiminden geçmiş dört büyük halifesi, kendi dönemlerindeki papayla görüşmek için ayağına gitme veya cenâzelerine katılma ihtiyacı duydu mu? Peki, papalar ve papazlar Hz. Peygamber’in cenâzesine iştirak ettiler mi? Hz. Ebû Bekir’in, Ömer’in? Ya da herhangi bir halifeyi ziyaret için ayağına gelen papa var mıdır? Peki, halifeliği kâğıt üzerinde kalsa da, sembolik önemi ve birleştirici fonksiyonu büyük olan son halife Vahdettin’in İstanbul’dan sonraki garip ve zavallı şekilde ikameti, başına gelenler ve birkaç müslümanın iştirâkiyle kılınan cenâze namazı, cenâzesinin bile ülkeye getirilmesine izin verilmeyişi…
Papa, 2 Nisan’da öldüğü ve yeni papa da 19 Nisan gecesi seçilebildiğine ve 265. papanın 24 Nisan’da görevine başladığına göre, haftalar boyunca papasız yaşadı Katolik dünyası. Demek ki papasız da olabiliyor ve eksikliği hiç duyulmuyormuş. Aynı durum, Hz. İsa için de sözkonusudur. Aynı hıristiyan dünyasına göre “Tanrı oğlu Tanrı” olduğu halde, üç buçuk yahûdinin elinden kurtulamayıp çarmıha gerilerek öldüğüne inanılan İsa (a.s.), İncillere göre üç gün(!?) sonra mezarından kalkıp dirildiğine ve göğe çıkıp Babasının sağ yanına oturup beraberce dünyayı yönettiklerine göre, İsa olmadan da dünya yönetiliyormuş, Tanrı İsa’nın eksikliği hissedilmiyormuş. Tanrı, doğar mı, ölür mü diye sormaz hıristiyan. Bütün bunlar müşriklerin yüzlerce probleminden sadece bir-ikisi. “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir (hiçbir şeye muhtaç değildir). O doğurmamıştır (baba değildir) ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ve denk değildir.” (112/İhlâs, 1-4) “Eğer onlar (yahûdiler ve hıristiyanlar) da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.” (2/Bakara, 137)
Bilindiği gibi dinler üç sınıfa ayrılır: Muharref (tahrife uğrayıp bozulmuş) dinler, Bâtıl (bazı insanların kendi kafalarından/hevâlarından uydurdukları, uydurma) dinler ve Hak Din. Papa severler, ata severler ve halife severler açısından değerlendirdiğimizde hıristiyanlık birinci gruba, Kemalizm ikinci gruba örnek olduğu gibi, İslâm da Hak dinin tek temsilcisidir. Liderlik konusu gibi bazılarınca ayrıntı sayılabilecek hususla ilgili bu üç ayrı dinin hayata nasıl baktığını özetle değerlendirmiş olduk.
Osmanlı’nın tarih sahnesine çekileceğinin anlaşılmasıyla birlikte aydınlar üç ayrı gruba ayrılmışlardı. Batıcılar, Türkçüler, İslâmcılar. Batıcılar, Tanzimat’tan beri ele geçirdikleri egemenliği Türkçülerle (ulusalcılarla) uzlaşarak devletçi çizgi haline getirdiler. Sağcısı, solcusu, muhâfazakârı, demokratı, laiki, hep Atatürkçü ve Batıcı çizginin farklı tonlarını oluşturdular. İslâm’cılık mı?! O başlı başına bir âlem…
Papa severler, ata severler ve halife severler: Gücün ve özgürlüğün şimdiye kadar kimlere âit olduğu, bu üç gruptan hangilerinin seslerinin gür çıktığından kolaylıkla anlaşılabilir. Ama, biz “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah’a âittir)” der ve buna inanırız.
ARDINDAN AĞIT YAKMAK İÇİN DEĞİL; MUHTEŞEM DÖNÜŞÜNÜ HIZLANDIRMAK İÇİN H İ L Â F E T
İslâm'ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. "Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur" diyen kimse, İslâm'ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah'ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı (3/Âl-i İmrân, 104) ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın (3/Âl-i İmrân, 110). Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın (21/Enbiyâ, 92). Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.
Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ)i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlarla Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah'ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.
Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkeden değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39). Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu (2/Bakara, 30) ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği (24/Nûr, 55) Kur’an’ın mesajıdır.
"Hilâfet" derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek asır önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz'un Mısır'a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak "dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği"ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, "yavuz hırsız" kimdir, orası meçhul.
Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular (6/En’âm, 165). Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır (28/Kasas, 5). İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir (24/Nûr, 55). Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir"leş"miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.
"Hilâfet" demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.
"İmkânsız", ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. "İmkânsız" kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah'a daha yaklaşıp O'nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa "biraz zaman alabilecek şey" anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk'a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla Allah'a yaklaşıp O'nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri "zor" ve hele "imkânsız" gelmeyecektir.
En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç Hz. İsa’dan sonra İsa’lar ve Mehdi’ler çıkmasaydı, cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, "ihlâs" gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır (94/İnşirâh, 5). Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir (65/Talâk, 4). İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır (87/A'lâ, 6-9). Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir (92/Leyl, 5-7). Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir (92/Leyl, 8-10).
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü'minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.
Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet (16/Nahl, 120) olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan (2/Bakara, 124) İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.
Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. "Halife" selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de vardır. "Hilâfet" halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise; "Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra, Ona halef olarak mü'minlere emîr olmak" şeklinde tarif edilmiştir. Bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir. (Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 105-106)
Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife (temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen kelimeler Kur'an'da çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla direkt ilgili olarak halife kelimesi Kur'an'da 2 yerde (2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26), halife'nin çoğulu halâif 4 yerde (6/En'âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39), Hulefâ kelimesi de 3 yerde (7/A'râf, 69, 74; 27/Neml, 62) geçer. İstihlâf kelimesi ise Kur'an'da 4 ayette (6/En'âm, 133; 7/A'râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55) zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili half kelimesinin de 2 ayette (7/A'râf, 169; 19/Meryem, 59) geçtiği görülmektedir.
Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah'ın kanunlarına göre yönetmek üzere yarattığı Adem ve neslini halife olarak yaratacağını belirtiyor. "Yeryüzünde bir halife yaratacağım" (2/Bakara, 30) ifadesinden Hz. Adem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. Adem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların dediği "Hz. Adem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi biz cennetteydik" sözünün yanlış olduğunu Kur'an'dan anlamış oluyoruz.
Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle, insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri yapacağını belirtmiştir. Ayetteki "halife" kelimesinde hâkimiyet anlamı vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve yöneticisi olmak demektir. "Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet." (38/Sâd, 26). Âyetten de anlaşıldığı gibi burada "halife" hüküm veren, yöneten anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmesi Hz. Davud'dan istenmektedir. "Yani ey Dâvud, seni hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın. Böylece senden önceki peygamber ve salih önderlere halef olasın" denmiş olmaktadır. "Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık." (10/Yûnus, 14). "Yani onların yerine artık siz hükmedeceksiniz." Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir. Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: "Onları (yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk." (10/Yûnus, 73)
Bu âyetlerde "halife" kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Adem için "halife" kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette: "Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı." (2/Bakara, 29) buyurulmaktadır. Demek ki Hz. Âdem'in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir.
“Allah’ın Halifesi” Olur mu?
Kimse Allah'ın halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir'e "Ey Allah'ın halifesi!" denildiğinde, "Ben Allah'ın halifesi değilim; ben ancak Rasûlullah (s.a.s)'ın halifesiyim ve bu bana yeter" (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11) demiştir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir âyetinde halife kelimesi Allah’a nisbet edilmemiştir. Ya müstakil olarak veya arz kelimesiyle birlikte “yeryüzünde halife” şeklinde kullanılmıştır. Hiçbir hadiste de “Allah’ın halifesi” tâbiri kullanılmaz. Buna rağmen, tevhid konusundaki çizgiyi alabildiğine zorlayan tasavvufun etkisiyle, çok sayıda âlim ve müfessir, bu yanlış ifâdeyi kullanagelmişlerdir. İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen, orada hazır bulunmayan, ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur. Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne bir benzeri, ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan Allah’ın halifeye/vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların insanı ulûhiyet makamına yükseltmek istediklerini, bu yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın halifesi” olduğunu iddia ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım mertebelerle Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi (Kur'an'da olmadığı halde) görünüşte Kur’anî(!) bir dayanak ileri sürerler (M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 168-169).
Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması, Hz. İsa’yı enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak gören Hıristiyanlara ait bir düşünce idi. Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izâfeten kullanıyor; Allah'a nisbet ederek hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara suresi 30. âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde fesat/kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi olabilir mi? Bir temsilci, temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci olmaktan çıkacağına göre, belli bir iradî alanda istemlerini gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip insan gerçeği, “Halifetullah (Allah'ın halifesi)" ile nasıl uzlaştırılacaktır? (Bkz. 10/Yûnus, 14)
"Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin, Peygamber'e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir." (24/Nur, 55-57)
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah'a ibadet ve hiçbir şeyi O'na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber'e itaat.
Allah, başta Hz. Adem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin yeryüzünde uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah'ın hükmüne uymayıp, O'nun dininden yüz çevirenler, yani İlâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler (24/Nur, 55), O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi (38/Sâd, 260) emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını (2/Bakara, 214) bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır (Bkz. 4/Nisâ, 58).
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.
“Sahi, aslan nerede düşmüştü ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik cevap istiyorum.
“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”
Allah’ın Yardımı, Felâh ve Gâlibiyet
Allah, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır (32/Secde, 7). O, insanı da en güzel biçimde yaratmıştır (95/Tîn, 4). İnsana şekil verip şeklini güzel yapan ve onları temiz/güzel besinlerle rızıklandıran Allah’tır (40/Mü’min, 64). Allah, insanı şan ve şeref sahibi kılarak ona ikram etmiş, güzel rızıklar vermiş, yarattıklarının çoğundan üstün kılmıştır (17/İsrâ, 70). Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip onunla rızık olarak bize türlü meyveler çıkaran, izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrimize veren, nehirleri de bize akıtan ancak Allah’tır (14/İbrâhim, 32). Âdetleri üzere seyreden güneşi ve ayı bize faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifâdemize veren yine Allah’tır (14/İbrâhim, 33). O, yerde ne varsa hepsini bizim için yaratmıştır (2/Bakara, 29). O bize istediğimiz her şeyden vermiştir. Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsak, onu sayamayız (14/İbrâhim, 34; 16/Nahl, 18).
Bunca nimet ve ihsânını sunan Yüce Allah insanları ancak kendisine ibâdet/kulluk yapsınlar diye yaratmıştır (51/Zâriyât, 56). Kur’an’ın nazarında, hayat bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar zinciridir. Semâvât ve arzın yaratılışının gâyesi de zaten insanın imtihana tâbi tutulmasıdır (11/Hûd, 7). Ölüm ve hayatın yaratılışı da aynı gâyeyi taşır (67/Mülk, 2). Allah’ın dünya ve âhirette yardımını ve vaad ettiği cenneti kazanabilmesi için, insanın hayatı boyunca tâbi tutulacağı imtihanlarda İlâhî yardıma lâyık olduğunu ispatlaması lâzımdır (2/Bakara, 155; 3/Âl-i İmrân, 186; 23/Mü’minûn, 30; 29/Ankebût, 2-3). Bu imtihanlar, gerçekten iman edenlerle etmeyenleri birbirinden ayırır (3/Âl-i İmrân, 166-167, 169; 9/Tevbe, 16; 29/Ankebût, 3; 47/Muhammed, 31).
Allah’ın Yardımını Bekleyenler, Allah’ın Dinine Yardım Etmek Zorundadır!
İnsandan kendine doğru adım atmasını isteyen Rabbimiz, dünya imtihanını kazanması için insandan gayret ve çaba ister. Tüm âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ, insana verdiği bunca nimete şükür mü, yoksa nankörlük mü edileceğini dener. Onun için kul ile Allah arasındaki ilişkiler, kul öncelikli olmalıdır. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın değişmez kanunlarındaki icraat böyle istemektedir. Kul, Allah’a iman edip Allah ve Rasûlüne itaat edecek, Allah da onları büyük kurtuluş olan, içinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır (4/Nisâ, 13). Kul şükredecek, Allah da (nimetlerini) arttıracaktır (14/İbrâhim, 7). Kul ihsân edecek, Allah da ihsân eden kulu sevecek, ihsâna ihsanla, iyilik ve güzellikle karşılık verecektir (2/Bakara, 195; 55/Rahmân, 60). Kul, Allah uğrunda cihad edecek, Allah da kendi yollarına eriştirecektir (29/Ankebût, 69). Kul, duâ edecek, Rabbi de duâsına icâbet edecektir (40/Mü’min, 60). Kul Allah’ı zikredecek ki, Allah da kulunu zikretsin (2/Bakara, 152). Kul Allah’a bir adım yaklaşacak, Allah da bir arşın ona doğru yaklaşacaktır. Kul yürüyerek O’na doğru giderse Allah da koşarak cevap verecektir (Buhârî). Allah, iman edip sâlih amel işleyen kullara, daha önceki ümmetleri hâkim kıldığı gibi, yeryüzünde halife kılacak, dinlerini yerleştirip koruyacak, yani onlara devlet nimetini de ihsan edecektir. Yeter ki, kullar sadece Allah’a kulluk ve ibâdet edip, hiçbir şeyi O’na şirk koşmasınlar, O’na hiçbir şeyi eş tutmasınlar, yani zafere, devlete lâyık olsunlar (24/Nûr, 55).
“Zahmetsiz rahmet olmaz.” Allah sebeplerin mahkûm değildir ama, dünyayı bir sebepler kanununa bağlı kılmıştır. “Yere eken göğe bakar” Yere bir şey ekmeyen kimsenin göğe bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yani fiilî duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ) doğru olmaz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kanunları, hep sebep-sonuç ilişkilerine oturtulmuştur.
Aynen böyle; kul, Allah’a, yani O’nun dinine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin (47/Muhammed, 7). İman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği başından geçen sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın yardımı yakın” olsun. Allah’ın yardımı olmadan muvaffakiyet/başarı yoktur (11/Hûd, 88). Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır (3/Âl-i İmrân, 126). Allah dilediğine yardım edip zafer verir (30/Rûm, 5). Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır (3/Âl-i İmrân, 13). Mü’minlere yardım etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır (30/Rûm, 47). İman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını bağışladığı ve onları cennetlere koyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih (61/Saf, 10-13).
Bir kısmının adı “ensâr” olan ashâbın Allah’ın yardımına nâil olup kısa bir zaman içinde maddî ve mânevî her alanda dünyanın en büyük gücüne sahip olması, O’nun yardımıyla zaferden zafere koşmaları işte bu bilinçte yatmaktadır: Onlar öncelikle Allah’ın dinine yardım ettiler, Allah da onlara yardım etti. Onlar öncelikle kendileri Allah’a doğru adım attılar, Allah da onlara yardım etti. Önce İlâhî yardıma, zafer ve devlete liyakat kesbettiler, Allah da onlara kapılarını açtı. Günümüz insanı hazırcılığa, kolaycılığa, görevlerini ihmal edip haklarını öne çıkarmaya, özgürlüğünü savunup sorumluluktan kaçmaya, her şeyi eleştirip kendi nefsini savunmaya, cihad gibi Allah’ın yardımına ulaştıracak vesilelerden uzaklaşmaya, dünyevîleşip ölümden korkmaya meyyâl olduğu için Allah’ın yardımı da gelmemektedir.
Allah’ın yardımı hangi şartlarda gelir, Kur’an bu sünnetullahı birçok âyette belirtir. Bunlardan biri: “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” (2/Bakara, 214). Bu âyette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlar için dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve cihadla çalışmak, çabalamak, Allah yolunda sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima tembelliği, zevk ve sefâyı, eğlenceyi tercih eden nefsin hevâsından, şeytandan uzak olmaktır. “Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, cihad etmeden, kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz” denilmiş olmaktadır. Bu âyet, bir rivâyete göre, Hendek Savaşında müslümanların çektiği sıkıntıları dile getirir. Diğer rivâyete göre, Uhud Savaşı ile ilgilidir. Diğer bir rivâyete göre ise, evlerini, mallarını ve yakınlarını Mekke’de bırakıp bunca sıkıntılara katlanarak Medine’ye göç eden müslümanları teselli için inmiştir.
Hadis-i Şerifte: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” buyrulmuş. “...Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (13/Ra’d, 11). Allah âdildir, zerre kadar zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hatta, hak etmek için, liyakat kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lutfuyla muâmele eder, fazlaca nimetler ihsân eder. Önemli olan, mü’min kulların kulluk bilincidir. İnsan Allah’a doğru adım atar atmaz Allah kapılarını açacak, dünyada izzet ve devlet, âhirette sonsuz nimet ve cennet verecektir.
Felâh: Arapça'da "yarmak, tarlayı sürmek" manasına gelen "f-l-h" kökünden türeyen felâh; zafer, necât, halâs ve fevz kelimeleriyle eş anlamlı kabul edilir. Sözlükte "yarmak, arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, gâyeye ulaşma, hayır, nimet, refah ve saâdet içinde bulunma" gibi mânâlar taşır. Felâh kelimesinin yarmak anlamından dolayı, çiftçiye fellâh; alt dudağı yarık olan kimseye de eflâh adı verilmiştir. Felâh, bir terim olarak; kişinin dinî ve ahlâkî yükümlülüklerini yerine getirmesinin sonucunda dünyada elde edeceği başarı ve mutlulukla, âhirette ulaşacağı ebedî kurtuluş ve saâdeti ifade eder.
İnsanın böyle bir sonuca ulaşabilmesinin, karşısına çıkan bütün engelleri aşması şartına bağlı olduğu dikkate alınırsa, felâhın sözlük anlamı ile terim anlamı arasındaki bağlantı anlaşılır. Felâh; önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek, yani zafer bulmaya denir. Para, kadın, makam, şöhret gibi engelleri aşanlar, dünyada devlete; âhirette cennete ulaşırlar. Ezanda geçen "hayye ale'l-felâh" (Haydi kurtuluşa!) ifadesindeki felâh, kurtuluşa yönelmek anlamındadır. Aynı kökten gelen iflâh, bir şeyi elde etmek, arzu edilen şeye ulaşmak, çalışmada başarılı olmak gibi anlamlar ifade eder.
Râgıb El-İsfahanî, felâhı, dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra, birincisini dünya hayatını güzelleştiren uzun ömür, zenginlik, şeref ve bunların kazandırdığı mutluluk olarak yorumlamış, uhrevî saâdeti de şu dört şeyle özetlemiştir: Ölümsüz bir ömür, hiçbir ihtiyaç unsuru taşımayan zenginlik, zillet şâibesinden arınmış bir şeref ve cehil karanlıklarından kurtulmuş bir ilim.
Orucun gün boyu rahat bir şekilde tutulmasını sağladığı için sahur yemeğine (Müsned, IV/ 272); ayrıca ezan ve kamette geçtiği üzere hayrın bekasına ve ebedî kurtuluşa vesile olması dolayısıyla cemaatle kılınan namaza da felâh denmiştir (Müslim, Salât 6, 12; Tirmizî, Salât 149; Nesâî, Ezan 3, 5).
Firavun, komutanlarına ve ilim adamlarına "bütün tuzaklarınızı, planlarınızı toplayın, sonra saf saf gelin. Bugün yüce olan, felâha (kurtuluşa) erecektir" (20/Tâhâ, 64), diyerek o da Mûsâ (a.s.) engelini aşmak ister, ama aşamaz ve denizin derinliklerinde boğulur.
Kur'an'da Felâh: Felâh ve türevleri, Kur'an'da kırk yerde geçer. Felâhın zıddı olan hüsran ve türevleri ise 65 yerde tekrar edilir. Felâhtan türetilen ve "felâha ulaşan, ebedî saâdete eren" anlamına gelen "müflih" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de çoğul şekliyle "müflihûn" bir övgü ifâdesi olarak sadece mü'minler hakkında kullanılmaktadır. Kur'an terminolojisinde genellikle, âhiret hayatında cehennemden kurtulup cennete girmeyi ve Allah'ın rızâsını elde etmeyi ifâde eden felâh (23/Mü'minûn, 1; 58/Mücâdele, 22), 2/Bakara sûresi 2-5. âyetlerinde, dünya hayatını gayba iman edip namaz kılmak, kendilerine ihsan edilen nimetlerden başkalarını da faydalandırmak, peygamberlere gönderilen kitaplara ve âhiret gününe kesinlikle inanmak sûretiyle geçirenlere vaad edilmektedir. Kur'ân-ı Kerim, Allah'a iftira edenlerin, kâfirlerin, zâlimlerin, mücrimlerin, sihirbazların felâha kavuşamayacaklarını beyan eder (bkz. 6/En'âm, 21, 131; 10/Yûnus, 77; 12/Yusuf, 23; 20/Tâhâ, 69; 40/Mü'minûn, 117; 28/Kasas, 37, 82; 10/Yûnus, 69; 16/Nahl, 116). Buna karşılık Kur'ân-ı Kerim, mü'minlerin, namazlarını huşû ile kılanların, sabırlı olanların, takvâ sahibi kimselerin, cimrilikten sakınanların, nefislerini tezkiye edenlerin, Allah'ı samimiyetle ananların felâha (kurtuluşa) ereceklerini de açıklar (bkz. 23/Mü'minûn, 1; 87/A'lâ, 14; 91/Şems, 9; 2/Bakara, 189; 5/Mâide, 100; 22/Hacc, 77; 62/Cum'a, 10; 59/Haşir, 9; 64/Teğâbün, 16).
Gerçekten mü'minler felâha (kurtuluşa) ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler; Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler; Onlar ki, zekâtı verirler; Ve onlar ki, iffetlerini korurlar; Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu halde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir. Yine onlar (o mü'minler) ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler; Ve onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl bunlar vâris olacaklardır; Firdevs (cennetin)e vâris olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar." (23/Mü'minûn, 1-11)
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasülü'ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. İşte onlar, hizbullah (Allah'ın tarafında olanlar)dır. İyi bilin ki, felâha (kurtuluşa) erecekler de sadece hizbullah (Allah'ın tarafında olanlar)dır." (58/Mücâdele, 22)
Felâhın Yolu: İman ve Sâlih Amel: Bakara sûresi, 1-5. âyetlerde hidâyet ve ona bağlı olarak felah (kurtuluş), gaybe iman, namazı ikame ve her imkânla infak etme şartlarına bağlanmıştır. Dolayısıyla, iman ve sâlih amel olmaksızın kurtuluş mümkün değildir. İman ve sâlih amel olmadan kurtuluşun olmadığı gerçeği, felâh kelimesinin zıddı olan “husran”la ifâde edilerek Asr sûresinde de belirtilir: “Asra yemin olsun ki, insan gerçekten husran (ziyan) içindedir. Bundan, ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (103/Asr, 1-3)
İman etmek, felâha ermektir. İmansız insan, cehennemde rahat arayan gibi kurtuluşu boşuna aramaktadır. İman, fıtratımızda olduğu için, onu sahip olduğu yere yerleştirmeyen insan, önce kendine zulmetmektedir. Huzursuz gönlünü boş şeylerle avutmaya çalışmakta, ama gerçek felâhı ve mutluluğu bir türlü yakalayamamaktadır.
Namaza Çağrı: “Haydin Felâha!” Namaza dâvet edilirken, günde beş kez “haydin felâha!” diye çağrılıyoruz. Yine kamet getirirken, cemaatle namazın felâh olduğunu tekrar vurguluyoruz. Cemaat, kardeşlik bağlarını güçlendirerek huzur ve felâhı İslâm toplumuna yayar. Felâh’ın dünya ve âhireti kapsayan kurtuluş anlamına geldiğini bilen namaz düşmanları, ezanı Türkçeleştirirken “felâh” kelimesini niye Türkçeye tercüme edip “haydin kurtuluşa!” dedirtmediler de “haydin felâha!” dedirttiler? İnsanımız, oynanan oyunun arka planını felâh kavramından yola çıkarak bile anlayabilir.
Evet, namazı ikame felâhtır, kurtuluştur. Namazda en büyük felâh, gönle gelmektedir. Evrenin sonsuz güzelliklerine açıldığı halde, dünyanın kısır çekişmeleri ve bitmeyen bunalımları arasında daralan gönül, ancak namazda Allah’ın huzurunda felâh bulur. Dünya telaşları, hele yaşanan yer İslâm yurdu değil, tâğûtî düzenlerin ve onların sürüleştirdiği kalabalıkların oluşturduğu çevre ise, kalbi öyle yıpratır ki; her şey onu mutsuz kılar, fıtratındaki güzellikleri aynalarda göremeyince devamlı olarak sıkılır. Birçoklarının farkında olmadan “içim sıkılıyor”, “beni hiçbir şey sevindirmiyor” diye ifâde ettiği sıkıntı ve huzursuzlukların tümü, gönlün sonu gelmez mutsuzluklarıdır. İnsan, namaz kılarak Rabbına hamd ü senâ ve zikir ettikçe, gönül İlâhî güzelliği hisseder, sonsuz bir mutluluğa kavuşur. “Dikkat edin, bilin ki, ancak Allah’ın zikriyle kalpler mutmain olur, (tatmin olup, huzura kavuşur).” (13/Ra’d, 28)
İnsanın yapısını teşkil eden temel unsurlar vardır: Nefs, beden, ruh ve kalp (gönül). Birçok konuya yaklaşmak için, onun zıddını bilmek de bir metoddur. Felâhın tersi hüsrandır. Özellikle, felâh yoksa mutlaka az çok hüsran vardır. Şimdi, insanlara, topluma bakalım; hüsran manzarasından başka ne görebiliriz? Asr sûresinde ifâde edildiği gibi, tüm insanlar hüsrandadır. İman edenler, sâlih amel işleyenler (namaz kılan ve infak edenler), hakkı ve sabrı tavsiye edenler (özellikle sözleriyle infak edenler) hüsranda değillerdir; çünkü onlar felâh bulmuşlardır. İnsanın önünde iki seçenek vardır: Ya bu üç ilkeye uyar ve felâha (kurtuluşa) erer; ya da hüsranın pençesinde perişan olur.
Bilindiği gibi “ğâlib”; yenen, üstün gelen anlamına gelir. “... Öyle ya, Allah emrine gâliptir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.” (12/Yûsuf, 21). Bu âyette görüldüğü gibi, Kur’an gâlib sıfatını Allah’a izâfe etmiştir. “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.” (3/Âl-i İmrân, 160). Bu âyette gâlibiyetin ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğu açıklanmış, O’nun yardımını kestiği durumda gâlibiyetin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Allah’ı gâlib sıfatıyla tanımak ve hem de gâlibiyeti Allah’tan bilmek gereği, açık ifâdelerle yer almıştır.
Gâlibiyet ve mağlûbiyetleri Allah, insanlar arasında döndürüp değiştirir (3/Âl-i İmrân, 140). Oyun ve eğlenceden ibâret bu dünya (6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64) tahteravallidir; yükselenler, bir gün inerler. Ülkeler de insan gibi doğar, büyür ve ölür. Her ümmet için bir ecel vardır (10/Yunus, 49). Allah, kullarını varlıkla da yoklukla da imtihan ettiği gibi; gâlibiyet de mağlûbiyet gibi bir sınavdır. Müslümanların Bedir’leri gibi Uhud’ları da olacaktır. Gâlibiyet sonrası zafer sarhoşluğunun şımarıklığa ve gurura yol açan tehlikeleri yanında, mağlûbiyetin de insanın kendine ve dâvâsına güveni sarsan yıkıcı etkileri söz konusu olabilir. Uhud, ders alındığı müddetçe gâlibiyetin veremediği güzel dersler verir. Gâliptir bu yolda mağlûp. Bâtıl dâvâ için ve nice zulümlerle kazanılan zaferlerin aslında büyük bir mağlûbiyet olduğu gibi...
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama, amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir (30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214). “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (61/Saff, 8-13)
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.” (54/Kamer, 10). O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.” (71/Nûh, 5-9). Hem de, dile kolay; tam 950 sene... (29/Ankebût, 14)
Ama, hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için (51/Zâriyât, 56), Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Başarı ve zafer Allah’ın yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimali var diye savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak olduğu için, o, hiçbir zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76). Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan kimseler, kâfirlerle mü’minlerin arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin cephesinde kabul edilirler.
“Zafer sabra bağlıdır; Müslüman için kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu kolaylıktır. Zaferin büyüklüğü, belânın büyüklüğü nispetindedir. Hiç kimse, gâlibiyet ve başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Güçlükler, gâlibiyet ve başarının değerini artıran süslerdir. Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir. Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç olursa olsun onu başarırsınız. Fakat, dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna kapılırsanız, onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza aşılmaz dağlar gibi dikilir. Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı kazanmak, mücâdeleyi göze almadıkça da zaferi elde etmek mümkün değildir. Büyük başarıların ve gâlibiyetlerin sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir. Ve… Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız dünyada uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.” (3/Âl-i İmrân, 139). İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Bir amacın başarı ve gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine paralel olarak ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır.
