MÜSLÜMANIN GÜZELLEŞMESİ

Önsöz

Allah’ın ismiyle…

Hamd Allah’a, salât ve selâm O’nun rasûlüne, dünya ve âhiret güzellikleri için duâ da iman edip güzel yaşamaya çalışan müslümanlara olsun…

 

Günümüz dünyasının en büyük problemi, müslümanların yeterince güzelleşememesidir desek, hiç abartmış olmayız. Gerçek güzelliği az-çok tanıyan müslümanlar, güzellik kaynağından güzellikleri devşirip hayatlarına geçirmiş olsalar dünya güzellikler galerisine dönecek, küçük bir cennet olacaktır.

  

Güzellik fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve saâdet hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”

İslâm, doğruların ve güzelliğin kişisel olarak benimsenip yaşanmasını yeterli görmez. Onların başkalarına sunulması gerekir. Sadece sunmak da yetmez; güzellikler güzel bir şekilde takdim edilmelidir. Çok güzel, leziz yemeklerin pis mi pis bir aşçı ya da garson tarafından, suratımıza çarpılır gibi kaba davranışlarla sunulması ne ise, doğru ve güzelliğin sanatsız bir şekilde kaba ve yobazca sunulması da öyledir. Gerçek güzellik unsurunu, gerçek dinden koparamayacağınız gibi, dini güzelliksiz düşünemezsiniz. Bu anlayış -hâşâ- dinin sanatla sentezi değil; hakiki sanat ve güzelliğin dinin içinde, ondan kopmaz bir özellik olduğu bilincidir. 

               

Gerçek güzelliğe karşı olumlu ve olumsuz tavır da insanı her şeyiyle ele verir, içyüzünü ortaya kor. Güzel tanımı ve güzelliğe verdiği önem, insanlar için bir terazidir. Bugün insanlık her şeyiyle yozlaşmayı yaşıyor. İnsanî değerlerin tümünde büyük bir çöküntü var. İnançla, ahlâkla, düşünceyle, zevkle, mânevî özelliklerle... ilgili alanlarda gerçek güzelliğe giden yollar tıkalı olduğu için büyük bir kaos yaşanıyor.

İnsanımızın önemli bir kesimi, güzellik diye, sanat diye ortaya konan şeylerin çirkinliğini gördüğü için, çok yanlış olarak güzelliğin gerçeğine de tavır alıyor. Güzellik kavramının içinin câhilî özelliklerle doldurulduğunu gören insanımız, gerçek anlamda güzellik sergilemeyi de unuttu. Ahlâksızlığın ve cinsel özgürlüğün moda olduğu günümüz düzenlerinde güzel insan olmanın zorluğu ortadadır.

Bu yozlaşmaya pasif de olsa tepkisini gösteren müslümanlar, belki farkında olmadan gerçek güzelliğe karşı da tavır aldı. Böylece kendisi de yozlaştı. Bıçağın zararlı bir şekilde kullanıldığını görenin bıçak kullanmayı kendine yasak görmesi ve o aracın tüm faydalarından uzak kalması gibi. Yığınlar, düzen ve medya vâsıtasıyla çirkinlikler güzel kabul ediliyor diye, güzelliğe düşman olmak değil; tanıdığımız ve hayran olduğumuz gerçek güzelliği tekrar topluma yaymak gerekmektedir.

İnsan en güzel sûrette yaratılmıştır. Müslüman bu güzelliğin farkına varan kimsedir. Müslüman güzel insan demektir. O, insanca yaşamanın güzellikleriyle huzurlu ve mutlu, Rabbinin sanatına hayran, hayatı sanat haline getiren, ince ruhlu, zevk sahibi insandır. Dini güzel, ahlâkı güzel, bakışı güzeldir. Güzellikleri görebilmek için güzel gözle bakabilmek gerekir. Müslümanda ise basar yanında basîret vardır. O, Allah'ın nûruyla bakabildiği için, kafa gözünün göremediği güzellikleri kalp gözüyle görecektir. Ufku geniş, hisleri derin, hazzı büyük olacaktır. Tefekkürle içli-dışlı olduğundan duygulu, düşünceli, hassas, yani sanatkâr ruhlu güzel insan olacaktır.

Müslümanın her yönüyle güzellikler sergileyip güzellikleri yayması için uygun ortamın olmadığı bir gerçek, ama insanımızın güzelliği önemsememesi, boş vermesi de gerçek. Makineye ve insanı makineleştirmeye dayanan kapitalist düzen ve naylon medeniyet, insanımızda incelik ve güzellik diye bir şey bırakmadı, yozlaştırdı. Ekonomik sıkıntılar bir yanda, rûhî özelliklerin tümüne darbe vuran şartlar bir yanda hakiki güzelliğe, derûnî his ve tavırlara giden yolları tıkadı. Sevginin yerini çıkar duyguları kapladı. Irak’la, Filistin'le ilgili haberleri hiç olmazsa gözyaşlarıyla okuyup ya da dinleyip seyreden, bir şey yapamamanın ıstırabıyla kahrolan insanımız bile yok artık. Güzel sesli hâfızların okudukları Kur'an nağmeleri artık kalplerimizi titretmiyor, sabah ezanlarının yanık makamları uyuyan gönül ve gözlerimizi açmaya yetmiyor. Bunca zulüm, bizde hâlâ kıyam kıvılcımlarını tutuşturacak bir etki yapmıyor. Hâlâ kahkahalarla gülebiliyor, ağlamayı unutan ve ağlatmayı tercih eden insanımız. Duygu özürlü sakat nesiller, atari ve makinelerin yalancı memelerini saf güzellik ve gerçek sanat sütüne tercih ediyor. Gül ve bülbüle şiirlerde bile yer yok artık. Hisli/duygulu olmanın modası çoktan geçtiği için, İslâmî duyarlılığın altyapısını oluşturan geçitler bile yok. Çoğu müslümanın rûhunda güzellik ve sanata giden yollar, düzen ve ortam putlarının egemenliğinden dolayı kapanmış durumda.

Güzelliğin intihar alanıdır elbet bu ortam. Tamam, ama müslüman, ortamı aşamayan, ortama kul olan sıradan insan mıdır?

En güzel kıvamda yaratılan insan, güzeli arayıp bulmak, sevdiği güzelliğe sahip olarak inanç, düşünce, eylem ve tebliğ gibi her yönüyle güzelleşmek zorundadır. Bu zorunluluk, güzel insan demek olan mü’min olmanın gereğidir. İhsanla, yani güzellik sergilemekle emrolunan mü’min; konuşmasında, davranışlarında, iç ve dış dünyasında hep güzellikler içinde yaşar/yaşamalıdır. Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. Güzellik ve estetik anlayışımızın prensipleri de Muhsin ve Cemîl/mutlak güzel olan Rabbimiz’in çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.

               

İnsanla ilgili güzellikler, somut bedensel güzelliklerin yanında ve ondan öncelikle soyut güzelliklerdir. Tevhidî, ahlâkî, rûhî, zihnî güzelliktir esas önemli olan. Tüm insanlar, hangi renkte, hangi yaşta, hangi seviyede olursa olsun yaratılışındaki mânevî/fıtrî potansiyel sâyesinde güzellik yarışmasına katılabilir, derece alabilir. Çünkü Allah, ölüm ve hayatı, insanlardan kimlerin en güzel ameller işleyeceğini sınamak için yaratmıştır (67/Mülk, 2). Hayırda yarışmaya katılmamız emredilmiştir (2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48). Bu güzelliğin sergilenmesi de ihsân derecesine ulaşan sâlih amele kapı açan tevhidî imandır. Soyut güzelliklerin zirvesi iman ve takvâdır. Hiçbir gözün görmediği, beşer aklının hayal bile edemeyeceği Cennetin muhteşem güzelliği, iman ve sâlih ameldeki güzelliğin öteki âlemdeki yansıması ve ürünüdür. 

Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. “Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, I/93; İbn Mâce, Duâ, 10) hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzellik sergilemektir. İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.

Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbine itaat edecektir.

Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay/sanal bir güzel  peşindedir. Müslüman ise, güzelliği  yaratanı  bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.

Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin(!) ve güzelliklerin(!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler bizi bekliyor. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o yok olmayacak gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?

Güzellik, Allah'ın armağanıdır. Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli. Hakiki güzellik; Allah ve Rasûlü; Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve örnekliği... Kulluk ve ibâdet...

Başta şirk olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere ve müslümanca güzellik sergilemek için yanıp tutuşan, çırpınan güzel müslümanlara selâm olsun!

                                                                                                                                                              

                                                                                                                                                  Ahmed KALKAN

                                                                                                                                                Eylül 2005, Ümraniye   

 

GİRİŞ: MÜSLÜMANIN GÜZELLEŞMESİ

Müslümanın güzelleşmesi için “müslümanım” diyenlerin önce fıtratındaki güzelliğin farkına varması, egemen câhiliyye tarafından örtülen fıtratı üzerindeki perdeyi kaldırması, müslümanca güzellikler sergilemeyi ihmal ettiği için gönlünün üzerini kaplayan tozları temizleyerek işe başlaması gerekmektedir. Böylece görecek ki, arınmış fıtratı, kendisini terbiyeye/eğitime yönlendirecek ve mutlak terbiyeci/eğitimci olan Rabb’e teslim edecektir. Rabbin öğretileri doğrultusunda o kendini eğitecek, saklı güzellikleri ortaya serebilecektir.

Güzelleşmenin başlangıcı budur; Rabbini tanımak, O’nun yardımıyla kendini tanımak, Rabbiyle arasındaki bağı koruyup güçlendirmek. Bunun yolu Rabbânî terbiyeden, güncel tâbirle eğitimden geçmektedir. Eğitim de, ahlâkî ilkelerden bağımsız gerçekleşemeyeceğinden, İslâmî ahlâk, kişinin müslümanlığının kemâle ermesi, güzelleşmesi yolunda motor görevi üstlenecektir. Bugün tevhidî anlayış ihmal edildiği ve tevhidi gündeme getiren çoğu müslümanlar da ahlâkı tevhidden kopardıkları ve davranış güzelliği olmadan da tevhidin gerçekleşebileceğini sandıkları için müslümanların güzelleşmeleri mümkün olmamaktadır. Ahlâkı yücelten bazı odakların da doğru bir tevhid inancı ve ona dayanan yaşayışı, sâlih eylemleri olmadığı için yine bütüncül bir güzelliğin sergilenmesi mümkün olmamaktadır.   

 

Müslümanların güzelleşmesi yolunda küçük bir katkı sağlarsa hedefine ulaşacağı düşünülen bu çalışmanın ilk bölümünde müslümanca güzelliğin altyapısı olan eğitim ve ahlâkla ilgili önemli bazı hususlara değinilmiş, güncel çirkinliklere işaret edilip arınma ve güzelleşme yolları gösterilmeye çalışılmıştır. İkinci bölümde de güzellikle direkt ilgili bazı değerlendirmelere yer verilmiştir. Konuyu tamamlaması açısından, bazı yayın organlarının yazarla yaptığı söyleşilerin de bölümün sonuna ilâvesi uygun görülmüştür.

 

 

 

        Birinci Bölüm

Eğitim ve Ahlâk  (Hayatın Öğrenilmesi)

 

 KUR’AN’DA EĞİTİMLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR

                                                                                                                             

Rab

Rab kelimesi, terbiye eden, yetiştiren, eğiten demektir. Rab kelimesinin bu anlamından dolayı, lügat anlamıyla anne-babaya da rablık isnad edilir (bkz. 17/İsrâ, 24). Çocuklarını eğitip terbiye eden anlamındaki bu rablık, tabii ki sınırlı ve mecazî anlamda rablıktır. Elbette, kelimenin tüm anlamlarıyla  ve hakiki olarak Allah’tan başka rab yoktur. Kâmil anlamda eğitmek ve yetiştirmek de mutlak ve hakiki Rab olan Allah'a aittir. O, sadece yarattıklarından bir cins olan insanı değil; tüm evrenleri terbiye eden, olgunlaştıran, yönetendir; âlemlerin rabbidır. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Devamlı yaratma halinde olan, yaratıp da bırakıvermeyen, onları kemale erdiren de Rab olan Allah’tır. Her varlık, bizzat Allah tarafından terbiye edilmektedir. Bu terbiye, "eğitim" kelimesini hemen tümüyle karşılar. O yüzden öğretim ve eğitim kavramlarının karşılığı olarak Türkçe'de yakın zamana kadar "ta'lim ve terbiye" terimi kullanılırdı; eski yoğunlukta olmamakla birlikte hâlâ kullanıldığı görülmektedir. İşte, eğitim karşılığı kullanılan terbiye kelimesi, rab kelimesinin türevidir.

  

Nâzil olan ilk âyette Rab ismi kullanılır: “Oku, yaratan Rabbinın adıyla.” (96/Alak, 1). Kur’an’ın tertibinde (Mushaf’da) ilk âyette vurgulanır: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a aittir.” (1/Fâtiha, 1)

İlk insanın yaratılması ve halifeliği konusunda, bu isim kullanılır: “Hatırla ki: Rabbin meleklere, ‘Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘biz hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.” (2/Bakara, 30)

Kaalû belâ veya elest bezmi diye ifâde edilen misak almada, Allah’ın yine bu ismi zikredilir: “Kıyamet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbinız değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk’ dediler.” (7/A’râf, 172)

Rab isminin geçtiği yukarıdaki konuların eğitimle çok yakından ilgileri vardır. Bunların dışında yine eğitimle direkt ilgili olan başka âyetlerde de Rab ismi vurgulanır: “Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazmayı ta’lim eden Rabbin ekremdir (en cömerttir).” (96/Alak, 3-5) “Gerçek yönetici olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.” (20/Tâhâ, 114) “Rabbim, bana hikmet ver ve beni sâlihler (iyiler) zümresine kat.” (26/Şuarâ, 83)      

Başkasını eğitmeye, yanlış olma ihtimali olan kendi göreceli doğrularımızı, beşerî prensiplerimizi başkalarına öğretip uygulatmaya hakkımız var mı? İnsanları eğitme, terbiye etme konusunda yetki kimindir? Bu soruları rab kavramı etrafında düşündüğümüzde, şunları ifâde edebiliriz: Herşeyi yaratıp onlara sahip olan, yarattıklarını terbiye edip eğiten, olgunlaştıran sadece Allah'tır. Yardım etmek, yol göstermek, yön vermek, değiştirmek, tasarruf etmek, korumak, hâkim ve egemen olmak, sakındırmak, yasaklamak ve emretmek gibi eğitimle ilgili tüm alanlarda yetki ve gücü tümüyle elinde bulunduran yalnız Allah'tır. Allah'tan başkasının kendi adına, beşerî prensiplerle bu özellikleri istediği gibi kullanması rablık taslamak ve eğittiğini zannettiklerine az veya çok zulmetmektir. Allah'tan başka rab kabul etmemenin pratikteki uygulanışı ve başkasının kulluğunu kabul etmemenin zarûri gereklerinden biri de, eğitim prensipleri konusunda Allah'ın koyduğu hükümlere ters düşülmemesidir. Başkasının eğitimle ilgili ilkelerini Allah'ın hükümlerine tercih etme, o kimse veya görüşü rab kabul etme anlamına gelecektir. 

Rab, mutlak manada kullanılınca, mutlak eğitenin Allah olduğu ortaya çıkar. Allah'tan başka rabbin olmadığına inanan muvahhid mü'minin, Rabb'ın eğiten, yetiştiren anlamından dolayı Allah'tan başka gerçek anlamda eğitimci -mutlak eğitici- kabul etmemesi gerekir. Eğer vahiyle açıklanan Allah'ın eğitim ve terbiye prensipleri doğrultusunda eğitim söz konusu ise, tabii ki bu eğitim faaliyetinin, başkasını rab kabul etme anlayışına girmeyeceği açıktır. İnsanı insanla eğitmek zorundayız, ama insanı yine insanın fikirleri doğrultusunda eğitmek, hem zor, hem tehlikeli, hem de gayr-ı meşrûdur. Vahyin yön vermediği insan aklı, mükemmel bir eğitim görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Bu, birbirlerinin eksik yönlerini görüp düzeltmeye çalışan tarihteki yüzlerce eğitim görüşünün her birinin teori ve pratikteki eksik ve yanlışlarından da kolayca anlaşılabilecektir. Beşerin vahiyden uzak tüm uygulamalarındaki çıkmazların eğitime yansıması olarak günümüzde de hâlâ yaz boz tahtasından farksız eğitim teori ve uygulamaları ve çağdaş eğitimin problemlerini objektif gözle değerlendirebilen tüm eğitimcilerin yakınmaları bu tezi doğrulamaktadır.

Felsefî yaklaşımların, üzerinde ittifak ettikleri bir eğitim görüşü yoktur. Nice ideolojilerin eğitim görüşlerinin olmadığı veya olmasının olmamasından daha kötü olduğu gibi. Bazı eğitim görüşleri merkeze çocuğu, bazısı merkeze öğretmeni, bazısı geçmişi, bazısı faydayı... almıştır. Tüm bu anlayışların, kurulu düzenden ve materyalist hayat anlayışından da bağımsız olmadığı ve tümünde, kişinin kendi hevâ ve heveslerini veya bir şahıs veya görüşü rableştirdiği gerçeği temel problemdir. Günümüzde eğitimin hemen her yerde, vahyin kabul ve redleri doğrultusunda ve Rabbimiz'e gerçek kullar yetiştirme modeliyle tanzim edilmediğini görmekteyiz. Ders araç ve gereçleri vahyin süzgeciyle oluşturulmamakta, öğretilenlerin önemli bir yekünü dinin öğretilmesini istediği faydalı bilgi, yani ilim değeri taşımamakta, tevhid ve Rabb'in terbiyesi öncelikler içerisinde bulunmamaktadır. Yani eğitim konusunda başka rabler devreye girmektedir.

Bu rab taslakları, tuğyanlarını arttırarak, câhiliyye müşrikleri kadar bile Allah'ı işlerine karıştırmak istememekteler. Gerçek Eğitici'nin prensiplerinden hemen hiç birinin kendi rablerine ortak olmasına bile izin vermemekteler. Okullardaki başörtüsü yasağını, çağdaş âyin durumundaki tören ve kutlamaları, sözgelimi sakallı bir öğretmene, "selam"la sınıfa girmeye, besmeleyle başlanan derse bile tahammül edememeleri, bu çarpık rab anlayışının yansımaları olarak değerlendirilmelidir. İlke ve prensiplerine uyulması istenen ve eğitimde de büyük rab kabul edilenlerin simgelerinin, çağdaş tapınak olarak gördükleri okul ve sınıflardaki mihraplara yerleştirilirken; mescitlere lütfen de olsa izin verilmemesi bu konuda ilk göze batan örneklerdendir.

Tek rabbim Allah'tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke  ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan (66/Tahrîm, 6) insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Âdemoğlu, yeryüzünün halifesi olduğu veya olması gerektiğinden Allah için yaşamak ve O'nun prensiplerine tümüyle uymak zorundadır.

                                              

Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da İlâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.  

Allah'ın tek rab olduğu inancına ve bu kabulün gerektirdiği eğitim anlayışına  sahip olmayan kimsenin, öncelikle kendisinin eğitilmesi gerektiğinden, başkalarını eğitme hakkı yoktur. Gerçek Rabbinı tanımayanın kendini tanıması da mümkün değildir. İnsanı doğru tanımayan, yaratılışı, fıtratı keşfedemeyen kimselerin eğitim görüşlerinin de eksik ve yanlışlarla dolu olacağı doğaldır. Ancak doğru Rab anlayışı; insanı, kendi fıtratı ve kendi psikolojik yapısına göre eğitmeyi sağlayabilir. Kişinin haddini ve Rabbini bilmemesi, eksik ve yanlış tanımladığı insanı, fıtratına ters ve dolayısıyla sağlıksız, başarısız, adaletsiz, huzursuz bir potada  eğitmek/öğütmek demektir. "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vermek istediğini de biz biliriz. Ona şah damarından daha yakınız." (50/Kaaf, 16) Buradan "fıtrat" kavramına geçmek uygun olacaktır.

Fıtrat

 

Fıtrat kelimesi, sözlükte yarmak, yaratmak anlamındaki "fatr" kökünden isim olup yaratılış, yapı, karakter, mizaç, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş,  peygamberlerin sünneti, kalb-i selîm, âdetullah  anlamlarında kullanılır.  Fıtrat, ilk yaratılış ânında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir. Fıtrat, ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Evrenin Allah'ın fıtratı üzere işleyişine sünnetullah, âdetullah, fıtratullah denir.

 

Fıtrat kelimesinin Kur'an terminolojisinde hangi anlamda kullanıldığı konusunda şu âyet önemlidir: "Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez." (30/Rûm, 30) Yine, fıtrat konusunda şu çok meşhur hadisin de önemi büyüktür: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecusi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/233, 435)

Bu âyet ve hadisin izahı ile ilgili olarak fıtrat tanımında farklı yaklaşımlar söz konusudur. Başta selef uleması olmak üzere âlimlerin ekserisi fıtrat kelimesinin "İslâm" anlamına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Fıtrat hadisi, insanların tabiî, aslî ve fıtrî dinlerinin İslâmiyet olduğunu, daha sonra çevre tesirleriyle farklı dinlere yönelmenin asıl ve fıtrattan sapma, hastalık ve ârızâ kabul edildiğini gösterir. Bu görüşe göre gayri müslimlerin çocukları da müslüman sayılır; dünya ve âhirette müslüman muamelesi görür. Bazı âlimler, fıtratı selamet ve istikamet şeklinde tanımlar.

Fıtratın mâhiyeti konusunda şu âyetlerin anlamları da büyük önem taşır: "Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlık ve özelliğini) veren, sonra da onu doğru yolu gösterendir."  (20/Tâhâ, 50) "Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer." (28/Kasas, 68)  "De ki: Herkes kendi şâkilesine (yaratılış, mizaç ve meşrebine) göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir." (17/İsrâ, 84) "Onlar, nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez." (13/Ra'd, 11). Kur'an-ı Kerim'deki bu âyetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar. Yine, fıtrat konusunda 16/Nahl, 78; 35/Fâtır, 43; 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 62; 40/Mü'min, 85, 48/Feth, 23; 91/Şems, 7-14; 90/Beled, 10; 76/İnsan, 3; 87/A'lâ, 14; 80/Abese, 7; 51/Zâriyat, 21; 29/Ankebût, 20; 23/Mü'minûn, 14 âyetlerine de bakılabilir.

Peygamberimiz'in şu hadisleri de fıtratın anlamını genişletmektedir: "Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen mü'minsin." (Ahmed bin Hanbel, Müsned V/251-252) "Beş şey, fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak." (Buhârî, Libas 51, 63, 64; Müslim, Tahâret 49; Tirmizi, Edeb 14) "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/334)   "İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket."  (İbn Hibban, Hakîm) "Hayır, gönlün (vicdanın) kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de gönlün (vicdanın) kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztıraplar meydana getiren şeydir; her ne kadar müftîler hilâfına fetva verseler de." (Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/194) "Müftîler sana fetva verseler de bir de kalbine (vicdanına) danış." (Dârimî, Büyû 2) "Ameller niyete göredir." (Buhârî, Itk 6) "Seni işkillendiren (vicdanını rahatsız eden) şeyi bırak, işkillendirmeyene geç." (Ahmed, Nesâî, Taberânî) "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir." (Müslim, Birr 14) "Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları hanîflik (sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler; insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/162)

Fıtrat üzerinde yer yer farklı yorumlar olmakla birlikte en ma'kul olanı ve giderek en çok ilgi göreni, fıtratın, ilk yaratılış sırasında Allah'ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifâde ettiği şeklindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre, yeni doğanlarla ilgili fıtrat kavramı, onların yaratılış, tabiat ve mizaç bakımından genellikle  temiz  ve  sağlıklı  olduğuna işaret eder. Buna göre fıtrat; hakkı benimseme yatkınlığı şeklinde anlaşılmalıdır. Fıtrat, Allah'ın, mahlukatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtratın insanı sırat-ı müstakime çekişi, mıknatısın demiri çekişine benzer. Mıknatıs özelliği eşyada, doğruya gidiş özelliği de insanın yaratılışında vardır.    

Fıtrat hadisindeki ...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar” ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir.

 

İbn Teymiyye, fıtratı İslâm olarak yorumlayan görüşü benimsemekle birlikte, bazı nüanslarla bu son görüşü de ma'kul bulmaktadır. Buna göre, fıtrat, nötürlük, çocuğun iyilik ve kötülüğe, iman ve inkâra eşit derecede elverişli yaratılması şeklinde anlaşılırsa, bu takdirde onun dünyaya boş bir levha gibi geldiği kabul edilmiş olur. Bu görüş ise, fıtratı öven ve onun devam ettirilmesini emreden âyetle (30/Rûm, 30) ve fıtrat konusundaki hadislerle çatışır. Nitekim, fıtrat hadisinin devamındaki "... sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar" cümlesinde "veya müslüman yapar" ifâdesinin yer almaması, fıtratın esas itibariyle "İslâm" yahut en azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşıdığını gösterir. Ayrıca İbn Teymiyye, insan fıtratındaki çizginin Allah'ın ve Allah'ın dininin tanınması ve ikrar edilmesi yönünde olduğunu, çocuğun bu yönde gelişmesi için yeni şartların hazırlanmasına bile ihtiyaç bulunmadığını söyler. Çocuğun fıtratında bulunan doğru çizgide yetişmesini engelleyecek olumsuz şartların ve âmillerin giderilmesi ve böylece onun fıtrî kabiliyetinin önünün açılması  yeterlidir. Hz. İbrahim'in küçük yaşlarda çevresindeki put ve şirk unsurlarına rağmen fıtratının sesiyle Allah'ı bulması ve tevhide ermesi bu tezi destekler. İslâm dünyasında felsefî roman türünde yazılmış Hay bin Yakzân gibi eserler, insanın fıtratı konusunda temelini Kur'an ve sünnetten alan bu şekildeki iyimser yaklaşımın sonucudur. 

İslâm, insanın doğuştan iyi olduğunu kabul eder. "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık."  (95/Tîn, 4) İnsanın eğitime müsait olması, fıtratı gereğidir. Bozulma, insanda fıtrî değil; ârızîdir: "Sonra onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) indirdik." (95/Tîn, 5) Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. Allah, insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak, ama takvaya meyilli olarak yaratmış, şeytanların hilelerine karşı kullarını yine kurtarmak ve eğitmek için vahiyle onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir. Yaratılış kanunu, kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen İlâhî bir yasadır.

Allah, iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında, rahmetiyle muâmele ederek insanın imtihanı kazanabileği şekilde iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet, bir vicdan vermiştir. Vicdan, fıtratın sesidir. Bozulmamış, fıtratını korumuş insan, iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın âyetlerini de akıl ve kalple kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından şer ve hayır telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek, sırat-ı müstakimde tutmak, İslâm'ın ve müslümanların görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yarattıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı, şeytan ve askerleri -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, düzen- saptırdığı için fıtratı bozulmuş, vicdanı, gönlü hastalanmıştır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt ve tebliğdir. Dileyen inanır, fıtratına yönelip kurtulur; dileyen fıtratını köreltip batağa sapar. Müslüman eğitimci de, insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları tevhidî bilince ve yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.

 

"Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/334) Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid  öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla- yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah'a inanmak ve O'na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.

 

İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Hiçbir beşerî, câhilî eğitim anlayışı bunu sağlayamamıştır, sağlayamaz. Çağdaş laik eğitimin vahyin dışa yansımasına en küçük çapta bile hoşgörü ile yaklaşmadığı, nesillerin kurtuluşu için model gösterdiği kurtarıcıların kimliği ve ilkelerinin sorgulanması ile daha netlik kazanabilir.

İslâm, insanı, Allah'a yaraşır bir kul olmak için hazırlar. İslâm'ın eğitim anlayışı da bunu hedefler. İnsanı istikamette tutmak, o yolda yürümek için insanı yeterli kılmaktır eğitim. İnsanı, dış çevresinin, Rabbina ve kendi fıtratına yabancı fikir ve davranışların etkisi dışında tutup, fıtratını dışa yansıtma sürecidir. Eğitim, yapaylıkla fıtrîliğin mücâdelesinde fıtratın gâlip gelmesini temin etmektir. Dış hayat, insan için bir mücâdele, bir cihad alanı olduğuna göre; insanı bu savaş için gerekli olan silâhlarla donatmaktır eğitim. Bu silâhlar: İlim, iman ve düşmanla mücâdele tekniğidir. Bu düşman başta şeytan olduğu gibi, onun içimizdeki temsilcisi nefis (daha doğrusu “hevâ”), İslâm dışı düzendeki temsilcisi tâğut olduğu gibi, aynı zamanda câhilî eğitimin tüm uzantılarıdır. Eğitim, bunları kitapta değil; insan ruhunda yazmaktır.

İnsan, fıtraten savaşçıdır. Mücâdele hırsı bundan kaynaklanır. İnsanın fikirlerini, inançlarını savunmasının nedeni bu özelliğidir. Cihadın temelinde bu fıtrî özellik vardır. Fakat, insan bu yeteneğini bazan ifsad/bozmak için kullanır (Bkz. 2/Bakara, 30). Melekler tarafından insanın kan dökme ve fesad özelliğinin bulunduğu ifâdesinin yanlış olduğunu Allah belirtmiyor. Fakat, insanın bu olumsuz özelliklerinin eğitilmesi için ona ilim veriyor. Buradan ilim ve ta'lim kavramlarına geçebiliriz.  

 

 

İlim ve Ta'lim (Bilgi ve Öğretme)       

  

"Hatırla ki, Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar: 'Biz hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?'  dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim' dedi. Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin' dedi. Melekler: 'Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin' dediler." (2/Bakara, 30-32)

 

İnsan öyle bir varlıktır ki, melekler bile insanın tüm sırlarını çözemez, insanın sadece bazı belirli yönlerini tanıyabilirler. Sadece yaratıcısı, ondaki sırlardan tümüyle haberdardır. "Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." (67/Mülk, 14). Melekler insanla ilgili sayfanın sadece bir tarafını görüp okumuşlardı. Diğer yönlerinden haberleri yoktu. Bildikleri yanlış değil; doğruydu. Doğruydu ama eksikti. Allah, onların göremediğini görüyor; "sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim" diyordu. Allah'la melekler arasındaki konuşmada, insanın psikolojik yapısında iki mânevî çekirdeğin tesbitini görüyoruz: Bunlardan ilki, halifelik; Allah'ın eğitmesi sâyesinde meleklere bile üstünlük. Diğeri ise ifsat ve  kan dökme eğilimi; Rabbin talimatları doğrultusunda  eğitilmezse bozgunculuğa meyletmesi.

 

İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici Allah'tır. O'nun öğrettiklerinin dışında kimsenin bilgisi yoktur. Hz. Âdem'e Allah tarafından eşya ile ilgili bilgiler verilir. Âdemoğluna da ilim için potansiyel fıtrat, hilafet ve güzel yaratılış vermiş, dolayısıyla tüm insanlığın eğitimini Allah üstlenmiştir. Onlara ilim ve terbiye ile sürekli rablık yapmış, insanlardan da rab olarak sadece kendisini kabul etmelerini istemiştir. Tüm âlemlerin olduğu gibi, tabii ki insanların da terbiyesini, eğitimini üzerine almış, Rab'lığını kesintisiz sürdürmüştür. İnsanları İslâm fıtratı üzere yarattığı, ilim elde etme araçları olan duyu organları ve akledecek kalp verdiği gibi; gerçek ve örnek öğretmenleri, esas öğrenilmesi gereken vahyi öğretmek için göndermiştir: "Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti ta'lim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasül gönderdik." (2/Bakara, 151)

 

Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramı karşımıza çıkar. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi ve hem de öğretimi içine alır.

Rasûlullah, bir gün mescidde iki halka görür: Birindekiler zikir ve ibâdetle meşguller; ötekiler ilmî meseleler müzakere ediyorlar. İbadet halkası için: "Bunlar, Kur'an okuyorlar ve Allah'a duada bulunuyorlar, Allah'ın rızâsını talep ediyorlar. Dua ve arzularını Allah dilerse kabul eder ve verir, dilerse vermez. Öbür halkadakilere gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyenlere de öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür. Ben de zaten bir muallim olarak gönderildim." (Kütüb-i Sitte, İ. Canan, I/428)                                                                  

Ta'lim mesleğinin en üstün görev olduğunu ve bir nevi peygamberlik mesleği olduğu şu hadisle de te'yid edilir: "Alimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak para pul bırakmazlar; ilim bırakırlar." (Kütüb-i Sitte, İ. Canan, I/428)

Eğitime başlama yaşı konusunda farklı tavırlar söz konusudur. Temyiz yaşı, altı yaş, dört yaş, çocuğun konuşmaya başlama aşaması... Pedagoji tarihinden günümüze yaklaştıkça araştırmalar, sıfır yaşa kadar gelmiştir. Bazı çağdaş İslâm eğitimcileri de, irsiyet ve tohum-tarla ilişkisi ile  çocuk eğitiminin eş seçimi ile başlaması gerektiğini ileri sürerler. Biz, daha ileri (daha gerilere) giderek, A’râf suresinde ifâde edilen elest bezmiyle ilgili âyetten yola çıkarak İlâhî, Rabbânî eğitimin insanın dünyaya gelmesinden sonra da değil;  yaratılmadan önce, ruhlar âleminde başladığını iddia edebiliriz. "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da,) Evet (buna) şâhit olduk, dediler." (7/A’râf, 172) Bu âyette açıklanan soru-cevabın mecaz değil de, gerçek anlamda olduğunu kabul ettiğimizde, Âdemoğlunun daha ruhlar âleminde iken, Rabbinı tanıma eğitimi gerçekleşmiş olmalıdır ki, İlâhî soruya verdiği cevapla Allah'ı rab olarak kabul etmesinin arka planı tamamlanabilsin. Rabları, ruhları eğitmemiş olsa, onların rablarını nasıl tanıdıkları sorusuna cevap verilemez.

Yukarıdaki misak'ın istiâre yoluyla teşbih olduğu, dolayısıyla mecazî anlam taşıdığı söylenebilir. Ama bu, insan eğitiminin Rab tarafından başlama tarihi konusunu pek etkilemez. Eğitimin tüm insanlara, babaları Hz. Âdem'in şahsında daha cennette iken başladığı açıktır. Ayrıca Rahmân suresinde, Allah'ın öğretmesinin insanın yaratılışına önceliklenmesi, ta'limin yaratılmadan önce ifâde edilmesi dikkat çekicidir: "Rahmân. Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı (açıklamayı) ta'lim etti." (55/Rahmân, 1-4). Zaten tüm esmâü'l-hüsnâ için olduğu gibi Rab ismi için de sınır tesbiti, belirli süreye tahsisi doğru değildir. Yani, eğitim anlamını da kuşatan Allah’ın Rab isminin tecellisi, insan için belirli bir zamanda yoktu; sonradan ortaya çıktı denilemez.     

Tüm eşyanın ismini öğreten, eşyadan yararlanma bilgisi ve halifelik yeteneği veren Allah olduğu gibi (2/Bakara, 31); Cennette bir ağaca yaklaşmayı yasaklayarak insanı irade eğitiminden geçiren de Allah'tır (2/Bakara, 35). Peygamberler aracılığıyla insanı vahiyle eğiten ve hidâyet bilgisi veren de O'dur (2/Bakara, 151). Şükretmesi için fıtrî imkânlar, duyu organları ve akıl veren Allah'tır (16/Nahl, 78). Bilmediklerini öğreterek varlıklardan yararlanma bilgisi veren de yine Rablarıdır (96/Alak, 5). Kur'an'ı ve beyanı öğreten de Allah'tır (55/Rahmân, 2, 4).

İlim veren, verdiği ilmi arttıran, bizden ilmimizi arttırması için dua etmemizi isteyen de O'dur: "Rabbim, ilmimi arttır, de." (20/Tâhâ, 114). İlmin Allah tarafından verildiği vurgulanır: "Kendilerine ilim verilenlerin üstün dereceleri vardır." (58/Mücâdele, 11). Hadis-i şerifte de bu konu şöyle ifâde edilir: "Allah, kim için hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayışlı, hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar." (Buhârî, İlim 10). İlmin tek kaynağı Allah’tır: “De ki, ilim ancak Allah yanındadır…” (67/Mülk, 26). Melekler ve insanlar ilmin kaynağının Allah olduğunu itiraf etmek zorundadırlar: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur." (2/Bakara, 32)

                                              

İlmin, vahiyle, Allah'ın öğretmesiyle ilgisi bakımından Peygamberimiz'in ümmîliği (7/A’râf, 157, 158) dikkat çekicidir. Rasûlullah'ın Kur'an'da geçen ümmî vasfı, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmıştır. Allah'ın O'nu ümmî diye vasıflandırdığı halde Efendimiz'in ilmin bütün kemâlâtına sahip olması, ilmin vahiyle, dolayısıyla Allah'la irtibatı konusunda önemlidir. Yine, eğitimin İlâhî boyutuyla ilgili olarak, meleklerin insanlara öğretmeleri (2/Bakara, 102) Allah tarafından ilim öğretilen kul (18/Kehf, 66) konuları da zikredilebilir.

Peki, ilim nedir? Kur'an'ın ilim anlayışı nasıldır? Şimdi bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini idrak etmek ve ma'lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa göre, yanlış ma'lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil'e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak bilgi kırıntılarına, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her zaman görülen prototiptir.

"Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır." (6/En’âm, 80)  "İlim ancak Allah katındadır." (46/Ahkaf, 28) Kur'an-ı Kerim'de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. İlim, Allah'tan olduğuna göre, İslâm'ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve ihtiram duygularıyla O'nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar: "Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar." (35/Fâtır, 28)   Gerçek âlim, takvayı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı gerektirir. Sâlih amel sahibi olmayana ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla âlim, ilimle mücehhez, Allah'tan haşyet duyan takva sahibi mücahid kimsedir.

 

Yine Kur'an bütünlüğünde değerlendirildiğinde âlim, insanlara Allah'ın emirlerini duyurur ve O'ndan başka kimseden korkmaz (33/Ahzâb, 39). Bildiği doğruları ve hidâyet yolunu ketm etmez/gizlemez (2/Bakara, 159). İlmini az bir paha karşılığında satmaz (2/Bakara, 174). Bilir ki dünyadaki refah, âhiret nimetleri yanında az bir paha, çok az bir menfaattir (3/Âl-i İmran, 197). İlmini önce kendi hayatına geçirir, yaşar; bildiğiyle amel eder, kafalarındaki ilimle amel etmeyenlerin durumunun kitap taşıyan merkebin durumu gibi olduğunu (62/Cuma, 5) unutmaz. Zalim yöneticilere hak kelimeyi (tevhidi, adaleti) söylemenin en büyük cihad olduğunu (İbn Mace, Fiten 20) bilerek ona uygun yürekli tavır takınır. Kâfirlerin tâğut yolunun savaşçısı olduğunu; iman edenlerin de Allah yolunda savaşçı olma seçeneğinden başka tercihi olamayacağını (4/Nisâ, 76) bilen, diliyle ve kalemiyle savaşçı kimliktir âlimlik.  

 

Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun eğmeyen, Bel'am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada Kur'an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır.  Yine  burada  ilim,   Allah'a,  tam  mânâsıyla  tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah'ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.

 

İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risalet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah'tan kaynaklanır. İlim, Allah'ın adıyla, O'nun izniyle ve O'nun rızâsıyla, O'nun verdiği imkânlarla, O'nun kitaplarını (Kur'an, evren ve insan) okumakla gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii'ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan, ilim öğrenmedeki başarısızlıktan şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği üzere; "İlim nurdur; Allah'ın nuru da âsîlere verilmez."

 

İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir: "Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (2/Bakara, 269) Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Bu âyetteki hikmet, Kur'an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet, nur özelliğindeki Allah'ın vehbi olan basiret ve ferasetle ilgili bilgileri ve ona giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, feraset ve basireti, nuru bilgisayara sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz: İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü'minin gönlü! demiş.

         

Allah'la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları için (2/Bakara, 18; 7/A’râf, 179) câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah'ı hakkıyla tanımayanların, hakkı örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir (7/A’râf, 138; 6/En’âm, 111). Câhiliyye mensubu bu câhiller hasta ruhludurlar (2/Bakara, 10). Fıtratlarına, evrene ve Rab'lerine ters düştükleri için fesatçı/anarşistdirler (2/Bakara, 12). Hayvandan da aşağıdırlar (7/A’râf, 179). Hayvanlar, yaratılışları gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil; zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir (9/Tevbe, 28). Kötülüğü emreden, iyiliği yasaklayan (9/Tevbe, 67), şeytanın askerliğini yapan (58/Mücâdele, 19), giderek şeytanlaşan (6/En’âm, 112) kimselerdir.

Kur'an'da akıl ve derin düşünme yerinin kafa değil de kalp olarak değerlendirilmesinin kalbin mânevî duygu ve güzelliklerin, özellikle de iman ve takvanın mahalli olması ve selîm aklın bunlarla irtibatı dolayısıyla olmalıdır. Böyle bir aklın; imanla, takva ile, yani Allah'la bağı dolayısıyla câhillerin (kâfirlerin) basit çıkarlarından başka şeylere çalışmayan akıllarından farklı olacağı doğaldır. O yüzden Kur'an onlar için akletmeyen, aklını kullanmayan vasıflarını kullanır (7/A’râf, 179).             

 

Allah'ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sâyesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Kur'an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah'ı bilmek, inanmak ve O'na ibâdet/kulluk etmektir. O'nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah'a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir. Gayb hakkında tek bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi, yaratıcısı ve eğiticisinin, her şeyi bilen Zat'ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır. "Allah, herşeyi en iyi bilendir." (8/ Enfal, 73). İster fıtrî imkânlarla elde edilen bilgi, isterse hidâyet bilgisi olsun, ilim elde etmenin amacı, Allah'ı tanımak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratıyla uyum içinde olmaktır. Böylece evrenin de, insanın da terbiye edeni, eğiteni  aynı rab olduğundan kâinattan âdil ve dengeli şekilde yararlanacak, diğer insanların ve tüm varlıkların aleyhine ve haksız olarak bilgi gücünü kullanmayacaktır. Meleklerin endişe ettiği fesatçı ve kan dökücü vasıflarını bastıracak veya buna sebep olacak özelliklerini hayra yönlendirecektir.      

Câhiliyye toplumlarında vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Cehâlete (küfre) bilim maskesi takılmış, câhile âlim makyajı yapılmış, okullar ve kitaplarla modern  hurafeler  sahnelenmiştir.  Her  şeyi  tümüyle bilen Allah'ı,  bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini (!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidâyete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel'amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.

Vahyi dışlayan bilim, Firavunlar adına beşeriyete âmentüler yazdırıp iman ettirmeye gayret eden soysuz bir dindir. Bunu batı bilimcileri de itiraf ediyor. Ernest Renan şöyle diyor: “Bilim bir dindir; bundan sonra âmentüleri, yalnız bilim yazacaktır. İnsanın, yaratılışı icabı çözümlerini ille ve ille istediği ebedî meseleleri yalnız bilim çözebilir.” (Bilimin Geleceği, E. Renan, Terc. Ziya İhsan, c. 1, s. 134, Ank., 1965) 

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.

Mü'minler için Allah'ın kitabında ve Rasülü'nün sünnetinde kat'i olarak yer alan her haber (vahiy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları, bu vahyî haberlerin mâhiyetini kavramasalar da vahiy, kesin bilgi kaynağımızdır.                     

 

Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. "Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez." (29/Ankebût, 43) Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah'ın verdiği aklı, Allah'ın  ihsanı  olan   fıtratları   doğrultusunda   kullanmayanlar,   kafaları   küflenmiş,  kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir. "Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar." (43/Zuhruf, 20) " Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifâde etmez." (53/Necm, 28) "Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?" (45/Câsiye, 23) "Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler." (30/Rûm, 59)

 

Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta'lime yani öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk öğretilecek şey imandır: "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/334). Rasûlullah'ın ashabından  Cündüb  İbn  Abdillah (r.a.) anlatıyor: "Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur'an'ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur'an'ı öğrendik. Kur'an sâyesinde imanımız daha da arttı." (Kütüb-i Sitte, Akçağ Y. 16/490)

Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz yaşıdır. "Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin." (Ebû Dâvud, Salât 26) "Yedi yaşına geldiğinde çocuğa namazı emredin, on yaşına geldiğinde kılmadığı takdirde (hafifçe) dövün." (Ebû Dâvud, Salât 26; Tirmizi, Salât 299). Bu hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirler için zorla yaptırma yaşının on yaş olduğu anlaşılmaktadır.

 

Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’ın öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini  tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm'a tâlip olmak, Kur'an ahlâkıyla yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin, insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir. Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla uyum içinde olan hidâyetle mümkün olacaktır.  

 

Kısaca; İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici her şeyi bilen Allah’tır. O’nun öğrettikleri dışında kimsenin bilgisi yoktur. Eğitimi peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramıyla karşılaşırız. Tebliğde öğretim ve eğitim iç içedir. Peygamberimiz aynı zamanda öğretmen olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları ilmi, âlimler o muallimin örnekliğinde diğer insanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. İlim, ma’lum olanın olduğu hal üzere bilinmesidir. Yanlış ma’lûmâta ilim denilmez. Ebû Cehil’e câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de ilim; en sık kullanılan anlamıyla İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve huşû duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar. Âlim, ilimle donanmış, takva sahibi mücahid kimsedir. Allah’ın verdiği ilmi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.

İlim, bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risalet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sâyesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının gerçekleşmesi için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Vahiy, gayb alanında tek bilgi aracı olduğu gibi, içerdiği her konu hakkında da temel bilgi kaynağıdır.  İlim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratla uyum içinde olmaktır. Vahyi ilim kaynaklarından kabul etmedikleri için bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüş, cehalete de bilim maskesi takılmıştır. Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okuyup güzel isim koymakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa ilk öğretilecek şey, iman ve tevhiddir. Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden Rabb’ın öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanıyıp  yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak ve Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır. 

 

 ÇAĞDAŞ EĞİTİMİN PROBLEMLERİ VE GÖREVLERİMİZ

Eğitim olayını insanlığın ilk tarihine yöneltirsek, okul gibi, ulus devletler gibi modern çağlarda gelişen sistemlerden önce, insanoğlunun yeryüzüne gelmesiyle başlayan Hak-Bâtıl mücadelesine değinmemiz gerekir. Tevhidî eğitim, ilk peygamber olan ilk insanla birlikte ve Allah tarafından kendisine ilim öğretilmesi sayesinde uygulamaya başlıyor. Bunun karşılığında da alternatif şeytanî eğitimler, cahilî eğitimler söz konusu oluyor. Alternatif kelimesini bilinçli olarak ikinci sıraya aldım. Fıtrî, tevhidî eğitim temeldir, asıldır, esastır. Bugün tez ve antitez, asıl ve ona karşı olan yer değiştirmiş; müslümanlar alternatif eğitim ifadesini bile daha yumuşatarak ele alıyor; nasıl alternatif olabileceklerini cılız sesle tartışıyor. Hep müdafaa yönlü olarak, zımnen kabulün gerektirdiği pasif bir itirazla alternatif kelimesi kullanılıyor. Söz gelimi baskın güçler, kendisini esas aldığı için, farklı sesleri alternatif olma, olmama iddiasıyla eleştirirler. Bir muhalefet en fazla alternatif olabilir. Söz gelimi modern tıp her şeydir, esastır. Çin tıbbı, akupunktur vs, bitkilerle tedavi, alternatif tıptır. Alternatif tâbirinde biraz küçümseme var, dışlama var. Yani, aslının yerini ne kadar tutabilir şeklinde şüphe ve küçültme var. Hatta bunu ister istemez müslümanlar da kabullendi. Sözün başlangıcında, biraz da müslümanların baskın güçler karşısında zahirî ve dünyevî planda mağlubiyeti acı bir şekilde bütün coğrafyalarda yaşamanın ıstırabından dolayı, “alternatif model oluşturabilir miyiz, oluşturamaz mıyız?” denildi. Bu biraz vakanın tespiti ama bulunduğumuz, durduğumuz sağlam yerin göz ardı edilmesi gibi bir problemi de içeriyor.

Müslüman, antitez değil, tez sahibi olmalı; bırakın başka güçlere alternatif olmayı, başka zihniyettekilerin kendisine alternatif bile olamayacağını değerlendirmelidir. Tevhidî eğitime, insanı her şeyiyle kuşatan, asıl olan, Allah’tan gelen bir ilme, şeytanî bir yaklaşım ne kadar alternatif olabilir? Bugünkü  sanal hâkimiyetleri, işin fiilî bir durumu olarak görmekle birlikte, bizim aşağılık duygusundan arınmamız gerekiyor.

Dolayısıyla eğitimi bu anlamda ikiye ayırmak lâzım: Cahilî eğitim ve Tevhidî eğitim. Tevhidî eğitim esastır. Cahilî eğitim, ona itiraz manasında, başta şeytan ve ona dayalı ideolojilerce her dönemde farklı egemen güçler tarafından empoze edilir. Öncelikle bu öz güveni tekrar gündeme getirmek lâzım. İkinci olarak her türlü cahilî eğitimin temel prensibi, modern uluslar düzeyinde de, daha eskisinde de, Doğu sistemlerinde de, geçerli olmak üzere vahyi reddetmesidir. Ya da söz gelimi orta çağda hıristiyan eğitiminde olduğu gibi, vahyi tahrif ederek yönlendirmesi şeklindedir. Esasında, o da aynı noktaya geliyor, yani vahyi merkeze almamak gibi bir problemi var. Bizim esas itirazımız, eğitimin kimler tarafından, hangi sistemle, hangi yöntemle, ne çeşit uygulamalarla verilmesinden önce; vahyi dışlayan, Allah’ı bilimsel anlayışına karıştırmayan, bir put haline dönüşen bir eğitim yaklaşımıdır. Yani tanım içerisine bizim değerlerimizin hiç birisini lütfen olsun koymuyor, hatta o kadar koymuyor ki, Ebu Cehillerin kendi dünyalarına karıştırdığı kadar Allah’ı karıştırmayan, bu noktada kendi ideolojilerine şirk koşturmayan, (şirk tabirini onlar açısından ve lügat anlamıyla kullanıyorum) bir anlayışları var. Vahyi, Allah’ı, İslâm’ı alternatif olarak, bir faraziye, bir teori olarak bile tartışmaya açmayan bir yaklaşımları var. Karşı tarafın, bağnaz, dışlayıcı, suçlayıcı tavırlarından dolayı, ıslahatçı bir yaklaşımla düzeltilebilecek bir nokta olmadığını düşünüyorum. Besmele ile başlamayı bile kendi eğitim prensiplerinde suç sayan, İslâm’ın en küçük çapta görünüşü olan başörtüsü gibi, sakal gibi meselelere bile müsaade etmeyen, Allah’la ilgili hiçbir şeyi bilimsel yapı içinde değerlendirmeyen, teori olarak bile gündeme getirmeyen bir anlayış var. Onların bizi, bizi biz yapan değerleri, bu şekilde dışlamasına rağmen müslümanlar önce zihinlerinde böyle bir dışlamanın bilincinde değiller. Yani uzlaşmacılar, yani küçük cılız tavır ve çalışmalarla alternatif olma iddiasındalar. Tabii alternatif olma iddiası da başkalarının kendilerine verdikleri imkânlarla sınırlı. Bir iktidar muhâlefetini kendisi seçiyor veya onu kolay yönlendiyorsa, ebediyen iktidarda kalır. Yenebileceği, diş geçirebileceği bir muhâlefeti seçeceğinden, yönetimi devamlı tekelinde tutar. Dolayısıyla Kur’an Kurslarını, İmam Hatipleri, kendileri “lütfen” müsaade eden bir yaklaşım, dilediğinde onu hizaya çekecek, dilediğinde içini boşaltıp değişik şekilde dolduracak, yön verecek ya da elinizden alıverecek. Dolayısıyla “alternatif” derken, bir Kur’an Kursu, İmam Hatip gibi şeyler veya yer yer müslüman öğretmenlerin ıslahatçı tarzda okullarda öğretmenlik yapması gibi haklar akla geliyorsa yanlış yerden başlıyoruz diye düşünüyorum.

 

Bize ait değerlerle, bâtıla ait değerlerin arasını kavramlarımızla da ayırmalıyız.  Söz gelimi bâtıl yolla savaşa girip de ölenlere, kendi kavramımızı kullanarak nasıl  şehit diyemiyorsak,  bugünkü okulları bir talim kurumu olarak görmemek, bu günkü eğitimi terbiye olarak adlandırmamak, bugünkü bilimsel verileri İslâm’ın vahiyle özleştirdiği ilim diye değerlendirmemek, kendi değerlerimizi ifade ederken de bâtıl zihniyetlerle ilgili kavramları kullanma gibi bir karışıklığa götürmemek gerekiyor. Batılılara Allah’ı anlatırken, onların God dediğine atıfta bulunmamak gerekir. Yani  God  şudur denildiği zaman, onun kendi kültüründe, söz gelimi İsa’nın (a.s) kişiliğinde nice bâtıl anlayışlarla ortaklaşmış bir tanrı figürü ortaya çıkacaktır. Siz ancak Allah kavramını kullanarak bir Batılıya tevhidi sunabilirsiniz, ama onun tanrı anlayışına da Allah anlayışı diyemezsiniz; tanrı anlayışı demek gerekir. Biz o tanrıyı reddediyoruz. İşte burada Kuran’la ilgili hususları, Kuran’ın kavramlarıyla dillendirirken, câhiliyeyle özleşmiş yapıyı da kendi kavramları ile değerlendirmek, hakla bâtıl arasındaki olması gereken ayrımı gözetmek gerekir. “Ben eğitim kelimesini kullanmayacağım” demek doğru bir şey değil, “ben tanrı kelimesini kullanmayacağım” demenin doğru olmadığı gibi. Tabii reddedilmesi gereken bâtılın anlayışlarını ifade etmek için; “Allah’tan başka tanrı yoktur” demek zorundayız, hâşâ “Allah’tan başka Allah yoktur” demek çok yanlış, saçma ve de tuhaf olur.   

“Eğitim” kelimesine gelince; Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. 1935 Yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında türetilmiş. Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz canbazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir. Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilk okuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum, ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.

Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü  müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, iki tane İslâm üniversitesi vardır.

Truva atına girmeyi strateji olarak görüyorsak, ateşten gömlek giydiğimizin farkında olmalıyız. Bu savaşçı kimliğine bürünmek, fark edildiğinde fedâî olacağını kabullenmektir. Öyleyse ne bu yaygara: Katsayı eşitsizliğinin zulmü, başörtülülere eğitim özgürlüğü… Bir müslüman, Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenebilir ancak; Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi.

Her şeyden önce müslümanların, çocuklarına dâvâ adamı kimliğini kazandırması gerekir ki, çocuk kendiliğinden yola girsin ve başkaları yoldan çıkarmasın. Ama, bu hiç de kolay değil; bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin? Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Bu konuda evi merkeze alarak değerlendirirsek, İlâhî hükümlerin hâkim olduğu İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır: Ev, cami ve medrese. Ama, işte Hz. Musa ile ilgili ayete (10/Yûnus, 87) ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.

Dâru’l Erkam bir ev idi. Bu gün eğitimin de  yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.

Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele almak da bir çıkış yolunun ışığıdır. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Halbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Halbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.          

Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkarlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda.  Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .

Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası  onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. Müslümanlaştırır denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.

Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım da, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek de zor. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Ali Bey’in ifâde ettiği gibi yahudiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili  sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.

Çocuğu dört bir yanından kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.

 

Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.  Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz  kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa kesinlikle cenneti hak eder.

“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?

Okul gibi, askerlik gibi konuları kökten ve müslümanca çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.” (10/Yûnus, 87). Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.

Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikç davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.

ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?

Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.   

Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada  ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.  Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.

Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur, eritim olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Halbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek/terbiye sadece tek Rab olan (terbiye eden, eğitip yönlendiren) Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm'la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç dayandırmadığından;  yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak - bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.

Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov." (33/Ahzâb, 66-68)

Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. İnternet, televizyon ve eğitim kurumları bilgi çöplüğü görevi üstlenmektedir. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.

Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz (Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711). Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep (62/Cum’a, 5) değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir (35/Fâtır, 28). O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.

Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.

Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.  

Neler Yapılabilir?

1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir.

2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir.

3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.   

4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?

5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı. 

Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim: 

Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.   

Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.

Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.

Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir. 

Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…

 

 

   GERÇEK EĞİTİM YUVASI EV, ESAS ÖĞRETMEN DE  ANNE VE BABADIR

                                                                                                                                                                                                                                                                                      

"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik." (10/Yûnus, 87)

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip de dünyevî hayatla namaz kılan mü’minin bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.    

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar (29/Ankebût, 45). Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları terk etmesini de öğretir (11/Hûd, 87).

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.      

"Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez." (13/Ra'd, 11). Çevre şartlarını bahane ederek "alternatif" isteyen kimseler için samimiyet testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Evlerimiz, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm'ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.    