İkinci Bölüm
İbâdet Ve Mâbed (Hayatın Amacı)
İ B Â D E T
"(Ey Rabbım,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz." (1/Fâtiha, 5)
"De ki: Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim bana!" (109/Kâfirun, 1-2, 6,
"Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (21/Enbiyâ, 66-67)
İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti
İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir: a- Hürün karşıtı olan köle, b- Boyun eğmek ve itaat etmek, c- Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak, d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir.
Kur’ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."
Demek ki İslâmî manasıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."
"İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Mesela namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.
"İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.
İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.s.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "kul" kelimesi ile isimlendirmiştir. (Bkz. Hadid, 9; İsra, 1; Kehf, 1) O yüzden şehâdet kelimesinde bile "rasül" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abdühü" (O'nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz. Muhammmed'in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle, veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.
Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak" , "haça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" manasına gelen "ubûdiyet"tir. İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.
Kur'an'da İbâdet
İbâdet kavramı, Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur'an'da isim, fiil ve masdar şeklinde 256 defa geçer. Genel olarak, Allah'a veya Allah'tan başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah'a ibâdet emredilirken, O'na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır.
Kur'an'da ibâdet kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılması, yalnız O'nun ibâdetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. Yani insan, sevgide, korkuda, ümit ve tevekkülde, itaat edip boyun eğmede Allah'a hiçbir varlığı ortak koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin, bağlılığın ve korkunun en güzel ifadesidir. Nitekim dinin bütününü de bu esaslar oluşturur. İbâdet terimi, bu açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet ettiği ilâh (Allah)'ı kemâl derecesinde sevmesi ve tevâzu göstermesi ve bütün bunların ancak Allah için olması gerekmektedir.
Fâtiha sûresinin 5. âyetinde “iyyâke na'büdü (ancak Sana İbâdet ederiz)” ifadesinde "iyyâke" zamir ve tümleçtir. Tümleçlerin, Arapça cümle kuruluşunda aslında fiilden sonra gelmesi gerekir. Bu tümleç görevi yapan zamir, fiilden sonra gelseydi, anlam şöyle olurdu: “na'büdüke (sana ibâdet ederiz).” Başa geçtiği için sınırlama ifade eder: “Ancak Sana...” Dolayısıyla bu ifade, iki cümle yerine kullanılmıştır. Bu cümlelerden biri, Allah'a ibâdet, O'na teslimiyet ve kulluk; ikincisi, Allah'tan başkasına ibâdet etmemek, teslim olmamak, kulluk yapmamak. Tevhid, özetle bu iki ifadeden ibarettir. Fâtiha'nın, Kur'an'ın bir özeti olduğu gibi; Kur'an'ın en önemli konusu olan tevhidin özetini de bu "iyyâke na'büdü" ifadesi karşılamaktadır. İman; kabul ve reddir; sevgi ve buğzdur. Tâğutu reddetmek ve Allah'a iman etmektir (2/Bakara, 256). Tevhidî iman; Lâ ilâhe illâllah'ın bir açılımıdır. İşte "iyyake na'büdü" bütün bunları içerir, tevhidin özünü vurgular.
"Ancak Sana ibâdet ederiz" ifadesiyle anlamaktayız ki tevhid, sadece fikir ve görüşten ibaret, hatta salt inançtan ibâret değildir. Tevhid, ibâdettir; sadece Allah'a ibâdet ve bütün şekil ve muhtevâsıyla ibâdet. Tevhid, insanın pratik hayatını kuşatmalı, kalbinde başlayıp tüm kalıbına yön vermeli ve hayata yansımalıdır. İbâdet halinde pratize edilemeyen, etkisiz bir şekilde kafa veya kalbe hapsedilen bir düşünce ve duygu değildir tevhid; Sadece Allah'a kulluktur, ibâdettir. Hayat da ibâdetten ibârettir.
"Ancak Sana ibâdet ederiz." : "Ederim" değil; "ederiz". Cemaata işaret vardır bu ifadede. Aynı Rabbın kulu olan, O'nun kanunlarına boyun eğen ve O'na tesbih ve ibâdet eden tüm tabiatla, tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak, vahdete ermek, beraberce ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç dünyamızla, tüm organlarımızla, inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber ibâdet etmek var bu ifadede. Tevhid, ancak muvahhid bir toplum içinde gerçek anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla beraber hareket edilerek olgunlaşılır, insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle, güzel olan hiçbir yere varılamaz.
Fâtiha'nın bundan önceki âyetlerinde Allah'ın sıfatları özetlendi. Allah, bu âyete kadar kendini bize tanıttı. "Peki, böyle özelliklere sahip Allah'a karşı nasıl davranmamız gerekir?" sorusuna bu âyet cevap vermiş oluyor: "Sadece Allah'a ibâdet". Fâtiha'da bundan önceki âyetler, sanki bize bu âyetteki ifadeyi söyletmek içindir. Ayrıca, Allah'ı bu âyete kadar anlatılan isim ve vasıflarıyla tanıyıp O'nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah, senli-benli ifade kullandırıyor; Allah'ın vasıflarını tanıyıp O'na ibâdet, Allah'la samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: "Ona kulluk ederiz" değil; "Sana..." Bu âyete kadar üçüncü tekil şahıs ifadesi ve zamiri kullanılırken, burada ikinci tekil şahıs ifadesi kullanıyoruz.
Önce ibâdet, sonra istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı. Sünetullah, ilk başlangıcı bizden bekliyor. Allah'ın kanunu böyle istiyor. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’den bolca örnekler sunmak mümkün. (“Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” , "Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.", "Allah'tan sakınırsanız, sizin için furkan kılar.", "Allah'tan korkanlara Allah çıkış yolu verir.", "Sözünüzde durursanız, Ben de...", "İman edip salih amel işlerseniz...") Önce bizden duâ, sonra Allah'tan icâbet, önce kul sebebe yapışacak, sonra Allah verecek.
Hakkıyla ve ölünceye dek ibâdet için Allah'ın yardımına ihtiyacımız olacak. Her an yaşantımızı ibâdet halinde değerlendirmek için "...sadece Sen'den yardım isteriz." (1/Fâtiha, 5)
"Sadece Sana ederiz, kulluğu, ibâdeti..." (1/Fâtiha, 5) meâlindeki âyette, kulun, ibâdeti sadece Rabb'ına ait kılıp, nefsini ancak Allah'a teslim etmesinin gereği vurgulanmaktadır. Allah'tan başkasına gösterilen "itaat ve kulluk", o varlığı sahte bir ma'bud yapar. Bu ma'bud ya şeytandır, ya da kendilerini tâğut kılan azgın kişilerdir. Yahut da Allah'ın kitabını hiçe sayarak insanları icad ettikleri hayat düsturlarına ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî anlamda ibâdet ise, Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız şartsız itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş oluyor.
İnsanların, şeytanın teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin yönü olan putlar ve hayalî/sanal kuvvetler, yani Allah'tan başka tapınılan tüm varlıklar, birer sahte ma'buddur. Çünkü Kur'an, Allah'tan başka hiçbir hak ma'bud olmadığını en açık bir şekilde bildirirken; insanların, Allah'tan başkasına tapmalarını ve onları ilâh kabul etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.
İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
"(Ya Rabbi,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." (1/Fâtiha, 5)
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyât, 56)
"Allah'a ibâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." (4/Nisâ, 36)
"(Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?' demişti. 'Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek İlâh'a kulluk edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız' dediler." (2/Bakara, 133)
"Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? 'Babalarımızı onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)' dediler." (21/Enbiyâ, 52, 53)
"De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na ibâdet etmeniz gerekmez mi?)" (5/Mâide, 76)
"Hahamlarını ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31)
"Tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) mü'minleri müjdele." (9/Tevbe, 112)
"İnsanlardan kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." (22/Hacc, 11)
"Ey mü'minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz." (22/Hacc, 77)
"Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet edin." (29/Ankebût, 56)
"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir." (39/Zümer, 3)
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı." (39/Zümer, 17)
“Hayır, yalnız Allah'a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol." (39/Zümer, 66)
"Allah'tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum." (46/Ahkaf, 21)
"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet/kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." (16/Nahl, 36)
"De ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini Allah'tan başka rab edinmesin." (3/Âl-i İmrân, 64)
"Allah, kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür." (5/Mâide, 60)
"De ki: Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." (6/En'âm, 56)
"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (19/Meryem, 93)
"Siz, Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor musunuz siz?" (21/Enbiyâ, 66-67)
"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz." (21/Enbiyâ, 98)
"İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir." (60/Mümtehıne, 4)
De ki: Ey kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!" (109/Kâfirun, 1-6)
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/ibâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." (21/Enbiyâ, 25)
"Bir zaman İbrahim şöyle demişti: 'Rabbım, bu şehri güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." (14/İbrahim, 35)
"Siz Allah'tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın. O'na kulluk/ibâdet edin ve O'na şükredin. Hepiniz O'na döndürüleceksiniz." (29/Ankebût, 17)
"Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." (41/Fussılet, 37)
"De ki: 'Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet/kulluk ediyorum." (39/Zümer, 14)
"Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbına kulluk/ibâdet et." (15/Hicr, 99)
Âyetlerin ortaya koyduğu ilk gerçek "sadece Allah'a ibâdet edip, O'ndan başkasına ibâdet etmemektir." İslâm, ibâdeti sadece Allah'a ait kılmayı emrederken, O'na herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya tanıyabileceği Allah’ın dışında her çeşit ma'bud edinme çeşidini içine alan kesin bir yasak koyuyor.
İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah'a Yönelmesidir
Bazı insanlara göre ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibaret sanılmaktadır. Yine bir kısım insanlar, Allah'a ibâdetin gayesini tam olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca davranırlar, ya da ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün bunların yanında, pek çok insan da, Allah'ın ve O'nun dininin dışında birtakım varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.
İbâdeti, sadece dış görünümündeki şekillerde değerlendiren kimseler, ibâdetlerde titiz davranmayı, ilk anda bir nevi dar görüşlülük, yahut şekilcilik olarak kabul edebilirler. Ancak, daha derin ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa, pek çok gerçeklerin farkına varmak mümkün olur. İbâdet, Allah ile her an ilişki kurmaya bir vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve disiplinli bir hale gelişini sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren, ruhumuzun Allah'a yabancılaşmasını önleyerek O'nu bize unutturmayan, ibâdettir.
İnsanın, ruhundaki gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî şekilleri kullanma eğilimi vardır. Bu gizli duyguları anlatmak için, zâhirî şekillere başvurmadan insan, ruhî duygularını tatmin edemez. Duygularını bu şekillerle ifadelendiren insan, hissen ve ruhen bir bütünlük kazanır. Bu haliyle de rahat edip huzura kavuşur.
İslâm dini, bütün ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur. Bunun için işi, ne sadece içten gelen niyetlere, ne de ruhî duygulara terk etmemiş, aksine ibâdetlere ait yönelişlerde, dış ile içi (zâhir ile bâtını) tam bir uyum içerisine sokarak huzur ve mutluluk temin edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere mü'min, namazda kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama girer, bir kıyafete bürünür, orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece her ibâdetiyle bir hareket, her hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini bu yöntemiyle nefsin zâhiri ile bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını denkleştirir. Bunun sonucunda kendi mefkûresine uygun olarak insan fıtratına tam bir uyum bahşeder.
İbâdet, Fıtrattır
İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah'tan başka ilâh kabul etmek suretiyle putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm'dır. İnsanları, hür irâdeleriyle Allah'a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah'a götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm'ın kendisidir. İslâm'ı benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah'ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O'ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah'ın bildirdiği ilâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah'a ibâdet etmek ve O'na kul olmak. Allah ve Rasûlünün ahlâkı ile ahlâklanmak.
Allah'ı tek rab bilerek O'na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını dağıtır.
Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan ilâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık tutar.
Kur'an'a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur'an'daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibaret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur'an'da en çok önem verilen bir konu olmuştur.
İslâm, başlangıçtan nihayete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm'ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur'an'ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah'ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.
Günümüz insanları, ibâdetin, Allah'ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah'a yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah'a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah'ın varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur. Bunun için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da "ulûhiyet" ve "ubûdiyet" esaslarından ibaret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yok" (7/A'râf, 59) Bütün peygamberlerin kesinlikle belirttiği gerçek: "Allah'ın tek bir ilâh olduğu ve O'na ibâdetle kulluk edilmesi"dir.
Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'ı; tüm yaratıkların da O'nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O'nun ilâhlığına ortak değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da, kulluğun tabii belirtisi olan takva ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah'a yaklaşmak, hiçbir insan için mümkün değildir.
Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek ma'bud olan Allah'a yönelmeleri ve O'na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedî olan Allah'a yönelmededir. İşte, insanların Allah'a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdır. İnsan ise kuldur. Allah'a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler.
Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma'budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah'tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma'bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma'budları hep bu tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah'tan başka varlıklara ve O'nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah'a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet O'nun hakkıdır. Allah'a ibâdet edenlerdir ki, O'ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O'na kul olurlar. Gönüller Allah'tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta dilber sevgi ma'budları, diğer tarafta da kahraman korku ma'budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbı Allah'tır. O'na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah'ın hakkı, insanın da vazifesidir.
Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur'an, Allah'ın ilâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş..." (45/Câsiye, 23) Yani, gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma'bud edinmiş, böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.
Kur'an'ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve ma'budlardan kaçınıp sadece Allah'a yönelmek demektir. Çünkü insan, Allah'ı ma'bud tanıyıp O'na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi. Allah'tan başkasına sarf edilen ömürler kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan, Allah'a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah'a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur (Yakup Çiçek - Fahrettin Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126)
İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibâdet edilemez. Allah'a gerçekten ibâdet edenler de O'ndan başka ma'bud tanımazlar. Allah'tan başkasını O'na ortak koşarak tapmak ise Allah'ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah'a ibâdet etmekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma'budu da odur. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir ilâh olunca her türlü ibâdetin sadece O'na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.
Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah'a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah'ın yarattıkları ve O'nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, oturuşta, rükûda, secdede, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan bir iş olur. "De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbı Allah içindir." (6/En'âm, 62)
Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla ta'zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta'zim kutsamaya, sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta'zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve ta'zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur'an'da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: "Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine 'bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere bunların adlarını verin' diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar." (Buhâri)
Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet konusunun neresine koyacağız? Allah'ın kutuplara, abdallara Allah'ın mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?
Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı: "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz." (39/Zümer, 3) Yani, biz bunların zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı kurmak için geldi.
"Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim." (40/Mü'min, 60) "Kullarım beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm." (2/Bakara, 186) İslâm, dini sadece Allah'a ait kılmak için geldi.
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır. İnsanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri bir takım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. "De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabb’ul âlemîn Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur." (6/En'âm, 162-163) Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah'a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyât, 56) Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah'a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm'da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah'ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir (21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6). Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah'ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin manasının genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dahil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.
Siyaset ibâdettir... Allah'ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah (s.a.s.)'ın ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi "hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile" ibâdettir.
Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.
İbâdetleri ma'bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din için de bu böyledir. Günümüzdeki tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.
Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. "Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar." (Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4) "Mescidlerimiz işgal altında!" demiş olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah'ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel'amların güdümündeki mescidler. (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel'amlaştırılmakta.) Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. "Mescidler Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin." (72/Cin, 18)
Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için gelmiştir. (Bkz. 57/Hadîd, 25). Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her bir parçasında bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. "Şüphesiz namaz, fuhuştan ve kötülükten men' eder." (29/Ankebût, 45) Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü'min, Allah rızâsı için namaz kılar. Aynı zamanda fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da "umulur ki korunursunuz" denilir (2/Bakara, 183). Dünyada korunup, yeryüzünde hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği âyetlerde (9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25) geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.
Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah'a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dahildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki: "Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır." Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: "Ne dersiniz, şayet harama gitseydi günah olmayacak mıydı?
İşte, helâla gittiğinden ona sevap vardır." (Sahih-i Müslim) Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş oluyor (Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132, 164).
Allah'a İbâdet
Allah'a ibâdetin anlamı: Kur'an'da 82 âyette "Allah'a ibâdet" ten söz edilmiştir. İnsan, Allah'a ibâdet için yaratılmıştır (51/Zâriyât, 56). Bütün peygamberler, insanları Allah'a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi (2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...), kendileri de O'na ibâdet etmişlerdir (13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14). Kur'an'da hem "ey insanlar" hitabıyla, (2/Bakara, 21) hem de "ey mü'minler" hitabıyla (22/Hac, 77) Allah'a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla, (98/Beyyine, 5) hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir (4/Nisâ, 36). Allah'a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, O'na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade eder.
Kur'an'da ibâdet kavramı, Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, Peygamberlerine ve Peygamberleri ile gönderdiği ilâhî vahye iman etmek, O'na boyun eğerek itaat etmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah'ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur'an'da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur'an'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur'an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, "ibâdet" kavramının manalarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur'an'ın amelî ve ahlakî bütün hükümlerini uygulamak, Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'an hükümlerinin hepsi "ibâdet" kavramına dahildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri dört kısma ayırabiliriz:
- İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ gibi kalbî/bâtınî ibâdetler.
- Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara iyi muâmele, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla yapılan ibâdetler.
- Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler.
- Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal, hem de bedenle yapılan ibâdetler.
Allah'ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah'a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah'a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat da iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
Kelime-i şehâdet, oruç, hac, zekât gibi İslâm'ın rükûnları hep namazda mevcut. Namaz, bir tevhid ve şehâdet eylemidir. Namaza çağrılırken şehâdetler haykırılır; namazın içinde şehâdet kelimeleri vurgulanır. Okunan duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin açılımlarıdır. Namazda yeme içme olmaz; namazda oruçluyuzdur. Zekât, namazda mevcuttur: Ömrün, vaktin zekâtı namazla yerine getirilir. Hac, Kâbe'yi ziyaretle gerçekleşir; namazda da Kâbe'ye yönelinir. Namaz hacdır; namaz miractır. Namaz duâdır; Namaz zikirdir. Namaz Kur'an okumak; namaz Allah'la konuşmaktır. Kâinat kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı devamlı kıyamda, bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar, namazdaki kıyam halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar secde halindeler; ağaçlar, başları ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan gıda almaktadırlar; Bitkilerin de kökleri, yani başları yerdedir. Hayvanlar rükû halinde iki büklüm eğik yaşamaktalar. İnsanın namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde toplamaktadır. Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, Kur'an kıraâatı gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.
Hayatımızın her safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve heyecanı namaz dışına taşımalı, her eylemimizi namaz gibi, bizi Allah'a yaklaştıran gerçek ibâdete çevirmeliyiz. Bu anlayış, namazın da, gerçekten ikame edilen namaz olmasını sağlar. İnsanı kötülük ve fahşâdan alıkoymayan namaz, hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah'ın böyle bir namaza ihtiyacı olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim günlük hayatımıza yön veren, bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı sağlaması gerektiği "huşû" ve "ikame" ifadeleriyle de vurgulanır. İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir. Namazı ikame etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak, aynı şekilde tüm eylemlerimiz de namaza benzeyecektir.
Ashâb da böyle değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına yakın şiddetli rahatsızlığında kendisi cemaatin önüne geçip imamlık yapamadığı zamanlar, Hz. Ebubekir'i namaz kıldırmak için görevlendirdi. Sonra devlet başkanı seçiminde ashâb bu olayı dikkate alarak "değil mi ki Peygamberimiz namazda Ebubekir'i başımıza geçirdi: namaz gibi olması gereken hayatımızda da o başımıza geçmeli" dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı. Sadece namaz değildi ibâdet olan. Ve namaz prototip ibâdetti. O yüzden namazdaki imamlığa "imâmet-i suğrâ" (küçük imamlık); devletin başındaki imamlığa (başkanlığa/önderliğe) "imâmet-i kübrâ" (büyük imamlık) denilir. Bu olay da göstermektedir ki, hayatımızdaki davranışlarımız namazın mesajına benzerken; liderimiz, devlet başkanımız da imama benzemeli; imamda aranan şartlar yöneticide de aranmalı. İmam, namazda yanıldığında öncelikle imama yakın olanlar, değilse cemaatin fertlerince usûlüne uygun nasıl uyarılması gerekirse, her konumdaki liderler ve yöneticiler de öyle uyarılmalı.
Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yaratıklardan üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir. Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla birlikte, ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
Bir eylemin Allah'a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lazımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emri veya meşrû gördüğü bir mubah iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah'ın istediği, Rasûl'ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah'ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah'a yaklaşmak ve O'na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete dönüştürür.
İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider (5/Mâide, 5). Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah'a ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Mesela, namazı Allah'ın istediği tarzda, Peygamberimiz'in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Ameller, ancak niyetlere göredir." buyurmuştur. (Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155) Bu nedenle Allah'a kurbet ve itaattan başka bir maksatla yapılan fiiller, "ibâdet" olmaz. Mesela niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe'ye gitmek de hac değildir.
Allah'tan Başkasına İbâdet
Kur'an'da 53 âyet-i kerimede "Allah'tan başkasına ibâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır (51/Zâriyât, 56). Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek suretiyle cin ve insanları Allah'tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. "Andolsun Biz, her millet içinde Allah'a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu." (16/Nahl, 36)
Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah'tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah'tan başkaları (6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...), Allah'tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler (5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18), işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar (19/Meryem, 42), Allah'tan başka tapınılan putlar/evsân (29/Ankebût, 17), heykel şeklindeki putlar/asnâm (14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71), sahte tanrılar/ilâhlar (43/Zuhruf, 45), heykeller (21/Enbiyâ, 53), tâğut (5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17), şeytan (36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44), ataların taptığı şeyler (11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10), Allah'a ortak koşulanlar (10/Yûnus, 28), cinler (34/Sebe',41), insanlar (23/Mü'minûn, 47), melekler (34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20), Allah'tan başka dost tutulanlar (39/Zümer, 3), Allah'tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar (12/Yûsuf, 40), kâfirlerin taptığı şeyler (37/Sâffât, 161), elle yontulup yapılanlar (37/Sâffât, 95) olarak zikredilmişlerdir.
Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah'tan başkasına ibâdet etmek, Allah'ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur'an'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur'an'da bu husus, şöyle bildirilmektedir: "...Allah'tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).” (39/Zümer, 3) "Halbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir." (34/Sebe' 37) "Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar..." (10/Yûnus, 18) Demek ki Allah'a ibâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.
Putlara, Heykellere İbâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur'an-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm'dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan'da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur'an-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. "Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah'tır." (37/Sâffât, 95-96)
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi." (10/Yûnus, 104) Âyette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet" , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!" (10/Yûnus, 105) denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun." (10/Yûnus, 104) buyrulmuştur.
"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum." (6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66) Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk (6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18), hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır (6/En'âm, 56). Allah'tan başkasına tapanlar cahil kimselerdir. "Ey cahiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?" (39/Zümer, 64)
Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan (10/Yûnus, 18), rızık vermeyen (16/Nahl, 73), insan eli ile yapılan (37/Sâffât, 95), işitmeyen ve görmeyen (19/Meryem, 42), bir şey yaratamayan (46/Ahkaf, 4), insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler (53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40), uydurma tanrılar (37/Sâffât, 86), heykeller (21/Enbiyâ, 52) ve putlar (14/İbrâhim, 35) olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrahim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrahim (a.s.), büyük bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrahim'e), 'Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrahim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrahim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)” (21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67). "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' dedi." (19/Meryem, 42)
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları (14/İbrâhim, 35) heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya (11/Hûd, 109) ve âhirette Allah'ın azabını hak etmiş olurlar (21/Enbiyâ, 98) Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz" (21/Enbiyâ, 98) uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin!" (39/Zümer, 15) diyerek müşrikleri tehdit etmiştir (37/Sâffât, 22-34).
Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır." (19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6)
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
Tâğuta İbâdet
"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik." (16/Nahl, 36) Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var." (39/Zümer, 17) Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır." (5/Mâide, 60) (Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda bkz. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36)
Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatına uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur'an-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasülüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur (Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109).
Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir (Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66, 84).
Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatına tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasülünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe... (M. Kubat, a.g.e., s. 138)
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." (2/Bakara, 256)
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
Allah'a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir (4//Nisâ, 59). Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.
Kur'an-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına Allah'tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah'a has kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: "(Ehl-i kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31) Yahudi ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir. Yahudi ve hıristiyanlar, Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah'a tapar gibi taptılar. Hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar. Allah'ın emrine, Kitabın sözüne, hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah'a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah'ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. (Elmalılı, IV, 2511) (Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için bkz. Tirmizî, Tefsir 9).
Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir. (Elmalılı Tefsiri, IV, s. 2512). "Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez." (Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46) Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır. (Elmalılı, IV, s. 2513, 2514). Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.
Kur'an'ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahudi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka rablar edinmeyelim!" (3/Âl-i İmrân, 64)
Kur'an-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah' kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah'ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır: "Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: 'Allah'ı bırakın da bana kul olun' demesidir. Tam aksine o; 'Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah'a kul olun' der. O, size: 'melekleri ve peygamberi ilâh edinin' diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?" (3/Âl-i İmrân, 79-80) İstisnasız bütün peygamberler: "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur." (7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36) buyurmuşlardır.
Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Mesela, bazı kimseler tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah'ı tek ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.
Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah'ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah'a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah'a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur'an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden çekip alarak sadece Allah'a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor (A.g.e., s. 132).
Şeytana İbâdet
Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir: "Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur' diye tavsiye etmemiş miydim? (36/Yâsin, 60-61) Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara, "şeytanın adımlarına uymayın." (2/Bakara, 168, 208) "Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır." (17/İsrâ, 53) "Onu düşman edinin." (35/Fâtır, 6) buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların (6/En'âm, 112) insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a döndüğünde şunları haber verir: "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar." (27/Neml, 24)
Kur'an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. "Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar." (19/Meryem, 83) "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi." (6/En'âm, 43) "O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar." (43/Zuhruf, 37)
Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder (2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21). İnsana vesvese verir (7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120). İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar (5/Mâide, 91). İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir (6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48). Boş şeyler vaad eder (4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64). Gerçekleri unutturur (6/En'âm, 68). Tuzak kurar (4/Nisâ, 76). İnsanı saptırmak ister (4/Nisâ, 60). Onu doğru yoldan meneder (27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38). Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.
Kur'an'da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir (5/Mâide, 91). Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim (a.s.), babasına: "Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti" demiştir (19/Meryem, 44). İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.
Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.
Cinlere İbâdet
Cinler, Allah'ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır. (51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15) İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.
Sebe' sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: "O gün, kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der." (34/Sebe', 40) Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi." (34/Sebe' 41) şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır. (Dört Terim, 87). "İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı." (72/Cin, 6) Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ibâdet edenlerin yanında, O'nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah'tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibaret değildir. Kur'an'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür (İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şule Y., s. 78)
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
ZEKÂTINI HER MÜSLÜMAN KENDİSİ DAĞITABİLİR Mİ?
İslâm'ın iktisadî görüşünü aksettiren zekât müessesesi, İslâm devletinde önemli bir mâlî kurum olarak belirmekte ve aynı zamanda müslüman olmanın şartlarından biri olan mühim bir ibâdet olarak kendini göstermektedir. İslâm dini, dünyaya yepyeni bir nizam, bambaşka bir sistem getirmiştir. Daha önce görülmeyen bu mâlî ibâdet, ferdin vicdanına bırakılmamış, devlet kuvvetleri tarafından tek bir bütçede toplanarak gerekli yerlere sarfedilmiştir. Bu sebeple zekât işlerinde çalışan İslâm devletinin memurlarına bu bütçeden bir hisse ayrılmıştır (Bkz. 9/Tevbe, 60). Âyette ifâde edilen zekât âmili/memuru, şöyle tanımlanır: "Zekât üzerinde çalışanlar; İslâm devletinin kendilerini zekât ve öşür toplamak ve bunlara ait bütün görevlerde çalışmak üzere görevlendirdiği kimselerdir."
Kur'ân-ı Kerim, zekât konusunda, peygamber ve aynı zamanda İslâm devletinin başkanı olan Rasûlullah (s.a.s.)'a hitâben şöyle buyurur: "Mü'minlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizlemiş, mallarına bereket vermiş olursun. Bir de onlara duâ et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık ve huzurdur." (9/Tevbe, 103). Bu âyet-i kerîmede zekâtın bizzat Hz. Peygamber tarafından toplanması, dolayısıyla İslâm devleti tarafından idare edilmesi emredilmekte ve bu mâlî ibâdetin müslüman toplum için önemi ve bazı hikmetleri vurgulanmaktadır. Bundan anlaşıldığına göre zekât, ferdin kendi isteğine bırakılmamış, devlet müeyyidesi/yaptırımı ile toplanarak müesseseleştirilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber, zekât tahmin memurları ile, zekât toplamakla görevli tahsildarlar göndererek zekâtı her sene muntazam şekilde almış; vefatından sonra halife olan Hz. Ebû Bekir de zekât vermeyeceklerini bildirerek isyan eden kabile reislerini askerî kuvvet göndermek sûretiyle itaat altına almıştır.