Kitle imhâ silâhları konumundaki medya ile evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu çok zor.  Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz. 

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.

Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir.

"Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264). Fıtrat, Allah'ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. "İslâm", yahut en azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki  "...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar" ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifâde, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızâlı bir hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.   

İnsanlığın  şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.

Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: "O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle diyecekler: 'Ey Rabbimız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimız! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)." (33/Ahzâb, 66-68)

Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? 

 

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3). Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

 

İslâm'ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.

Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.

               

Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyor İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır. 

Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve mânevî hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.

Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi   görevinde onlardan yardım beklemek, asli görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları  karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının  yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak; uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.        

 

Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Halbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.              

Hz. Âişe'ler, Ümmü Seleme'ler, Fâtıma ve Zeyneb'ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz. 

                              

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm'ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

 

İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.

 

 

Neler Yapılabilir?

"Koca", aynı zamanda "hoca" olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur'an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur'an'dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur'an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.

Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezalandırma, öğüt verme. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi ve eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli, medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır.

          

Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.

Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

 

 CENNET BAHÇESİ VEYA CEHENNEM ÇUKURU: AİLE HAYATI

                                                              

                                                                                                                                                       

Aile: Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizama, Günahlardan İbâdete Geçiş

Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.

Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan  toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evliliktir. Aile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.    

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur'ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz. 

Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır." (30/Rûm, 21). "Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün Batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.

 

Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süsleyip kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifâde edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm'ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer'î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile hayatı, korunmak isteyen mü'minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm'ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: "Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." (Buhâri, Savm 10)  

"Allah'ın emri, Peygamber'in kavli/sünneti" diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah'ın emrine, Peygamber'in sünnetine uygun olmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasülüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/Ahzâb, 36)

Nikâh, bir ibâdettir.  Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde  olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü'min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü'min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm'ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.

Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda  özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu.

Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir.  Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü'min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.

Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talakla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce; imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.    

       

Kur'an'da Rabbimiz şöyle buyurur:  "Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır." (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. "İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin." (2/Bakara, 221). "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez..." (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil;  bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.  

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten Âdem’in eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.     

Gözlerin benzerini görmediği, gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem'de mutluluğu yakalıyor. Rûm suresi 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem'le Havvâ anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. "Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın." (7/A'râf, 27)

      

İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve  cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.

Çocuk: Cennet Kokusu veya...

Aile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslâm'da evlenmenin, ailenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Ailenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah'ın bu narin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve aileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, ailenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevabına nail olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alırlar, sevabına ortak olur. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.      

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlatla sınavı kaybedebilir. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitne/sınavdır." (64/Teğâbün, 15) Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasülü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hakim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azabının davetçileridir.   

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olmadığını dünyaya adım attığı gün idrak etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber'le veda edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda  en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecusi (hatta müşrik) yapar." (Buhâri, Cenaiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25)  buyuruyor.  "Müslüman yapar" demiyor. Çünkü çocuk zaten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Bizim, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden de çocuğumuzu korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile  terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ailede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı  müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

İslâm'da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir (Bkz. Buhâri, Rikak 17; Müslim, İmâre 5). Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu, onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır.

Çocuğun Ana Baba Üzerinde Hakları (Ana Babanın Görevleri)

 

1- Güzel isim: Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa güzel bir isim verilir (Bkz. Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62). "Siz, kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse güzel isimler seçin." (Ebû Dâvud, Edeb 70) Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice insanımız, çocuğuna isim koyarken örnek almasını arzuladığı başta peygamberler olmak üzere sahâbe ve kâmil insanların isimlerini, peygamberlerin ve sahâbe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına koymayı görev bilmişlerdir.  

 

2- İyi terbiye: Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3). Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

 

3- Evlendirme: Ana babaya ait olan neslin korunması görevi, büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba da sorumlu olur. Peygamberimiz'den rivâyet edilen bir hadiste bu husus vurgulanmaktadır: "Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur." (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159)

 

4- Eşit muâmele: Aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır (Bkz. Müsned IV, 269). Çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. "Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin." (Buhâri, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13). Ebeveyn, çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adaletli olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu daha çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye çalışmalı ve davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmaz olur.

Bu temel görevlerin yanında ebeveynin diğer görevlerini de şöyle sıralamak mümkündür: Tahnîk: Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması. (Müslim, Tahâret 101) Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okunur (Müsned VI, 391; Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17). Akika kurbanı: Doğumun yedinci günü, yahut daha sonraki günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir. Sünnet (hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye kadar bir zaman içinde çocuk sünnet ettirilir. Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.

Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah'  cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

 

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, aile reisinin de bunda devamlı olması Kur'an-ı Kerim'de özel olarak açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz'in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.

           

Aile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. "Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız." (Bakara suresi, 187) Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. "İyilikte ve takvâda (Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir." (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de "ibâdet" olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah'ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gayenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, aile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saadet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü'min kadın ve erkeklerin bir arada ailece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Ailenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

Ailede Haklar ve Görevler

İslâm, kuruluşunu düzenlediği aile yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibâdet olduğunu bildirmiştir. Bu ailevî görevleri şöyle özetleyebiliriz:

a- Kadının ailedeki görevleri

İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi aile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez.   Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, aile içinde de bir düzenin hakim olması gerekir ki, bu da ailede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, aile düzeninin huzur ve saadetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, aile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen ailevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz." (İbn Mâce, Nikâh 4) "... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmaret 20) "Kocasını  memnun  bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer." (Tirmizi, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4). Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından aile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının malını, aile sırlarını, namusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla namusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın ailedeki en önemli üç vazifesi bunlardır. "Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyanlardır." (4/Nisâ, 34). Peygamberimiz'in müjdesi de şöyledir: "Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin." (Ahmed bin Hanbel, I/191)

Kadının en başta gelen görevi, iffet ve namusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir (Bkz. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59). Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır (Bkz. Ahzab suresi, 33). Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir.  Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet bilmeli, onu doyurabilmelidir.

Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.  

Hanımların bu aile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.

Kocanın ailedeki görevleri

 

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır." (2/Bakara, 228). Hanımını, Rabbinin emâneti olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm'ın aile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira, bu konuda vârid olan âyet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak suretiyle İlâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir. Yüce Rabbimiz, aile reisliğinin mutlak bir hâkimiyet demek olmadığını açıklayarak şöyle emreder: "Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur." (4/Nisâ, 19). Anlayışlı ve şefkatli bir eş olmanın en güzel örneklerini sunan Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bir mü'min, mü'mine hanıma buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenir." (Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329) "Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır." "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin." (Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11) "Kıdınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emânet olarak aldınız." (Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84)

Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve namusunu zina yapmaktan koruyacaktır (Bkz. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30). Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir gereği olmaktadır.     

 

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınlar üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır."  (4/Nisâ, 34). Âyette geçen "kavvâm" kelimesini 'hâkim' diye tercüme etmek yanlıştır. Eğer Allah'ın muradı bu olsaydı, yine Arapça olan "hâkim" kelimesini kullanırdı; ama  "kavvâm"  kelimesini kullanmış. Bu kelime, Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin edildiği kurumu keyfine göre yönetmez. Hakimin gösterdiği doğrultuda yönetir. İşte evi üzerinde "kavvâm"  olan erkek de aileyi kendi keyfine göre yönetemez; Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar. Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah'ın hükümleri çerçevesinde onların yöneticisi  ve koruyucusudur.  

Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak Allah'ındır (12/Yûsuf, 40). Ailede uyulması gereken İlâhî kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptir. Ailede Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisi kocaya verilmiştir. Evin reisi, Allah'ın koyduğu kurallara göre aileyi yönetecek ve Allah'ın hükmüne zıt bir emir ve yasak koymayacaktır. Eğer İlâhî emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa, hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. "Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40). Kadının kocasına itaati, mutlak değil; helal ve meşrû konularda, Allah'ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha çok kocanın cinsî konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla ilgili olarak değerlendirilmelidir.

Her konuda İslâm'la câhiliyye arasında büyük farklar vardır. İslâm, vahiy kaynağından ilham almayan kanunlar ve geleneklerden farklı olarak aile kurumunu değerlendirir. Aileyi, içinde Allah'a ibâdet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki, orada yapılan her müsbet iş, ibâdettir. Erkeğin, ailesinin nafakasını temin etmesi, hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi büyük bir ibâdet olarak vasıflandırıldığı gibi; kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibâdet olarak takdim edilmiştir. En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler dahi, hayırlı bir amel, yani bir sevap olarak kabul edilmiştir. Hele çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları İslâm'ın istediği gibi güzel terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve mükâfatla karşılık verilecek olan büyük bir ibâdettir.

Aile yuvası kuran nice insan, Batı tarzı bir yaşayışın ve propagandanın etkisiyle çocuk istememekte veya bir, ya da ikiden fazlasını yanlış görmektedir. Bu davranış, meşrû bir mâzerete dayanmadıkça dinimizin hoş görmediği bir anlayıştır. Çocuk, dünya nimetleri içinde çok önemli bir yer tuttuğu, evin neşe ve huzurunu temin ettiği gibi, âhiret saadetine de sebep olabilir. Yuvanın temelini sağlamlaştırdığı gibi, özellikle anneleri evine bağlar. Ev kadınının ulu orta çarşı-pazarı sıkça dolaşıp, başkalarını fitneye düşürmesine engel olur. Batılı  ve Batıya özenen hanımlar, eğlenceye engel olduğu, gönüllerince gezip tozmaya, lüzumsuz işlerle veya televizyon karşısında vakit öldürmeye, nefislerini azgınlaştıran başı boşluğa engel olduğu için çocuk istememektedir. Yine Batılılar, kendi ülkelerinde vatandaşlarına çocuk başına extra para verip çocukların artmasını teşvik ederken; özellikle müslümanların yaşadığı ülkelere doğum kontrolünü ve az çocuğu teşvik etmektedir. Azıcık aklı olanlar, bunun emperyalizmin bir oyunu olduğunu hemen anlarlar ve oyuna gelmezler. Boşanmanın ve geçimsizliğin önüne geçmede çocuğun rolünü dikkate alırlar. Hanımların eve bağlanıp hayırlı işlerin en önemlilerinden olan insan yetiştirmeye çalışmalarının kıymetini ve ecrini bilirler.

 

Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi:

Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!  

İslâm'ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır. Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir Ârâbî/bedevînin, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Rasûlullah'ın "Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?!"  (Müslim, Fezâil 64) buyurması, İslâm'ın çocuk sevgisine verdiği önemin örneklerinden biridir. Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlâkî) ve meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.

Çocuk Eğitiminde Dikkate Alınması Gereken Hususlar

 

Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat edilmelidir:

1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve anlamaz küçük yerine koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların seviyesine inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz önünde tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın." buyurmuştur.

2- Çocuklara daima uygun bir dille doğru, tutarlı ve yararlı bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli başlı dinî ve kültürel konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her şeyden önce Allah'ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:

a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,

b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,

c- Kur'an bilgisi; Kur'an' ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,     

d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli, yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.

3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.

4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirip özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.

Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik

Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz. Öyleyse, haydi evlerimizi kurs, mektep, okul ve mescid yapmaya!

 

 

 NIKÂH-İMAN MÜNÂSEBETI: SAĞLAM İMANI OLMAYANIN NIKÂHI OLUR MU?

 

 

Evlilik Bir İbâdettir

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: "Nikâh, ibâdetlere daha yakındır. Hattâ evlenmek, devamlı nâfile ibâdet etmek kasdıyla bekâr kalmaktan daha faziletlidir." (İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340). Son devir İslâm hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddül-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Âdem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur" (İbn Abidîn, II, 258). Nikâhın câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir (İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm, Sönmez Y., 1967, III, 229).

Şâfiîlerin dışında cumhûr, yani çoğunluk fakihler evliliğin ibâdet olduğu konusunda hemfikirdir. Zâten, insanın yaratılış sebebi olan ibâdet (51/Zâriyât, 56), hayatın tümünü kapsar, insanın tüm davranışlarını kuşatır. Genel ve geniş anlamda, Allah'ın hoşnut ve râzı olduğu her iş, müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168) buyurmuştur. Allah’a ibâdetin öncelikli temel şartı, sahih bir imandır. İmanı tam olmayanın ibâdeti de geçerli olmaz. Eş seçmek, büyük ve küçük imam seçmekten pek farklı değildir. Tâğutları reddetmeyen ve her çeşit şirkten kaçınmayan kimsenin imamlığı nasıl geçerli değilse, nikâhı da geçerli değildir. İmanına şirk karıştıran bir kimsenin nikâhı da olmaz. Böyle bir kimsenin karşı cinsten biriyle beraberliği de (genel anlamda her şey ibâdet/kulluk/tapınma ile irtibatlı olduğundan) ibâdet sayılır; ama bu Allah’a değil; hevâsına, hevesine, keyfine, zevkine yapılmış bir ibâdet/tapınmadır.

“Kur’an ve mütevâtir sünnetle "aile"nin nasıl teşekkül edeceği izah buyurulmuştur. Bu hudutların dışındaki her türlü ilişki (siyasî yönetimler, kanunlarla tâyin etse de, etmese de) fuhuştur. Çünkü insanların kendi hevâ ve hevesleriyle, aile sistemi kurmaları kat'iyyen haramdır. Aile, İslâm'ın belirttiği hudutlarla teşekkül eder.” (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y., s. 268)

Müslüman karı kocanın onu yaparak ibâdet (sadaka) sevabı kazandığı şeyi, nikâhı geçerli olmayan evli kimsenin eşiyle yapması zinâ sayılacak, bu beraberlikten de “meşrû olmayan nesil” meydana gelecektir. Günümüzde fesâdın bin bir çeşidinin, kapkaçın, terörün, ahlâksızlığın… hızla yaygınlaşmasının sebeplerinden biri de bu neseb-i gayri sahih zinâ ürünleri olsa gerektir. O yüzden aile, hem dünya hem âhiret açısından ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.

               

Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşamasıdır evlilik. Aile, iman ve kulluk bilincine dayanır. Toplum, devlet ve dünya büyük bir aile; aile de küçük bir ümmet ve minyatür bir devlettir. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. İslâmî değişim ve dönüşümü dillendirenlerin samimi olup olmadıkları, evlerine ve evlerinde uyguladıkları davranışlara bakarak kolayca test edilebilir. İslâm’ın ibâdet kabul ettiği nikâh/evlilik, “ev” adı verilen Allah’ın indirdiğiyle hükmedilecek İslâm devletine halife ve vezir tâyin etmek demektir. Doğacak çocuğunun temel eğitim göreceği “ev” adlı baba ve ana okulunun öğretmenini seçmektir nikâh. Hatta doğacak çocuğunun dinini tâyin etmektir. Çünkü İslâm fıtratıyla doğan çocuk, ana ve babası aracılığıyla hıristiyanlaşacak, yahûdileşecek, mecûsileşecek, müşrikleşecektir (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22 - 25). Dindar ve güzel ahlâklı bir eş seçmeye çalışmayan kimse, doğacak çocuklarının da bu özelliklere sahip olmamasını istemiş olmaktadır. Kendisi için de dünyada huzur ve mutluluğu, âhirette cenneti; ya da dünyada fitne, stres, kavga ve huzursuzluğu, âhirette de sonsuz azâbı seçmek demektir eş seçimi. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (66/Tahrîm, 6)   

Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir; her ibâdette aranacak ilk şartın da iman olduğu unutulmamalıdır. Bireysel ve sosyal hayatında olduğu gibi, âile hayatıyla ilgili tüm hususlarda da imanını ispat etmek zorundadır mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. Allah’a, âhiret gününe… iman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra eşlerden biri veya her ikisinin ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi, gönlünü kirleten bir şirk sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır.

Tevhidî iman, dünyada huzur ve mutluluğun, âhirette sonsuz nimetlerin temel sebebi olduğu için, eşlerden biri veya her ikisi, içine şirk karıştırılmamış bu imandan yoksun ise, her çeşit felâkete adım atılmış demektir. Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri (ilm-i hâlini) öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talâkla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla, şirkle ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp İslâm’ı hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider. Evli (zannedilen) karı-kocanın zinâsı; ef’âl-i küfür, elfâz-ı küfür ve elfâz-ı talâk sebebiyle olmaktadır. Tevhidi, şirki, kendini, toplumun ve düzenin konumunu, nikâhın nasıl sahih olacağını, mihri, talâkı, hayızı, nifası… bilmek, büluğa ermiş ve evlenme çağına gelmiş her müslümanın öncelikli görevidir. İslâm’ı, hayatı, geleceği tanımayan, daha kötüsü yanlış tanıyan bugünün genci soracak elbette: “İlköğretim temel bilgilerinden, Atatürk’ü tanıyıp tüm hayatını her yıl döne döne öğrenmekten, İngilizce’den, diplomadan, romandan, diziden, popçuların soy kütüğünden, topçuların hangi mevkide oynadıklarından, iyi sayılabilecek maaş ve makamdan, babaların hayatî önem atfettiği çok para kazanmaktan, anaların olmazsa olmaz gördüğü çeyizden de mi önemli?” diye. Elbette en önemli ve öncelikli uğraş, İslâm’ı doğru olarak bilmek ve gereğini yapmaktır; zâten yaratılış amacı da bu değil mi insanın? “Bunca iş-güç arasında (faydasız bilgi ve davranıştan) zaman mı kalıyor?” diyen kimse bilsin ki, hayra zaman bırakmayan vakit katili boş şeyler, faydasız olmaktan çıkmış, en zararlı olmaya başlamıştır.

Zinâkâr olma ihtimali küçük olmayan ve hangi zihniyete/inanca sahip olduğu meçhul (veya olumsuz olarak mâlum) olanlar, müslüman kız babasının kapısını çalar, dünürcü olur. Kız babasının ilk sorusu dâmat adayının maddî durumudur, işidir, maaşıdır. Sağlam bir akîdeye sahip olup olmadığını önemsemez, önemsemiş olsa bile bunu ortaya çıkaracak araştırmalar yapmaz. Tabii, bu erkek tarafı için de geçerlidir; gelin adayı bunca kız içinde niçin tercih edilmiştir, bu seçimde dinin tavsiyesine ne kadar uyulmuştur? Gerçi artık dünürcülük, görücü usûlü kız isteme tarihe karışmak üzere. Artık gençler (hatta başörtülü ve namazlı olanlar) sokakta, işte, okulda, ya da internette tanışma, hatta çıkma ve flört gibi altyapıyı tamamladıktan sonra ailelerini lütfen haberdar ediyorlar artık. Bu tavır da, erkek ya da kızın karşı cinste ne aradığını zaten tümüyle ortaya koyuyor.

Tevhidî imana sahip olmayan bir erkekle evlenmek, müslüman bir bayan için kesin bir yasak olduğundan cehennemi tercih etmek ve dünya hayatını da cehenneme çevirmek olduğu kadar, böyle bir evliliğin İslâm’da ibâdet kabul edilen geçerli bir nikâh kapsamına da girmeyeceği unutulmamalıdır. Müşrik, putperest, ateist ya da İslâm düşmanı bir kadınla evlenmek de erkek için aynı kapıya çıkar. Sıradan herhangi bir hıristiyan ve yahûdi ile, ya da “ben hıristiyanım”, ya da “yahûdiyim” diyenle evlenmek de İslâm’ın onayladığı bir hüküm değildir; Ancak bazı şartlara sahip olan ehl-i kitap bir bayanla evlenmek, -tavsiye edilmemekle birlikte- ruhsata bağlanmıştır. Öncelikle bilinmelidir ki; Kur’an’daki “ehl-i kitap” ve “kendilerine kitap verilenler” ifâdesi, tahrif edilmiş de olsa Kitab’a (Tevrat ve İncil’e) vurgu yapmaktadır. Bu da, başta inanç ve düşünce sistemi olmak üzere hayatını (atmalar ve katmalarla tahrif edilmiş ya da şirke götüren yorumlara kurban edilmiş de olsa) vahyin şu veya bu oranda yönlendirdiği kişidir. “Ehl-i Kitab” Kitab’ın dışına çıkmayan, ona teslim olan, dünya görüşü ve yaşama biçimini, inandığı kutsal kitabının yönlendirdiği bir insandır ki, günümüz Batı dünyası böyle hıristiyan ve yahûdiler nasıl olmuş da hâlâ kalabilmişse dinozor kalıntısı muâmelesi yapıp müzelere yerleştiriyor, kendinden saymayıp dışlıyor. Batıyı yeterince tanımayanlar için bu değerlendirme tuhaf gelebilir, ama “elhamdü lillâh müslümanım!” diyen nice insanın bile bu iddiasında yalancı olduğunu, İslâm düşmanlarının bile gerektiğinde bu iddianın arkasına sığındığını görmesi ya da Kur’an’ın şu hükmünü bilmesi, bu karşılaştırmayı yapmasına yeterli gelir: “İnsanlardan bazıları vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler, halbuki onlar mü’min değildir!” (2/Bakara, 8). Elbette “hıristiyanım” diyenlerin de önemli bir kesimi hıristiyan (ehl-i Kitap) değildir. Gerçekten kutsal kitabına her şeyiyle teslim olup onu yaşamaya çalışan Kitap ehli bayanın, müslüman bir erkekle evlenmesi için ekstra şartlar da vardır. Bunları tahriften tümüyle uzak Kitab’ımızdan okuyalım: “…Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine Kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dostlar tutmamak üzere, mehirlerini vermeniz şartıyla (onları nikâhlamanız) size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” (5/Mâide, 5)

       

"Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler de, tertemiz hanımlar içindir." (24/Nûr, 26). Allah (c.c.), bir müslümanın evleneceği kimsede tercih etmesi gereken ilk şartın iman olduğunu açıklar: "(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir câriye/köle, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü’min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mü’min bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, âyetlerini insanlara böyle açıklar.” (2/Bakara, 221) “…Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (60/Mümtehıne, 10) “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik bir kadından başkası ile evlenemez; zinâ eden kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.” (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Kızda aranan iman, başından zina geçmemiş olma ve edep, hayâ, nâmus, dâmat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.   

Kadın ve erkeği dünya huzuruna, saâdete ve sonsuz âhiret ödülüne ulaştıran, çocukları da müslümanca yetişip hayata ve âhirete hazırlayan “aile”nin, en hayatî kurum olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler. Evliliğin ve eş seçiminin imanla, ibâdet ve sünnetle ilgisi bakımından şu hadis-i şerifler hayli önemlidir:

 

“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindar olanını seç de huzur bul/mutlu ol.” (Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428)

"Kadınlarla (sadece) güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları için de evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahî/zenci bir câriye, diğerlerinden daha üstündür" (İbn Mâce, I/572)

"Nikâh, benim sünnetimdir. (Bu) Sünnetimi uygulamayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” (Tirmizî, Birr 13)

 

"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)

"Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40)

Erkekle kadın, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ne kadar sağlam olursa olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır. Müşrik insan, çürümüş, kurtlanmış meyveden farksızdır. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır. Geciktirilmeden yıkanmak şartıyla elbisenin bazen tozlanıp kirlenmesi olağan görülse bile; pislikten, necâsetin kendisinden elbise olmaz. Müşrikler de (necis/pis değil), birer necestir/pisliktir (9/Tevbe, 28). Tevhidle, cennet adayı müslümanın temizliğiyle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pislikle nasıl iç içe yaşanabilir, pislik nasıl hoş görülebilir, Allah düşmanına nasıl sevgi beslenebilir? Müşrik, hayvandan daha aşağıda olduğuna göre (7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 22, 55), en şerli yaratıkla beraber aynı yemlikten yemlenmek için çirkin ahırda yaşamayı, güzel bir müslüman huzurlu bir yuvaya nasıl tercih edebilir?        

  

      

Dâvâ Evliliği

Türkiyeli eski komünist erkeklerin çoğu, evlenecekleri, ya da beraber olacakları kişi için, başkalarının “komünistler çirkinlik yarışmasında birinci olmasını eş adayları için şart koşuyorlar” dedirtecek bir tercih yaparlardı; ideolojik evliliği, yoldaşlığı eşte aranacak her şeyin önüne geçirirler, gerçekten güzel-çirkin aramadıklarını, iyi bir komünist aradıklarını ispat ederlerdi. Şimdi ortalıkta komünist de kalmadığı için bu dâvâ evlilikleri pek gözükmüyor. “Hiçbir şey önemli değil; sadece benim dâvâmın en iyi askeri olsun yeter!” diyen gençler tarihe karışıyor. “Ben güzellik yarışmasında ilk sıralarda yer alan birinden başkasıyla evlenmem; ama yüz ve deri güzelliği değil aradığım, takvâ güzelliğine vurgunum ben, tevhidî iman bilinci yönünden zengin arıyorum, aradığım asâlet güzel ahlâk cinsinden, diploma ve makam değil istediğim, ilim ve cihad âşığı dâvâ adamı/hanımı biriyle evleneceğim ben, başkasıyla değil!” diyenler (küçük istisnâlar dışında) yok artık bu ülkede.

Kişinin, eş adayında aradığı özellik, kendi iman ve takvâsını ele veren bir ölçüdür aslında. Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil; aynı zamanda aranan kişi olmaktadır. Aradığı ve araması gereken vasıfların kendisinde ne kadar yer ettiğini düşünmeden bencilce ve hevâsını öne çıkararak tercihde bulunuyor insanlar. Bir tarafta Hz. Peygamber’in “dindar olanını tercih et!” tavsiyesi, diğer tarafta hevâsının istekleri. Hangi taraf ağır basıyorsa kendi safını da belirlemiş oluyor delikanlı. Yüz milyondan fazla müslümanı barındıran Endonezya ve Malezya, sırf İslâm’ı yaşamak ve yaymak için oralarda dâvâ evliliği ile, bu bilinçle evlenen tüccarlar sebebiyle müslümanlaştı; hiç silâhlı cihada başvurulmadan. Bu güzellikler, sadece eski zamanlar için sözkonusu değil; bir de şimdiki zamandan örnek verelim: Cihadın olanca sıcaklığını yaşayan bir ülkede genç kızlar, uzun kuyruklar oluşturup resmî makamlara müracaat ediyor. Yaralı bir mücâhide en iyi eşinin bakabileceğini, onlar gibi cihad sevâbına ulaşma nimetinden mahrum olmamak için gâzilerden biriyle evlenmek istediklerini belirtiyorlar, bu seçimin de kendi beğenilerine bırakılmayıp yetkililer tarafından bakıma en muhtaç, gerekirse ağzı yüzü en çok hasar görmüş kişinin uygun görülmesi ve yüzünü, yaralı vücudunu görmeden bir mücâhid gâzi ile evlenmeye hazır olduklarını belirtiyor kızlarımız. Mangalda kül bırakmayan günümüz müslüman genci, “çok şuurlu bir müslüman, ama sözgelimi bir gözü kör kızı”, diğer vasıflara sahip olan ama şuursuz ve dâvâ insanı olmayan kıza tercih edebilir mi dersiniz? Ya da “bekâr ama dindar olmayan kız mı, dul ama şuurlu, çok seviyeli biri mi?” bu ikisinden birini tercihle baş başa kalan erkek, hangisini tercih eder? Günümüzde erkek olsun, kız olsun, eş arayanların aradıkları özellikleri duyunca, insanın “dâvâ nire, günümüz müslümanı nire?” diyesi geliyor. Hacı amcalar çocukları için, başörtülü ya da sakallı gençler de kendileri için dâmat ve gelin adayında aradıkları şeyler arasında sahih, güçlü, şirke bulaşmamış, amel ve eylemlerle ispatlanmış iman, kaçıncı sırada yer alıyor dersiniz? “Olmazsa olmaz” mıdır bu özellikler günümüz müslümanı için; yoksa “olsa güzel olur ama, onlardan daha önemlileri var” değer(sizliğ)inde midir?

Kâfirlerin velâyet hakkı yoktur (4/Nisâ, 141). Velâyet, hem yöneticiliği hem de dostluk ve sevgi ilişkisini kapsar. “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost kabul edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (4/Nisâ, 144) “Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar (birbirlerine) iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah azîzdir/güçlüdür, hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (9/Tevbe, 71). Âyetler, gerçek iman sahibi birisi dururken, tevhidî inanca sahip olmayan birini sevip dost kabul etmeyi  şiddetle kınamakta, aynı zamanda kadın mü’minlerle erkek mü’minlerin birbirlerinin gönül dostları (evliyâ) olduğunu belirtmekle, hayat ve imanın sorumluluğunu taşımada iki cinsi eşit görmüş olmaktadır. Kadın erkeğin hayat arkadaşıdır, eşidir. “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünü diğer arkadaşlıklardan önce hayat arkadaşı için, ömür boyu beraber olacağı birini seçmek için değerlendirmeliyiz: “Eş adayını, eşini, dâmât ve gelinini söyle, kim olduğun belli olsun!”

“…Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.” (4/Nisâ, 101) “Takvâ sahipleri (Allah’a saygı duyup sorumluluk bilincine sahip, kötülükten sakınanlar) hâriç, (dünyada) dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler.” (43/Zuhruf, 67) “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının…” (64/Teğâbün, 14) “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir/imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” (64/Teğâbün, 15). Bunlar sakınılması gerekenler. Yapmamız gerekenlerden biri olarak sâdıklarla berâber olmamız emredilmiştir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla/doğrularla beraber olun.” (9/Tevbe, 119). Peki, kimdir sâdıklar? “Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte sâdıklar ancak onlardır.” (49/Hucurât, 15)

                 

Evliliğe, namuslu ve iffetli yaşamaya, Allah’a hakkıyla ibâdet ve kulluk yapmaya engel olmak için dört değil; on dört taraftan saldırıyor şer güçler. Düzen ve başta eğitimle ilgili olmak üzere tüm kurumları ile, kitle imha silahı konumundaki medya ve özellikle TV ile sürekli bombardımana tutuluyor insanımız. İslâm’ı hayat biçimi olarak kabullenmiş olan şuurlu müslümanlara karşı topyekün savaş açan Batıya ve her çeşit bâtıla karşı direnebilecek seviyede güçlü bir iman gerekiyor. Eşine müslümanca destek verip onu cihada hazırlayacak hanımlara, hanımını cennet yolculuğuna çıkarmaya çalışırken dünyada da huzur veren erkeklere ihtiyaç var bu yolda. Çocuğunu, eşini ve kendini ateşten koruyacak davranışlara yapışan, âhiret yolculuğuna beraber hazırlanıp imtihanı kazanmada eş ve çocuklarına yardımcı olacak güçlü bir iman ve cihad eri olmaları gerekiyor eşlerin. Yol çetin, yol arkadaşı güçlü gerek.  

Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet günü azaptan kurtulacak mü’minlerin vasıfları anlatılırken şöyle buyrulur: “Ve onlar ki, ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!’ derler.” (25/Furkan, 74). Göz aydınlığı olacak eş ve zürriyetlerin, takvâ sahibi olması, hatta Allah’tan hakkıyla sakınan ve sorumluluk bilincine sahip muttakîlere önderlik yapacak dâvâ adamı olmaları gerekiyor. Âyetteki vurguya göre, bu özelliğe sahip eş ve çocuklar, Allah’ın bağışıdır; kavlî ve fiilî duâ ile bu vasıftaki eş ve çocuk talep edilmelidir.

Unutmayalım, insan ömrünün en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir. İyi bir eş de iyi bir mü’minden olur.

   

               

ÇEYREK TESETTÜR GERÇEK TESETTÜRE KARŞI

YA DA BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR

                                                                                     

                                                                                                                                                                    

Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmüne rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?

Sürpriz olan hangisi? Az-çok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!” dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadın-erkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?

Şuurlu müslümanların başörtüsü mücâdelesini önemli bir cihad gibi görmelerinin sebebi, onun Kur’an’ın bir emri, tesettürün ayrılmaz bir parçası, İslâmî inanç ve yaşama biçiminin dışa yansıyan bir göstergesi, müslüman hanımın hayâ ve iffetinin bir işareti olduğu içindi. 

Müslüman Hanımların Dış Kıyafeti

Müslüman hanımın başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin özelliklerini özetin özeti mâhiyette hatırlatalım: Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan bayanlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri dışında vücudunun tamamı avrettir, örtmeleri gerekir. Hanımların, ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette şöyle buyurulur: "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (33/Ahzâb, 59). 

Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok ince olmamasına rağmen uzuvları belli edecek şekilde darsa ve organların şeklini ortaya koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş olur. Giyilen kıyafetin, örtünen başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek şekillerde olmaması, cinsel câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. (O yüzden şekil ve renk olarak sade, daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü, yirminci asra kadar bütün dünya müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul edilmiştir.)  

Kim ne yorum yaparsa yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (24/Nûr, 31). Başörtüsü teferruat değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir farz teferruat, ayrıntı kabul edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek teferruat ise, meselâ göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde farzdır. Başörtüsü, çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.

Müslüman hanım, Ahzâb sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu ve başını örtmekle emrolunmamış, aynı zamanda yabancı erkeklerden eziyet görmeyecek ölçüde ve iffetli olduklarını gösterecek biçimde cilbab (çekici olmayan ve baştan ayağa örten geniş ve kalın bir dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik, başörtüsünün şeklini de, başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini ve bunun hikmetlerini de içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin (cilbabın) içindeki bol elbise, -cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için yeterli görülmüyorsa, aynı şekilde elbise desenlerinden daha çekici, allı güllü, bol süslü eşarplar ve kadını câzip gösteren kıyafetlerin de tesettürdeki temel espri ve hikmeti taşımayacağı bilinmelidir.

Bilindiği gibi, Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- hiçbir erkeğe ziynetlerini göstermemelerini emretmekte. Ziynet, kadını güzel gösteren saç, makyaj, parfüm, takı, mücevherât ve elbise gibi şeyleri içine almaktadır.

Güzel kokudan (parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.” (Ebû Dâvud, hadis no: 351). Konuşurken ciddî olma mecbûriyeti vardır: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...” (33/Ahzâb, 32). Müslüman hanımın davranışı, yürüyüşü ağırbaşlı olmalı, dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).” (24/Nûr, 31).

Tesettürdeki gâye ve hikmet, ulemânın ittifakı ve ümmetin icmâı ile, kadının yabancı erkeklere karşı cinsî câzibesini gizlemektir. O yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin gözükmesine izin vermeyen din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar veya başörtüsü ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi, 31. âyet, kadının yabancı erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet yerlerini) göstermesini yasaklar. Halbuki şimdiki başörtülerin ve dış giysilerin büyük oranda ziynet/süs unsuru olması, aranacak ilk vasıf sayılabiliyor, ziyneti örtmesi gereken şeyin kendisi tümüyle ziynet özelliğine uyuyorsa bu nasıl tesettür olabilir? Tuz yiyeceği kokmaktan korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur?

   

Başörtüsü, mü’min hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta, bülûğa erdiği andan itibaren farz olmaktadır. Ayrıca üniversite gibi resmî kurumlarda ve erkeklerle kızların karma eğitim yaptıkları ya da içli dışlı oldukları yerde sadece başörtüsü değildir farz olan; onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî özellik ve câzibelerin tümünden arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek davranışlar da şarttır.

Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.

Başörtülü Yozlaşma; Örtülü Çıplaklar

 

Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.

Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.

Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.

Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…

Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne ise, aynısı ve belki daha ağırı değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü kızın tavrı.

İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü çıplaklık”;  “tesettürsüz örtü.”  Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”; “cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”

Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile çekinmiyorlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128) sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”

Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde değerlendirmeler yaparlar. Türkiye’deki fanatik laikler ve Kemalistler gibi (çoğunluğun tavrı ve çoğu özelliğiyle) âhı gitmiş vâhı kalmış başörtümsü cicili bez karşısında katı ve uzlaşmaz tavır takınmazlar.

       

“Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.” (4/Nisâ, 143). Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”(2/Bakara, 85) “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21). Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!” dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.       

Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.

Renk-renk, moda moda başörtüler; atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak bana!” marka.

Dışı kâfirleri hâlâ yakmayı sürdüren başörtüsü, içi müslümanları yakmaya başladı. Bâtıl cephesinde yeni bir şey yok; ilkeli de çağdaşı da aynı. Batının ve her çeşit bâtılın geleneksel tavrı değişmiyor: Zorla hakkından gelemediği hakkı, hile ile yozlaştırıp tahrif etmek. Yaşadığımız coğrafyada da bu filmin başörtülü versiyonu vizyona kondu; kanun ve baskılarla alt edemedikleri, önünü alamadıkları başörtüsünü cıvıklaştırarak yozlaştırdılar. Light İslâm, sulandırılmış, kitabına uydurulmuş, ılımlı müslümanlık diye dillendirilen İslâmizasyon anlayışının ne ölçüde tutacağını başörtülüler üzerinde test etti global ifsat çeteleri ve maalesef umutlanacakları netice aldılar.

İmanla, tevhidle bağı koparılan, hiç değilse zayıflatılan ibâdetler, âdetlere dönüşür. Başörtüsü de öyle oldu. Kültürsüz halk kesiminde ninelerin, hizmetçilerin, temizlikçilerin ya da köylü kadınların geleneksel başörtüsü, âdet kabilinden değerlendirildiği için egemen güçlerin bunu hoşgörüyle (en azından düşman olunmaya gerekli olmayan, tahammül edilebilir şekilde) karşıladıkları bilinen husus. Şehirli bayanların, kültürlü kesimin de başörtüsü, çok yönlü yönlendirmelerle âdete dönüştürülüyor. Böylece derin egemen güçler, onu irticâî (yeni adıyla İslâmî, siyasal) simge görmeyecek, âdete dönüşen başörtüsüyle uzlaşacaklar. Yeter ki imanın yansıması olarak örtülmesin örtü, yoksa bir kimlik alâmeti ve müslümanlık sembolü olmaktan çık(arıl)mış bir bez parçasıyla kimsenin bir alıp veremediği olmaz. Bizim açımızdan, yukarıda resmedilen şekliyle sorun ne kadar büyürse, zâlimler için de o oranda sorun olmaktan çıkacaktır başörtüsü. Bu değerlendirme ışığında, çok yakın bir zamanda başörtüsü meselesi çözülmüş olacak. Az kaldı, yozlaşmanın çapı ve şümûlü tamamlansın; başörtüsü AB standartları ve Batılı modern bayanların tüm olumsuz imajlarıyla arasında çok az kalan farklılıkları kaldırsın, başörtüsü sorun olmaktan çıkacaktır. Derin devlet, yani formalite icabı hükümette olanlar değil; devleti fiilen yöneten iktidar gücü her ne kadar şimdiye kadar hiç taviz vermiyor görünse, on yıl sonrasına bile yeşil ışık yakmayacak izlenimi verse de, tek taraflı olarak başörtülülerin kaahir ekseriyeti, her çeşit tavizi vermeye hazır olduğunu gösterdi. Ruhu soyutlanmış, tesettür görevi yaptığı çok şüpheli hale gelmiş başörtüsüne İslâm düşmanları niye taviz vermesin ki!? Hele o verecekleri taviz, bundan sonra alacakları muhtemel taviz yanında çok az kalıyorsa. Ama, dejenerasyonun yeterli olmadığını düşünüyor o çevreler besbelli. Taviz tavizi doğurur, “du bakalim n’olicek?” diye bekliyor sadece başörtüsü vurgusu yapan çevreler. Öteki taraf, başörtüsüzlerin her türlü olumsuz giyim ve tavırlarına bulaştırdıkları başörtülüleri “bu müslümancıklar, açık göbek modasına ve başörtüsü altına mayo ya da mini etek garâbetine kadar işi vardıracaklar mı” diye test etmeye devam ediyor ve sebep oldukları bu tablodan sadistçe zevk alıyorlar. Başörtüsü, modern giyim(sizlik) tarzıyla, Batılı modern tavırla, vücudun diğer giysilerdeki cinselliği açığa vuran çağdaş özelliklerle uyuştuğu oranda modern güçler ve düzen de başörtüsüyle uyuşacak. Başörtülü; Kur’ânî çizgi, takvâ giysisi ve yaşama biçiminden ne kadar taviz verip uzaklaşırsa, kendini doğuran bağla irtibatını koparırsa, o oranda İslâm düşmanı çevrelerin tavizini görecek. Görünen maalesef o ki; başörtülülerin kaahir ekseriyeti, bugünkü halleri ve gelecekte sergileyecekleri daha büyük yozlaşma sürecine girmeleriyle kendilerine taviz verilmeyi hak ettiler. Ama yine de Kenan Evren’in tabiriyle “sinek küçük ama mide bulandırır” diye düşünüyorlar.

Kur’an bu güçlerin portresini şöyle çiziyor: “Sen onların dinine uyuncaya kadar Yahûdiler de Hıristiyanlar da (onların izinden giden müşrikler de) senden asla râzı olmazlar.” (2/Bakara, 120). Başörtüsünün imanla irtibatının çoğu kızımızda çözüldüğünü gören âyette belirtilen sınıflar, başörtüsü problemini çözmek için girişimlerine başlama sinyalleri verdi biliyorsunuz. İktidar değişimlerini finanse eden dolar milyarderi Amerikalı yahûdi Soros, kendi emir kulları olan radikal laik çevrelere “yeter artık, bu kadarı kâfi” demeye başladı; ve ekledi: “Başörtüsü sorununu ben çözeceğim.” Bu sözü, tabii ki, kendi adına değil; Batı adına, Amerika nâmına, yani çoğunluğu Hıristiyan olduğu değerlendirilen kesim adına, Hıristiyan Batıyı temsilen  dillendirdi. Ve, üstüne üstlük; kısa zaman önce, başörtüsü sorununun çözümünün İsrail’den geçtiği yetkili ve etkili çevrelerin ağzından dökülmeye başladı. Demek ki, başörtülülerin bu yozlaşmasından râzı oldular, neticesi alındığı için artık baskının kalkması gerektiğine karar verdiler. Bakara 120’nin ışığında bu durumu yorumladığımızda, işin vehâmeti daha iyi anlaşılacaktır. Bu demektir ki, kendini tesettürde zannedenlerin çok önemli bir bölümünün taktığı başörtüsü, Allah’ın râzı olmayacağı şekle geldi. İsrail’in, ABD’nin râzı olduğu başörtüsü, artık Avrupa Birliği’ne girmek üzere. Onlardan yeşil ışık yakılmaya başlandığına göre, onların emir kulları egemen güçler de kamusal alan dedikleri etkin yerlerde değilse de, sözgelimi bazı üniversitelerdeki kırmızı ışıkların bir bölümünü söndürecekler. Yoksa, radikaller “İslâm’ın en önemli emirlerine bile yasak koyan üniversite, diğer okul ve resmî kurumlar ve de buraları bu hale getiren düzen olmaz olsun!” deyip uzlaşmayı tümüyle reddedebilirler; küçük de olsa böyle bir ihtimali hesap eden Batılı güçler, büyük tâvizler alındığına emin olduğu için küçük tâviz vermekten yana.  

Amerika’lardan fetvâlar veren “teferruat”çılar, hizmetin (kime, neye ve nasıl hizmetse?!) Allah’ın emrinden daha önemli olduğunu bağlılarına ve sempatizanlarına duyurdular. Üniversitelerdeki öğrenciler veya eğitim kurumları başta olmak üzere kimi alanlarda çalışan bayanlar başörtüsünü çözerek problemi çözmüş oldular. Yirmi sekiz şubat sonrası psikolojik baskılar başörtüsü bedelinin hafif olmadığını gösterdiği için bazı başörtülüler kolay yolu tercih etti. Hemen açılmakta zorlananlar, büyük bir buluşa imza atarak bere ile, peruk ile tesettür olabileceğini icat ettiler. Derken çığır açıldı, iş çığırından çıktı. Hâlâ başörtüsünü çıkarmayanlar da başörtüsündeki rûhu çıkardı. Bunun yanında, özellikle büyük şehirlerdeki “ben de müslümanım” diyenlerin en az yarısı zâten ne başörtüsünü, ne de başörtüsünü emreden İlâhî emir ve yasakları takıyor. Eh, tâvizi hâlâ hak etmesinler mi Batılıların gözünde.

Evet, üç vakte kadar (bu üç vakit, üç ay mı olur, üç yıl mı, başörtülülerin dejenerasyonunun ve düzene uygun yaşam tarzının yeterli görülmesine bağlı) başörtüsü sorunu çözülecek. Rûhundan soyutlanmış, aksesuara dönüşmüş modern başörtüsü artık kamusal alanda tümüyle değilse, yavaş yavaş müsaade edilir hale gelecek. Bu ülkedeki hayranları tarafından yadırgansa da, Avrupa Birliği veya Kirliliği denilen İslâm düşmanı birlik standartları da zâten bunu gerektirmektedir. Buna rağmen, bunun çok kısa zamanda gerçekleşeceğini de düşünmüyorum. Çünkü bu coğrafyadaki örtü düşmanı egemen çevreler,  kendi uyduruk dinlerine tavizsiz bağlı fanatik İslâm düşmanı oldukları ve müslümanların dışa yansıyan en basit, en mâsum, şirk düzenine de hiç zararı olmayan görüntülerine karşı bile acımasızlar. Evet, er-geç başörtüsü sorunu çözülecek, çözülüyor; sevinin müslümanlar, sevinebilirseniz! Bu, başörtüsü mücâdelesinin bir zaferi midir, 28 Şubat süreciyle hızlanan light İslâm’ın Kur’an ve Sünnet İslâm’ına -şimdilik- bir galebesi mi, değerlendirin. Müslümanlar başörtüsünü şeklen değilse rûhen çözdüler, sıra örtü düşmanlarının lütfedip çözmesine kaldı. İktidarda olduğu sanılan sanal hükümet mi? Güldürmeyin adamı, onlar kendi karılarının başörtülerini bile savunamıyorlar; İslâm’ın İ’sini ağızlarına alamıyorlar (Eee n’apsınlar canım, yoksa gerginlik çıkar…). “Biraz daha zamanı var, zamanı geldiğinde gerginlik çıkmadan, konsensusla bu sorunu çözeceğiz” diyen hükümetin başının bu sözünün anlamı, bu açıklamalar ışığında daha iyi anlaşılmıştır herhalde.  

Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında “imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı-pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve sarık kadar simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında örtü yerine. İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen, “Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.   

Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…” Bu cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama, şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.

Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az olmakta.

İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın her bir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur? Tâğûtî düzeni ve kurumları reddetmeden, çocukların aldıkları çarpık eğitimi hatta onaylayan bir tavır içinde, televizyonun yetiştirmesine açık şekilde ve nefsânî tarzda özgürce, yani başıboş tarzda caddelerde, sokaklarda gezip tozmayı, bakıp baktırmayı ihtiyaç sayan kızlarımız yetişirken sonucun böyle olacağını hesap etmemiz gerekiyordu. Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları.

Hicabın, tesettürün içi boşaltılmış, sadece başörtüsü, varsa yoksa türban kalmış. Onun da suyunu çıkartarak cıvıttılar; örtüsüz örtü gibi zıtlık ve tuhaflıklar ortalığı kapladı. Her şeye rağmen başörtülü kızlar bu ülkenin gülleri, fidanları, meyve vermesi beklenen ağaçları. Kökü kuruyan ağacın yaprakları da tabii kısa zaman sonra kuruyacaktır. Ağacın kökü iman idi, sulanmadı, beslenmedi, gıdasız bırakıldı bu ağaç. Hatta su diye kurutacak zehir verildi özellikle resmî kurumlarca. Kuruyan kökün başörtüsü şeklindeki yaprakları döküldü. Sulanması gereken bazı fidanlar ise sulanmadı, ama sulandırıldı; câhiliyye kültürünün hormonlu bilgi kirliliğiyle yetişen körpe fidanlar çürümeye başladı. Hormonla ve yanlış aşılarla özü kaybettirilen, genlerine/fıtratına müdâhale edilen ağaçların meyveleri durumundaki başörtüleri de kanserojen özellikler taşımaya başladı. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte gül bitmez; bitse bile kokusu da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan goncası/çiçeği huzur vermek yerine, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri göze batar.

Türkiye’de İslâm’la savaşan laik putperestler, İslâm’ın hayata yansıyan ve kimlik görüntüsü veren özelliğinden dolayı başörtüsüne tavizsiz bir düşmanlık göstermektedir. Bu topraklarda hakla bâtıl arasındaki savaş, bazı simgesel alanlarda yapılıyor. O alanlardan biri de başörtüsü denilen savaş alanı. Başörtüsünü teferruat gören ve açmanın en fazla küçük bir günah olduğunu düşünenler, başörtüsünün simgesel konumunu, yani İslâm’ın günümüzdeki önemli bir sembolü olduğunu görmezden geliyorlar. Sancağın/bayrağın basit bir bez parçası olmadığını, onun çok önemli bir misyonu temsil ettiğini kabul eden kimseler, başörtüsünün de dâvâ açısından bundan farksız olduğunu unutuyorlar. Bu topraklarda her müslüman, başörtüsünü, belki normal ülkelerde ve normal zamanlarda olduğundan daha fazla (râyet/sancak gibi) önemsemek zorundadır. Tamam da, bu simgesel özelliğin abartılıp putlaştırılmasına da olumlu bakmamız herhalde beklenilmemelidir. Tevhidî bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve toplumu kurtarması beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler hayatın bir parçası, kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, insanı da yozlaştıracak ve yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk-yobazlık da modern insana geleneksel kişilerden çok daha yakındır.

İfrat ve tefrit hemen bütün insanımızı kuşatmış. Herkes başörtüsünün bir tarafını çekiştirdi. Başörtüsünün abartılı düşmanlarına karşı, bizim mahallede bazıları onu teferruat sayarken, bazıları da onu fazla abarttı ve sloganlarının başına çıkardı. Giderek başörtüsü putlaştırılmadan da yakasını kurtaramadı. Sanki başka zulüm yokmuş, daha önemli başka farzlara baskı yokmuş gibi bir tavırla, başörtüsüne gereğinden fazla vurgu yapıldı. Üniversitelerden istenilen tek istek o idi. Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan; tam tersine “demokratik hak”, “insan hak ve özgürlüğü”, “anayasanın verdiği onay”, “Zübeyde Hanım’ın da yaptığı/taktığı gibi” referanslarla ve onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!

Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü. Başörtüsü, diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir davranış/yaşayış biçimiyle değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün Hindistan’ın millî kıyâfetinden farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle başörtüsü, uğrunda can verilecek bir değer değildir” dedirtir, sahibine Allah indinde rızâ ödülü kazandırmaz.

Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor” diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var. Ama bu roller içinde en önemlisi, başörtüsüz ve başka örtüsüz resimlerin yer aldığı boyalı basında bile eleştiri almadan iki-üç günde bir farklı bir giysi ile boy resmi çıkan först leydi Emine Hanım’ın rolü ve çeşitli belediye kuruluşlarında boy gösteren başörtülü kızların figüranlığı. Olumsuz değişim rüzgârı bu konuda da iktidar cephesinden esti. Avrupa Birliği araştırıp öğrense başörtüsünü Avrupa kriterlerine uydurdukları için bunlara ne tür ödül vereceğini şaşırır.

Müslüman, İmam-Hatiplerde ve üniversitelerde fazla bir şey değil, sadece başörtüsü istiyor artık. Kitabın tümüne inanması, İlâhî hükümlerin hepsine teslim olması gereken müslüman, imandan da önce gelen tâğutun kurum ve kurallarını, câhiliyye anlayış ve uygulamalarını tümüyle reddetmiyor.

Hakkını, hem de insan ve müslüman olmanın gerektirdiği binlerce haktan küçük bir hakkını, müslüman; mücâhide has bir üslûpla değil; demokratik yollardan, sadece imza toplayarak, telgraf çekerek, yürüyüş yaparak istemeyi tercih ediyor. Kâfirler de canları isterse, bir lütuf ve bağış olarak, karşılığında, müslümanlardan nicelerini kendi saflarına çekme ve nice tâvizler alıp, müslümanları iğdiş etme pahasına lütfen kabul edecekler. Etmeseler ne olacak? Hiiiç! Ayrıca, bugünkü düzen içinde ve bu eğitim sisteminde başörtüsü tümüyle serbest olsa iş bitecek, sorumluluk gidecek, istekler sona erecek, din tamamlanacak mıdır? Müslüman, nelere rızâ gösteriyor, neleri savunma durumuna geliyor, ne için çırpınıyor, ne isteyip nelerle yetiniyor, kimin rızâsı için ne yapıyor... Kur'an ışığında bunları iyi düşünmesi lâzımdır.

Tesettür anlayışı konusunda İslâm'la bugünkü müslüman arasında dağlar kadar fark oluşmuş durumda. İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı emretmiyor elbette. Tesettür bununla bitmiyor. Sınıflarda pardösü çıkarılarak etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü bakış ve tavırlarına, sözle ve gözle saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız. Evinde erkek misâfirlere bile gözükmeyen hoca-hacı çocuğu bu müslüman kızların, amfi ve sınıflardaki, kantinlerdeki kızlı erkekli karma eğitim ve eritim içinde bulunmasının nasıl bir tezat teşkil ettiği kimsenin eleştirisini bile almıyor. 

Bir müslüman kızın başörtüsüne, hayâ ve nâmusuna Alman gâvurundan da fazlaca saldıran bir zihniyet; özellikle eğitim adına gencin imanına, ahlâkına... zarar vermiyor, saldırmıyor mu dersiniz? "Bir kızın üniversitede başının açılması basit bir olay mıdır, tepki gösterilmesin mi yani?" denebilir. Evet, bu büyük bir haram, vahşî bir cinâyettir. Fakat ondan daha önemlisi odur ki: Kâfirlerin işgaline uğramış olan müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde mü'minlerin okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar ister istemez sevdiriliyor, övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ ettiriliyor... Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki gösterilmezken, tesettür ve hicab görevini ne kadar yaptığı da şüpheli olan salt türbana hücum mu sadece tepki gösterilmesi gereken? Din ve imandan daha mı önemli bu?

İnsan sadece diliyle konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır. Beden dili denilen, vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla da konuşur. Araştırmaların gösterdiği çarpıcı sonuç; beden dilinin, konuşma dilinden çok daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil, aynı zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, insan üzerindeki elbisenin de bir dili vardır, o da konuşur. Dâvet eder, mesâfe koyar, karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı zamanda bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır. İnsanın temizliği, pejmürdeliği, düzeni, zevki, kültürü, muhâtaplarına verdiği değer ve saygısı da giysisinden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın hangi dini tercih ettiğini, ya da  diniyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu da belirtir. Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır.

Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.”  (7/A’râf, 27). Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.

Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan” (Müslim, Mesâcid 288) çarşı ve pazarlara çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık-saçıklardan biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç bayanlar isteniyor? Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını insanî akıl ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan haydi işverene düşündürtmüyor; ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.

Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.

Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz-talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?” diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar, hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri (benzetme yerinde ise tuvalet gibi) mekânlardır. Kapitalistleşen ve Allah korkusundan sıyrılan insanların mâbedi ve köle pazarı haline gelen, kapitalizmin can damarı çarşı ve pazarların Allah nazarındaki yerini Peygamberimiz belirtiyor: “Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.” (Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671)

 

Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan önce ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.

 

Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah rızâsına uygun şekilde örtünmek için, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar” diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bu tavırlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü (haramlara) açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı görüyorlar? Hayır, başörtüsü erkek alıkları avlamak için volta atanların oltaya taktıkları av olamaz, olmamalıdır!

Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.

Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.

Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humur-hımâr’ bu başörtüsü değildir.

Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış elbise, şu çarşı pazarda boy gösteren bayanların giydiği pardösümsü giysi değildir, hayır!

Hz. Âişe annemizin, ensar kadınlarının özelliği olarak anlattığı, başörtüsü emrinin hemen ertesi sabahı, sanki başları üstünde karga var gibi örtüler içinde sabah namazına gelen kadınların örtüleri değildir bu başörtüsü. 

Yirminci asrın ortalarına kadar dünyanın hiçbir yerinde ve Osmanlı’da mü’mine hanımların örtülerinin benzeri değildir bu çeyrek örtüler, namaz örtüsüne benzemiyor bu başörtüler.

 

Doğuda, insanlar geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken; Batıda tam tersi dar, kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı ile Doğu özellikleri kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu her konuda kendine benzetir, kendi kültürünü dayatıp farklılıkları imhâ ettiği halde, yine de giysilerdeki bu farklılıklar kısmen korunmakta, özellikle dinin bu farklılıkları korumada özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir köyün, bir şehrin müslüman beldesi mi, hıristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha uzaktan görünen minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi; elbise de bir kimsenin mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini gösterebilir. Zâhirle bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında zannedildiğinden çok fazla ilişki vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle ötekine baskın çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin sadece dinin zâhiri ile, dinin emirlerine şeklen teslimiyet ve fetvâ ile değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edep, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı şeytanî güzellikleri, yani çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.

Takvâ giysisi, edep, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede ve özellikle okullarda çocukluğundan beri veril(e)mediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin fıkhen câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağı, caddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.

Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum” şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu giysilerimle daha da güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik gözlerinle ver, e mi?”

Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden ve ona yaklaştıran olumsuzluklardan sakınmak ve sakındırmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, hem kendilerinin ve hem hanımların iffetini korumak içindir. Bugünkü çeyrek tesettürün bunları hakkıyla yerine getirdiğine bin şahit lâzım. Bir şey, maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.

Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı, koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil; insanî özellikleriyle topluma katılma arzusudur. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında ve onunla bütünleşen tesettür ve müslümanca kişilikte düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgürlük bayrağıdır. Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeyleri özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın; teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla, İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür kadınlar için sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine köle olmaktan veya kendi nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğuna giden yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir. O olmadan tesettürün de olmayacağı, ama sadece kendisiyle işin bitmediği bir başlangıç olan baş tâcı başörtüsü, dişiliğin örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği öne çıkarmanın çarpık bir aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü bile olmayan bu bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/hevesinin, ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.  

Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma, Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.

Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.” Halk da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini şey yapmazsa, şey de şey yapmaz.” 

Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü, kadını ve erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla cehennemden korur.

Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü-etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır, yürüyüş, konuşma, gülme, aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek; pazarlık ve tâviz konusu olabilecek; türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor’ deyin, gerisini onlar anlar” diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını taktı. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...

Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliği yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda olarak düşünülüyor artık. "Tesettür(!) defilesi" denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken- en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam olunca da evinde, Filistin'li kızların dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.   

Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da önce, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.     

Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:

 

"Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar." (Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128)

“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.” (Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr)

 

"Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur (Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103).

 

“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.” (Tirmizî, Radâ 18)

Âişe (r.a.)'den rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir (r.a.)'in kızı Esmâ (ki, Peygamberimiz’in baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti." (Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104)

Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).” (Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283)

“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!” (Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25)

“Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.” (Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325)

“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.” (Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671)

 

 “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle)  bakmaktır.” (Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20)

 

Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.)’a ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu. (Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28)

“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz...” (Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137)

 

“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın.” (Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7)

"Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar." (Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030).  Şöhret elbisesinden maksat, başkalarına câzip görünmek ve fors satmak için giyilen elbisedir (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94). İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek büyüklük taslamak, kibirli tavra bürünmektir diye belirtir.

“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah, alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla bakmaz).” (Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465)

 

"Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şey­den daha hayırlıdır.” Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür” buyurdular. (Ahmed bin Hanbel, II/483)

Ve bir âyet-i kerime: “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).” (7/A’râf, 26). Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir? Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî ha­yatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikeler­den saklayan nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızar­tacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile gi­yim, yani hayâ duygusu ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah'ın izniyle maddî-mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur. 

    

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir (63/Münâfıkun, 8).

Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir hanıma yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte kıyafetle toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her geçen gün daha da artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.       

 

Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü İslâmî bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı gevşekse, yağan yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa; bu durum, ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. İşte aynen bunun gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; başörtüsü ise bu binanın çatısı, tesettür/örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.

İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek” kadar değer ifâde ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o hizmet için, üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır, olmasa da olur; ya da haram bakışları uzaklaştırmak yerine çekiciliği artıracak şekilde istismar edilebilecek bir oyuncak haline gelir.  

 

Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre duracak olan bir kiracıyım, emânetçiyim” diye düşünmeli insan. Vücuduma ait hangi organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki, hiç bir hakkım yokken bana verilmiş. Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur” diye düşünmeli insan.

“Bu kadar lütuftan sonra... Evet benim üzerimde hâkimiyeti ve merhameti bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken görev O’nun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun arkasına takmıştır” demeli ve itaat etmeli.

İnsan şöyle düşünmeli; “Ben, bana ayda sözgelimi 500-1000 dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum. Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını Onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana bin dolar maaş veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma görevim varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam; şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana emrediyor. Bin doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.”

Sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış, için aynasıdır. Dışı İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok temiz olmasına imkân yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır. O yüzden kadın giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir. Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi.  

18-20. Yüzyıl Türk tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâyip ve hızlı değişimin tarihidir. Tanzimat denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı Batılılaştırma çabası, hayatın her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük kırılmanın başlangıcı olmuştur. Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerle, kop(arıl)ma noktasına getirilmiştir. En önemli devrimlerin kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki değişimin kişinin inanç dâhil, tüm dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına alınmış, devlet zoruyla kişiler Batılı giysilere mecbur edilmiştir. II. Mahmut zamanında başlamış olan bu faşizan, baskıcı, ceberut tavır, günümüzde de hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon, ceket ve kravatı devlet dairelerinde zorunlu hale getirip “modern kâtip” giysisini dayatma ile yetinilmemiş, Yunanlıların başlarına geçirdiği kıyâfet olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime-câhile giydirilmiştir. Müslüman halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş, bu giysileri zorla giydiren yöneticiye de “gâvur padişah” adını takmıştır. Bununla birlikte devlet güç kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice zaman geçtiği halde ve fesin Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen câmilerdeki namaz kıldırma memurları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne devrimi canlı tutmakta devam edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler kendi güçlerini insanların başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş üstünde yer edinemeseler de başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın sadistçe mutluluğunu tatmak istemişlerdir. Adı geçen padişah, kafalara fes geçirip kendi egemenliğini görüp herkese gösterdiği gibi; aynı tavır, ilk cumhurbaşkanı tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya konmuştur. Sonra egemenlik ve etkinliklerini başörtüsü yasağı şeklinde halkı sürüleştirme zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını Batılılaştırma/çağdaşlaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev bilmişlerdir.

Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar…

 

II. Mahmut’la birlikte müslüman halkın kıyafetine müdâhale edilmeye ve resmî kıyâfet dayatılmaya başlanmış, TC kurulur kurulmaz da daha net ve sert kıyafet devrimi uygulamaya konulmuş bir coğrafya, müslüman hanımların modernleşmesi konusunda diğer ülkelere karşı ilk kötü örneklere de sahne olmuştu. 20. Asırda devrimlerle devrilen değerlerle ilgili olarak, önce bin senedir giyilen çarşaf çıkar(t)ılmış, sonra peçeler at(tır)ılmış, zarûret olmaksızın yani çarşıda pazarda yüzlerin açılması yaygınlaşmıştı. Bilenler ya da hatırlayanlar ne kadar kaldı bilmem, hâlâ bazı kitaplarda ve mahfillerde “bol pardösü çarşafın yerini tutar mı?” tartışmaları yapılır(dı). Hanbelî, Şâfiî ve Selefîlerin câiz görmediğinden de yola çıkılarak özellikle fitnenin kol gezdiği günümüz ortamı gibi durumlarda ihtiyar olmayan bayanların diğer tarafları kapalı olsa da, yüzlerini ulu orta açmalarının câiz olup olmadığı gündeme gelirdi. Nereden nereye? Bugünkü entel takılan kültürlü bir bayana bunları anlatmak, hele takvâ ve azîmeti tavsiye etmek bile ne kadar mümkündür? Bu gidişle, korkarım birkaç sene sonraki bazı İslâmî dergilerde bazı müslüman yazarların bazı makale başlıkları şöyle olacak: “Şeffaf Başörtüsü Tesettüre Uygun mudur?” Ya da “Açık Göbek Modası Başörtülü Bayanlar Arasında Niye Hızla Yayılıyor?” “Başörtülü Kızlardan Oluşan Dans Grubu Nasıl Ortaya Çıktı?” Gazete haber başlıklarından bazıları da şöyle olacak: “Güzellik Yarışmasına Katılmak İsteyen Başörtülüler”, “Başörtülü Şarkıcı ve Sanatçılar Dernek Kuruyor.”

 Bu anlatılanlardan, “bütün başörtülü bayanlar böyle” gibi bir yargı çıkmaz elbette. Haya ve iffet sembolü, tam tesettürlü, ihtiyaç için çıktığı sosyal hayatta dişiliğiyle değil, kişiliğiyle hanım hanımcık yer alan ve Allah rızâsı için örtündüğü her davranışından belli olan şuurlu kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi tenzih ederiz. Üzüldüğümüz şey; bu mücâhidelerin sayılarının giderek azalması ve kopmaların, karşı sınıfa transferlerin özellikle okuyan ve hele hele çalışan bayanlar arasında hızla artış eğilimi göstermesi.

  

Kraliçe Çıplak

Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)  

İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada, kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz.

Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine sahip, takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara! Kılık-kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere!

Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların izi ve lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!

 

 

 EVLÂT KATİLİ BİR BABANIN İTİRAFLARI

Sakın bu, senin hikâyen olmasın?

Sakın! Bu, senin hikâyen olmasın.                          

Bir evlât katiliyim ben. İşlediğim cinâyetin farkına yeni varan bir sarhoşluk içinde, et-kemik yığını ruhsuz bir ceset karşısında avazım çıktığı kadar bağırıyorum: "Yavrum, seni ben öldürdüm; Affet beni evlâdım!.."

Aman Allah'ım, evlât katili olmak! Ne fecî şey yâ Rabbî! Katil olmak, hem de çok sevdiği, doğunca dünyaların kendisinin olduğu, yiyeceğinden kesip yedirdiği, yetişmesi için her şeyini seferber ettiği evlâdının, öz çocuğunun katili olmak...

Nasıl mı oldu bu iş? Anlatmaya çalışayım: Efendim, aslında çok farklı şey değildi yaptıklarım. Anlayacağınız, uydum kalabalığa, el ne yapıyorsa ben de onu yaptım; ne bir fazla ne bir eksik. Ele baktım, onlar ne yapıyorsa ben de yaptım, doğru yoldan öyle saptım. Nereden bilebilirdim işin sonunun böyle fecî bir cinâyetle noktalanacağını? Ne bileyim herkesin bal dediği, benim de câhil olduğum için kanıp öyle zannettiğim şeyin aslında zehir olduğunu? Kendi ellerimle yavaş yavaş çocuğuma o zehirden içirdim. Sonra, bir de baktım ki tümüyle zehirlenmiş çocuğum.

"Çocuğun sağ, ölmedi ki, nereden çıkarıyorsun bunları?" mı diyorsunuz? Şu zibidi mi, şu ruhsuz zavallı mı, şu canlı cenâze mi, şu hayat süren leş mi benim çocuğum? Hayır, hayır yanılıyorsunuz! Çoktan öldü, daha doğrusu öldürüldü benim çocuğum. Hem de katillerden biri ve en büyüğü benim, ben! Evet, asacak mısınız, kesecek misiniz, her cezaya hazırım; bu evlât ölü, ben de katilim. Daha onun ölü olduğunu hâlâ anlayamıyorsanız -ki dün ben de farkında değildim- öyleyse... Evet, evet, öyleyse siz de evlât katili ve benim de suç ortağımsınız.

İlk câhiliyye asrında çocuklarını diri diri toprağa gömüyormuş câhil Araplar. Sizi bilmem, ama artık ben ayıplayamıyorum onları. Çünkü yeni yeni anladım kendi yaptığımın daha fecî olduğunu. Onlar, çocuklarının sadece maddesini öldürüyormuş; bense mânâsını öldürdüm. Onlar, çocuklarının üç-beş günlük dünya hayatlarını yok ediyorlarmış; bense âhiretlerini mahvettim. Onlar, sadece kız çocuklarını öldürüyorlarmış; bense kız-erkek hepsini öldürdüm. Gerçek katillik, asıl barbarlık câhiliyye Araplarının yaptığı gibi değil; benim yaptığım gibi olur. Onlar, çocuklarını günahsız yaşta öldürerek, onları cehennemlik olmaktan farkında olmadan kurtarıyorlarmış. Çocuklar için gerçek ölüm değil; kurtuluşmuş bu. Bense kendi ellerimle ateşe ittim onları, hem de bu dünyanın basit ateşine değil, cehenneme sürükledim, oraya ellerimle attım onları... Çocuklarım da şimdi beni oraya çekiyorlar, bana kendi yanlarında yer ayırmışlar, dâvetiye üstüne dâvetiye gönderiyorlar. Bilmem bu çağrıyı geri çevirebilecek miyim?

Evlâdım! Senin terbiyenin, daha senin anneni seçmekle başladığını, bülûğ yaşına kadar tümüyle, ondan sonra da tavsiyelerle, yetişmen için bütün sorumluluğun bana ait olduğunu nereden bilebilirdim o zamanlar. Beni câhil bırakanlar, İslâm'dan habersiz yetiştirenler, hele hele anneni daha bir câhil bırakanlar, gâvur gibi yaşamamız için çabalayanlar da benim kadar suçlu değil mi? Ama, esas suçlu yine de benim, ben! Affet beni evlâdım... Sana ilk kelime olarak ALLAH demesini öğretmeliymişim. Yeni yeni öğrendim bunu. Gerçi sık sık duyardım sana helâl lokma yedirmenin şart olduğunu. Ama nereden, nasıl, ne kadar helâl bulacaktım? Düzen buydu, mutlaka helâla haram da karışıyordu. Eh ben de tümüyle dikkat edemezdim; zâten kim ediyordu? 

İşimden başımı kaşıyamıyordum, eşim de başından savmaya bakıyordu. Sağolsun (yok, sözün gelişi dedim, "yok olsun!") bizim yerimize çocukla ilgilenenler oluyordu: Sokakta birçok fesat, evde televizyon denen âlet, çocuğu avutuyordu. Sonradan anladım ki, avutmuyor, eğitiyor, öğütüyordu. Ağaç yaşken eğilirdi. Benim körpe fidanım da yaşken her yana yamuluyor, küfrün her boyasıyla boyanıyordu, hem de hayat boyu çıkmayacak boyayla. Artık; inancı, fikirleri, düşünce ve davranışlarıyla, her şeyiyle müslüman çocuğuna hiç benzemiyordu. Bir gâvurun çocuğuyla yan yana konulsa, benimkinin müslüman olduğunu, diğerinden farklı bulunduğunu nesiyle isbat edeceklerdi? Mümkün değildi mü'min olanını ayırdetmek. Beş bilinmeyenli denklem uğraşılarak çözülebilirdi, ama bu sorunun altından kalkmak her babayiğidin, hatta Pentium 4 PC'nin harcı değildi. Halbuki her temel esasta çok farklı bir inancı, yaşayışı ve ahlâkı olacaktı; böyle istiyordu Mevlâ. En güzel boya Allah'ın boyasıydı. Boyacılar da çocuk babası, sonra çocuğun hocasıydı, böyle olmalıydı.

Ben bunları o zamanlar hiç görmüyor, düşünmüyor, çaresini aramıyor değildim. Çevremde namazlı niyazlı insanlar çocuğunun dini için, ne yapıyorsa, ben de onu yapmaya karar verdim. Ben din bakımından câhil sayılırdım. Anası ise ooo, zır câhil. Kendimiz ne öğretecektik çocuğa? Hocaya gönderdim yaz tatilleri, bazen de hafta sonları Pazar günleri. Çocuk hocadan şikâyetçiydi, önemsemedim şikâyetlerini. Ama niye çocuk, öğretmeninden hiç şikâyetçi olmadığı halde, hocadan hiç hoşlanmıyordu. Kafama takılıyordu bu. Çocuğun dediğine bakılırsa hoca pek bir şey öğretmiyor, bir sürü çocuğu ancak zorla susturuyor, çok da dövüyormuş... Olsun, yine de gidecekti çocuk hocaya. Çünkü evlâdım dinini iyi bilsin istiyordum. Nereden bilebilirdim o zamanlar dinin üç-beş gün hocaya gitmekle öğrenilmeyeceğini. Ben hocaya yardımcı olmadan, düzen her kurumuyla, çevre de her yönüyle hocanın vermek istediklerini bozup tam tersini her türlü zengin imkânlarıyla vermeyi terk etmeden mümkün müydü çocuğa dinini gerçekten öğretmek, öğrendiği dini yaşatmak? O zamanlar bilemezdim bunları.

O zamanlar biliyordum çocuğun nasıl dindar olacağını, dinini nasıl öğreneceğini: Hocaya/câmiye arada sırada gönderirsem iş tamamdı. O öğretirdi nasıl olsa çocuğa dinini. Çocuk böylece otuz iki farzı ezberleyecek, Kur'an'ı hatim edecekti. Namaz kılmasını da öğrenince, eh ne kaldı geriye, iş tamamdı. Ben böylece vazifemi yapmış olurdum. Allah bana "çocuğunu niye okutmadın?" demez, kurtulurdum. Mes'ûliyetten kurtulmak(!) için çok gayret ederek, zorla da olsa, çocuğu hocaya gönderdim. Bazen kaytarıp kaytarmadığını takip edemedim, ama başkasından daha çok uğraşarak, çocuğun oyunundan, eğlencesinden kısarak câmiye gitmesine çalıştım. Bir gün olsun, çocuk ne okuyor, hocanın şikâyeti var mı, merak ederek sorup kontrol etmedim, ama yıllarca tatilleri hep gönderdim. Veee sonunda, zorla da olsa, unutup unutup tekrar elife dönse de hatim ettirdim. Otuz iki farzı da su gibi sayacak şekilde kerataya ezberlettim. Ehh, artık görevimi yapmış olmanın mutluluğu vardı bende. Çocuk dinini de öğrenmiş, benden sorumluluk da gitmişti. O zaman bana göre din bundan ibâret, çocuğu yetiştirmek için bunlar gerekti. Bunları da senelerce uğraştan sonra halletmiştim. Çok sonraları anlayacaktım ki, bunlar,  vicdanımdaki din yarasını pansumana yarayan fantezilerden ibaretti. Hiç yoktan iyiydi ama çocuğumu İslâmlaştırmaya, fıtratını korumaya, keferenin istediği ve şekillendirdiği yapıyı kökten değiştirip çocuğun hayatını yönlendirerek âhiretini kurtarmaya kâfi gelmekten öyle uzaktı ki... Ve benim sorumluluğumu gidermekten...

Çocuğuma hatim ettirdiğim halde, hayret! Benim de ara-sıra hatırlatmama rağmen çocuk hiç namaz kılmıyordu. "Oğlum, hiç olmazsa Cuma'ya git, Cuma akşamları dedelerine Kur’an oku!" Nerdeee? Peki, “ben günahkârım, çocuğum arkamdan Kur’an okusun, ben de onun yüzünden kurtulayım” diye -aslında kendim için- okutmuştum onu, şimdi hiç Kur’an okumadığına göre, ben ölünce arkamdan, herhalde elinden düşürmediği romanları okuyacaktı.  Öğrendiği halde Kur’an okumuyor, nasıl kılınacağını bildiği halde namaza yaklaşmıyordu. Ne yapsam nâfile! (Gerçi, söz aramızda, fazla da bir şey yap(a)mıyordum ya...) Yavaş yavaş delikanlı olmaya başlıyordu, ama cennetle müjdelenen gence, Peygamberimiz'in ashâbına, hatta sıradan bir ümmetine, İslâm tipine hiç benzer yanı yoktu bizim delikanlının. Kızım da başını zorla kapatıyor, ben olmadığım veya zorlamadığım zaman biliyordum ki başını hiç örtmüyordu. Senelerce alıştırmış olacaklar, körpe fidanımı iyice bükmüş olacaklar, sevdirmiş olacaklardı benim yerine çocuğa yön verenler. Bu ortamı ben hazırlamış, ben vekiller tutmuştum. "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu gâvurlaştırır." Buna yakındı hadis meâli. Çocuğun gâvurlaşmasından, önce ana-baba sorumluydu. Evet suç benimdi; affet beni Allah’ım! 

Bir tavuk kadar bile olamadım. Allah'ın emânetine onun kadar bile sahip çıkamadım. Bir tavuk, yavru civcivine zarar verecek bir düşman, yavrusunu (ç)almaya kalksa, hayatını tehlikeye atarak, atılırdı düşmanının üstüne. Ölümü göze alırdı da vermezdi yavrusunu hiçbirine. Bense, yapamadım bu kadarını bile. Hiçbir hayvanın yapamayacağı vahşîliği yaptım. Çocuğumu düşmanın önüne kendim attım.

Bir hırsızlık olayı ile karşı karşıya idim. Hem de en sevdiğim dünya nimeti olan yavrumu çalmışlardı. Kimler mi? Hırsızların kiminin adını bile anamıyorum, çevre deyip geçeyim; okullar, sokaklar, kanallar, gazeteler, kitaplar, partiler, topçular, popçular... Evet, hem de göz göre göre çalmışlardı çocuğumu, herkes seyirciydi sadece. Sessiz çığlığımla ciğerlerimi yırtarcasına bağırıyorum: “Geri verin çocuğumu! Geri verin çocuğumun dinini, imanını, ahlâkını. Geri verin onun ruhundan, gönlünden kopararak çaldıklarınızı. Geri verin namazını, niyazını. Geri verin! Geri verin!...” Ama nâfile. Siz vermek isteniz bile veremezsiniz ki! Çocuk istemiyor geri vermenizi. Babasından (daha önemlisi Rabbindan) koparılan çocuğum hırsızlarla işbirliği içinde, onların safını seçmiş... Aman Allah'ım, benim elimde cennetin yollarını öğrenmesi ve o yola koyulması için bana emânet olarak verilen yavrum, cehenneme doğru son sürat gitmekten o kadar memnun ki... 

Çalmışlardı çocuğumu. Çalarken bahane de bulmuşlar, minareyi çalanların kılıf hazırladığı gibi kılıf da uydurmuşlardı: Güya beni ve çocuğumu düşündükleri için, çocuğumu kurtarmak, yetiştirmek içindi bu yapılanlar. "Bırakın benim çocuğumu, kurtulmasını istemiyorum ben!" diye ortalığı birbirine katmak geliyor içimden. Çocuğun, insanın âhiretini mahvetmenin, esas kurtuluşunu engellemenin adı olmuş kurtarmak, yetiştirmek, eğitmek. Çalmışlardı çocuğumu ve onun yerine başka birini: "Al, senin çocuğun bu!" diyerek, zibidi bir genci teslim etmişlerdi bana, daha doğrusu beni teslim etmişlerdi ona. Ama, hayır, bin defa hayır! Bu değildi benim çocuğum. Hiç bana, dedesine benzer yanı yoktu bunun. Müslüman çocuğu olamazdı bu, Peygamberime benzeyen hiçbir tarafı yoktu bu yabancının. Benim çocuğum değildi bu. Ölmüştü benim çocuğum.   

Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Ben sahip çıkmadığım içindi bütün bunlar. Çalmışlardı çocuğumu. Kimlerin çaldığını öğrenmiş, hırsızı da yakalamıştım. Ama, “yakaladım” hırsızı derken, aslında benim yakam hırsızın elindeydi, asıl o beni bırakmıyordu. Ne? Beni de mi çalmışlar? Biriktirdiğim üç-beş kuruşumu çalsalar, oturduğum evimi beni kandırarak elimden alsalar, her tarafı velveleye verir, ciyak ciyak bağırır feryad ü figan ederdim. Çocuğumu çaldılar, bunları bile yapamadım. Demek beni de çalmışlar çalanlar ki, sesimi bile çıkaramadım. Çalınan çocuğumu geri vermediler, veremezlerdi tabii. Çünkü ölmüştü artık o. Öldürmüşlerdi onu. Ama katillerden biri, hatta en büyüğü bendim: Ben öldürdüm onu, ben, ben, ben... Hem de Firavun'un erkek çocuklarını doğramasından daha fecî bir şekilde öldürdüm. Modern bir şekilde, incitmeden, nâzikçe; ama bu idamların en vahşîcesiydi. Çağdaş câhiliyye döneminin yöntemiyle.

Çocukların et ve kemiklerinden çok kıymetli olan dinini, imanını, hayâ ve iffetlerini, nâmus ve faziletlerini, âhiretlerini, topyekün onları insan yapan her şeylerini öldürmüştüm. Bu cinâyetin en büyük suç ortağı benim, ben! Ben yardım etmeseydim, ben râzı olmasaydım dönemezdi bu zulüm çarkları. Gerekirse cesedim bile durdurmaya yeterdi onları. Ölümüm bile işe yarardı. Direnmeliydim sonuna kadar. Kâfir babası olmaktansa, hatta onun yüzünden küfre yaklaşmaktansa, büyük sıkıntılar çekmem, ölmem elbet daha iyiydi. Benim gibi korkak babalar, büyük zulümlerin suç ortağı babalar yüzünden değil miydi bunca cinâyetler?

Doğduğunda kulağına ezan okunmuş, Allahu Ekber denmişti. Öldüğünde yine "En büyük sadece Allah'tır, O her şeyden daha büyük ve daha önemlidir" denilecek, arkasında namaza durulacaktı. Ama doğumla ölüm arasındaki tüm hayatı ezan ve Allah kelimesinden, bu mânâlardan çok uzaktı. Ben bir baba olarak, sadece doğarken mi, şimdiki gibi ceset haline geldikten sonra mı, ölünce mi hatırlatacaktım çocuğuma Allah'tan başka büyük olmadığını, diğerlerinin değer olmadığını? Başkaları başkalarının büyüklüğünü değerini anlatmışlardı Allah'ın büyüklüğü yerine ona; ben de dolaylı da olsa yardımcı olmuştum buna. Artık şimdi o, ezandan, namazdan değil; castık-custuk seslerinden zevk alıyor. Allah'ın karşısında eğilmeyen vücudu tâğutlar, cıvık kızlar karşısında eğiliyordu. Şimdi artık, çocuğumun taparcasına sevdikleri artistler, şarkıcılar, futbolcular, biraz da kızlardı. İlâhların kurbanıydı benim yavrum. Benim ellerimle kanı akıtılmış, sahte tanrıların önüne atılmıştı. Esas suçlu bendim, ben, ben!

Affet beni evlâdım! Gerçi sen, şimdi henüz beni suçlamıyorsun ki affedesin. Ama yarın... Ahzâb sûresinin 66-68. âyetleri aklıma geliyor sık sık. Özellikle geceleri, devamlı senin suçlamaların, yakama yapışıp hesap sormalarınla sıçrayıp uyanıyorum. Şöyle buyuruyordu o âyetlerde Cenâb-ı Hak, senin gibi mazlum kurbanların fecî durumunu anlatırken: "O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle diyecekler: 'Ey Rabbimız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimız! Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)." Bu âyetlerin meallerini öğrendim, bir de tefsirlere baksam, âhiretteki o acıklı sahneyi düşünerek iyice kahrolacağım. Ama dünyada kahrolmak belki benim kurtuluşum, âhiret cezam için keffâretim olacak.

Hele yatağa girip gözlerimi yumayım, hemen bir tablo çıkıyor karşıma: Çocuklarım yakama yapışmış beni cehenneme doğru sürüklüyorlar. "Esas suçlu bu!" diye zebânîlere beni gösteriyorlar. Lânetlerin en büyüğünü yapıyor, kendi çektikleri azâbın iki mislini çekmem için Allah’a yalvarıyorlar. Kızamıyorum onlara. "Dünyada ben sizin için ne fedâkârlıklar yaptım, şimdi niye bana böyle davranıyorsunuz? Bırakın yakamı, ben size ne yaptım?" diyemiyorum. Çünkü çok şeyler yaptım, çok şeylerini yıktım, mahvettim biliyorum. Esas suçlu ben olmasam, Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarını anlatıp beni ikaz etmezdi zaten. Evet, esas suçlu benim, ben! Affet beni evlâdım. Sen affetmezsen, Cenâb-ı Hak da herhalde affetmeyecek. Senin affetmen de dilinle değil; imana ve sâlih amele dönüşünle olacak. Affet beni evlâdım! Seni yarının bile haram ve şirklerinden koruyacak köklü bir iman vermeliydim. Böyle tavsiye ediyordu Hz. Ali. Fakat sen bugünlere bile dayanamadın. Ne ektim ki onu biçeyim, ne verdim ki iman nâmına, küfre ve haramlara silâh adına; bugün senden ne bekleyeyim?

Senin istikbâlin için câhillerin mektep ve sokağına, iş tezgâhlarına, gazete ve televizyonuna seni teslim etmiştim. İnan, senin istikbâlini düşündüğüm içindi bunlar. Halbuki yeni yeni anlıyorum ki, istikbâl gelecek demekti. Gelecek de âhiret ve âkıbetti, dönüş Allah'a idi. Senin geleceğini, âhiretini düşünseydim, senin değerlerini parçalayacak olan canavarların önüne seni atar mıydım? Âhiretini üç-beş kuruşa satar mıydım? "Otuz iki farzı öğrettim, Kur'an'ı hatim ettirdim" diyerek yan gelip yatar mıydım? Sonra da "vah benim yavrum!" deyip ortalığı velveleye katar mıydım? Seni cehenneme ellerimle atar mıydım? Söyleyin, çocuğumun istikbâlini gerçekten düşünseydim, bütün bunları yapar mıydım?

 

"Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden mes'ulsünüz." Böyle buyuruyordu o sözlerin en güzelini, en doğrusunu konuşan. Çobanlık yapabilmiş miydim? Allah'ın yasakladığı, sınır koyduğu hudûdu aşarken o ekin tarlasından çıkarabildim mi onu? Yoksa ben mi o yasak yerlerde otlattım çocuğumu? En azından göz yummadım mı o yasak ekinlerde otlamasına? Öyleyse güttüğüm sürünün değil; suç benim gibi çobanındı. Kabahatin çoğu evlâdın değil; babanındı.

En kıymetli varlığıma, Allah'ın emânetine ne yaptım? Emânete ihânet etmeden koruyabilmek için emâneti iyi tanımak ve nasıl korunacağını bilmek şarttır. Emâneti niçin vermişti esas sahibi? Hâin olmamak için nasıl koruyacaktım, onu öğretmemiş miydi âlemlerin Rabbi? Târifesi yok muydu bunun? Öyleyse emânete ihânet eden hâin damgası yemeyi hak eden bendim, ben, ben! Enfâl sûresi 27-28. âyetlerde öyle denmiyor muydu? "Ey mü'minler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik etmeyin. Bilin ki, mallarınız ve evlâtlarınız ancak bir fitnedir (sizi günaha sokmaya sebep olabilecek sınavdır). Allah yanında ise büyük mükâfat vardır." Teğâbün sûresinin 14 ve 15. âyetleri ise şu mealdeydi: "Ey iman edenler! Zevcelerinizle evlâtlarınızdan bir kısmı (sizi ibâdetten alıkoymak, emirlerinize uymamak sûretiyle) size (bir nevî) düşmandır. O halde onlardan sakının (kötülüklerinden emin olmayın). Mutlaka mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir fitnedir (belâ ve imtihandır; çünkü sizi birtakım günahlara sokabilirler). Allah ise, büyük sevap O'nun katındadır."

Affet beni evlâdım! Okuduğun kitapları, gazeteleri, konuştuğun arkadaşlarını, sana terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiğin filmleri, oynadığın oyunları... kontrol altında tutamadım; gerektiğinde ambargo koyamadım. Kalbine ve kafana gireceklere gümrüksüz gel geç dercesine tavrımla, bahçedeki korkuluk kadar bile olamadım. Bütün bunları benim yerime ve benden daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştiremedim. Gecemi gündüzüme katıp, seni "nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapamadım. Dinim seni nasıl yetiştirmemi emrediyor, öğrenip uygulayamadım. Ben suçluyum Rabbim, Affet beni Allah'ım!

Bir zamanlar bana karşı yeterince hürmetli ve saygılı davranmıyor, emirlerimi yapmıyorsun diye kızıyordum sana. Şimdi ise o kızdığıma kızıyorum yavrum. Öyle görmüştük biz çocukluk ve gençliğimizde: Zerre kusur etmezdik saygı ve hürmette atalarımıza, hatta yaşça büyük herkese. Ben de bir zamanlar senden bunu bekliyordum. Çok önemliydi o demler, çocuğumun beni sayıp hürmet etmesi. Şimdi kızarak gülüyorum bu halime. Allah'a saygısız olan, O'nun emirlerini çiğneyen, Kur'an'ın hükümlerini umursamayan çocuk bana saygı gösterse ne olurdu? Allah'a saygı mı, bana saygı mı, hangisi daha önemliydi? Bir çeşit ilâhlık taslamış oluyordum o zamanlar. Allah'a saygıdan çok kendime hürmet istiyordum. Ölçü bendim, önce kendime istiyordum itaati ve saygıyı. Önce benim sözüm tutulacak, emirlerim yerine getirilecekti. Allah'ın emirlerinin tutulup tutulmaması benim için o günler önemli değil; benimki önemliydi. Şimdi kızarak gülüyorum bu halime; ben neydim ki Allah'ın yanında, zerre bile olabilir miydim? Ben neydim ve neyim ki, Yaratan'a isyan ederken çocuk, ben kendimi düşünüp bana itaat ve saygı isteyeceğim?

Ana-babanın veya başka bir beşerin koyduğu kurallara karşı gelenler isyankâr olur, anarşist kabul edilir de, Allah'ın kanunlarına boyun eğmeyen, her şeyiyle isyan edip baş kaldırana anarşist ve isyankâr denmez de ne denirdi? Esas anarşist ve isyankâr, benim namaz kılmayan oğlumla, İslâmî örtüye bürünmeyen kızımdı. Anarşiyi Batılı ve bâtıl rejimler üretiyordu, ama gençleri kurban eden bu rejimleri besleyen, anarşist yapanlara fırsat veren biraz da bendim, ben. Anarşist babasıyım ben! Zehirli yılanları iyice besleyip büyüttükten sonra sokağa salıveren insan, yılandan daha suçlu, daha zararlı değil miydi? Kendi elleriyle yılanın zehirlerini takviye eden, ettiren terbiyeci, hele benim gibi tedbir de al(a)mamış ise, kendisi de zehirlenip ölecekti. Keşke büyüttüğüm yılan, zehriyle sadece bana zarar verip beni öldürseydi de dâvâma saldırmasaydı, toplumu ifsâd etmeseydi!

Pek önemsemiyordum eskiden evlât terbiyesini. Birkaç beylik lâfla oluverecek zannediyordum: "Oğlum namaz kıl, kızım başını ört!" Niçin kılacaklardı namazı, başını niye örtecekti kızım? Öğretmiyor, öğretemiyordum. Öncelikle Allah'ın her şeyden fazla sevilip emirlerine itaat edilmeye lâyık biricik Rabbimız olduğunu, emirlerinin hikmetini, dünyâ ve âhiret saâdetine eriştireceğini... Şimdiki gençler öyle bir toplum içinde yaşıyorlar ki, namaza, örtüye giden yollar tümüyle tıkalı. Kolay mıydı bu devirde gencin namaz kılması, ahlâklı-iffetli olması, başını örtmesi? Köklü, çok sağlam bir iman olmadan mümkün müydü bunlar? Gerçek iman olmadan sâlih amel olmayacak, tevhidî imanın adını ise düzen irticâ koyacak, toplum da bu zokayı yutacak... Her şeyin başı imandı. Motor olmadan veya motora enerji konmadan araba çalışabilir miydi? İnsanın motoru da kalbi idi; Kalbin ihtiyacı da iman. Kalp motoru, iman enerjisi olmadan elbette çalışamazdı. Kalp bütün vücuda kan pompalayacak güçte olmalıydı. İman da her uzvu sâlih bir şekilde harekete geçirecek yeterlilikte/sağlamlıkta olmalıydı. İman olmadan ya da yeterliliği bulunmadan hareket/amel/ahlâk beklenebilir miydi? "Kalp sağlam olursa bütün vücut sağlam olur" diyordu Allah'ın Rasûlü. Kalbi/imanı sağlamlaştırmalıydı her şeyden önce.

Sonraları anladım, işin hiç de kolay olmadığını. Yaptıklarımın kendimi avutmak, içimden gelen duyguları, vicdanımı bastırmak olduğunu; çocuğa hatim ettirmekle işin bitmediğini, belki başladığını. Çocuğum yedi yaşına girince namaz ve örtüyle emredecek, emrimi yerine getirtmek için bir komutan edâsı takınacak; on yaşlarına geldiklerinde artık namaz ve tesettürün karşısındaki tüm iç ve dış engelleri kaldıracak, her nasılsa bunları hâlâ yapmazlarsa, onları hafifçe dövecektim; Böyle emrediyordu Yüce Peygamberim. Namaz ve örtü prototipti, bir baş örnekti. Diğer İslâmî emirler için de terbiye yolu bu idi. Yapmış mıydım bütün bunları? İslâm'ı yaşamaya engel olacak kültürel, siyasal, sosyal, psikolojik tüm baskı ve engelleri ortadan kaldırmış mıydım? Ona müslümanca yaşayabileceği bir çevre hazırlamış mıydım? Hayır! Öyleyse esas suçlu bendim, ben!

Biri bana materyalist deseydi, kızardım eskiden. Ama şimdi, eski hayatıma kendim bu sıfatı takıyorum. Maddeci olmasaydım, çocuklarımın evvelâ rızıklarını mı düşünürdüm, yoksa müslümanca yetişmelerini mi? Ancak bir maddeperest yapabilirdi benim yaptıklarımı. Yorgun argın, posam çıkmış vaziyette, dilim bir karış dışarıda işten eve dönüyordum. Çocuklarla meşgul olacak zaman bile bulamıyordum (gerçi, söz aramızda; televizyona, kahveye yer yer vakit bulabiliyordum). “Bu kadar çalıştığım, sadece çocuklarım için” diye teselli buluyor, çocuklarımı düşündüğümü sanıyor, kendimi kandırıyordum. Çocukların midesini düşündüğüm kadar dinlerini düşünseydim, en az karınları kadar ruhlarını doyurmanın babanın esas görevi olduğunu hesap etseydim, herhalde sekiz saat de onların dinleriyle uğraşırdım; sekiz saat rızıkları için çalıştığım gibi. Ama, dedim ya materyalistmişim, maddeye tapıyormuşum o zaman.

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engellerdim; ille de yanmak istese de kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlardım onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemezdi. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp, çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken seyirci kalmam, hatta bu yanma olayına yardımcı olmam neyle izah edilebilirdi? Evlâdımı sevseydim, ama Allah için ve gerçek sevgiyle sevseydim, onun cehenneme doğru yuvarlanmasına seyirci kalmaz, göz yummazdım. Demek ki sevmiyormuşum seni; affet yavrum beni!

Sahibi bulunduğum bir sığır, bir koyun eve akşam birkaç saat gelmeyince, merak eder, aramaya çıkardım onu. Evlâdım akşam eve geç geldiğinde bu kadar bile merak etmemiştim. Koyunumu bir canavar, bir kurt yemesin diye araştırıp tedbir alıyordum da, evlâdımı nice kurtlar ve canavar tehdit ederken boş veriyor, hatta bazı kurtların eline kendim teslim ediyordum. Kuzuyu kurttan çoban korur, ya çoban kurt olursa o sürünün hali ne olur? Bunu düşünmüyordum. Hem kurtları kendi sürüme saldırtıyor, onlara fırsat veriyor, hem de güya çobanlık yapıyordum!.. Aslında çocuğun pek suçu yoktu. O taklit etti yanlışlarımla beni, benim vekillerimi. O örnek aldı; kanallarda seyrettiği artistlerin, şarkıcıların, futbolcuların hayatını. Kızım, yıldız diye göklere çıkartılan şıfrıntıların kıyafetini, modasını, dansını. Çocuk su gibi renksiz ve temiz geliyordu hayata. Hangi kaba koyarsan onun rengini ve şeklini alıyordu. Bendim, o suyu kirleten, o suyu çirkin boyalı pis bir kaba koyan. Oğlum! Sana peygamberini ve ashâbını tanıtıp sevdiremedim; topçuları ve popçuları sevdirdiğim kadar. On  tane  ashâbın  adını  sayamazdın ama, onlarca belki tonlarca futbolcu ve sanatçıları sayar, hayat hikâyelerini anlatırdın. Ben hazırladım bu ortamı sana; televizyon adındaki öğretmeni ben tutup getirmiştim eve, sana bunları belletsin ve sevdirsin diye. Kızım! Sana da Hz. Âişe'yi, Hz. Fâtıma'yı tanıtıp örnek gösteremedim. Sen Sümeyye'leri, Sümeyrâ ve Rümeysâ'ları nereden bilecektin? Kim öğretecekti, evdeki o özel öğretmen mi? Onları değil; sanatçıları(!) örnek almana ben sebep oldum. Evdeki ekrandan tepinme (pardon dans) dersini ve bin bir çeşit ahlâksızlık/hayâsızlık derslerini tâkip etmene ben seyirci oldum, ben sebep oldum, ben! Sen tabii, çocuk olarak, gözünle düşünecektin; aklınla değil. Ve gördüklerine uyacaktın; dinine değil. Onları gördün, onları belledin, onlara benzedin. Artık ne hayâ kaldı, ne din...

Televizyon ilk öğretmenindi. Sen büyüdükçe öğretmenlerinin dereceleri de büyüyordu. TV. kanallarının öğretemediklerini de öğretsin diye video, sonra video CD player adlı özel ders veren öğretmeni eve getirdim; seni iyice eğitsinler, benim yerime yetiştirsinler diye. DVD ve VCD adlı yabancı öğretmenler özel kitaplarla ders veriyordu: Özel filmlerle ev bir sinemaya, özel cliplerle gazinoya benziyordu. Hayat, bir filmden, bir oyundan, müzikten ve futboldan ibâretti çocukların gözünde. Böylece hem vakitlerini, hem kendi inanç ve ahlâklarını bu yabancı markalı silâhlarla öldürüyorlar, bir anlamda intihar ediyorlardı çocuklar. Baba olarak ben kahveden çıkmazsam, çocuklarım da tabii bana, benim modern tarzıma benzeyeceklerdi.

Öyle bir ortamda, öyle bir çevrede büyüttüm yavrum seni ki, o yerlerde haramlar şiirleşmiş, günahlar süslenmişti. Buradaki yollarda trafik işaretleri “geri dönülmez (tevbe edilmez), yasaktır”, “tek yönlü yol” gibi işaretlerdi. Ama “tehlike!” ve “kaygan yol!” tabelalarına, hele “çıkmaz yol!” işaretine aldıran, hatta onları gören de yoktu. Mecbûrî istikamet okları hep şirk ve isyanı gösteriyordu. Hırçın dalgaları olan canavar bir denize, yüzmeyi öğretmeden, can simidi takmadan ben bıraktım seni! Nasıl tahammül edecektin buna? Boğulunca seni suçlamaya başladım. Ama yeni yeni anladım: Esas suçlu sen değil; bendim, ben!

               

Uykusuz geceler geçiriyorum hep, Allah’a isyankâr birinin babasıyım diye. Artık dünyanın hiçbir zevki önemli değil, İslâmî örtüden nefret eden bir kızın babasıyım çünkü. Diyebilirsiniz ki; “Hz. Nuh’un ve bazı başka peygamber ve kâmil mü’minlerin de çocuğu iman sahibi, ahlâklı kişiler değildi!” Ben de derim ki: Onlar mes’ul değiller; çünkü terbiye ve tebliğ görevlerini tümüyle yaptılar. Ondan sonrası, yani hidâyeti vermek Allah’a âitti. Mesele, çocukların şöyle veya böyle olmalarından daha çok; benim, vazifemi, bu konudaki dinimin tüm emirlerini yapıp yapmadığım idi. Ve ben görevimi hemen hiç denilecek kadar yapmamıştım. Suçluydum ben, suçluyum ben; Affet beni Allah’ım!

Ah! Şimdiki aklım ve imanım olsaydı... Ah bir olsaydı, çocuklarımı nasıl yetiştireceğimi bilirdim. (Bilirdim ama; çevre, sosyal ve siyasal yapı, kapitalist ilkelere uyan çalışma şartları, eğitim... düzelmeden kendine bile sahip olamıyorsun ki çocuğuna sahip olasın. Çöplükte belki, ama, gübrelikte gül yetiştirmek mümkün mü? O yüzden gübreliği temizlemeye, gül devrini oluşturmaya çalışırdım bir yandan. Sivrisinekle mücâdelenin kesin yolu, bataklığın kurutulmasıydı çünkü.) Gerekirse hicret ederdim sırf bu yüzden; hiç olmazsa olumsuz çevreden, sürüden ayrılırdım. Ben hayvan değilim ki... Ne işim var sürüde? Uydum kalabalığa demezdim o zaman. İnsanların çoğuna uyarsa, Peygamberimiz’i bile çoğunluğun saptıracağını söylüyor Kur’an En’âm sûresi 116. âyette. Kalabalıkların yaptıklarını değil; yapılması gerekeni, yani Rabbimın yap dediklerini yapardım o zaman. Teslim etmezdim kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığımı. Sahip çıkardım İlâhî emânete, birinci işim o olurdu, her şeyden önce gelirdi onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verirdim; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacımız bulunduğunu... öğretir ve sevdirirdim ona. Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’an ve ibâdet şuurunu verince, bu konuyla ilgili aradan engelleri kaldırınca, evet o zaman zorlayan olsa da sevemezdi Allah ve Rasûl'ün  sevmediklerini; benzemek istemezdi dinsizlere, donsuzlara. Nefret ederdi o zaman küfür ve kâfirin her çeşidinden. Ya kendim İslâm’ı iyice öğrenip öğretirdim çocuğuma (ki en güzeli buydu), ya da aldığım aylığın yarısını, hatta daha fazlasını seve seve gerekirse verirdim uzmanına, özel hocalar tutardım. Evet, şimdiki aklım olsa mutlaka bunları yapardım.

Aslında, zamanımızda ilim konusunda müslümanın işi çok kolaydı: Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap diye, dergi diye, CD diye sunuluyordu. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap vardı; alır okurdum birini, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışırdım. 

Uğraşır mıydım bu kadar onların sadece dünyada çokça rahat etmeleri, karınlarını çokça doyurmaları için? “Daha çok para kazanıp onlara bırakayım da, benden sonra daha çok haramları daha kolayca işlesinler” diyebilir miydim? Bırakacağım mirasla (eğer dinlerini, yaşayışlarını kuvvetlendirmemişsem) onların, kolaylıkla bir sürü günah işlemelerine fırsatı böylece ben vermiş olmaz mıydım? Şimdiki aklım olsaydı böyle düşünürdüm tabii. Beşinci büyük halîfe kabul edilen zâtın hayatını öğrendim yeni yeni. Öyle diyordu Ömer bin Abdülaziz ölüm döşeğinde, “her şeyini infak ettin; iyi de, çocuklarına bir şey bırakmadın. Onları hiç düşünmedin mi?” diyen yakınlarına: “Onlar müslüman iseler ne âlâ! Onlara Allah’ı bırakıyorum sadece; yetmez mi? Onları müslüman olarak yetiştirmişim; Allah da, onlar da bunu kâfi görür. Yok, onlar kâfir iseler, ben onları müslüman olarak yetiştiremediysem, onlardan bana ne? Ne yiyecekler, ne edecekler, bana ne o gâvurlardan? İster benim evlâdım olsun, ister yabancı, kâfirlere mal bırakıp daha mı azdıracaktım? Benim bıraktığımla işledikleri haramdan ben mi sorumlu olacaktım? Bunu mu isterdiniz?”  Evet, böyle diyordu o zât. Ben de onu örnek alır, ben de öyle derdim. Çünkü öğrendim ki Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyordu. Ben de onlara dünyalık bırakacağım diye çokça rezillik çekip çokça yorulmaz, hem de esas olarak, âhiret azığı olacak terbiyeyi verirdim olanca gücümle. Hem onları, hem kendimi kurtarırdım böylece. Ne bırakmıştı o merhamet peygamberi kendi çocuklarına; onu düşünürdüm. O ne yaptıysa güzel yapmıştır derdim. Nerelerde yetiştirdi, kimlerin eline teslim etti sahâbeler çocuklarını, inceler, o yıldızlardan ışık alırdım.

                                                              

Yaşatamıyorsam müslümanca çoluk-çocuğumu, giderdim daha müslümanca yaşayabileceğimiz bir yere; Göçerdik âilece. Değmez miydi bunca çile Allah’ın güzel bir emâneti olan bebelere? Ve duâ ederdim çocuklarım için devamlı; onların ıslâhı, ihlâsı... için. Zayıf da olsa bir hadis rivâyetinde: “Ana-babanın çocuklarına duâsı, Peygamberlerin ümmetine duâsı gibidir (Geri çevrilmez, kabul olunur).” buyuruluyor. Maddî tedbirlerimi alır, terbiyesi için son imkânıma kadar uğraşır, gerisini Allah’a bırakır, O’ndan yardım beklerdim. Bilirdim ki ben O’nun için bir adım atsam, O bana doğru koşarak gelecek, kapılarını açacaktır.

Bugünkü ölümden beter hayatın zilletine katlanıp kâfirlere benzer şekilde, hayvan gibi yaşayıp ölümden sonraki azâba hazırlanacağıma, ölümsüzleşirdim böylece. Öldükten sonra yaşamak, ecir almaya devam etmek mümkündü; canlı cenâze olmanın mümkün olduğu gibi. Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, hadis-i şerife göre, “arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştiren” olacaktı. Ben öldükten sonra bile sevâbım artmaya devam edecekti. Sevaplarla yaşayacaktım çocuğum yaşadıkça...

Ve... olmadı bütün bunlar. Affet beni Allah’ım!

Hayâl-meyâl seni gördüm yavrum az önce bir sis perdesi arkasında, bulutların arasında. Benim sapladığım modern bıçakla kanlanan kefen içinde. Ayaklarına kapanmak istedim yavrum senin: “Affet beni!” diye. Sen, hem benden korkarak kaçıyor, hem “dosdoğru inan ve inandığın gibi yaşa!” diyordun. Demek, suçumun keffâreti buydu. Affedebilmen, affedilebilmem için dediğini yapmalıydım; onu anlatıyordun. Gerçek mü’mine yakışır şekilde yaşayacağım, müslüman olarak ölmeye çalışacağım... Söz veriyorum, söz veriyorum yavrum!      

 

 ANA BABAYA İHSÂN VE HZ. İBRÂHİM’İN (A.S.) ÖRNEKLİĞİ

                                                                                                                             

İhsân: “İhsân” kelimesi, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip, gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı emreder.

 

Ebeveyne İhsân: Kur'an’da, tek olan Allah'a ibadet edip O'na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana babaya itaat etme ve onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza  ihsanda bulunmanızı (onlara iyi davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..” (17/İsrâ, 23) Bu âyetten, ana babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:  "De  ki,  gelin  Rabbinizin size neleri  haram kıldığını  okuyayım: O'na  hiçbir  şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin..." (6/En’âm, 151) Burada Allah, ana babaya itaati terketmenin kötülüğünü beyan için haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.     

 

Ana babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında onlara gereğince infak etmek suretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için, onlara ihsân etmek gerekir. Allah'ın, ebeveyne ihsânı kendi tevhidi ve ibadeti yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne işarettir. "Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... ihsânda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez." (4/Nisâ, 36) Buradaki ebeveyne ihsân, evlâtların onların hizmetlerini yapması, onlara nâzik konuşması ve onların meşrû isteklerini gerçekleştirmesi için çalışmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: "Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün."  "Kimin yâ Rasûlallah?" denildi. Hz. Peygamber: "Yaşlandıklarında ana babasına, onlardan birine, yahut her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen kimsenin..." (Müslim, Birr 10)

Ana baba, çocuğunu Allah'a isyana teşvik etmedikçe, evlâtların onların meşrû her emrine uyması gerekir. Ana baba için mağfiret talebinde bulunmak, iyiliklerine duâ etmek, bizzat Kur'ân'ın emridir. "Ey Rabbimiz! Hesaba çekileceği gün beni, ana babamı ve (bütün) mü'minleri bağışla!" (14/İbrahim, 41) Ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsân, aslında insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki mükâfatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana baba, -Allah korusun- müşrik de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz, müşrik anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda bulunmayı emretmiştir (Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34).   

        

Kur’ân-ı Kerim'de Ana Babaya İhsan

Kur’ân-ı Kerim, ana babaya ihsan konusuna büyük önem vermiştir. Evlâdın görevlerini, ana-babaya karşı ne yapması gerektiğini anlatan âyetler çoktur. Sadece konularını ayırarak âyetleri sayarsak, şöyle bir liste oluşur:

a- Ana-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En'âm, 151; 17/İsrâ, 23-24; 29/Ankebut, 8; 46/Ahkaf, 15

b- Ana-babaya vermek: 2/Bakara, 215

c- Ana-babaya karşı iyi niyetli olmak: 17/İsrâ, 25

d- Ana-babaya kötü söz söylemekten sakınmak ve güzel söz söylemek: 17/İsrâ, 23

e- Ana-babaya itaat (onlara şükretmek/teşekkür etmek ve iyi davranmak): 31/Lokman, 14

f- Hesap gününde anne ve babasının bağışlanması için duâ örneği: (14/İbrâhim, 41).

Bunun yanında, kâfir bir babayı ve kardeşi, küfrü imana tercih ediyorlarsa, velî (dost) edinmenin yasaklığı (9/Tevbe, 23); anne-baba, evlâdını Allah'a şirk koşmak için zorlarlarsa, onlara itaat edilmemesi, ama, onlarla (şirke zorlayan ebeveynle) dünyada iyi geçinilmesi gerektiği (31/Lokman, 35) emredilir. İbrahim (a.s.)'in putperest babasına karşı konuşmasına "babacığım" diye hitap ederek başladığını ve bu "babacığım" ifadelerinin konuşmada sürekli her cümlede tekrarlandığını (19/Meryem, 42-45) Kur’an, ders alınsın diye belirtir.

17/İsrâ sûresi 23. âyetinde, ana-babaya "of!" demenin yasaklığı vurgulanırken, 46/Ahkaf sûresi, 17'de ana-babasına "of be size!" diyen kâfir evlâttan örnekler verilir. “Of!” ifadesinin, her türlü kaba ve yakışıksız söz için örnek olduğu tüm tefsirlerin ortak açıklaması olarak belirir.

 

Ana Babaya İhsanı Emreden Âyetlerde Dikkat Çeken Hususlar: Bakara sûresi,  83. âyetten anlaşılıyor ki,  Allah’a kulluk ve ana babaya iyilik, sadece Muhammed ümmetinin değil; aynı zamanda eski şeriatlerin de ortak yasasıdır. Benî İsrâilden de bu konuda mîsak/söz alınmıştır. İlâhî Kitaplarda Allah’a kulluk emrinden sonra ana babaya iyiliğin vurgulanması, ana baba hakkının önemini gösterir. Ana babaya itaat, yahûdilikteki temel emirleri içeren meşhur “on emir”den biridir. Bunların içerisinde, Allah’a şirk koşmanın yasaklanmasından hemen sonra ikinci olarak emredilmiştir. Çıkış 20/1-17’de on emir sayılırken şöyle denir: “Babana ve anana hürmet et. Tâ ki Allah’ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.”  Allah’tan sonra insanın üzerinde en çok hakkı olanlar, ana babasıdır. Allah’ı bir bilip sadece O’na ibâdet ve kulluk nasıl önemliyse, ana babaya ihsanla muâmele etmek de öyle önemlidir. Çünkü Allah insanın yaratıcısı, ana baba da yaratmanın sebepleridir. İnsanı besleyen, rızıklandıran Allah; yetiştiren, eğiten, şefkatle koruyup büyüten ana babadır. Bu bakımdan her şeyin başında Allah’ın birliğini tanıyıp sadece O’na ibâdet ve kulluk etmek, sonra da ana babaya iyilik etmek şarttır.

Kur’an’da ve hadislerde Allah’a ibâdetten hemen sonra ana babaya iyilik görevinin zikredilmesinin sebepleri şunlardır: a) İnsanın maddî ve mânevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah’ın nimetlerinden sonra ana babanın fedâkârlıklarıdır. Çünkü ana baba, çocuğun hem varlık sahnesine çıkmasının sebebidirler, hem de yetiştirilip terbiye edilmesini, eğitimini sağlayan kişilerdir. b) Çocuğun varlık alanına çıkmasının asıl ve gerçek sebebi Allah, zâhirî ve hukukî sebebi ise ana babadır. c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi; ana baba da çocuklarının ihtiyaçlarını hiçbir karşılık beklemeden seve seve yerine getirirler. d) Allah kuluna günahkâr bile olsa nimetler verdiği gibi; ana baba da âsi bile olsa çocuklarına desteklerini sürdürürler. e) Allah, kullarının iyiliklerinden râzı olduğu, karşılığını fazlasıyla verdiği gibi; ana baba da çocuklarının sahip olduğu imkân ve değerleri korumaya ve geliştirmeye çalışırlar.    

İsrâ sûresinin 23-24. âyetlerinde Allah’a ibadetle yan yana emredilen ana babaya ihsanın/ iyiliğin, hiçbir şarta bağlanmadığı dikkat çekmektedir. Bundan da, ana babanın müslüman veya gayr-i müslim, faziletli veya fâsık/günahkâr olup olmadığına bakılmaksızın onlara itaat etmenin gerekli olduğu sonucuna varılır. Nitekim Mümtehıne sûresinin 8 ve 9. âyetleri de bunu desteklemektedir.  