Tevbe sûresinin 103. âyet-i kerimesi, İslâm devletinin başkanına, müslümanlardan zekât almasını emretmektedir. Bu emir, bize zekâtın mutlaka devletçe alınarak dağıtılması gerektiğini haber veriyor. Bu âyetin nüzûlünden itibaren yaşadığı müddetçe zekât Hz. Peygamber'e verilmiştir. O devirde ve daha sonra halife olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde, zekâtın müslüman birey tarafından uygun gördüğü yerlere dağıtıldığına dair en küçük bir belge ve işarete rastlanılmaz. Aksine, bütün delil ve rivâyetler, bize zekâtın devletçe alındığını göstermektedir.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Zekât işlerinde hakkıyla çalışan memur, evine dönünceye kadar Allah yolunda savaşan gâzi gibidir." (Ebû Dâvud, İmâre 7; İbn Mâce, Zekât 14). Zekât işlerinde çalışanların (âmillerin) Peygamber lisanından Allah yolunda savaşanlara benzetilmesi, İslâm dininin ekonomik meselelere verdiği önemin derecesini göstermektedir. Ekonomik savaşların da aynen diğer savaşlar gibi toplumun kaçınamayacağı önemli işlerden olduğu, bu hadisten açıkça anlaşılabilir. Zekât memurlarının vazifelendirilişi, onun bir müessese olduğunun da belirtisidir. Bu kurum, Peygamberimiz tarafından kurulmuş, işletilmiş; daha sonraki devirlerde geliştirilerek hedefine ulaştırılmıştır. Hz. Peygamber, toprak mahsullerinin zekât miktarını önceden tespit ettirmek için civar memleketlere memurlar göndermiş, ayrıca zekât memurlarını görevlendirerek tespit edilen zekâtları her sene toplattırmıştır (Yunus Vehbi Yavuz, İslâm'da Zekât Müessesesi, İstanbul 1972, Feyiz Y. s. 35; 252).
Bu konudaki âyet, hadis ve Allah Rasûlünün uygulamaları, bize zekâtın müslüman toplumdan ayrılmaz bir unsur olduğunu, İslâm toplumunun zekâtsız düşünülemeyeceğini, önemine binâen başlangıcından beri İslâmî devletçe organize edildiğini, diğer ibâdetler gibi idârî yönden müeyyidesiz/yaptırımsız kalmadığını açıkça göstermektedir.
Hz. Peygamber, hayatta bulunduğu müddetçe zekât toplayıp sevk ve idare etmeğe devam etmiştir. O'nun vefatından sonra bazı kabileler, "zekâtı O'na veriyorduk; O ise vefat etmiştir. O yüzden zekât vermemiz gerekmez" diyerek artık O'nun vefatından sonra İslâm devletine zekât vermeyeceklerini bildirmeleri karşısında Hz. Ebû Bekir, bu kabileler üzerine askerî kuvvetler göndermek sûretiyle onları itaat altına alarak zorla da olsa zekâtlarını toplamıştır. Bununla ilgili rivâyetleri başta Buhâri ve Müslim olmak üzere, hemen tüm hadis kitaplarında görüyoruz. Olay şöyledir: Hz. Peygamber vefat ettikten sonra yerine Hz. Ebû Bekir halife seçildi. O zaman Arap kabilelerinden bir kısmı artık devlete zekât vermeyeceklerini söyleyip isyan ettiler. Hz. Ebû Bekir, isyancı kabilelerle savaşmaya karar verdi. Fakat, Hz. Ömer ona engel olmak isteyerek şöyle dedi: "Sen bu insanlarla nasıl savaşırsın? Halbuki Rasûlullah (s.a.s.): 'Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim O'nun Rasûlü olduğuma şehâdet getirinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum; kim bu kelimeyi söylerse, malını ve canını benden korumuş olur. Kul hakkı icabı olan hususlar müstesnâdır. Ve onun hesabı Allah'a aittir' buyurdular." Hz. Ömer'in bu sözü üzerine halîfe Ebu Bekir şu cevabı verdi: "Namaz ile zekâtı birbirinden ayıranlarla mutlaka savaşacağım. (Namaz ile zekât, Kur'ân-ı Kerim'de altı yerde beraber zikredilmiştir.) Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah'a ödedikleri bir koyun veya keçi yavrusunu dahi bana vermeyecek olurlarsa, bu sebepten onlarla savaşırım." Hz. Ebû Bekir'in bu dirâyeti karşısında hayrete düşen Hz. Ömer: "Allah'a yemin ederim ki bu sözler, Yüce Allah'ın, Ebû Bekir'in kalbine ilhâmından başka bir şey değildir; onun dâvâsında doğru olduğunu anladım" dedi (Buhârî, İ'tisâm 2, Zekât 1, İstitâbe 3; Müslim, İman 32, hadis no: 20; Tirmizî, İman 1, hadis no: 2610; Ebû Dâvud, Zekât 1, Nesâî, Zekât 3; Muvattâ, Zekât 30).
Asr-ı saâdet ve ilk halifeler döneminde zekât, günümüzde olduğu gibi, hiçbir sûretle ferdin isteğine bırakılmamış; İslâmî devlet tarafından toplanıp gerekli yerlere dağıtılmıştır. (Asr-ı Saâdette Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer döneminde zekâtın sadece devlet eliyle toplandığına dair geniş bilgi almak için bkz. a) Yunus Vehbi Yavuz, a.g.e. Zekât Üzerinde Çalışanlar (Âmiller) ve Zekâtın Devlete Verilmesi Bölümleri, s. 249-252; 307-331; b) İbâdet ve Müessese Olarak Zekât, A. Özek-H. Karaman-M.A. Aydın-M. Erkal, 1984 İstanbul, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Y. özellikle 113-117; 157-164. sayfalar; c) Yusuf el-Kardavî, Fıkhu’z-Zekât, İslâm Hukukunda Zekât, Kayıhan Y.)
Esasen zekâttan beklenen kişisel ve sosyal faydaların elde edilmesi için bu yolun tâkip edilmesinde zarûret vardır. Başıboş bırakılan bir müesseseden arzu edilen netice beklenemez. Zekât, organizeli bir şekilde İslâm devleti tarafından kontrol edilip toplanılmadığı zaman, ne tür problemlerle karşılaşılacağını Kur'an'dan yola çıkarak anlamak ve günümüz pratiğinde bunu ayne'l-yakîn müşâhede etmek zor olmaz. Kur'an'a göre tüm mülk Allah'ındır (3/Âl-i İmrân, 26). Zengin mü'min de bir veznedardan, bir emânetçiden başkası değildir. Zekât, İslâm devleti tarafından sistemli şekilde toplanıp dağıtılmadığı zaman, zenginlerin Allah tarafından kendilerine emânet olarak verilen ve başkalarının da hakları olan (51/Zâriyât, 19; 70/Meâric 24-25) malları, kendileri için fitne (8/Enfâl, 28) olacak ve cehennem azâbının araçlarına (9/Tevbe, 34-35) dönüşecektir. Âhiret azâbı yanında, dünyada adâletli bir düzen de olmayacak, zengin ile fakir arasında büyük uçurumlar oluşacak ve mallar yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet/güç (59/Haşir, 7) haline gelecektir.
"İslâm devletinin olmadığı ve zekâtın asr-ı saâdetteki gibi devletçe/İslâmî otorite eliyle organize edilmediği durumlarda da müslümanlar zekâtlarını verir/veriyor" diye düşünülebilir. İmanı bütün müslümanların her ne kadar zekât konusunda ihmalkâr davranmayacaklarını düşünsek bile; malın tatlılığı, dünyevîleşmenin şeytanî câzibesi ve aldatıcılığı karşısında, ihtiraslarına esir olan müslümanların zekâtlarını eksik ödemeleri veya hiç ödememelerini önlemek mümkün olmaz. Bu mümkün olmayınca da zenginlerin fakirlerin hakkını yiyerek azâbı hak etmeleri ve fakirlerle zenginler arasındaki makasın kırılacak boyutlara kadar açılacağı unutulmamalıdır. Sahâbe devrinde bile bazı kabilelerin zekât vermemekte direndikleri, Hz. Ebû Bekir'in bu kabileler üzerine askerî kuvvetler göndererek onları devlete zekât vermeye mecbur ettiğini bildiğimize göre, zekâtın organizeli olarak toplanmasını yaptırımsız bırakmak, bu müesseseyi çıkmaza götürür. "Devrimizdeki müslümanlar, sahâbe devri müslümanlarından daha kâmil iman sahibi ve dünyaya daha az meylediyor" şeklinde herhalde bir iddiâda bulunulamaz. Bunu günümüzde köy hayatı yaşayan namaz kılan müslümanların, ürünlerinden öşür/zekât verenlerinin vermeyenlere oranından anlayabilir; şehirlerdeki yeşil(!) sermayenin gerçekten zekâtlarını vermiş olsalar, bu kadar fakirin nereden ve nasıl ortaya çıktığı sorusundan değerlendirebiliriz.
Zekâtın toplanıp sarfedilmesinde İslâm devletinin aracılığına şu noktalardan ihtiyaç vardır: a) Din ve merhamet duyguları zayıflamış bazı kimseler kendi hallerine bırakılınca bu hakkı ödemeyebilirler. b) Fakirin bu hakkını devletten alması, yoksulun haysiyet ve şahsiyetinin incinmemesi bakımından daha uygundur. c) Zekâtı fertlerin ödemesi halinde, bazı fakirler ihtiyacından fazla zekât alırken, bazıları bundan mahrum kalacaklardır. d) Allah yolunda (cihad, tebliğ) ve gönülleri kazanılacak olanlar gibi bazı sarf yerlerini takdir etmek, ferdi aşan bir alan olmaktadır. Zenginlerin tümü zekâtını vermiş olsalar bile, bu dağıtım büyük bir organize dâhilinde olmadığı için, gerekli yerlere gerektiği miktarda ulaşmayacak ve zekâttan beklenen toplumsal faydalar sağlanamayacaktır.
Bugün için yaşadığımız coğrafyada İslâm devleti olmadığına göre durum ne olacaktır? Bu konuda, "cemaat" kavramı devreye girmektedir. İki-üç müslümanın bile cemaat oluşturmaksızın ve cemaatin gereklerini yerine getirmeksizin yaşayışlarını İslâm onaylamaz. Zaten İslâm devleti, İslâm cemaatinin her yönüyle daha kapsamlı, organizeli ve yaptırım gücü olan şeklinden başkası değildir. Günümüz şartlarında müslümanlar, İslâm anlayışı/yorumu yönüyle sırât-ı müstakîm çizgisinde kabul ettikleri ve bunu hayata geçirmedeki samimiyet ve gayretine itimat ettikleri bir cemaatle ilişki içinde bulunmak zorundadırlar. Müslümanların başka türlü müslümanca yaşamaları mümkün değildir. Balığın, kendisini çepeçevre kuşatan suyun dışında hayatta kalmasının imkânsızlığı gibi, müslümanlar da İslâm'ı doğru bir şekilde öğrenmek, imkânlarının ve özgürlüklerinin son haddine kadar İslâm'ı yaşamak için cemaatleşmeye veya güvendikleri cemaatle (gayr-ı resmî organize, vakıf, dernek veya teşkilâtla) ilişkiye mecburdurlar. Bu cemaat ve teşkilâtlar, birbirleriyle organize olmuş, imkân ve güçlerini birleştirmiş olsa, zaten İslâm devletine giden maddî ve mânevî yollar ardına kadar açılmış olacaktır.
Zekâtların âlimler, cemaat liderleri veya İslâmî teşkilâtlar eliyle organize edilmesinin ne büyük imkân olduğunu 1979’daki İslâm inkılâbında görüyoruz. Bu İslâmî değişim ve dönüşümde, zekâtların müctehid âlimlere teslim edilip onların İslâmî çalışmalar (fî sebîlillâh) başta olmak üzere özgürce dağıtıp değerlendirmesinin büyük, çok büyük rolü vardır. İslâm devletinde, yönetimin organizesiyle toplanıp dağıtılması gereken zekât; devletsiz müslümanların da İslâmî otorite oluşturması için en önemli etkenlerden biri olur; eğer cemaatler eliyle bilinçli ve organizeli değerlendirilirse. O yüzden zekâtın İslâmî devletin varlığı, ona bey’at ve itaatin göstergesi olması yanında, böyle bir yapının oluşturulma çabalarıyla da çok yakın ilişkisi vardır.
"Mü'minlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizlemiş, mallarına bereket vermiş olursun." (9/Tevbe, 103) âyetinin günümüzdeki muhâtabı, peygamber vârisleri ve onların içinde veya başında bulunduğu teşkilâtlar/cemaatlerdir. Bütün bu gerekçelerden dolayı zekâtımızın da bizi 27 derece sevaba ulaştırması, organizeli zekât dağıtımının, toplumun maddî problemlerini bireysel dağıtmaktan 27 misli çözmesi için, namaz gibi onu da cemaat aracılığı ile yerine getirmememiz gerekmektedir. Cemaatin imamına namaz gibi en önemli ibâdetimizi güvenip teslim ettiğimiz gibi, zekâtımızı da güvenip teslim edeceğimiz ve organizeli olarak en uygun yerlere sarfedeceklerine emin olmamız gerekmektedir. Güven problemi, ahlâkî problem olmaktan önce imanî problemdir. “Mü’min”, emîn olana güvenen ve kendisine güvenilen demektir. Güven problemi kimden kaynaklanıyorsa o, hastalık kaynağıdır. Güvenilecek durumda değillerse cemaatlerin başında olanlar; güvenecek durumda değilsek biz İslâm'ın cemaat ve cemaat mensubu şuurlu müslüman, dâvâ adamı kabul ettiği anlayışta değilizdir. O takdirde zekâtın da namazın da istenen gerçek ibâdet olduğunu iddiâ etmeye, bu ibâdetlerin bireyi ve toplumu canlandırıp kurtarmasını, dünyevî ve uhrevî sorumluluğu düşürmesini beklemeye de hakkımız yoktur.
Misâfir Doktor ve Öğretmenden Yararlanıyor muyuz?
Ramazan adında bir eğitimci var. Öğretmenlik yanında aynı zamanda vâizlik de yapan bu uyarıcının bir mesleği de doktorluk. Kendisini sevenleri tedâvi etmek, yetiştirip olgunlaştırmak üzere her sene kapımızı çalar, bir ay misafirimiz olur. Bu çok zengin ziyaretçi, bizden bir şey almaz, bize hep ikram ve ihsanda bulunur, getirdiği hazinelerini sunmak ister.
Ölümcül hastalara, zihni ve gönlü paslanmış, çalışmaz hale gelmiş zavallılara şifâ dağıtır. Dengeleri sarsılan, "önemli olan dünya mı, âhiret mi?" sorusuna cevapta zorlanan insanlara yol gösterir. Mânen ölmüş insanları İsa nefesiyle diriltir.
Hayat veren bu ziyâretçi, tekrar kapımızı çalıyor. Sevinmemek mümkün değil. Bir ay boyunca getirdiği güzellikler hemen her tarafı kaplayacak. Şeytan suratlı ekranlar bile arada sırada dünya güzelinin maskesini takmak zorunda kalacak. Evimizde, içimizde kim bilir ne değişmeler, güzellikler, devrimler yaşanacak. Hoş geldin Ramazan! Hoş, safâ getirdin. Buyur, başımızın üstünde, gönlümüzün tahtında yerin var.
Aziz misafirimiz Ramazan'ı biraz daha yakından tanıyalım. Kimdir bu güzeller güzeli? Kitabımız onu her şeyden önce Kur'an'la irtibatlandırır. Ramazan; gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır (2/Bakara, 185). Ramazanın verdiği temel mesaj da Kur'an'dır. Kur'an bu kutlu misafir zamanında inmeye başladığından, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması bu misafirle vuslat zamanında ilk görevleridir. Allah'ın kitabını mehcur bırakıp terk eden (25/Furkan, 30), bir roman kadar, TV. dizisi ve film kadar, top veya pop kadar onunla içli-dışlı olamayanları ikaz edip uyarmak için misafirimiz Ramazan, olanca gür sesiyle haykırmaktadır. Bu sesi, gönül kulakları kapalı olmayan her insan duyacaktır. O diyor ki: "Okumayı bilmeyenler, hemen öğrensin, bilenler Kur'an'ı çokça okusun ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etsin. Beni seven, beni göndereni seven, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışsın, beni gönderen Zât'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrensin."
Misafirimizin zihinlerimize çıkmayacak bir yazıyla yazdığı gerçek şudur: "Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemler; Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğundan, çözüm de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesidir. Hâlâ evleriniz niye Kur'an kursuna dönüşmüyor, niye vaktinizi Kur'an ilimleri doldurmuyor? Formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmek değil; onu tefekkürle, düşünerek, anlamaya çalışarak, hayatına geçirme endişesi duyarak okumalısınız. Yasak savma şeklinde lafzını hızlıca okuyup geçivermek, okur gibi yapmak, hatim etmekle Kur'an'a karşı görevinizi yerine getirdiğinizi sanıyorsanız, aldanırsınız."
Ramazan, misafir olduğu insanlara orucu emreder ve az yemeyi tavsiye eder. Ramazanın misafir olduğu evlerde tıka basa yemek yenmesi, Ramazana büyük saygısızlıktır. Ramazan açlığı sever, mideyi dinlendirip rûhu gıdalandırmayı öğretir. Ramazan eşitlikten yanadır; Zenginle fakiri en azından gündüzleri eşit yapar. Açın halinden tokun anlamasını ona açlığı tattırarak yerine getirir. O, oruç gibi bir misafir daha getirmiştir kendisiyle birlikte. Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, bencil duyguları ve hayvanî arzuları tatmin etme anlayışına dayanmadığını öğreten bir arkadaşıdır Ramazanın. Oruç, fiil olarak fakirlik halini yaşatmakla kalmaz, sevdirir de fakir gibi yaşamayı. Sosyal adâlet fikrini, yardımlaşma duygusunu; açlık halini yaşatarak öğretir Oruç Öğretmen.
Ramazan, bir ay boyunca bize yaptırdığı eğitim ve antrenmanla kendimizi nasıl dizginleyip kontrol altında tutacağımızı, nefsimizin hevâsıyla nasıl savaşılıp cihad edileceğini öğretir. Onun eğitiminden geçen kişi, artık olgunlaşmış ve irâdesine sahip olabilen sabırlı kimse haline yükselmiştir. Ramazan ve onun ayrılmaz kardeşi oruç, verdikleri eğitimle bize Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs germeyi, doymayan nefsin aşırı isteklerini geri çevirebilmeyi öğretmekle kalmazlar, bunları kendiliğimizden yapabilecek şekilde bizi eğitirler de. Dilimizi okumaya, beynimizi bilgiye, midemizi açlığa, gönlümüzü ibâdet ve zikirle coşturmaya, benliğimizi hayır için koşturmaya yönlendirir. Bu misafirlerin bulunduğu zaman dilimi, dinlenme değil; “din”lenme, fırsat ve imkânlardan yararlanma anlarıdır.
Eli boş gelmeyi sevmeyen cömert Ramazan, İbâdet hazineleri ve mâneviyat meyveleriyle gelir. Bize takvâ getirir. Bize lezzetini tattırdığı oruç, haramlardan korunup sakınma duygularını, yani takvâyı geliştirir (2/Bakara, 183). Doktor Oruç, perhiz gibi ilâçlarla sadece mideleri hastalıklardan arındırmaz. O, aynı zamanda günahlarla hastalanan dili, gözü, kulağı, gönlü ve zihni de mânevî mikroplardan arındırır. Bu doktor, hasta rûhları canlandırır, ârızalı gönülleri bir ay karantinaya alıp iyileştirir, can çekişen ahlâkı diriltir, tepeden tırnağa bütün organları düzeltip insanı gitmesi gereken yola (Cennete) doğru sağlıklı şekilde gidecek hale getirir.
Elbette, bu doktorun tavsiyesini önemsemeyen, verdiği ilaçları kullanmayan kimse, doktoru değil, kendini kandırmış olacaktır. İyileşmek istemeyen hiçbir hastayı kimse, zorla tedâvi edemez. Herkesin hasta olma, hastalığını arttırma, tedâviyi geri çevirme, doktor ve ilaçları beğenmeme, hatta intihar etme, yani Cehenneme gitme özgürlüğü de vardır. Bunlar özgürlük müdür, acınacak zavallılık ve delilik midir, orası tartışılır.
Doktorumuzun, misafir olduğu kimselere yazdığı reçetede zekât ve sadaka ilâçları da vardır. Zekât ve fıtır sadakasını, mecbûr eder. Yardımlaşma, ihsan, ikram ve cömertlik tavsiyesi yapmayı ihmal etmez, kendini sağlam sanan hastalara. Dünyevîleşen, bireyselleşen, dengesini kaybeden, çağdaş mikropların hasta ettiği insanın unutmaya yüz tuttuğu ikrâm, misafir ağırlamak, infâk etmek, almaktan çok vermeyi sevmek gibi ilâçları hatırlatır Ramazan. İftarlarla, ikramlarla, ziyâret ettiği zaman diliminde fakirlere cömertçe yapılan yardımlarla hastalıkları tedâvi eder.
Ramazan, bir öğretmendir; onun misafir olduğu yerler de birer okul. Bu okulun namaz, oruç, fitre, Kur'an okumak ve dinlemek, çokça zikir ve duâ yapmak gibi dersleri vardır. Misafirin bulunduğu zamanlar, onsuz yaşanacak on bir ayın muhâsebesini yapan, geleceğe beden ve ruh olarak hazırlanan başarılı öğrenciler, misafir öğretmen okuldan ayrılırken Allah'ın rahmet ve rızâ diplomasını alırlar. Ramazanın öğretmenliğinden yararlanmak için, onu bize gönderen Zât'ın, Gerçek Yöneticinin tüm emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçmak, kurallara uymak, verilen on bir aylık ödevleri yerine getirmek, dünya sınavını kazandıracak eğitimi her an sürdürmek gerekiyor.
Bu misafir, eğlenceden, karşılama törenlerinden hiç hoşlanmadığı halde, o misafire, hatta onu bize gönderen Zât'a düşman olduğu halde bunu gizleyen medya gibi sahtekârlarca ve onu yanlış tanıyan câhillerce dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik ve nefsin arzuları doğrultusunda bu misafir ağırlanmak istenmekte, böylece o aziz misafir rahatsız edilmekte, küstürülmektedir. Bazıları onun eğlence, müzik, tiyatro, ortaoyunu, meddah ve Karagözden hoşlanacağını zannediyor. Halbuki o, bunların bizim hastalıklarımızı artıran uyuşturucular olduğunu hatırlatmak için geliyor.
Medya, Ramazanın gelmesini engelleyemediği için, onun faydasını en aza indirecek yollar bulmaya gayret edecektir yine. Ramazanla insanımızın sımsıcak ilişkisini bozmak isteyecektir. Bu güzelim misafirin bizi ziyaret ettiği her ay, biraz sansasyon, biraz iftira, biraz istismar ve biraz da irticâ adıyla İslâm düşmanlığının tezgâhlandığı medya pazarında, yutanlar yutsun, yutmayanların da boğazına dizilsin diye bakalım bu ayda iftarlık olarak ne eşantiyonlar verilecek? Bu misafirin insanı ihyâ etmesini istemeyenler bu ayda da boş durmazlar. Bu ay onların da pazarıdır. Dinin ticareti de, istismârı da, dine hakaret piyasası da hayli iş yapar, müslüman mahallesindeki medya adlı salyangoz pazarında. Hipnotize edilmişçesine kendinden geçmiş ve etkilenmeye hazır, ağzı açık müşterilere sihirli kutunun yalancı aynasından geçirilen bayat ve kokmuş dolmalar yanında, taze avlar da menüye konulup yutturulur. Ramazandan yararlanarak müslümanların dine yönelişlerini frenlemek için, temcit pilavı olarak medya tarafından bu yıl da ne çirkinlikler sunulacak, hep birlikte göreceğiz. İnsanları diriltmeye gelen muhteşem ve muhterem Ramazanı öldürmek isteyenler, en azından yaralamaya kalkanlar çıkacak. İnsanın bozulan kalp/gönül motorlarını tamir etmeye gelen Ramazan'ı tahrif edip bozmaya yeltenenler olacak. Kâfirler vazifesini yapacağı gibi, Ramazan münâfıkları da iş başında olacak. Onlar görevini yapıyor, yapacak. Peki ya biz?!
Kaçıncı defadır bu misafir geliyor, beraberinde getirdiklerini bir müddet sonra kapı dışına atıyorsak mirasyediden farkımız olmayacak, emânetlere ihânet ettiğimiz tescillenecek. Bu misafire şâhit olup ev sahipliği yapmamızın artan sayısı, aynı zamanda ölümün yaklaştığının da habercisi. Önemli olan Ramazanın getirdikleriyle bilinçlenip dirilerek, onun eğitiminden geçip ölümden sonrasına her an hazır olmak.
Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz fırsatlar sunar. İçkiciler bile Ramazan Hoca'ya saygısından o varken içmez veya azaltmaya çalışır. Cehennem kapıları onun ziyareti şerefine kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da bu zaman diliminde kilit vurulur. Ramazan Hoca, kendini seven bir mü'mine neler öğretmez ki... Hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, misafir hoca yanında sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırmak için, çeşitli usûllerle gerekli her eğitimi verir Ramazan Efendi. Ramazan, bilindiği gibi bir uyarıcı, bir vâizdir aynı zamanda. Herhalde siz de duyuyorsunuzdur; ruhlarımıza hitap ettiği sesiyle, kendini seven bizlere şu mesajları veriyor vâiz Ramazan:
"Bu dünya, imtihan alanıdır. Burada ne ekildiyse, âhirette o biçilecektir. Bilindiği gibi, Yüce Allah, insanları sadece kendisine ibâdet ve kulluk yapmaları için yaratmıştır. Allah’ın yasakladıklarından kaçıp O’nun rızâsına uygun davranarak her ânımızı ibâdet sevabıyla geçirebiliriz. Dünyada, yaşadığımız günü zorluk ve sıkıntılardan uzak geçirmek istediğimiz ve yarınları düşündüğümüz gibi, âhiretteki sonsuz hayata daha fazla önem verip esas yatırımlarımızı oraya yapmalıyız. Para kazanmanın, dünyada bir ev sahibi olmanın bedeli olur da, cennetin bedeli olmaz mı? Sonsuz mutluluğun bedelinin de müslümanca güzellikler olduğunu unutmamalıyız.
Her çeşit putlardan yüz çevirip Allah’ın istediği gibi iman etmeden kurtuluşa ermek mümkün olmadığı gibi, sadece kuru bir “iman ettim” demekle de iş bitmemektedir. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. “Ben el-hamdü lillâh mü’minim” demek, “tüm düşünce ve davranışlarımı Allah’ın hükümlerine göre düzenleyeceğime söz veriyorum” demektir. Hayatta karşılaştığımız her zorluk ve sıkıntı da, her nimet ve hayır da imanımızı test eden sınavlardır.
Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmiyoruz, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibâret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş. Dünkü çektiğimiz sıkıntı gibi, yaşadığımız rahatlıkların da bugün için pek bir önemi yok. Bizimle âhirete gidecek olan, sadece sevap ve günahlarımız olacak. Her hareketimiz, sağ ve sol omuzlarımızdaki kameramanlarca filme alınmaktadır. Yarın bunların ödül veya cezaları verilecektir.
Yaşadığımız toplumda ahlâksızlıklar artıyor, insanların birbirine güven duygusu kalkıyor ve yeterince yardımlaşma yapılamıyorsa, bunun temel sebebi; insanların gereği gibi iman edip Allah’a teslim olmamasıdır. Allah’ın Kitabını öğrenip hayatına geçirmeye çalışmayan insanların, öldükten sonra “Kitabın ne?” sorusuna “Kur’an” diye cevap vermeleri mümkün değildir. Bu sorunun cevabı olarak, Kur’an’dan fazla önem verip okudukları gazetenin, televizyon kanalının veya ahlâksız sanatçı ya da futbolcunun ismi dillerinden dökülecektir.
Cennet insanın hayallerine dahi sığmayacak güzellikte yaratılmış; fakat nefse ağır gelen, nefsini terbiye edememiş, ona esir olmuş insanlara çok zor gelen işlerle kuşatılmıştır. Akıllı insan, geçici ve kısa bir dönemdeki rahatı, sonsuz güzellik ve mükemmel nimetlere değişmez.
Sadece bu dünyada yaşayacağını, hayatın bu dünyadan ibâret olduğunu düşünerek yaşayan insan, canlı cenâze gibi yaşar; hem kendisi, hem çevresi böyle sorumsuz bir hayatın acılarını tadar. Ama öleceğini düşünerek, ölümden sonra ya cennet veya cehennem olduğunu, her şeyden hesaba çekileceğini düşünerek yaşayan kişi, kendisi huzurla dolu olduğu gibi, etrafına da sadece güzellikler yansıtır. Unutmayalım; mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor. Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında; ölümü, kıyâmeti, dirilişi, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak, müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Akıllı insan, kendini hesâba çekip ölüm sonrası için çalışan ve Allah’ın her an kendisini gözlediğini unutmayan insandır."
Rabbimizden hem kendimiz, hem de liyâkat kesbeden insanlarımız için Ramazanın yeniden dirilişlere, canlanış ve uyanışlara vesile olmasını, secde yerlerini gözlerimizden dökülen incilerle süslediğimiz sahur seccâdesinin üzerinde tüm içtenliğimizle isteyebilmeli, fiilimizle de bu duâya iştirak edebilmeliyiz.