İsrâ sûresinin 23. âyetinde, ana babaya karşı saygısızlığın en basit ifadesi olmak üzere, “onlara öf bile demeyin” buyurulmuştur. Tefsir âlimleri, iç sıkıntısını ifade eden bu kelimenin, her türlü kabalık, saygısızlık ve isyankârlığı içerdiğini belirtirler. 24. âyette, merhamet duygusundan kaynaklanan bir tevâzu anlayışıyla ebeveynin himaye  altına  alınması  istenmiş  ve

“De ki: Rabbim! Onlar bana küçükken nasıl şefkat ve merhamet gösterdilerse Sen de onlara merhamet et” buyurulmuştur. Burada ana babaya saygının en temel sebebi olarak merhametten söz edilmesi ve böylece ebeveyn ile çocuklar arasındaki duygusal bağın öneminin vurgulanmış olması hayli anlamlıdır. Çünkü merhamet duygusu, çocuklarla ana baba arasında bulunan maddî ve mânevî ilginin temelidir. Allah’ın nimet ve ikramları da O’nun merhametine bağlı olduğu için, Allah’tan ana babaya merhamet dilemek, diğer bütün ilâhî lütufları dilemek anlamına gelir.

Lokman sûresinin 14. âyetinin sonunda ana babaya iyilik etmeyenin, Allah huzurunda sorumlu olacağını belirtmek için “Dönüş banadır!” buyuruluyor. Yani dünyada Allah’a ve ebeveynine karşı yanlış davrananların, Allah huzurunda hesaba çekilecekleri hatırlatılıyor. Aynı şekilde 15. âyetin sonunda da benzer ifade tekrar ediliyor ve dünyada yapılan herşeyin kendilerine âhirette haber verileceği belirtiliyor. Böylece insan, âhiret hesap ve sorumluluğunu düşünerek Allah’a ve ana babasına karşı davranışlarına dikkat etmesi için uyarılıyor.  

Ana Babaya İtaatin Sınırı

Allah’a şirk konusunda ailelerin bir zorlaması oluyorsa, duygusal bağlardan dolayı, tevhidin çiğnenmesine Kur’an kesinlikle müsaade etmez. Bu yüzden olmalı ki, ana babaya ihsanı emreden âyetlerin çoğunda, ilk emir olarak, Allah’a ibâdet/kulluk hatırlatılır (2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 2/Bakara, 177; 4/Nisâ, 1). Ana babaya itaat, Allah’a rağmen değildir;  İtaat konusunda herhangi bir kimse Allah’a tercih edilirse, kişi şirk bataklığına dalmış olur. Ya Allah’a ya başkasına itaat etme seçeneklerinden biri karşısında tercih, imanla küfür arasında bir tercihtir.  “Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” (29/Ankebût, 8) “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir...Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (31/Lokman, 14-15)

 

Bu âyetlerde ana babaya ihsanla/iyilikle davranma emredilmekle birlikte, şirk koşma, İslâm’dan uzaklaşma gibi Allah'a açık isyan konusunda onlara itaat edilmemesi istenir. Ama putperest ve müşrik ana babayla, dünyevî ilişkiler konusunda yine iyi geçinilmesi emredilir.

Allah’ın Hakkı, Her Hakkın Üzerindedir

 

“(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah'a) şirk koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü Allah müşrikleri bağışlamaz.) İbrahim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Yoksa onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, (af dilemekten vazgeçip) ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (9/Tevbe, 113-114)

Sa’d bin Ebî Vakkas, 17 yaşında bir gençken müslüman olmuştur. İslâm’a girdiği ilk günlerde annesiyle yaşadığı bir mâcerâyı şöyle anlatır: “Ben anneme karşı çok saygılı bir kimseydim. Müslüman olduğum zaman annem bu saygımdan istifade ile beni İslâm’dan döndürmek istedi ve: ‘Ey Sa’d! Bu yaşamaya başladığın yeni din de ne? Ya bu dinini terk edeceksin, yahut açlık grevi yapacağım, ölene dek yiyip içmeyi bırakacağım!’ dedi. Ben kendisine: ‘Anneciğim sakın böyle bir şey yapma. Zira ben kesinlikle dinimi bırakmam!’ dedim. Yine de o yemeyi içmeyi bıraktı, ölüm orucuna başladı. Bu hal bir gün bir gece devam etti (diğer bir rivâyette üç gün sürdü). Sa’d’ın bütün ısrarına rağmen annesi,  ağzına bir şey koymadığından yıpranmağa başlamış, gittikçe erimiş, bitkin düşmüştü. Kendisine: ‘Anne, Allah’a yemin olsun ki, senin yüz tane canın olsa, her gün birer birer çıkmaya başlasa, ben bu dinimi terk etmem!’ dedim. Benim bu azmimi, kesin kararımı görünce, protestosunu bırakarak yiyip içmeye başladı. Bu olay üzerine şu âyet indi:  “Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (31/Lokman, 15) Sa’d bu âyetin kendisiyle ilgili olarak nâzil olduğunu söylerdi. (2)  Tabii ki, nüzul sebebi bu hâdise olsa da, âyetin hükmü geneldir, her müslümanı kapsar. 

 

İslâm, tevhid gibi temel ilkeler söz konusu  olduğunda, hiçbir ilişki biçimini, bu ilkelerin çiğnenmesi konusunda mâzeret olarak kabul etmez. “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 23-24)

 

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin...” (58/Haşr,  22)

 

Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Ashâb-ı Kirâm, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdi. Meselâ Ebû Ubeyde bin Cerrah, Uhud savaşında babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Hz. Ömer bin Hattab, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde, amcazâdeleri, Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.

Babaya Karşı İbrahimî Tavır

Hz. İbrâhim’in bir istisnâ ile tüm davranışları ve bu arada babasına karşı tavrı, bütün müslümanlar için emredilen bir tavırdır. “Sonra sana hanîf olan İbrâhim’in dinine tâbi olmanı vahyettik.” (16/Nahl, 123) Kur’an, örnek alınması gereken şahsiyet olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) (33/Ahzâb, 21) dışında, isim olarak sadece Hz. İbrâhim (a.s.) ve onunla beraber olanlardan bahseder: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya  kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız, İbrahim’in babasına, ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez’ demesi hâriç, ‘Rabbimiz!’ dediler, ‘Sana dayandık, Sana yöneldik. Dönüş Sanadır... Andolsun, onlarda sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah, zengindir, hamde lâyık olandır.”  (60/Mümtahine, 4, 6).

Bu âyetler, Hz. İbrahim’in her konuda ve özellikle kâfirlere karşı sert tavrında örnek alınması gerektiğini vurgularken, bir konuyu örneklik konusunda hâriç tutar. O da, Hz. İbrâhim, iman etmemiş babasına, onun için istiğfar edeceğini, bağışlanma dileyeceğini söylemesi (19/Meryem, 47), imanı için mühlet vermesidir. Kur’an’ın çok yumuşak huylu ve pek sabırlı olarak vasfettiği İbrahim (a.s.)’in, babası için af dileme vaadini eleştirir Kur’an. İbrahim (a.s.), müşrik babası için istiğfardan men edilmişti. Çünkü kâfirler için istiğfar câiz değildir. Zaten babasının Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, bundan vazgeçti ve babasından uzaklaştı (9/Tevbe, 114).  

“Kitapta İbrahim’i an. Zira o, sıddîk/sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir zaman o, babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyleyse bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum. (Babası:) ‘Ey İbrahim! dedi, ‘sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur.’ İbrahim: ‘Selâm sana, dedi. Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdır. Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht olmam.’ Nihayet onlardan ve Allah’ın dışında taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman Biz ona İshak ve Yâkub’u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.” (19/Meryem, 41-49)

 

Evlât-baba ilişkilerinde (müşrik babanın mağfireti için duâ hâriç) örnek gösterilen Hz. İbrâhim’le ilgili bu âyetlerde iki şey dikkatimizi çekmektedir. Birincisi, Hz. İbrâhim’in babası ile konuşur ve ona İslâm’ı tebliğ ederken üslûbun yumuşaklığı. Öyle ki, her cümlenin başında “babacığım!” kelimeleri tekrar edilir. Kelimeler, özenle seçilir ve kırıcı ya da kaba kabul edilecek en küçük bir hitap görülmez. Babasının taşa tutma tehdidine karşı bile; selâmla, duâ vaadi ile, tatlılıkla cevap verir. İkincisi, babasına yumuşak hitabı, mesajın içeriğini değiştirmemektedir. Hz. İbrahim’in çok yumuşak huylu olması (9/Tevbe, 114), babasına karşı da olsa, dâvânın net bir şekilde tebliğinden tâviz vermesini gerektirmemiştir. Üslûbun yumuşaklığı ve sözün güzel söylenmesi, mesajı aktarırken muhâtabın nefsini galeyana getirmemek, kaba ve yanlış üslûpla mesajın güzelliğini gölgelememek içindir. Dolayısıyla tevhidî doğruları saklamak, ya da bulandırmak, dâvâdan veya dâvânın içeriğini gerektiği netlikte tebliğden tâviz vererek anlatmak, ne İbrâhimî bir tavırdır, ne de güzel üslûptur.   

İbrahim (a.s.)’le babası arasındaki diyalog örneği, oğlunu kendi bâtıl dinine girmeye çağıran putperest bir müşrikle bir müslüman evlât arasındaki konuşma tarzıdır. Açık bir şirk içinde olmayan, hele müslüman bir anne babayla ilişkilerin nasıl olması gerektiğini kolaylıkla değerlendirebiliriz. Müslüman bir anne babayla, müslüman bir evlâdın ilişkisi, istenilen güzellikte değilse, suçun büyüğünün evlâda ait olduğunu;  kültürü sınırlı anne babanın mâzur görülebilecek çok yönleri bulunabileceğini söyleyebiliriz. İstisnaların da elbette olabileceğini düşünebiliriz. Aile ilişkilerinde herkesi bağlayıcı, genel geçer formüller sunmak, pek kolay değildir. Ama ana babaya ihsan, iyilik, “of!”  bile demeyen tahammül ve kibarlık evlât için Kur’an’ın emrettiği genel tavırlardır. Bunlarla birlikte ailesini en iyi tanıyan, kişinin kendisidir. Nerede, nasıl tavır alınacağını, ailesinin yapısını da göz önüne alarak ailenin ferdi belirleyecektir. İfrat, ihsanla davranmamak; tefrit ise, ana babaya -isyanı emretseler bile-  mutlak itaat ve gerektiğinde aileye karşılık Allah ve Rasûlünün tercih edilmemesidir. Müslüman genç ise orta yolu, i’tidali/dengeyi bulmak zorundadır. Zor da olsa, bu denge olmadan dünyada huzur, âhirette ödül beklemek yanlıştır.   

Bu konudaki âyetlerde dikkat çeken şey, müşrik ana babaya itaatin yasaklanması değil; şirk konusundaki emirlerine itaatin yasaklanmasıdır. Müşrik anne babası insanı Allah’a ortak koşmaya sevk etmek istedikleri takdirde Kur’an bu konuda onlara itaati yasaklarken, müşrik de olsalar dünya işlerinde onlarla iyi geçinmeyi emretmektedir. Yani onların meşrû emirlerine itaat edilmeli, Allah’a isyanı emreden hususlarda itaat edilmemelidir. Ebeveyne itaat gerekir. Ancak, ana babanın emirleri, Allah’ın emirlerine ters düşerse bu konuda onlara itaat gerekmez. Çünkü Yaratan’a isyan olacak işlerde yaratılmışlara itaat edilmez. “Allah’a isyan sayılan bir konuda kula itaat edilemez.” (Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 8; Müslim, İmâre 39) Yaratan’ın hakkı, ana babanın hakkından elbette üstündür. 

Bazı Genç Müslümanların Üslûp ve Yöntem Yanlışlıkları

Geleneksel anlayışı sorgulama sürecine giren müslümanlardan belki de ilk nasiplerini aileleri alır. Kur’an’la tanışan, müşrik-mü’min kavramlarının ne anlama geldiğini öğrenen, ama henüz yeterli birikimi olmadığından Kur’an’a bütüncül yaklaşamayan müslümanlar, aileleriyle girdikleri tevhidî mücadelede çok kırıcı ve tedrîcîlikten ve ahlâkîlikten uzak bir söylem geliştirebilmektedirler. Kişinin en az çevresiyle ilgilendiği kadar ailesi ile diyaloga girmesi gerekliliği gözardı edilerek, İbrâhimî tavır alma gerekçesiyle, İbrâhimî üslûp gözetilmediği için bazen ailelerle bütün ilişkiler koparılır. Hatta bazı müslümanlar, aileleriyle aralarındaki problemin büyüklüğü oranında kendilerine İslâmîlikten (daha doğrusu radikallikten) pay biçmektedir.

 

“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet edip çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125) “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi.” (Al-i İmran, 159) “İnsanlara güzel söyleyin.” (2/Bakara, 83) Bu âyetler, kim olursa olsun, hangi inanca sahip bulunursa bulunsun; muhâtaplarına karşı müslümanların dâvet usûl ve üslûplarını belirler. Bırakın hatalı müslümanlara, veya İslâm’a karşı savaşmadığı halde cehaletinden dolayı bazı şirk davranışlarında bulunanlara nasıl güzel üslûp kullanılmasını; en azılı tâğut ve kâfirlerden biri olan Firavun’a tebliğ için gönderilen Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a, üslûplarının nasıl olması gerektiğini Kur’an şöyle emreder: “Firavun’a gidin. Çünkü o, tuğyân etti/azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 43-44)

Muhâtabımız olan her insana, İslâm’ı sunarken, Kur’an’ın emrettiği güzel üslûp özellikleriyle hitap etmek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Özellikle, bizden yaşlı akrabalarımıza, hele ana babamıza karşı daha hassas, daha tatlı ve yumuşak üslûplu, daha sevgi ve saygı dolu olmalı, bu nezâketimizi muhâtabımızın da anlayacağı şekilde, kelimeleri özenle seçip kullanmalıyız. Hz. İbrâhim’in örnek alınması bunu gerektirir. Allah'a açıkça düşman olan bilinçli müşrikler hariç; ana babalar, hatta yakın akrabalar, insanın doğal müttefikleridir, yardımcıları ve dostlarıdır. Kur’an, “Kötülüğü en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, seninle sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 34) buyurur. Bazı genç müslümanlar ise, âyetteki ifadenin tam tersini uygulayıp, aralarında dostluk bulunan kimseleri düşman etmek için kötülüğü güzel olmayan bir tavırla önlemeye çalışıyorlar. Tabii, böylece olaya nefisler karışıyor, iş inada biniyor, hayra giden yol, -iyi niyetle de söylenmiş olsa- yanlış üslûptan dolayı tıkanmış oluyor. 

Eğer ailelerimizin hayra doğru değişimleri, dalâlette iseler hidâyetleri isteniyorsa, tedrîcîlik, zamana yayılmış uzun ve samimi diyalog ve de en önemlisi, psikolojik gerginlik oluşturmaktan şiddetle kaçınan tatlı ve saygı dolu üslûp esas alınmalıdır. Fikirlerin uygun ve güzel olmayan şekilde ve kırıcı ifade tarzıyla sunulması, çoğu zaman, kaş yaparken göz çıkarma ile sonuçlanmaktadır. Çoğu ana baba, yaşlarını ve tecrübelerini fazla önemsediklerinden, kendi çocuklarının didaktik, vaaza veya derse benzeyen hitapla kendilerine direkt yolla hatalarını söylemelerini hoş karşılamaz, hatta nefis meselesi yapar, tersler. Bu gibi psikolojik çatışmaları aşmadan tebliğ ve dâvet, fayda yerine çoğu zaman zararla sonuçlanır. Muhâtabın, ıslah yerine daha büyük ifsadına sebep olunarak, vebalden kurtulayım derken daha büyük günah yüklenilmiş olur.    

Kur'an, bir babayla oğul arasındaki ilişkiler konusunda din/dâvâ farkı ile Hz. Nuh'un oğlunu "kendi ehlinden saymaması" gerektiğini ifade eder (11/Hûd, 44, 45). Ama bir oğul olan Hz. İbrahim'in putperest babasıyla ilişkileri, daha farklı gündeme gelir. Yani, hidâyeti beklenmeyen kâfir bir evlât, gerektiğinde babası tarafından evlâtlıktan reddedilip, ehlinden sayılmaması istenirken; müslüman bir oğulun müşrik ve putperest bir babaya karşı münâsebeti çok yumuşak ve nâzik olmalıdır. Tabii, bunların yanında örnek baba-oğul ilişkileri verilir. İbrahim-İsmail gibi. İsmail (a.s.)'le babası arasındaki ilişkiler uzunca ve birkaç değişik durumla ilgili anlatılır. Kur’an, anne babaya ve evlâda görevlerini hatırlatır.

Kur'an, müslüman bir kocayla karısı arasında olabilecek anlaşmazlıklar konusunda ise, müslüman kocaya itaati tavsiye eder (Nisa, 34). Geçimsiz ve itaatsiz bir kadına karşı nasıl davranılması gerektiği belirtilir. Eğer araları bu tedbirlerle de düzelmezse, hakem tayin edilmesini tavsiye eder (Nisa, 35). Hemen bu âyetin devamında toplum ve ailenin huzuru için iyi ilişkilerde bulunulması gerekli olanlar sayılır. Allah'a kulluktan sonra ana-babaya iyi davranılması emredilir (Nisa, 36). Bu âyetin zımnen ifade ettiği insan ilişkilerinin olumsuzluğu konusunda genel tavrın ne olması gerektiğini, genel anlaşmazlıklar konusunda yine aynı sûrenin 59. âyeti açıklık getirir. Bu âyet, iki müslüman arasındaki anlaşmazlıkların halli için Kur'an ve sünnetin hakemliğine müracaat, imanın şartı olarak ifade edilir.

 Kur’ân-ı Kerim’de “anne-babaya iyi davranmak”, hem de dört âyette “sadece Allah'a ibâdet etme”, ya da “O’na şirk koşmama”nın emredilmesiyle birlikte zikredilmektedir:   

 

“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... iyi davranın....” (4/Nisâ, 36) “De ki: ‘Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin...” (6/En’âm, 151) “Rabbin, sadece kendisine kulluk/ibâdet  etmenizi, ana-babanıza da ihsân etmenizi/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti...” (17/İsrâ, 23-24) “Vaktiyle Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnızca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’ diye mîsak/söz almıştık....” (2/Bakara, 83)

 

Bu anlatım özelliği, ana babaya ihsanın, Kur’an tarafından ahlâkî bir görev olmaktan çıkarılıp imanî/tevhidî bir vecîbe gibi algılandığını düşündürür. Zaten tevhid peygamberi Hz. İbrâhim’in babasıyla ilişkileri de detaylarıyla vurgulanır. Aslında tevhidin hayata, aileye, davranışlara ve tabii ki ahlâka yansımaması düşünülemez. Dolayısıyla “tevhid ahlâkı”, “lâ ilâhe illâllah ahlâkı” diye adlandırabiliriz; Kur’an’ın emrettiği, Rasûlün uyguladığı ve tavsiye ettiği ahlâkı. Ve ahlâkı imandan ayıramayız. İnanç, amel, muâmelât, siyaset, ahlâk arasında bazılarının zannettiği gibi kesin ayrımlar yoktur; kolay anlaşılsın diye ayrı başlıklar altında incelenebilir; yoksa hepsi bir bütündür. O bütüne İslâm demekteyiz.    

Ahlâkı tevhidden bağımsız ve olmazsa olabilir zannettiği için kimi radikal gençler, çevrelerinde örnek gösterilememekte, hatta bazen en yakın çevrelerinde, ailelerinde bile itici bulunabilmekteler. Halbuki İslâm’ı yaşamaya ve hele tebliğe çabalayan bir gencin, toplum içinde ahlâkî zaaflarla değerlendirilmesinin vebâli, diğer insanların vebâlinden daha büyüktür. Onlar, davranışlarıyla güzel örnek oluşturamamaları ve göze batan ciddî ahlâkî zaaflarından dolayı; temsil ettikleri tevhid dâvâsına ve savundukları Kur’anî hakikatlere -iyi niyetle ve farkında olmadan da olsa- düşman kazanmanın suçuyla yargılanabilecekleri endişesi taşımalıdır. Tevhid ahlâkı bunu gerektirir. İşte bu endişeyi taşıyan bir muvahhid genç, tüm insanlarla, tabii önce ailesi ve yakınlarıyla hastalıklı bir ilişki veya ilişkisizlik içinde olamayacak; “en yüce ahlâk üzere olan” (68/Kalem, 4) Rasûlullah’ı örnek alacak, çevresine ihsan ve ıslahı çiçek çiçek yayacak, toplumun diğer fertlerince örnek gösterilecektir.        

Evlâtların Ebeveynlerine Karşı Görevleri

Değişik bir ifâdeyle; ana ve babanın çocukları üzerindeki hakları: Meşrû isteklerine itaat etmek, onlara ihsânla mûamele etmek, yani güzel ve iyi davranıp saygısızlıkta bulunmamak, onları incitecek kötü bir söz söylememek, onların rızâlarını almaya çalışmak, maddî ihtiyaçlarını gidermek, öldüklerinde hayırla anmak ve arkalarından duâ etmek

                              

Evlât/yavru sevgisi, bütün hayvanlarda da görülen bir içgüdüdür, Allah’ın onların yaratılışlarına yerleştirdiği bir sünneti, kanunudur. İnsanda da evlât sevgisi, yaratılıştan gelen fıtrî bir sevgidir (3/Âl-i İmrân, 14). Hz. Âdem ve Havvâ’dan itibaren tüm anne babalardaki bu fıtrî meyilden dolayı, çocuklarının bakım ve geçimini hemen her ana baba yerine getirir. O yüzden “evlâtlarınızı sevin, onlara merhametle muâmele edin” gibi emir Kur’an’da yer almaz, zaten fıtratta olduğundan sevmemesi, ilgisiz kalması pek düşünülemez. Hz. Âdem’le Havva’nın ana babası olmadığından olsa gerek, insanın ana babasına sevgi ve saygısı fıtratın mecbur ettiği hususlardan değildir. Fıtrattaki güzelliklere ters düşmediği ve vicdanın, mantığın, kadir bilmenin, teşekkür etme ihtiyacının gereği olan sevgi ve saygıyı, ihsanı, aynı zamanda tüm kutsal kitaplar gibi Kur’an da ısrarla emretmiştir.

Ana babaya ihsan, dünyada huzur ve güzelliklerin kaynağı, âhirette cennetin sebebi olacaktır. Aksi ise, huzursuzluk ve azâb...

             

 

  28 ŞUBATIN HANÇERLEDİĞİ KUR’AN KURSLARI

Bugün Kur’an Kursları, öğrenci kaydı ve eğitim hedefleri açısından, son elli yılın en kötü durumundadır. 28 Şubatla birlikte başlatılan psikolojik savaş, zaten içinde çok sayıda problemleri olan bu kurumlara öldürücü darbe indirdi. Kur’an Kursları, 28 Şubatla birlikte “hasta adam”lıktan, “ölümcül ihtiyar”a dönüştürüldü. Mahkûm edildiği bitkisel hayatta, sun’î teneffüs için zorunlu kaynak ve ihtiyaçları, 28 Şubat makasıyla kesildi. Minareyi çalan kılıfını hazırlarmış. Minare aracılığıyla haykırılan mesajın cılız da olsa temsilcilerinin yetiştiği yerler olduğu kabul edilen kurumları yıkanlar/çalanlar da, kılıfını hazırlamışlardı: “Komadaki hasta intihar etti.”

Çeşitli cemaatlerin elindeki Kur’an Kursları, Türkiye genelinde en az % 80 oranında işlevini göremez hale getirildiği için kapandı. Binaların çoğunu baykuşlar mesken tuttu. Az sayıdaki kurs binası da başka bir hizmet sahasına çevrildi. Savaştan çıkmış Afgan binalarını andıran bu durum, daha çok erkek kurslarında kendini gösterdi. Dost-düşman herkes görüyor, Kur’an Kursu binalarının içler acısı boş halini. Gazetelerimizde yaz aylarında en uzun duyuruları çıkan ilan spotlarını: “... Yatılı Erkek Kur’an Kursuna öğrenci alınacaktır. Kursun özellikleri şunlar, şunlardır. Hiçbir bedel alınmayacak, harçlıkları da verilecektir...” 15 Yaşına kadar Kur’an Kursuna gitmek resmen yasaklanmıştı. Bu yaştan sonra da, delikanlı haline gelmiş birisi, hangi gerekçe ile Kur’an Kursu’nda okumak isteyecekti? Okuldan ve çevreden edindiği bahaneler çoktu. İngilizce’ye kolay dönen dili, Kur’an okumaya gelince dönmüyor, Tecvid kuralları Cebir’den zor görülüyordu. İtalya’nın İnter takımının futbolcularını ezberlemek kolaydı, ama Kur’an’dan birkaç satırlık bir sûrenin ezberi çok zordu. Hem Kur’an Kursu, hayatta lâzım olacak bir diploma ver(e)miyor, Kurs’ta okumak, ilerideki hayatında karın da doyurmuyordu. Bir de okulda ve medyada hemen her gün bahsedilen temel düşman “irticâ”nın bu Kurs’larla ilişkisi kafasını karıştırıyordu. Okulda, öğretmen veya arkadaşları sorduğunda; bir öğrenci Çin’e gidip Çince öğrenmek istediğini, ya da meselâ Şamanizm dinini araştırmak istediğini söyleyebilirdi, ama Kur’an Kursu’na gitmek istediğini dillendirmek, herkesin alay ve hakaretine paratonerlik yapmak anlamına geldiği için, bu kolay mıydı? Zorunlu İlköğretimden sonra okumak isteyene Lise’den daha önemli bir okulu artık kimse göstermiyordu. Zaten Kur’an Kursları, okul bile değildi.

Evet, “kurs” kelimesi, “okul”la karşılaştırılamayacak kadar basitliği ve her yönüyle küçüklüğü çağrıştırıyor. Kurs; belli bir konuda sınırlı bir zaman süresi içinde yapılan (basit) eğitimi ifâde ederken, okul; ciddi, planlı ve programlı bir eğitim ve öğretim kurumu anlamına geliyordu. Kur’an Kurslarına bu isim kasden, okula alternatif görülmesin diye verilmişti. Bunca yıldır nice cemaatin ve arkalarındaki halkın da katkılarıyla hâlâ ekol olamamış, okul haline gelememişti. Bu işin bir yanı. Diğer yanı ise; mâdem ki Kur’an Kursları bir okul değil, kurs idi. Öyleyse, hangi yaşta olursa olsun, çocuk en azından okul saatleri dışında bir kursa gidebilirdi. Bir spor kursuna, matematik kursuna gittiği gibi Kur’an Kursuna da gidebilirdi. Öyle ya, Dil kursuna giden 15 yaşın altındaki bir çocuk, niye Din kursuna gidemesin?! Yok, gidemez, burada mantık da, akıl da nakil de yasaktır; burası Türkiye’dir.        

28 Şubat postmodern darbesi, sekiz yıllık zorunlu eğitimi bahane ederek “irtica yuvaları” olarak ilan ettiği İmam Hatip Liseleri ile Kur’an Kurslarını tarihe gömmek istemiştir. Devlet gücü, derin devlet ve medya eşgüdümlü işbirliği yaparak oluşturdukları müttefik koalisyonla, “Ebrehe ve yardımcıları”nı sahneye koymuşlardı. Herkes bu oyunu seyretmeliydi. Birinci perde, egemen güçlerin gâlibiyetiyle bitiyordu. Ama, seyreden görecektir, bunun ikinci perdesi de var...            

“Onlar ağızlarıyla (üfleyerek) Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur.” (61/Saff, 8-9; 9/Tevbe, 32-33)

Olayın bir de, özeleştiri ve sünnetullah açısından değerlendirmesi yapılmalıdır. Çuvaldızı başkasına batırırken, iğneyi kendimize batırmadan doğruyu yakalayamayız. Osmanlı Devleti, içten yıkılmasa, oturduğu aslî temelin içini oymasa, dış düşmanlar ve onların yerli işbirlikçileri bu kadar kolay şekilde onu yıkamazlardı. Medreseler, T.C. devrim kanunlarından önce, kendi içinde yıkılmış, köhne bir yapı haline gelmiş, yüzlerce senedir “ıslah, ıslah!” diye inlemesine kulak verilmediği için “beni yıkın!” çığlığıyla intihar tehdidinde bulunuyordu. Kur’an Kurslarımız da benzer konumdaydı. Belki itirafı zor, ama,  kaderin tokadını çoktan hak etmişti. Kur’an, bu sünnetullahı değişik şekillerde dile getirir. Onlardan biri: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâletteki sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” (5/Mâide, 105). Her şey Allah’ın askeri olduğu gibi, zâlim de Allah’ın kılıcıdır. Kendi yolundan ayrılanları onunla cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır.

İnsan, içinde bulunduğu yeri objektif olarak değerlendirmekte zorlanır. Dışarıdan bakınca, içteyken görülmeyen problemler daha net görülür. Müslümanlar, 28 Şubat öncesi ellerindeki kurumların kıymetini bilemediler, o kurumları kaynak itibarıyla köke tam bağlı, metod yönüyle çağdaş hale getirip, âzamî verim alınacak şekilde gerekli ıslah ve düzenlemelere gidemediler. Neticede de kıymeti bilinemeyen, ya da kıymetli hale getirilemeyen nimetlerden oldular. Çünkü sünnetullah böyledir; kader imhâl eder, ama ihmal etmez. Kurumların  elden çıkması, bazen daha güzel kurumlar oluşturmaya sebep olur. Zamanında ve gerekli şekilde ıslah edilemeyen yapıların, dışarıdan bir tavırla yıkılması, hayırlara sebep olabilir, onların yerine daha yeni ve daha güzeli, çağdaş imkânlarla ortaya konulabilir. Düşünün bir kere, Kur’an Kurslarından on binlerce hâfız yetişmiştir. Arapça okuyan, dinî bilgilere sahip insan çıkmıştır. Bugün bunlar, hangi aktif cihad ve tebliğ sahasını dolduruyorlar? Hâfızlığını bitirdiği halde, Kur’an’ın yüzünü açmayan (eski) hâfızların oranı, maalesef % 50’lerin çok üzerindedir. Hem İslâm’a, hem çağdaş pedagoji ve psikolojiye ters düşen dayakla hâfızlık, belki kısa zamanda fayda veriyor ama, çoklarını Kur’an’dan da nefret ettiriyor. Ezbere dayanan eğitim, devrini çoktan tamamlamış klasik ders programı, Arapça’yı öğrenmenin en zor yolu ve pratikte kullanamasın diye icat edildiği intibâı veren Emsile, Binâ usûlü güya Arapça eğitimi. Naklî ilimlerin en önemlilerinin bile Kur’an’a dayalı ve çağdaş problemlere çözüm getirecek şekilde verilememesi yanında, aklî ilimlerin nakle ters düşmeyecek ve naklî ilimlere takviye olacak şekilde verilememesi, yatılı kursların anne-baba terbiyesi ve gereksiniminin yerini tutamaması ve ahlâkî dejenerasyona açık olması, oyun ve spor gibi ihtiyaçların sağlıklı karşılanamaması, öğretmenlerin pedagoji, psikoloji ve genel kültürden mahrum, hatta kendi alanlarında bile yeterli olamaması, devletin gölge edecek olumsuz tavırları, halkın yanlış beklentisi gibi burada gündeme getirilmesine gerek görülmeyen birçok problem, bu yıkımı bekler olmuştur. Zaten Mekke dönemine benzeyen ülke ve ortamlarda Kur’an Kursu gibi kalıcı bina ve kolay değişime ve taktik manevraya kapalı çalışmaların ne kadar doğru olduğu da bugün tartışılabilmelidir. Bizim dışımızdakilerin lütfen verdikleri için, istedikleri zaman elimizden alabilecekleri imkânları, canları isteyince elimizden aldıklarında, oyuncağı elinden alınan çocuk gibi feryadı basmanın pek bir yararının olmadığı değerlendirilmelidir.                      

İşimiz, kayıplarımıza mâtem tutup ağıt yakarak şeytan taşlamakla yetinmek olmamalı. Islaha ihtiyaç duyan kurumlarımızı, dernek ve vakıflarımızı, kurs ve okullarımızı bu fetret döneminde gözden geçirerek yeniden yapılanmanın; yeni, çağın imkânlarına açık, temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun kurumlar oluşturabilmenin yolları aranmalı. Ama, kalıcı, hantal bina ve kurumlar yerine, esnek ve çok yönlü kullanılabilecek yapılanmalar üzerinde yoğunlaşmalı. Bütün bunlar yanında unutulmamalı ki, Mekke’de Rasûlullah’ın temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam olmalı, evlerimiz eğitim kurumu haline getirilmeli, evimizde sinema havası değil, mescid havası esmeli. Evlerimiz,  öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için Kur’an Kursu olmalıdır; evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” (13/Ra’d, 11).“Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.”   

    

 

 

MÜSLÜMAN İÇİN ESAS KRİZ, FAKİRLEŞMEK DEĞİL; DÜNYEVÎLEŞMEKTİR!

Hasta adam görünümündeki Ecevit’in son başbakanlığı döneminde 2001 yılında, yazarkasa eyleminin de içinde bulunduğu, kepenk kapatma ve esnaf yürüyüşleri şeklinde öne çıkan eylemlerin ibretlik yönlerinden yola çıkarak ekonomik krizlere tepki ve esas krizin ne olduğu konusunda değerlendirme yaparak konuya girelim.

Çoğunluğunu esnafın teşkil ettiği sivil halkın, çeşitli şehirlerde arkalarında bir örgüt ve planlı organize olmadan, kendiliğinden ve yoğun katılımlı böylesine tepkisi, 1930’lardan bu yana ilk ciddi halk eylemi kabul edilebilir. Bu olay, sosyologlar kadar İslâmî hareket mensuplarını da, sosyal değişim ve dönüşüm planları yapanları da çeşitli çıkarımlara götürmeli ve halkın harekete geçmesinin arka planları irdelenmelidir.

70-80 Senedir ilk olarak ortaya çıkan 2001 yılındaki bu sokağa dökülme, meydanlara çıkma ve hak arama eylemi göstermektedir ki, “ekonomik kriz” sebebiyle de olsa toplum, üzerindeki ölü toprağını atmaya başladı. Halk, özellikle esnaf kesiminde dedikodumsu şikâyetler, (hedefi belirsiz ve bilinçsiz de olsa) muhâlefete ve tepkiye dönüştü. Bu dinamik tepki, dâvâ adamlarının dışındaki kuru kalabalık ve ortalama halk için, sessiz kitle ve edilgenlik kimliğinden sıyrılma yönüyle bir gelişme kabul edilmelidir. Haksızlığa karşı dilsiz şeytan rolünden, en azından kendi dünyevî menfaatini ilgilendiren konularda bile olsa, mazlumluğu kabul etmeyen, kendi cebine uzanan elleri sorgulayan, az da olsa direnen bir çizgi, halkın kolay güdülen kuru kalabalık olmaktan çıkıyor olması yönüyle sevindiricidir.

Bu tepki, bilinçli dâvâ adamları, şuurlu müslümanlar açısından yeterli olmadığı gibi, çıkış noktası açısından doğruluğu da tartışılabilir. Onlar, kendisine değmediği müddetçe bin yıl yaşamasından rahatsız olunmayan yılanın kendi midesini ısırınca etrafı vâveylâya veren, zulmün sadece ekonomik problemler ve geçim sıkıntısı yönünü gören tek dünyalı, tek gözlü ve benmerkezci insanlar olamazlar. Onların tavrı ve tepkileri; sebep, metot, niyet ve eylem yönleriyle daha farklı, daha bütüncül ve daha diğergâm karakter arzetmelidir. Onlar, düşmanlığın sadece zâlimlere yönelik olması gerektiğini (2/Bakara, 193) bildiği gibi, zulmün de çok boyutlu ve en büyüğünün de şirk (31/Lokman, 13) olduğunu ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin “zâlimlerin ta kendileri” (5/Mâide, 45) hükmünün verildiğini ve fitneden eser kalmayıncaya ve din sadece Allah’ın oluncaya kadar mücâdele (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39) etmekle mükellef olduklarını bilir ve ona göre davranır. 

Mü’minler ve müslüman olduğunu iddia edenler açısından Sünnetullah (Allah’ın yeryüzündeki değişmez yasaları), diğer insanlarla ilgili sebep sonuç ilişkisinden farklıdır. Allah, mü’minlere merhametinden dolayı, onlar kendilerini kontrol edip tekrar Hakka yönelsinler diye zaman zaman onlara şefkat tokatları atar. Rab ve Rahmân isimlerinin tecellîsi, sevgisinin tezâhürü olarak onları uyarmak ve bazı cezalarını âhirete bırakmamak için ve ibret alsınlar diye dünyevî belâlar ve sıkıntılar verir. “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.” (42/Şûrâ, 30)  “Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan, namazdan, Allah’ı hatırlayıp anmaktan) yüzçevirirse, şüphesiz onun için dar bir hayat, geçim sıkıntısı vardır.” (20/Tâhâ, 110)

Midelerin açlığı önemli olsa da, gönüllerin gıdasızlığı çok daha mühimdir. Esas tehlike, âhiret azâbıdır. Dünyadaki sıkıntıların bir kısmı, zaten imtihan gereğidir. “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele.”(2/Bakara, 155). Esas kriz, iman ve ahlâk krizidir. Bunun da günümüz müslümanları açısından temel sebebi, âhiretten fazla dünyaya önem vermek, dünya-âhiret dengesini bozmak, yani dünyevîleşmektir.

Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (31/Lokman, 33)

 

“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül  ile Allah sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.

“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur.  Bazı insanlar da “Allah, nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır” şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini gurur ve kibire, lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte; nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır, takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek ister.   

Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifâde edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav yeri olan, helâl nimetlerinden istifâde edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama  âhiretle karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.

Dünyanın zemmi, başlı başına bir hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği, sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere “pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir. Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir, Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, çirkin göründüğü gibi, dünyanın kıymet verilen güzellikleri de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde “hiç” hükmündedir.

Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğelenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.

İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.”  Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arkaplandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.

İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” Ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz? 

Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...

En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını,  eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.

Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Bırakın zengin kapitalistleri; hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır? Ve buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? “Eşya, para kötü bir şeydir” demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibâdeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gayesini düşünemiyor.

Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı  parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.

Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.

    

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” (61/Saff, 10-13). İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz, veya Rabbimız. Ya geçici menfaat, veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!                      

                

“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.”

“Âhirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?”

“Akıllı insan, kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır.”

“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”

“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”

“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”

“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.” 

“Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı.”

“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”

“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”

“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.”

“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisinden zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” 

İki dünyalılara, iki dünyası arasında denge kuranlara, âhiretini dünya karşılığında satmayan akıllı tüccarlara ne mutlu!

                                                              

 SİZ DE Mİ HÂLÂ KIYÂMETİN KOPMADIĞINI SANIYORSUNUZ?

 

Nedir Kıyâmet?

Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, kıyâm etmek, doğrulmak ve dirilmek anlamında olan kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile, ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimlerle arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetindeki bir insan, kıyâmeti yaşıyor demektir; İnsanın kıyâmeti, inancın kıyâmeti, hakikatin kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi yerine getirmeyenlerin âkıbetidir kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların dünyevî cezâsıdır “kıyâmet”.

Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde, hadis olmadığını tesbit ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız bir söz vardır: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” Sanal bir hayatta, yaşadığını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde yaşadığı çevreyi katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını, mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi kıyâmet değil de nedir?

Kur’an’ın kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmaktır.  

Kur'an'a göre, kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir. Kıyâmet, ansızın kopacaktır. "Sana kıyâmetten sorarlar: 'Gelip çatması ne zamandır?' derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen nerede?" (79/Nâziât, 42-43). "Sana Kıyâmet saatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: 'Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.' Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: 'Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır' ama insanların çoğu (bunu) bilmezler." (7/A'râf, 187)

Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya çıkmıştır, ama farkında olmadan kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması kolay olmayacaktır. Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini bekleyenler, onun ansızın kopacağını bilmeyenler veya bilmek istemeyenlerdir. Kur'an'ı okuyanlar bilirler ki, onun alâmetleri çoktan gelmiştir. "Onlar, kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?" (47/Muhammed, 18). Ansızın kopacak kıyâmetin Kur'an'da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur'an, kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar: "Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı." (54/Kamer, 1). Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman kalmıştır, hatta belki bundan daha da yakındır: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a âittir. (Kıyâmet) saatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir." (16/Nahl, 77).

Bütün bu Kur'ânî hakikatlere rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den kıyâmetin alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis kitaplarını doldurmuştur. Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla reddetmek doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur'an'a arzedilmesi gerekir. Kur'an'ın bazı âyetlerinin müteşâbih olduğunu biliyoruz (3/Âl-i İmrân, 7). Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine benzeyen, mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, yorumunda güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur'an'da bahsedilen kıyâmet ve ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir. Müteşâbihlerin tek bir tefsiri olmaz, farklı te'villeri/yorumları olabilir, esas anlamını da ancak Allah bilir (3/Âl-i İmrân, 7).  

Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve Kur'an'ın kıyâmet konusundaki mesajını göz ardı eden Osmanlı'nın son devir mollaları, olanca zulüm ve tuğyânı, sadece "kıyâmet alâmeti" olarak değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla "başımıza taş yağması yakındır" diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Halbuki, kıyâmetin çok yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur'an çok önceden belirtmişti. Küçük-büyük  alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine, kıyâmet kopmadan, -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını hiçbir Kur'an talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur'an'ın yüklediği bireysel ve toplumsal görevlerimizi yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere  dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek, büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla kıyâmeti çok uzaklara ertelemek, "kalplerinde eğriliğin bulunması" ve "fitne çıkarma" (3/Âl-i İmrân, 7) riski ile karşı karşıya gelmek demektir.   

Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz vardır: “İzâ mâte’l-insânu fekad kamet kıyâmetuhû; İnsan öldüğü zaman, onun kıyâmeti kopmuştur." Diğer insanların kıyâmeti artık onu ilgilendirmeyecektir. Ölüm de her an gelebileceğine göre, kıyâmetin zâhirî alâmetlerinin tümünün çıkmadığını sanıp kıyâmetin daha kopmayacağını düşünmek, şeytanın vesvesesine kapılmaktır. Zâten ölüm, küçük bir kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük bir ölümdür:  Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i kerimede, "Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır." (39/Zümer, 42) buyurulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefis/rûh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, "uyku, ölümün yarısıdır." Ölüm de, insan rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun bedenden sıyrılmasıdır.

Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de, "Ey iman edenler! (Rasûlullah,) sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'nün çağrısına koşun..." (8/Enfâl, 24) buyurulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın "rûhun ve kalbin hayat derecesi" olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.

Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi." (29/Ankebût, 94) şeklinde ifâde etmektedir.

Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (kıyâmetleri çoktan kopmuştur onların). Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!" (30/Rûm, 52); "Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!" (35/Fâtır, 20) buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber (s.a.s.)'in  çağrılarını  duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifâde etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık ölümdür (Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 237). 

Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı cenâze olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile hissetmeyecek kaosu, kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler, öldüklerinin, yani kendi kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama mânen ölmüş, kendi kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir kıyâmet içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)

İnsan, bazı ölüleri yaşıyor zanneder, bazı yaşayanları ölü zannettiği gibi. "Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) 'ölüler' demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız.." (2/Bakara, 154). "Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana, sağırlara da dâveti duyuramazsın." (27/Neml, 80)

Hadis külliyâtları, Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren kıyâmet alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifâdelerin dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), ikisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları (Filistin'de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak'a olduğundan yola çıkarak kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun kıyâmetini çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki "hasta adam"a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, "kıyâmet alâmeti" olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal kıyâmet, her an dehşet saçmaktadır.       

Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur'an'a arzedilerek, müteşâbih olduğu unutulmadan te'vil edilebilir. Bu, Kur'an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan, onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine, bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir (Bkz. Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem'alar, s. 112). Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir (Bkz. Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114). Yalnız, kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu ve benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle kıyâmet ilminin sadece O'na âit olduğu unutulmamalıdır.

Bir peygamberin dini (O'nun tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça, kendisi mânen yaşamaktadır. İsa (a.s.)’nın fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, "güneşin Batıdan doğması"dır. Nitekim, giderek ivme kazanan bir hızla Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki deccalın Sharon deccalına yardım için Ortadoğuda müslüman avına çıkmasının asıl sebebi budur. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mesih'tir, Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle  televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.  

Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. "Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?" diye sormak yerine; "ölüme, kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı" kendi kendimize sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.

İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zâten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük "mehdî" olan Kur’an’a  uyması  kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman "deccal"lar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.”  (5/Mâide, 105)  

Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. "Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" adındaki kalk borusunu, "kıyâm et" emrini veren dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah'ın izni ve yardımıyla topluma ba'su ba'de'l-mevti yaşatacaklardır.

Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli müslümanlara ihtiyaç var. Böylece emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî/mânevî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! 

Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız Allah'tır.

 

 

YAMYAMLIK VE DİLLE YAPILAN CİNÂYETLER, İNTİHARLAR

                                                                                                                                                            

Kur’an’ın Yamyamlık Diye Tanımladığı Gıybet

Birinin, herhangi bir müslüman kardeşinin arkasından, duyduğu zaman onun hoşuna gitmeyeceği (bedeninde, yaratılışında, soyunda, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, elbise, ev veya bineğinde ya da aile fertlerinde bulunan eksiklik veya kusuru belirten) sözler söylemesi gıybettir. Bu târif, bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır (Müslim, Birr 23; Ebû Dâvud, Rikak 6; Tirmizî, Birr, 23). Bu hareket ister açık ifâdeli sözlerle yapılsın, ister kinâye ve işaretler ile, isterse yazı vb.  araçlarla yapılsın her şekli ile haramdır. Yine bu davranışın gıybeti yapılan müslümanın hayatında yapılmasıyla, ölümünden sonra yapılması arasında da haramlık yönünden bir farklılık yoktur.

“Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin/arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun.”  (49/Hucurât, 12).

İnsan onurunun, kişinin kanı ve eti gibi olduğuna işaret eden bu âyetten anlaşılmaktadır ki, gıybet eden kimse, bu davranışıyla kardeşini mânen öldürmüş gibidir. Onun gerçek hayatı olan kişiliğine, onur ve haysiyetine dil uzatarak izzet ve şerefini yok edip öldürmeye çalışmıştır. Bir müslüman kardeşi hakkındaki bu suçu diliyle yaptığı ve ağzına haram olan bir şey aldığı için, bu  durum “ölü kardeşinin etini yemek” sayılmıştır. Yamyamlıktır bu. Yamyamlar bile, açlık gibi bir ihtiyacını gidermek için başvurdukları bu çirkinliği, çevresindeki yakınlarına, kardeşlerine yapmazlar. Zarûret gibi bir ihtiyaca dayanmadığı ve kişinin kendi din kardeşine karşı yaptığı bu medeniyetten uzak vahşi tavır, yamyamların bile tiksindiği  daha büyük bir yamyamlık olarak değerlendirilmelidir. Böyle bir vahşete tepki göstermeyip seyirci kalmak, bu cinâyete ortak olmaktır. 

Allah Teâlâ gıybeti "Ölmüş kardeşinin etini yemeye" benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Hele bu et, bir de, hayvan eti değil, insan eti olursa... Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin daha büyük çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah Teâlâ insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeye râzı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü'min kardeşinin bulunmadığı ve kendini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.

Bu İlâhî buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesinden çok, herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizâtihî haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun veya olmasın ve bundan üzüntü duysun ya da duymasın önemli değildir. Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Bîçâre kişi öldükten sonra birinin kendi leşini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi, hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ıstırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.

Küçük insanlar kişilerle, büyük insanlar fikirlerle uğraşırlar. İman ve kültür yönüyle zayıf insanlar, hayırlı faâliyetlerle vakitlerini değerlendiremedikleri için böylesine zararlı meşgalelerle, dillerine doladıklarını ve daha çok da kendilerini yıpratırlar. Konuşulan olumsuz her söz kanatlanır, dolaşıp durur, bir gün gelir aleyhinde konuştuğuna gelip konar. Gıybetin yaygın olduğu yerde kardeşlik ilişkileri olmaz. Gıybet ve kovuculuk insanları birbirinden kaçırır, kalpler arasına bir soğukluk, kızgınlık ve ayrılık sokar. Bunun için Allah Rasûlü: "Birbirinizi çekiştirmeyin, Allah'ın kulları kardeşler olunuz." (Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 12/154) buyurmuştur. Gıybet ve benzeri tavırlar, toplum fertlerinin birbirlerine güven duymasına ve toplum huzuruna zarar verir. Gıybetin ardında kin, kıskançlık, sûi zan, gurur, aşağılık duygusu, kendi kusurlarını örtbas etme endişesi gibi mânevî hastalıklar vardır. Psikolojik hastaların başvurduğu bu saldırgan tavırla insan, muhâtabını hastalıklı ilân ederken, aslında kendi rûhî hastalığını topluma bulaştırmak istemektedir. Psikososyal ve bulaşıcı bir âfet olan, giderek toplu imhâ silâhına dönüşme meyli gösteren gıybet, psikolojik bir savaştır. Ama mertçe değil, kalleşçe yapılan bir savaştır, daha doğrusu bir saldırganlıktır bu. Çünkü muhâtapla yüz yüze gelmekten korkan kimsenin, kardeşinin yokluğunda nâmertçe, alçakça yaptığı bir hücumdur gıybet. Bu iç savaşta saldırganın da, en az saldırılan kadar hasara uğrayacağı bilinmelidir. Kardeşin onuru, izzeti nişan alınarak atılan her kurşun, bumerang gibi mutlaka atan kimseye geri dönecektir. Kısa bir zaman içinde gıybet kurşunu, dünyada dönüp ateş edeni bazen bulmuyorsa bile, mutlaka âhirette dil silâhından çıkan bu kurşun, atanın kendi kalbine isâbet edecektir. “Birbirinizi sevmeden iman etmiş olamazsınız!” nebevî fermânına rağmen gıybet eden kimse, din kardeşliğine dayanan sevgiyi öldürmekte, dolayısıyla kendi imanına zarar vermektedir. Bir yerde gıybet varsa, kardeşlik ve sevgi, dolayısıyla kâmil iman ve takvâ orada barınamaz.   

Müslüman, kendisi için istemediği bir davranışı, din kardeşi için de istememelidir.  Kendisini, gıybet ettiği kimsenin yerine koyan, onun duyacağı acıyı kendi benliğinde hisseden kimse, böyle bir yamyamlığın çirkinliğini daha iyi anlar. İnsan, kendi onuru kadar din kardeşlerinin de şeref ve haysiyetini önemsemek zorundadır. Bırakın kardeşinin izzetine saldırmayı, başka biri ona saldırmaya kalksa, aynen kendisine yapılan saldırı gibi görüp kardeşinin onurunu savunmak zorundadır mü’min. Müslümanlar, bir vücudun organları gibi uyum içinde ortak davranışlar sergilemeli, birbirlerinin eksiklerini tamamlamalıdır. İnsandaki bir “el”in, aynı vücudun parçası olan “göz”ü çıkarmak için şiddetle dürtmesi, aynı vücudu paylaştıkları “kalb”e öldürücü bir âletle saldırısı ne ise, ümmet adı verilen sosyal vücudun parçaları olan müslüman bireylerin birbirlerinin gıybetini yapması da odur. Bu tür tavırlar, aynı dinin fertleri olan bireylerin kardeşlerine karşı cinâyet işlemesi olduğu gibi, benzer suçu yapmasına muhâtabını bilinçsiz de olsa kışkırttığı için, aynı zamanda intihardır bu. O yüzden kul hakkının ihlâl edilmesi demek olan gıybet, ümmet bütünlüğüne ve kardeşlik hukukuna darbe vuran büyük bir suçtur. Başta gıybet, dedikodu, yalan, iftira, gurur, kin, haset gibi kötü huylar, hep müslümanların kardeşliğine zarar verdiği için bizi bizden fazla seven Rabbimiz tarafından bizim iyiliğimiz için yasaklanmıştır. 

Haram hükmünün dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmayınca gıybete nispetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar. Gıybet, ancak şer'an doğru bir maksat için gerektiği durumda ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde câizdir. Zulme uğrayan kişinin şikâyeti, ıslah edebilecek kişiye o kötülüğe engel olması için anlatılması, fetvâ almak gâyesiyle, o kimseyle çok önemli birlikteliği olacak kimselerin uyarılması ya da şerlerinden başkalarını korumak gâyesiyle bel’amları, tâğutları, müfsid ve zâlimleri, çeşitli ahlâksızlıkları yayan, takvâ ve hayâ eksikliğiyle insanlardan çekinmeden açıktan fısk ve haram işleyenleri, çarpık din anlayışına sahip olanları, başkalarını onların zararından korumak için anlatmak haram olan gıybet hükmüne girmez.

Bu istisnâî durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftirâdır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. İslâm toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi, gücü yetmiyorsa gıybet edilen yeri terk etmesi gerekir. Hiçbir şer'î mecbûriyet olmadığı halde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah'tan korkarak böyle haramlardan uzak kalmalarını telkin ve tebliğ etmesi gerekir. Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendine verilmesine sebep olur.

Gıybetten kurtulmak için şunları düşünmeli: Gıybetin zararını düşünmeli! Gıybet sebebiyle, sevaplarının gideceğini, hatta gıybet ettiği kimsenin günahlarını da yükleneceğini bilmelidir. Gıybet, dünyada da alında bir kara lekedir! Kendine dedikoducu dedirtmemelidir. Bir kimse, başka birine kırgınsa, onu kötülemeye çalışır, gıybetini eder. Başkasına kızıp da kendini Cehenneme atmanın ahmaklık olduğunu bilen, gıybet etmez. Gıybet etmekle, ona zarar vermiş olmaktan daha çok zararı kendine veriyor, dünyevî ve uhrevî büyük felâketlere atılıyor. Üstelik sevmediği kişinin günahlarını alıp, yerine kendi sevaplarını ona veriyor. Bazen topluluktakileri memnun etmek, onları güldürmek için gıybet edilir. İnsanları memnun etmek için, Allah Teâlâ’nın gazabına mâruz kalmayı istemek ne kadar yanlıştır. Gıybet eden, övülmeyi, herkesin kendisinden bahsetmesini ister. Bu bakımdan kendini övmek için dolaylı yolları seçer. Meselâ, kendisinin cömert olduğunu bildirmek için, “falanca çok cimridir” der. Eğer böyle gıybet edeni dinleyen, akıllı birisi ise, kendini bu şekilde övene hiç değer vermez, onun değersiz olduğunu anlar. Bunları dinleyen akıllı değil de, câhil, ahmak birisi ise, gıybet ettiği için ona değer verse, ne çıkar? Gıybetçinin kazancı ne olur?

Başkalarını gıybet edip kusur araştıran kimse, kendi kusurlarını göremez. Biz, kendi ayıplarımızın ortaya dökülmesini, rüsvay olmamızı istemediğimiz gibi, başkaları da kendileri için bunu istemez. Sen arkadaşının ayıbını örtersen, Allah da senin ayıbını örter. Sen başkasının ayıbını açarsan, senin ayıplarını da açan çıkar, rezil olursun. Kendi kusurlarını araştıran ve bunların çaresini düşünerek başkasının kusurlarıyla gereğinden fazla uğraşmayan kişi, sâlih/iyi insandır. Mü’min, öncelikle kendi hata ve ayıplarını görüp onları düzeltmeye çalışan, böylece Allah’ın hayır dilediği kimsedir. Münâfık ise, kendi hata ve ayıplarını görmek istemeyen ya da önemsiz gören kimsedir. Kişi kendi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Nefsimizi gıybet ve diğer günahlardan temizlemeye çalışmak cihaddan bir şûbe kabul edilmiştir. Kıskanç kimse, mal sahiplerini kötüler. Sözgelimi, “filan kimsenin malı çok, ama yemesini bilmez, cimrinin biridir” der. Böyle söylemekle, gıybet edilenin malı azalmayacaktır, ama kıskançlık ateşi, gıybetçiyi yakıp kavuracaktır. Üstelik, gıybet günahına girdiği için sevaplarını sevmediği kimseye vermeye mahkûm olacaktır.

 

 

Dilin Önemi; Dille Yapılan İntihar ve Cinâyetler

Kur’ân-ı Kerim, söze çok önem verir. Bu ehemmiyeti, söz ve konuşma anlamına gelen “kavl” kelimesinin her dört âyette bir kullanılmasından da anlayabiliriz. “Kavl” ve türevleri, Kur’an’da tam 1721 yerde geçer. Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar (17/İsrâ, 53).  Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, arkadan çekiştirme (gıybet), söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira vb. sözlerdir. Bunlar, insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve söylemek câiz değildir. Bir kimse başkasına bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bunu başkasına söylemek de kötü söze girer; ancak, kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecbûriyetindedir (4/Nisâ, 148).

Kur’an’da Allah, güzel sözü, güzel ağaca benzetmiştir (14/İbrâhim, 24). Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Bu âyetteki güzel sözden maksadın “lâ ilâhe illâllah”, güzel ağacın da “mü’min” olduğuna dâir İbn Abbas’a dayanan bir tefsir rivâyet edilir. Bu tevhid kelimesi, dışta ve içte daima güzel amellerin meydana gelmesine sebep olur. Allah’ın râzı olacağı her güzel iş, bu kelimenin meyvesidir. Kötü söz, pis bir ağaca benzetilir (14/İbrâhim, 26). Çirkin söz, rüzgârın şuraya buraya savurduğu köksüz, hafif, yararsız, hatta zararlı ota benzer. Kötü kelime, İbn Abbas ve müfessirlerin çoğuna göre, başta Allah’ı inkâr olmak üzere dinin kötü ve haram saydığı tüm sözlerdir. Çirkin söz, ruha zararlı olan köksüz, dikenli ağaç/bitkidir. Çünkü hem söyleyenin kendisine zarar verir, hem de başkalarını incitir, yaralar.  Kötü kelime, her türlü fitnenin, fesâdın, felâket ve musîbetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada hem de âhirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur. “Onlar (mü’minler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.” (28/Kasas, 55).

 

İnsanların çoğunu güzel söz söylemekten ve güzel söze icâbet etmekten alıkoyan şeytandır. Kur’an, bize şeytanın insanları güzel söz söylemekten uzaklaştırmaya çalışacağını; çirkin ve kötü sözlerle aralarına düşmanlık sokmak isteyeceğini haber verir: “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (17/İsrâ, 53). Nefsine uyup da şeytanın adımlarını takip edenler için dünyevî zevkler, her türlü güzel gâyelerin üstündedir. Meselâ vicdanları onlara hata yapan birine karşı affedici olmayı, kötü söz söyleyene karşı güzel sözle mukabele etmeyi bildirse bile, onlar nefislerine uyup affetmemeyi veya kötü söze daha kötüsüyle karşılık vermeyi tercih ederler. Fikirlerin değil nefislerin konuştuğu, kibir ve hakaret dolu sözler, alaycı ve itici ifâdeler, bir üstünlük gibi görülebilmektedir. İşte bu gibi insanlar, bencillikleri, kendi akıllarını beğenmeleri, büyüklenmeleri ve şeytanın fısıltılarına kulak vermeleri nedeniyle vicdanlarının sesini dinlemez, kendilerine hatırlatılan güzel söze uymazlar. “Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (27/Neml, 14) 

Eski şeriatlarda “söz orucu” şeklinde bir ibâdet vardı. Bu, Muhammed (s.a.s.) ümmetinde denge üzere konuşmak şartıyla kaldırıldı. Yani, bizim şeriatımızda susarak oruç olmamakla birlikte, konuşmada şer’î ölçülere riâyet etmek kaydıyla dengeli olmak, az ve öz konuşmak, yani sözü güzelleştirmek, ısrarla tavsiye edilmiştir. Zira konuşulan her sözün hesabı verilecektir. Çok konuşmak, konuşma israfı ve söz kirliliğidir. Gıybet, iftira, hakaret, yalan vb. şöyle dursun, boş konuşmak, yerli yersiz laf ebeliği, geyik muhabbeti, karşımızdakinin kulaklarını rahatsız etmek demektir ki o da, kul hakkıyla ilgili veballerin kapısını aralamaktır.

İnsana konuşma yeteneğinin veriliş amacı, ibâdet (şükür ve zikir), hakkı söylemek ve muhâtaba merâmı ifâde edebilmektir. Sözü yerinde kullanmak, onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarf edilen söz de, etkiyi azaltır; anlatılmak istenen mânâyı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi, o nisbette muhâtabı da sıkar. Cevâmiu’l-kelîm, yani az kelime ile çok mânâ ifâde etme, sözün vecîz olması, Kur’an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil etmektedir. Kur’an öğrencisi ve Rasûlullah’ın mirasçısı da bu özelliklere sahip olmaya çalışır.

Eşyanın, yaratılış gâyesinin dışında kullanılması, onun değerini düşürür. Bırakın, gıybet gibi haram ve kötü sözü; Kur’an’ın “levhve’l-hadis dediği, faydasız, boş sözler bile kurtuluşa engel görülmüştür. Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” (23/Mü’minûn, 1-3). Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. Gıybet gibi zararlı sözler yanında, hayır yönü ağır basmayan, boş sözler de, hem de “iman”a vurgu yapılarak yasaklanmıştır: “Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”  (Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981)

Geyik muhabbetleriyle vakit öldürdüğünü zannederken, kendi mânevî hayatını öldüren insanların bu davranışı sol omzundaki meleğin devamlı faal olmasına sebep olacaktır: “Ümmetimin kötüleri, gevezelerdir, enine boyuna sözü uzatanlardır, sözlerinde büyüklük taslayanlardır. Ümmetimin hayırlıları da ahlâk bakımından en güzel olanlardır.” (Tirmizî, Birr, hadis no: 2019). “İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” (İbn Mâce, Fiten 12)

Dili, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan gıybet, dedikodu, iftira, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevkettiği gibi; dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve felâketlere sürükleyebilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir (60/Mümtehine, 1). Allah, râzı olduğu kullarının vasıflarını sayarken şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa ‘selâm’ derler.” (25/Furkan, 63). Lüzumsuz söz ve sataşmalardan sakınan mü’minler, böyle övülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: “İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden boş) sözleri (lehv el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri çıkar, kıymet verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele.” (31/Lokman, 6-7)                              

İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifâde edilse de (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da) merduttur (6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4). Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur (2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18); Dinlediklerinden de (17/İsrâ, 36). Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir (2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3).

Küfür, gıybet, lâf taşıma, iftira, yanlış, yalan, çirkin söz söylemek, zaten güzel insanların işi değil. Ancak bunun da ötesinde, boş (lâğv) söz söylemekten de nehyedilmişiz (23/Mü’minûn, 3). Yine, mü’minlerin vasfını Rabbimız şöyle açıklıyor: “Faydasız bir söz işittiklerinde oradan vakarla uzaklaşırlar.” (25/Furkan, 72). Mü’min, ya hayır söylemek, ya da susmak zorundadır (Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981). Gereksiz tartışmaları da hoş görmüyor Rabbimız (18/Kehf, 54).

Konuşmanın kısa, öz ve anlaşılır olmasına da özen gösterilmelidir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.): “Çok konuşanın hatası çok olur” diyor. Hz. Ali’nin şu sözleri de önemlidir: “Konuşmadığın sürece söz sana tâbidir. Söyledikten sonra sen, onun mahkûmu olursun.” Çok, gereksiz ve dikkatsiz konuşmamak demek, haksızlık karşısında susmak anlamına gelmez elbet. Yerinde olursa söz altındır. Rabbimızın ikazı hepimizin mâlumudur: “Hakka bâtılı karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.” (2/Bakara, 42). Konuşmak gerektiğinde susmak, susmak gerektiğinde konuşmak, kişinin akıl ve inanç zâfiyetine delâlet eder. Hele zulme ve haksızlıklara uğrayanların, onu ortadan kaldırmak için var güçleriyle mücâdele etmeleri gerekir (27/Neml, 221-227).

Güzel söz, güzel insanlara, kötü söz de kötü insanlara yaraşır. Rivâyete göre, Hz. İsa, bir gün insanlara güzel, yumuşak ve etkileyici bir dille İslâm’ı tebliğ ediyor. Toplumun içerisinden biri, devamlı çirkin sözlerle hakaret ediyor İsa Peygambere. Havârilerinden biri dayanamayıp: “Ey İsa! Sen de ona söyledikleriyle mukabele et” diyor. Hz. İsa’nın cevabı çok mânidar: “Herkes torbasında olanı satar. Benim yanımda bu var; onun yanında o.”  Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.” (50/Kaf, 17-18)

Bu dünya için boş söz ve gevezeliklerin hoş olmadığını ifâde buyuran Rabbimız, Cennette de boş sözün olmayacağını haber veriyor (56/Vâkıa, 25). Atasözündeki ölçü de yabana atılır cinsten değil: “Biliyorsan söyle; ibret alsınlar. Bilmiyorsan, sus da adam sansınlar.” Herkes kendini bir hesaba çeksin: En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa, gazeteler, televizyonlar, radyolar ve başka sözler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Konuştuklarının ne kadarı hayır kapsamına giriyor? Konuyla ilgili bir araştırmaya göre, telefonla, internet aracılığıyla ya da yüzyüze insanlarının birbirleriyle konuştuklarının % 80’ini gereksiz sözler kapsıyor, yani söylenmese de olabilecek boş sözler. Dünya ve âhiret hayrı için söylenen, emr-i bi’l-ma’rûf ve dâvet kapsamına giren sözleri araştırsalar, şarkı ve eğlence sözlerinden daha  çok olacağını herhalde iddiâ edemeyiz.

Kuşkusuz; sözün en güzelini dinlemek, anlamak, yaşamak ve konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecek, olgunlaştıracaktır bizi. Çirkinlikten, kötülük ve hamlıktan koruyacaktır. Fertlerin, ailelerin ve toplumların rahatsızlıklarının şifâ bulması, en doğru söz olan reçeteye (Allah sözüne) yönelmekle mümkündür.

Karanlıktan hoşlanan “yarasalar”, iletişim araçlarıyla, saçma sapan sözleriyle, yalan ve iftirâlarıyla, İslâm’ı söndürmeye muvaffak olamayacaklardır. “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.” (61/Saff, 8) Her müslüman; Kur’an’dan enerji alan bir nur/ışık olmaya gayret etsin. Göreceksiniz; İslâm’ı karartmak için saldıranlar, bir gün İslâm ile aydınlanacaklar veya kendi zindanlarında cehennemi dünyadayken yaşamaya başlayacaklardır (Âdil Akkoyunlu, Akit, 7 Şubat 1999).

Firavun, onca küfrüne ve isyânına rağmen saltanatını sürdürüp giderken, dünyevî helâkine bir söz sebep olmuştur: “(Firavun) adamlarını topladı ve bağırdı; ‘ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi. Bunun üzerine Allah da onu, ibret-i âlem olacak âhiret ve dünya azâbıyla yakaladı.” (79/Nâziât, 23-25). Elfâz/sözler çok önemlidir. Âyette görüldüğü gibi kimi zaman Allah’ın gazabını küfür ameller ve duygular harekete geçirmezken, tek bir cümle harekete geçirmektedir. İslâm Akaid âlimleri ve Kelâmcıları, bu yüzden olsa gerek “ef’âl-i küfür” (küfür eylemleri) ve “efkâr-ı küfür” (küfür düşünceler) hakkında söz etmezken, yazdıkları Akaid kitaplarında “elfâz-ı küfür” (küfür sözler) üzerinde fazlaca durmuşlardır.

Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesadı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, en büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.”

Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah'a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleyeceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.

Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın râzı olacağı kul olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.

Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 159). Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesada, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.

Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsâda yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Ya susun, yahut susmaktan iyi şeyler söyleyin. Söyleyecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak...       

 

 

   ÖLÜMÜ DÜŞÜNEREK DİRİLMEK        

 

İnsan açısından ölüm, Allah’ın mümît isminin tecellî etmesiyle, ecel denilen belirli bir zamanda, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip vücuttan ayrılması olayına denir. Ölüm, insan için yok olmak değil; bir âlemden diğerine intikal etmektir, bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.

Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır, uykudan uyanmaktır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle (8/Enfâl, 24) dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, akılları çalışmayan, gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen, gerçek hayata sahip olmayan "ölüdürler."      

                 

Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir. El-Mümît, canlı mahlukların ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl Allah veriyorsa, ölümü de yine O yaratmaktadır. Allah'ın hayatı/diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi, Kerîm Kitapta şöyle açıklanır: "O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı." (67/Mülk, 2).  Ölüme göre hayatı/dünyayı önceleyen ters gözlüklü insan, bu âyetteki ifâdede bir terslik varmış gibi görebilir. Çünkü diğer canlılar gibi insanlar da, önce yaşar sonra ölürler; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize işaret yoluyla şunu anlatıyor: "Hayatı anlamak, doğru ve güzel yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız!" İnsanın hayatı nasıl anlamlandırdığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma  şeklinde anlarsanız, hayatı da "nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır" anlayışıyla değerlendirir ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; "en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay"  olarak kabul eder ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız. İkinci anlam olarak, doğru bir gözlükle baktığımızda görürüz ki canlılar, varlık sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Yani, ölüm hayattan önce var kılınmış, daha önce yaratılmıştı. Hayat Kitabımız, bu gerçeği şöyle vurgular: "Allah'a karşı nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir." (2/Bakara, 18)       

 

Allah'ın İmâte/Öldürme Faâliyeti

Allah'ın yaratma fiili her an faâliyet gösterdiği, Allah devamlı yarattığı gibi; imâte fiili, öldürme sıfatı da aralıksız işlemektedir. Günde ortalama 300 bin kişi ölmekte, hergün bir koca şehrin nüfusu kadar insan dünyasını değiştirmektedir. Her saniye dünyadan dört kişi hayattan göçmektedir. Bu rakam, insanlık âlemi için. Buna hayvanlar âlemi de katıldığında, bu İlâhî fiilin nasıl aralıksız faâliyet gösterdiği daha iyi anlaşılır. Her sâniye, ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların, hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.

İmâte, yok etme değil; varlığı daha mükemmel hale getirmedir. İmâte, kabir âlemine doğuştur, ileri bir rahmet tecellîsidir. Çekirdeklerin ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi, ölüm de en az hayat kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip etmekte ve ikinci safhaların birincilerden daha mükemmel olduğu gözlenmektedir. Ölüm, yeni bir mükemmelliğe, güzel bir değişim ve dönüşüme atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı takip edecek ve dirilişle insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak; dünyadakinden daha ileri bir yaratılışla. Ölümü böyle değerlendiren insan, onu severek gülerek karşılar.

Kur'ân-ı Kerim'de ölüm anlamındaki  "mevt" kelimesi ve türevleri 165 yerde geçer. Vefat gibi değişik kelime ve ifâdelerle ölümden 190 yerde söz edilen hayat veren Kitabımızda, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir. Âyet-i kerimelerde yaratan ve öldürenin Allah olduğu, O'nun insanları tekrar diriltip hesaba çekeceği,  ölümden sonra insanların O'na döneceği belirtilir. Sahte tanrıların kimseyi öldürüp diriltemeyeceği, kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecekleri vurgulanır. Yaşayanların ömürlerinin Allah katında belli bir eceli/süresi olduğu, o süre dolup ecelleri geldiğinde canlıların bir an bile geciktirilmeden veya öne alınmadan ölüm acısını tadacakları ifâde edilir.

Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır (39/Zümer, 42). Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefs/ruh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Uyku, ölümün yarısıdır. "Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanmadın olacak, / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında.” Başta hasta yatan ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Uyku, ölmenin provasıdır. Mezara benzeyen yatağa girdikten belirli bir zaman sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz. Uyku, kardeşi olan ölümü unutturmaya değil; hatırlatmaya vesile olmalı; insan, yatağa girerken mezara da gireceğini unutmamalı, uyuduğunda uyanma garantisinin olmadığını düşünmeli ki, dört elle dünyaya sarılmasın ve ölüme hazırlanabilsin.   

                 

Ölüm, bir nimettir, İlâhî bir ihsandır

Dolayısıyla o, kötü bir şey olamaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir. “Ölümden korkusu olanlar ölür / Hayatı maddede bulanlar ölür / Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür.” Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Nasıl bir ölüm isteriz?

 

Madem ki ölüm var, ölümden kaçış yok; öyleyse nasıl ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir? Sonra, ölümün şeklini seçme hak ve imkânımız var mı? Ölümün şekli, hayatın nasıllığına bağlıdır. Kutlu vaad veya acı gerçek öyle: "Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." Örneğin Hz. Ali gibi, bir çöl ortasında, hiçbir şeye dayanmadan dimdik ayakta ölmeye ne dersiniz? Ya da Hz. Süleyman gibi Mescid inşâsında cinleri kullanırken, çaktırmadan ölüvermek; ölüvermek ama dimdik; ölüvermek ama devrilmemek, sürünmemek! Halkın deyimiyle, “elden ayaktan düşmeden”, “Üç gün yatak; dördüncü gün toprak”, ama imanla, ama müslümanca, ama insanca ölmek! Bunun için de mü'mince yaşamak şart. Kimin yolunda, hangi gâye uğruna yaşanılırsa, onun yolunda ve o amaç için ölüm gelecektir. Allah yolunda O'nun rızâsı doğrultusunda yaşayanlar, elbet O'nun yolunda ve O'nun râzı olduğu gibi öleceklerdir. 

Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür

Ölümü, yok oluş, bitiş ve neticesiz olarak gören insan, hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat, tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir, mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir? Cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız yaratılırken; büyük emânete tâlip, yeryüzünün efendisi/halîfesi insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O, ölümünün ardından, sahip olduğu nimetlerden, yüklendiği emânetten hesaba çekilecek, mükâfat veya ceza için Cennet ya da Cehenneme gönderilecektir.

Ölmemenin tek çaresi, doğmamaktır. Ama, canlı cenâze şeklinde, hayat süren leş gibi yaşamanın tercih edilebildiği gibi; ölümsüzleşmek, güzel ölümden sonra çok güzel bir hayata terfî etmek de mümkün. Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir vaziyette. "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın." (59/Haşr, 18). Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünkü yediğimiz çok lezzetli yiyeceklerin veya zevkli saatlerin bugüne bir faydası yok; yarına kalacak olan da sadece sevaplar veya günahlar. Dünya bir oyun ve eğlenceden, bir masaldan ibâret. Âhiret ise daha hayırlı ve devamlı.

                                                                           

Ölüme Hazır Olmak

Allah'ın dışında tüm canlılar için ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak müslüman olarak ölmek isteyen her mü'min için gereklidir. Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın." (Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31). Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder." (Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387). Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin hangisi en akıllıdır?”  Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm: “Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapanlar; İşte bunlar en akıllı kimselerdir.” buyurdular (Kütüb-i Sitte Terc. 17/598).

                              

Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû kılındığını hatırlamakta fayda var. Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak durmak şartıyla kabirleri ziyaret etmek, insana âhiret bilinci verir. İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak, yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki aşırılıkların şirk unsuru olduğu bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden de cehennemden korkar gibi sakınmak gerektiğini unutmamalıyız. Ölüm meleği olması itibarıyla Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek, eli tırpanlı çirkin bir insan şeklinde onu resmetmek, "Azrâil onun canını yanlış yere aldı" , "Azrâil'le savaşıyor" , “zamansız öldü” gibi sözlerin insanı küfre götürebilecek büyük yanlışlar olduğunu değerlendirmek zorundayız.

Ölümle başlayan esas hayatı dünya görüşünün merkezine alamayan tek dünyalı insanın ufku, sadece bu geçici âlemle sınırlıdır. Ölümü düşünmek, hatırlamak istemez; yatırımını sadece dünyaya yapan, mutluluğu salt dünyevî ölçülere göre tanımlayan insan. Yaşayışından ölümü kovmaya çalışır; çünkü adına ölüm dedikleri şey dünyevîleşmiş insan için, gerçeği tokat vurur gibi haykıran uyarıcı bir vâiz, sorgulayıp itham edici bir yargıç ve fâni zevklerini kemiren korkunç bir canavardır. Modernleşen şehirlerde artık mezarlıklar, bu tür insanları "rahatsız" etmeyecek kadar uzak yerlere yapılır oldu. Mezarın içini cennet bahçesine çevirmeyi düşünmeyenler, mezarlarını anıt gibi süslemeyi tercih ediyor. Halbuki İslâm, kendi insanlarına ölümle dost olarak, onunla içli dışlı yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil; gereğinde baş tâcı edilecek bir şey olduğuna inandırmıştı. 

“Güzel ölüm”ün şefkatli kollarından “çirkin hayat”ın merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Ölümün kronik korkusunu da yenemedi, hemen tüm filmlerde o işlendi, çoğu rüyaları o böldü, bunalımların kaynağının o olduğu söylendi. Ölümü unutmaya çalışmak, başka güzellikleri de unutturdu. Sadece dünyayı düşündüğü halde, ona da sahip olamadı; "hırsızı yakaladım" derken, yakasını yavuz hırsız dünyanın elinden kurtaramadı. İslâm'ın insanındaki ölüm sevgisi, yerini; dünyevîleşmiş insanda  "ölüm korkusu" nun stresine terk etti. Ölümü hatırlamamak için çeşitli eğlencelere, uyutucu ve uyuşturuculara yönelen modern insan, 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan (konforlu da olsa dünya zindanında yatan) müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir.         

Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vâsıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifâde edilmiştir. Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Ölümün korkulmayacak, aksine can atılacak güzelliklerin anahtarı olduğuna şâhitlik eden, ölümü öldürerek ölümsüzleşen şehâdet erleri ise, şehidlerdir.

Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişe ve gayretlerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların uğraşlarına, şikâyetlerine bakınca; hemen tamamının dünyevî endişeler olduğunu görüyoruz. Çağdaş insan, kendi kapısını yüzde yüz çalacak ölüm dâvetini ve hesaba çekilmeyi düşünmeden, ot gibi yaşamayı; fıtratına, aklına, dinin diriltici çağrısına rağmen başarabilmek(!) için, kendi yaptığı putların, paranın, sporun, müziğin, sinemanın, eğlencenin, teknolojinin... kulu olmayı kabullenmiş, tersine ve olumsuz anlamda ölmeden önce ölmeyi, yani intiharı ve katliâmı ebedî hayata tercih edebilmiştir. 

Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla hayatı ve ölüm ötesini, dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar ebedî ve gerçek hayatla birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbâl (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.

                                                                          

Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu, zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir"  cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:

Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gece, bir ölüm, her sabah bir dirilişi yaşar güneş altındaki bütün canlılar. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı, her an ölümün ve hayatın yaratılışını ispatlayan, âhirete imanı seslendiren bir âyettir. Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir.  Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; halbuki yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır.  Nihâyet  bir  müddet  sonra,  bahar  rüzgârı  borusunu öttürecek,  tohum, kıyameti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyamet günü, zaten kalkış günü demektir. (Bkz. 50/Kaf, 9-11; 30/Rûm, 19). Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. (Bkz. 2/Bakara, 28; 36/Yâsin, 77-79).

Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saâdet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk.

İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? (Bkz. 44/Duhân, 25-28; 9/Tevbe, 38). Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Aksi halde, insan gideceği saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ, 16-17)

                                                                              

Hayatı güzelleştirmek istiyorsak, ölümü güzelleştirmek, ölümötesi güzelliklere lâyık hayat sürmek gerektiğini unutmamalıyız. Ölmeden evvel ölmeye çalışmalı, ama öldükten sonra yaşamanın sırrını bulmaya gayret etmeli. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebiliriz. Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu iki şekilden biriyle öldüren "bir gün" ölür; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise "her gün" ölür. Âhiret yanında dünya bir gün kadar kısadır. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek için geceler büyük fırsattır. Gündüzü dünya hayatının, geceyi ölümün, yatağı kabrin karşılığı kabul ederek her yatağa girdiğimizde, günlük amel defterimizin kâr ve zarar hânelerini önce kendimiz değerlendirmeli, zararımız fazla ise, onu tevbe ve gözyaşı silgisiyle silmeli ve daha hatasız ticaret için kararlar alıp eyleme geçirmeliyiz. Yeniden bir dirilişi yaşayacağımız ertesi günü, önceki günden daha güzel yapma gayreti içinde olmalıyız.

Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında, her fırsatta; tefekkür edelim, özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünmek amacıyla, hele gece karanlığında mezarlığa gidip şu ölümcül yaşayıştan silkinip dirilelim.  Ölüm ve şehâdet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle. Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. “Ölümse / Gel dese / Tak tak tak / Mu-hak-kak.” 

       

Ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümle dostluk kurabilen,  ölüm ötesine hazırlanıp canlı şehid gibi yaşayarak ölümsüzleşenlere selâm olsun!

 

 

CEMAAT VE TEBLİĞ ÇALIŞMALARINDA USÛL

                                                                                                                                                                                                   

Batı, felsefe mirasına sahip olduğu ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Batılılar, hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür. Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes, karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser. Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların görüşlerini yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep seleflerini yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir. 

                              

Müslümanların, modernizmi olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey, hem cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.

  

 Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.

Her konuda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani,  göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir. 

Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul  etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” (Mecelle, Madde 14). Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir. Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan soracaktır.  

         

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...” (11/Hûd, 118). Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.

            Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.

            Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları,  yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir (Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 690).

Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa, her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa (23/Mü’minun, 53; 30/Rûm, 32) bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi tefrikaya dönüşür.     

Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.

   

Bir âlimin, bir müctehid veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Men lâ yüdrakü küllühû, lâ yütrakü küllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terk edilmez.”

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın  kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.

Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.” (41/Fussılet, 33). Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.” (30/Rûm, 32). Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159)

İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık  ve mütevâtir haberlerdir. 

İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü  reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an ve  mütevâtir hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyet veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.

Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak...  Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...” (9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki:  “İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)

  

Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.

Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330)

Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 18)

Önemli Not: Bu yazıda hiçbir cemaat ve hiçbir lider kast edilmemekte; ama aynı zamanda, anlatılan hatalar varsa, her cemaat ve her liderin kendi prensiplerini sorgulaması, değerlendirme yapması ve gerekiyorsa yeniden yapılanması istenmektedir. Mü'min kardeşine hüsn-i zanla yaklaşmak zorunda olan müslümanların birbirine ayna olduğu hükmünden yola çıkılarak ayna karşısında yazılan bu yazının, ayna bilinciyle okunması sâyesinde bu yazı yerini bulabilir. Bu uyarılar, bizim içimizde sağlıklı şekilde yapıl(a)mayınca, o zaman, bu tavırlara savaş açmak; iyi niyetlerinden şüphe edilen bazı İlâhîyat onbaşılarına kalır (dekan, onbaşı demektir). Onlar da, karşı mahallenin hesabına gol olarak kaydedileceğini bile bile, kendilerini kullanan gazete ve kanallarda, İslâm düşmanlarını sevindirecek şekilde çirkin bir üslûpla cemaatlerin bazı yanlışlarını dile getirecektir.

Müslümanlar arasındaki bazı problemlerin medya aracılığıyla tartışılıp tüm mahremiyet ve çıplaklığıyla dost-düşman her kesimden insana deşifre edilmesi, çok ciddî sakıncalara sebep olabiliyor. Bunun yanında, müslümanların hassas konularını da tartışıp münkerden nehyetmek için birbirlerine ikaz ve tavsiyelerde bulunmaları, hüsrandan kurtulmaları için şart oluyor. Bu ikisi arasında denge tutturmak da pek kolay olmuyor. Bu yazı da, bu zorlukların bir ürünü. Konuyu muşahhas örneklerle açıklayamama, genelleştirip yer yer kuş dili kullanma mâzur görülmeli ve "leb" şeklinde yazılanın "leblebi" anlamına geldiği değerlendirilmelidir.  

  

 VAHDET; ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN?

Veyl Olsun Ümmeti Paramparça Edenlere!

Bir musîbet, bin nasihatten yeğdir, ama bin musîbetten bir ders bile almayanlar için korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük cezanın habercisidir. Irak’taki ve yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İslâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür. Dinlerini bölük pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu filin bir parçasını bütün gibi tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez aslında. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet anlayışı modasının çoktan geçtiğini haykırmaktadır.  

Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrail’i sel alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen iç dünyalarını arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar. İçimizdeki İsrail ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle savaşmak mümkün değildir. Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların Mescid-i Aksâ’yı kurtarmaya kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.  

İslâm’a hâkimiyet hakkı vermeyen bugünün dünyası, bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık, temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamış, tam tersine emperyalizmi globalleştirmeye çanak tutmuştur.

      

İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm, birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister. Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur. Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında Allah’a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar. Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat bilinciyle ulaşılabilir.     

İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifâdesi olan merkez kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan çıktılar. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidlerin sosyal, toplumsal, kültürel ve siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline dönüştürülmüştür (Bk. Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci, Denge Y.).

    

Ümmet ve cemaat anlayışı, hiç ihtilâf ve farklılığın olmadığı despotik ve robot üreten bir yaklaşım değildir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, bu ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır.

Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile, dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.

Beşerî kaynaklara İlâhîlik vasfı verildiği ve İlâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar değildir. 

Tüm dünya müslümanları için yegâne İlâhî kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir, böyle olmak zorundadır. Mü'minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Bu ikinci kaynaktan istifâde ederken karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî kaynağı İlâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur. Oysa beşerî aklı, İlâhî vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü İlâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür (bk. Mehmed Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 83-101).     

İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma” anlayışıdır. Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile baş başa kalır ve din ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir.  Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.

İslâm’ın, vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Nice cemaatlerde görülen odur ki, din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metotlar yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile savunulur olmuştur.

               

İhtilâf konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir zarûrettir.

Burada, dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.

Farklı Metotlar

 

Metot farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı, yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.

Maalesef yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.   

Haram ve helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının yanı sıra, pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar, o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa, yanlışın farkına varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir. Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.

Müslümanlar dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar. Müslümanlar, makro planda, Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir cemaattirler. İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar, nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.

Müslümanları, kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları, farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur.

İhtilâfların Kaynağı

 

Günümüzdeki ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda, ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.

 

Aslında ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar sözkonusudur. Onun da temelinde câhillik yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor. Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim etme gayreti (AbdurRahmân Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, Risale Y. s. 106-117). 

  

Metot Farklılığı

 

Metot farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere, izlenimlere, kültürlere sahibiz. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır. Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah'a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin, kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin İlâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.

                                                                                                                    

Vahdet; Özlenen Birlik ve Bütünlük Nasıl Gerçekleşir?

 

“Vahdet”, “tevhid” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah’ı birlemeyen kimsenin, tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından ve ahlâkından mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.

Vahdet Zarûrîdir. Çünkü;

 

Kur’an vahdeti emretmektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...” (3/Âl-i İmrân, 103). “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105). “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159). “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46). “...Müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm, 31-32). “Mü’minler ancak kardeştirler.” (49/Hucurât, 10)

 

Sünnet vahdeti emretmektedir. “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6). “Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed  bin Hanbel, 4/145, 278). “Bereket, cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce, Et’ıme 17). “Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten 2). “Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245)

 

Akıl vahdeti emretmektedir. Tek başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, elbirliğiyle birleşerek kaldırabiliriz. Dâvânın hâkim olması, küfre ve zulme kıyâm edilmesi gibi birkaç kişinin kaldıramayacağı cihad yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz. Tek tek kolay kırılabilen ok gibi çubukları, büyük bir demet yaptığımızda kıramayacakları gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı kurdun yediği gibi, bireysellik de cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür, vahdetten uzak insan, onların kolay avı olur.

 

Tarih vahdeti emretmektedir. Başta Benî İsrâil olmak üzere, nice eski kavimler tefrika yüzünden acı mağlûbiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık, milliyetçilik gibi ümmetin vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek devletten küçük küçük 47 ülkeye ayrılmış, ciddî ağırlıkları olmayan günümüz müslüman dünyasının durumu, ibret almak için yeterlidir.

 

Günümüzün/çağımızın konumu vahdeti emretmektedir. Avrupa ülkeleri, aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.

 

Ekonomi vahdeti emretmektedir. Müslümanların kalkınması, sömürü ve kapitalizmin zulüm çarklarından kurtuluşu, kendi ekonomik güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar, holdingler kurmalarını gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp süper ve hiper marketler devri olmuştur. Bu da kapitalist vampirlerin mü’min kanı emerek azgınlaşmaması açısından müslümanların vahdetini gerektirmektedir.

 

Mevcut müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir.  Kısa bir müddet önce Çeçenistan’ın Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar, Filistin’in siyonistler Afganistan ve Irak’ın Amerikalılar tarafından resmen işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin yerli işbirlikçisi İslâm düşmanları tarafından müslümanların devletlerinin işgali, onların yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, câhilî eğitimin oluşturduğu fitne ve fesadın müslümanların gönüllerini ve kafalarını işgali, mü’minlerin birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler,  İsrail’i sel alıp götürür. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrail’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor.

 

Tecrübe vahdeti emretmektedir. Yüzlerce senedir müslüman halk kültürünün ortak ürünü olan atasözleri, bu deneyimi aktarır: “Nerde birlik, orda dirlik.”  “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.”  “Tek el, kendini yumaz.”

 

Matematik vahdeti emretmektedir. Alt alta dizilen/yazılan meselâ dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı safta dizilen, yan yana gelen dört tane 1 ise, 1111 (bin yüz on bir) edecektir. Dört tane 1'in yan yana gelip birleşmesi, 1111'in gücüne eşitlenecektir. 

 

Dünya huzuru vahdeti gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz tartışma ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne çıkıp herkesin sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve vahdetin, ittifak ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.

 

Âhiret saâdeti vahdeti gerektirmektedir. Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. “Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66). “Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71; Nesâî, İman 19; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 60; İbn Mâce, Mukaddime 9)                  

Vahdet Nasıl Gerçekleşir?

 

Vahdetin gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu özet olarak belirtmek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır: Kur’an ve sahih sünnet çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar edinen insanların tefrika içinde bölük pörçük olmaları gâyet doğaldır. Kur’an’dan başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan, tabiatıyla kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.

Vahdet, her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar üretmek, liderlere ve teşkilâtlara mâsum damgası vurmak, devamlı baş eğmek değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır.    Mü’minler arasında vahdete engel durumlar varsa, bu ya iman sorunundan, ya da ahlâk sorunundan veya her iki sorundan kaynaklanmaktadır. Vahdet, önce içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle barışık ve vahdet/uyum içinde bir kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti hiç oluşturamazlar. Vahdet, yakından uzağa doğru oluşup adım adım genişleyebilir. Bütün mü’minlerin kardeş, velî/dost bilinmesi gerekir. Mü’minlerin birbirlerini, özellikle farklı cemaat mensubu dâvâ adamlarını topa tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir cinâyettir. Düşmanlık için, Kur’an’ın belirttiği İslâm'a savaş açan tâğut ve zâlimler yeterlidir.

                       

“Vahdet, kimler arasında gerçekleşir?”

Ümmetin tümüyle, ülkedeki hatta dünyadaki tüm müslümanlarla diyorsanız, kıyâmeti, hatta mahşeri beklersiniz. Gerçekçi ve ayağı yere basan teklifler sunmalı, gerçekleşebilecek hedefler seçmeliyiz. Hz. Peygamber’in hayatındaki dönem hâriç, tarihin hiçbir döneminde bu ideal, tümüyle gerçekleşememiştir. Vahdet, ancak şuurlu müslümanlarla gerçekleşir. Tevhidî bilince ermemiş insanlarla ittifaklar, saldırmazlık antlaşmaları, ateşkesler ve takıyye yapılabilir ancak; vahdet değil!

“Vahdet, nasıl gerçekleşir?” Bütün mü’minlere elimizi, gönlümüzün tercümanı olarak uzatmalı, gülümseyen yüzümüzü sevgi dolu ifâdelerle zenginleştirip kardeşlerimize ikram etmeliyiz. Mü’min olan tüm muhâtaplarınıza elinizi uzatırsınız, ama tokalaşacağı yerde elinizi ısırmaya kalkanlara karşı ne yapacaksınız? Misyonervari şekilde, ısırsın diye diğer elinizi mi uzatacaksınız? Tabii, sizi kutsayıp toka için uzattığınız elinizi öpmeye kalkışanların da ısıranlar kadar tehlikeli olabileceğini unutmamalısınız.

Vahdetin hemen gerçekleşecek kısa vâdeli bir çözüm olmadığını bilerek, bunun alt yapısı için şuurlu mü’minlerin adım atmaları gerekmektedir. Farklı cemaat mensuplarına gönül ve kucak açmalı, ziyâret etmeli, onları sevdiğimizi ispat edecek yaklaşımlarda bulunmalı, hor görüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi gruptan olursa olsun tüm müslümanlara gösterebilmeliyiz.

“Filan memleketten adam çıkmaz!”, “falan mezhep bâtıldır, mensupları kâfirdir”, “ben falan cemaatle veya filanlarla bir araya gelmem!”, “onun olduğu yerde ben yokum!”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şucudur, bunları okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz anlayışla vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir.

Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli, insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın mutlak doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgari müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak, diğerleri bâtıl demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz.

Bir cemaat mensubu, bir meşrep ve mezhep mensubu olmakla; hizipçi, mezhepçi, bağnaz olmak arasında cennetle cehennem kadar farkın olduğu unutulmamalıdır. Dinin temel esasları dışında, meşrû özgürlük alanlarında ve yasaklanmamış çalışma metotlarında farklılık bir zenginliktir; tefrika ise tüm zenginliğin kaybı, ölümcül fakirlik. Allah’ın ve Rasûlü’nün farklı anlaşılmayacak şekilde hükme bağladığı mutlak hakikatlerin dışında beşerî doğruların ortaya çıkması için uygun zaman ve zeminlerde ve de âdâbına uyularak tartışılması gerekmektedir. “Bârika-i hakîkat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.” Yani, hakikat şimşeği, farklı fikirlerin çarpışmasıyla meydana gelir.      

İhtilâf konusunu birkaç cümleyle özetler mâhiyette, ihtilâfın hükmünü şöyle değerlendirebiliriz: İhtilâfın meşrû veya yasak olması, ihtilâfın cinsi, konusu, sebep ve gâyesi, metodu, uyulması gereken ahlâkî hususlar,  savunulup tartışılan konunun taassupla/bağnazlıkla ilgisi, şahsî görüş ve beşerî yorumların mutlak hakikat gibi kabulünün değerlendirilmesiyle ortaya çıkacaktır. İhtilâf konusunda unutulmaması ve karıştırılmaması gereken durum, ihtilâfla tefrika arasında farkın olduğudur. Hangi konuda ihtilâfın yapıldığı da meşrûluk için şarttır. İhtilâf edilecek konunun dinin usûlünden, yani temel esaslarından olmaması ihtilâfın meşrû olup olmaması için şart olduğu gibi, ihtilâf usûl ve ahlâkı da cevaz ve haram hükmü için bir ölçüdür. Yine, ihtilâfın sebep ve gâyesi de günah-sevap açısından değerlendirilmelidir: Allah için ihtilâf başkadır; nefis/hevâ için, enâniyet için ihtilâf başka.

Bir Allah’ın bir tek olan hak yolundan giderek birr’e ulaşmak için muvahhid/birleyici müslümanların birbirini sevmeleri ve ittifak ettikleri konularda birleşip işbirliğine gitmeleri, ihtilâf ettikleri konularda birbirlerini mâzur görerek ihtilâf âdâbına riâyet etmeleri ve adım adım ümmet birliğine doğru yol almaları gerekmektedir. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/Bakara, 208)     

 

 

 

 İkinci Bölüm

Sanat ve Güzellik (Hayatın Güzelliği)

 

 

 GÜZEL'E VE GÜZELLİĞE ÇAĞRI

                                                                                                                                                                            

Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm (6/En’âm, 162). Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır (Bkz. 8/Enfâl, 24). Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın (33/Ahzab, 36). Tabii, aynı zamanda güzellik ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.

                                                              

Kur'ân-ı Kerim insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: "O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı..." (32/Secde, 7). Bu, insan fıtratının gördüğü, gözünün seyrettiği, zihninin kavradığı bir hakikattir, eşyanın şeklinde ortaya çıkan saf bir gerçektir. Allah'ın yarattığı her şeyde bir güzellik göze çarpar. Her şeyde eşsiz bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk vardır. Gören bir göz, hisseden bir gönül, düşünebilen bir zihin bu âlemde bütünüyle bir âhenk ve güzellik bulur.   

En güzel kıvamda, en güzel biçimde yaratılan (95/Tîn, 4) insanla ilgili güzellikler, somut bedensel güzelliklerin yanında ve ondan öncelikle soyut güzelliklerdir. Tevhidî, ahlâkî, rûhî, zihnî güzelliktir esas önemli olan. Tüm insanlar, hangi renkte, hangi yaşta, hangi seviyede olursa olsun yaratılışındaki mânevî/fıtrî potansiyel sâyesinde güzellik yarışmasına katılabilir, derece alabilir. Çünkü Allah, ölüm ve hayatı, insanlardan kimlerin en güzel ameller işleyeceğini sınamak için yaratmıştır (67/Mülk, 2). Hayırda yarışmaya katılmamız emredilmiştir (2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48). İnsan yüzünün ve bedeninin güzelliği, somut bir güzelliktir, genellikle "cemâl" kelimesiyle ifâde edilir. Onun mânevî, ahlâkî güzelliği ise soyut bir güzelliktir ve çoğu zaman "hüsün" kelimesinde ifâdesini bulur. Soyut güzellik gözle görülemez, ancak bir mânevî aynada kendini hissettirir. Meselâ, merhametin güzelliği, fakire verilen sadakada somutlaşır ve seyredilir. İlim ve aklı kullanma da soyut bir güzelliktir. Bu güzelliğin sergilenmesi de ihsân derecesine ulaşan sâlih amele kapı açan tevhidî imandır. Soyut güzelliklerin zirvesi iman ve takvâdır. Hiçbir gözün görmediği, beşer aklının hayal bile edemeyeceği Cennetin muhteşem güzelliği, iman ve sâlih ameldeki güzelliğin öteki âlemdeki yansıması ve ürünüdür. 

Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak araçlara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve mutluluk hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”

Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır? Batı kafasına göre, “evet!” O yüzden mutlak güzelliği tanımayan Batı, estetik konusunda yüzlerce sene arkası kesilmeyen felsefî tartışmalar yapagelmiş, ama sonuçta bir uzlaşmaya varamamıştır. 

Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konudaki görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”

“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, 10)  hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzelliktir. İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.

 

Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216). Nefisle, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri ziynetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” (29/Ankebût, 38)

Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbina itaat edecektir. İmanı nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbina teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinın emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.

Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olaylar... bütün bu güzellikleri yaratan ve bu güzellikleri idrâk edecek yetenek vererek insanı güzelleştiren Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.

Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (23/Mü'minûn, 14; 37/Saffât, 125). Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir (65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75).

Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: "...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (güzellikler sergile, iyilik yap)..." (28/Kasas, 77)

Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay/sanal bir güzel peşindedir. Müslüman ise, güzelliği yaratanı bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.

Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.

Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin (!) ve güzelliklerin (!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler bizi bekliyor. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o yok olmayacak gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?

Güzellik; zevkle, haz duymakla, hoşlanmakla, beğenmekle  ilgilidir. Kur’an bu konuda insanın hevâsının/arzusunun doğru bir ölçü olmadığını belirtir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216)

Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.       

Allah mutlak Güzeldir. Allah'ın isim-sıfatlarından biri "el-Muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.

                           

Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir Kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür (39/Zümer, 55). Onun için, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).

       

Kur'an'ın ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan "muhsin", güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin kelimesi, Kur'an'da istisnâ dışında hep çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi ihlâsla sâlih amel işleyen cemaat içinde bulunmadan, toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan, yeterince gelişemez. Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir (31/Lokman, 3). Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.

Güzellik konusuyla ilgili birkaç âyetle birkaç hadis meâli verelim:

 “...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)

                                                              

“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(16/Nahl, 90)

 

“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” (17/İsrâ, 7)

 

“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” (18/Kehf, 30-31)

 

"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile..." (28/Kasas, 77)

"Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile, öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22)

 

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8)

 

“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” (Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14)

“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)." (Ebû Dâvud, Libas)

 

Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).

Muhsinler (güzellikler sergileyen ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın râzı olacağı şekilde güzel ve takvâya uygun  yaparlar.  Onlar;  çirkin,  bayağı,  kötü,  zararlı  ve   faydasız   amellerden,   faâliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. Kur’an, Allah’ın muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı gibi (16/Nahl, 128; 29/ Ankebût, 69), onlara müjdeler  verildiğini de belirtir (6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37, v.d.). Kur’an, onlar için bir rahmettir (31/Lokman, 3). Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Allah (c.c.), mü’minlere adâletle beraber ihsânı da emrediyor (16/Nahl, 90). Allah (c.c.), insanlara ihsânla davrandığı gibi, insanın da ihsân sahibi olması en güzel şeydir (28/Kasas, 77). İhsân/güzellik; insanda toplam kalite demektir. Kâmil insan denen, kaliteli insanı ifâde eden Kur'anî kavramlardan biri "hüsn" kelimesinden türeyen ihsân kavramıdır. Muhsin de, ihsânın gereklerini, güzellikleri yerine getiren insandır. İhsân, her şeyi güzel, eksiksiz ve mükemmel yapmaktır. Bütün davranışlarında Allah'ı görür gibi davranan ve daima Allah'ı yanında hisseden insan, muhsin olma seviyesinin eşiğinden içeri girmiş demektir.   

İhsân, aynı zamanda Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Meşhur Cibrîl hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı şöyle tanımlamıştır: “Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8). Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve azametini göz önünde bulundurmak kast edilmektedir. Mü’min, ibâdetini ihsân üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine uygun bir tarzda yapar/yapmalıdır. Bu da, Allah’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür. O yüzden ibâdetin en büyüğü namaz miraç sayılmıştır, O'na yönelmek, O'nun huzuruna çıkmak, O'nunla konuşup görüşmek, O’ndan güzellik devşirmektir namaz. Ve tüm hayatımız namaza benzemeli, O’na kulluk, namazla bitmeyip namazla başlamalı, her namazla daha güzel hale gelmeli. Hâlâ terk edemediğimiz kötülük ve çirkinlikler, namazımızı terk ettirmeden ya da sevabını azaltmadan, namazımız kötülükleri hayatımızdan terk ettirmeli, o güzellikte ikame edilmeli.

Güzellik Tanımına Giren ve Güzel Yapılması Özellikle

Emredilen Önemli Davranışlar

 

İhsân, söz ve davranış güzelliğidir. İhsân, diğer anlamları yanında temelde söz, mantık, vicdan ve davranışları güzelleştirmek anlamına gelir. İhsân, yani güzellik, güzel davranışlar sergileme, sadece namaz gibi ibâdetlerle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil; bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Allah her şeyde ihsan/güzellik ile davranılmasını  kullarının üzerine gerekli kılmıştır: “Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57)

 

 

 

Konuşmada Güzellik ve Güzel Sözün Mâhiyeti

 

“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53). Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür. Doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın...” (33/Ahzâb, 70-71) “Acı da olsa doğruyu söyle...” “Yalandan da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” (Keşfu’l Hafâ, 1890, 865)

 

Güzel söz, faydalı olan sözdür: “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Et-Tâc, 5/183). Kur’an’da gerçek mü’minlerin faydasız, mâlâyâni  konuşmalardan kaçındıkları belirtilir: “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” (23/Mü’minûn, 1-3) “Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyi (faydasız söz ve işleri) bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” (Et-Tâc, 5/186)

Güzel söz, sevindirici sözdür: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722) “(Sevdirici ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba  verilmiş)  bir  sadakadır.”  (Keşfu’l Hafâ,  hadis  no: 1947).   Güzel   söz,  muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür: “(Rabbimiz tarafından) insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592).  Güzel söz, Allah'a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, ben  müslümanım diyenin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a çağıran, sâlih (iyi ve güzel) iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel (ahsen) sözlü kim vardır?” (41/Fussılet, 33). Sözde ihsân, sadaka vermekle eş tutulur: "...Güzel söz sadakadır." (Müslim, Zekât 56; Tirmizî, Birr 36)

Konuşma yeteneği, insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecbûriyetinde olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir. Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur: “Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (41/Fussılet, 34) 

Tartışmada ve Münâkaşada Güzellik: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde (ahsen) mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46) “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)                     

                              

Selâm Vermede Güzellik: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli (ahseni) ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)

Tüm Davranışlarda Güzellik: “Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195). Her davranışımızı güzelleştirmek, Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir. “Tâğuta (şeytana, putlara ve putlaştırılanlara) kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline (ahsen) uyan kullarımı müjdele...” (39/Zümer, 17-18)   

 

Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında Güzellik: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla (ahsen) önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” ( 41/Fussılet, 34) "...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." (13/Ra'd, 22) “Güzel ahlâk; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”

 

Hakka Çağırmada Güzellik: “Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125) “Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)

Ana babaya ihsân/Güzel Davranma: “De ki: ‘Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin, güzel davranın...” (6/En’âm, 151) “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsânı/iyi ve güzel davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.” (17/İsrâ, 23). Bu âyetlerde kesin bir dille emredilen ana babaya ihsânın/güzelliğin, onları doyurmaktan ziyâde, içten gelen bir anlayışla koruma ve saygıda kusur etmemek, yani güzel davranmak olduğunu görüyoruz.

 

Yediklerimiz ve Giydiklerimizde Güzellik: Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki  âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168) “Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31) “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)

   

Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü şuuruyla yapmak; her işte güzellik: “Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57) “İhsan (güzel davranış), Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir.  Her  ne  kadar  sen  O’nu  görmüyorsan  bile O seni görüyor.” (Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8) 

“Zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde ateş size dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez. Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namazı kıl. Çünkü hasenât/güzellikler/iyilikler/sevaplar, seyyiâtı//kötülükleri/günahları giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 113-115)

Güzel bakan, güzel görür; güzel iş yapan, daha güzeline kavuşur. Hakiki güzellik; Allah ve Rasûlü. Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve örnekliği... Kulluk ve ibâdet...

Bütün yüceliklerle vasıflı ve tüm eksikliklerden münezzeh olan ve her şeye gücü yeten Allah mutlak güzel olduğu ve güzelliği sevdiği için de, yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır (32/Secde, 71). Yapmakla yükümlü kılındığımız güzel amellerin genel ölçülerini, sözlerin en güzeli kıldığı Kur’an (39/Zümer, 23) ile bildirmiş, güzel ahlâkı azîm/yüce kıldığı elçisi (68/Kalem, 4) Hz. Muhammed (s.a.s.) ile örneklendirmiştir. Rasûlullah’ta güzel örnekler (33/Ahzâb, 21) tümüyle mevcut bulunduğundan, o, kendi görevini; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8) şeklinde özetlemişti. Güzel Rasûl, "her şeyde ihsânın, yani iyilik ve güzelliğin farz kılındığını” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57) bildirerek bizim kulluk görevimizi de veciz bir şekilde beyan etmişti.

Güzelleştirmek, güzelleşmektir; daha doğrusu, fıtratımızdaki güzelliği ortaya çıkarmaktır. Amellerimizi güzelleştirmenin ise, bir arada bulunması gereken biri şekle; diğeri öze bağlı iki ana şartı vardır: Birincisi, yapılacak işin İlâhî yasaları içeren vahye uygun olmasıdır. İkinci şart, öze ilişkin şart ise, şeklen dine ve akla uygun işleri Allah’ı görür gibi ve de O’nun tarafından görüldüğü şuuru içinde (ihlâs, huşû ve takvâ ile) ibâdetleştirerek yapmaktır.

Güzel davranış sahiplerine Allah ihsânla/güzellikle ve daha fazlasıyla karşılık verecektir. “İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (10/Yûnus, 26)

"Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır." (6/En'âm, 160). İnsan, ihsân üzere olur, güzel işler yaparsa, davranışlarını ihsân üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsân görür, güzellikle muâmele edilir. “İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?” (55/Rahmân, 60)

İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında güzel olursa olsun, Allah'ın ihsânıyla, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah'ın bir lutfu ve ihsânıdır, O'nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan, yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını riyâ ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.  

             Allah, güzel davranışlarda bulunan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93;  7/ A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd). Allah'ın rahmeti sürekli muhsinlerle, güzellik sergileyenlerle beraber olur (7/A'râf, 56). Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Kur'an, muhsinlere rahmet sunar (31/Lokman, 3; 46/Ahkaf, 12). İhsân sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme) yoktur (9/Tevbe, 91).

Güzellikle ilgili birkaç güzel söz:

"Güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir."

"Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmez."

"Eserdir, sanattır, dildir, sâlih ameldir rûhun güzelliğini gösteren."

"İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren her şey güzeldir."

"Güzellik, Allah'ın armağanıdır."

"Asırlardır bu böyledir, / Bütün kötülükler geçer; / Yaşar iyi ve güzel olan."

"Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir."

"Doğru olan bir şey, hep güzel ve akla yakındır."

"Bana Allah'ı hissettirmeyen câmi, ne kadar muhteşem olsa bile, güzel değildir." 

"Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır."

"İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur."

Başta şirk olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun! 

 

“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneh ve gınâ azâbe’n-nâr (Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver; bizi ateş azâbından koru)." (2/Bakara, 201)

 

 

  KUR'AN VE SÜNNET PENCERESİNDEN ŞİİR VE GÜZEL SÖZ

                                     

Konuştuğumuz dili doğru, düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir (39/Zümer, 23). Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifâdelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanları bir benzerini meydana getirmekten âciz bırakır. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifâdeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifâde eder. (Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...)

En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar.” (17/İsrâ, 53). Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir (2/Bakara, 83). Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir (39/Zümer, 18). En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifâdelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.” (4/Nisâ, 63).

Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, yani edebiyat başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardan biridir. Hz. Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.” (Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10). Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şâirlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı övüp teşvik etmiştir. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi (55/Rahmân, 4) kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde ifâde edebilen bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.

Güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Gâye, dil değil, dindir. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, daha doğrusu “edebiyat yapma”) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifâdeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitabına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı, şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilir (Bkz. 26/Şuarâ, 224-227).

Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir.  Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması ve bunlara iltifat etmemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolüne bürünüp büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir.

Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı tavsiye ettiği imajı vermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta, bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur: “İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan kimselere Allah buğz eder.” (Ebû Dâvud, Edeb). Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifâdesini, doğruluğu aramalıyız.

Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak dilimizi, kalemimizi terbiye edebiliriz. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Dinsiz edep, edepsiz de edebiyat olmaz. Dili ve kalemi İslâmî ve insanî güzelliklerle terbiye etmeyi öğrenmeden,  edepli olmak mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi ve güzelleşip edebiyat seviyesine çıkması buradan kaynaklanmaktadır. Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, doğru da olsa, iyi niyetle söylenmiş de olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 159).           

Güzel Sözün Özellikleri

 

Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir (55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4). Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir (30/Rûm, 22). Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır (14/İbrâhim, 4). Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifâde ederler, birbirleriyle dil sâyesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.

Güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini, sözlerin en güzeli olan Kitabımızdan (39/Zümer, 23) yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz: “Ben müslümanlardanım” diyen ve bu sözünü sâlih amellerle isbat eden kimsenin Allah’a dâvet eden sözü (41/Fussılet, 33), yani Allah'a teslimiyet gösteren, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışan, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmayan ve şahsiyet sahibi olan, dünyevî çıkar gözetmeyen kimselerin Hakka çağrı niteliğindeki sözleridir güzel söz. Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek ve böylece düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası (41/Fussılet, 34), sabırlı ve hayırlı olmak (41/Fussılet, 35), hikmet sahibi olup hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak, mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitap etmek, en güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek (16/Nahl, 125) güzel söz olarak değerlendirilir. Yine, hayırlı ve faydalı şeyler konuşmak, aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici sözler, muhâtabın seviyesine ve psikolojik durumuna uygun sözlerdir güzel söz.

Sıcak savaşta silâhların önemi neyse, soğuk savaşta kitapların, medyanın, kültür ve sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşı da kıyâmete kadar sürecek. Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe. İslâm savaşçısı olmayan herkes, sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna girmiş olacaktır: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (4/Nisâ, 76). Bu ikisinin dışında üçüncü bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol arayanlar mı? İşte: "Bunlar (İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların) arasında bocalayıp durmaktalar (o münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhildirler). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın." (4/Nisâ, 143)

İslâm, insanı rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla cihadın kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak zorundadır: "Onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (16/Nahl, 125). O yüzden cihad sanattır, sanatın cihad olduğu gibi.

Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre İslâm düşmanlarını şiirle hicveden Hassan bin Sâbit, Hz. Peygamber'in "onları hicvet, Cebrâil de seninle beraber olsun!" şeklindeki duâ ve iltifâtına nâil oldu. Bilindiği gibi hiciv, birini şiirle kötülemek ve küçük düşürüp alay etmek, ona saldırmak demektir. Dolayısıyla sanatın hiciv gibi cihad için kullanılmasını Peygamberimiz emretmiştir.

Hayat cihaddan ibârettir de, müslüman için sanat, edebiyat, şiir cihaddan ibâret değil midir? Kurşun, düşmanı yok etmeyi amaçlarken, sanat ve edebiyat insanı ele geçirip kendi cephesine katmayı hedefler. Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, kasetlerle savaşıyorlar. Modern savaş âletlerinin mermileri, bombaları, bedenleri değil; rûhu, kalbi hedef alıyor. Kalpler, kafalar, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla ve özellikle edebiyatla işgal ediliyor.

 

Sanat, özellikle şiir ve edebiyat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir, ki bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.

Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır. "Gerçek sanat" diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa yansıyan yönüdür. Allah, hakiki ve en büyük sanatkâr. Kur’an, insan ve evren adlı O’nun kitapları ise en muhteşem sanat hârikalarıdır. Hakkı, hak ettiği güzellikte insanlara ulaştırmak demek olan tebliğ; Peygamberlerin sıfatı. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler de, insanlar içinde en büyük edebiyatçılardır.

Tebliğ, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir tebliğ. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa; bu, sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in, şekilden ziyâde sunulan mesajın daha önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek." Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi doğru ve düzgün olsun, yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmaya yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.