Ne mutlu, Ramazanı gereği gibi değerlendiren, Ramazanla hayırlara doğru değişenlere! Kim Allah’ın dostluğuna sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum, o neye sahip?
TERSYÜZ EDİLEN NAZAMAR
Herkes inancının/dâvâsının gereğini yapıyor. Esas problem müslümanlarda. Ramazan'ı aslî çizgisinden saptırmak isteyenler, sadece fıtratları bozulmuş İslâm ve Ramazan düşmanları değil; iyi niyetli ama câhil, samimi ama âdetleri ibâdetleştiren, ibâdetleri de âdetleştiren müslümanların çoğunluğu da bu durumda. Zâten lâyık olduğumuz şekilde yönetiliyor, hak ettiğimiz şekilde muâmele görüyoruz. "Ey iman edenler! Siz kendinize (kendi görevlerinize) bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olunca dalâletteki/sapık kimse size zarar veremez..." (5/Mâide, 105). Biz bu yazımızda dışımızdaki güçlerin doğal tavırlarını değil; müslüman halkın Ramazan'la ilgili doğal olmayan tavırlarına değinmek istiyoruz. Hakk'ın dinindeki Ramazanın özellikleriyle halkın dinindeki Ramazanın özelliklerini örneklerle karşılaştırmak, böylece Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermenin gereğini hatırlatmak bu yazının amacı olacaktır.
Hakk'ın dininde Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır (2/Bakara, 185). Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.
Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır. Tıka basa yeme ayı, oburluk ayı değil; açlık ve mideyi dinlendirme, ruhu gıdalandırma ayıdır. Ramazan, zenginle fakiri en azından gündüzleri eşit yapar. Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, bencil duyguları ve hayvanî arzuları tatmin etme anlayışına dayanmadığını öğreten bir ibâdettir. Oruç, fiil olarak fakirlik halini yaşamaktır. Sosyal adâlet fikrini, yardımlaşma duygusunu; açlık halini yaşatarak öğreten bir ibâdettir. Oruç sâyesinde zengin mü'minler de beden ve ruh yönünden fakirliğin sınırları içinde yaşarlar. Tok insanın açın halinden anlamasını kolaylaştırır oruç.
Açlık ve sabır ayı olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler öncesinde piyasa canlanır, koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere havâle edilmek için evlere yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur'an okumaya ve nâfile ibâdete, kültürlerini arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir; yağlılar, börekler, çörekler, Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla meşgul edilir. Medya "Ramazan Yemekleri" ve "Yemek Târifleri" programları yapar.
Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır. "... Oruç sabrın yarısıdır..." (Tirmizî, Deavât, 86, 87), “Oruç bir kalkandır.” (Buhârî, Savm 9; Tirmizî, İman 8). Oruç, irâdelerimizi güçlendirir. Sabır ve sebâtımızı arttırır. Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs germeyi öğretir. Zorluklara dayanabilme, nefsin isteklerini geri çevirebilme ayıdır bu ay. Ruhumuzu eğittiğimiz bir aydır Ramazan. Dilimizin okumaya, beynimizin bilgiye yöneldiği, gönlümüzün İlâhî huzurla coştuğu, benliğimizin her çeşit ibâdete koştuğu bir aydır, öyle olması gerekir.
Günümüzün manzarası ise; "oruç kafası" diye nitelenen sinirlilik, acelecilik, iftar öncesi telâş ve özellikle trafikteki keşmekeşlik ve kazâ yoğunluğu... Tek kelimeyle sabırsızlık ve stres. Sebep olarak gösterilen iftirâ da hazırdır: "Oruç kafası!" Oruç insanda sabır kapılarını sonuna kadar açar, açlık da insanı olgunlaştırırken; insanımız bırakın oruç tutmanın hakkını vermeyi, aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra, sahurda da gün boyu hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo arttırmaya çalışmıştır. Buna rağmen sinirlenmenin ve sabırsızlığın suçu oruca yüklenir, bir ibâdete hiç bağdaşmayacak kadar çirkin ve yalan şekilde iftirâ atılır. Dinlenme değil, “din”lenme ayı olması gereken Ramazanda daha bir tembellik ortaya çıkar, uyku ve uyuşukluk ile, geyik muhabbetleriyle, işi rolantiye alıp boş vakitle israf edilir bu değerli günler.
Ramazan itikâf ayıdır. Ramazan ayının son on gününde itikâfa girmek sünnettir. “Hz. Peygamber, Ramazanın son on gününde, vefatına kadar itikâfa girdi. İrtihalinden sonra da zevceleri itikâfa devam ettiler” (Buhârî, İtikâf 1). Halkın Ramazanında itikâf yoktur, hatta adını bile telaffuz etmekte zorlanır insanımız. Câmi cemaatine anket yapılsa, "itikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır.
Ramazan İbâdet ve Mâneviyat ayıdır. Ramazan takvâ ayıdır. Oruç, yüce dinimizin haramlarından korunup sakınma duygularını, yani takvâyı geliştirir (Bakara, 183). Mü'min, bu önemli faydayı da sağlamak için, günah davranış, söz, işitme ve bakışlardan korunacak, sakınacaktır. Oruç, ruhî ve ahlâkî bir eğitimdir. Ramazan tevbe ayıdır. Günahları terketme, kötü alışkanlıkları bırakma ayıdır Ramazan. Kendine dönme, âhireti tercih etme ve diriliş ayıdır. Bütün vücut organlarımızın, tüm duygularımızın da oruca ihtiyacı vardır, onlara da oruç tutturmak gerekmektedir. Ramazan; haramlara, şeytanî özelliklere, nefsimizin kötü isteklerine karşı bir sığınaktır, bir kaledir. Oruçla bu kaleye girilir. Ramazan; göz ve dillerini kontrol altına alarak ağızlarını kapayıp kalp ve gözlerini açmaya müslümanları hazırlıyor. İmsaktan iftara kadar geçen zamanda, Ramazan içinde bulunduğunu, oruçlu, yani ibâdet halinde olduğunu hatırlayan kimse, sanki Allah'ı görüyormuş gibi, yaptıklarını ölçülü ve güzel yapmaya çalışacaktır. Oruç, insana ibâdet için yaratıldığını hatırlatır, her dakikanın Allah'ın emir ve yasaklarına uygun olması için gayreti artırır, ruhu olgunlaştırır. Oruçlu insan Rabbini daha çok düşünür ve huzura kavuşur. Mideler rahatladığı için bütün vücutta bir hafiflik hissedilir, kâmil bir oruçla gönül saflaşır, berraklaşır, daima iyi şeyler düşünür. Yani kâmil bir insan olmanın yolları açılır, oruçla nefsin kötü isteklerine dur demesini öğrenir insan.
Günümüzde Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik planda hayata yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve kurumları, belediyeler ve özellikle medya Ramazanı "ibâdet ve mâneviyât ayı" olmaktan çıkarıp eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan çadırları konser salonu görevi de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında teravihlerdeki salevatları bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan daha fazla eğlenceye, tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer ayırmaktadır. "Ah eski Ramazanlar!" Sanki asr-ı saâdetteki her ânı ibâdet coşkusuyla değerlendirilen Ramazanları hasretle hatırlayıp ona özenmektedir bunu söyleyenler. Hayır, bu güzel arzudan değil bu nostaljik iç geçirmeler... Ya niçin, Lâle Devrinden sonra ve özellikle Tanzimatla birlikte yabancı ve yabancılaşmış insanların Direklerarası gibi eğlence mekânlarındaki gayr-i İslâmî faşingleri, festivaller, câhilî örfler, lüks ve isrâfa âit hâtıralar ve onları canlandırma gayretleri; Rum ve Ermeni şarkıcıların bozuk şive ve bozuk ahlâkla icat ve icraatları olan kantolar ve bayağı ve de cıvık eğlenceler için... Bir de Ortaoyunu ve meddah... Televoleci kanalların bunları canlandırması değil; Ramazan ruhunun ne olduğunu bilen/bilmesi gereken kanallar, gayrı müslim azınlıkların alternatif Ramazanı olan Direklerarasını Feshanelere taşıyan, namaz kılanları çadır eğlencelerine çağıranlar insanı üzüyor.
Zekât ve sadaka ayıdır. Yardımlaşma, ihsan, ikram ve cömertlik ayıdır Ramazan. Fıtır sadakası vermek bu aya mahsus bir ibâdet olduğu gibi, hayır ve hasenâtı çoğaltmak da bu ayın eseridir. “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de kendisiyle Cebrâil (a.s.) karşılaştığı zaman daha da artardı. Rasûlullah, Cebâil ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu” (Buhârî, Savm 7). “Hangi sadaka daha fazîletlidir?” diye sorulunca, en büyük insan; “Ramazan ayında verilen sadaka” buyurmuştur (Tirmizî, Zekât 28). Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya yüz tuttuğu ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık haline getirtir Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla, bu ayda fakirlere ekstra yapılan yardımlarla...
Günümüzde kısmen yapılan bu ikram ve yardımlaşmalar, daha çok zenginlerin birbirini ağırladığı, tanınmış kimselerin sofralara dâvet edildiği, iftar ziyafetlerinde israf ve gösterişin hâkim olduğu bir tarzda olabilmektedir. Çevrede, hatta uzak yerlerdeki fakirlerin, dul ve yetimlerin iftarlara dâvet edildiğini, kendi evinde iftar ziyafeti kadar oralardaki sofraları donatmanın gerektiği unutulmaktadır. Bilmem kaç yıldızlı otellerin, başka toplantılarının içkisiz yapılmadığı balo salonlarında Firavun sofralarına benzer tarzda iftar, günümüz insanına has tuhaflık olduğu gibi, iftar ve Ramazan ruhuna da hakarettir.
Ramazan, bir okuldur. Bu okulun namaz, oruç, fitre, Kur'an okumak ve dinlemek, çokça zikir ve duâ yapmak gibi dersleri vardır. Bu ayda geçmiş on bir ayın muhâsebesini yapan, geleceğe beden ve ruh olarak hazırlanan İslâm'ı yaşayan insanlar, bu ay sonunda Allah'ın rahmet ve rızâ diplomasını alırlar. Ramazan okulundan yararlanmak için, dinimizin tüm emirlerini yerine getirip haramlarından kaçan gerçek müslüman olmaya gayret etmek, ibâdetlere ve Kur'an'a sarılmak gerekir. Ramazan ayı, nefsimizi kontrol altına almayı, zorluklara ve arzulara direnip sabretmeyi öğrettiğinden, her çeşit haramları, kötü alışkanlıklarımızı da bırakmak, bu oruç ayında daha kolaylaşacaktır.
Ramazan okuluna kaydolan öğrencilerin, hele başarıyla diplomasını alan ve gelecek on bir ay için gerekli donanımlara sahip olan kişilerin sayısının yeterli olduğunu kimse iddia edemez.
Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz bir fırsattır. İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır. Cehennem kapıları kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da Ramazanda kilit vurulur. Bir mü'min açısından Ramazan, hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez ve benzeri abur cubur atıştırmadan yapamayanlara, arada sırada yiyip içmeden edemeyenlere, bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları gösterir Ramazan. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.
Ramazan, para gibi maddî ve fânî şeyleri yüceltmenin yanlışlığını öğreten bir aydır. Kapitalist işverenler, ağır işler vermeye, işçisini ezip sömürmeye Ramazan'da da devam edecek, mesai ayarlamasına gitmeyeceklerdir. Laik düzenin, Ramazanda ayrıcalık göstermesi beklenmemelidir tabii; o yine askerler, memurlar, okullardaki öğretmen ve öğrenciler için iftar saatine uygun ayarlamalara, Ramazanın mânevî yapısına uygun düzenlemelere gitmeyecektir. Ama, müslüman iş adamları da çalıştırdıkları işçilere aynı zulmü yapıyorlarsa, Ramazan'ın özellik ve güzelliklerinden bahsetmeye hakları olmayacaktır.
Ramazan, her şeyden önce Kur'an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe ayıdır, diriliş ve devrim ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle değerlendirilen, ibâdeti günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti gösterilen, mânevî özelliklerin, takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır. Namazlarını aksattığından mü'min olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla iman tazeleyip namazlı mü'min hale geleceği, namazlıların, namazı huşû ile ikame etmeye ve nâfile ibâdetlere alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan güzel alışkanlıkların edinileceği aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere; sahurlar da teheccüd saatinde kalkıp gece namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu gibi; mukabeleler, Kur'ansız ve Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz günün geçirilmemesi gerektiğini öğretir, alıştırır.
Ne var ki, Ramazan’ı ters çevirip nazamaR’a dönüştüren, farkında olmasa da Kur’an ayı’nı tahrif eden kimseler Ramazan’a rağmen değişememekte, Ramazan çeşmesinden kaplarını dolduramamaktadır.
Ne mutlu, Ramazanı gereği gibi değerlendiren, Ramazanla hayırlara doğru değişenlere! Yazıklar olsun, imtihanda olduğunu unutup dünyayı sadece geçim ve seçim dünyası kabul edip ibâdetleri ihmal eden ve Ramazan'ı hevâsı istikametinde değiştirenlere!
İNSANI RABBİYLE VE KENDİSİYLE BARIŞTIRAN, UNUTULMUŞ BİR İBÂDET: İ'TİKÂF
İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma çabasıdır. Bulunulan konumdan dışarı çıkmaktır; hicretin farklı bir açılımıdır değişim. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’min bir ayağı sırât-ı müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. Rüyâda kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp gözleyebildiği gibi, (meselâ rûhunun, hayâl âleminde bedeninden soyutlandığını varsayarak hayâlen bindiği sanal helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine, çevresini kuşatanlarla birlikte bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi kontrol edip gözden geçirebilmelidir. Bu nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan yabancı bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle dinleyip kritik edebilmeli; sokakta yürürken, nehy-i ani'l-münker görevini kendi nefsine de yapabilecek kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri insan, i'tikâf rûhunda yakalayabilir, bu rûhu koruyarak her zaman tümüyle hayatına geçirebilir. İ'tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme, hesaba çekebilme ve öncelikle kendine ma'rûfu emredip öncelikle kendindeki münkerlere karşı çıkarak nefsini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır.
"Mekân" önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen ciddî bir unsurdur. Bir sefâhet mekânı, ya da çokça haramlar işlenen yer ile Mescid-i Haram'ı mukayese edince; insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle nasıl farklı mekânlarda çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır. İşte i'tikâfın, Allah'ın evi kabul edilen câmilerde yapılması, insana kazandıracağı olumlu açılımlar yönünden değerlendirilmelidir. İnsan üzerinde büyük etkisi olan unsurlardan biri de "zaman"dır. İ'tikâfın herhangi bir zaman diliminde yapılmasının câiz olmasıyla birlikte, kâmil anlamda Ramazan'da ve özellikle de Kadir gecesinin bulunduğu tahmin edilen bu kutlu ayın son on gününde olması boşuna değildir.
Hindistan'ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü oynayan Hind lideri Mahatma Gandi'nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski devirlere damgasını vuran, özellikle Doğuda yaşamış bazı kişilerin, dünyevî faydalarından dolayı da olsa, bu tür özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının rûhu arındırıp düşünceye açıklık getirdiğinin tecrübeyle sâbit olduğundan, çok eski toplumlardan itibaren yaşanan bu tavır, İbrâhimî çizginin ana hatları üzerinde yaşayan Hanîflerde de görülüyordu. Buna şâhit olan Hz. Peygamber, fıtratının da yönlendirmesiyle bi'setinden önceki günlerde çevresindeki toplumun ve tüm insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira'da inzivâya çekiliyordu. Demek ki bazen uzlet şeklinde uygulanan i'tikâf, eski şeriatlerde de vardı. Zâten şu âyet de i'tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret etmektedir: “... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.” (2/Bakara, 125). Bu âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret edildiği değerlendirilir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.
İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir durumdur. Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar açabilir. Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye edilmemiş, yalnız kalanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte i'tikâfta bu tür riskler bertaraf edilmiştir. Mu'tekif, yalnız değildir; o Allah'la birliktedir, O'nunla baş başadır. O'nun evinde, O'nun misâfiri olarak O'nun ikram ve ihsanlarına muhâtaptır. Manastıra kapanmış râhiplerden veya tüm insanlardan soyutlanarak bin bir gün çilehâneye çekilmiş mistiklerden farklı durumdadır i'tikâftaki mü'min. O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle koparmamış, sadece asgarîye indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah etmek için, cemaatle günde beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü taraflarını değerlendirme fırsatıyla câmide Allah'a yönelmiştir. Mistisizm, ferdî inzivâ ile toplumdan tümüyle koparak sadece kendini ıslahı prensip edinirken; mu'tekif topluma daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ ulaştırmak, onların ifsâdına engel olmaya hazırlanmak için kendini ıslah isteği içindedir. Günümüzde müslümanların hayatını hemen tümüyle kuşatan modern yaşam, kalabalık içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde bencilliğin öne çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ'tikâf rûhunda ise yalnızlık içinde toplum; yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar sözkonusudur. Dünya içinde ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah'a, rûhî özelliklere yakın bir yaşama tarzı vardır i’tikâfta.
İ'tikâf, mü'min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır. Sporcular, önemli maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış dünya ile ilgi ve ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü'min açısından da içindeki ve çevresindeki düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa çekilmedir; Koruyucu hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i'tikâf. Her gün yarım saat, bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm ve şehâdet râbıtası yapmak, i'tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli gıdâlardır.
Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale gelmiş dâvetçi, bazı zamanlarda sadece Allah'la kalabilmeli ki, toplumu hayra doğru değiştirme bilinci bilensin. Hangi şuur ve tavsiye içerdiği belli olmayan bir söz var: “Kendine iyi bak!” İki arkadaşın birbirinden ayrılırken selâm ve temennî yerine söyledikleri bu sözü konumuza adapte edebiliriz: Günümüz insanı nefsinin hevâsına gösterdiği ilgiyi, kendisini insan yapan özelliklere, fıtratına göstermiyor. Modern insan, Rabbını unuttuğu için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu (59/Haşr, 19) günahkâr yapı arzetmektedir. İ’tikâf gibi ibâdetlerle Rabbına dönmeli ki kendine dönmüş, kendini bulmuş olsun. İnsan, kendine bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve çevresini objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse, vericilerden gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü. Günahlarla kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi ederek sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum, bakış ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i'tikâf bunu sağlar. Göz ve gönül aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i'tikâf.
Ramazan ayı, i'tikâf ayı olduğu ve her Ramazan'da Peygamberimiz'in i'tikâfı hiç terketmediği halde; bugün "müslümanım" diyen kalabalıklar i'tikâfın adını bile telaffuz etmekte zorlanır. Faydasız nice konuların yön verdiği gündeminde i’tikâfın hiç yeri olmadığından, belki ilk defa sizden duymuş oluyordur bu kelimeyi. Bırakın dâvâsı İslâm olmayan sıradan vatandaşları, câmi cemaatine anket yapılsa, "itikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır. Böyle bir zaman diliminde i'tikâfı ihyâ etmenin çok büyük ecri vardır. “Kim, benden sonra terk edilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse, ona, insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir/sevap verilir.” (İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 210) . "Ümmetimin fesâdı zamanında, kim, benim sünnetime sarılırsa o kimse için bir (diğer rivâyette "yüz") şehid ecri/sevâbı vardır." (Terğîb, I/44)
İ’tikâf, kâmil anlamda kalabalık câmilerde ve Ramazan ayında, özellikle son on gününde yapılır. İ'tikâf, câmiden kopa(rıla)n insanımızın Allah'ın eviyle tekrar kucaklaşması, Ramazanın rûhu olan ibâdeti her âna yaymasının prototipidir. Bununla birlikte; i'tikâfı, sadece Ramazandan Ramazana yapmak, günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini geciktirmek ve belki de o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç duydukça, hemen her gün beş - on dakika da olsa Allah'ın evine bu gâye ile sığınmalı, O'ndan yardım istenmeli, O'nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine katılmalıdır. Câmilere sığınma imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde, sokakta ve hatta yatakta i'tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah'ın arzı mescid değil midir? Öyleyse en güzel i'tikâf Ramazan ayında ve câmilerde yapılsa da, i'tikâf rûhunu başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak, ibâdetleri câmi gibi alanlara mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak gibi fecî durumlara yol açabilir. Her an i'tikâftaki gibi Allah'la beraber olma ve her yeri Allah'a ibâdet edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda cihad sevabına da ulaşmak demektir.
İ'tikâf özellikleriyle mü'min, meleklik tarafını (rûhî, mânevî yönünü) her çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve şehvetten/cinsel temastan perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur. Mu'tekif melekleşir, yani meleklerin temel özelliği olan "Allah'a isyan etmemek ve O'nun emirlerini tümüyle yerine getirmek" (66/Tahrîm, 6) sıfatlarına sahip olur. Çünkü i'tikâfta temel ibâdetlerin tamamına yakını mevcuttur. Ana/doğurgan bir ibâdettir i'tikâf. İbâdetlerin fayda ve hikmetleri, tümüyle ve en kâmil şekliyle i'tikâfta vardır. İ'tikâfla, nefis terbiye ve tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada hazırlanılmış olur. İhmal edilen gönlün tâmiri, bakımı, tedâvisidir; gönül aküsünün şarz edilmesidir i'tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip zevk alınan ibâdet, mânevî haz gibi konularda derinleşmektir. Muhâsebe ve olgunluğa tırmanıştır i’tikâf.
Nedir İ'tikâf? İ’tikâf kelimesinin kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan ayrılmamak, kendini bir şeye vermek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak, vaktini onunla doldurmak, bir şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya çekilmek” mânâlarına gelmektedir.
İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibâdet için özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve bazen diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak zarûrî olmayan bütün dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete ve tefekküre hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir. İ'tikâf; mü'minlerin Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile, belirli bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini ibâdete kapatmaları demektir.
İ'tikâf sünneti ve önemi hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaç tanesini kaydedelim: İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanın son on gününde i’tikâfa çekilirdi.” (Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim, İ’tikâf 1, 2, 3, 4; Ebû Dâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbn Mâce, Sıyâm 58)
Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on gün i’tikâfa girerdi. Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa girdi.” (Buhârî, İ’tikâf 17; Ebû Dâvud, Savm 78; İbn Mâce, Sıyâm 58)
Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.), vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından sonra eşleri i’tikâfa girmeye devam ettiler.” (Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 5; Ebû Dâvud, Savm 77)
“İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip sevapların tümünü elde eden kişi gibi kendisine sevaplar kazandıran kişidir.” (İbn Mâce, hadis no: 1781)
“Ramazan’da on gün i’tikâf yapmak (nâfile) iki hac ve iki umre gibidir.” (Taberânî ve Beyhakî’den; Terğîb ve Terhîb, c. 2, s. 526)
Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terk ettiklerine şaşıyorum. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terk ederdi. Fakat vefat edinceye kadar i’tikâfı hiç terk etmemiştir.” (Buhârî, İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5)
İnzivâ ile İ'tikâf Arasındaki Fark: İ’tikâf ile, inzivâ da denilen uzlet birbirinden tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır. “İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” İ'tikâf, bir kutlu arınış; inzivâ ise görevden kaçıştır.
Peygamberimizin Hira'da yaptığı gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin kaynağı Kur'an ile, kâinatın her bir köşesine serpiştirilmiş sayısız âfâkî âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan özbenliğimize yerleştirilmiş enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak, irtibatı yeniden hatırlamak gerekmektedir. Allah'ın başları döndürecek geniş ufuklarında yarattığı âyetlerden algı alanımıza inmiş olanlarını düşünmek, onlarla ilgili hikmetli tefekkürlere dalmak, kendi özbenliğimizde yer alan burhanlara durup, yeniden bir göz atmak, tefekkürü Kur'an'ın âyetlerinin rehberliğinde yapmak bir ibâdettir.
Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru değildir. Çünkü i'tikâfın amacı, dünya hayatından, nimetlerinden kopmak değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı mânevî hazırlık yapmak, yeniden dışa dönük mücâdeleye devam etmektir. Meselâ Hira'da vahyi kuşanan Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek halkın arasına katılmıştır. Toplumun kendisine gelmesini fildişi kulesinde beklememiştir. O inzivâyı değil; i'tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır. Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı temsil ederken; i'tikâf, ferdi de kurtaran toplumsal arınmayı temsil etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna düşebilmektedir. Yani inzivâ ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek böceğine benzemektedirler. Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım derken, böcek gibi "kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme handikapı" ile yüzyüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i'tikâf, halkın içinde kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu bir arınma yöntemidir.
Hira Bir Uğraktır; Durak Değil! Hira'ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu yüzden Rasûlullah'ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah'ın rızâsını kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen geçmektedir. Yani kendi Hiramızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek, bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle kendi kurtuluşumuz dahi, başka mü'minlerle birlikte ortaya koyacağımız sâlih amellere bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm'ın tezkiye modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde meydana getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır.
Rabbimizin rızâsını kazanırken yapacağımız işlerin zemîninde diğer insanlar vardır. Tek başına yapılacak mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi gereken değerleri kazanmada yetersiz kalacaktır. Kısaca islâm'ın arınma modelinde, fertlerin arınışı, toplumun arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal yaşamdan kopuk, bireysel kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm'ın bütüncül mesajına uygun düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle mü'minlerle olan ilişkilerimizi "i'sâr" ilkesine göre düzenlemek zorundayız. Bu ilkeye göre; "kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi mü'min kardeşimiz için de istememeliyiz." Yani diğergâm olmalı, kadirşinas davranışlar sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları paylaşarak çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın kurtuluşu için çaba sarfetmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün müttakîler için de istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi Kur'anî değildir. "Tebliğ"in temel mes'ûliyetlerimiz arasında yer almasından dolayı, kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak durumundayız.
Öz benliklerimizde taşıdığımız şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya sınavını kazanabilmemiz için şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol deneyerek bizi Allah'a karşı sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya çalışmaktadırlar. Bu güçlü çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah korusun ayağımız kayabilir, farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi Allah'ın rızâsını elde etmekten alıkoymaya çalışan cin ve insan şeytanlarına karşı koyabilmek için ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip olmamız gerekmektedir. İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu'tedil arınma usûlü olan i'tikâf bize, şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına direnme gücü kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan bir maça bile kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak zorundayız (Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, Sayı 116-117, Kasım-Aralık 2000, s. 58).
İ’tikâfın Hikmetleri, İnsana Kazandırdığı Faydaları: Hürriyetin, özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan, sadece Rabbıyla baş başa olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını, meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar, güzel zevklerin farkına varır; Kur'an'ı okuma, anlama ve yaşayışına geçirme, zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesi (73/Müzzemmil, 6) gibi güzelliklerle coşar, zevk sahibi olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın yolunu bulur. Câmi ve cemaatle ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ etme, câmi hayatına alışma, hiç haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma, tâat ve sabır gibi fazîletlerle cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya çalışır.
İ’tikâfın en önemli amacı; her ibâdetin gâyesi olan Allah'ın rızâsıdır. Bu temel hedefin gerçekleşmesi için mü’minin/dâvetçinin, dünya meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir. Allah’ın rızâsı için gerekli olan namaz, oruç, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi kontrol, geleceği planlama ve tekâmüle ulaşmasıdır.
İslâm’ı öncelikle kendi gönüllerinde ve benliklerinde hâkim kılamayan insanlara Allah’ın yardım edip onlara devlet gibi nimetler vermesi beklenemez. Dünyada Allah’ın râzı olacağı devlete, âhirette insanın râzı olacağı cennete kavuşmanın yolu, öncelikle tam mânâsıyla müslüman olup Allah’a teslim olmaktır. İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, ma'siyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır. Rûhuna özen göstermeyen bir dâvetçi mü’minin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret beklemeye hakkı yoktur. Zira, “bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.” (13/Ra’d, 11)
İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için enerjisini doldurmak, arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal faâliyetlere ve cihâda daha bir hızla atılmak için, geri çekilip gerilmek ve kısa bir süre Rabbiyle baş başa kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi için muvakkat bir zaman hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi edildikten sonra hastaneden çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp çalıştığı gibi, müslüman için i’tikâf da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta kalır; yenilenip rektefe edilmiş, sabra alışan ve her ânını ibâdete dönüştüren özellikleriyle sosyal hayata daha kuvvetli olarak çıkar. Mânevî yönden daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn nûru ile kalbini düzeltir ve huzur içinde Allah’a yönelir. Nice kimseler vardır ki, fâni olan cisminin sağlığına gösterdiği özeni mânevî yapısına göstermez. Dünya rahatına verdiği önem kadar ebedî hayatını düşünmez. Yatağa düşürecek mikroplardan ve hastalıklardan sakındığı kadar, cehenneme götürecek kalp hastalığından ve mânevî mikroplardan kaçınmaya çalışmaz. Yatırımını sadece dünyaya yapan, rûhî ve mânevî gıdâlarını ihmal eden modern insan, tek kanatlı kuşa dön(dürül)müştür. İşte i’tikâf, huzura, esas hayata ve tükenmeyen saâdete erdirecek tüm imkânlarını, kendisiyle kucaklaşan herkese sunmaya hazırdır.
Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır. Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.
Özellikle i’tikâfla elde edilen, mâsivâyı (O'ndan başka her şeyi) gönlünden silip sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır: Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık, mikroplu sular dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların güzel olmayan akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet pınarlarını akıtıp kalbi doldurmak da mümkündür.
İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar çok özellik bulunmaz. İ’tikâf yapanın namazı vaktinde cemaatle ve huşû ile edâ etmesine yardımcı olur. Nâfile namaz kılma ve gece hayatına, yani Allah için uykuyu bölüp teheccüdle neşelenme imkânına ve alışkanlığına ulaştırır. Mu’tekifin (i’tikâf yapan kimsenin) orucu, takvâya ulaştırır; çünkü onun orucu; gıybet ve yalan gibi haramlardan, hatta gereksiz sözlerden uzak, mescid gibi bir mekânda yerine getirilen oruçtur. İ’tikâf, özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün, kulağın ve dilin, dolayısıyla da gönlün haramlardan korunmasına vesîledir. İ’tikâf, insanı dünyevîleşmekten, hırs ve tatminsizlikten kurtarır.
İ’tikâf, mü’minin Allah ile olan imânî bağını kuvvetlendirip nefsini tezkiye edip arındırır, çevre baskılarına ve fitnelere karşı daha dayanıklı hale getirir. İ’tikâf sâyesinde insan, ahlâk ve ibâdetlerle ilgili zaaflarını gidermek için gerekli adımlar atabilir. Kötü alışkanlıklarını bırakma imkânına kavuşur. Bildiği doğruları ve güzellikleri hayata geçirme gayret ve çabasına kavuşur. Sözlerin yalama olduğu, muhâtapların güzel konuşmalardan değil; ancak güzel yaşayıştan etkilendiği günümüzde, hal diliyle güzel bir tebliğdir i’tikâf. Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi nefislerini unutanlara da önemli bir derstir. Allah için ağlayıp tevbe etmeyi unutan takvâ ve ihlâs konusunda büyük ihmalleri olan ve yaptığı ibâdetlerden zevk alamayan insan için bir şahsiyet okuludur. Kişinin Rabbine yaklaşabilmesi ve kendini O’na adayacak seviyeye yükselebilmesi için fiilî bir duâdır.
Hiçbir şey, Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir. Hiçbir amel, zahmetin azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği sevinç ve huzurun büyüklüğü bakımından zikrullah gibi olamaz. İnsan, ancak Allah’ı gereği gibi ve tüm kapsamıyla zikrederek tatmine ve huzura kavuşabilir. İ’tikâf rûhu, kişiye namaz gibi eylemle, tefekkür ve Allah’ı hatırlayıp unutmama gibi kalp ve beyinle, Kur’an kıraati, duâ, tehlil, tesbih, tahmîd ve tekbir gibi dille yapılan zikirlerle içli dışlı olma tatlarını verir. Zikrin en önemlisi Kur’an okuma, Kur’an’ı düşünme, anlama ve gereğince yaşayıp ahkâmını topluma hâkim kılma çabasıdır. İ’tikâf yapan kişi, kâmil mânâda bu sünneti ihyâ etmek istiyorsa, Ramazanın son on gününde ve câmideki bu arınma sürecinde Kur’an’ı meâliyle birlikte ve düşünerek okuyup hatim etmelidir. Bunun insana kazandıracağı şeyleri yaşamayan bir kimseye anlatmak mümkün değildir; tatmayan bilmez. Hele, maddî imkânı olanların bu muhteşem özellik ve anlatılamayacak güzelliklerle dolu i'tikâfı, Mescid-i Haram'da ya da Hz. Peygamber'in i'tikâflarını yaptığı mescidde, Medine'de yerine getirmeleri... Gerçekten i’tikâf, yüksek mertebelere ulaşabilmek için mü'minlerin mutlaka değerlendirmesi gereken büyük bir fırsattır.
İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh hâletiyle namaz kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki eksiklikleri tesbit etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek mertebelere ulaşmak için bir fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında namazdaymışçasına davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı, Hak’tan uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Bunlar da en doğal şekilde i’tikâfla kazanılır ve sonra devam ettirilecek alışkanlık ve ahlâk haline getirilebilir. Mü’minin, ulaşmak için gayret sarfetmesi gereken bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede gayretleridir. Bu mücâhede sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet duyguları kazanılır. Böylece i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle ilgisini kesmek sûretiyle, başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış, ulaşamadıkları derecelere ulaşma fırsatını yakalamış olur.
İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı yanlışlardan kaçınması da kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı hüsrâna götüren pek çok şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme getirebiliriz. Bunlar, fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkidir.
Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma veya maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki, yani hayır sözün hâricindeki konuşmalar, fuzûlîdir. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin kendisini devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete alındığını, her yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.
Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanların önemli kısmı bile, dille imtihanda pek başarılı olamamaktadır. Nice gençler, konu üzerinde düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve ilim talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti, ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki dengeyi bulamama gibi özellikler yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bunlara, çoğu zaman gıybet, yalan söyleme gibi günahlar da eşlik etmektedir. Mü’min için i’tikâf, Allah’ı zikir, zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her kelime için nefis muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min, kendini olgunluğa alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve gereksiz konuşmaları bırakabilmelidir.
Midesine girenleri kontrol edemeyen gönlünü de denetleyemez. Günahlar, Allah için oruç tutup aç kalana uzak, tıka basa yiyene daha yakındır. Az yemek, sadece kalıba değil, aynı zamanda kalbe de incelik kazandırır, maddî hastalıklara olduğu gibi, mânevî hastalıklara da şifa sebebidir. Nefsin hevâsını, yani kötü isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi fazla uykudan, tembellikten ve gevşeklikten kurtarır. Nitekim Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” İ’tikâftaki mü’minin, kendisini ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı zikretmekten bir lezzet alamaz.”
İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış bazı şeylerden uzak kalma hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş pek çok şeyden müstağnî olma konusunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay tiryâkiliklerini, çerez ve benzeri alışkanlık ve bağımlılıkları, israfı ve ağzına giren her şeyi tekrar gözden geçirme fırsatıdır i’tikâf.
İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki de kişinin kulluğuna ve huzuruna darbe vurma bakımından önemlidir. Çünkü insanların çoğu, diğer insanlarla bir araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi ibâdetlerini yapma ve tamamlama konusundaki güçlerini kaybederler. İnsanlar arasına fazlaca karışmak, ibâdet zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, boş konuşma, aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur.
İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak ihlâsını ölçmesi ve takviyesi için bir fırsattır. Kişi, murâkabe şuurunu kazanabilmek ve âniden gelebilecek ölümü her an hatırında tutabilmek, böylelikle kemâl merdivenlerine tırmanabilmek için, nefsiyle devamlı bir sûrette mücâdele etmesi gerekir. Bu özellikler, en güzel biçimde i’tikâf bilinciyle kazanılabilir.
Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu konuda baş tacı eden, bu unutulmuş sünneti ihyâ ederek kendisi ihyâ olan genç müslümanlara selâm olsun!
Yılda en az bir defa, Ramazan ayında i’tikâfa girmek, Peygamberimizin unutulan önemli bir sünnetini ihyâ etmektir. Hayatımızı namaza benzetmek zorunda olduğumuz gibi, i’tikâftaki Allah’a adanmışlık rûhunu ve işe kendimizden başlamamız gerektiği bilincini her an canlı tutmak da müslümanca yaşayıp müslümanca ölmek için mecbûrî istikametimizdir. Toplumdaki şerleri değiştirmek niyetiyle kendimizi yetiştirip ıslah için haydi i’tikâfa!
BAYRAMLARI BAYRAM YAPAN, ALLAH'A YAKLAŞMA ŞUURUDUR
Bayramlar, neşe ve sevinç günleridir. İslâm, kendi toplumunu huzur ve sevincin zirvelerine tırmandıran kendine has özel günler tesbit etmiş ve tüm bağlılarını bu günlerde birbirleriyle kaynaştırmıştır. Dinimiz, her şeyde olduğu gibi bayram konusunda da orta yolu seçmiştir. Dejenere olmuş toplumlarda görülen bayram enflasyonu da, insan doğasına aykırı bayramsızlık da, fıtrat ve denge dini İslâm'da doğru görülmemiştir. Her toplumun, kendi inançlarına göre, kendine has bayramları olduğu gibi; Medine İslâm devletinin kuruluşundan bugüne bütün İslâm âleminde kutlanan, bu ümmetin de iki bayramı vardır: Biri Kurban, diğeri de Ramazan Bayramı.
İslâmî kardeşliğin, dayanışma ve huzurun perçinlendiği bu mübârek günler, müslümanların huzur, mutluluk, dostlarla dayanışma ve en büyük dost Allah’a yakınlaşma günleridir. Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber, bu günlerin bayram olarak devam etmesini kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir.” (Ebû Davûd, Salât 239, Nesâî, Iydeyn 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/103, 178). Bu Peygamberî tavırdan yola çıkarak, bir müslüman, bu iki bayramın dışında başka bir bayram kabul edemez.
Ramazan bayramı, oruçla, nâfile namazlarla, infak ve ikramlarla Allah'a yaklaşan, sosyal dayanışma içinde zenginin fakirin haliyle hallendiği bir ortamın sonucunda hak edilen İlâhî bir armağandır. Ramazan'daki kulluk okulunun diploma törenidir. “Allahu ekber, Allahu ekber!” şeklinde yüksek sesle getirilen tekbirler de bu coşkunun dış âlemle paylaşılmasıdır. Bu özel namaz ve tekbirler, benzetme yerinde ise, Yaratıcı ile bayramlaşmadır. Namazdan, bu güzel randevudan sonra insanlar arası bayram başlar. Önce aile, sonra akrabalar ve daha sonra bütün müslümanlar birbiriyle bayramlaşır; sesli tekbirler şeklindeki sloganlar da tabiattaki diğer varlıklarla bayramlaşma, onlarla selâmlaşmadır.
Namazsız, ibâdetsiz bayram olmaz. Yüce Rasûl şöyle buyurmuştur: "Bu günümüzde yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır." (Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Edâhî 7). Bayramlar Allah'a yakınlık ve kulluk zamanlarıdır. Her iki bayramda bayram namazı kılınmadan bayram başlamaz. Hac'da, önce şeytan taşlanır, sonra bayram başlar. Şeytanı mağlup etmeden, şeytanlara taş atmadan mü'min bayram yapmaz. Bayramın ilânı çokça ve yüksek sesli tekbirlerle olur. Allah'ın en büyük olduğu, O'nun dışındaki şeylerin çok da önemli olmadığı ilân edilir bayramlarda. "Bu bayram günleri, yeme içme ve Allah için zikir günleridir."
Secdelerle, iç dünyamız bayrama kavuşur. Sevincin en yüksek doza çıktığı bu günlerde ölüm ve ölüler de unutulmaz. Diğer âlemde yaşayan akrabalarla bayramlaşılır. Bayramlar sıla-i rahmin icrâ edilmesi şeklinde yaşayan dostlarla beraberlik olduğu gibi, hayattakilerle ölüler arasında da bir köprüdür. Böylece müslümanın sevincine tatlı bir hüzün ve ölüm ötesi duyarlılık katılacaktır.
Bayram günlerinde boğazımıza dizilen acı bir soru: "Kâfirlerin emrinde ve onların oyuncağı konumunda, çeşitli zulümlere muhâtap, zillet içinde yaşayan dünya coğrafyasındaki günümüzün müslümanları, nasıl sevinip bayram yapsınlar, bayram yapmaya hakları var mıdır?"
Esas bayram, gerçek bayram; İslâm'ın her şeyimize, bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim olmasıyla, Allah'a hakkıyla kulluk sergilememizle ortaya çıkacaktır. Bayramlar Allah'a kulluğun neticesi, Allah'a yaklaşmanın sembolleridir. Esas bayram, tâğutların Cehenneme çevirdiği dünyayı Cennete benzettiğimiz ve Cenneti hak ettiğimiz gün olacaktır. Bayram bir liyâkattir. Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır. Kur'an'ın (sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken tüm hükümleriyle) mahkûm, dünyanın da zindana döndürüldüğü bir zamanda, bayram yapmaya ne kadar hakkımız olduğunu düşünmeliyiz. Medine İslâm Devleti kurulmazdan önce Mekke’de, Habeşistan’da yaşayan müslümanların bayramları yoktu. Bugün küfrün egemenliği altında yaşayan, müslümanca yaşama hakkını elde edemeyen müstaz'af müslümanların bayram yapıp sevinmeye ne kadar hakları olabilir?
Bayramlar Allah'a kulluğun neticesidir. Tüm vücuduna ve nefsinin arzularına oruç tutturan ve kendini Allah'a adayıp nefsini ve sevdiklerini kurban edebilenlere Allah'ın birer lütfudur Ramazan ve Kurban Bayramları. Bu anlayıştan uzak yaşayanlar olsa olsa Şeker ve Et Bayramı kutlarlar. Bayramlar, sadece bir sevinç günü değildir. Aynı zamanda şükür, zikir, diğer mü’minleri hatırlama, muhâsebe ve derlenip toparlanma günleridir. Gönül arzu ederdi ki, bayrama İslâm âleminin gülen yüzü ile girelim ve sevinip bayram yapmaya hak kazanalım.
Bütün bunlarla birlikte, unutmamalıyız ki, her çeşit aşırılık dinimizde yasaklanmıştır. Allah’ın müslümanlara ihsan ettiği bayramları kabul etmemek, o günleri diğer günlerden farksız görmek dinin tasvip edeceği bir husus değildir. Bayramı çılgınca eğlenip Allah’a isyan ederek geçirmek, nasıl bayram rûhunu katlederse; Allah’ın bayram yapmamızı istediği günleri kabul etmemek de bir isyandır. Allah’ın Rasûlü şöyle der: "Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır." (Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu'l-Iydeyn 16). Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat Hz. Peygamber ifade buyurmuşlardır. (Bkz. (Buhârî, Iydeyn 2 ve Müslim, Salatu'l-Iydeyn 16). Bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça ortaya koymak İslâm'ın prensiplerindendir. Biteviye akıp giden sosyal hayatın monotonluğu bayramlarla kırılarak akraba, eş ve dostlar ziyaret edilmekte, fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmekte, küsler barıştırılmakta, Allah’a daha fazla ilticâ edilmektedir.
Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir. Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır. Bunun için de bayramlarda oruç tutmak Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır (Buhârî, Savm, 66; Ahmed b. Hanbel III/34, 35). Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır. Zira bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir. Bu gerçeği göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında ya da lüks bir otelde vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve sevabından mahrum kalmaktır.
Diğer taraftan bu bayramlar İslâm'ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve yüceliğini gösteren müesseselerdir. Bu hakikati görmek için, Güney Amerika karnavalları ile Avrupa'nın faşinglerini ve yılbaşı/noel bayramlarını, İslâm'ın bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir. İslâmî bayramlar, arkasında tatlı hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken; yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece sefâlet, içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki, uyuşturucu, fuhuş ve benzeri çirkinliklerin sebep olduğu nice ıstıraplar ve ölüler bırakmaktadır.
Bayram günlerini eş-dost, hısım-akraba ziyaretleşmeleri yerine; tanıdıklardan uzaklaşma ve hevâ istikametinde eğlenceyi tercih etme, son yıllarda ortaya çıkan ve dünyevîleşerek lâle devrini hortlatmaya çalışan zenginler arasında giderek yayılma temâyülü göstermektedir. Bayram vesilesiyle evden uzaklaşıp büyük masraflara katlanarak tatil ve eğlence yerlerine gidilmesi, bayram yapmak adına bayram rûhundan kaçmaktır. Dinin bu iki mübârek ve kutlu günlerini batılı ve bâtıl ölçülere göre kutlama ve dejenerasyon açısından bir ölçüttür. "Para benim, bayram benim; dilediğim yerde istediğim gibi bayram geçiririm; kim ne karışır?" demeye hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Çünkü para ve her türlü mülk Allah'ın, bayram da İslâm'ın. Sen de müslümansın. İslâmî örfe ters; misafirperverlik anlayışını yok eden; komşu, akraba, dost ilişki ve dayanışmalarını öldüren; fakir-zengin kaynaşmasını engelleyen, nefsin arzu ve isteklerinin ön plana çıkartılıp uygulandığı bir bayram anlayışı, hayatımız ve toplumsal huzurumuz için, nesillerimiz ve ahlâkımız açısından tehlike işaretidir. Özellikle çocuklar ve gençler bayram harçlıklarını gayr-ı meşrû yerlerde harcamamalı, her türlü haram eğlence ve oyunlardan kaçınmalıdır. Müslümanca sevinip eğlenmesini bilemeyenler, sevinçlerinin yarın sonsuz üzüntüye dönüşebileceğini hatırdan çıkarmamalıdır.
Bayramlar, bizi Allah’tan uzaklaştıran değil; Allah’a yaklaştıran günler olmalıdır. İnsan, Allah’a ne kadar itaat ve ibâdetle yaklaşıyorsa o oranda bayram yapmaya hakkı olur. Bir ay tutulan orucun, bu ayda verilen fıtra ve zekâtların, teravih gibi ekstra namazların, yani çeşitli ibâdetlerin yapılmasının sonunda Ramazan bayramı yapılır. Kurban kelimesi, kurbiyet; Allah’a yaklaştıran ibâdet anlamına gelir. Kurban; en değerli varlıklarımızı İbrâhim gibi gözünü kırpmadan Allah yolunda fedâ etmenin; gerektiğinde de İsmâil gibi kendi canımızı hiç çekinmeden O’nun için verebilmenin sembolüdür. Bayram, namaz kılarak başlar, bu günde ekstra tekbirler ve zikirler vardır. Namazdan, ibâdetten kopuk bir bayram anlayışı dinimizde yoktur. Allah’tan gâfil geçirilen günler bayram değildir.
Yine, bayram vesilesi ile, insanı Allah'a yakınlaştırma şöyle dursun; O'ndan uzaklaştıracak TV. özel eğlence programlarının, dinle ve dinin mukaddesâtıyla alay etme ve hakaretler yağdırma anlamına geldiğini bilmek zorundayız. Zira bayram süresince geceli gündüzlü yayına konulan TV. kanalizasyon pislikleriyle bayramımızı kutlamak adına içini/ruhunu boşaltıp isyanlarla dolduranlar, bu iki bayram İslâm'ın ve müslümanların bayramı olduğu halde, en rezil eğlencelerle müslüman mahallesinde salyangoz satmayı âdet edinenlerdir. Çoğu programlara baktığınızda kendinizi bir batılı ülkede karnaval ve faşing gösterileri arasında bulur, bayramları şeytanlara yakınlaşma ve Allah'a isyan günlerine çevirenlerle beraber olursunuz.
Gusül abdesti ile bedenimizi, temiz ve güzel elbiselerimizle dışımızı bayrama uygun hale getirdiğimiz gibi, ruhumuzu da bayramda fazladan tekbir, tefekkür, zikir ve benzeri güzelliklerle arındırmamız gerekmektedir. Kur'an ve Sünnetin çok önem verdiği sıla-i rahmi icrâ, yani yakınlarla ziyaret, telefon, mektup gibi araçlarla tebrikleşerek ihyâ etmeli, büyüklerin ayağına, dostların evine gitmeli, çocukları, muhtaçları, yetim ve dulları sevindirmeliyiz. Bayram ziyaret ve görüşmelerinin İslâmî tebliğ için büyük bir fırsat ve imkân olduğunu unutmamalıyız. Hasta ve ölüleri ziyaret ederek veya en azından duâlar göndererek hatırlamalıyız. Maddî ve mânevî zulümlerle kâfirler tarafından ezilen insanları, aziz olması gereken zelîl müslümanları düşünmeli, onlarla dayanışma içinde olmalı ve kavlî ve fiilî duâlar yollayabilmeliyiz. Her şeyden önemlisi, Arefe gecesi ve bayram gün ve geceleri umumî af günleridir. Bu günleri değerlendirmeli, böyle zamanlarda coşan rahmet çeşmesinden yararlanmak için kaplarımızı nereye tutacağımızı bilmeli, alıcılarımızı esas alınması gereken yere ayarlamalıyız. En büyük insan öyle buyuruyor: "Kim, sevabını Allah'tan ümit ederek Ramazan ve Kurban Bayramının gecelerini ibâdetle ihyâ ederse, kalplerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir." (İbn Mâce, Sıyâm 68). Rabbimizin sayısız nimetlerinin farkında olduğumuzun nişânesi olarak şükür, dilimize ve yüzümüze yansımalı. Evet içimiz ağlasa bile tebessüm yüzümüzden eksik olmamalı.
Câmiler de bayram yapar bayramları ve bayram sayılan Cuma günleri. Diğer namazlarda onda biri bile dolmayan câmiler, bu bayramda genleşir, hâlâ kalbinde küllenmiş iman bulunan insanları da bağrına basmaya, kucağında yer vermeye can atar, kendisini bunca zamandır hatırlamayanlara küsüp onları reddetmez. Ama, “müslümanım” diyenler unutmamalı ki; her gün birkaç kez yemeğe ihtiyaç duyduğu gibi, günde beş kez mânevî gıdâlara da ruhunun ihtiyacı vardır. Ağacın kökü kururken, yapraklarını ıslahla uğraşmak gibidir; beş vakit namaza önem vermeyip ihmal ettiği halde, Ramazandaki teravih ve bayramdaki bayram namazı için cemaate koşmak. Çünkü tevhid en önemli farz, beş vakit namaz da imanın isbatı anlamında büyük bir farz iken; teravih sünnet, bayram namazı da bazı mezheplere göre vâcip, bazılarına göre sünnettir. İslâm ağacının kökü imandır, tevhidî ilkelerdir; Allah'a isyan sayılan tüm davranışlardan, haramlardan kaçmak ve farzları yerine getirmektir. Bununla birlikte, müslüman da câmi gibi toplayan/çağıran olmalıdır; dağıtan/uzaklaştıran değil. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama alnı secdeye değen, câmiye gelenler, cemaatin misafiri sayılır, onlara ihsan ve ikram edilmelidir. Onlardan para istemek yerine; onlara broşür, kitap hediye etmek, maddî ve mânevî ikramlarda bulunmak gerekir. Ama gel gör ki, yardım edilmesi gerekenlerden yardım istenir, doktorun görevini ihmalinden dolayı, hastanın doktoru tedâvi etmesini beklemektir bu.
Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar, insanımıza maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam ve yapılar kişileri Allah'tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken, bardağın dolu kısmını gösteren bayramlar da olmasa teselli kaynaklarımız iyice kuruyacaktır. Gerçek bayramlara ulaşmak temennîsiyle, hak edenlerin bayramları mübârek olsun!
DİRİLTTİĞİMİZ ORANDA DİRİLECEĞİMİZ MEKÂNLAR CÂMİLERİMİZ VE BİZ
Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde Allah’a ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır. Hicrî IV./Milâdî X. yüzyılın başlarından bu güne “câmi” kelimesi, mescid anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir câmi. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Başta namaz olmak üzere her çeşit ferdî ve sosyal ibâdetin, eğitim ve kültürün, değişik sanatların ve çeşitli güzelliklerin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir.
Câminin Müslümanın Hayatındaki Yeri
Kâinattaki varlıkların hepsi ister istemez Allah’a secde ederler (13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49). Evren, tüm varlıklar için bir mesciddir. İnsanlardan bazıları da inanarak ve isteyerek secde ederler. Kendi tercihiyle secde eden insana Allah (c.c.), sünnetullaha uymak zorunda olup secde eden kâinatı, tüm yeryüzünü mescid yapmıştır. "Yeryüzü bana mescid kılındı..." (Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56)
Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır (3/Âl-i İmrân, 69). Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazgeçilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yardımcı olan da oralardır. "Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır." (Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671)
Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahip olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır (İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741). Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için veya Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir (9/Tevbe, 107-108).
Mescidler müslümanlar için birer merkez durumundadırlar. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapmalıdır. Müslümanların hayatı ile mescid arasında sıkı bir bağ vardır. Yüce Peygamber lisânıyla gönlü mescide bağlı olan gençler övülmüş, cemaatle namaz teşvik edilmiş, cemaatle kılınan namaz yirmi yedi derece üstün tutulmuştur. Orada yüksek sesle konuşmak, alışveriş yapmak doğru değildir. Ancak bu demek değildir ki oralarda sadece belli konuşmalar yapılır, müslümanların dünya işleriyle ilgili konuşulmaz. Şüphesiz müslümanların bir araya gelme yeri olan mescidlerde müslümanların sorunlarından konuşulmaksızın söz açmak mümkün değildir. Dünya kelâmı konuşmadan, ibâdet de eksik olacaktır; âhirete ancak dünya kapısından geçilebileceği için, dünya kelâmının hayırlıları, hayırlı yerlerde daha çok konuşulacaktır.
Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün bazı ülkelerdeki mescidler, devlet kurumu gibi, resmî daire şeklinde işlev görmekte, oradaki tüm faâliyetler, tâğûtî rejimler tarafından ücretli köleler eliyle ve resmî kanunlarla belirlenen esaslarla yönlendirilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun), yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabilyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Halbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır (72/Cinn, 18).
Gayri müslimlerin eline geçen İslâm topraklarındaki mescidlerin pek çoğu yakılıp yıkıldı veya amaçları dışında kullanılır oldu. Onlardan geriye ya birer enkaz, ya da hazin hâtıralar kaldı. Bize düşen görev câmileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır.
Kur’an’da mescidlerin Allah için yapılan binalar olduğu vurgulanarak, kullanılışında da sadece Allah'a ibâdete tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hıristiyanlar kiliselerinde, yahûdiler de havralarında Allah'a şirk koşup O’ndan başkasına da duâ edip yalvararak, başkasını imdada çağırarak mâbedlerini puthaneye çevirdikleri gibi, mü’minlerin de mescidlerde böyle yapmamaları kesin bir dille ihtar edilir: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını/başkasına çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” (72/Cinn, 18). Bu âyetteki “mescidler” kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1) Namaz kılmak için binâ edilmiş yerler, câmiler, 2) Namaz ve ibâdet yalnız câmilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından, bütün yeryüzü, 3) Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, “Mescid-i Harâm”, 4) Secde ederken yere temas eden organlar. Dolayısıyla, Mescid-i Haram ve içinde namaz kılınan bütün câmi ve mescidler Allah’ın olduğu gibi, tüm yeryüzü mescidi de, insanların yaratıcısı önünde kulluk ve şükür simgesi olarak secde ettiği organları da Allah’ındır; Allah için ve Allah yolunda kullanılmalıdır.
Mescid inşâ etme, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği Kur’an’da ifade edilir (9/Tevbe, 18). Allah'a şirk koşanların, şirklerini itiraf eden veya davranışlarıyla bunu kabullenenlerin Allah’ın mescidlerini imar ve inşâ etmeye, hakları ve yetkileri yoktur; onların pis ellerini ve haram paralarını böyle mübârek yere bulaştırmaları yakışık almaz ve buna izin verilmemelidir (9/Tevbe, 17). Bu iki âyet, aynı zamanda mescide taraftar olup olmamayı, imanla küfrü ayıran bir alâmet olarak gösteriyor şeklinde de değerlendirilebilir. Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.
Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olanlardan, maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. En büyük zulüm, kişileri Allah’dan alıkoymaktır (2/Bakara, 114). Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...” (2/Bakara, 114) âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kim olabilir?” şeklinde açıklar (Lisânü’l-Arab, “scd” md.). Sadece Allah'a ibâdet edilmesi (1/Fâtiha, 5) gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan edilmesi ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür.
Mescidlerin Gerçek İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir
"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." (2/Bakara, 114)
Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden men eden ve o mescidlerin maddeten ve mânen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Böyle zâlimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun lâyık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey lâyık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah’a şirk koşmak, en büyük zulümdür. Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah denilmekten, Allah’ın hükümlerinin açıklanmasından men etmek ve oraların harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de insanların hakkına son derece tecâvüz demektir. Mescidlerin maddeten veya mânen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, tüm şerlere kapı açarlar.
Mescidleri/câmileri tahrip etme konusunda yarış yapan kişiden daha zâlimi yoktur deniliyor bu âyette. "Mescid" denilince cemaat halinde namaz kılınan yer anlaşıldığı gibi; hadis-i şerifte "Yeryüzü bana mescid kılındı" ifadesini de hatırlıyoruz. Yani yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engelleyen, Allah'ın hükümlerinin uygulanmasını istemeyen, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran kişiden daha zâlim kimse yoktur anlamına da gelir.