"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (16/Nahl, 125). Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir tebliğdir; Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi Batılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla hıristiyanlık propagandası yapmışlardır. Günümüzde hemen her eve, en azından TV. görüntüsüyle giren ve arsız misâfir gibi peşimizi bir türlü bırakmayan medyanın yaptığı, Batılıların hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse, hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de bombardımana tutuluşudur. Kitle imhâ silâhlarını uzaklarda aramaya gerek yok. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.

 

Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem "müslümanım" diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey; Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık!

Müslümana ve müslümandan önce İslâm'a faydası dokunmayan sanat, bir oyuncaktan, fantezi ve lüksten başka bir şey değildir. Dâvâ açısından faydasız sanat, çok yönden zararlı bir uğraştır. İslâm, hayra vesîle olmayan, faydası dokunmayan herhangi bir şeyi kesinlikle meşrû görmez. Efendimiz: "Allah'ım! Öğrettiklerinle beni yararlandır. Bana faydası olanları öğret" diye duâ ederken, ilim bile olsa faydası olmayandan sakınır: "Allah'ım! Faydasız ilimden Sana sığınırım." (Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711)

Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de, kurtuluşa erecek olan gerçek mü'minleri "Onlar lağvdan (faydasız söz, iş ve davranıştan) sakınanlardır." (23/Mü'minûn, 3) şeklinde vasfederek över. Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: "Faydasız söz ve işleri bırakması, mü'minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır."

 

Faydası olmayan herhangi bir şey, zararlı kabul edilmese bile, kaçınılması gereken bir lağvdır. Vakit ve nakit isrâfıdır, mâlâyânidir, abesle iştigaldir. Dolayısıyla her faydasız şey zararlıdır. Allah'ın yarattığı, başta insan olmak üzere tüm yaratıklar, sadece şekil olarak güzel ve sanatlı olarak yaratılmamış, bir gâye için var edilmiştir. "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (23/Mü'minûn, 115). Müslüman sanatçı, yaptığı işin meşrû ve hayırlı bir iş olduğu, kendisine ve başkalarına faydası dokunduğu oranda ibâdet olduğu bilinciyle sanata yaklaşmak zorundadır. Tabii bu fayda, bazen sadece âhirette beklenen müeccel bir hayır olabilir. Bilinmeli ki "Âhiret bâki (devamlı) ve daha hayırlıdır." (87/A'lâ, 17). Cennetteki nimetler, dünyevî süs ve faydalardan çok daha hayırlı ve büyüktür (Bkz. 3/Âl-i İmrân, 15).

 

Bir iş veya sanat eseri faydalı olduğu halde, inancımıza ters düşüyorsa terk edilmelidir. Çünkü müslüman, olaylara pragmatizm açısından bakamaz. Zararlı bir şey, çok kapsamlı değerlendirilemediği için faydalı zannedilebilir. Bir şey de bazı küçük faydaları olduğu halde, meşrû olmayabilir (Bkz. 2/Bakara, 219). Fayda ile zarar aynı şeyde, meselâ bir sanat eseri veya anlayışında ortaklaşa bulunursa, "zarardan korunmak, faydanın gelmesinden daha önemli" olduğu için (Mecelle kuralı), hayra şerri karıştırmadan olmuyorsa o, hayır olmaktan çıkmış, içine zehir damlatılan suya benzemiştir.

 

"Fayda"yı, nefsimizin hoşuna giden, egomuzu tatmin eden, sömürüye benzer kazanç, basit ve küçük dünyevî çıkar kaygısı olarak anlarsak, bu kabul İslâm'ın hayır ve fayda anlayışına ters olduğu gibi, bu tür çıkar endişesi sanatı sanat olmaktan çıkaran bir parazit olur. Müslüman açısından fayda; Allah'ın rızâsına ulaştıran, insanlığa hizmetle alâkalı, dünya ve âhiret için gerçekten yararlı olan mâruf ve meşrû olandır, hayırdır.

Sanat-fayda ilişkisini belirtirken, bir müslümana göre zararlı bir şeyin sanat olamayacağını vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum. Tabii, en büyük zararın da mânevî-uhrevî olduğunu. Direkt zararı gözükmese bile, faydasız bir şeyi mâlâyâni, israf ve lağv özelliklerinden dolayı onaylamayan bir dinin; inanca, ahlâka, akla, düşünceye, ekonomiye... zarar veren bir şeyi güzel görmesine, meşrû kabul etmesine ihtimal verilemez. "Sanat karın doyurur mu, doyurmaz mı?" tartışılabilir, ama gerçek sanatın faydası, hayırlara vesîle olması, mideden daha önemli olan rûhu doyurması tartışılamaz.             

Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur'an ve Sünnet'in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı teşvik ve tavsiye etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle şiir, hikâye, hiciv, hitâbet, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat; İslâmî ölçülere uyup insana hizmet ettiği oranda kulluktur, ibâdettir, ihsandır aynı zamanda.

Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.

Edebiyat ve Onun Zirvedeki Temsilcisi Şiir

 

Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur'an'ın dikkatleri çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ'b bin Züheyr için olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.s.)'e cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike şâyân.

 

Müslüman açısından, ihmal edilmemesi ve diğer sanatların önüne geçirilmesi gereken değerdir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve şiirde söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, "İnsanlara güzel söyleyin" (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.

Kur'an, müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır. "Müslümanım" diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur'an'dadır.

Her düzen kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim kendi prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca sanat isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, İslâm’ın hâkimiyeti için çalışmalıdır. Bu çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı tebliğ için her türlü faâliyetler de sanata dönüşebilir, dönüşmelidir.

Her yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm'ın emri olduğu için, müslümanın her yaptığı sanat haline gelebilir. Kur'an'da geçen "ihsân" tüm anlamlarıyla gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: "Güzellikler yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri (güzel hareketlerde bulunanları, güzellik sergileyenleri) sever." (2/Bakara, 195)

Büyüleyici Söz: Şiir ve Söz Canbazı: Şâir   

            “Şiir” sözlükte, hissedilen şey anlamına gelir. “Şiir” kelimesinin aslı olan “şuur”, bir şeyi anlamak, kavramak, fark etmektir. Şiir de; sezgiyle kavramak, bilmek, tanımak demektir. Şiir, anlaşılan, farkedilen şeylerin ifâdesi, ince bir sanatın adıdır. Kavram olarak “şiir”, sözlerin ölçülü ve birbirine uyumlu/âhenkli şekilde bir mârifet (bilme-tanıma) olarak ortaya konulma sanatıdır. Şiir yazan veya irticâlen söyleyen “şâir”, söz ustasıdır. O, hissettiğini söze (veya yazıya) ölçülü bir şekilde dökebilen bir sanatkârdır. Şiir, şuur veren metindir; şâir ise şuurlandıran demektir. Müslüman açısından şuur verme ölçüsüne uyan güzel sözler, bu ölçüye uyduğu oranda şiirdir.

Kur'ân'da şiir kelimesi bir kere, şâir kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer. Şiirden söz eden, "Biz ona şiir öğretmedik. Bu, onun için gerekmez de" (36/Yâsin, 69) âyeti, vahiy ile şiirin karıştırılmaması gereğini belirtme amacı taşır. Kur'ân'da şâir kelimesinin geçtiği dört âyet de müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.s.)'e şâirlik isnadının reddine ilişkindir (21/Enbiyâ, 5; 37/Sâffât, 36; 52/Tûr, 30; 69/Haakka, 41). Şâir kelimesinin çoğulu "şuarâ", 26. sûrenin son âyetlerinde (224. âyet) geçer. Şâirlerden bahseden bu âyetlerden dolayı, bu sûreye şâirler anlamına gelen Şuarâ sûresi denilmiştir.

Kur’an, şiiri şuurla ortaya konulan bir savaş aracı olarak görür. Şâir, her şeyden önce, hak veya bâtıl bir dâvâ adamıdır. Şiir ya zulüm aracı, ya da mazlumun savunma gerecidir. Sâlih ameller sahibi mütakî şâirlerin dışında, şiirle uğraşanlara ilham gelir; bu ilham/vahiy, tabii ki şeytandan gelmektedir. Bu şâirlere uyanlar da kendileri gibi sapıklardır. “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan (şâir)lerin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. Şâirlere sapıklar/azgınlar uyarlar. Şairlerin her vâdîde (her yerde) vehm (hayal) kurup, başı boş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları/yapamayacakları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”  (26/Şuarâ, 221-227)

        

Kur’an’ın tenkit ettiği şâir ve şiir, insanları kandıran, oyalayan, olmayacak şeylerle meşgul olan, toplumun önünde saptırıcı rol oynayanlardır. Şeytan bu gibilere yol göstermektedir. Onlar da şeytanî işlerin peşindedirler. Kur’an’ın müsâade ettiği şiirin ve şâirlerin özellikleri,  tartışmaya yer vermeyecek kadar nettir: İman, sâlih amel, Allah’ı çokça zikir, zulmü (en büyük zulüm olan şirki, insanın Allah’a isyan ederek kendine ve topluma yazık etmesini) kınamak, hakkı ve mazlumları savunmak. Bu özelliklerin tümü şâirde ve şiirde yoksa Kur’an bunlara onay vermez. Bu takdirde bu şiir denen tehlikeli oyuncakla oynayan kimse; şeytanın güdümüne girmiş, günaha düşkün, her vâdide uçmaya çalışan uçarı, yapmadığı şeyleri söyleyip atıp tutan yalancı, hayal peşinde koşan ve zulme dolaylı da olsa katkı sağlayan özelliklerle câhiliyye cephesinin safında yer almış sayılacaktır.

           

Şâirleri kötüleyen yukarıdaki âyetler nâzil olduğu zaman Peygamberimiz’in şâirlerinden Hassân bin Sâbit, Abdullah bin Revâha, Kâ’b bin Mâlik Peygamberimiz'e gelip şöyle demişlerdi: “Allah şu âyeti inzal buyurdu ve O biliyor ki biz şiir söylemekteyiz?” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) şâirleri kötüleyen âyetlerden sonra gelen âyeti okudu: “Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Peygamberimiz sonra buyurdu ki: “Burada tenkit dışı bırakılanlar sizlersiniz.” (İbn Ebî Hâtim, nak. Muhtasar İbn Kesir, 2/664). Peygamberimiz (s.a.s.), yukarıdaki güzel vasıflara sahip şiiri yasaklamadığı gibi, bazen onları dinlemiş, güzel ve hikmetli şiirlerin şâirlerini övmüştür. Hikmetli şiir söyleyen sahâbîler, Rasûlullah’ın da teşvikiyle şiiri silâh olarak kullanıp İslâm düşmanlarını hicvetmişler, dinin yayılmasına katkı sağlamışlardır. "Mü’min, kılıçla olduğu kadar dille de savaşır." Kur'an'ın tavrıyla paralel olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) de şiiri bir savaş aracı olarak değerlendirir. “Mü’min, eliyle de diliyle de cihad eder. Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, dille attığınız da ok gibi yaralar açar.” (Ahmed bin Hanbel, nak. İbn Kesir, 2/664)

            Şiiri kötü yapan, onun içeriği ve onu söyleyen/yazan şâirlerin olumsuz kimlikleri olduğu gibi; şiiri meşrû yapan da Şuarâ sûresinin son âyetinde sayılan özelliklerdir. İslâm hakla bâtılın arasındaki bir yolu doğru olarak kabul etmez. Bu ikisinin arasında kalan; aşktan meşkten bahseden şiir sayılan/sanılanlar da en azından oyun ve eğlence cinsinden mâlâyâni fanteziler, “lehve’l-hadis” ve hayır olmayan şeylerdir. Şâir sayısının yok denecek kadar az olduğu halde, şiir adı verilenlerin çoktan çok olduğunun sebebi, bu izahlardan sonra daha rahat anlaşılacaktır. Klasik Divan şiirine ve günümüzdeki şiirimsilere, özellikle içerik ve üstlendikleri mesaj ve misyon açısından bakılınca; bırakın İslâmî şiir tâbirini, müslümana yakışan “şiir” denilip denilemeyeceği ve bunlarla uğraşanların sorumluluğu tartışılabilir, tartışılmalıdır. Müslümanlar için, her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçü, Kur’an ve Sünnet olduğuna göre, Şuarâ sûresindeki özellikler ve Hz. Peygamber’in şiir konusundaki tavırları, bu değerlendirmede referans alınmalıdır.     

 Peygamberimizin değerlendirmesiyle; şâirin şiiri oktan daha yaralayıcı, kılıçtan daha öldürücüdür. İslâm düşmanı şâirlere karşı amansız mücâdele veren Peygamberimiz, hayrın hizmetindeki şiir konusunda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz şiirde hikmet vardır.” (Buhârî, Edeb 90; Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5010; İbn Mâce, Edeb 41, hadis no: 3755; Tirmizî, Edeb 69, hadis no: 2844). Bu hadis, içinde hikmet olmayan, yani büyük hayır (2/Bakara, 269) bulunmayan ve şuur vermeyen sözlerin şiir sayılmayacağına da işaret eder.

Şâirleri kötüleyen âyet nazil olunca Peygamberimiz (s.a.s.) Hassân bin Sâbit ve Kâ’b bin Mâlik (r.a.)’e şöyle buyurdu: “Kureyş’i hicvediniz, çünkü sizin hicviniz onları ok yağmuruna tutmaktan daha etkilidir.”  (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 157, hadis no: 2490)

Hassân bin Sâbit (r.a.)’i şiir söylemeye ise şöyle teşvik etmiştir: “Söyle, müşrikleri şiirlerinle hicvet, Rûhu’l Kudüs (Cebrâil) seninle beraberdir.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk 6, Edeb 91; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 153, hadis no: 2486; Ahmed bin Hanbel, 4/286, 298, 299, 301, 302)

Hz. Peygamber (s.a.s.), küffâr cephesinin şâirleriyle mücâdelede onlara karşı sadece müslüman şâirleri kullanmakla yetinmemiş, haddi aşanları öldürtmüştür. Nadr İbnu'l-Hâris, Ukba İbnu Ebî Muvayt, Ka'b İbnu'l-Eşref, Amr İbnu Abdillah İbni Umeyr, Hâris İbnu Süveyd, Ebû Afak, Esmâ Bintu Mervân, Abdullah İbni Hatal, Fartanâ, Karîba bunlardandir. Bunların bir kısmı Mekke Fethi'nde af dışı tutulanlar arasında yer alır. Rasûlullah (s.a.s.), o günün gazetecileri olarak değerlendirilen kâfir şâirlere karşı göz açtırmama ve yıldırma siyaseti gütmüştür. Peygamberimizin bu tavırları, şiiri savaş aracı olarak değerlendirdiğinin delillerindendir.

"Şiirde büyüleyen, etkileyen bir güç olduğunu" belirten Rasûlullah, bu gücün Allah için kullanılmasını istemiş, kâfirlerin ve küfrün hicvedilmesini tavsiye etmiştir. Ashâbın da, Hz. Peygamber gibi, meşrû ve hikmet taşıyan şiire olumlu yaklaştığı, hatta büyük önem verdiği bilinmektedir. Hz. Ali'den rivâyet edilen şiirler bir Divan oluşturacak toplama ulaşır. Belleğinde binlerce beyt bulunduğu söylenen Hz. Âişe, şiiri bir eğitim aracı olarak görür; "çocuklarınıza şiir öğretiniz; dilleri tatlılaşır" tavsiyesinde bulunur. Ama ilk nesil müslümanlarının haramları teşvik eden, şuur verme yerine şuura zarar veren ve hikmetten yoksun şiirlere çok sert tavırlar takındıklarını biliyoruz. Meselâ, halife Ömer (r.a.), bir vâlisini, söylediği bir şiirinde meşrû olmayan içerik nedeniyle görevden almıştır. Bununla birlikte meşrû gâyenin hizmetindeki şiir için aynı Hz. Ömer,  "İnsanların sanatları içinde en üstünü şiirdir. İnsan onu ihtiyaç ânında takdim eder. Faziletli kalbi şefkatle doldurur, duygulandırır. Alçak kalpleri de yatıştırır" diyerek şiirin önemini belirtir.

Şiir, insanlar üzerinde etki uyandıran bir beyan çeşididir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın "Beyanda sihir vardır" sözü belli ölçüde şiire de şâmildir. Şiir, söz sanatlarının en önemlisi ve etkilisidir. Bu özelliği nedeniyle Hz. Peygamber'den bu yana müslümanlar tarafından önemsenmiş, değer verilmiştir. Bu olgu, bir sanat olarak şiirin mubahlığının da tartışılmaz kanıtıdır. Ne var ki, konuya tek tek ürünler açısından, belli şiirler yönüyle bakıldığında hüküm değişebilir. Bu durumda belirleyici olan, şiirin içeriğidir. Muhtevâsı bakımından gayri meşrû bir şiir, mubahlık sınırlarını aşarak haramlar dairesine girmiş sayılır. Bu konuda Şuarâ sûresinin son âyetleri Müslümanları aydınlatmakta, onlara yol göstermektedir. Kişiyi Allah’a yaklaştıran şiir güzel, bu görevi yaptığı oranda faziletli; kişiyi nefsin hevâsına, şeytana, haramlara yaklaştıran şiirse, güzel ve meşrû değildir. Bu tür sözlerin, haramlara yaklaştırma oranında hükmü ağırlaşır. İçinde küfür lafızları bulunan şiir ve şarkı sözlerini, hatta İlâhî türünde olduğu halde Tevhidle bağdaşmayacak sözleri tepkisiz dinlemek ve söylemek de imanı tehlikeye düşüren kaçınılası sözlerdir. Bu tür şiirimsi sözler, insana şuur vermediği ya da şuurunu bozduğu için lügat anlamıyla şiir bile sayılmaz!  

Sözün hakkını veren, Hakk'a tâbi olup hakkı tavsiye ederek şuur veren şiir sahibi hakiki şâirlere ve şâir olmasa da sözün en güzeline tâbi olan, sözünün eri, güzel sözlülere selâm olsun!

 

 

 RAHMET PEYGAMBERİ’NİN ŞAKALARI, TEBESSÜM DOLU ÇEHRESİ VE BİZ

                                                                                                                                                            

İslâm, ölçülü olmak şartıyla mizah ve şakalaşmaya kucak açar. İslâmî ölçüleri korumak kaydıyla yer verilen şaka ve mizah hem dinlendirici olur, hem de insanlar arasında muhabbet ve sevginin artmasına vesile olur. Şakaya yer vermemek ciddiyet olarak kabul edilse de, her şeyin fazlası ifrattır ve hoş karşılanmaz. Yani somurtkanlar fazla sevilmez. Kur’an’da birkaç âyette geçen, meyve anlamındaki fâkihe kökünden gelen fukâhe kelimesi, şaka yapmak, eğlenmek, dostluk oluşturan sohbet, konuşma demektir. Yâsin Sûresinin 55. âyetinde cennetliklerin, yaptıkları işten memnun olarak birbiriyle konuşup şakalaştıkları imrendirici bir üslûpla anlatılır. Bu âyetlerden, dostluğu pekiştirecek, ruhu ferahlatacak tarzda uygun olarak yapılan eğlence ve şakanın tasvip edildiği anlaşılır. Şakanın Arapçası fükâhe ve mizâhtır. Dikkatleri toplamak, çevredekilerin usanmamalarını sağlamak ve sevgiyi perçinlemek için, sınırları belli ve dozu ayarlı şaka ve mizahın önemi inkâr edilemez. İslâm’ın önem verdiği hususlardan olan müslümanlar arası kardeşlik, sevgi, insanlara tebliğ, dâvet ve onları ısındırma, kalpleri te’lif, kavl-i leyyin, ülfet, sekînet, mahabbet, hoşgörü, müsâmaha ve af gibi özelliklerin pekişmesi açısından ve bunlara hizmet edici olan şaka ve tebessümün/güler yüzün önemi büyüktür.

Günümüz müslümanı açısından bunlar, önemli ibâdet ve unut(tur)ulan sünnetlerdir. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da ifrat ve tefrit arasında sıkışan insanımız güzel dengeyi aramakta. Az sayıda da olsa;  işi gücü gırgır olan, çirkin kahkahalar atabilen, sulu, cıvık, onur kırıcı, yalandan kaçmayan ve latif olmayan şakalarıyla veya dışımızdakileri taklit ve basit adaptasyon şeklinde komedyenliğiyle meşhur kimseler yanında; çoğu insanımızın suratı asık, hastalıklı bir ruh halinin yüze ve söze aksini andıran kişiliği... Eleştiri ve şikâyet dolu sözler, karamsar, itici, sıkıcı tavırlar, resmî ilişkiler, beylik konuşmalar, samimiyetten uzak her şeyiyle yapay ve sanal davranışlar... Yani, dengesizlik denizinde, huzursuzluk dalgaları arasında “imdât!” diyen halimiz ve cankurtaran simidi olarak bizi bekleyen Rasül’ün sünneti...      

   

Hadis kitaplarımızın hepsinde (Kitab veya bab, yani müstakil bir bölüm veya alt başlık şeklinde) şaka ve mizaha yer verilir. Çünkü Rasûlullah’ın hayatında şakaya sıkça rastlanır. Enes (r.a.): “Rasûlullah, çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı” der. Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, kendisiyle temasta olanlara yaptığı şakalardan pek çok örneğe hadis kitaplarında rastlarız. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı. Bitkiler içinde Rasûl’ü gül simgeler. Ve dilimizde “gül” sadece bitki adı değil; aynı zamanda bir eylemin emridir. Ne güzel tevâfuk değil mi, o hep mütebessim Rasûl için. Gülden önce dikeni gören asık suratlı, karamsar ve şikâyetçi insanımız, Rasûl aynasında kendine çeki düzen vermeye belki buradan başlamalı. Anamızı ağlatmaya çalışanlara inat, düşmana “gülle” atmadan önce dosta “gülle” ve güler yüzle yaklaşabilmeliyiz.

Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâbının arkadaşlarıyla şakalaştıkları çokça görülmüştür. Ashâb, Rasûlullah’a; “Yâ Rasûlallah, Sen bizimle şaka yapıyorsun!” demişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): “Ben (şaka bile olsa) sadece doğruyu konuşurum; haktan başka bir şey söylemem.” (Tirmizî, Birr 57, hadis no: 1991) buyurdu. Büyük Önderimiz, çok şen, neşeli ve latif bir insandı. Ciddi ve zor bir işle görevli olmasına rağmen, alışılmış liderlerin aksine; arkadaşlığı ne sıkıcı, ne kasvetli, ne monotondu. Bilakis tatlı, sevinçli ve neşe doluydu. Ashâbının, aralarında yaptıkları şakalara uzun süre güldüğü olur, kendisi de onlarla şakalaşırdı. Abdullah bin Hâris (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)’tan daha hoş ve tebessüm dolu kimse görmediğini söylemiştir. Câbir bin Semûre’nin anlattığına göre, Rasûlullah, kendisini müslüman olduğu andan itibaren daima iyi ve hoş bir şekilde karşılamıştı, hatta Onun tebessüm etmediğini hiç görmediğini söylemiştir. O’nun en yakınında bulunan, çocukluğundan itibaren Efendimiz’e hizmet eden Enes (r.a.): “Rasûlullah, hanımlarıyla beraber olduğu zaman insanların en hoşu ve en şakacısıydı” demiştir. Âişe vâlidemizin anlattığına göre, onunla Peygamberimiz koşarak yarıştı ve birinde Âişe annemiz geçmişti, diğerinde Peygamberimiz. Kocanın eşi ile şakalaşması ve oynaşması, aralarındaki sevgiyi arttıracağı için O'nun diliyle tasvip, hatta teşvik edilmiştir (Ebû Dâvud, Edeb 84, 85, 149; İbn Mâce, Cihad 40; Ahmed bin Hanbel, II/352, 364, III/67, V/32). 

Yine bir gün Âişe vâlidemizle Hz. Sevde annemiz Peygamberimizle birlikte hâne-i saâdetlerinde yemekte bulamaç aşını yerken Sevde (r.a.): “Bu yemeği sevmiyorum” dedi. Âişe (r.a.): “Yemezsen yemeği yüzüne sürerim” diyerek Hz. Sevde’nin yüzüne, sonra da Hz. Sevde, Hz. Âişe’nin yüzüne birer parmak bulamaç sürerek şakalaşmışlar, Hz. Peygamber de bunları devamlı bir gülümsemeyle izlemişti. Rasûlullah çokça tebessüm etmeyi ve nezâketle şaka yapmayı severdi. Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyetine göre Peygamberimiz, şakalaşmak derecesine varan samimi söz ve davranışlarla ashâbının içine, onlardan biri gibi karışırdı. Latif latifeler yapar, şakalarında yanlış ve yalan söz bulunmazdı.

Enes (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Peygamber (s.a.s.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni bir deveye bindir!” dedi. Rasûlullah da: “Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!” buyurdu. Adam: “Yâ Rasûlallah, ben deve yavrusunu ne yapayım (ona binilmez ki)!” deyince Hz. Peygamber: “Acaba deveyi deveden başka bir mahluk mu doğurur? (Her deve, bir devenin yavrusu değil midir?)” buyurdular” (Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 84, 92). Peygamberimiz, bu sözüyle hem şaka yapmakta, hem de insana bir söz işitince iyice düşünüp derinliğini, muhtevâsını kavramadan reddetmemesi, itirazda acele etmemesi gerektiğini göstermektedir.

Enes (r.a.), Rasûlullah’ın, kendisine: “Ey iki kulaklı!” diye hitab ettiğini, bu sözüyle şaka yapmayı kasdettiğini rivâyet etmiştir (Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 92). Yine Enes (r.a.) diyor ki: “Allah’ın elçisi, biz çocukken yanımıza gelir, bize karışırdı (bizimle beraber otururdu); benim Ebû Umeyr adında bir kardeşim vardı, çok sevdiği ve sık sık oynadığı bir kuşu vardı. Ona: “Ey Ebû Umeyr, Ne yaptı nuğayr (serçe yavrusu)?” derdi.” (Buhârî, Edeb 81, 112; Müslim, Edeb 30; Tirmizî, Birr 57; Ebû Dâvud, Edeb 69; İbn Mâce, Edeb 24). Enes’in anlattığına göre, yaşlı bir kadın Rasûlullah’a gelmiş ve Cennet’e gidebilmesi için Ona duâ etmesini ricâ etmiştir. Allah Rasûlü’nün ona: “Hiçbir ihtiyar kadın Cennet’e girmeyecektir!” demesi üzerine, kadın üzülerek ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine, buyurdu ki: "O gün sen ihtiyar olmayacaksın ki. Yüce Allah: 'Biz onları yeniden inşâ etmişiz, onları bâkireler yapmışızdır' (56/Vâkıa, 35-36) buyurmuştur." (Tirmizî, Şemâil)     

Hz. Süheyb anlatıyor: Gözüm ağrıdığı halde hurma yiyordum. Bunu gören Hz. Peygamber: “Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?” diye şaka ile takıldı. Ben de: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben ancak ağrımayan tarafla yiyorum” cevabını verince, Rasûlullah azı dişleri görünecek derecede tebessüm etti. Ümmü Eymen adlı bir kadın, Hz. Peygamber'e gelerek, "kocam seni eve dâvet ediyor" dedi. Peygamberimiz: "Kocan kim? Şu gözünde ak olan adam, değil mi?" dedi. (Kadın:) "Vallahi gözünde ak yok" dedi. "Hayır, var!" buyurdu. Kadın, yine: "Hayır, vallahi yok!" deyince Hz. Peygamber: "Herkesin gözünde ak vardır" dedi. Güzel sözlü Güzel Peygamber, "ak" kelimesi ile, gözün koyu renkli halkasını çevreleyen beyaz tabakayı kastediyordu. Fakat bu söz, gözdeki kısmî körlüğü de ifâde ettiğinden kadın, bu şekilde anlamıştı. Hz. Peygamber, bu sözüyle aynı zamanda cinas yapmıştı.

Sahâbeler arasında şakalarıyla meşhur olanlar vardır. Nuayman, Ebû Hureyre, Abdullah İbn Huzâfe, Zeyd İbn Sâbit, Büreydetu’l-Eslemî gibi. Hatta sert mîzaçlı Hz. Ömer’in bile şakalarına rastlanır. Bunları, büyük ölçüde Rasûlullah’ın müsâmahasıyla, bu yoldaki örnekliğiyle izah edebiliriz. Esâsen fıtrattan gelen bir meyil olan şakacılığa Rasûlullah müdâhale etmemiş, sadece bazı sınırları beyan etmiştir. Şakacılığı en çok meşhur olan Nuayman (r.a.), Rasûlullah’a bile birçok kez şaka yapmıştır. Anlattığına göre, Medine pazarına turfanda veya güzel bir yiyecek gelince onu veresiye alır, Rasûlullah’a “hediye” olarak getirir, ödeme zamanı gelince, Hz. Peygamber’e gelerek, “hediye”sinin borcunu isterdi. Rasûlullah: “Sen onu bana hediye etmiştin, ne oldu?” deyince, “Bu güzel şeyi Sana lâyık gördüm, param olmadığı için böyle yaptım” derdi. Rasûlullah da Nuayman’ı hep gülerek karşılar ve ona hiç kızmazdı. Hatta onunla karşılaşınca kendini gülmekten alamadığı olurdu. Nuayman’ın bir sefer sırasında, arkadaşı Süveybit’i “köle” diye satması da onun meşhur şakalarından biridir. Bu olay üzerine Rasûlullah ve ashâbı bir yıl güldüler.   

Ensardan mizahçı/şakacı bir zat vardı. (Bir gün yine) Konuşup yanındakileri güldürürken Rasûlullah (s.a.s.) elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun üzerine adam: “Ey Allah’ın Rasûlü, (canımı yaktınız.) Müsâade edin kısas yapayım!” dedi. Allah Rasûlü de: “Haydi yap!” buyurdu. Adam: “Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu (kısasın tam olması için çıkarmalısınız!” dedi. Adamın talebi üzerine, Peygamberimiz gömleğini kaldırıp böğrünü açtı. Adam, Rasûlullah’ı kucaklayıp böğrünü saygıyla öpmeye başladı ve: “Ben bunu arzu etmiştim ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. (Ebû Dâvud, Edeb 160, hadis no: 5224)  

Zâhir bin Hârun adlı bir zât, çölden hediyelerle birlikte Rasûlullah’a gelirdi. Rasûlullah da ayrılacağı zaman Zâhir’in ihtiyaçlarını tedârik ederdi. Rasûlullah: “Zâhir, bizim çölde yaşayanımızı temsil eder, Biz de onun şehirde yaşayanını temsil ederiz” buyururdu. Sert yapılı ve biraz da yakışıklı olmayan bir adam olmasına rağmen onu severdi. Bir gün Rasûlullah, ürünlerini sattığı sırada Zâhir’e yaklaşmış ve arkadan ona sarılmıştı; Zâhir arkasına dönemiyor, kim olduğunu göremiyordu. “Bırak gideyim, Kimsin sen?” dedi. Fakat arkasına döndüğünde Rasûlullah’ı görünce sırtını Rasûlullah’ın göğsüne yasladı. Rasûlullah: “Kim bir köle satın alacak?” dedi. Zâhir; “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah için, işe yaramaz bu mal!” deyince, Rasûlullah şöyle cevap vermişti: “Hayır; Allah indinde, senin değerin yüksektir.”   

 

Hz. Peygamber ve ashâbının yaptığı bu tür şakalar, kırıcı ve yalan cinsinden olmayan şakalardır. Böylesi şakalar, insanlar arasında muhabbeti arttırır.  Rasûlullah (s.a.s.) şaka âdâbıyla ilgili uyarılarda da bulunmuştur. Meselâ şakada yalana yer verilmemelidir. "Cemaati/toplumu güldürmek için yalan konuşanların vay haline, vay haline, vay haline!" (Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Zühd 8). "... Şaka da olsa yalanı terkedene Cennetin ortasında bir makam (köşk) söz veriyorum." (Ebû Dâvud, Edeb 8). Şaka yoluyla başkası küçük duruma düşürülmemelidir (Tirmizî, Birr 58). Ateşle, silâhla korkutarak şaka yapılmamalıdır. Şaka, câiz sınırlarda bile olsa ifrâta gidilmemeli, özellikle insanları güldürmek meslek haline getirilmemelidir. Bir kısım mubahlar vardır ki, onlar çok sık yapıldığı zaman günaha dönüşebilir. Şakanın eziyet, sıkıntı verici ve rahatsız edici olanı da yasaktır. El şakaları ve öldürücü, yaralayıcı âletlerle yapılan şakalar tehlikeli olabileceğinden yasaklanmıştır.

Bütün bunlarla birlikte, Yüce Rasûl, çok gülmeyi, özellikle kahkaha atmayı hoş görmez, hiçbir konuda aşırılığı sevmezdi. Geceleri teheccüd için ayırdığı saatlerde, secde yerini ıslatacak kadar gözlerinden inci gibi yaşlar döküldüğü olurdu. Sebebi sorulduğunda, verdiği cevap şuydu: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" (Buhârî, Teheccüd 6, Rikak 19; Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn 18). O, şükrettiğini, geceleri nâfile ibâdetlerle Allah'a gösterirken; gündüzleri tebessümü, hoşgörüsü, iyimserliği ve sevecenliğiyle insanlara isbat ediyordu. Çünkü surat asılarak, şikâyetler edilerek şükreden bir kul olunamazdı. Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbiyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. "Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız!" buyuran o büyük zâtın insanların içinde, çevresine huzur ve saâdet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden duâ, haşyet, takvâ, İslâm'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşısındakine hakaret ve kul hakkına tecâvüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik  taşıyan  bunalımlı  bir  yüz  de  o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılapla deviren Peygamber nizamının ve o çağın adı "asr-ı saâdet", yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.

Unutmayalım; O, bizden çok daha fazla eziyet ve sıkıntılara muhâtaptı. O, hepimizden daha fazla açlıkla (geçim sıkıntısıyla) karşı karşıyaydı. O, en sorumlumuzdan daha çok mes’ûliyet ve yük taşıyordu. Bizim hiç birimizle kıyaslanmayacak kadar kuşatıcı ve ezici problemin çözümüyle uğraşıyordu. Ama, bizden çok farklı olarak hiç şikâyetçi değildi, suratı asık, stres yüklü, bezgin, sıkıntılı, karamsar... değildi. Her konuda olduğu gibi, O bize bu konuda da örnek (33/Ahzâb, 21) olmalı, O’nun bu sünnetini ihyâ ederek ihyâ olmalı, O’nun saâdet asrını her şeyiyle zamanımıza taşımalıyız.

İnsanlar içinde tebessümlü bir yüzle, huzurlu, mutmain bir duruşla bulunamayan; gece teheccüd seccâdesine de gözlerinden inciler saçamaz. “... Lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn: ... Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi, onlar üzülmezler.” (2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277...)

Filistin’de kıyâm eden yiğit delikanlının şehâdet makamına ulaşamıyorsak; ümmetin fesâdının zirvede olduğu şu yerde ve şu zamanda, unutulan bir sünneti ihyâ ederek olsun, şehid sevâbına ulaşalım: Çevremizdeki tüm müslümanlara karşı neşeli, şakacı olalım. Tebessümümüz, gülen yüzümüz, huzur kaynağını bulduğumuzun ilânı, saâdeti bu asra taşımanın yansıması olsun. Dilin  şikâyeti, suratın asıklığı, daha çok küfrün/nankörlüğün göstergesi, stres ve rûhî bunalımlar da kalpteki nifak hastalığının belirtisi olabilir; gülen yüzün çoğunlukla şükrün ifâdesi olduğu gibi. Dilimizle sunamadığımız mesajı, hiç değilse yüzümüzle verelim. Yüzümüz dâvet etsin huzura ve cennete öncelikle. Yüzümüze bakan bize hayran olsun, bize benzemeye, bizim gibi olmaya çalışsın. Önce yüzümüz, sonra sözümüz nefret ettirici değil, müjdeleyici olsun!     

Haydi ne duruyorsunuz, siz de değiştirin şu şikâyetçi/nankör kimliğinizi. İçiniz ağlasa bile gülsün yüzünüz, sevindirin/güldürün birbirinizi. Haydi, ne duruyorsunuz, çocuğunuzun veya kardeşinizin başını okşasanıza. Eşinize latif latifeler yapsanıza, kalbini incittiğiniz dâvâ kardeşinize keffâret olarak, kalp tâmiri cinsinden 61 kez sevginizi göstersenize. Bir müslüman yüzüne bakmanın cennete bakmakla eş olduğunu yüzünüzle haykırsanıza. Yanınızdaki kardeşinizle, arkadaşlarınızla kucaklaşsanıza. Tanıdığınız ve tanımadığınız tüm müslümanlara selâmı bayraklaştırsanız, tebessümle hediyeleşseniz ya... Hâlâ ne duruyorsunuz? Kıyâmet gelmeden namazdakine benzer kıyâm için gerekli donanım olarak, öncelikle içimizdeki devrimin dışımıza yansıması kabilinden tebessümü Gül Devrinin mîrâsı ve simgesi olarak insanlara sunsanız ya... “El-hamdü lillâh!” ve “Yâ Rab, Sana şükürler olsun!” ifâdelerini, Kitabınızın başından kendi başınıza kopyalayıp yüzünüze de yazsanıza... Gül Peygamber gibi etrafınıza güller, gülücükler dağıtsanıza! Gül Peygamber gibi... Gönlümüzü güldüren Peygamber gibi... Özünde, sözünde ve yüzünde güller açan Peygamber gibi...   

 

 DER GİBİ YAPMAK DEĞİL; DERGI GİBİ YAPMAK, DEMEK

                                                                                                                                            

İğneyle kuyu kazmaya çalışır gibi bin bir zahmetle dâvâ adamı üç-beş genç bir araya gelir, dâvânının tercümanlığını yapmaya soyunurlar. Hele arkalarını büyük bir cemaate dayamamışlarsa gerçekten zorun zoru durumla karşılaşırlar. Bu tür hesâbî değil, hasbî dergilerimiz duâ edelim ki, uzun soluklu olur, ayağını yere sağlam basar, İlâhî rahmete paratoner olacak istikamette yalpalamaz, hakka tercüman olur, der gibi yapmaz, der, dergi gibi der, dergi gibi güzellikleri derler. 

    

Belirli aralıklarla çıkan, belli konularda ve çeşitli yazarlar tarafından yazılmış yazılardan meydana gelen süreli (periyodik) yayımlara dergi dendiğini bilirsiniz. Sadece yazıların değil; aynı zamanda şiir, resim vb. malzemelerin de derlenip sayfalarını oluşturduğu bütündür dergi. Arapça’da Mecelle, İngilizce’de review, magazine, Fransızca’da revue denen derginin eski dilimizde karşılığı mecmua, yani toplanıp bir araya getirilmiş şeyler. Dergi de mecmua gibi;  derlemek, toplamak, cem etmek anlamına geliyor.

Çorba ve salâta bile, yenebilecek her nesnenin rastgele bir araya getirilip karıştırılmasından olmaz; birkaç dakikada yenilip tüketilecek midesel gıdânın bile belli bir içeriği ve düzeni olur da; dergi için ilkesiz şekilde körebe usûlüyle ele geçen yazıların bir araya getirilmesi elbette söz konusu olamaz. Mideden çok daha önemli olan kafanın beslenmesi için, günler boyu hazmedilerek sindire sindire alınacak zihinsel gıdâların hazırlanması daha büyük özen isteyecektir. Belli yayın ilkeleri, belli amaç ve hassâsiyetleri taşımayan dergiler ölü doğmuş, ilerideki ciddi doğumlara zarar verecek düşüklerdir.

Bu anlayıştan dolayıdır ki, idealist gençlerin aylar öncesinden hazırlıklarının, maddî-mânevî fedâkârlıklarının ürünüdür dergiler. Amatör bir ruhla, hesâbî değil hasbî tavırlarla, gencecik gönüllerine sığmayan iman ve dâvânın, beyinlerinin tek başına taşımakta zorlandığı fikirlerin dünyaya getirdiği güzelim bebeklerdir dergiler.

Gazete, genel olarak günlük çıktığı ve habere dayandığı halde, dergi belirli aralıklarla çıkar ve bir fikre, bir dâvâya dayanır. Gazete gibi büyük halk çoğunluğuna hitap etmez dergi, onu anlayıp hazmedecek seçkin bir okuyucuya hitap eder. Yoksa kaliteli okuyucu, dergi çıkaranlar, iğne ile kuyu kazarak da olsa bu okuyucuyu arayıp bulmak, hatta oluşturmak zorunluluğunu kendilerinde görürler.

Bir rejim, basın-yayınla, medya ile daha kolay tahrip olur veya kökleşir. Osmanlı’nın çöküşünü ve yeni devletin kuruluşunu hızlandıran en büyük etkenlerden biridir dergiler. 1860’lardan sonra magazin, fikir ve mizah dergilerinin mürekkeple yaptığını; hiçbir silâh, kanla yapamamıştır. Magazin dergileri modanın, Avrupa yaşayış, ahlâk ve özgürlüğünün reklamını yapmış; fikir dergileri bunun altyapısını oluşturmuş; mizah dergileri de düzeni hicvedip alaya alarak dejenerasyon ve anarşi havası oluşturmuştur.

Müslümanlar açısından da dergiler, sanıldığından çok daha önemlidir. Nice dâvâ adamının yetiştiği okul olmuştur dergiler. İdealist insanların yetişmesinde en önemli rolleri, ev sohbetleri ve dergiler üstlenmiştir. Sırât-ı Müstakîm, Sebîlü’r-Reşad, Volkan, Büyük Doğu, Serdengeçti, Sebil, Vesika, Şûrâ, Tevhid, Hicret, Vahdet, Selâm, Yeryüzü, İktibas, Haksöz... her biri birer ekoldür; fikir ve dâvâ adamlarının yetişmesinde bunların ve benzerlerinin büyük payı vardır. Sanat ve edebiyat alanında da Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mâvera, Aylık Dergi, Dergâh, Kayıtlar, Kardelen, Yedi İklim, Kırklar gibi nice dergilerin unutulmaz katkıları vardır.      

Peygamberimiz başta olmak üzere tüm rasülleri en çok uğraştıran, zamanlarının medyası, dergisi konumundaki şâirler, kâhinler olmuştur. Sıcak savaşta silâhların önemi ne ise, soğuk savaşta dergilerin, fikirlerin, sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşının kıyâmete kadar süreceği kesin. Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe.

Müslüman için hayat, iman ve cihaddan ibâret olduğu gibi, diğer insanlar için de bu böyledir. Herkes hayatı boyunca bir şeylere inanır ve o uğurda mücâdele eder. Yani herkes savaşçıdır, dininin savaşçısı. İnsan hayatının bir ânı bile mücâdelesiz geçmez. Ya hak yolda, ya da bâtıl. Kime karşıdır bu mücâdele? Diğer insanlara, varlıklara, eşyaya; Düzenlere, değerlere, güçlere, akımlara; Sosyal veya siyasal zulümlere. Arzular ve eğilimlerle; tâğutlarla mücâdele. Sanat, bu mücâdeleyi güzel bir şekilde, hikmetle yansıtabildiği oranda sanat olacak; fikir ve kültür bu savaşı, yani kavgayı, yani tavır koymayı, yani tebliği seviyeli ve güçlü şekilde yaptığı oranda hizmeti büyüyecektir.

Hayat cihaddan ibârettir de, sanat ve kültür cihaddan ibâret değil midir? Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, kasetlerle savaşıyorlar. Savaş âletlerinin mermileri, bombaları bedenleri değil; rûhu, kalbi, beyni hedef alıyor. TV. adlı kitle imhâ silâhları evlerde her gün saatlerce insanımızın gözünü ve gönlünü bombardımana tutuyor. Kalpler, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla, kültürle, kitap, gazete, dergi ve televizyonla işgal ediliyor. İşgalin kırılması, gönüllerin ve çevrelerin fethi de kültürle, sanatla olacaktır.

      

Emperyalist kâfirler memleketleri önce kültürle, medya ile işgal ediyorlar. Silâhlı işgallerin çok pahalıya mal olduğu görüldü. Kalıcı egemenlikler silâha değil, kültür ve sanata dayanmak zorundadır. Silâhla insanı zorla ve geçici bir süre etkisiz hale getirebilirsiniz, ama kültür ve sanatla insanı fetheder, kendi cephenize alabilirsiniz.

Hz. Ömer'in yalın kılıç Hz. Peygamber'e karşı öldürme kastıyla giderken; Kur'an'ın, rûhu okşayan sanatı ve beyni uyaran fikrî enginliği karşısında, kılıcının işe yaramadığını hatırlayıverelim. Ama bu inanç, fikir ve sanattan anlamayana anlayacakları dilden anlatmak için Hz. Ömer kılıcını da elinden atmamıştı.

 

 

 RAHMETTEN TÛFANA YAĞMUR, SU VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 

Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura "yağ!" veya "dur!" diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren  zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin rabbina teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmaya gerek yok. Yaz kurak geçti diye şikâyet ederken, kışın ay boyunca yağan rahmetten de şikâyet eder zavallı insan. Tedbir almadığı, teknolojinin imkânlarını hayırlarda kullanamadığı için yazın kuruyan barajlarını, kışın köyler üzerine boşaltmakla çözümler(!) bulur. "Suyla yarıştığını" iddia ederek çizmeyi aşan şekilde reklamlarını yapanlar, -başka ülkelerde örnekleri olduğu halde- yağmuru üzerinde tutmayıp altındaki toprağa sızdıran asfaltlar düşünmezler. Ve insanoğlu, kendi fıtratının aksine hareketle dünyayı kendine zindan edip topluma da zulmettiği yetmiyormuş gibi, tabiattaki İlâhî kanunun/sünnetullahın sınırlarını ihlâl edip çevreyi kirletmenin cezasını da tüm dünya insanlarına, hatta diğer mahlûkata da çektiriyor. Yeryüzünü ifsâd eden insan, ozon tabakasını da deliyor; karşılığını da global çölleşme ve iklimlerin intikamıyla çekiyor. Yeryüzünün halîfesi olan/olması gereken, tabiatla aynı Zâta kulluk yapan doğanın/çevrenin kardeşleri "muslih"ler tarih sahnesine çık(a)madığı için, onlar da "cezâsı, sadece zulmü işleyenlere has kalmayıp görevini yapmayan insanlara da şâmil olan fitne"nin kurbanı oluyor.   

Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler, su kaynaklarının etrafında kurulup gelişmiş, ne zamanın değişmesi, ne de teknolojinin ilerlemesi bu durumu değiştirebilmiştir. 21. yüzyılda da su, toplumların refah seviyelerinin yükselmesinde önemli faktör olma özelliğini koruyacaktır. Kurak ve yarı kurak ülkeler, hal-i hazırda su sıkıntısına girmiş durumda olup, görünen o ki, daha başka ülkeler de yakın gelecekte bu sayıyı artıracaklar. Çoğu fütürolog/gelecekbilimci, yakın istikbaldeki nice savaşın  "su savaşları" olacağını bekliyor, öngörüyor.

Su, her insanın her gün kullandığı vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Daha büyük su sıkıntısıyla karşılaşmamak için, suyu kullanan tüm kesimlere görevler düşmektedir. Öncelikle evde, sanayide, ziraat alanlarında ve diğer kullanılan yerlerde suyun bir damlası dahi israf edilmemelidir. "Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez." (7/A'râf, 31) "Müsrifler, şeytanların kardeşleridir." (17/İsrâ, 27) "Ve onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisi arasında dengeli olur." (25/Furkan, 67) Bir hadis rivâyeti şöyledir: "Akmakta olan bir nehir kenarında bile olsa, suyu israf etmeyin." Kur'an ve hadisin getirdiği bu esaslara âhiret için olduğu kadar; dünya için de uymak zorundayız.

Yine, çevre kirliliği konusunda araştırmalar yapılarak su kirlenmesine karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Hz. Peygamber, 14 asır önce, durgun suya bevletmeyi ve su kenarına abdest bozmayı yasaklamıştı. "Sizden biriniz, durgun suya abdest bozmasın ve böyle bir suda cünüplükten dolayı yıkanmasın." (Buhârî, Vüdû', 68; Müslim, Tahâre 51) Ne yazık ki, O'nun prensiplerine uyulmayıp, yasakladıklarının en kötüsü yapıldığından suyumuz da kirlendi, huyumuz da; tabii çevremiz de.     

 

Su, içme ve bitkilerin sulanması yanında, önemli bir temizlenme aracıdır. Bazı ibâdetleri yapabilmek için farz olan abdest veya gusül abdesti ancak su ile alınır (Bkz. 5/Mâide, 6 ve  4/Nisâ, 43). Abdest bir ibâdettir de. Abdest, dışı temizlediği gibi insanı iç temizliğe de ulaştırır. Abdest nur; abdest üzerine abdest ise nur üzerine nurdur. Diğer yandan, namaz için giysilerin, bedenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması da şarttır. Temizliğin de su olmadan mümkün olmadığı bir gerçektir. "Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor." (8/Enfâl, 11). Suyun fazla olmadığı bölgede yayılmaya başlayan dinin su ve su ile temizlik konusunu öne çıkarması, suyu aramayan, sudan ve rahmetten kaçan Batı insanına bir ufuk açması gerekmez mi?   

 

Su ve Düşündürdükleri

Çeliğe su verince kuvvetlenir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanıp budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz, hayat vermiş olursunuz. Kıraç topraklar, çölleşen yer, suya  hasrettir.  Yanan  gönüller,  çorak  sineler,  kuru  gözler,  kuruyan  ruhlar,  gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz akacak rahmeti  beklerler. 

                                                                                             

Dünya denizinin üzerinde yüzmesi gerekirken gemimiz suyu içine/gönlüne aldı. Bu hırs sonucu, üstünde yüzecek temiz sudan da mahrum kaldı. Artık karaya oturan gemimiz, S.O.S. sinyalleri saldı.

"Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi;

Anne, seccâden gelsin, bize duâ et, e mi?"

Su, insanoğlu ve diğer canlılar için ne büyük lütuf. Şırıl şırıl sesi, çevresini yeşillendirip serinletmesi, tozu toprağı yatıştırıp her türlü kiri, pisliği temizlemesi, kuruyan dudakları ıslatıp içene can katması, çatlayan toprağı doyurup pörsüyen bitkilere hayat vermesi, bu lütuf zincirinin halkaları. Su, adına kasideler yazılan nimettir: Âlemlere rahmet olarak gönderilen zatla (21/Enbiyâ, 107), rahmet olarak inzal olan yağmurun (7/A'râf, 57) arasında güzel bir bağ kuran, Peygamber sevgisini su sevgisiyle simgeleştiren na'tların en güzellerinden biri Fuzuli'nin "Su Kasidesi"dir. Su, Yüce Beyan'da cennetin güzellikleri arasında sık sık yer alan hediyedir: "İman edip sâlih amel işleyenlere, altından (içinden)  ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!" (2/Bakara, 25). Su, Nebî'nin (s.a.s.) parmağında bereketlenip çeşme gibi akan mûcize...

Kur'an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur'an'a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur'an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur'an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah'ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken "Elhamdü lillâh..." deriz; diğerini içtikten sonra.  Kur'an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü gibi.

Aslında biri yanıcı, biri yakıcı olan iki elementin birleşmesinden, ateşi söndüren bir sıvı yaratması; zıtları birleştiren, acıya tat, çileye zevk katan bir Zât'ın muhteşem sanatının ayrı bir görüntüsüdür. Bilindiği gibi hidrojen yanıcı bir gaz; oksijen ise yakıcı. Ama su; gaz da değildir; Hidrojenin zehirli bir gaz ve öldürücü bomba olduğu, ağırlıklı oranda ondan meydana gelmiş  suyun ise tatlı ve ihya eden olması gibi.    

Hangi insan, evinin bahçesinde bir çağlayan olmasını istemez; ya da güzel bir nehir kenarında köşk? Öyleyse iman ve sâlih amellere sarılsın, suyun o güzel görüntüsü ve şırıltısı Cennette onu bekliyor. Tabii, bir de kevser; Rasûl'ün sunduğu rahmet çeşmelerinden dünyada içenler için. Tabii insan özgür: Zakkum, irin ve kaynar suyu da tercih edebilir; dünyada onca temiz içecekleri bırakıp alkolü tercih ettiği gibi. Zemzem: İsmail'in hâtırası. Can suyunu, kanını sevdiğine seve seve vermeye hazır olana En Sevilen' in cevabıdır/ikramıdır  o mübarek su. Ama insan, mecbur değil, şeytanın sunduğu süslü kadeh içindeki zehir, bazılarının tercihidir; özgürlük var, zevklere karışılmaz.

İnsanımızın Selsebil özlemidir sebil. Müslümanlar, Kerbelâ'nın ne demek olduğunu bildiklerinden düşmanlarının bile rahmetten mahrum olmasını istemezler. Eskiden beri müslümanlar, adım başına çeşme yaptırmışlar, soğuk su temin edip adına sebil demişler. Sebil, sebîlullah'ın  kısaltılmışıdır;  rahmeti  kısa yoldan elde etmek için, kestirmeden rahmet sunmaktır

bu.  Frengistan'da  ve  oralara  özenen  yerlerde  göremezsiniz  sebilleri.  Oralarda her şey paraya

endekslenmiştir. Ve artık, su bile "sudan ucuz" ,"su gibi ucuz" değildir. Onlar, sudan para kazanıp sudan konularla uğraşsın, havadan sudan dem vursun, kasalarını doldurup su gibi para harcama sevdasında olsunlar, musluklarından şarap akan otellerde konaklasınlar. Ve müslümanları bir kaşık suda boğmak istesinler.  Unutmayalım, imtihan çeşmesi  olmaz bir; "Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir."  

"İbrik ü leğen mâden-i vâhidden iken,

  Birinde su pâk, birisinde nâ-pâk."

Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirâzın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı (17/İsrâ, 82) gibi.  Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tûfanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.       

Bazıları hayat boyu suyu arar; bilmez ki, "vermez suyu, ipsize kuyu". Bazıları da serabı su zanneder; Zehri şerbet sananlar gibi. "Su gibi aziz olmak" için izzeti doğru yerde aramak gerekir. "Suya sabuna dokunmadan" temizlenmek, tertemiz insan olmak mümkün değil;  bazı bedelleri, zorlukları olsa da rahmet deryasından yararlanmak için "derine dalmak" , fincancı katırlarını ürkütmek, su kenarındaki kurbağaları bağırtmak pahasına da olsa suya sabuna dokunmak, başkalarına da suyu sabunu ulaştırmak gerekir. Öyle demiş şair: "Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan?"  Ne? "su uyur, düşman uyumaz" mı? Uyanık suları, uyandıran,  akıp coşan ve çağlayan suları çok gördük; düşman da uyumaktan çok uyutma sevdasında. Dinle bak, yağmur/rahmet sesi, seni uyandırmak için gökten sana ulaşıyor. Unutma, su götürmez bir hakikat şu ki, zaman su gibi akıp gitmekte.      

Bu fırtınalı kış günlerini cennet gibi bir bahara çevirecek, susuzluktan kuruyan dilimize, kavrulan gönlümüze yeniden hayat verecek suya kavuşmak için hayat kaynağını, rahmeti uzaklarda aramaya gerek yok; işte yakınımızda, evin duvarında. Gerçekten Şirin'imize, şirin bir şeye/birr'e kavuşmak için dağları delip, ardındaki suyu insanlara sunmamız gerek:  "Vur kazmayı Ferhat! Çoğu gitti, azı kaldı." 

Hayat ve Enerji Kaynağı:  "Allah, bütün canlıları sudan yarattı." (24/Nûr, 45). Su, bilindiği gibi, iki hidrojen ve bir oksijenin bileşiminden meydana gelen sıvıdır. Yeryüzünde insan, hayvan, bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için kullanmak zorunda oldukları İlâhî rahmet ve kaçınılmaz maddedir. İnsan vücudu, zarif siluetinin altında onu teşkil eden hücrelerin doldurduğu ve içinde yüzdükleri, yürüyen bir göl veya denizdir. İnsan, içinde yaşadığı göldeki suyu her gün birkaç bardak harcar, parçalar, atomlarına ayrıştırır, kullanır ve vücudundaki artıkları temizler, dışarı atar. Bu harcanmış su, her gün, birkaç defa temiz olarak yerine konmuş olmalıdır. Hayat, sağlıklı yaşama, öncelikle bu esasa dayanır. Bu gerekli günlük ihtiyacı yerine koyamayan insan, vücudunu oluşturan hücrelerin ateşten kavrulduklarını hisseder. Vücut yanmaktadır; içilen bir bardak su, bu yangını söndürürken, en büyük ferahlığı verir, inançsıza ve müşriğe bile "ooh, çok şükür Allah'ım" dedirtir.    

Dünyanın üçte ikisinin su olduğu bilinmektedir. Benzer bir durum, insanlar için de söz konusudur ve insanın % 50-70'i sudur. Kanın, % 83'ü, gelişen embriyonun % 90'ı sudur. Kasların % 75'i, böbreklerin % 82'si, beynin % 74,5'u, kemiğin % 22'si sudur. Su, sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp atmosfere karışır.                

Suyun meydana gelmesi, dünyaya gerektiği kadar depolanması bir tesadüf değil; ince hesapların sonucudur. Suların en derin yeri, on bin metreyi biraz aşarken, en yüksek dağ, 9 bin metreye varmaktadır. Yüksekliklerle çukurların dengeli kurulması ve yeryüzünün şekillenmesi bile bir sanat eseri olduğu gibi, suların bütün kara parçalarını işgal etmemesi de İlâhî bir plan neticesidir.

 

Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: "Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir." şeklinde ifâde edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.

 

"Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdınız." (15/Hıcr, 22). Bu âyetle, ayrıca yeraltı sularına dikkatlerimiz çekiliyor. "Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk." (23/Mü'minun, 18) "Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." (2/Bakara, 164)

Rüzgârın dindiği ve yağmur damlalarının toplu halde, o nâzik ve nâzenin çiçekleri, binlerce küçük hayvancıkları incitmeden yavaşça yere indiği bahar yağmurları ne kadar huzur vericidir. Fakat herhalde, karşımızdaki bu nefes kesici manzarayı seyrederken yağmurun tatlı nağmelerini dinlerken, damlaların hangi halde bize bu tabloyu sunduklarını düşünmüş olsak bile, bizim bu konuda fazla bilgimiz yoktur.

Yaratıcı'nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Kezâ, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.

Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde İlâhî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir (Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323).

Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.

Bulutlar için, tencereden çıkan buharı örnek verirler. Burada unutulan hususlar şunlardır: Nasıl ki bir tencere, tencerenin içinde su var ve bu su, sobanın üzerine konmuş, soba da yakılmışsa... Yeryüzü sularını, su yatakları denen kaba koyan, güneş ısısı ile bunu buharlaştıran bulunmalı ve bilinmelidir. Yani suyun teşekkülünden tutunuz, buharlaşmasına kadar bütün süreç, bir tertip ve nizam içinde yürümektedir. Bu nizamı koyan kimdir? Sular, en fazla yazın buharlaşır. Fakat en kurak mevsim de yaz aylarıdır. Buharlaşma, deniz ve okyanuslarda daha fazla olmasına rağmen, buralara daha fazla yağmur yağmıyor; suya ihtiyacı olan ormanlık alanlarda yağış fazla oluyor. Bu örneklerden anlıyoruz ki, bir yerde buharlaşan sular, gökyüzüne yükselip, rüzgâr arabasına bindirilip, bir plân dahilinde sevk ediliyor, yaprakları buruşan, hal dili ile su isteyen bitkilerin imdadına yetiştiriliyor. Bitkilerin bulunmadığı yerlere yağmurun az yağması gösteriyor ki, ormanlar yağmur çekme bakımından da bir hazinedir.

Yükselen buharlar başıboş bırakılmıyor. Onlar belirli yerlerde toplanıp, belirli yerlere sevk edilince, o bölgenin rasathanesi "bugün falan yere yağmur yağacak" diye bildiriyor. Artık yağmur o beldenin sınırına gelmiştir. Nasıl ki radarlar, yaklaşan uçağı yakalayıp haber veriyorsa, meteoroloji istasyonlarındaki âletler de, yaklaşan, hatta içeri giren buharı, yani rutubeti haber veriyor. Böylece yağmurun yağacağı anlaşılmış oluyor. "Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?"  Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!"  Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi? 

"Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır." Bir yağmur damlasının buharlaşıp gök yüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nâzenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? (Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y.  s. 279-280)

Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne gerek var? "De ki: (Sabahın birinde)  Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" (67/Mülk, 30) "İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" (56/Vâkıa, 68-70)

Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbimız, mahlûkatını rızıklandırmak için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur. İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla, Yaratıcının   büyüklüğünü  kavrarız.  "De ki; gökten  yağmur  gönderip  bitkileri çıkarıp size rızık

(olarak) veren kimdir?" (10/Yûnus, 31). Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu Allah'ın büyük lütuflarından olan yağmur sâyesinde sağlarız. Eğer yağmur olmasa, akar sularımız da olmaz. Akar su ile sulamamız da imkânsız olur.

 

Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı teşkil eden hubûbat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenab-ı Hak'tır. Çeşitli gıdalarımızın her biri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek yeridir.

                                                                                                   

Yağmurların dizginini elinde tutan, kar'ın dizginini de elinde tutuyor. Bir arabacı, atın dizginlerine sahip olup, arabasını nasıl istediği yere sevk ederse, bulutları rüzgâr atına bindiren, onun dizginini tutan, yükseliş ve alçalış mesafelerini ayarlayan, bir de kar tanelerini hem tane tane yağdırıp hem de bunların birbirine yapışarak çığ gibi başımıza düşmesini önlüyor, hem de düşen kar tanelerinin her birini süslüyor ki, görüp de ibret alalım.

 

Kar yağdığı sıralarda, önceden hazırladığımız siyah mukavva cinsinden bir cismi, karın altına tutsak, yağan kar tanelerine büyüteçle baksak, altı köşeli, sekiz köşeli kar taneleri göreceğiz. Bir genç kızın çehizine işleyeceği nakışların en güzellerinin bu kar tanelerinde bulunduğuna şâhit olacağız. Kar taneleri, mükemmel geometrik şekilleriyle âdeta gökyüzü çiçeklerine benziyor. En usta desinatörlerin elinden çıkmış hârika motifler gibi, her birisinin girift yapıları var. Bir tanesini bile en dâhî sanatkâr, dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği halde, Cenab-ı Hak, milyarlarcasını her saniyede şekillendirip, eşit ağırlıklarda kesip yeryüzüne gönderiyor.

Hem de hiç biri, diğerine benzemeyen orijinal nakışlar. Evet, bu konuda araştırmacıları ve özel tekniklerle kar kristallerinin fotoğrafını çeken şahısları hayretlere düşüren bir gerçek o ki, hiçbir kar kristali, birbirine benzememektedir. Amerika'lı Vilson Bentley, 1885 yılında kar tanelerindeki akıllara durgunluk verecek muhteşem sanat karşısında âdeta büyülenmiş ve 50 yıl boyunca sürekli kar resimleri çekmeye kendini mecbur hissetmiş, çektiği 6000 fotoğraftan seçmeler yaparak yayınlamıştır. Orijinal kar kristallerinin bu gizemli ve ihtişamlı özellik ve güzelliklerinin anlaşılmasından sonra, bunların fotoğraflarını çekmek, âdeta bir sanat haline gelmiştir. Bu durum; sesleri, simâları veya parmak uçlarını ayrı ayrı mühürleyen İlâhî kudretin, kar tanelerindeki tecellisidir ve hiçbir hâdisede en ufak bir tesadüf olmadığının, kar taneleri sayısında isbatıdır. Evet, her bir kar kristali, gökyüzünden inen muhteşem bir tablo kadar sanatlıdır ve su zerrelerinden meydana gelen bu tablolar, yine bir su zerresinden yaratılan insanoğluna yaratıcısını göstermeye yeterlidir. İngiliz bilim adamı, 24.000 kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada hiç birisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin hârikulâde motiflerle süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor: Dünyanın yaratılışından bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor (Servet Engin, Muhteşem Sanatkâr, Adım Y. s. 41).

                  

Yağmakta olan kar tanelerini alıp incelediğimizde yeni yeni şekiller görmek kaçınılmaz. Sanatkârı takdir etmemek ise mümkün değil! Her yarattığını, özellikle insanı, benzeyen özellikler içinde benzemeyen nice farklarla yaratan evrenin muhteşem sanatkârı için, milyarlarca kar kristalini ayrı ayrı güzellikte ve desende Bedî ismiyle, orijinal biçimde yaratmanın hiç de zor olmadığını, günümüz bilimi, görmek isteyen her göze fotoğraflayıp göstermektedir.     

Yağmur ve kar, fırtınalı havalarda dahi yağarken, birbirleriyle çarpışmaz. Eğer çarpışsa yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar vereceklerdi. Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassasiyette birbirine eşit olduğunu gösteriyor. Zira birbirinden ağır maddeler düşerken ağır olanı daha hızlı yol alarak önünde bulunana çarpabilir. Ve kar tanelerinde de birleşme özelliği olduğundan zararlı kütleler oluşturabilirlerdi. "O'dur ki, her şeyi güzel yarattı." (32/Secde, 7)  "Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor." (8/Enfâl, 11) "O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın." (2/Bakara, 22)

 

                              

 

 VAY GERİCİ VAY! SEN DAHA AVRUPALI OLAMADIN MI?

 

Bir Hikâye                                                                                                                                                       

Bir tatil dönemiydi. Amsterdam Schipool Havaalanından, her zaman olduğu gibi iki saat kadar gecikmeyle havalanan Türk Hava Yollarına âit uçak Yeşilköy havaalanına inmişti. Pardon, resmî adıyla Atatürk Havalimanına. Üzerinde ne yazarsa yazsın, herkes Yeşilköy havaalanı diyordu. Resmiyetle, daha doğrusu devletle-halk arasındaki uyumsuzluğu gösteriyordu bu adlandırma bile. Halk öyle diyordu, devlete rağmen.

Yolcuların ekserisi, el kapılarında çalışan işçilerimizdi. Çoğu "iki-üç seneliğine" diyerek geldiği Hollanda'yı mesken tutmuştu. Tutmuştu tutmasına ama, yine de her sene veya yıl aşırı gelmeden, görmeden edemiyordu anavatanı. Yok canım, o Anavatanı değil, onu ne yapsınlar görüp de, memleketlerini. Yolcuların içinde, parmakla gösterilecek kadar tek-tük Hollandalı turistler de vardı. Bu turistlerin içinde de bir karı-koca. Bu Hollandalı çift, araştırmalar, yorucu incelemeler ve ciddî okumalar sonucu İslâmiyet'i seçmişler, müslüman olmuşlardı. Avrupa bu: Nice müslüman Avrupalılaşmış, müslümanlığını unutmuş, gâvurlaşmıştı. Nice müslüman da müslümanlığı, Türkiye'de ne olduğunu bilmediği, tanımadığı, yanlış tanıdığı müslümanlığı Avrupa'da öğrenmiş, Avrupa'da müslümanlaşmıştı. Avrupa'da herkes din değiştiriyordu. Aynen böyle bu karı-koca Hollandalılar da din değiştirmişler, müslüman olmuşlardı. Hayret, ama olmuştu işte. Türk ve Marokan'lara -Faslılara burada Marokan deniyordu- rağmen müslüman olmuşlardı. Türk ve Marokanların en az % 90'ı "aman ha, sakın müslüman olmayın!" diyorlardı. Yok, yok dilleriyle değil; halleriyle, yaşayışlarıyla diyorlar ve ekliyorlardı: "Müslüman olursanız ne değişecek? Bakın biz, size özeniyoruz; sizi, sizin yaşantınızı üstün ve güzel görüyoruz. Bizim dinimiz daha güzel olsa, size benzemek ister miyiz? Bizim halimize mi imreniyorsunuz? Hem görmüyor musunuz müslümanım diyenler değil mi pis kahvelerden dışarı çıkmayan? Hırsızlığın çoğunu müslüman gençler yapmıyor mu? Ya esrar ticaretini?"

Evet, böyle söylüyordu Hollanda'daki göçmenlerin çoğunluğu; tabii, halleriyle. Dilleriyle söylenir mi bu mahrem, ama herkesin bildiği sırlar? Buna rağmen hidâyet bu ya. Arayan belâsını da, Mevlâ'sını da bulurmuş. Bu Batılı çift de Mevlâ'sını bulmuştu.

Onlar, müslüman olduktan sonra, bir kâfir ülke olduğu için, kendi vatanları olduğu halde Hollanda'yı sevmemeye başladılar. Onlar, içinde yaşadıkları toplumun yaşam tarzını, örf-âdetleri terk ediyorlardı bir-bir. Öğrenmeye görsünler İslâm'ın emir ve yasaklarını; hemen hayatlarına geçirmeye çalışıyorlardı. Meselâ, adam, bir gün eve geliyor, hanımına müjde veriyordu: "Hanım, öğrendim ki, sigara İslâm'da yasakmış, ben de hemen bıraktım" diyordu. Câhiliyye alışkanlıklarını, hemen terk ediveriyorlar, yerine İslâm'ın güzelliklerini koyuveriyorlardı. Hanım, mini eteklerini, mayolarını toplayıp çöpe atmıştı daha ilk günlerde. Şimdi de okumuş, öğrenmişti: Hz. Peygamber rahat koltuklarda, tahtlarda oturmamıştı. Sünnete uygun olsun diye evinin koltuklarını çöpe atıvermiş, evine minder döşetmişti. Aslında çöpe attığı, koltukları değildi sadece. Koltukların temsil ettiği Batı uygarlığı ve yaşayışı çöpe atılıyordu böylece. Zâten bıkmıştı Batı hayatının monotonluğundan. Makineleşmekten, eşyaya esir ve kul olmaktan kurtulmanın tadını, lezzetini yaşıyordu. O bir kez "lâ" demişti, hayır demişti, reddetmişti tüm ilâhları ve hayatında egemen olan tüm hâkimiyetleri. Tüm değerleri, anlayışları, örf ve âdetleri. Hepsinin üzerine bir çizgi çekmiş, "lâ ilâhe" demişti. Sonra da "illâ Allah." Sadece Allah vardı, artık hayatlarında; tek egemen güç olarak. Artık, tüm kulluklardan, esirlik ve tutkulardan kurtulmuşlar; sadece, ama sadece Allah'a kul olmaya çalışıyorlardı. Teslim olmuşlardı Allah'a ve başkasına teslim olamazlardı artık.

Sevemiyorlardı kendi ülkelerini artık, tüm yaşama biçimiyle reddediyorlardı Batı hayatı ve düzenini. İslâm'ın hâkim olduğu yerleri gezmeye, görmeye can atıyorlardı. Ne güzel olmalıydı İslâm ülkeleri... Müslümanlar herhalde çok rahat yaşıyorlardı, müslümanca yaşıyorlardı Türkiye'de, Maroko'da (Fas'ta). Oralar İslâm ülkesiydi; ya Hollanda? Hollanda öyle değildi. Görmek istiyorlardı Türkiye'yi; câmilerini, Osmanlıyı, insanlarını, her şeyini. Ama bir konu kafalarını çok kurcalıyordu: Bir müslüman olarak onlar müslümanların ülkesine hayranlık hisleri taşırken, nasıl oluyordu da Türkiye Avrupaya hayran olabiliyor, bütün gücüyle gâvurlara benzemeye çalışıyor ve kâfirlerin birliğine katılmak istiyordu, niye iki milyar müslüman ümmet birliği oluşturmaya çalışmıyor, bunu bir türlü anlamıyorlar, anlayamıyorlardı.

Bu düşüncelerle binmişlerdi uçağa. Tatillerini bir İslâm ülkesinde geçireceklerdi. İşte uçak havaalanına inmiş, Türk yolcular, vatanlarına kavuşmanın heyecanıyla alelacele koşturur adımlarla iniyorlardı uçaktan. Nihayet onlar da indiler. Pasaport kontrolünden sonra, herkesin girdiği kuyruğa onlar da girdiler. Valizleri kontrolden geçecekti. Demek ki gümrük memurunun önündeydiler. Memur, karşısında sarışın uzun sakallı bir adamla, tepeden tırnağa örtünmüş bir kadını görünce, mırıldanmaya başladı kendi kendine: "Yâhu, ne biçim insanlardı bunlar? Avrupa'nın göbeğinde yaşıyorlardı, hâlâ Avrupalı olamamışlardı." Küçümseyici gözlerle, biraz alaylı, biraz da acıyan bir bakışla sakallı erkeğe sormuştu: "Kaç yıldır Hollanda'da çalışıyorsun?" Adam anlamamıştı soruyu. Nereden anlasın Türkçe bilmiyordu ki... Cevap vermemişti doğal olarak. Memurun suratı daha bir asılmıştı şimdi. Sorusuna bile cevap vermemişti karşısındaki. "Küstah sakallı, ne olacak?!" diye geçirdi içinden. "Ben biliyorum" diyordu. Basınımız ve yöneticilerimiz gerici diye bunlara diyorlar işte. Hem öyle gerici, mürtecî ki, onca yıldır Avrupa'da çalışmış, hâlâ Batılı olamamıştı. Böyle geçiriyordu içinden memur. "Kim bilir" diye düşündü, "kim bilir, kara ses mi ne, onun müridlerindendir belki de..." "Aman, bana ne canım? Ben kendi işime bakayım" dedi ve düşüncelerinden sıyrıldı. Valizi açtı, içinde birkaç çamaşır, üç-beş kitap vardı. Hah, bulmuştu. Bu kitaplar yasak kitaplar olmalıydı. Bunlar suç âleti olabilirdi. Tipinde adamın suçlu hali vardı zâten. Sorularına da cevap vermemişti. İlk el attığı kitap Arapça bir kitaptı. Herhalde yasak bir kitap olmalıydı. Olsa olsa, bir örgüt elemanıydı bu. İrtica örgütü elemanı. Kim bilir Anıtkabiri bombalamaya geliyordu belki de. Adam; kendine ve kitaba tuhaf tuhaf bakıldığını görünce biraz anlamıştı durumu: Se harfini fazlaca peltek çıkararak bozuk bir şiveyle: "Hadis, hadis, Muvattâ" diyor, kitabın konusunu ve adını söylüyordu. Gümrükçü bir şey anlamamıştı. Yolcunun suratına çarpar gibi valizin içine attı kitabı. Baktı diğer suç âleti olan kitaplara; bir Kur'an ve birkaç Hollandaca kitap. Daha bir sormaya devam etti. Karşısındaki adam, Hollandaca ve İngilizce konuşunca, memurun tipi değişiverdi birden: Tüh, kazmayı taşa vurmuştu. Karşısındaki bir turistti;  Türk vatandaşı değil. Kendilerine ne kadar kurs vermişler, anlatmışlar, anlatmışlardı: "Turistlere güzel davranılacaktı. Bitli turistlere, hippilere bile. Türk misafirperverliği gösterilecek, nâzik olunacak. Onlar memleketimize döviz getiriyorlardı. Onlar Avrupalıydı, vs. vs." Halbuki şimdi bir turiste biraz kaba davranmıştı. Hemen pasaportlarını istedi. Turist olduklarından emin olunca, özür diledi, acele işlerini bitirip başından savdı. "Gâvurlar amma da Türk'e benziyorlardı ha!..." dedi içinden. "Yok canım, gâvurlar değil, Hollandalı turist müslümanlar" diye değiştirdi kelimesini. Hele kadın, tam Fatih semtindeki kadınların kıyafeti gibi giyinmişti. "Niye düşünmedim?" diyordu, "biraz sarışındılar ya..." "Her neyse, iyi ki, rüşvet filân istemedim, iş belki büyürdü" diye geçirdi içinden. Anlayamadığı bir nokta vardı memurun. Bugüne kadar hiç görmemiş değildi müslüman olan Avrupalıları. "İyi de, kadın, hem Avrupalı, hem niçin bu kadar sıkı örtünüyordu? Erkek niçin sakallı? Hem de gericiler gibi uzun sakal! Bunlar Avrupalı olduğuna göre, Avrupalılaşmak ne? Bunlar nasıl Avrupalılaşacak? Niçin bizim gibi olmuyorlar? Biz de müslümanız elhamdü lillâh. Üstelik onlar gibi sonradan olma değiliz. Bu kadarı da fazla... Önce kalbine bak, kalbin temiz olsun yeter. Aaa, boş ver canım, sırada başkaları var. Ben de acısını başka bir sakallıdan çıkarırım nasıl olsa, ama Türk sakallıdan..." diye sessiz düşündü.

Hollandalı müslüman aile, gezmeye başlamışlardı. Câmilerden başlamışlardı işe. Her turist gibi Blue Mosque'dan, yani Sultanahmet'ten. Ama o da ne? Câmiler dıştan başka, içten başka idi. Yok süs olarak değil, cemaat olarak. Onlar diğer turistler gibi hayran hayran bakıp geçmek için gelmemişlerdi câmilere. Bir İslâm ülkesinin câmisinde cemaatle doya doya namaz kılmak istiyorlardı. Câmilerin dışı gülüyor, içi ağlıyordu. Bomboş sayılırdı koca câmiler namaz esnâsında. Öğle namazında koca Sultanahmet'in bir safını bile dolduramamıştı müslümanlar. Sokakların, caddelerin Amsterdam'dan pek farkı da yoktu. Kadınların kıyafetlerinin de. Tek-tük örtülü vardı, "ama o kadar Hollanda'da bile var" diyorlardı. Anlamaya başlamışlardı. İslâm'ın Türkiye'de tarihî bir olay olduğunu. Câmiler birer müzeydi sanki. Sadece Ayasofya değildi müze olan. Hayal ettikleri İslâm ülkesi değildi Türkiye. Anlamışlardı bunu, anlamışlardı kendi ülkelerindeki Türklerin niye İslâm'ı yanlış temsil ettiğini. Hollanda'daki Türklerle Türkiye'deki Türkler aynı idi, Hollanda ile Türkiye de...

Ertesi gün Beyazıt Camiinde Cuma namazı kılmışlardı. Eh, bayağı kalabalıktı câmi. Demek ki, Hıristiyanların Pazarına benzetmişlerdi müslümanlar da Cumalarını, o gün geliyordu müslümanlıkları aklına. Ne de olsa Cuma, diye düşündüler. Nedense, hanımı Cuma namazı kılmak için câmiye giremedi, Cuma namazında hanımlar câmide namaz kılmazlarmış, bunu da yeni öğreniyorlardı, ama artık öğrendiklerine şüphe ile bakmaya başlamışlardı. Kapı girişinde bekleyen hanımı da, kocası Cuma namazından çıkınca girip namazını kıldı. Cemaatten 15 dakika kadar sonra ikisi beraber dış kapıdan çıktılar. Dışarıda bir gürültü vardı, pek bir anlam veremediler. Câminin karşısında tarihî bir bina gözüküyordu. Üzerinde Fetih sûresinden bir âyet yazıyordu, hem de okuyabildikleri Arapça harflerle yazılı. Tarihî bir yer olmalıydı, tarihî ve dinî bir yer. Hanımıyla oraya doğru yöneldi sakallı adam. Birkaç yüz kadar, çoğu sakallı genç erkek ve 200 kadar hepsi örtülü kızlar. Onlar da bağırarak o binaya doğru yürüyorlardı. "Herhalde câmiden çıktılar, orada da Cuma olduğu için ayrı bir ibâdet yapacaklar bu müslümanlar; kapısında âyet yazılı yere gittiklerine göre" diye düşündüler. Aralarına katılmış oldular. Beraberce gidiyorlardı. İçlerinden bazıları konuşuyor, sık sık da bağırıyorlardı. Pek bir anlam veremediler, koro halinde belki Türkçe ilâhi söylüyorlardır diye düşündüler. Derken polisler koşarak geldiler ve kalabalıktan on-on beş kişiyle birlikte bizim turistleri de ite-kaka polis arabasına bindirdiler. Tabii, çok kibar davranmıyorlardı. Sırtına ve omzuna, ne olduğunu bile anlamadan üç-beş cop yemişti bile erkek. Polis bir şeyler söylüyor, cevap alamayınca azıcık okşuyordu. Bizimkiler şaşkınlıktan ve ne olduğunu anlayamamaktan dilleri tutulmuş vaziyette. Zâten Türkçe de bilmiyorlardı ki, dertlerini anlatsınlar. Onlar polis arabasına binerlerken, gazeteciler flaşları peş peşe patlatıyorlardı.

İte-kaka bindirildikleri polis dolmuşunda adam, yanındaki polise bir şeyler söylemek için ağzını açacaktı ki; "Sus, konuşma!" dediler sertçe polisler. Tekrar söz almak isteyince, bu kez daha sert hatırlatıldı: "Sus, yoksa..."

Karakol gibi yerde uzunca beklerlerken, onların turist olduğunu anlayan bir üniversiteli genç, çat-pat İngilizce'siyle açıklık getirmişti olaylara: Câmiden çıkan üniversiteli gençler, aralarında halktan bazıları da olduğu halde, izinsiz gösteri yapıyorlar, üniversitedeki başörtüsü yasağını protesto ediyorlardı. Erkek kadar bayanların da olması bundandı. Bizimkiler bunu nereden bilebilirdi ki? Hem, bilseler bile, gösteri yapmak, protesto yürüyüşü yapmak suç mu olurdu? Avrupa'da gülerlerdi bu yasaklara. "Bunlar ne müslüman, ne Batılı!" diye geçirdi içinden. Devlet için, İslâm ülkesi dedikleri Türkiye için. Artık İslâm ülkesi filan demeyeceklerdi. Öğrenmişlerdi neden sonra Karakolda, başörtüsü yasağını ve suçlarını. Hiç, İslâm ülkesinde başörtüsüne yasak mı olurdu? Avrupa'da bile yasak değildi...

Emniyet binası olduğunu anladığı yere geldiklerinde, sıra kendisine gelince, polis; "Anlat, konuş!" diyordu. Adam bildiği tek tük Türkçe kelimeleri seçmeye çalışıp kem-küm edince, ses yükseldi: "Konuş, yoksa..." Önce "sus, yoksa..." demişler konuşmayı yasaklamışlardı;  şimdi ise "konuş, yoksa..." diyorlar, susmayı yasaklıyorlardı. Konuşacaktı, ama anlamıştı ki, dilini bilen kimse yok. İngilizce konuştu, onu da anlamıyorlardı. Nihayet onlar gibi suçlu(!) üniversiteli gençlerden biri yarım yamalak tercüme etti de, turistlerin durumu anlaşıldı.

Polis de nereden bilsindi, yürüyüş yapan kalabalığın içindeki iki kişinin üniversiteyi gezmek isteyen turist olduğunu. Hem aynen yürüyüşçüler gibi sakallıydı biri, diğeri de onlar gibi örtülü. Tam protestocuları andırıyorlardı her hallerinden.  

                               

Ama Hollandalı ailenin, yabancı oldukları için ucuz kurtulduklarına şükretmek içlerinden gelmiyordu. Onlar, işin daha derinini düşünüyorlardı: Türkiye'nin İslâm ülkesi olup olmadığını... Polis bilseydi onların devlet ile İslâm'ı beraber düşündüğünü, düşüncesini de mahkûm edecekti, öyle ya, sonradan öğrendiğine göre buralarda düşünce de suçtu. Boşuna mı, Bakırköy Akıl Hastanesinin bahçesine düşünen adam heykeli dikmişlerdi. Ve en büyük suç, devletin İslâm'a doğru değişmesini istemekti...           

        

 

S A N A T   Ü Z E R İ N E

 (Ahmed Kalkan’la Röportajın Tam Metni, Milli Gazete, 14. 07. 1998)

Müslümanlar genel olarak sanatın bazı dallarına ihtiyatlı yaklaşıyorlar. Örneğin resim sanatı tasvir yasağından dolayı, musiki ise bazı seslerin “kadın sesi” gibi haram kabul edilmesinden dolayı... Fakat bu gibi konuların değişik yorumlanmasıyla bazı müslüman sanatçılar kendilerine özgü açılımlar geliştirebiliyor. Bu konuya sizin bakış açınız nasıl?

Bismillâh,

Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm (6/En’âm, 162). Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır. Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın (33/Ahzâb, 36). Tabii, aynı zamanda sanat ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.

O’nun yaratıp terbiye ettiği fıtratımız ve fıtratımıza kılavuzluk yapıp istikamet veren dinimiz bizi her yönüyle gerçek güzelliğe, yani sanata götürecektir.

Bu anlayıştan sonra müslüman için sorun, bu ilkelerin yorumlanması ve hayata geçirilmesi noktalarında odaklaşacaktır. Müslümanca sanat için öncelikle İslâm’ın çok iyi bilinmesi gerekir. Özellikle sanatla ilgisi olan helal-haram hükümlerini bilmek şarttır ama, yeterli değildir. Bütüncül bir anlayışla dinin prensiplerini, bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini bilmek, tefekkür ve tefakkuh kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhidî yorum getirebilmek de gerekir. Müslümanca sanat için, sanatın teorisinin, estetik prensiplerinin yeni gelişmeler göz önüne alınarak tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor. Hangi şeylerin, nasıl ve ne şekilde, hangi araçlarla, hangi düşünce ve niyetlerle, nerelere yansıtılması gerekir? Bunları dosdoğru bilip, pratikte uygulayamayan kişi, nasıl müslümanca sanat ortaya koyabilir?     

“Müslümanların sanatın bazı dallarına ihtiyatlı yaklaşmaları” konusuna gelince: Haramlığında şüphe bulunan hususlarda cesaret fıska; ihtiyat ise takvâya götürür. “Üzümünü ye, bağını sorma!” anlayışı materyalist inancın (veya inançsızlığın) sonucudur. Haramdan kaçınmak için, bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dair bir şüphe varsa, ihtiyatlı davranarak sakınmak müslümana yakışan takvadır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah’ın sanatına hayran bir ruha sahip bulunduğundan, takva herkesten önce ona yakışır. Takvanın getirileri sadece öteki dünya ile sınırlı değildir. Sanattaki bu ihtiyat da, yeni konulara, orijinal ürünlere kapılar açacaktır ve tarihsel süreç içinde de açmıştır.

Şimdi resimde tasvir konusuna gelebiliriz: Kur’an ve hadisin, dinî emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün, onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa, salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan minder ve yastık kullanması sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne olursa olsun, sinema ve televizyondaki  her türlü görüntünün de  tamamıyla  haram olmasını beraberinde getirecekti (Halbuki hiç bir meşhur âlim böyle düşünmemekte). Hz. Süleyman’dan bahsederken belirtildiği şekilde Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz. Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar. 

Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde  “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir; kralların, diktatörlerin ve siyasî liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim, ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da, yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır. Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir. Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne âlimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.     

Resim ve heykelin soyut olanına İslâm hiç bir yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen ihtiyatlı müslüman için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.   

“Kadın sesinin haramlığı” konusu: Kadın sesi, doğallığı bozulmadığı müddetçe ve ihtiyaç olduğu oranda yabancı erkeklere karşı da câizdir. Bazılarının iddia ettiği gibi İslâm, kadının sadece evinde, toplum dışı yaşamasını emretmez. Topluma müslümanca katılmasını yasaklayan hiç bir hüküm yoktur. Kadın toplumdan meşru yollarla yararlanacak; toplum da meşru yollarla kadından. Kadın toplum içinde olacak ama, dişiliğiyle değil; kişiliğiyle. Kadın hem sesiyle, hem görüntüsüyle, hem de davranışlarıyla toplumda dişilik değil; kişilik sergilemelidir. İslâm ister ki kadın, ifsad edici yönde değil; ıslah edici şekilde toplumda yer alsın. Kadınlarla ilgili yasaklar, hem kadını, hem toplumu fitnelerden korumaya yöneliktir. Kadın sesinin sakıncası, kendi yapısından değil, haramlara, fitnelere yol açacak şekilde kullanılmasından dolayıdır. Burada gündeme gelen şekil, câhiliyyenin sanat anlayışında kadın sesinin istismarı. Daha açıkçası, kadının yabancı erkeklere şarkı türkü söylemesi. Bunu, hele günümüzdeki ortam ve şekliyle câiz görecek bir âlimin çıkacağını sanmıyorum. Kadın sesinin (ve beraberinde görünümünün) fitneye, ahlâkî dejenerasyona yol açması, kadının cinsel obje olarak kullanılıp istismarı sanat olabilir mi? Sanat, müslümanın lügatındaki gerçek sanat, insanı şerlere değil; hayırlara, çirkinlik demek olan haramlara değil; sâlih amel ve takvâya ulaştıran unsurlardır. Gerçek sanat, insanı Allah’a ve O’nun sevdiklerine yaklaştırır. Tâğuta, şeytana ve nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey güzel de değildir, meşrû da, sanat da.                     

 

İslâm sanatının tasvir yasağından dolayı hat, tezhip gibi güzel sanatlara ve mimariye yönelinmiş olması bir avantaj olarak algılanabilir mi?

Elbette. Zaten İslâm’daki tüm yasakların dünyaya yönelik hikmetleri vardır. Allah, sadece bizim için zararlı olan şeyleri yasaklamış olduğundan; yasaklara uymak, farkında olmasak bile birçok maslahat ve faydayı beraberinde getirir.

Put amaçlı ve dinî esaslara ters düşen tasvirin haram olması ve de müslümanların canlı  resim ve heykelleri tümüyle yasak kabul etmesinin, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ gözleri görmeyen birinin belleği ve hassâsiyeti, gören insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer alanlarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatlarındaki müslüman sanatçıların başarıları bunun delilidir.

               

İslâm’ın, put amaçlı tasviri (figüratif resmi) yasaklaması, insanlık için çok faydalı olmuştur. Bu yasak, putperestliği önlemiş, yeni bir sanat türünün doğmasına sebep olmuştur. Eğer bu yasak olmasaydı, sanatçılar hâlâ İsa ve Meryem resimlerini tekrar edip duruyor olacaklar, ya da benzer şeylerle uğraşıp duracaklardı. Tasvir yasaklanmasa veya yasak kabul edilmeseydi, soyut sanat ortaya çıkmayacak, modern soyut sanata giden yol açılmayacaktı. Minyatür bu yasağın biraz yumuşak bir şekilde, ama saygıyla kabulünün etkisiyle gelişmiş, hat sanatının gelişmesi de bu yasaktan yön ve hız almıştır. Başka hiç bir din ve medeniyette göremediğimiz ihtişamda bir yazı sanatı ortaya çıkmıştır. Minyatür ve hat sanatının modern soyut resme katkılarını objektif gözle değerlendirdiğimizde, put amaçlı tasvir yasağını sanat adına alkışlamamak mümkün değildir.

Salt sanatsal kaygılar göz önüne alınarak bir müslüman eser verebilir mi?

 

Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Yaratılış amacının sadece Allah’a kulluk, O’na ibâdet olduğunu bilen insandır. O yüzden her işinde ve her ânında Rabbinın rızâsını arayacak ve her yaptığının kendisini Allah’a yaklaştırmasını hedefleyecektir. Bu prensipler içinde değerlendirdiğimizde sanat, bir müslüman için ibâdettir. Bir şeyin Allah’a ibâdet olabilmesi için gerekli üç şart vardır. Yapılan şeyin meşru olması, Allah’ın istediği, Rasûlü’nün uyguladığı şekillerde uygulanması ve Allah rızâsı için yapılması. Allah için değil; başka gâyeler için yapılanlar da ibâdet olarak değerlendirilebilir ama, bu ibâdet nefse, eşyaya, tâğutlara... yapılan ibâdetttir. Bu sebepten dolayı, meşru şeylerin icrası, müslümanca sanat için yeterli değildir. Bunların meşru yöntemlerle ve en önemlisi de meşru amaç için yapılması gerekir. Müslümanın namazında başka ilâh, namazın dışında prensip ve ilkelerine teslim olup onu memnun edeceği başka ilâhları yoktur. Onun her şeyi, namazı, ibâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir, O’nun ortağı yoktur. O böyle emrolunmuştur (6/En’âm 162-163).  Müslüman, sanata da laik bir anlayışla yaklaşamayacağı için, onun sanatı da elbette ve sadece Allah için olacaktır. Sanatta da yasakları ve tavsiyeleri Allah belirler. Mü’min her konuda O’na kulluk eder, severek itaat eder. Sanatın sanat için kabul edilmesi, sanatın putlaştırılması demektir. Yani sadece sanat adına yapılanlar put olmaz; sanat için yapılanlar da o hükme girer.

Günümüz insanının, içinde yaşadığı câhiliyyenin etkisiyle araçlarla amaçları nasıl karıştırdığına örnektir sanat için sanat anlayışı. Bir şey, kendisi için nasıl olur? Yaşamak için yaşamak  ne ise;  sanat için  sanat da  odur.  Sanat,  câhiliyye  toplumunda bir din haline gelmiş, sanatçı da ilâh. Sanat dinine göre ne ayıp vardır, ne günah. Sanat adı verilebiliyorsa her şey mubah. Sanatın doğruları, sanatın ilkeleri, sanatın özgürlük, estetik, güzel, moda ve imaj anlayışı... sanatın âmentülerinden başka bir şey değil. Sanatçıyı bağlayan tek ölçü vardır. O da sanat dininin kuralları. Sanatın ve sanatçının dini yoktur; sanat dini vardır. Sanat için, girilmeyecek boya yoktur. Hatırlarsınız, bir büyük kentin belediye başkanı: “tüküreyim böyle sanata” dediği için, nasıl sanat düşmanı ilan edildi ve kaldırmak istediği müstehcen bir kadın heykelini, bir başka yere dikmek mecburiyetinde bırakıldı. Kadın sanatçı sanat için soyunur, ahlâksızlığı sanat içinse kabul görür. Bu din için tapınaklar, âyinler, törenler... irticâ kapsamına girmediği, tam tersine irticâyı önlediği için egemen güçlerin de sığınaklarıdır. Salt sanatsal kaygıların göze alınarak sanat icrası, sanatı gaye kabul etmektir. En güzel araç bile, amaç olduğunda tüm değerini kaybeder, bir felaket sebebi olur amaçlaştıran için.

Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Emperyalizm, tâğûtî düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslakları bazen sanatın bir kulu, bazen de sanatın ilâhı konumundadır.       

 

İslâm sanat felsefesi ile Batı sanat felsefesini birbirinden ayıran temel faktörler nasıl izah edilebilir? Ayrıldığı ve birleştiği noktalar nelerdir?

 

                Batı sanat felsefesinin, daha doğru bir ifâdeyle câhiliyye sanat anlayışının en önemli özelliği, insanın Allah’a karşı mücâdelesi, onunla boy ölçüşmeye kalkmasıdır. Sanat da sanatçının yarattığıdır. İslâm’da ise, sanat bir ibâdettir. Müslüman sanatçı için, en küçük çapta bile olsa Allah’la, Allah’ın hükmüyle bir çatışma yoktur. Batılılar Allah’ın yarattığını taklit için, insan vücutlarını ideal ölçüler içinde kaslarıyla birlikte çizmiş veya heykellerini yapmışken; müslümanın sanatında insan vücuduna hemen hiçi rastlanmaz. Müslüman sanatçı, ne sanatı, ne kendini putlaştırır. Sanatı amaç olarak görüp, ona Allah’ı karıştırmayarak putlaştırmaktan sakındığı gibi, sanatçı olarak kendini de putlaştırmaya götüren her şeyden kaçınıp “ben”ini gizler. Müslüman için sanat, bir takva ürpertisi, gönül coşkusu, İlâhî rızâyı, ihsanı, cemali arama biçimidir.

Batı câhiliyyesinin sanat felsefesinde hayatta faydası olan şeyin sanat olamayacağı anlayışı vardır. Müslüman sanatçı, sanatı faydadan uzak düşünmez. Onun için sanat bir lüks ve fantezi, bir oyuncak ve israf değildir. Sanat daha çok, hayatta lazım olacak faydalı bir güzelliktir. Kullanılan güzel bir eşya veya onun tezyinatıdır sanat. İslâm toplumlarında sanatla zanaat arasında pek önemli bir fark yoktur. Sanatla ekonomik ve sosyal yapı iç içe geçmiştir. Müslümanların sanat eserlerinin hemen hepsi, günlük hayatta kullanılabilecek şeylerdir. (Eski Mısırlılardaki gibi ölüler için, Hıristiyanlardaki gibi tapınmak için değil.)

Câhiliyye sanatçısı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nuruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki, doğadaki güzellikleri göremez. O, kendine göre bir güzel yaratma sevdasında ve cür’etindedir. Müslüman sanatçı ise, güzelliği gerçek yaratanı bildiğinden güzeli keşfetmeye taliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellilerini anlar. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemal sıfatının tecellilerini görerek hayran olur. Müslüman sanatçı, Batılı sanatçı gibi kural, disiplin, ölçü tanımayan değil; haram-helal hudutlarına ve kendi fıtratına uyan, ritme, âhenge, ölçüye, birliğe, sonsuza ulaşmak isteyen bir anlayış içindedir. O, nefsinin hevâ ve fantezilerinden ziyade, mutlak güzelliğin peşinde koşar. Batıdaki estetik konusunda birbirini tutmayan, beşer kaynaklı estetik ölçü ve ölçüsüzlükleri onu bağlamaz. Müslüman için güzelin ölçüsü de farklıdır. Küfürde, Allah’a isyanda, haramlarda boş yere güzellik aramaya kalkmaz. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Çünkü güzel olan Allah sadece güzel olan şeyleri emreder. Allah, kullarından inancın, düşüncenin, eylemin, davranışın, duyguların, sözün, sesin, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister. Müslüman, inanır ve bilir ki, mutlak güzel, cemal sahibi Güzel Allah’tır. Sözün en güzeli, Allah’ın Kelâmı/Kitabıdır. Yaratıkların en güzeli, insan; insanların en güzeli ise Hz. Muhammed (s.a.s.). En güzel yol, şeriat, hukuk ve din: İslâm. En güzel iş de Allah’a kulluk. Bu bilinç müslümana sanat için gerekli ilhamları, örnekleri, çıkış ve varış yollarını verir, müslümanın her yaptığını sanat seviyesine çıkartır.

Batı sanatı, figüratif ve natüralist bir sanattır. O tabiatın küçük ve basit tarzda benzerini çizmeye ve yontmaya çalışan bir taklitçi ve musavvirdir. Müslüman sanatçı, müşahhastan (somuttan) kaçınır, yüksek seviyede soyutlamaya yönelir. Bunun için hat sanatı (kaligrafi) çok önemli bir yere sahiptir. İslâm estetiğini bütün özellikleriyle hat sanatlarından çıkarmak mümkündür. Yazı sanatında belirgin olduğu gibi, sanatla tebliğ iç içedir; bulduğunu paylaşmak için başkalarına sunar, onları güzele davet eder sanatçı.

Câhiliyye sanat anlayışıyla İslâm sanat anlayışı arasındaki farklar bunlarla sınırlı değil elbette. Biri sanatın istismarı, güzellik adına hallüsinasyon; diğeri gerçek sanattan yansımalar. Ayrıldığı noktalar saymakla bitmeyecek kadar. Birleştiği noktalar mı? Batılı da olsa, kafir de olsa insan, fıtratına uyduğu oranda, güzellikten nasibini alacak, insanlığı icabı güzel şeyler ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Böyle olmaktadır da. Yeter ki insan ve sanat yozlaşmanın, putlaşma ve putlaştırmanın  her çeşidinden kurtulsun.

       

İslâm sanat felsefesi ile Batı sanat felsefesinin bir sentezi oluşturulabilir mi?

 

Artı ile eksinin toplamı eksidir. Câhiliyye ile İslâm’ı bağdaştırmak mümkün değildir. Hakla bâtılın karışımı, ilâçla zehrin birleşimi gibi bir şey olur, bu iki anlayış arasındaki sentez. Ben olayı böyle görüyorum. Ama, sorudan kasıt, “Batıdan İslâm’ın hikmet dediği meşru şeyler, araçlar alınamaz mı?” şeklinde anlaşılırsa, buna: “Dikkatli ve ferasetli olmak şartıyla evet” demek durumundayız.

Müslümanlar, müslümanca sanat ortaya koyabilmek için, Batılı araçlardan da yararlanabilirler. Fakat ortaya farklı şeyler çıkarırlar. Yalnız unutulmamalıdır ki, araçlar, bir yönüyle ortaya konacak eserleri de belirlerler. Bu bakımdan müslümanların işi zordur. Önemli olan, müslüman sanatçının kullandığı aracın kölesi olmaması, araca hükmedebilmesidir. Altını çizerek belirtmek istiyorum ki, araçların da doğru ve güzel olması gerekir. Meşrû olmayan araçlarla meşrû hedeflere gidilemeyeceğini unutmamak gerekir.     

                                                                                                                                                                     

                                                                            

     Ç O C U K    E D E B İ Y A T I    Ü Z E R İ N E

 

(Ahmed Kalkan’la Röportajın Tam Metni, Milli Gazete, 09. 07. 1998)

 

Bugüne kadar çocuk edebiyatı neden başlı başına bir edebiyat dalına dönüşmedi?

 

Bismillâh,

İçinde yaşadığımız topraklar, kültür yönünden büyük erozyonların, heyelanların yaşandığı yerlerdir. Düzeni kontrol eden güçlerle halk arasında güven ve uyumdan bahsetmek zordur. Aydınla halk arasında uçurumlar her geçen gün artmaktadır. Rejim her yönden Batıyı örnek almıştır, ama halk, dayatmalara rağmen Batı kültür ve yaşayışını benimsememiş, kendi özü ile köprülerin atılmasını onaylamamıştır. Toplumla egemen güçler, toplumla aydınlar arasında medeniyet tercihi ve kültür konusunda uyuşmazlığın yanında, halkın da kendi arasında dünya görüşü ve ona uygun yaşayış hususunda söz ve eylem birliğinin varlığından bahsedilemez.

Toplum değerlerini reddeden rejim, neye dayandığı belli olmayan yoz bir kültür, vahyi dışlayan câhilî bir  eğitim, materyalist ve pozitivist aydın, makineleşen ve makineleştirdiği insanı ezen uygarlık, geçim sıkıntısından başka bir şey düşünemeyen halk, teknolojinin ve ihmalin kurbanı çocuklarımız... Böyle bir ortamda sağlıklı bir edebiyat, hele çok yönlü alt yapı, organize ve uyum isteyen çocuk edebiyatı oluşması mümkün değildir. Günümüzde çocuklar, bilgisayar, televizyon ve okul duvarları arasında doğalarından ve doğallıklarından mahrum bir şekilde çocukluklarını yaşayamadan büyüyorlar.  Ham meyvenin çeşitli teknik müdahaleler yoluyla zamanından erken olgunlaştırılıp tatsız, lezzetsiz bir şekilde piyasaya sunulması gibi, çocuk da sıçrayarak, atlayarak, çocukluğunu yaşayamadan,  hayata da hazırlanamadan ham, tatsız bir meyve olarak çabucak büyüyor. Çocukların dünyasını bile yozlaştıran uygarlık, çocuk yetiştirecek  büyüklerin dünyasını toptan mahvetti. Büyüklerin de içlerinde bulunması gereken çocuksu özellik ve güzelliklerin barınmasına fırsat bırakmadı. Çocuğa ait fıtrat, ümmî (anneden doğduğu gibi) doğallık, saflık, sevgi dolu, cıvıl cıvıllık, kısaca çocuksuluk çocuklarda bile gittikçe sıfıra doğru inmekte. Çocuk edebiyatının alt yapısı olan bu özellikler tabii sanatçılarımızda, edebiyatçılarımızda da yok. Toplum olarak solumak zorunda bırakıldığımız zehirli hava, mânevî atmosferimizi kirletmekle kalmadı, yüzlerce yıllık çınarlarımızı kuruttu. Yeni filizler, taze fidanlar nasıl boy  verecek? Güneşimizin önü naylon bulutlarla kapandı, toprağımız haşerelere, ayrık otlarına peşkeş çekildi, gökten rahmetin yağmasına engel olacak isyanlara resmi geçitler yaptırıldı. Fidanlar için gübre gerekli olabilir, ama unutmamak lazım ki gübreliklerde fidan yetişmez. Ağaçlar erozyonun önlenmesinde büyük rol oynar, ama ya erozyon heyelana dönüşmüşse...

Çocuk edebiyatı, her şeyden önce bir edebiyattır. Çocuk da her şeyden önce bir insan. Çocuk edebiyatı, çocuğun dünyasına nüfuz edebilen bir edebiyattır. “Her çocuk İslâm fıtratı üzere yaratıldığından” fıtrata yönelmeyen bir edebiyat çocuk edebiyatı olamaz. Fıtrattan, yaratılış amacından, içindeki cevherden, taşıdığı İlâhî nefhadan uzaklaşan veya uzaklaştırılan toplum, coşku dolu, cıvıl cıvıl oyun lezzeti  kadar, aynı zamanda ciddiyet ve kalite isteyen bir edebiyat dalında başarılı olamaz.         

 

Bu alanda yapılan çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Sorunlar neler?

 

Sözlerimden yeterli bulmadığım anlaşılmıştır zannederim. Bu alanda yapılan çalışmaların yetersizliği konusunda, bu dalla uğraşanları suçlamadan,  ortamın sağlıklı olmadığını söylemeye çalıştım. Tabii ki, tüm suçu ortama yükleyip vebalden kurtulamayız. Çünkü müslüman, ortamı aşamayan, ortama kul olan sıradan insan değildir. Bilir veya bilmelidir ki, gecelerin en karanlık zamanı, aydınlığa en yakın anıdır.  Bunalım dönemleri, çıkışların hararetle arandığı demlerdir.  Aslında ortam yönünden edebiyatın önünün tıkandığı dönemler, çağları aşan büyük eser ve büyük şahsiyetlerin doğumlarını müjdeleyen sancılı zamanlardır. “Allah’ın ölüden diri çıkartması” için sebeplere samimiyet ve bilinçle yapışmak yeterlidir diye düşünüyorum. Mustafa Ruhi Şirin, Ahmet Efe, Yaşar Kandemir, Niyazi Birinci, rahmetli Cahit Zarifoğlu başta olmak üzere üç beş yazarımızın bu konuya ciddi şekilde eğilip en azından bir boşluğun doldurulmasına yönelik samimi gayretlerini görmezden gelemeyiz. Ama bu çalışmalar devede kulak bile değildir.      

 

Bu alanda yapılan ve yapılması gereken çalışmaları doğru değerlendirebilmek için, önce esas ölçülerimizi  ortaya  koymalıyız.  “Çocuk edebiyatı”ndan  ne  anlıyoruz?  “Edebiyat”ın edeb kökünden türediğini, edepsiz edebiyatın olamayacağını, İslâm olmadan edepten de bahsedilemeyeceğini, bir müslümanın her konuda olduğu gibi bu alanda da ölçüsünün rabbani olması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Güzel sanatların bir dalı olan edebiyatı tanımlarken “güzel” ve “sanat” anlayışımızla inancımızın örtüşmesi gerektiğini unutmamalıyız. Çocuk dediğimizde de “İslâm fıtratı üzere yaratılan”, fıtratları üzere eğitip yetiştirmemiz, böylece “kendilerini ateşten korumamız” emredilen, “kendileriyle imtihan olduğumuz”  “cennet kokusu”  yayan masum emânetler aklımıza gelir. Öyle ise, müslümanca düşündüğümüzde, Batılıların ve tüm câhiliyye mensuplarının çocuk edebiyatından anladıklarıyla bizim anladıklarımız farklı olacak, daha çıkış noktasında ayrılacağız. Varış noktası olarak da hedeflenen çocuk tipi, bu değer sistemimizle ilgili olacaktır.    

Adına medya denilen ahtapotun emperyalist ve ateist kollarıyla çocukları ve tüm insanları günümüzdeki gibi yakalayıp posalarını çıkaracak boyutlara ulaşamadığı, ihtiyaçların bu derece artmadığı, her şeyin ekonomik düşünülmediği, aile bağlarının sarsılmadığı, câhilî eğitimin ürünlerinin alınmadığı, düzenin ve egemen güçlerin zorla da olsa çocuğumuzu elimizden almaya kalkmadığı günlerde çocuk, fıtratından bu denli uzak yaşamadığından çocuk yayınlarının eksikliği hissedilmiyordu. Bu yüzden olacak, geçmişte çocuklar için ayrı bir edebiyat yoktu. Çocuğun dışındaki hayat, onun bağlı olduğu fıtri değerleri sarsmak için değil; tam tersine bunları -çok bilinçli olmasa da- korumak içindi. Müslüman çocuğun eviyle okulu, eviyle çevresi bu kadar çatışmıyor, birbirinin verdiklerini silmeye, mahvetmeye bu denli çalışmıyordu. Din ve fıtrat eksenli sorularına anne ve babası  veya dede ve ninesi cevap verebiliyordu. Çocuk, gözünü açtığında evde namaz kılan büyüklerini görüyordu. Yaşadığı evde okunan Kur’an’ın diriltici nağmelerini duyuyor, önce Kur’an öğrenmeyi hedefliyordu. Evde sık sık duyduğu Allah, bismillah, inşâAllah, hayır, şer, farz, haram, ayıp, sünnet, sevap, cennet, nasip, kader... gibi kelime ve kavramlarla büyüyordu. Üst üste yığılmış tabutları andıran apartman daireleri veya toplum zenginliklerinden nasibini alamamış mağara benzeri gecekondu içinde hapis hayatı yaşayan günümüz çocuğu dinden, fıtratından koparıldığı gibi, ilgiden, sevgiden uzak bir ihmalin, bir unutulmuşluğun, bir terk edilişin içerisinde. Tabii, çocuğu kapmak için bekleyen bunca canavarın eline savunmasız bir şekilde bırakılıveriyor. Bugün artık, peygamber, sahâbe ve evliya menkıbeleriyle, Battal Gazi hikâyeleriyle, masal ve bilmecelerle, İlâhî ve Yâsin’lerle dinin sevdirildiği, içinde Kur’an öğretilen, ibâdet coşkusu, sevgi ve saygının hakim olduğu evler artık yok gibidir. Çocuk artık ezan okununca secde etmeyi değil; Sibel’in şarkılarını duyunca dansetmeyi  öğreniyor. Sübhâneke’yi bilmiyor, ama onun yerine; yaşına da uymayan aşk şarkılarını, reklam spotlarını zikir ve dua gibi dilinden düşürmüyor. Hayalinde canlandırıp onun yerini almayı düşündüğü kahraman tipler: Futbolcular, şarkıcılar, artistler, hayalî çizgi kahramanları, kovboy veya korsanlar, çeteler. Hâlbuki tarihimiz gerçek kahramanlar, ideal örneklerle dolu. Kahramanı bu kadar bol bir tarih ve kültürün mirasçıları olan günümüz müslümanlarının çocukları, başka dünyaların uydurma kahramanlarını taklit ediyorsa, suç çocukların değil; kendi kahramanlarını onlara tanıtıp sevdiremeyenlerindir.  

Bugün irtica adı verilip öcü gibi gösterilerek dinî inanç ve yaşayışa karşı resmî ve yarı resmî saldırılar, çok yönlü saptırmalar, kafa karıştırma ve şüphelendirmeler karşısında çocuk yalnızdır. Çocuğun fıtratını korumanın, onu yalnız bırakmamanın en güzel yolu, kafasıyla birlikte gönlünü de besleyecek doğru ve güzel kitaplardan geçmektedir. Çocuklarımızı göz göre göre çalmak ve avlamak için organize olmuş bunca hırsıza, bunca saldırgana karşı çocuklarımızı silâhlandırmalıyız. Küçük büyük demeyip saldıran küfür ve ifsad vampirlerine karşı silâhların en etkini fıtrata uygun Kitap’tır. Okuma sevgisi ve okuma alışkanlığıdır. Çocuk bu sevgi ve alışkanlığı ders kitaplarıyla değil; çocuk kitaplarıyla edinir.   Çocuk  kitaplarının  çocuğun  elinde  geri  tepen  bir silâh konumunu önlemek için, kitabın  içeriğinin  İslâm  inancına  uygun  olmasının  şart olduğunu unutmamalıyız.  Bu yüzden,  çocuk eğitimi,  çocuk yayınları, çocuk edebiyatı ihmal edilemeyecek önceliklerimiz içinde olmalıdır. Bu eğitim, yayın ve edebiyatın, pedagojik ve psikolojik bazı kurallara uyması gerekir. Çocuk duyarlılığını yakalayamamış bir içerik, çocuğa okuma zevki vermeyen bir anlatım,  şekil ve kalitesi  çocuğun  beğenisini ve estetik anlayışını okşayamayan bir eser çocuğun dünyasını etkileyemez. Dil ve üslup da çok önemlidir. Ama hepsinden önemli olan, eserin çocuktaki dinî duygu ve düşüncenin gelişmesine yönelik muhtevasındaki tevhidî dünya görüşüdür.

Bizim açımızdan sorun, çocuk yayınlarının ve çocuk edebiyatının muhtevasındaki yetersizlik ve kalitesizliktir. Eserlerin vahyin ışığında, ilhamını Kur’an’dan, Kur’an’daki tevhid mücâdelesinden, peygamber ve diğer örnek şahsiyet kıssalarından alan, bunları seçme, değiştirme ve yeniden kurma prensipleriyle güncel biçimde uyarlayıp, estetik ölçülerde “al beni”li, “oku beni”li tarzda sunmak. Çocuğu haydut hikâyelerine ve mâceralara tutkun eden kötü ve sahte örnekler yerine; ideal insanlarımızın, peygamber, sahâbe, şehid, âlim ve müttakî zatların hayatları ve böyle şahsiyetlerin hikâye ve roman kahramanı olarak örnek gösterildiği eserler yazılabilir. Veya daha doğrusu, daha güzeli, ama daha zoru bu kahramanlardan yola çıkılarak güncel uyarlamalar ortaya konulabilir. Asr-ı saâdetteki örnek yaşayış ve tarih boyunca tevhid-şirk mücâdeleleri oyunlaştırılıp sahneye konulabilir. Batıdaki çocuk edebiyatı klasikleri, kendi kaynaklarına çağdaş yaklaşımla yönelen yazarlar eliyle gerçekleşmiştir. Bizde de özgün şaheserler kendi temel kaynaklarımıza yönelerek oluşturulabilir. Başta Mevlâna’nınki olmak üzere Mesnevîler, Bostan  ve Gülistan gibi fabl örneklerimiz, Kelile ve Dimne ile birlikte La Fontaine’e ilham kaynağı olur da, bizim sanatçılarımıza neden kaynak  teşkil etmesin? Destan, Dede Korkut Hikâyeleri, halk hikâyeleri, masallar, fıkralar, her çeşit sözlü, şifahi ürünlerimiz, Keloğlan’lar, Nasreddin Hoca’lar günümüzdeki çocuk duyarlığına ve beğenisine uyarlanabilir. Bu kaynaklardan yararlanabilmek için, çocukların dünyasına girebilen, çocuğa göre yazabilecek sanatçı kişiliğine ihtiyaç vardır. Bu da yetmez. Engin bir İslâm kültürü, zengin bir kuyumcu sabır ve kabiliyeti de gerekir.   Bu konudaki çalışmalar, çocuğa İslâm’ı, ahlâk ve faziletleri sevdirecek, yaşadığı toplumda bulamadığı güzel şeyleri ona tanıtacak ve benimsetecek özelliklerde olmalıdır. Bundan sonra iş, teknik ve fizik kısma kalır ki, bu da ressam, grafiker ve yayıncının sanatkâr ve fedâkârca katkılarıyla tamamlanacaktır.     