Câmilerde, mânâsını anlamadan Allah'ın adını anmaya veya bir adı da zikir olan Kur'an'ı yüzünden okumaya kimsenin karışmadığını görüyoruz. Fakat, bu bir de mânâsını anlayarak ve günlük hayattaki değerlendirmeleriyle söylenildiğinde, mesciddeki bu zikre "büyük zâlimler" karşı çıkacaktır. İnsanın ibâdetlerine ve ibâdet niteliği taşıyan tüm çalışma, toplanma, eğitim, teşkilatlanma gibi alanlarda insanın dokunulmazlığına saldırı, büyük bir zulümdür. Yüce Alah, müslümanların bu zulme ve zâlimlere karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların câmilere (ve câmi gibi ibâdet faâliyetinde bulunulan dernek, vakıf, kurs ve İslâmî okullara) korku ve endişe içinde girmeleri dışında girişlerini yasaklamıştır. Yani, onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda Allah'ın zikri karşısında hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri câmiye (ve câmi gibi müslümanların özel kurumlarına) girdiğinde korku içinde ve ürperti içinde girebilmelidir. Sonra, Yüce Allah onlara hem dünyada, hem de âhirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya ve hem âhiretin tüm gücü Allah'ındır. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Zâlim ve azgın tasarrufları sebebiyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa mâruz kalacaklarını, âhirette ise zâlimler için hazırlanan dehşetli azâba çarptırılacaklarını haber vermiştir.
Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını, dininin tüm kapsamıyla anlatılmasını önleyen ve mescidlerin tüm fonksiyonlarını yerine getirmesine engel olandan daha zâlim kimse yoktur.
“...Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur)...” Yani, “ibâdet yerleri böyle günahkâr kimselerin elinde olmamalıdır; aksine, Allah’tan korkanların yönetiminde olmalıdır. Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale, İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la beraber oldukları, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir.
Bir mescidin “Dırar” olmasının temel sebebi, taşının, halısının, binasının kâfir eliyle yapılması değildir. Sözgelimi, Ayasofya gibi nice mescidler, ilk yapılışlarında tümüyle farklı şekilde ve başka niyetlerle yapılmış olsalar da, müslümanların kontrolünde gerçek mescid halinde kullanılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. “Dırar” denilmesinin asıl sebebi, Allah’ın dininden başka din icad edenlerin mü’minler için tuzak kurmak, onları birbirine düşürmek, aralarına tefrika sokmak ve Allah’ın dinini hükümsüz bırakmaktır. Yani, İslâm’a ve müslümanlara zarar vermektir. (bkz. 9/Tevbe, 107).
Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir (9/Tevbe, 108). Riyâ, gösteriş ve dünyevî çıkar için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Böyle mescidlerde toplananların gâyesi Allah'a varmak için arınma olmaz. Bu tür mescidler, mü'minler arasında tefrika çıkarmak, insanları gözetlemek ve fitne yaymaktan başka bir işe yaramaz. Böyle mescidler, dırar mescididir, yani zararlı mescidlerdir (bkz. 9/Tevbe, 107).
Yeryüzü Mescidi
Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar." (Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84)
Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir (24/Nûr, 55). Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir (28/Kasas, 5-6). O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür ögelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39), Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik (9/Tevbe, 28) olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadığımız sürece köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.
Câmilerimizin Yeniden İhyâsı
Câmilerimizin dışı kâfirleri, içi şuurlu mü’minleri yakıyor. Mü’minlerin problemlerini halledecek mekânın, çağımızdaki şuursuz mü’minlerin sebep veya en azından seyirci olduğu problemler saymakla bitmiyor. İmamların maaşlarının kaynağı ve veriliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, laik düzenlerin veya fert olarak müslüman da olsa bir şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyodu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18) tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır.
Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...
Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da -hâşâ- Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile, bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam iki yüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii, Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. Ama, olmadı... Tutmadı.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde namaz öncesi, sonrası okuyup açıklamalıdır. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız; ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah'a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” (Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y. s. 33-35, 48-49)
Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir. Din ve dünyayı ayrı düşünen inanç sonucu, devletin başındakilere değil de sadece câmide namaz kıldıranlara bu isim münhasır olmuştur. Halbuki imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır.
İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir. İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrap, Peygamberin hakkıdır. Hz. Peygamber’den sonra ise O’nun vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili mevkiinde görüp ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir. İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.
Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...” (Ebû Dâvud) “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” (Tirmizî)
İmamlık, cemaatle namazda bir esastır. İmam olacak kişi, namaz kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir. Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir. Ancak, kişinin ehliyetli olup olmadığı esas alınarak ona en lâyık olan tesbit edilmelidir.
Bu imamlık anlayışı, bütün işlerinde bir idârecinin bulunmasının gerekliliğini ilham eder. Bu kişiler tavsiye ve nasihatlerle onu korurlar. Yine onlar, tâbi olanlarına Allah’a itaat konusunda insanların uydukları güzel bir örnek olurlar. Müslümanlar, siyasî, sosyal ve cihadla ilgili işlerinde imamlığı/yöneticiliği ihmal ettiği takdirde bütün işlerinde aksamalar ortaya çıkacaktır. Çünkü zulmü önlemek, adâleti yaymak, dinî vecîbeleri yerine getirmek, Allah yolunda cihad gibi bütün faâliyetler (ahkâm ve muâmelât) durur. Dinde sadece fertle ilgili farzlar kalır. Namaz için imam seçimindeki prensip neyse, imam/yönetici seçimindeki prensip de odur.
Sahâbe de konuyu böyle değerlendirmiş, son zamanki hastalığında Hz. Ebûbekir’i namaz imamlığına geçiren Peygamberimiz’in bu uygulamasından yola çıkarak, yönetici anlamındaki imamlık konusunda da Peygamber’in onu işaret ettiği sonucu çıkarmış ve o şekilde uygulamıştır. Yönetici anlamındaki imam da, namaz imamlığında olduğu gibi, cemaatin/toplumun rızâsı (bey’ati) ve onlarla müşâvere ile seçilir. İnsanlar bu konuda ihtilâfa düşerlerse hak sahibi, müslüman cumhurun/çoğunluğun seçtiği/bey’at ettiği kişidir.
Bir müslüman seçildiği zaman, artık ona, namaz imamına uyulduğu gibi uyulur. Namaz imamı yanılınca, imamın arkasındakiler, nasıl ve hangi usûlle imamı düzeltiyorlarsa, aynı şekilde imam/halîfe yanıldığı, yanlış davranışlarda bulunduğu zaman düzeltilmesi gerekir. Meselâ imam, namazın rekâtlarını ziyâde ederse ona uyulmaz; tesbih ve tekbir gibi bir usûlle hatırlatılır, doğru olana sevkedilir. Hz. Ömer de devlet başkanı iken Cuma namazı kıldırdığında hutbede cemaate soruyordu: “Ben Haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaatten ses yükseliyordu: “Kılıçlarımızla düzeltiriz.” Hz. Ömer: “Bana bu şuurda cemaaat verdiği için Allah’a hamd u senâlar olsun!” diye şükrediyordu.
Cemaatle namaz, yöneticiler için de bir eğitim ve genel yönetim sahasında sâlih gâyeler için bir enerjidir. Cemaatle/toplumla istişâre etmek, onların hesap sormalarına karşı hesap vermek, onlara nasihat etmek, onların tercih ve eleştirilerine kulak vermek için halife anlamındaki imamın, namaz imamlığını da yapması gerekli görülmüştür. Zaten namaz, mü’minin hayatında prototiptir. Mü’minlerin her işi, her şeyi namaza benzemeli, namazdaki gibi ibâdet bilinciyle yerine getirilmelidir.
İmam, namaz için tâyin edilen vakitten geç kaldığı zaman beklenmez. Cemaat, onun yerine namaz kıldıracak başka bir kişiyi öne geçirir. Hz. Peygamber, namaza çıkmakta gecikince sahâbe böyle yapardı (Ebû Dâvud).
Müslümanın gördüğü her cemaatte, kendisine diğer sosyal ilişkilerde ve özellikle İslâmî devletin yöneticisiyle (imamla) ilişkileri açısından bir eğitim ve bütünlük vardır. Meselâ, namazda, imamın hemen arkasında ehliyetli (muttakî ve ilim sahibi) kişiler vardır/olmalıdır. İmam hata yaptığı zaman ona hatırlatır, âyetleri karıştırdığı zaman onu düzeltirler. İmamlık makamı boş kaldığı zaman, imam bir özürden dolayı devam edemeyeceğinde onlar bu görevi üstlenirler. “Benim arkamda sizden, akıllı ve yanlışları düzeltme gücüne sahip olanlar dursun.” (Müslim). Bu durum, büyük imamlık için de geçerlidir. Namaz, müslümanlara, yöneticilerinin etrafını sâlih, ilim sahibi ve ehil kimselerle çevirmeyi öğretir. Onlar danışma meclisini, istişâre heyetini oluştururlar. İmamlarını nasihatleriyle yönlendirir, genel işlerde onu vekil kılarlar, yanıldıklarında onu hemen düzeltirler.
Neredeyse imâmet-i suğrâ (namaz imamlığı) ile, imâmet-i kübrâ (devlet başkanlığı)nın hükümleri aynıdır. Bu durum, dinin tekâmülüne ve hayatın bütün safhalarındaki hükümlerinin muntazamlığına ve her işin ibâdet olmasına delildir. Bu, onun tek kaynağı olmasındandır; dünya ile âhiretin, din ile hayatın bir bütün kabul edilip ayrılmaması ile ilgilidir. Din, müslümanın hayatının bütününe hitap eder. Onda hayatın özel ve genel değerleriyle ibâdet ve hükümleri arasında ayrılık yoktur. Dinin eğitim anlayışı, insanı her yönüyle kuşatır, kendisini, ortağı olmayan tek bir Allah’a teslim etmek, namazın ve diğer ibâdetlerin, hayatın ve ölümün; âlemlerin Rabbi olan Allah’a âit olması için tek metodda şekillenir (Bk. Hasan Turâbî, Namaz, Risale Y. s. 141-148).
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (4/nisâ, 141). Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir (28/Kasas, 41; 17/İsrâ, 71). Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz gibi damgalara aday, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmektedir. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...
Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, ağaç yetiştirme, veremle savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde (çoğu câmilerde, demek belki daha doğru olur) işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak; yani dilsiz şeytanlık.
Cuma, bayram ve teravih namazları öncesi yapılan vaazlar, canlılığını yitirdi. Her iki anlamda “canlı” değil öğüt ve nasihatler. Meslek anlayışıyla ve görev icabı yapılması yönüyle canlı ve heyecanlı, diriltici içerik ve üslûp tutturulamadığı gibi; çoğu câmide canlı bir konuşmacı yok kürsülerde, sayılı birkaç câmide bir vâizin konuşması, kablo ile sadece ses olarak diğer câmilere ulaşıyor; telefon dinler gibi, uzaktan kumandalı şekilde vaazlar icrâ ediliyor. Böylece bir taşla çok kuş vurulduğu düşünülüyor ama, vaazlar da kuşa benzetiliyor. Resmî yetkililer, birkaç resmî vâizi seçerek, onları kontrol altında tutarak yönlendirmeyi daha kolay görüyor olmalı. Yarın imamlar da vâizler gibi cansız ve sanal olursa şaşırmayın. Bir câmiden, hatta sadece Ankara’dan tek bir merkezden imam tekbir getirir, bulunduğu câmide sesi elektronik aygıtlarla duyan cemaat, o komuta uyarak rükûya ve secdeye gidebilir. “Olmaz, olmaz!” demeyin; burası Türkiye; olmaz olmaz! Bunun ilk adımı olarak, bazı şehirlerde uygulanan ve kısa zamanda bütün câmilerde tatbik edilecek olan bir ilçe veya şehirdeki tüm câmi minârelerinden canlı okunan ezanların yerine, tek bir yerden okunup kablo ile diğer minarelere gönderilen ezan seslerini hepiniz bilirsiniz.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz? Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Halbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!” olmalı.
Câmilerimizle ilgili büyük problemlerimize rağmen, müslüman gençlerin câmileri terk etmeye haklarının olmadığı kanaati taşıyoruz. Şuurlu genç müslümanlarla câmi arasındaki ilişki, bebekle anne arasındaki bağ gibidir. İkisinin birbirinden koparılması her ikisinin de perişan olmasına sebep olacaktır; biri diğeri olmadan sağlıklı şekilde yaşayamaz. Câmiler, tevhidî düşünen gençler olmaksızın mânen harap olacağı/olduğu gibi; câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan "mescid anası"nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum olacaktır.
Medine İslâm devleti ile başlayan mescid/câmi, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir. İslâm’ı sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olan veya olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamıyor, mesajımızı onlara ulaştıramıyor, onlarla anlaşacak bir yol bulamıyorsak, böyle bir anlayış, câmi ve cemaatten önce kendi tavrımızın sorgulamasını gerektirmektedir. Unutmayalım ki İslâm, hemen her peygamber döneminde, garip ve kültürsüz kabul edilen müstaz’aflar tarafından kabul gördü. İslâm, câmilerden etrafa halka halka yayıldı. Önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.
Öyleyse haydi câmilere!.. Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için...
CÂMİLERİN SANAT VE MİMARÎ YÖNÜ
Sanatın ve güzelliğin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Bu kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için” (72/Cinn, 18) yapılan binalardır. Bu ifade, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir. Bununla birlikte “câmilerin Allah için olması” dış yapıyı da kapsar. Binanın maddî güzellikte ve sanatlı olması gerektiği anlamına da gelebilir.
Allah için, O’nun adına yapılan bina, O’na arz ve takdim edileceği için güzel ve îtinâlı, her şeyiyle sanat eseri olmalıydı; nice müslümanların görüş ve anlayışı buydu. O yüzden câmilerin merkezlik ettiği bir medeniyet ve sanat anlayışı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren kendini göstermeye başladı. Câmilerin sanat ve güzelliğe nasıl merkezlik ettiğini inceleyelim:
a) Mimarî Yönden Câmi: Kur’ân-ı Kerim, câmilerin inşâsında azameti tavsiye eder: “Allah’ın, yükseltilmesine izin verdiği (emrettiği) evler” (24/Nûr, 36) ifadesi, câmilerin mimarisinde sanatı ortaya çıkartan en büyük etkendir denilebilir. İnsanın içine huzur veren, kişiye sonsuzluk ufku açan, mü’mini birlik ve yücelik duyguları içinde huşûa götürmeyi amaç edinen bir mimarî tarzı... Yüksek kubbesiyle hâfızların güzel seslerine mikrofonun veremediği ekoyu/yankıyı oluşturduğu gibi, gökkubbe gibi sonsuzluğa açılan pencere görevi yaparak yüce duyguları galeyana getiren mimari. Kulu mânen yükselmeye hazırlayan füzeye benzer minâreleri, ezan sesindeki Allah'a dâvet ve ilâh taslağı tâğutları reddedip onlara meydan okumayı yüksek şerefesinden çok uzaklara kadar ulaştırma görevi yanında, zarifliği ve ilme irşâdı çağrıştıran kalem gibi incecik yapısıyla âdetâ şehâdet parmağı vazifesi görmekte ve göklere yükselmekte.
Müslümanların ortaya koyduğu güzel sanat eserleri içinde câmiler her dönemde ilk sırayı almıştır. Meselâ İstanbul’u câmisiz düşünebiliyor musunuz? O güzelim şehrin güzelliğinde câmilerin katkısını inkâr edebilir misiniz? Selimiye’siz Edirne ve Süleymaniye’siz İstanbul, mâbedsiz şehir Ankara gibi en kara olmaz mı? Turistik amaçlı İstanbul tanıtımlarında bile câmisiz bir afiş veya tanıtımın olmadığını görüyoruz. Câmiler, müslümanların sanat anlayışlarını, tarihî medeniyet birikimlerini gösteren sanat şaheserleri olduğu gibi, müslümanların tapu senedi hükmündedir. Şimdi değilse bile tarihin belirli dönemlerinde müslümanların o topraklardaki hâkimiyetini simgeler. O beldenin “dâru’l-harb”e dönüşmesine isyan bayrağıdır minâreler.
b) Tezyînî Sanatlar Yönünden Câmi: Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz (s.a.s.) için hazırlanan minber, nar büyüklüğünde iki topla süslenmişti ve Efendimiz’in torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin onlarla oynarlardı. Minber süsü olarak bu iki yuvarlak ağaç, ahşap yontma sanatının başlangıcı olduğu gibi, ondan sonraki minber ve câmi süslerinin ilk örneğini teşkil ediyordu.
Minber: Câminin en göz alıcı yerlerinden biridir. Güzel amaca hizmet ettiğinden yapısının, tezyînâtının sanatı da âdetâ konuşmakta, üzerindeki hatibin sesi gibi ses vermekte, ruhun derinliklerine hitap etmektedir sanat lisanıyla. Dantel gibi işlenmiş mermerleriyle, abanoz, fildişi veya sedef gömme işleri içinde geometrik desenler, arabesk ve motiflerle süslenmiş esrârengiz ve muhteşem sanat armonisi. Çeşitli desenleriyle şahane tahta işleri, oymacılık, hemen her büyük câminin klasikleşmiş görüntüsünü oluşturur.
Mihrab: Mermer işlemeciliğinin ve özellikle çini sanatının şaheserlerinin galerisi gibidir. Çini panolar renk ve desenleriyle baştan sona sanattır. En ince kıvrımlar nakşedilebilmiş, mozaikleştirilmiş, hamur gibi yoğrulmuş mermerler... Rengârenk ama gizemli ve derûnî his uyandıran camlar. Bu vitraylardan süzülen nûranî ışıkların akisleri ruhu tümüyle sarar. Gözü fazla meşgul etmemesine de özen gösterildiği anlaşılan canlı desenler... Bunlarla bütünlük arzeden halı, kilim ve seccâde gibi el emeği ve göz nurunun iplik iplik dökülerek sanatlaştığı dokuma ürünleri... Bütün bunlar birbirleriyle uyumlu ve irtibatlıdır. Birbirini çok güzel şekilde tamamlar. Öyle ki, bakan göze bir sanat birliği tesiri uyandırır. Câmiye giren insan, bu güzellikler ve etrafını saran hârikalar karşısında heyecanlanır, ruhunun tüm noktalarında huzur, zevk, coşku... hisleri kıpırdanır.
Mahyâ ayrı bir sanattır. Zannederim günümüzdeki neonlar ve ışık gösterilerinin ilk kaynağıdır. Ezanla birleşince ışık-ses gösterisine dönüşür mahyâ. İçindeki tebliğ yazıları iç-dış güzelliğini, bütünlüğünü ve ezanın mesajını yansıtır. Hat; câmi tezyînatında vazgeçilmeyen bir unsurdur. Hem cemaate tebliğ, hem de güzellik duygusuna hitap eden, müslümanlara ait orijinal bir sanat. Kur’an metninin muhâfazasından doğmuştur hat. Devamlı gelişme göstererek soyut resimle birleşen bir âhenge dönüşmüştür. Mûsikî; Kur’an’ın tilâveti, ezanın makamla okunması müslümanlar için meşrû mûsikîye kaynaklık etmiştir denilebilir. Güzel sesin, okunan Kur’an ve ezanın tesirini artırdığı ve Kur’an’ı güzel bir şekilde ve güzel sesle okumanın Sünnette tavsiye ve teşvik edilmesi, kıraatin aynı zamanda bir sanata dönüşmesine yol açmıştır. Gerçek ses sanatkârı olan güzel sesli hâfızlar, câmi kubbelerini olduğu kadar, ruhları da doldurup çınlatmışlar, dinleyenleri coşturup onların ibâdete meyillerini arttırma görevi üstlenmişlerdir.
Güzel elbise ve câmi ilişkisi de anlamlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbisenizi giyin.” (7/A’râf, 31) Dış ve iç mimarî güzelliği, ses ve söz güzelliği, câmi içindeki insanların maddî ve mânevî güzellikleriyle de bütünlük kazanmalıdır. Mekânın büyüklüğüne ve güzelliğine yakışan elbise giyinmeli ki, Allah’ın evinde bulunduğumuz, O’nun huzuruna çıktığımız, yüce makama ayrıcalık verdiğimiz belli olsun. Bedenini tertemiz yapan, temizliğin güzellik için ön şart olduğunu bilerek abdest alan musallî, elbisesini de necâsetlerden arındırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda süslenerek bayrama gelir gibi gelecek câmiye. Çünkü Rabbıyla beraber olduğu zaman bayramdır onun için; câmi de bayram yeri. Her şeyden çok sevdiği zat, huzuruna kabul için onu çağırmıştır. Çağıran güzel, çağrı güzel, çağrılan yer güzel olunca çağrıya koşan da güzel olmalı, hem de her şeyiyle.
Edebiyat sanatı yönüyle de câmiler önemlidir. Hutbe, vaaz, sohbet, eğitim çalışmaları ve her çeşit emr-i bi’l-ma’rûf merkezi olan câmilerin edebiyat sanatına katkısı çok büyüktür. “İnsanlara güzel söyleyin.” (2/Bakara, 83) emrine uygun, sanatlı, güzel sözler söyleyecektir câmide konuşan. Câmidekiler yumuşak, tatlı ifadelerle, hikmet ve güzel mev’ızalarla müjdelenerek Allah’ın yoluna dâvet edilecekler. Konuşulanların güzelliği gibi, konuşmanın şekli de güzel ve sanatlı olacaktır.
Beden ve kalbin beraberce kulluğu, uyum, âhenk, intizam, rûhî coşkunluk, Allah sevgisi, ezanla zamana tam riâyet, askerî disiplin içinde saf tanzimi, komutana (imam) tam ve hemen itaat, tüm cemaatin aynı anda uyumlu hareketleri, tekbirler ve kıraatlerdeki güzellik, kalbe huzur veren zikir... Evet, bütün bunlar her şeyiyle sanat değil midir? İşte buna sanat içinde sanat denir. Tüm ibâdetler sanattır. Yani, müslümanın bütün hayatı kulluk ve ibâdet şuuru içinde geçtiği nisbette ve o oranda sanattır. Müslüman da ne kadar güzel kulluk yapıyorsa o kadar sanatkâr. Bir yer, câmiye (takvâ mescidine) benzediği oranda sanatlı ve güzel olur. Bir insan da câmide ve namazda olunması gereken hale benzediği oranda kendi canlı sanat eseri olur. Tüm ibâdetlerin prototipi olarak namaz, bir sanat olduğu gibi, yeryüzü mescidinin prototipi olan câmilerimiz de sanatın ve güzelliklerin icrâ yeridir. Câmi ruhunu tüm arza taşımalı, güzellikleri yeryüzünün her yanına yaymalıdır sanatkâr âbid. Çünkü tüm arz mescid kılınmıştır onun için.
Namazsız mescidin maddî güzelliği, mimarî özelliği bir anlam taşımayacaktır. İslâm, her şeyi dengelemiştir. Dışla iç bütünlüğünü, dünya ile âhiret dengesini esas alan din, güzelliğin sadece maddî süslerle olmayacağını bildirir. Mânevî unsurlar olmadan maddî güzelliğin değeri çok azdır. Maddî güzelliğe mânâ yön vermiyorsa denge de sağlanamaz. Demek istiyorum ki, câmideki maddî güzellikler, câmi içindeki mü’minin dış güzelliği hiçbir değer ifade etmez; ibâdet şuuru tüm zerrelere kadar hissedilmez, takvâ, huşû ve huzur olmazsa. “Allah sizin dışınıza, sûretlerinize bakmaz; Sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” Hele câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Câminin süsü, ziyneti neye yarar?
Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.
Önce rûhî, mânevî güzelliği, sonra bununla uyumlu olarak buna ters düşmeyen maddî güzelliği önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin, tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid, takvâ mescidi olmaktan çıkar, güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt (Bkz. 9/Tevbe, 107-110).
Câmileri takvâ ruhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir (9/Tevbe, 18). Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerini veya tâğutları Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur (9/Tevbe, 17-18). Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin ruhunu maddesine kurban edecek, süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel olmak isteyen en büyük zâlimlerdir (2/Bakara, 114).
Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi de içiyle dışı (ruhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.
Tarihten günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler, câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile, onlara benzeterek câmiler inşâ ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip, kendi rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek.
Müslümanların, hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî” ifadesiyle her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi şeklinde kullanıldığını hesap edin.
Tarihte ve günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim köyün minaresi, sizinkinden daha büyük”, “bizim câminin kubbesi, sizinkinin iki katı!” cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler... Bugünkü basit mahalle câmilerinin birisinin parasıyla Mescid-i Nebevî prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.
Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip, ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin süslere boğulması sanat filan değil; eğer sahihse hadis-i şerif rivâyetine göre kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir. Hadis sahih değilse bile anlam olarak bu ifade sahihtir, doğrudur. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor günümüz insanı.
Ruh mânevî varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile, ölü bir yapıdan başka bir şey değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını, çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde, hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir doğu zevkidir. O yüzden câmi sanatına, yanlışsız din olan “İslâm sanatı” değil; yanlışlar da yapabilen, eksikleri ve zaafları da olan “müslümanların sanatı” demek daha uygundur.
MESCİD-İ HARAM, MESCİD-İ AKSÂ, MESCİD-İ NEBEVÎ VE DE AYASOFYA
Mescid-i Harâm: Kur'an'ın bildirdiğine göre "insanlar için inşâ edilen ilk beyt (mâbed)" Kâ'be'dir (3/Âl-i İmrân, 96). Rivâyete göre onun ilk bânîsi Hz. Âdem'dir. Ebû Zerr'in sorduğu sorular üzerine Hz. Peygamber, yeryüzünde ilk mescidin Mescid-i Harâm, ikincisinin ise Mescid-i Aksâ olduğunu açıklamıştır (Buhârî, Enbiyâ 49; Müslim, Mesâcid 1-2). Aynı hadiste aralarının zaman olarak kırk yıl olduğunun belirtilmesi, (kırk sayısının çokluk ve uzaklık bildiren mecaz anlamı kastedilmediyse) Hz. İbrâhim ve Hz. Süleyman'ın eski temelleri üzerine bunları yenilediklerini göstermektedir. Bu mescidlere "beyt" denilmiş, Kâbe için "el-Beyt" (2/Bakara, 125, 127, 158; 3/Al-i İmrân, 96, 97), "Beytü'l-Harâm" (5/Mâide, 2, 97), "Beytü'l-Atîk" (22/Hacc, 29, 33) ifadeleri kullanılmıştır. Tarihî bulgulara göre Mekke, Mescid-i Harâm'dan dolayı, eskiçağlardan beri mescidin yeri olarak bilinmekteydi.
"Şu mescidimdeki namaz efdaldir." (Bir başka rivâyette:) "Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Harâm hâriç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır." (Buhârî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505; Tirmizî, Salât 243; Nesâî, Mesâcid 7; Muvattâ, Kıble 9)
İslâm’a göre üç mescid yücedir. Bunlara özel ziyaret yapmak helâldir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî (Müslim, Hacc 74, hadis no: 1338, c. 2, s. 975; Buhârî, Salâtu Mescid-i Mekke 1, 6, 2/76,77, Savm 67, 2/56; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033, 2/216; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326, 2/148). Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namazın, başka mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdal olduğu rivâyet edilmiştir. “Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.” (İbn Mâce, hadis no: 1406). Fazilet bakımından Mescid-i Haram’dan sonra, Mescid-i Nebevî ve ondan sonra da Mescid-i Aksâ gelir.
Mescid-Haram, Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu alandaki câminin adıdır. Hürmet ve saygı gösterilmesi gereken mescid anlamında, “hurmetli mescid” demek olan “el-Mescidu’l-Haram” ismi verilmiştir. Bütün müslümanların kıblesidir. Buraya Harem-i Şerif de denilir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı İbrâhim ve zemzem kuyusu, bu mescidin içindedir. Çevre duvarları 547 metredir. Bu dört duvarında 9 kapı ve çevresinde 92 kubbe ve 7 minâre vardır.
“Mescid-i Haram” Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde zikredilir. Asr-ı Saâdet’in ilk yıllarında namazlarda kıble Kudüs’teki Mescid-i Aksâ iken, hicretten sonra 16. ayda, kıble Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmiştir (Bkz. 2/Bakara, 249-250; 144). Saldırı olmayınca, çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır “Mescid-i Haram’ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” (2/Bakara, 191).
Mescid-i Haram, Emevîler, Abbâsîler, Osmanlılar ve Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe’ye yakın olan kısmın üzeri açık, dış kısımların üzeri kapalıdır.
Peygamberimiz, 7 yerin mescid edinilmesini yasaklamıştır. Bunlar: zibillik-çöplük, mezarlık, yol kavşakları, güzergâhlar, hamamlar, hayvan ağılları ve Kâbe'nin üstüdür (İbn Mâce, Mesâcid 4). Bu gün Suud yönetiminin, Kâbe'nin tepesine diktiği görkemli krallık sarayı, Beytullah'ı ayak altına alırcasına tepeden bakan yapısıyla Mescid-i Harâm'a büyük saygısızlık olduğu gibi; eğer kral ve çevresindekiler namaz kılıyorlarsa, hadis-i şerif gereği buradaki namazların da geçerli olmayacağını belirtmek gerekir.
Mescid-i Nebevî: Rasûlullah (s.a.s.)’ın Medine’ye hicretinden hemen sonra ashâbıyla birlikte binâ ettiği mescid. Bu mescide, Mescid-i Nebî, Mescid-i Rasûl, Mescid-i Şerif, Mescid-i Saâdet de denilir. Bilindiği gibi, devesiyle Medine’ye giren Rasûlullah: “Bırakın deve serbestçe yürüsün” demiş, onun durduğu yerde ikamet edip mescid yapacağını belirtmişti. Deve, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Rasûlullah’ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl hîbe etmek için ısrar ettilerse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi ve on dinar karşılığında burayı satın aldı. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, câhiliyye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Rasûlullah bu mezarlığın kaldırılması istedi. Böylece mescidin inşâ edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesâî, Mesâcid 12). Ensar ve muhâcirden gönüllü kimselerin katılımıyla inşâ edilen bu mescid için Rasûlullah, organize etmek, planlarını yapmak, kıble duvarının tesbit ve inşâsı ve bir işçi gibi taş ve kerpiç taşımak şeklinde bizzat katılmıştır.