Müslümanca çocuk edebiyatının ve çocuk yayınlarının sadece dinîbilgiler vermesi, dinî olayları anlatması veya bir İslâm kahramanını tanıtması gerekmez elbette. Zaten müslümanın hayatının dinî olanı, dinî olmayanı yoktur. Din, bütün hayatı kapsar. Edebiyatın konuları da aynı şekilde sınırlandırılamaz. Hayattaki her şey dinin de, edebiyatın da konusudur. Bizim burada vurguladığımız şey, yazacağımız, çocuklarımıza okutacağımız kitapların O Kitab’a ters düşmemesi, hatta Kitab’ı daha iyi anlamamızı sağlaması, O’nun kılavuzluğunda olması, O’nun nûruyla olaylara bakılabilmesi.  Müslümanın her yaptığı, İslâmî prensiplere uygun olmalıdır. Bir kitabın müslümanca olması, kitap okunduktan sonra çocuğun inanç, düşünce ve duygularına yaptığı etkiyle yakından ilgilidir. Vereceğimiz eserle çocuğun iç dünyasında doğuştan getirdiği dinî ilgileri, düşünce ve arzuları onu sıkmadan, usandırmadan çocuğun kendi dünyası içerisinde cevaplandırmalı, edebiyatın uçurucu sanat kanatları üzerinde onu hayal dünyasında mutlak hakikate doğru yolculuğa çıkarmalıyız.   

Çocuklara yönelik eserler gerçekten çocuğun psikolojik durumuna göre mi, yoksa pedagojik sorunlar nelerdir?

 

İstisnaları saymazsak, ister bizim insanlarımız, ister başkaları tarafından yazılmış olsun çocuklara yönelik eserler idealden çok uzakta. Hem psikolojik, hem pedagojik yönden aşılması gereken büyük problemlerimiz var. Önce şunu belirteyim ki, kadınlarla birlikte toplumda en çok istismar edilen, çok yönlü sömürülere hedef olan sınıfı teşkil ediyor çocuklar. Kapitalizm,  en çok bu gruplara hizmet götürüyor gözükürken, duygu yönleri kuvvetli olduğu ve dolayısıyla etkilenmelerinin kolaylığından ötürü çarkları arasına bunları alarak gücüne güç katmaktadır. Reklamlara, vitrinlere, çarşı ve pazarlara baktığınızda tüketimin bu iki kitleyi hedef aldığını kolaylıkla görürsünüz. Giyim kuşam, moda, eğlence, oyuncak sektörünün ne kadarı öncelikli ihtiyaç kapsamındadır, ne kadarı da israf ve lüks sayılabilir?

Gelelim çocuk edebiyatına...  Çocuk edebiyatı, çocuk kitabı, çocuk dergileri ve çocuk programı adına basılı, sesli ve görüntülü yayınların çokluğundan geçilmiyor. Şekil ve içerikte kalite arandığında, bu çokluk içinde yokluk sırıtıyor. Batı çocuk klasiklerinin dünya görüşü, dinî sembolleri, değerleri Batı sömürgeciliği ve ferdiyetçi felsefeyi yansıtan materyalist ve vahyi dışlayan anlayışları, yayılmacı zihniyeti ve yer yer de misyonerlik yönleriyle de değerlendirilmelidir. Sadece sanat ve edebiyat açısından değil; çocuklarımızda bırakacakları kültürel izler, yani getirdikleriyle birlikte götürdükleri müslümanca değerlendirilmeden bunların çocuklarımıza sunulması ne kadar doğru olur? Bu soruyu, çocuk psikolojisinin bulgularıyla, çocuğun benimseme ve taklide alabildiğine açık ve eleştirel okumaya hazır olmamasıyla ilgili gerçekler ışığında değerlendirmeliyiz.     

                   

Bizim klasiklerimize gelince... Tabii, önce bizim klasiklerimiz var mı? Olmalı, ama yok. Ama şu gerçek ki, çocuk edebiyatı için çok zengin bir mirasımız var. Kur’an ve İslâm tarihinin şanlı tabloları ve şifahi gelenekler başta olmak üzere kimini kullanmamışız, kimini de yozlaştırarak mirasyedi gibi çarçur etmişiz. Kur’an’a, sünnete, tarihimize, kültürel ve edebî mirasımıza, masallarımıza, ninnilerimize ilham kaynaklarımız olarak kuyumcu titizliğiyle, bilgin ve sanatkâr özellikleriyle yaklaşılsa... Ne mi olur? Neler olmaz ki... Batı klasiklerinin hemen hepsinin çocuklara yönelik yazılmadıklarını düşünürsek, büyükler için yazılan edebî ve kültürel değeri olan kitaplarımız çocuk yaş gruplarına göre yeniden yazılarak ve özetlenerek dil ve anlatımda çocuksu ölçülere dikkat edilerek çocuklara sunulabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir pedagojik husus, yeni yeni okumaya başlayan bir çocukla, sözgelimi 11-12 yaş grubu çocuklar için aynı kitabın farklı özellik, ilgi ve ihtiyaçların dikkate alınarak sunulmasıdır. Kapağından resimlerine, yazı ebat büyüklüğünden dil ve anlatım özelliklerine kadar çocukların eğilimlerinin nüansı gözetilmelidir.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir durum da şu: Batı çocuk klasiklerinin uyarlanması ve özetlenmesinde, bizim klasiklerimiz diyebileceğimiz (böyle demeyi arzuladığımız) şifahi ve yazılı halk edebiyatı ürünlerimizin güncelleştirilmesinde ve yine Kur’an kıssaları gibi Arapça’dan tercümelerde sanattan uzak bir anlatım, bozuk bir Türkçe ile karşı karşıya olmamız. Bunun yanlışlığı bir tarafa, edebiyattan arındırılan  ya da çocuksu olsun diye çocuktan  fazla çocuklaşarak edebî dil ve anlatımdan uzak yazılan bir kitabın çocuk edebiyatı sınıfına giremeyeceğinin ve çocuk edebiyatından beklenenleri sağlayamayacağının bilinmesi gerekir.

Çocuk edebiyatı ile uğraşan edebiyatçı ve sanatçı kimliğini öne çıkaran yazarlarımız ne derse desin, ben çocuk edebiyatını eğitim ağırlıklı düşünüyorum. Eğitici bir edebiyattan yanayım. Sanat için sanat anlayışını oldum olası sevemedim, araçla amacın birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çocuklarımıza sahip çıkma, onları başkalarına kaptırmamayı önceliyorum.

Düşünceme göre, uyarlanan, çocuksulaştırılan veya yeni yazılan çocuk edebiyatı türündeki eserlerde şu şartlar aranmalıdır:  

 

Her şeyden önce inancımıza zararlı olmaması, tam tersine, temel kültür ve inancımıza katkıda bulunacak yapıda olması ve bize ait kelime ve kavramları tanıtıp sevdirmesi.

Çocukların seviye ve ilgilerine dikkat edilip çocuksu eda ile, yaşlarının ve  yaş gruplarının dikkate alındığı bir dil ve ifâdeyle hazırlanması. Çocuk kitaplarının, çocukların yaşlarına göre kendi içinde de sınıflandırılacak özellik taşıması.

“Al beni”si olmalı. Estetik zevke, kaliteli basım ve malzemeye, okumayı kolaylaştıracak câzip,  güzel resim ve grafiklere sahip olması.

 

“Oku beni”si olmalı. Çocuğun ilgisini çekecek, kendisini mutlaka okutacak ve bitirtecek, çocuğa okuma alışkanlığı ve zevki verecek özelliklerde olması.

Edebî özellik taşıması. Türkçe'yi bozan değil; güzelleştiren, çocuğa ifâde gücü,  anlama ve anlatma becerileri kazandıran cinsten olması.

Salt hayal gücüne ve çocuğun serüvenden hoşlanan yönüne hitap eden, içi boş, özgül ağırlığı olmayan veya meşhur tabirle, iki gram şeker için iki yüz gram keçi boynuzu kemirtme   cinsinde değil; çocuğa eğitici katkısı olacak türde olması. Kitap, çocuğu eğlendirirken eğitmeli, duygularını geliştirmeli, yönlendirmeli. Cazgır gibi bağırarak değil; ama ince bir ustalıkla mesaj hissettirilmeli. 

 

 

Telif eserlerle tercüme eserler arasında ne gibi farklar var? Telif eserler çoğalabilir mi?

 

Tercüme eserler denilince Batı çocuk edebiyatı klasikleri akla gelmektedir. Toplumumuza, halkımızın inancına ve şifahi edebiyat geleneğimize bunca dayatmalara rağmen hâlâ sıcak gelen Doğu edebiyatından, Arapça ve Farsça’dan tercümeler yok gibidir. Batı klasiklerinin eleştirisini yaparak, getirdikleriyle beraber götürdüklerinden yukarıda bahsettim. İslâmî duyarlılıkları zedeleyici unsurlar taşıyan Batı çocuk klasikleri aynı zamanda egemen güçlerin politikalarının birer uzantısıdır. Hıristiyan dinine ait semboller, Batı mitolojisi ve efsaneler, egzotizmle üniversalizm çocuk klasiklerinin özellikleridir. Tanzimat'la birlikte, özellikle de cumhuriyetten sonra, çok zengin İslâmî mirasa ve Doğuya sırtlarını çeviren, gözlerini kapayan aydın ve yazarlarımız için tek kaynak kalıyordu: Batı. Batıda gelişen çocuk edebiyatı, farklı  toplum değerlerine rağmen, aynen tercüme edilmeye başlandı. Onlarca yayınevi, Batıda meşhur en küçük çocuk masalına kadar ne varsa Türkçe’ye  aktarma yarışına girişti. Çocuk yayınlarının bu tercümelerin tekelinde oluşması, çocuk edebiyatının Batı taklidinde oluşmasını sonuçlandırdı. Bu taklit, özgün eserlerin ortaya çıkmasını da engelledi. Bu klasiklerin büyük bir çoğunluğu, Türkçe’ye aktarılırken dil ve edebiyat zevki verecek özelliklere de sokulamadı. Sadece çocuklarımızın serüven ve hayal ilgileri tatmin edildi. Kaliteli alternatiflerin olmaması sonucu Batı değerleri ve hayranlığı yeni nesilde de kolaylıkla sağlanmış oluyordu. Telif eserler de bu çizgide ve bu taklitte sürdü. Hele çizgi roman türündeki Teksas, Tommiks cinsinden çocuk yayınlarının zararları faydasından çok büyük oldu. Çocuklarımız bu çizgi kitaplardan kaptıkları, okumaktan ziyade bakma, okuma tembelliği, düşünmeme kolaylığı ve kovboy kültürü virüslerini birbirlerine de kolaylıkla bulaştırdılar. Çocuğu birtakım haydut hikâyelerine ve mâcerâlara tutkun eden bu salgın, geleceğin fotoroman okuyucularını (pardon, bakıcılarını) ve televizyon tutsaklarını da hazırlamış oldu. Hiç bir fikir vermeyen, düşünce yerine magazini öne çıkartıp boş vermişlerin sayısını artıran, yazısından bol resimleri olan gazete ve dergiler de bu çizginin ürünleri.    

1980’lere kadar müslümanlar çocuk edebiyatına hiç mi hiç el at(a)madılar. Bizim çocuklarımız açısından bu boşluk keşfedilip yayıncılar tarafından bu bakir alana balıklama dalındı. Daha çok ticarî amaçlarla ilkesiz, programsız, zevksiz yayınlar, gelecekteki verimi ve alternatif özgün eserlerin müjdesini de geciktirmiş oldu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, son yıllarda bizim alanda önemli kıpırdanmalar gözlüyoruz. Orijinal telif eserlerimiz elbette çoğalacak. Kalite problemi tabii ki aşılacak. Aksini düşünmek çocuklarımızı göz göre göre kaybetmek, emânete ihânet etmek olacaktır ki, bunu kabullenmek istemiyoruz.                   

 

Şunu da unutmamalıyız: Çocuklarımız deneme ve yüklenme tahtası değil. Kur’an okuma,  namaz  sureleri  ezberleme,  ilmihal  bilgileri,  okul dersleri ve ödevleri, oyun, eğlenme, spor gibi ihmal edilmemesi gereken etkinlikler var. Boş zamanların önemli bir kısmı da istense de, istenmese de televizyona ayrılıyor. Çocuk klasiklerinin bir kısmı Batıda bile devrini kapamış, zamana karşı direncini yitirmiş görünüyor. Modern yaşam, bilgisayar oyunlarıyla, televizyon programlarıyla kitap kültürünü, okumayı, düşünmeyi dinamitledi. Zamanın kıymeti daha da arttı. Parasına kıyabilenlere yüzlerce değil, binlerce kitap görücüye ve alıcıya çıkmış durumda. Seçmek de kolay değil. Öncelik hangi kitaplara verilmeli? Klasikler ilk sıralara girerse,  bizim kitaplarımıza, Kur’an’a sıra gelir mi, ne zaman gelir? Bunun için okumaya ve okutmaya, önemli değil; en önemli kitaplardan başlamak gerekiyor.

Dağ köyünde kapalı bir hayat geçiren bir çobanın, en lezzetli gıda olarak soğanı, soğanın cücüğünü göstermesi gibi, Kur’an’ı dil, ifâde ve edebî özellik ve güzellikleriyle de tanımayan bir edebiyatçının, duygu, fikir ve dil terbiyesi için en doyurucu gıda olarak Batı klasiklerini göstermesi kaçınılmazdır. Kur’an’ın edebî üstünlüğü de mûcize yönlerinden biridir. O Kitab, kendine samimi olarak yönelen her kültür ve her yaştan insana, kapasitelerine göre hazinelerini sunar. O rahmet çeşmesinden insanlar kaplarının büyüklüğü oranında yararlanırlar. Demek istiyorum ki çocuklara da, edebiyat alanında da en güzel kelâm, Allah’ın kelâmıdır. O’na yönelmesini bilmeyenler, çocuk edebiyatında da O’ndan yararlanamayanlar suçu kendilerinde aramalıdır. Rasûlüllah, çevresinde bir çocuk konuşmaya  başlar başlamaz imana dair kısa Kur’an âyetlerini tekrarlatarak ezberletirdi. Sahâbe de o yolda yürümüştür. Çocukla, çocuk edebiyatı ile uğraşanlara duyrulur. Çocuk doğar doğmaz, isim koyma aşamasında çocuğun kulağına ezan okunması da, çocuğun hangi atmosfer içinde hayata hazırlanması, hangi mesaja muhatap olması gerektiğinin ipuçlarını sunar. Ezanın anlamı ve okunuşundaki sanat yönü değerlendirilmeli, mesajın içeriği ve sunulma biçiminin ne zaman ve ne yönde başlaması gerektiği müslüman çocuk edebiyatçıları için çıkış noktası olmalıdır diye düşünüyorum.          

 

 

Çocuk edebiyatı neden gündeme az geliyor?

 

İnsanımız, bu konunun bilincinde olmadığından. “Oku” diye başlayan bir mesajın muhatapları ve mensuplarının okumaya önem vermediklerinden çocuk edebiyatı gündemimizde ön sıralarda yer almıyor. Geçim sıkıntısı arasında, maddeci dünyevî değerlerin ağır basması sonunda çocuklarımızla yeterli ilgilenmeyip, onları ihmal kurbanları yapmaktan, boş vermişlikten, kolaycılıktan, emânetlerin hukukuna riâyetsizlikten. Buna benzer olumsuz özellikleri çoğaltmak mümkün. Sayacağımız bütün özelliklerin hiç biri mazeret değil, bunu belirtmek istiyorum. 

 

Çocuk kitaplarına verilen değer, çocuğa ve kitaba verilen değerin ölçüsünü teşkil eder desek abartılı olmaz sanırım. Kitaplı toplumun, sadece Allah’a kulluk yapma ve geleceğini asr-ı saâdete dönüştürme bilincine sahip kişilerin, çocukları ihmal etmesi veya savunmasızca câhiliyyeye teslim etmesi mümkün değildir diye düşünüyorum.    

 

 

İnançlı anne ve babalara bu konuda düşen görevler nelerdir?

 

Bu konuda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyoruz dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı. Bizse âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; bizse kız erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; bizse daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban mı ediyoruz çocuklarımızı? Her anne baba bu soruları kendine sorup cevabını vicdanından almadan görevlerini hatırlaması zor diye düşünüyorum.  Çocukların yarın anne babaya şefaatçi olması mümkün olduğu gibi; ebeveyninin yakalarından yapışıp kendi azaplarının iki mislinin onlara verilmesini istemeleri de mümkün. Hatta, yakalarına dünyada yapışmaları da.

Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi aslî görevinde onlardan yardım beklemek, aslî görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Anne babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevî ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk kaçkınlığı fışkırmaktadır bu anlayışta.        

 

Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali görev açısından yeterli değil elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçilmesi gereği önemsenmelidir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Çocuk sevgisi diye anne babalar olarak çocukları birilerine sipariş edip, maddî ihtiyaçlarını gidererek görevimizi tamamladığımızı zannediyoruz. Hatta bazılarımız, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun dil ve edebiyat zevkine sahip olmasını, duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Çocuklarımızın önüne koyduğumuz şeyler, çocukken bizim sahip olamadığımız şeyler. Kendi çocukluğumuzda gerçekleştiremediğimiz şeyleri ve hedefleri çocuklarımızda görme isteği de gösteriyor ki, aslında çocuğumuzdan çok kendimizi, işimizi, geçimimizi düşünüp seviyoruz. Sevmeden hiç bir şey olmaz!

 

 

      Ahmed Kalkan ile Röportaj

   (Vuslat Dergisi, Sayı 28, Ekim 2003) 

                                                                                                                                                                            

Vuslat: Hocam, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız, Ahmed Kalkan kimdir?

Bismillâh. "Ahmed Kalkan, kim midir?" On sekiz bin olduğu rivâyet edilen âlemlerden biri olan, yedi gökten birinci kat semâyı oluşturan evrenin parçasında, iki yüz milyar galaksiden biri olan, ismine Samanyolu galaksisi denilen ve bir milyon dört yüz bin yerküre büyüklüğündeki güneşimiz gibi içinde iki yüz milyon yıldız barındıran galaksimizin içinde denizde damla gibi duran dünya denilen yuvarlakta milyonlarca canlı çeşidinden biri olan insan adlı varlığın, Hz. Âdem'den bu yana yaşamış koca bir zaman dilimindeki insan nesli/seli içinde, 21. yüzyılda yaşayan 7 milyar insandan biri. Bu kadar küçük, basit ve önemsiz birisi Ahmed Kalkan. Buna rağmen Allah'ın, kendisini kulluğa kabul ettiği; ümitleri, beklentileri, hayalleri hiç de küçük olmayan, kullardan bir kul, bir abdullah. Kimliği; bir müslüman.

   

1955 yılında Kütahya'da doğdu. İlkokuldan sonra hâfızlık ve Arapça eğitimi aldı. Konya İmam Hatip Lisesi (1974), At. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (1978) mezunu. 1979-1983 yıllarında Sakarya Karasu'da Edebiyat öğretmenliği yaptı. Belki, Türkiye'de en kısa zamanda görev yaptığı şehirden ilçeye sürülen öğretmen olma sıfatına sahip oldu. Tâyin olduğu Adapazarı lisesine ilk gittiğinde, müdür odasında müdür vekili olan bayan baş muâvin tarafından karşılandı. "Hoş geldiniz" diyerek uzatılan eli, bayan eli diye sıkmadığının cezasını çekti. "Uzatılan eli, haram olduğu için,  erkekle kadının tokalaşmasının câiz olmadığına inandığı için tokalaşamayacağının mâzur görülmesini rica ettiğini" söyledi. Sen misin bunu yapan? Yaklaşık otuz saniye kadar bekledikten sonra, "derslere girmenize gerek yok, birkaç gün gezip eğlenin!" denildi. Ve ilâve edildi: "Din Dersi öğretmeni bile sakınca görmüyor da..." diye. Uygun şekilde cevap verdi. Göreve başladığı halde derslere giremediği okuldan bir hafta sonra Karasu ilçesindeki liseye tayininin çıktığı (sürüldüğü) söylendi. Başlarken bile ortaya çıkan öğretmenliğin memurluk tarafını hiç mi hiç sevemedi. Öğretmenliği sırasında "Atatürk'ün cenâze namazının hangi câmide kılındığını bilmiyorum" sözü gerekçe gösterilerek laikliğe aykırı tutum ve tavırlarından dolayı bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. (Lâf aramızda, hâlâ hangi câmide kılındığını bilemediğinden, suç işlemeye devam ediyor.) Kendi isteği ile memurluktan istifa ettikten sonra fahrî ve özgür öğretmenliğini yaşadığı ve hasta olmadığı sürece sürdürmeye çalıştı. Öğrencilik yıllarında memleketi dışında, Afyon, İstanbul, İzmir, Konya ve Erzurum adlı şehirlerin her birinde yıllar geçirdi. Türkiye'nin dörtte üçünü, dünyanın da sadece 23 ülkesini genç yaşlarında gezip gördü. Daha çok Fransa ve Hollanda'da olmak üzere sekiz yıl Avrupa'da kalıp cemaat çalışmaları ve serbest öğretmenlik yaptı.

Avrupa'da kaldığı yıllar bir arkadaşı ile 21 sayı süren Kıyam adlı bir dergi çıkardı. Yazıları, bu derginin yanı sıra, Avrupa'da Hicret, Tebliğ, Haksöz, Yeryüzü gibi dergilerde yayımlandı. İlk sayısından itibaren Vuslat dergisi yazarlarından olan Ahmed Kalkan, Yurt FM adlı radyoda programlar yaptı, halen Marmara bölgesine yayın yapan Özel FM'de Kur'an Kavramları adlı programını sürdürmektedir.

1992 yılından bu yana İstanbul'da bir vakıfta görev yapmakta ve fahrî öğretmenliğini sürdürmekte olan Kalkan, 1998'den beri konulu tefsir çalışması olarak Kur'an Kavramları üzerinde çalışmaktadır. İleride Kavram Tefsiri adıyla yayımlatmayı düşündüğü bu kapsamlı çalışma, aynı zamanda çalıştığı vakıfta ders olarak da sunulmaktadır.

      

Evli ve (6-2=) dört çocuk babası olan Kalkan'ın yayımlanmış üç eseri vardır. Sanat Bilinci (Denge Y. İst. 1993, 1997), Evlilik ve Aile Hayatı (Konya, 1999), İslâm Akaidi (İst. 2002). 

Bu, başlangıcı biraz bilimsel ve fikirsel, devamı da biraz resmî tanıtmadan sonra, onun dünyasını biraz daha deşelim isterseniz: Bakmayın onun kendini fahrî öğretmen diye tanıtmasına, başkalarının da ona hoca demesine. Aslında onun mesleği öğrencilik. Öğretmenlik gibi onu da ne kadar becerebiliyor, o da tartışılabilir. Hayatı boyunca da bu meslekten ayrılmak istemiyor Ahmed Kalkan. O, bir Kur'an talebesi olmaya çalışıyor, zirvesi "canlı Kur'an" olan "hamele-i Kur'an" dağına tırmanma çabasını ölünceye dek sürdürmeyi düşünüyor. Kur'an'ı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor; okumaları ve yazmaları, konu ve konuşmalarının gerekçesi bu. Yaratılış amacının Allah'a kulluk, kulluğun yolunun da Kur'an'da çizildiğini unutmamaya çalışıyor (ama arada-sırada da unutuyor). Sekiz ameliyat geçiren ve gece-gündüz sürekli ağrılarla imtihan olan bedenini, bu gayret ayakta tutuyor. O düşünüyor ki, doktorluğa soyunanların hasta olmaya hakları yoktur. Başka hastalarla uğraşmak, onun derdini unutturacak ve hoşlanmadığı şey, hayır olabilecektir.

Ağrılarının müsâade ettiği zamanlarda, çevresindekiler onu ya bir kitabın sayfaları arasında kaybolmuş veya bilgisayar başında yazarken kendini bulmuş görürler. Kimilerinin zannettiğinin aksine, çok konuşmayı sevmez; sevmez ama, mecbur olduğunu düşünerek bazen çok konuştuğu da olmaz değil. İçindeki sancıların dışına aksetmemesine çalışır, güleryüzlü olmanın şükreden bir kul olmak için asgarî bir şart olduğunu, aksinin bunca nimete nankörlük kadar, kul hakkını çiğnemeye de girdiğini düşünür. Zaafları sayılamayacak kadar çok olduğu için onları sıralamaya gücü yetmez. Rabbi ile kendi arasında kalmasını, O'nun da yok saymasını diler. Eh, bu kadar tanıtma da yeter. (İnsanın kendinden bahsetmesi, gerçekten zor. Bu zorluğu kısmen kolaylaştırmanın yolu olarak, birinci tekil yerine üçüncü tekil şahıs zamiri kullanmak da biraz yazar kurnazlığı olsa gerek.)     

  

Vuslat: Hocam, dünyada çok sıcak gelişmeler yaşanıyor. 11 Eylül hâdisesinden hemen sonra ABD, bu olayı bahane ederek önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgal etti. Müslüman devletler ve toplumlar, sizce gerekli tepkiyi verdiler mi? Meselâ, İslâm Konferansı Örgütü, Arap Birliği gibi müslümanların iç örgütlenmeler ve Birleşmiş Milletler gibi dış teşkilatlar nezdinde sizce Müslümanlar gerekli girişimde bulunup bu teşkilatlar aracılığıyla kamuoyunu harekete geçirebilmek için gerekli çabayı sarfettiler mi? Sarfetmedilerse, sizce bunun nedenleri nelerdir?

Sorunuzu cümle cümle cevaplamaya çalışayım: "Dünyada çok sıcak gelişmeler yaşanıyor" diyorsunuz. "Ne zaman yaşanmadı ki?" diye karşı soru ile cevaplayayım. Dünyada insanın sınavı başladığı günden beri sıcak gelişmeler olmakta. Hak-bâtıl savaşı da denilebilir buna. Kur'an bu gerçeğe şöyle ışık tutar: "...Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler..." (2/Bakara, 217). Bu savaşın cepheleri de Kur'an aynasında çok nettir: "Mü'minler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (4/Nisâ, 76). "Bir bahâne bularak ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgal ettiğini" sorunuzda dile getiriyorsunuz. Bana göre ABD'nin işgali yeni olmadığı, bu bahâneden çok öncelere uzandığı gibi, işgal ettiği ülkeler de sayılan iki ülke ile sınırlı değil. Ordu ile fiilî işgaller hem pahalıya mal olduğu, hem de çok tepki topladığından istenilen uzunlukta sürmez.  Göreceksiniz, işgal gücü olarak orada kalmaktansa, piyonlarını işbaşına geçirip işgal ettiği ülkelerden çıkar gibi yapacaklar; sahte kurtarıcılar çıkacak, halk da sevinecek. Ama, uzaktan kumanda ile postmodern işgal sürecek. Bu, hemen her Ortadoğu ülkesinin başına gelen eski(meyen) senaryo.

Esas işgaller silâhsız güçlerle yapılan işgallerdir. Sömürü ile, yönetim tarzı ile, film endüstrisi ile, dayatılarak değil sevdirilerek mecbur edilen İngilizce ve kültürü ile, dostu düşman düşmanı dost ettirme ile, kendisine benzeterek, daha doğrusu kendisine bağımlı hale getirip köleleştirerek yapılan işgaller, sadece bu iki ülkeyi değil; müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkeleri kapsıyor. Esas işgal toprakların işgali değil; kafaların ve gönüllerin işgalidir. Allah'ın abdi/kulu olduğunu unutup ABD'nin abdi olmayı tercih etmektir.

"Müslüman devletler ve toplumlar, sizce gerekli tepkiyi verdiler mi?" Kim onlar? Var mı böyle devlet ve toplum? "Müslüman devlet" tanımını "müslüman devlet" zannedilen devletler bırakın kabul etmeyi, anayasal suç sayarlar. Bölücülük ve dincilik yapıldığı, devleti dinin kurallarına uydurmaya çalıştığı gerekçesiyle bu sıfat tamlamasını kullanan hakkında cezâî işlem yaparlar. Hangi ülkeden mi bahsediyorum. Müslümanların yaşadığı tüm ülkelerden. Birey olarak bazı müslümanca tavırlar taşımasına rağmen, toplumlar İslâm toplumu olmaktan çok uzaktır bu ülkelerde. Acı da olsa, içinde kendimizin de yaşadığı (buna yaşamak denirse) toplum da dâhil olmak üzere "câhiliyye toplumu"dur toplumlar. Toplumların yönetimleri, eğitimleri, günlük yaşayış ve dünyaya bakışları, ahlâk(sızlık)ları, kısaca dışa yansıyan her şeyleri câhiliyye özelliği ile izah edilebilir ancak. İçte sakladıkları iman mıdır, imansa şirke karışmış inanç kirliliği midir, o konu ayrı bir husus. Tek tek tanımadığımız bireylerin imanını test edip teslîm veya tekfîr bize düşmez. Evet, câhilî devlet ve toplumların zâlimlere gerekli tepkiyi gösterebilecekleri beklenmemelidir. Müslüman zannedilen devletlerin, Amerika denilen İsrail'in sömürgesi süper cüce devlete, yöneticileri resmen kâfir olan Batı ülkeleri kadar bile karşı çık(a)madıkları, dilleriyle bile tepki göstermedikleri hiç sürpriz değil! Devlet olarak müstemleke, toplum olarak köle durumundakilerden başka ne beklenir ki! Onlar, güzelim torununun değil; dede Abdülmuttalib'in izinde. Irak'tan ve diğer ülkelerden onlara ne? Onlar paralarının, maaşlarının derdinde; koltuklarının, rahatlarının (yani develerinin) peşinde...

"Arap Birliği ve İslâm konferansı gibi iç örgütlenmeler nezdinde kamuoyu oluşturulabilmiş ve yeterli girişimlerde bulunulmuş mudur?" Cevabı, kısmen yukarıdaki cümlelerin içinde var. Yine de kısaca değineyim: Biri nasyonalist anlamında milliyetçi, daha doğrusu ulusalcı, diğeri de İslâm'a iftira ve istismar olarak aziz dinimizin adını kirleten örgütler, ne kadar İslâm'a, hatta müslümana atfedilebilir?

Kur'an okunarak başlanmasından başka İslâm'la hiçbir ilgisi olmadığı söylenebilecek baraj kapağı görevi yapan, sanal, göstermelik ve sadece "konferans" iddiasından ibâret renksiz, ya da renk cümbüşü, alaca bir örgüt. Bunlar mı çözecek müslümanların problemlerini. Bugüne kadar çözebildiği tek sorun oldu mu ki, bu sorunun çözümü onlardan beklensin.  "Birleşmiş Milletler gibi dış teşkilatlar aracılığıyla çözüm arayışı" müslümanların içler acısı durumunu ortaya koymaya yetiyor. Kurdun kuzulara saldırısına çözüm bulsun diye kurtlar sürüsünden medet ummak kadar acı bir şey olmasa gerek. Bir leş miş milletlerden yarar uman da bir leş olmaya adaydır desek ağır mı olur acaba?   

             

Vuslat: Hocam, siz eski bir öğretmensiniz ve eğitimle hâlâ yakından ilgilisiniz. Biraz da yeni eğitim sezonunun başlaması nedeniyle hepimizi ilgilendiren okullarımızdan konuşalım. Türkiye’de yaz-boz tahtasına çevrilmiş bir eğitim sistemi önümüzde duruyor. Her siyasî parti iktidara geldiğinde birtakım siyasî mülâhazalarla eğitime müdahale ediyor. Bu da, toplumun temel dinamiği genç kuşaklar açısından ele alındığında, sağlıklı ve nitelikli insan yetişmesine engel oluyor. Sizce bugün eğitim alanında yapılması gerekenler nelerdir? Sorumlu bir anne baba olarak eğitimin ortaya çıkarttığı sakıncalardan çocuklar nasıl korunabilir?

Eğitim, başlı başına kitaplık, hatta kütüphanelik bir konu. Hele Kitapsız eğitim... Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Halbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır.  Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Besmele ile başlamak bile yasaktır derse, Es-selâm'la sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rablığı) Allah'a hiç dayandırmadığından;  yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı. Hak-bâtıl mücâdelesi değil; savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir, ahlâkın da uygulanması değil, sadece bilgisi önemlidir bu zihniyete göre.

Allah'ın yazdığını önemsemeyen topluma, yazıp bozanlar alın yazısıdır. Ebediyyen silinme ihtiyacı hissedilmeyecek, bozulmayacak yazıyı hatasız Zât yazabilir ancak. Yazıp bozmak insana aittir. Okullarda da yazı tahtası vardır, Ali yazsın, Veli bozsun/silsin diye. Peki, öyleyse niye yaz-boz tahtasına döndü eğitim diye şikâyet ediliyor? "Ne yapmalı?" sorusu yukarıdaki teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov." (33/Ahzâb, 66-68)      

Vuslat: Hocam, belki geç kalınmış bir soru ama, nihâyetinde üç ayların içerisindeyiz. Bu konuda halkımızın üç aylar denilen Receb, Şaban ve Ramazan aylarına hasrettikleri kimi ibâdetler var. Bunların İslâm kaynaklarındaki yeri nedir?

 

Nice müslüman, dinlerini temiz kaynaktan öğreneceklerine, bulanık ve karışık eser ya da sözleri tercih ettiklerinden; hakla bâtıl, doğru ile yanlış, ibâdet ile bid'at karışmış; ucuzcu, kolaycı, kestirmeden cennet vaad eden anlayışları din yerine koymuştur. Üç aylar hakkında önce sahih hadislere bakalım; sonra da uydurmalara: 

İbn Abbâs (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Receb ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz, ‘(gâliba) hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak)’ derdik. (Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, ‘(gâliba) hiç tutmayacak’ derdik.” (Buhârî, Savm 53; Müslim, Sıyâm 179, hadis no: 1157; Ebû Dâvud, Savm 55, h. no: 2430)

Âişe (r.a.)anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bazen) oruca öyle devam ederdi ki, ‘(bu ay) hiç yemeyecek’ derdik. Bazen de öyle devamlı yerdi ki, ‘(bu ay) hiç tutmayacak’ derdik. Ben, onun Ramazan dışında bir ayı tam olarak tuttuğunu görmedim. Herhangi bir aydan Şâban ayında tuttuğundan daha fazla tuttuğunu da görmedim.” (Buhârî, Savm 52; Müslim, Sıyâm 175, hadis no: 1156; Ebû Dâvud, Savm 56, 59, h. no: 2431, 2434; Tirmizî, Savm 37, h. no: 736; Nesâî, Savm 70; Muvattâ, Sıyâm 56)

Peygamberimiz; “Şa’bân ayında oruç tutmanın çok fazîletli olduğunu” (Tirmizî, Zekât 28, hadis no: 663; Nesâî, Savm 70) bildirmiştir.

Özellikle üç aylar denilen Receb, Şâban ve Ramazan ayının tüm günlerini peş peşe oruçlu geçirmek sünnette olmayan, sonradan uydurulmuş bir davranış biçimidir. Bazı insanların önemli bir sünnet gibi Receb ve Şâban ayının tümünü oruçla geçirerek oruç aylarını üçe çıkarmaları doğru değildir. Bunun yanında, Receb ve Şâban ayının bazı günlerinde oruç tutup bazı günlerini oruçsuz geçirmek çok daha fazîletlidir. Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın Şâban ve Ramazan dışında iki ayı peş peşe tam olarak oruçla geçirdiğini görmedim.” (Tirmizî, Savm 37, hadis no: 736; Ebû Dâvud, Savm 11, hadis no: 2335; Nesâî, Savm 70). Buhârî ve Müslim başta olmak üzere çoğu hadis kitaplarında yer alan hadise göre ise, Âişe annemiz, Rasûlullah (s.a.s.)'ın Ramazan dışında bir ayı tam olarak oruçlu geçirdiğini görmediğini söylemiş, buna rağmen başka aylarda tutmadığı kadar Şâban ayında nâfile oruç tuttuğuna şâhit olduğunu belirtmiştir.

Ramazan ayını karşılamak için, bir-iki gün önceden oruca başlamak da doğru değildir. Bu, hıristiyanların farz oruca yaptığı ilâvelere benzer. “Sizden kimse, Ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamasın. Eğer bir kimse, önceden oruç tutmakta idiyse, orucunu tutmaya devam etsin.” (Buhârî, Savm 14; Müslim, Savm 21, h. no: 1082; Ebû Dâvud, Savm 11, h. no: 2335; Tirmizî, Savm 2, h. no: 684; Nesâî, Savm 31, 32)

Üç tanesi Receb ve Şa'ban ayında değerlendirilen "kandil gecesi" denilen geceler ve o gecelerde yapılan özel nâfile namazlarla ilgili bütün hadis rivâyetleri uydurmadır. Asr-ı saâdette bu gecelerde, bu geceye has özel namaz kılınması bir tarafa, Kadir gecesi dışında bunlar kutlanılmıyordu bile (kandil yoktu ki gecesi olsun; hoş, şimdi de kandil yok; artık ampul gecesi, floresans gecesi denmeli).

İnsanlar, Allah'ın gönderdiği dini tahrif etmeden yaşamayı değil de; kolay yoldan Cennete gidivermeyi, bir-iki gece nâfile namazla, bir-iki geceyi ihyâ ile tüm senenin ibâdetlerini unutturuvereceklerini düşünüyorlar. Bir dahaki seneye kadar da yine câhilî hayatlarına devam edip sonraki kandil geceleriyle işi halletmeyi hedefliyorlar. Bu konuda nice yarım hoca da, bu yanlışa ortak oluyor, hatta böyle tahrif edilerek basitleşmiş din anlayışını, bol keseden sevap ve ucuz cennet vaadini onlar icat ediyorlar. Bu konuda vâizlerin dilinden düşmeyen, Peygamber hadisi diye takdim edildiği halde uydurma olduğu kesin bazı rivâyetleri hatırlatalım:  

“Gecelerin en büyüğü dörttür: Recep ayının ilk gecesi, Şa’bân ayının on beşinci gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı geceleri.”

 “Cennette Receb adında, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı bir nehir vardır. Kim Receb ayında bir gün oruç tutarsa Allah (c.c.) onu bu nehirden sulayacaktır.”

“Receb ayının ilk gecesinde on rekât namaz kılınır. Her rekâtta Fâtiha, Kâfirûn ve üç İhlâs okunur.”

“Receb ümmetimin ayıdır. Onun diğer aylardan üstünlüğü, ümmetimin diğer ümmetlerden üstünlüğü gibidir. Şâbân benim ayımdır. Onun diğer aylardan üstünlüğü benim diğer peygamberlerden üstünlüğüm gibidir. Ramazan Allah’ın ayıdır. Onun üstünlüğü ise Allah’ın, mahlûkatı üzerine üstünlüğü gibidir.”

"Reğâib namazı on iki rekâttır. Receb ayının ilk Perşembe günü oruç tutulur. O gün akşamla yatsı arasında on iki rekât namaz kılınır. Her iki rekâtta selâm verilir. Her rekâtta Fâtiha'dan sonra üç defa Kadir Sûresi ve on iki defa da İhlâs okunur. Namazdan sonra şu salevât okunur: 'Allahumme salli alâ Muhammedini'n-Nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.'  Sonra secdeye varır ve yetmiş kerre 'Sübbûhun Kuddûsun Rabbu'l-melâikeh' der. Başını secdeden kaldırır ve şöyle duâ eder: 'Ey Rabbim, beni affet, bana acı. Bildiğin hatalarımı bağışla. Çünkü Sen çok güçlü ve kerem sahibisin.' Tekrar secdeye varır. Tesbihi tekrarlar ve secdede iken Allah'tan ihtiyacını ister. Tesbihi tekrarlar ve secdede iken Allah'tan ihtiyacını ister. Böyle yaparsa inşaallah isteği yerine gelir."

"Receb ayının ilk Cuma gecesi olan Reğâib gecesinde kılınan namazdan sakın gaflet etmeyin. Kim o gecede namaz kılarsa, Allah (c.c.) ve melekleri ertesi yıla kadar ona rahmet ve duâda bulunur. O kişi dünyada İslâm ile yaşar, iman ile buradan ayrılır ve kıyâmette iyilerle beraber haşrolur.

"Kim Receb ayının bir gecesinde, akşam namazından sonra, yirmi rekât namaz kılar, her rekâtta Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okur ve on selâmda bu namazı edâ ederse, Allah o kimseyi, âilesi ve yakınlarını belâ ve musîbetlerden korur."

"Miraç namazı, Receb ayının yirmi yedinci gecesi Fâtiha ve İhlâs Sûresi ile on iki rekât olarak kılınır. Sonra, yüz kere 'Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber', yüz kere istiğfâr ve yüz kere salevât-ı şerîfe okunur. Sonra da kişi kendisi için duâ eder ve oruçlu olarak sabahlar." 

"Kim, Berat gecesinde yüz rekât namaz kılar, her rekâtta Fâtiha ve on beş kerre İhlâs sûresi okursa, Allah Teâlâ, onun üzerine beş yüz bin melek indirir. Her melekte nurdan bir defter vardır. Kıyâmete kadar onun sevâbını yazarlar."

“Allah (c.c.) Ramazan ayının ilk günü sabahında, hiçbir müslümanı bırakmadan hepsini mağfiret eder.”

Tekrar belirtelim; örnek olarak verdiğimiz bu on rivâyet ve benzerleri, hadis değil, uydurmadır. Daha bunlar gibi nice uydurmalar Peygamberimiz'e, dolayısıyla Din'e iftirâ edilerek sevap niyetiyle cehenneme minder taşınmakta, tamamlanmış Din'e ilâve ibâdetler eklenerek bid'at ihdâs edilmektedir. 

 

Vuslat: Halkın bu tarz dinî algıları boşa çıkartılırsa, zaten her geçen gün dinin etkisini üzerinde hissetmeyen insan tipiyle karşılaşıyoruz. Peki, bunun yerine dinî olanı nasıl vereceğiz?

Bu yaklaşım, Peygamberimiz "her bid'at, insanı ateşe sürükleyen dalâlettir" dediği halde, tarihte bid'atleri ikiye ayırıp bazılarını bid'at-i hasene yakıştırması ile kutsayan bir anlayıştır. ‘Bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir. Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at, Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attir; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cum'a 43, h. no: 867; Ebû Dâvûd, Sünnet, h. no: 4606; İbn Mâce, Mukaddime 7, h. no: 45-46; Nesâî, Iydeyn 22) “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, infâkını (hayır yoluna harcamasını), şâhitliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” (İbn Mâce, Mukaddime 7, h. no: 49)

         Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır (5/Mâide, 3). Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.

Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur.  Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi  yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak  amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın, olmayan  eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki, hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.   

‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atın sınırlarını kim ve nasıl çizecek?  Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Her grup, kendi görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler (Geniş bilgi için bk. Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 87-91).

Bu açıklamadan sonra, sorunuzun cevabına geçebiliriz: "Halkın bu tarz dinî algıları boşa çıkartılırsa, dinin etkisini pek az hisseden insan tipine, dinî olanı nasıl vereceğiz?" Din, Din'in istediği şekilde verilmediği, bid'at ve hurâfeden arındırılmadığı, hakka bâtılın karıştırıldığı, hakkın ketmedildiği, halk veya yönetimin yanlış din anlayışına karşı çıkılamadığı için tebliğin bereketi olmuyor. Din adına neyi vereceğimizi bildiren Din, nasıl vereceğimizi de bize açıklar. Kur'an okumayan, sahih Sünnetle ilgisi olmayan kimseler, iyi niyetle de olsa, Dine, topluma ve kendine zarar verirler. Kaş yaparken göz çıkarmak buna denir. Yarım hoca olup din yapmak adına din yıkmak, Dini Kur'an ve Sünnet çizgisi dışına çıkartmak ya da çıkaranlara duyarsız kalmakla olmaktadır.    

Vuslat: Son olarak okuyucularımıza herhangi bir mesajınız var mı?

Yaratıcımız Allah’ın ve önderimiz Rasûlullah’ın ölümsüz mesajları varken, benim mesajım kaç para eder? Mesaj isteyen Kur’an’ın hazinelerine mürâcaat etsin. Bireysel ve toplumsal, maddî ve mânevî, siyâsî ve her türlü sorunun çözümü, dünya ve âhiretin güzelliklerine götüren yol, yani sırât-ı müstakîm ve hidâyet Kur’an’dadır. Mesajım; esas mesaja havâle etmek olacak. Zâten tebliğciler bir trafik görevlisidir; tehlikeyi, kırmızı ışıkları gösterip yasaklar ve yeşil ışığı, doğru yolu işaret edip gösterirler. Tek yol: Kur'an yolu ise, şimdi iniyor gibi Ramazan'da, öncesinde ve sonrasında haydi Kur'an'a; O'nu okumaya, inanmaya, anlamaya, yaşamaya, hayata geçirmek için gayrete... Ey iman edenler, (gereği gibi ve yeniden) iman edin! Ey oruç tutanlar (tuttuğunu zannedenler), gereği gibi oruç tutun! Ey Kitabım Kur'an diyenler, Kitabınıza sarılın! 

MÜSLÜMANIN AKAİDİ KİTABI VESİLESİYLE

ARAŞTIRMACI YAZAR AHMED KALKAN’LA RÖPORTAJ

Vuslat: Hocam, uzun süredir beklenen Müslümanın Akaidi kitabınız piyasaya çıktı. Niye bir akaid kitabı yazma gereği duydunuz?

Ahmed Kalkan: Bismillâhirrahmânirrahîm. Daha önce üç kez özel olarak basılan bu kitap, uzun zamandır piyasada yoktu. Kitapçı vitrin ve raflarına hiç girmemiş, Anadolu’ya da gitmemişti. Ancak cemaat çalışması yapan bazı çevrelere ve nasılsa duyan kişilere ulaşabilmişti. Buna rağmen Rabbimize hamdolsun kısa sürede kendi kendini tanıttı ve sorulmaya, aranmaya başlandı. Dördüncü baskısı, normal baskı adedinin iki katı basılarak Rağbet yayınları tarafından piyasaya sürüldü. Kitabın piyasaya çıkmasından bu güne bir aydan daha kısa bir zaman geçmesine rağmen kitabın bu yeni baskısının da bitmek üzere olduğunu öğrendim. Bu, bizi elbette sevindirmektedir. Yanlış anlaşılmasın; bu iltifatın şahsımıza değil; temel inanç esaslarımıza ve kitaba gösteriliyor olmasıdır sevincimizin esas sebebi.

      

“Niye bir Akaid kitabı” sorusuna şöyle cevap vereyim: Bize göre, bugün için en büyük eksiklik ve yanlışlıklar İslâm inanç esaslarıyla insanımızın ilişkisidir. Halkın, çok sevdiği(ni söylediği) dinini, İslâm’ın esaslarını bilmediği; neye, nasıl ve niçin inanması ve güvenmesi gerektiğini değerlendiremediği içindir tüm bireysel, ekonomik, sosyal ve hatta siyasal problemler. Bu ülkedeki nice insanın İslâm’dan, onun hayat verici dinamizminden uzaklaşması da yine aynı sebebe dayanmaktadır. “Müslümanım” diyen nice kimsenin zavallılığının, İslâm düşmanı nicelerin de gaflet ve ihânetlerinin, kendilerine ve çevrelerine verdikleri zararın sebebi de aynı: Tevhid dini İslâm’ın inanç esaslarını doğru bir şekilde bilmemek, o ilkelere inanmamak. Allah’ı, Peygamber’i yeterince tanımayan insanların papa hayranı, top kafalı veya pop düşkünü olması, ya da (ve de) zâlim tâğutlara sevgi besleyip onlar tarafından ezilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Hırsızlığın artması, hortumculuğun mârifet, hile ve kandırmanın kahramanlık sayılması gibi buzdağının gözüken üstü de hep inanç kirliliğini yansıtmaktadır. Onun için inançlar düzelmeden ve yeterlilik kazanmadan ahlâkın da, sokağın ve evin de düzelmesi mümkün değildir.

Vuslat: Ahlâkın düzelmesi, yönetimin düzelmesi, toplumun düzelmesi hep inancın düzelmesine bağlıdır; bu da öncelikle İslâm akaidinin doğru biçimde bilinmesine bağlıdır mı demek istiyorsunuz? 

  

Ahmed Kalkan: Evet. Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında hem ilimsizlik ve hem de bozuk inanç anlamında cehâlet ve câhiliyye vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Unutmayalım ki, Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Resmî, askerî ve sivil hâkim güçler tarafından; ekonomi, eğitim, iletişim gibi her taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.

Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir. Kabul ve reddedilmesi gereken bu inanç esaslarını öğreten ilim dalı da, Akaiddir. O yüzden Kur’an’ın ve Rasûlullah’ın başladığı yerden başlamalı ve en çok önem verdiği şeylere önem verilmelidir. Bu yaklaşım, bizim akaid kitabı hazırlamamızı zorunlu kılmıştır.

Vuslat: Piyasada çok sayıda akaid kitabı var. Sizin eserinizin bunlardan farkı ne?

Ahmed Kalkan: Sözgelimi piyasadaki on binlerce roman vb. kitaplarla karşılaştırılınca, akaidle ilgili eserlerin çok sayıda olduğunu söylemek zordur. Bununla birlikte, Kur’an’la ve akaidle ilgili kitapların ve bu konuların işlendiği cemaat çalışmaların son yıllarda artış göstermesi sevindirici ve ilerisi için ümit vericidir. Piyasada bulunan İslâm inancıyla ilgili kitapların önemli bir bölümünün, çok eski dönemlerde kaleme alınmış eserler olduğu görülür. Bu klasik akaidle ilgili kitapların hemen hepsi bir mezhep akaidi özelliğinde olduğundan, farklı mezheplerin görüşlerini çürütecek antitez tavırlar ve bugün için gereksiz tartışmalar, akaidi ilgilendirmeyen bazı felsefî konular içermesi yönüyle daha çok “Kelâm” kitabı mâhiyetindedirler. Dil ve anlatım yönünden kolay anlaşılabilir, içerdiği konular yönüyle gereksiz tartışmalardan uzak, tevhid ve şirkin güncel yansımalarına ışık tutacak mâhiyette akaid kitaplarının sayısı çok azdır, yetersizdir.

Bir adı da “Tevhid İlmi” olan “Akaid”le ilgili eserlerin kiminde, gereksiz tartışma ve ayrıntılar tevhid kavramını gölgelemiş, mezhep tartışmaları, kelâmî düşünceler ve beşerî yorumlar öne çıkmıştır. Bununla birlikte tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esasları, güncel itikadî problem ve sapmalar yeterli şekilde gündeme gelmemiştir. Akaid, sadece inanılması gereken esasları değil; aynı zamanda reddedilmesi gereken esasları da düzenler. Ama unutulmamalı ki, reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğutî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle İslâm Akaidi, beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı İslâm Akaidini öğrenip inanmak ve hayata geçirmeye çalışmak tüm müslümanların hedefi olmalıdır. Akaid ilmi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline yeniden getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.       

İşte bu düşüncelerden hareketle diyebiliriz ki, her yaş ve kültürden insanın anlayabileceği ve İslâmî eğitim çalışması yapan gençlerin ihtiyacını karşılayabileceği alternatif ders kitabı şeklinde bir esere ihtiyaç vardır ve bu âcizâne çalışma, bu ihtiyaca cevap verebilmek arzusuyla kaleme alınmıştır. 

Kitapta, bazı klasik tasnif ve tâbirlere aynen yer verilmiş, yanlışlığı hakkında kesin deliller bulunmayan değerlendirmelerde geleneksel üslûp muhâfaza edilmiştir. Kur’anî esaslara ters düşen hususlarda ise bu çizgiden ayrılınmış ve gerekçeler izah edilmiştir. Konuların yaşanılan hayatla irtibatı kurulmaya çalışılmış, imanı zedeleyebilecek tutum ve görüşler eleştirel bakışla ele alınmıştır. Kişisel okumalar yanında, eğitim çalışması yapan genç müslümanların da yararlanabilmesi için konular üniteler halinde değerlendirilmiş, gereksiz detaylardan kaçınılmaya gayret edilmiştir. Kitabın ve ünitelerin sonuna sorular eklenilmesi uygun görülmüştür.

Müslümanın Akaidi adlı bu kitabımızda, yine, başka akaid kitaplarında bulunmayan uzunca bir bölüm var. Kitabın bu ikinci bölümünde İslâm inancını olumlu ve olumsuz yönden etkileyen akaidle ilgili kavramlara yer verilmiştir. Akaidi ilgilendiren bu kavramlarla sahih akîdeyi perçinleyen konular özet şekilde ele alınmıştır. İnkâr, tahrif, yozlaşma ve unutulma gibi tehlikelerle karşı karşıya bırakılan İslâm inancını yakından ilgilendiren bu kavramların müslümanların zihin, gönül ve dilinde tashih edilmesi amaçlanmıştır.

Vuslat: Hocam, bu açıklamaları dergimizde okuyup da bu akaid kitabını temin etmeye çalışmamak herhalde mümkün değildir. Okuyucularımız merak ederler, bu kitabı nasıl temin edebilirler, izah eder misiniz?

Ahmed Kalkan: Daha önce üç defa basılan bu kitap, yeniden gözden geçirilip tashih edilerek Rağbet yayınlarınca dördüncü baskısı yapıldı. Kitap, Rağbet Yayınevinden (0212 528 85 19) temin edilebileceği gibi, dinî eserler satan kitabevlerinden de alınabilir. Ama Vuslat okuyucuları veya Özel FM dinleyicileri için en kolay ve en kestirme yol, Vuslat dergisine bir telefon etmektir. Yani bu kitap ve arzu edenler için bundan daha faydalı nice eser bir telefon kadar okuyucuların yakınında. Bu vesileyle Vuslat dergisinin, yeterince anlaşılamadığını düşündüğüm bu büyük hizmetine atıfta bulunmak istiyorum. Gerçekten Vuslat kitap klübünün kitaba/ilme sevginin günlük hayata yansıması olan ve büyük fedâkârlıklar gerektiren bir güzel çalışma sistemi var. Bunun çok önemli bir gayret olduğunu düşünüyorum. Nereden ve nasıl temin edebileceğini halkın yeterince bilemediği hizmeti ayaklarına getirmesini takdir etmemek mümkün değil. Yüzlerce kitap ve VCD setinden oluşan geniş yelpazedeki eserlerden bir tanesini bile satın almak isteyen okuyuculara ek ücret de almadan evlerine veya işyerlerine kadar teslim ediyorlar.

Vuslat: Okuyucularımıza iletmek istediğiniz son bir mesajınız var mı?

Ahmed Kalkan: Son olarak, okumanın önemine bir iki cümleyle işaret etmek istiyorum: Okumayan bir toplum olduk; okumayan, sadece seyreden. Midemize ve giysimize verdiğimiz önemin kaçta kaçını kafamıza ve gönlümüze veriyoruz? Bir ayda midemize harcadığımız paranın ne kadarını dâvâmıza harcıyoruz? Gönlümüzün ve kafamızın gıdası, biraz sonra çoğunu boşaltma ihtiyacı hissedeceğimiz mideye âit gıdalardan daha mı az önemli? Unutmayalım; her gün “O Kitab”ı ve onu açıklayan kitapları okumayanın canına okunmaktadır. Mutlaka en az haftada bir sadece Allah için bir araya gelip cemaat çalışmaları, Kur’an ve Akaid eksenli dersler yapmak, çocuklarımızı ve çevredeki gençliği bu çalışmalara yönlendirmek, evlerimizi de mescid ve mektebe, Kur’an’ın okunduğu, anlamının öğrenilip öğretildiği kurslara dönüştürmek zorundayız. Aksi takdirde dünyada zilletten, âhirette azaptan kurtulmak zordur.   

Vuslat: Hocam, tüm okuyucularımıza ısrarla tavsiye ettiğimiz bu eserin tanıtımı için verdiğiniz bu bilgilere teşekkür ederiz.

               

Ahmed Kalkan: Ben de teşekkür ediyorum.

Ögeyi değerlendirin
(0 oy)
Son değişiklik Pazartesi, 12 Haziran 2023 12:09

Yorum yapın

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuzdan emin olun. HTML kodları kullanılamaz.