Mescidde namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak, mescidin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı. Mescidin doğu tarafında duvara bitişik olarak Rusûlullah (s.a.s.)’ın hanımları için odalar inşâ edilmişti. Yine bu mescide bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için “Suffe” denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Medine’de inşâ edilen bu mescid, aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faâliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi (Nesâî, Mesâcid 20). Birçok kez genişletilen mescid, bazen yeniden inşâ edilmiş, minâreler eklenmiştir.
Mescid-i Nebî’de kılınan namaz, diğer mescidlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Hadis rivâyetinde buradaki namaz, başka mescidlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlı ve faziletli (Ahmed Bin Hanbel, I/16, 184; Nesâî, Mesâcid 4) olduğu ifade edilmiştir. Bunun içindir ki, hac farîzasını îfa etmek için bu topraklara giden müslümanlar, bir müddet (bu müddet, genellikle 40 vakit peşpeşe namaz kılmak için 8 tam gündür) Medine’de kalarak Peygamber Mescidinde ibâdet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Mescid-i Aksâ: Kudüs’te eski Süleyman (a.s.) mâbedinin bulunduğu yerde inşâ edilmiş olan câmiye Mescid-i Aksâ denilir. “Aksâ”, en uzak anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de isrâ olayıyla ilgili olarak bu mescidden bahsedilir. “Kulunu (Muhammed’i), gece vakti, âyetlerimizden bazılarını göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O her şeyi işitir ve görür.” (17/İsrâ, 1).
Mescid-i Aksâ’ya “İliya” veya günahlardan temizlenme yeri anlamında “Beytü’l-Makdis, yahut Beyt-i Mukaddes adı da verilmiştir. Mescid-i Aksâ’ya “en uzak mescid” anlamındaki bu ismin verilmesi, Mekke’deki Mescid-i Haram’a yaya yürüyüşü ile bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Hz. Peygamber, mirac gecesinde; “Burak’a bindim, Beytu’l-Makdis’e gittim” (Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 10) buyurmuştur. Yeryüzünde Mescid-i Haram’dan sonra yapılan en eski mescidlerden birisi Mescid-i Aksâ’dır. Yapımına Dâvud (a.s.) başlamış ve Hz. Süleyman tarafından tamamlanmıştır.
Mescid-i Aksâ, hicretin 16. ayına kadar müslümanların kıblesi idi. Hz. Ömer devrinde Kudüs fethedilince, oraya giden halîfe gece vakti Beytü’l-Makdis’e girdi ve bütün gece orada namaz kıldı. Sabah olunca ezan okutarak cemaatle namaz kıldı. Beytü’l-Makdis’in mukaddes hâtırasına bir mescid yaptırdı. Bu yapıya Mescid-i Ömer denilir ve asıl Mescid-i Aksâ burasıdır. Mescid-i Aksâ diye ziyaret edilen büyük câmi, Kubbetü’s-Sahrâ diye isim alır. Dört yandan merdivenlerle çıkılan geniş bir seddin ortasında, sekiz köşeli ve yüksek kubbeli bir binadır. Kubbetü’s-Sahrâ’nın bir ziyâret yeri olmasına karşılık, Mescid-i Aksâ, bunun bir ibâdethanesini teşkil eder. Mescid-i Aksâ deyince; İslâm kaynaklarında Kubbetü’s-Sahrâ, mezar, türbe, tekke ve sebil gibi dinî amaçlarla yapılmış yapıları içine alan yaklaşık 150 dönüm kadar bir arazi üzerine serpilmiş binalar topluluğu anlaşılır. Dar anlamda Mescid-i Aksâ deyince, Kubbetü’s-Sahrâ’dan uzakta olmayan ve Abdülmelik tarafından inşâ edilmiş bulunan câmi kast edilir.
Süleyman Ateş'in Alfred Guillaume'in makalesinden yola çıkarak Mescid-i Aksâ ile ilgili iddiası hayli farklıdır: Mescid-i Aksâ ne Kudüs'teki Süleyman mâbedi, ne de gökte bir mâbeddir. Hz. Peygamber'in zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci'râne Vâdisinde bir namazgâhtır. Ci'râne Vâdisinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ (yakın mescid), Hz. Peygamber'in namaz kılıp ihrâma girdiği namazgâhına da Mescid-i Aksâ (uzak mescid) denmiştir. Dolayısıyla, isrâ olayının olağanüstü bir durumu yoktur, bedensel bir yürümedir; mîrac da ona göre ruhsal bir yükselme ve müşâhededir. (S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 272).
En Fazileti Üç Mescid ve Bugünkü Konumları
Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” (Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326)
Bu üç mescidin üstünlükleri, onların peygamberler eliyle kurulmalarından gelmektedir. Mescid-i Haram, yani Kâbe, bütün varlıkların kıblesi, Mescid-i Nebevî, takvâ üzerine kurulan Son Peygamber'in mâbedi, Mescid-i Aksâ da eski Peygamberlerin kıblesi, müslümanların da ilk kıblesidir.
Bu Üç Mescid, Günümüzde Müslümanların Esâretini Haykırıyor!..
Ne yazık ki, en faziletli bu üç mescid de farklı şekillerde hür değil. İslâm ümmetinin malı ve kutsal değeri olan Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî bir kral ailesinin keyfî yönetimindedir. Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu, Kur’an’da mübarek kılındığı bildirilen bölgede yer alan Kudüs ise siyonist kâfirler tarafından işgal edildi. Bu işgalle beraber Mescid-i Aksâ ve onun yanında bulunan diğer İslâm mirası siyonist tehdidi altındadır. Diğer mescidlerin birçoğu da İslâm dışı siyasî anlayışların kontrolündedir.
Mü’minlerin kalbi Allah’ın evidir. Câmiler de Allah’ın evidir. Her müslüman, kalbinde Allah’ın evini taşır. Câmiler, kentin içindeki rûhânî merkezlerdir; dünyanın rûhâniyeti ise Kâbe’de odaklaşır. O Beytullah’tır. Önce, Mekke’yi mi kaybettik; yoksa kalplerimizi mi? Mekke, kalplerimizde imanî zaafımızın karanlığında mı kayboldu?
Herhalde önce kalplerimizdeki imanı kaybettik. Sonra mâbedlerimizi, câmilerimizi ve Mekke, bütün bunların toplamı olarak tıpkı câmilerimiz gibi fonksiyonunu kaybetti. Mahkûm hale geldi. Kalplerimiz, câmilerimiz ne halde ise Kâbe de o halde. Mekke, bizim aynamızdır; biz de Mekke’nin. Mekke, haksızlıklara, zulme ve sömürüye karşı bir kıyam yeri olması gerekirken (5/Mâide, 97), bir meskenet yuvasına döndürülmek, bir emin belde olması gerekirken kan ve gözyaşının yurdu haline getirilmek isteniyor!
Fâiz haramdır. Ve Mekke’de haccedebilmek için hür olmamız gerekli. Gerçekten müslümanlar bugünkü dünyada hür müdürler ve hacca gitmek için ödedikleri fâizin hesabını nasıl verecekler? İlk kıblemiz Kudüs’ün işgaline bile son verecek irâdeyi ortaya koyamayan bir Haccın temsil ettiği rûhânî atmosferin kemâlâtından ciddi olarak şüphe etmek gerekir. Haccın normal şartlarda rükûnları bellidir. İslâm’ın genel ilke ve prensipleri ışığında Haccı değerlendirdiğimizde birçok boşluklar bulunduğu görülecektir:
Bugün en basitinden kendisine hac farz olan birinin haccedebilmesi için Suudi polisinin o kişi hakkında iyi not vermesi gerekir. Sakalınızın tipi, ya da nereden geldiğiniz, fikrî ve siyasî kanaatleriniz sizin haccetmenize engel teşkil edebilir. Allah indinde kusur olmasa da Suudi kralının memurları indinde suçsa yine de haccedemezsiniz. Onlar bizden olduklarını söyleyen ulu’l-emirler olarak, biz kabul etmesek bile üzerimizde hüküm sahibi olduklarını sanmaktadırlar.
Mekke de en az câmilerimiz kadar ruhundan soyutlanmıştır. Günümüzde hac, işin İlâhî ve istişârî yönü bir kenara bırakılıp sadece bir törene dönüştürülmüştür. Haccın anlam ve hikmeti bir kenara itilmiştir. Suud kralları sözde hâdimlikten bahsetseler de, vize uygulamaları ile, doğrudan doğruya mukaddes topraklar üzerinde egemenlik/hâkimiyet haklarını kullanmaktadırlar. Bu uygulama, Suudi krallığına mânevî bir meşrûiyet bandrolü olarak kullanılmak istenmektedir. Oysa bugün bunun mümkün olmadığını Suudi kralı dışında hemen herkes bilmektedir.
Kutsal yerler sorununun âcil olarak çözümü gereklidir; Kâbe, Mescid-i Aksâ ve câmilerimiz... Buraların uluslar arası statüsünün teminat altına alınması gerekir. Bu da ancak uluslar arası planda İslâmî bir velâyet sistemi ve temsilî şûrâ ile mümkün olabilir.
Müslümanların ibâdet edecekleri yere, bin bir güçlükle gitmesi, pasaport ve vize zorluklarına muhatap olması, harç ve toprakbastı gibi haraçlar alınması belirli yaştan sonra veya kota olarak belirlenen sayıdan fazla olan, daha önceden bu görevi yapmış olan müslümanlara hac ibâdeti için müsaade edilmemesi, sadece uçakla ve lütfen izin verilmesi, hac paralarının aylar önce toplanarak bankaya faize yatırılması, hac organizesinin laik bir devlet kurumu olan Diyanet Vakfı’nın dışında yapılamaması, hac masraflarının en az iki misli fazla alınarak, hacıların sırtından bazı şahıs ve kurumların hortumculuk yapması... müslümanlarca kabul edilemez, din özgürlüğüyle bağdaşamaz. “Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i Haramı (saygıya lâyık evi) insanlar için kıyâm (yeri) kıldı...” (5/Mâide, 97) Buna rağmen, bırakın kâfirlere karşı kıyamı ve bunun için hac zamanında her ülkeden gelen müslümanlarla istişâre ve strateji planlarını, Amerika ve İsrail’i kınayan bir yürüyüş ve sloganı bile silâhla durduran bir rejim, insanlara siyasî bir mesajı kitleleri öldürme pahasına kesin şekilde yasaklayan, İslâm’ın hayata hâkim olması doğrultusunda Mescid-i Haram’ın uygun bir yerinde 15-20 kişiden oluşan bir cemaate bile sesli bir şey anlattırmayan, vaaz ve nasihate müsâade etmeyen yaklaşım, işgal zihniyeti değil de nedir? Müslüman halk, o yüzden o ülke rejimine Suudi Amerika demektedir. İnsanlar için toplantı ve güven yeri kılınan Allah’ın evi (2/Bakara, 125); savaşmanın, kan dökmenin yasaklandığı emin yer (2/Bakara, 191); küfrün ve şirkin her çeşidine ve Allah’ın hâkimiyetini tanımayanlara karşı insanlar için bir kıyam merkezi kılınan Kâbe (5/Mâide, 97), bugün ne kadar güven ve emniyet yeridir, toplantı ve kıyam yeridir?
Kral, Kâbe’ye kuşbakışı bakacak şekilde Beytullah’tan yüksek saray inşâ edemez. Mescid-i Haram’ın kapısına “Önce Allah, sonra vatan, sonra kral” yazdıramaz. Bu, Allah’la beraber başka şeyleri de bir araya getiren bir tür teslis (üçleme)dir. Hiçbir mescidde Allah’la beraber başka çağrılar yapılamaz (72/Cinn, 18). Kâfirlerle bile zorunlu haller dışında savaş yapılamayan emin beldede Amerika ve İsrâil’i protesto eden hacılara ateş açmaktan ve onlarca hacıyı öldürmekten çekinmeyen zihniyet kabullenilemez. Mekke, özel konumundan dolayı, herhangi bir devletin ulusal egemenliği içinde herhangi bir şehir olarak değerlendirilemez. Orası, bütün dünya müslümanlarının ortak şehri ve malıdır. Orada tek bir devletin bayrağı dalgalandırılamaz; bir rejimin özel kanunlarına tâbi tutulamaz. Herhangi bir mescid ve ibâdet yerini îmar eden, hatta kendi arsasına, tümüyle şahsî bütçesinden mâbed inşâ ettiren bir kimse bile, o yeri şahsî malı gibi kullanamaz, bazılarını o mescide kabul etmeme hakkına sahip değildir (2/Bakara, 114).
Tüm müslümanların ibâdet edecekleri bir yerde, bir kimsenin sahiplik iddiası geçersizdir. Mekke ve hac organizasyonunun, Mekke ve Medine yönetiminin müslümanlardan oluşacak uluslar arası bir kurulun denetimine ve idaresine verilmesi İslâm’ın ve müslümanların hakkıdır. İslâm Konferansı veya başka bir teşkilâtın bünyesinde teşekkül edecek bir kurul, her sene hac organizasyonunu üstlenir ve bunu uygular. Her ülkenin çıkardığı hacı adayı sayısına göre kurulda temsil edilecek delegeler hac boyunca sağlanan döviz gelirlerini de organizasyon masrafları olarak kullanabilirler; artan miktarı da o bölgelerin temizlik, nizam ve intizamına, onarımına harcarlar.
Mescid-i Aksâ’nın yürekleri yakan durumu, mü’minlerin boy aynası, boy ölçüleri için gösterge... Hıristiyanlık, yahûdilik ve İslâmiyet açısından da kutsal bir kent, etrafı mübarek kılınan belde (17/İsrâ, 1). Oraya hâkim olan, dünyaya hâkim olmuştur denebilecek bir simge ve psikososyal moral ve güç kaynağı.
Günümüzdeki durumu belirtmeye gerek var mı bilmiyorum; Fesad, katliam, vahşet, dehşet... Siyonizm ve emperyalizm, sadece Kudüs’ümüzü değil; İslâm âlemini işgal altında tutuyor. Kudüs’ün, Mescid-i Aksâ’mızın işgalden kurtulması için çalışmak, tüm gayretimizi seferber etmek, cihad etmek farz-ı ayın.
Kıblelerimize Yönelerek Kıyam: Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar Mescid-i Aksâ’yı vahiy gereği ilk kıble kabul ettiler; oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz de önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe’ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki “kıyam”ı, hem de namaz gibi ibâdet ve farz olan küfre başkaldırı anlamındaki “kıyam”ı kıbleler tâyin edecektir. Biz de kıblelerimize karşı yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Haram Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru “Allahu Ekber!” diyerek kıyama duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah Mescid-i Haram’dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ’dan çıktı mîrâca. Mescid-i Aksâ’ya ayak basarak yükseldi göklere. Biz de namazlarımızın mîrâc olmasını istiyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de; göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak Mescid-i Aksâ’yı asansör veya kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak değerlendirmeliyiz.
Mescidlerimiz işgalden kurtulduğu gün Mescid-i Aksâ’mız da kurtulacak, Mescid-i Haram’ımız da. Mescidlerin kurtuluşu da Allah’ın evi olan gönüllerimizin işgalden kurtulması ile sağlanacaktır.
Kiliseden Câmiye; Câmiden Müzeye: Ayasofya
Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğunun en önemli kiliselerinden biri olarak 537 yılında yapılmıştır. 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethi için şükür namazı burada kılınıp İstanbul’da ilk ezan burada okunarak, fiilen ilk İstanbul câmisi olmuştur. Kilise devrindeki adını fetihten sonra da koruyan Ayasofya Câmii, İstanbul’da ilk Cuma namazı kılınan câmi de olmuştur. Kiliseden câmiye üç gün içinde tamamen çevrilen Ayasofya, bu sebeplerden dolayı, İstanbul fethinin en büyük sembolü olmuştur.
Ayasofya câmiye çevrildikten sonra, Fâtih, vakıf geleneğini sürdürerek, buraya vakıflar tahsis etmiş ve devamlı bakımı için tam 62 görevli tâyin etmiştir. O günden sonra tam 481 sene Ayasofya, içinde namaz kılınarak mescidlik gibi ulvî bir vazife görmüştür. Câminin vakfiyesini hazırlatan Fâtih, bu câmiyi puthaneye ya da çıplak turistlerin seyrettiği müzeye çevirenler için tâ o günlerde lânetler yağdırmıştır. Fâtih’in vakfiyesinde şunlar yazılıdır:
“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fâsid bir te’ville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kast eder ve aslını değiştirir, fürûuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellîlik hakkı gibi şeyler ister, yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın meleklerin ve bütün insanların ebediyyen lâneti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyâmet gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenleredir. Allah işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü, sekerâtı, kıyâmet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve heybetini, nekiri ve soracaklarını, âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü hatırlasın. O gün hiçbir kimse, hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah'a aitttir.”
Ve... Ayasofya, 24.11. 1934 tarihli ve 2/1589 sayılı bakanlar kurulu kararı ile müzeye çevrilir. Artık Ayasofya’nın sembollüğü farklılaşmıştır. Câmilerimizin elden çıktığının, işgal edildiğinin, devletin emriyle kapatılıp, ancak tâğûtî güçler istediğinde lütfen açılmasına izin verildiğinin simgesi... Müslümanların öz yurtlarında esâretinin sembolü...
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti Ayasofya için şöyle ağıt yakıyor: “Ey İslâm’ın nuru Ayasofya! Şerefelerinde fethin şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mâbed! Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?! Hani minârelerinden göklere yükselen, tâ mâveradan gelen ezanlar? Hani o İlâhî devir, İlâhî nizamlar? Aysofya ses vermiyor, Ayasofya bomboş, Ayasofya bir hoş!
Hani nerde şu muşteşem minberde, binlerce erin, binlerce gâzinin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor! Ayasofya, Ayasofya! Seni bu hale koyan kim, seni çırılçıplak soyan kim? Hani kubbelerden gönüllere, gönüllerden kubbelere gürül gürül akan, sîneler yakan Kur’an sesleri!... Kur’an sesleri dindirilmiş, müslümanlar sindirilmiş. Allah, Muhammed, hulefâ-i râşidîn, bu din ulularının isimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!
Ayasofya! Ey muhteşem mâbed! Merak etme, Fatih’in torunları yakında seni câmiye çevirecekler. Gözyaşlarıyla abdest alarak secdeye kapanacaklar. Tehlil ve tekbir sadâları boş kubbelerini yeniden çınlatacak. İkinci bir fetih olacak. Ozanlar bu fethin destanını yazacak, ezanlar ilânını yapacaklar. Sessiz ve öksüz minârelerinden yükselen tekbir sesleri fezâları inletecek. Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şerefine ışıl ışıl yanacak. Bütün dünya Fâtih dirildi sanacak. Bu olacak Ayasofya, bu olacak! İkinci bir fetih, yeni bir ba’sü ba’delmevt. Bu muhakkak...”
E Z A N
“Ezan”, sözlükte, duyurmak, bildirmek, ilan etmek, çağrıda bulunmak anlamına gelen bir masdardır. Kavram olarak ezân; 5 vakit farz namazları ve Cuma namazının vaktinin geldiğini müslümanlara duyurmak için okunan özel ifadelere denir. Ezân, müslümanlara ait, sözleri hadislerle kesinleşmiş, okunması dinî bir emir olan namaz çağrısıdır. Ezân okuyana müezzin, ezân okunan yere de mi’zene denir (Bu kelime daha sonraları Türkçe’de minare şeklinde söylenmeye başlanmıştır).
Ezân, yalnızca namaz vaktinin, namaz için toplanma zamanının geldiğini ilan eden sözler değildir. Bu özel ibâdet, mü’minleri Allah’a itaat etmeye, şuura, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî dirilişe dâvettir. Mü’minlerin gür bir sesle, yiğitçe Allah’ın adını yükseltmeleri, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka Rab olmadığını, seslerinin ulaşabildiği her yere duyurmalarıdır. Ezân, Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber ve tek önder olduğunu, mü’minlerin Kıyâmete kadar O’nun izinde olduklarını, O’nun hayatını örnek aldıklarını bildirmek ve ilân etmektir.
Ezân, baştan başa bir özgürlük bildirisidir. Müslümanların, Allah’tan başka hiç bir güç tanımadıklarını, O’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmelerinin sözkonusu olmadığını bütün dünyaya duyurmalarıdır, ültimatomlarıdır. Mü’minlerin İslâm’a bağlı olarak yaşama arzu ve isteklerini, ahid ve akitlerini, bu konudaki kararlılıklarını gösteren simgeleridir. Müslümanlar ezân şuuruyla; tevhidi, Allah’ın hâkimiyetini tebliğ ederken, insanları sadece Allah'a kulluk ve ibâdete çağırırken, kendi özgürlük hedeflerini de dile getirirler. Mü’minler, İslâm’ın hâkimiyeti, ibâdet ve müslümanca hayat özgürlüğü anlamına kavuşan gerçek ezânı, İslâm’ı hakkıyla yaşayabildikleri yerlerde ve zamanlarda okuyabilirler. Müslümanların hâkim olmadığı yerlerde okunan ezânlar yalnızca bir namaz çağrısı ve sınırlı bir din hürriyetidir. Böyle bir yerlerde İslâm’ın hedeflediği ezân şuurundan bahsedilemez.
Namaz Peygamberimizin hicretinden önce Mekke’de farz olduğu ve mü’minler Mekke döneminde de namaz kıldıkları halde, ezan ile birbirlerini namaza çağıramıyorlar, ezan okuyarak namaz için bir araya gelip cemaat olamıyorlardı. Ama ne zaman ki hicretten sonra Medine’de bir İslâm toplumu ve İslâm devleti kuruldu, İslâm egemen bir güç haline geldi; işte o zaman diğer İslâmî hükümler uygulanmaya başlandığı gibi, ezan okuma yükümlülüğü de başladı. Şüphesiz bu durum, ezan olayı ile müslümanların hâkimiyeti arasındaki bağlantıyı gösterir. Müslümanlar tarih boyunca fethettikleri beldelerde öncelikle ezan okumuşlardır. Günümüzde laik rejimlerin ezana ses çıkarmaması, verdikleri küçük tâviz karşısında aldıkları büyük tâvizlerden dolayıdır. Müslümanlara sus payı olmak üzere ezan okumalarına lütfen izin verirler, yakın tarihte ve yaşadığımız coğrafyalarda görüldüğü gibi, canları isteyince de ezanın aslını okumayı yasaklarlar.
Ezanın Başka Dillerde Okunması
Müslümanların yaşadığı beldeleri ele geçiren işgalci müşrikler ile yerli bağîler (Haktan ayrılanlar), genellikle uğramadıkları camiye, kılmadıkları namaza, kuşanmadıkları tesettüre ve uyup gereğini yapmadıkları ezana müdâhale etmekten geri durmamışlardır. Canları istedikçe günümüzde de müdâhale edebilmektedirler. Ya onun sesini kısmaya, ya da asıl fonksiyonunu icrâ edemeyecek hale sokmaya çalışırlar. Etki alanını sınırlamak, başka dillerde okunmasını emredip yozlaştırmak isterler.
Ezanın sözleri Arapçadır ve dünyanın her yerinde Kıyâmete kadar Arapça okunmaya devam edilecektir. Çünkü onun sözleri bizzat Peygamberimiz tarafından tesbit edilmiş ve ümmete emânet bırakılmıştır. Ezanın Arapça aslî sözlerinden başka bir şekilde okunabileceğine hiç bir aklı başında İslâm âlimi fetvâ veremez. Verenler olmuşsa veya böyleleri çıkacaksa, onlar âlim değil; kendilerine ekmek ve emir verenlerin sözcüleridir ve bunların değerlendirmeleri müslümanları bağlamaz. Üstelik hiç bir dildeki ezan çevirileri, aslının etkisini, sözlerindeki derin anlamı, âhengi, haşmeti ve ürpertiyi ifade edemez. Hangi dil “Allahü ekber” sözünü canlı, etkileyici, ürpertici, şuurlandırıcı, uyarıcı, ısındırıcı, kalplerin derinliğine işleyici bir şekilde anlatabilir? Hangi söz “eşhedü en lâ ilâhe illâllah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur!)” bildirisini, iman ilânını, coşkusunu, bağlılığını, yüceliğini, yalancı tanrıları red edişteki kararlılığı dile getirebilir?
Bir semboller sistemi olan dil, onu konuşanların inançlarını, tercihlerini ve dünya görüşlerini; hayatı, tabiatı ve yaratıcıyı algılayış biçimlerini gösterir. Arapça da antropolijik anlamda dillerden bir dildir ve kutsal değildir. Ancak Allah (c.c.) Kur’an’ı bu dille gönderdi, Peygamberini bu dili konuşan bir kavimden seçti. İslâm’ın gelişine kadar sıradan bir dil olan Arapça, Kur’an ile birlikte en zengin dillerden biri oldu. Kur’anî vahiy, bu dile ait kelimelerin içini kendi değerleriyle, kendi dünya ve evren görüşüyle doldurdu. Vahyin, içini doldurduğu bu kavramlar artık Arabça değil; Rab’çadır, İslâm’cadır. Müslümanlar dinlerini bu kavramlarla öğrenirler, algılarlar ve hayatlarını bu kavramlarla İslâm istikametinde dönüştürürler.
Ezanın başka bir dilde (özellikle Türkiye’de Türkçe olarak) devlet zoruyla okutulmaya çalışılması, Din’i protestanlaştırma amacından başka bir şey değildir. Ezanın Arapça dışında bir dille okunmasını savunanlar; dikkat edilirse, ya tepeden inmeci jakobenler, ya da ulusçu düşünen yarım okumuşlar, aydın denilen karanlıklardır. Bunların da Din’i daha iyi anlayıp, daha iyi uygulama diye bir kaygı taşımadıkları bilinen bir şeydir.
Ezan, bir İslâm şiarıdır (sembolü ve sloganıdır). Bilindiği şibi şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmek istiyorlar. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur.
Ezan, yalnızca namaz için toplanma çağrısı değildir. O, bir tevhid duyurusu, bir iman yenileme dâveti, bir birlik (vahdet) ilânıdır. Müslümanları tek bir İlâh’a, tek bir öndere çağırmak sûretiyle onlara kurtuluşun (felâhın) yolunu göstermekir. Şehâdet ilkesine sarılan mü’minler, tek yumruk, tek yürek halinde ve tek gâye uğruna İslâm ümmeti binasını meydana getirirler. Ezan, aynı zamanda bir tebliğdir. Mü’minleri Allah’a ibâdete dâvet ederken, gayri müslimleri Allah’a teslim olmaya çağrıdır. Namaz, Allah’a kulluğun simgesidir. Teslimiyetin, zikrin, boyun eğmenin, Allah’ı büyük tanımanın, duânın, niyazın, en Yüce Makamı tanımanın somutlaşmış halidir. Namaz; İslâm’a teslimiyetin, müslüman olmanın göstergesidir. Ezan, bu teslimiyeti yeniden hatırlatır, bununla mü’minlere şuur ve canlılık verir.
Ezan, insanlara İslâm gerçeğini, ibâdetin yüceliğini, Allah yolunun doğruluğunu haber verir. Ezan, mü’min yürekleri sevindirir, onların esir, aşağı, müstaz’af, sürünen, sünepe olmadıklarını; aziz olduklarını/olmaları gerektiğini ilân eder ve onları Allah’a ibâdetle en güzel hürriyetin tadını tatmaya dâvet eder. Unutmamak gerekir ki ezan, yalnızca dinlenmez, aynı zamanda dinleyen müslümanlar tarafından okunur. Kur’an okur gibi, tabiatın dilini, denizin bestesini, gülün kokuşunu okur gibi… Her bir müslüman duyduğu ezan sesinde, kendi benliğini bulur, parçası olduğu bütünü hatırlar, organı olduğu bedeni aklına getirir. Ezanın sözlerinde imanını, umutlarını, kimliğini, aşkını ve varlığını hisseder.
İlk Ezan: Rivâyete göre Medine’de ilk defa Abdullah bin Zeyd’in gördüğü rüya üzerine ezan okunmaya başlanmıştır. Müslümanları namaza dâvet etmek üzere teklif edilen ‘çan çalma’, ‘ateş yakma’, ‘boru üfleme’ gibi şeyler Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Çünkü İslâm bâtıl dinlere ait ibâdetleri ve onlara ait şiarları kabul etmez. Abdullah bin Zeyd, o gece gördüğü rüyayı ve rüyada kendisine söylenilen sözleri Peygamberimiz’e anlattı. Aynı rüyayı Hz. Ömer de görmüştü. Bunun üzerine Peygamberimiz Abdullah’a, “rüyada öğrendiğini Bilâl’a öğret, okusun. Çünkü onun sesi daha gürdür.” buyurdu. Böylece bugünkü haliyle ezan, dinî bir görev olarak meşrûlaştı (Müslim, Salât 1, hadis no: 377, 1/285; Ebû Dâvud, Salât 27-28, hadis no: 499, 505-507, 512, 1/135, 138-139, 141; İbn Mâce, Ezan 1, hadis no: 706-709, 1/232,233; Buhârî, Ezan 1, 1/157; Tirmizî, Salât 139, hadis no: 190, 1/362; Nesâî, Ezan 1, 2/3).
Ezandan sonra “ezan duâsı”nı okumak Peygamberimiz’in emridir (Müslim, Salât 11, hadis no: 384, 1/288; Ebû Dâvud, Salât 36, hadis no: 523, 1/144; İbn Mâce, Ezan 4, hadsi no: 722, 1/239; Buhârî, Ezan 8, 1/159; Tirmizî, Salât 157, hadis no: 211, 1/413; Nesâî, Ezan 38, 2/22).
Farz namazlardan önce ayrıca okunan ezana kaamet (ikaameh) denir. Ezan, farz namazlar ve cuma namazı için okunduğu gibi; mü’minler, doğan çocuklarının sağ kulağına ezan, sol kulağına kaamet okurlar. Bu ibâdet çocuğun İslâm fıtratına uygun bir amel ve ileride bu fıtratı koruması hususunda bir duâdır (H. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 170-173). Ezan, vâcip derecesinde sünnet-i müekkededir. İnsan doğar doğmaz ezanla, tekbirle hayata adım atar. Ölürken de ezanla, tekbirle musallâya konur, namazı kılınır. Önemli olan bu ikisi arasındaki hayatı ezan ve tekbir mesajı ve gerekleriyle geçirmektir.
Ezan; tekbire, salât ve felâha çağrı olduğu gibi, aynı zamanda bir tebliğdir. Allah'ın hâkimiyetini bütün dünyaya ilân eden bir özgürlük mesajıdır; bir devrim çağrısıdır. O yüzden ezanla dirilen, namazla şeytana karşı zafer kazanan tevhid eri, kulu kula kulluktan kurtaracak bu mesajı topluma yaymaya, sesini ulaştırabildiği tüm yerlerde Hakkı hâkim kılma mücâdelesine ve tevhid ve vahiy ekseninde toplum projesi sunup kişisel, sosyal, siyasal değişim ve dönüşüm için hakkı haykırmış olur. Bulduğu doğruyu ve güzeli, kurtuluş ve huzuru başkalarıyla paylaşmak için “buldum, buldum!” demiş ve bulduğunu bulamayanlara da sunmuş olur.
"Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." (Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320)
Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasülüllah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı?
Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tabliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, "ezan-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed (s.a.s.)’e ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
Peygamberimiz döneminde Cuma namazları için, farzdan hemen önce okunan tek bir ezan vardı. Dışarıda ayrı bir ezan okunmazdı. Cuma namazı için iki ezan okunmasına Emevîler döneminde başlandı. Bu bid'at, Türkiye'nin bütün câmilerinde hâlâ devam ettirilmektedir. Ezanların insan sesiyle okunması da sünnetin gereklerindendir.
Ezan Yasağı; Allahu Ekber’den Tanrı Uludur’a
Ezan, 1932 yılında devlet baskısı ve zorlamasıyla sadece Türkçe tercümesiyle okunmuştur. Türkiye'deki tüm ninâreler, tam 18 sene boyunca "Allahu Ekber!" sadâlarına hasret kalmıştır. Bu Türkçe ezan (!) şu şekilde okunmaktaydı:
"Tanrı uludur, Tanrı uludur;
Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza! Haydin felâha!
Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Tanrı'dan başka yoktur tapacak!"
Arapça aslıyla okuma yasağı 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Ezanın tekrar aslî lisanıyla okunmaya başlamasından ordu rahatsız olmuş, kışlalarda kıpırdanmalar başlamış; bu uygulamayı tekrar hayata geçirenler on sene sonra bu suçlarının (!) cezasını idam sehpalarında ödemişlerdi. Bu uygulama, "laik" olduğu iddia edilen rejimin dine ne kadar müdâhale ettiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Ezanı Arapça aslıyla okumayı göze alan bazı müezzinlerin bu büyük suçu(!) işlediklerinden dolayı fecî zulümlerle cezalandırıldığını biliyoruz.
Artık o devirler bir daha geri gelmez; ezan düşmanı yöneticiler tarihe karıştı, insanımız şuurlandı mı? Hadi canım sen de! Şimdi ihtilâller de devrimler de, tahrifler de postmodern tarzda yapılıyor. Ezanlara da artık sınırlamalar getiriliyor, müezzinler susturuluyor, minarelerin göstermelik sembol özelliğinden başka fonksiyonu kalmıyor. Kısa bir zaman sonra bütün Türkiye câmilerinde uygulanacağı açıklanan ve şimdi bazı şehirlerde tatbik edilen şekilde, bir ilçe veya şehirdeki tüm câmi minârelerinden canlı okunan ezanların yerine, tek bir yerden okunup kablo ile diğer minarelere gönderilen sanal ezanlar devreye girmek üzere.
CÂMİLERDEKİ BİD'ATLER VE CÂMİLERİN YENİDEN İHYÂYA İHTİYACI
Bid'at Nedir?
Günümüzdeki mescidlerin konumunu doğru değerlendirebilmek için, önce "bid'at" konusunu bilmek gerekmektedir. ‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Dinde, şeriatte bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46; Nesâî, Iydeyn 22) “Allah (c.c.) bid’at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, infâkını (hayır yoluna harcamasını), şâhitliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49)
Bu kadar tehlikeli ve imandan uzaklaştırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır (5/Mâide, 3). Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’atin sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at, inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlanmalıdır. Dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır; İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm'a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, halbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir." "Bid’atin tevbesi olmaz" sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.” (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. Ibni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14). Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” (47/Muhammed 17; ayrıca bkz. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16)
Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçilerin bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev; İslâm'ın, olmayan eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan daha fazla dindar olamaz.
Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz'den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak "bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz", "şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır" gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm'da biat (özgür irâdeye dayanan İslâmî seçim tarzı), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâm'a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarate varan tavırları kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurâfelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat modeli olarak kubullenip yaşayanlar, bid’atlerin tuzağına düşmezler (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 87-91).
Mescidlerdeki Bid'atler
Mescidlerle ilgili birçok bid'at, İslâm'a ve müslümanlara rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Gayrı meşrû bid’atlerin arasında, sünnet ve müstahap olarak işlenen bazı sevaplar, bid’atlerin günahını ödemez. Usûl-i Fıkıh’ta bir kaide vardır: “Bir ibâdette müstahap veya sünnet ile bid’at birleşirse, bid’ati işlememek için sünnet fedâ edilir ve o ibâdet işlenmez.” Hatta, böyle bir durumda vâcibin terkinde ihtilâf edilmiştir. Bid’atten o derece sakınılması tavsiye edilmiştir. Günümüzdeki câmilerde/mescidlerde görülen bid'atleri saymaya çalışalım:
a- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilir. Asr-ı saâdette böyle olmuştur. Peygamberimiz'in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi diye bir şey yoktur (bkz. Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 137; Tirmizî, Cum'a 48; Buhârî, Cum'a 13). Dolayısıyla kadınların fitne olduğu(!) ya da fitneye sebep olacağı gerekçesiyle de olsa, câmilere gitmesini engellemek bid’attir.
Kadınların mescide gelip namaz kılmaları sünnettir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden men etmeyin." (Buhârî, Cum'a 13; Müslim, Salât 16; Ebû Dâvud, Salât 13; Tirmizî, Cum'a 64; Ahmed bin Hanbel, 5/17). Hz. Âişe (r.a.), mü'minlerin kadınlarının, şafak vakti çıkıp Allah'ın Rasûlü ile birlikte sabah namazını kıldıklarını söylemiştir (Buhârî, Mevâkît 27). Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en azından bid'at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
b- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır. Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan ve sarmısak gibi hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini istemiştir (bkz. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58). Fosur fosur sigara içen ve sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
c- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Yani, yirmi yedi çeşit fonksiyonu üstlenen câmiye gelen insan namaz gibi ibâdet olan bu kadar farklı icraat yapacak ve karşılığında yirmi yedi derece sevap kazanmış olacaktır. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece yükselten erdem sahibi cemaat...
ç- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin yasak olduğuna dair hiçbir şer'î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde yasaktır (bkz. 23/Mü'minûn, 3).
Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
d- Sadece belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak veya kılınamayacağını iddia etmek de bid'attir, yanlıştır. Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
e- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebil(mişt)ir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.” (9/Tevbe, 84)
f- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid'attir. Müezzinin namaz esnâsındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir davranıştır.
g- Kur'an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid'attir. Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler yapmak da bid'attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına bir Kur'an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
İçinde “mihrâb” kelimesi geçiyor diye, Âl-i İmrân sûresinin 37. âyetinin bir bölümünün mihrâba yazılması, kıble istikametine Peygamberimiz’in ve hulefâ-i râşidînin adlarının ayrı ayrı panolara yazılması, hele bu isimlerin lafzatullah (Allah) yazısıyla aynı büyüklükte olması, en azından bid’at konusuyla değerlendirilmelidir.
h- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir. Mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid'at olduğu değerlendirilir.
i- Mescidlere para toplamak için konan "sadaka sandıkları"na İmam Mâlik karşı çıkmış, "Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı" demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci konumuna düşmemeli. Cuma’dan cumaya câmiye gelen adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması (9/Tevbe, 17) isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Halbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz bir şeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya “yine para isterler” anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, onlardan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” (26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180...)
j- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor, önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor. Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı (9/Tevbe, 17) bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
k- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid'attir. Özellikle Diyanet, kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz. Peygamber'in bizzat yasakladığı hususlardandır.
l- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından şöyle yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmet Câmiini, Eyüp Sultan câmiini veya câminin içindeki yatırı, Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Halbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” (Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326). Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
m- Peygamberimiz'in her Ramazan'da mutlaka yaptığı mescidde i'tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i'tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir eksikliktir. İ'tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
n- Mü'minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar mescidinin özelliğidir. Avrupa'da Türkler tarafından mescid haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah'ın olması gerektiği (72/Cinn, 18) halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
o- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede (9/Tevbe, 107), yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış, "ittihaz (edinme)" kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde "zarar veren mescid" haline dönüşen binalar olabilir.
ö- Rus işgali dönemindeki Afganistan'da ve günümüzde nice yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak yapılması da bid'at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir. Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm'ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları, musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber'in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber'in ümmetine âmin dedirtti. Ömer bin Abdülaziz (ölümü; 102/720), Rasûl evlâdına okunan bu lâneti mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: "Sünnete muhâlefet ediyor..."
p- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik rant vb. bu özelliklerdendir.
r- Mescidlerde Allah'ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması demektir (72/Cinn, 18). Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah'ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır. İslâm'ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
s- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar, eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır (Ebû Dâvud, Salât 67). Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrabın câmideki cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı değerlendirilebilir.
ş- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!” (Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168) “Üç kişinin namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...” (Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266)
t- Bu ölçüler dâhilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan oraya dâvet etmelidir.
u- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
ü- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbinize tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.” (7/A’râf, 55). Duâ, tevâzu ve zillet ile, fakirâne, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa, duâ, tevâzunun tersine bağırma ile, yarış edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
v- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar çok kısa edâ ediliyor ki, bu da bid’attir.
y- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması, halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmilerin Peygamberimiz zamanındaki fonksiyonlarından uzaklaş(tırıl)ması büyük bir bid’attir. Asr-ı saâdette câmiler, yirminin üzerinde ayrı fonksiyonlar icrâ eden hayatın can damarı idi. Mescidlerin bu fonksiyonlarını özet olarak saymaya çalışalım: Câmiler her şeyden önce mâbeddir; cuma namazı ve i’tikâf gibi ibâdetler ancak mescid hükmündeki yerlerde yerine getirilebilir. Eğitim-öğretim ve kültür merkezidir, her çeşit ilmin meşrû şekilde öğretim ve eğitiminin yapıldığı mektep ve okuldur mescidler. Sibyan mektebi görevi yapan câmiler, Kur’an ve hâfızlık eğitiminin yanında diğer bilim dallarında da hizmet görerek halk eğitim kurumu ve kütüphane fonksiyonu icrâ eden mescidler, İslâm devletinde devlet kurumu olarak da çeşitli görevler üstlenir. Siyasetin merkezi olarak câmiler, devlet yönetim yeri, bey’at mahalli, diplomatik görüşmelerin yapıldığı mekân olarak görev yapardı. Aynı zamanda kamu yönetimi açısından temel merkez olan mescidler, ilk dönemden itibaren idarecilerin halkla bir araya geldiği yerlerdi. Asr-ı saâdet’te her türlü istek ve meseleler burada dile getiriliyordu. İstişâre ve organizasyon mekânıydı câmiler. Câmi, bir meclistir, halk/millet meclisidir; Devlet başkanı ve tüm diğer yöneticilerin izleyeceği siyaseti, metodu, düşünce ve projelerini açıklayıp üyelerin görüş, eleştiri ve müzâkerelerine sunduğu bir meclis. Kur’an’ın iktisadî hükümleri de, Asr-ı saâdet’te câmide yürütülürdü. Vergilerin tahsili ve dağıtılmasına bizzat nezâret eden Hz. Peygamber, mescidde toplanan malları gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Câmiler, aynı zamanda Beytülmâl idi; devlet hazinesi buralarda muhâfaza edilirdi. Câmiler adâlet hizmetleri için, mahkeme ve adliye olarak da kullanılmıştır. Her türlü askerî amaçlar için, cihad merkezi olarak da câmiler kullanılırdı. Câmiler aynı zamanda hastahane, tutuk evi, hapishane olarak da kullanılırdı. Mescidlerin temel görevlerinden biri irşâd merkezi olmasıdır. Hutbe, vaaz, sohbet, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker gibi faâliyetler en kapsamlı biçimde ilk mescidden bu yana dünyanın hemen her yerinde câmilerde icrâ edilmiştir. Mescidlerin fonksiyonları bunlarla da sınırlı değildir. Aynı zamanda buluşma ve görüşme yeridir, istirahat mekânıdır, nikâh ve düğün salonudur, yemek yenen ve ziyafet verilen yerdir, misâfirhanedir, ganimet ve malların taksim edildiği, zekâtların dağıtıldığı mekândır, abdest alma yeridir mescidler. Peygamberimiz zamanında şiir kürsüsü şeklinde de kullanılan câmiler, müslümanların müslümanca sanat faâliyetlerini icrâ edebileceği, özellikle tebliğe yönelik sanat ve güzellikler sergilenip sunulabileceği yer olarak mescidler kullanılmıştır, yine kullanılabilir. Kültür salonudur, spor merkezidir, karz-ı hasen kurumudur câmiler.
Câmiler, tarihî süreç içinde, bu fonksiyonlarının bazılarından siyasî amaçlar yüzünden kasıtlı olarak uzaklaştırılırken; bazen de gelişen toplum ve çoğalan nüfus paralelinde câmiler çok fazla kurumu namaz kılınan alan içinde taşıyamaz olarak değerlendirildi. Bünyesinde topladığı bunca hizmetler, zamanla mescide sığmaz oldu ve sonuçta külliyeler, imâretler doğdu. Böylece mescid, birçok müessesenin/kurumun kendisinden kaynaklandığı bir ana kurum olmuştu. Günümüzde mescidlerin bazı fonksiyonları tümüyle tarihe karışmış, bazı icraatlarını da kısmen farklı şekilde vakıflar, dernek ve cemaatler üstlenmiştir. Bir iş, ne kadar namaz ve zekâta benziyorsa o kadar ibâdet yönü ağır bastığı gibi; mescidlere benzediği oranında kurumlar, vakıf ve teşkilatlar hayır kurumu olacak, Allah’ın râzı olduğu mekânlar haline gelecektir.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre, yukarıda özetlendiği şekilde yirmiden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da "câmilerin yukarıda sayılan fonksiyonları tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
z- Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunamaz veya bu iki âyet hiç terk edilemez şeklinde uygulanan kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namazda veya namaz dışında okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatçısına/şarkıcıya benzeyen şahıslar tarafından huşûdan uzak, yapmacık ses gösterisi şeklinde ve gereksiz yere çeşitli makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an makamıyla, Allah'ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid'atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama arada bir yapılıyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Ramazanlarda teravih namazının bölümleri arasında bestelenmiş salevatların müzik makamıyla okunmasının, bazı câmilerde de notaya uygun bestelenmiş ilâhilerin solo veya koro halinde terennüm edilmesinin sünnet olmadığı değerlendirilmelidir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru.
Farkında Olunmayan Bir Başka Bid’at de Sarıksız Takkedir
İmamların, sünnet olmadığı ve daha ilerisi kâfirlerin özel giysisi olduğu halde hâlâ Yunan fesini namaz kıldırırken başlarına geçirmeleri gibi bir tuhaflık cemaatte de gözlenmektedir. İster câmide, isterse evlerinde olsun; namaz kılarken nice müslüman başına takke giymektedir. Bunun sünnet mi olduğu, yoksa dinen yasaklanan bir tavır mı olduğu, sünnet ise Peygamberimizin sünneti mi, yoksa Yahûdilerin sünneti, onların dinî kisvesi mi olduğu konusu, pek gündeme gelmemiş bir konudur. Yozlaşan gelenekle, bid’at ve hurâfelerle yüzleşme cesâreti, bedel isteyen bir tavırdır. Ödenmesi gereken bu bedel de, dini ketmeden/gizleyen kimsenin bedeline göre aslında çok hafif olduğu halde, bu tavırların gündeme geldiğine pek rastlanmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler (takke ve benzeri başlıklar) üzerindeki sarıklardır." (Ebû Dâvud, Libas 24, h. no: 4078; Tirmizî, Libas 47, h. no: 1785)
Bu hadisi, İbrahim Canan, Kütüb-i Site Şerhinde şöyle açıklamaktadır: Hadis, müslümanlarla müşrikler arasında bâriz farkın baş kıyafetinde bulunmasını ifade etmektedir. Baş kıyafetinin İslâmî şekli, kalansuve üzerine sarıktır. Kalansuve fes, takke nevinden başı örten serpuştur. Bazı âlimler, kalansuveyi müşriklerin de giydiğine, buna sarık ilâvesinin İslamî kıyafet olduğuna işaret ederler.
Şârihler, Rasûlullah (s.a.s.)'ın, sarığın altına kalansuve giydiğini, kalansuve olmadan da tek başına sarığı başına koyduğunu, ama sarıksız kalansuve giydiğinin hiç görülmediğini; bu durumun da, kalansuvenin tek başına olması halinde müşriklere mahsus bir kıyafet olduğunun tescili bulunduğunu kaydederler. Kalansuve için "fes"dir, "takke"dir, "külah"dır, "şapka"dır diye tek bir şeyle ifade etmek muvâfık düşmemektedir. "Sarık sarılmasına engel olmayan bir serpuş" diye tarif etmek daha uygun gözükmektedir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/45)
Katolik hıristiyanların dinî lideri papanın, resmî törenler dışında başını hep takke ile örttüğünü unutmamak gerekir. Yahûdiler de ibâdet ederken havralarında başlarını mutlaka takke ile örtmek zorundadır. Yahûdilerin kippa denilen takke cinsinden bu giysiyi başlarına giymeleri, bunu özellikle dinî âyinde ihmal etmemelerinden yola çıkarak, müslümanların, üzerine sarık sarmadan takke giymelerinin hıristiyan papa(z)lara ve özellikle de yahûhidelere benzemek olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Hıristiyan ve yahûdilerin ibâdetlerinde ve günlük hayatlarında müslümanlara benzeme ihtiyacı hissetmedikleri halde, nassların şiddetle yasaklamasına rağmen müslümanların onlara benzemesi ve hele bu benzemenin sevap zannedilmesi çok düşündürücüdür. Peygamberimizin sarıksız şekilde hiç takke cinsinden bir şey giymediğini değerlendirerek, sarıksız bir namaz takkesinin kesinlikle sünnet olmadığı bilinmelidir. Bir adım daha giderek, İbrahim Canan’ın da belirttiği gibi, hadis şârihi âlimler tarafından; tek başına takke cinsinden başa bir şey giymenin müşriklere (günümüzde papa(z)lara ve yahûdilere) mahsus bir kıyafet olduğunun tescil edildiğini belirtmek gerekiyor. Ayrıca, sadece namaz için özel bir kıyâfetin sünnette olmadığını ve bunun hoş görülmediğini de hatırlatalım. Yani, müslüman laik tavırlı olamaz, onun her şeyi namazdaki tavrı gibi olmalıdır. Namazda başka, namaz dışında başka olmamalıdır.
Sarık sarmaya gelince; Peygamberimizin çoğu zamanlar başında sarık olduğunu bildiren çok sayıda haber bulunduğu için namazda ve namazın dışında sarık sarmayı sünnet kabul etmek mümkündür. Bunun yanında, sarık sarmanın tüm ümmeti bağlayacak bir sünnet olmadığını ileri sürenler de vardır. Bu son değerlendirmenin bakış açısında şöyle yorum vardır: “Sarıkla kılınan namazın sarıksız kılınan namazdan şu kadar faziletlidir” şeklindeki rivâyetler, Kütüb-i Sitte’de bulunamamıştır, sahih olmadığı değerlendirilmelidir. Sakalı ısrarla tavsiye eden Rasûlullah aynı tavrı sarık için göstermemiştir. Kendisi sarıklı idi, ama bu onun yaşadığı coğrafyanın ve oradaki örfün bir uzantısı olmalıdır. Çünkü başta peygamberimiz olmak üzere müslümanlar değildi sadece sarık saranlar. Ebû Cehiller de, Mekke müşrikleri de sarık sarıyorlardı. Çöl sıcağında yaşayan insanlar, başlarına mutlaka bir örtü sarmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Bu ihtiyaç, hâlâ geçerlidir. Adana, Hatay, Diyarbakır gibi yörelerden tutun, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, mü’min-kâfir çoğu erkek tarafından bu uygulamanın devam ettirile geldiğini görüyoruz. Hem hadis rivâyeti, hem Hz. Ali’nin sözü olarak rivâyet edilen “sarığın bir Arap tâcı” olduğu ifâdesi de bu yorumu doğrulamaktadır. Peygamberimiz’in sarıklı olduğunu belirten ifâdelere yer verildiği halde, sarığı emreden, ya da tavsiye eden bir ifâdeye Kütüb-i Sitte’de rastlamadım. Bununla birlikte, sarığı tavsiye eden bir ifâde Kütüb-i Sitte şerhinde şöyle yer alır: "Sarık sarın da hilminiz ziyâdeleşsin!" Râvî devamla der ki: "Hz. Ali (r.a.) de: "Sarıklar Arapların taçlarıdır" buyurdular." (Hadis, Teysir'de Ebû Dâvud'a nisbet edilmiş ise de, onda mevcut değildir. Câmiu's-Sağir'de mevcuttur -1, 555-)
Câmiu’s-Sağîr adlı hadis kitabında rivâyet edilen bu hadisin şerhinde İbrahim Canan şunları söyler: Sarığın insandaki hilmi (hoşgörülü ve sabırlı olma halini) artırması meselesinde Münâvî şu açıklamayı sunar: "Sarıkla hilminiz artar, göğsünüz genişler. Çünkü kıyafetin güzelleşmesi kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder; hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar. Sünnette sarık sarıldığı zaman, sarığın bir ucunun omuz arasında serbest bırakılması irşad buyrulmuştur, bu müsneddir."
Sarığın taç olarak ifadesi, yine Münâvî'ye göre, onda izzet, cemal, heybet ve vakar bulunması sebebiyledir. Nitekim krallar da taçlarıyla başkalarından ayrılmaktadırlar. Sarıksız olan diğer kalansuveler ise acemler ve hafifmeşreb insanlara aittir ve onları tefrik eden taçları durumundadır.
Bir başka hadiste: "Sarıklar Arapların taçlarıdır. Onu bıraktıkları vakit izzetlerini de bırakırlar" denmektedir. Deylemî'nin bir rivayetinde sarığın terkedilip kalansuvenin alınması kıyamet alâmeti olarak ifade edilmiştir (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/46).
Bu konuyla ilgili Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri adlı kitabında şunları söyler: “Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan yirmi beş namaza denktir”, “sarıkla kılınan Cuma namazı sarıksız yetmiş Cuma namazına eşittir”, “sarıkla namaz kılmakta on bin sevap vardır” gibi fazilet bildiren hadislerin tamamı mevzûdur (Aliyyu’l Kari, Masnû, s. 118-119, rakam 177).
Muâsır Muhammed el-Gazâli, bu hususta şöyle söyler: “Tirmizî ve Ebû Dâvud’un rivâyet ettiği sarıkla ilgili bazı hadisler okudum. Bunların hiçbir kıymeti yoktur. Şeyh Muhammed Hâmid el-Fakî’nin dediği gibi, ‘sarığın faziletiyle ilgili sahih hadis yoktur.’ Çünkü sarık Arap giysisidir. İslâmî bir elbise değildir (Hz. Ali’nin “Sarık Arapların taçlarıdır” sözü buna delil olabilecek durumdadır. Bak. İbnu’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl, 10/631, rakam: 8235. Bununla beraber bu rivâyet dahi mevzû rivâyet olarak Hz. Peygamber’in hadisi olarak nakledilmektedir. Bak. Beyhakî, Şuabu’l İman, 5/175-176; İbnu’l-Cevzî, Mevdûât, 3/45). İgaller de böyledir. Vâkıa, sıcak iklimler başın örtülmesini mecbur kılar. Beyaz ve geniş elbiseler makbuldür. Soğuk iklimlerde ise sıcak tutması için dar ve kapalı renklerin tercih edilmesi zorunludur…” (Muhammed Gazâli, Sünne, s. 105. “Dış görünüş ve kıyafet itibarıyla Hz. Peygamber’le Ebû Cehil arasında bir fark yoktur. Fark sûretlerde değil; sîretlerdedir. Hz. Peygamber’in şekil ve kıyafetinden nelerin olduğuna değil; Hz. Peygamber’in ahlâkından, dürüstlüğünden, hoşgörü ve insanlığından ne var, ona bakmalıyız. Ona ancak öyle benzeyebiliriz (İsmail Yakıt, Peygamber’i Anlamak, İst. 2003, s. 41-42; Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, Rağbet Y., İst. 2007, s. 180-181).
Câmilerde Bir Büyük Bid'at daha; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz'in doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi'nin (ölümü, 1422) Vesîletü'n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir. Peygamberimiz'in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet şekline dönüşmüştür. Bugün birçok aile, mevlit okutmayı ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler ve Allah'a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle "taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler: "Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur'an okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır." Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi'nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi'den önce Kur'an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur'an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur'an okunur gibi Kur'an makamıyla okunmakta, Kur'an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur'an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir bid'at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur'an'dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
Kur'an şöyle buyuruyor: "Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O'nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler." (39/Zümer, 45). Tevhid, ibâdet kasdıyla "Allah'ı da anmak" dini değil; "sadece Allah'ı anmak" dinidir. Câmiye sokulup ibâdet maksadıyla okunan mevlidin, sadece bid'at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün itikadî sapma kapsamına girebileceğini, bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid'at de Mescidlerin Süse Boğulmasıdır
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri, temiz ve güzel giyinmeleri Kur'an'ın tavsiyesidir (7/A'râf, 31). Ama mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: "Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle emrolunmadım." (Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243). "İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz." (İbn Mâce, Mesâcid 2) "Sizin benden sonra, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim." (İbn Mâce, Mesâcid 2) "Bir topluluk, mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez." (İbn Mâce, Mesâcid 2). Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes'ud (r.a.) Kûfe'ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın malını O'na isyanda harcamış."
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat oluşturmak, oluşturulan cemaatin seviyelerini arttırmak, bu parayı İslâm ve müslümanlar için zarûri ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
Bid'at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü'minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır (Bkz. 7/A'râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18). Takvâ sahibi olmaya gayret eden günümüz muvahhid gençliğinin câmilerle irtibatının kopması veya yok denecek kadar az olmasının arka planında bu tür bid’atlere karşı tavır olduğu söylenebilir.
Câmilerimizin Yeniden İhyâsı
Câmilerimizle ilgili problemler, bu sayılanlardan ibaret değil elbet. Daha onlarca ilâve edilecek dertlerimiz var. İmamların maaşlarının kaynağı ve geliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyordu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18) tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere de (câmi bahçesine yapılan binalara) el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, bir kısmı da devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır. Halk, farkında olmadan da olsa, câmiye yardım yaparak devlete, bankaya yardım yapmış olmakta...
Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. “Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin” demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam" sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmekteler. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...
Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, verem savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler, hatta tv. kanalları, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet/âyin halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Mescid-i Aksâ ve çevresindeki işgali kaldırmak isteyen musallî mü’minler, önce kendi bölgelerinde secde edilen yerleri işgalden, haram ve bid’atlerden kurtararak işe başlamalıdır.
Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için, önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.
Tüm bid’atlerden şeytandan kaçar gibi kaçmaya çalışan, câmilerimizin Asr-ı saâdetteki takvâ mescidlerine benzemesi için gayret gösteren, câmilerine sahip çıkan, gönlü câmilere bağlı ve tüm yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapmaya elverişli “dünya mescidi” haline getirmeye çalışan şuurlu müslümanlara selâm olsun!