Dâvet Usûlü Serisi 1. Kitap
i t h a f
Merakını gidermek için bu kitabı eline alan vatandaş,
Düzeni, toplumu, kendini eleştirmiyorsa;
Şikâyetleri yoksa eğer,
Çevresinden memnunsa,
Kendine bir görev düşmediğine inanıyorsa,
Düşüncesini değiştirinceye kadar
Bu kitap ona uygun değildir.
Boşuna rahatını bozmasın.
Uykusunu kaçırmasın…
Kitabı eline alan arkadaş!
Dertliysen eğer, yaklaş.
Değişmek ve değiştirmekse amacın
Hayra ve güzele doğru,
Gel birlikte arayalım doğruyu ve güzeli;
En doğru ve en güzel Kitab’ın ışığıyla…
Allah’ın dinini merkeze alan dâvâ adamı isen,
Dâvânı yaymak, dâvetçi olmak önemli ise senin için;
Sessiz çığlıklarla “imdat!” diye haykıranlara,
Cehennemî alevler içinde yananlara,
Elini uzatmak istiyorsan;
Kurtulmak için kurtarmaya çalışmak şart diyorsan;
Öyleyse bu kitap senindir, sana ithaf olunmuştur…
İ Ç İ N D E K İ L E R
İçindekiler …………………………………………………………………………. 3
Önsöz (Dâvâ Adamı ve Dâvetçi) …………………………………………………. 5
Giriş ……………………………………………………………………………….. 9
Sâlih Amel – Hasenât …………………………………………………………….. 12
Dâvet/Hakka Çağrı ………………………………………………………………... 14
Dâvetin Konusu …………………………………………………………………… 15
Dâvetin Alanı ……………………………………………………………………… 16
Dâvet ve Sanat …………………………………………………………………….. 18
Dâî/Dâvetçi ………………………………………………………………………... 19
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvet ………………………………………………………….. 20
Hadis-i Şeriflerde Dâvet ………………………………………………………….. 25
Dâvetle İlgili 15 Tespit ……………………………………………………………. 28
Dâvetin Hükmü Nedir? ……………………………………………………………. 29
Kim Dâvet Edecek? ……………………………………………………………….. 30
Kimi Dâvet Edeceğiz? …………………………………………………………….. 35
Neye Dâvet Etmeliyiz? ……………………………………………………………. 36
Dâvetin Sistemli ve Organizeli Olması …………………………………………… 39
Toplumsal ve Siyasal Konularla İlgili Dâvet, Daha Öncelikli ve Daha Zorunludur 40
Dâvet, Bir Değişimi Hedeflemelidir ……………………………………………… 40
Nasıl Dâvet Etmeliyiz? Dâvetin Usûlü …………………………………………… 41
Hangi Araçları Kullanmalıyız? ………………………………………………….... 43
Dâvet ve Tebliğ Çalışması Yapacakların Ortak Bir Kimlik Oluşturmaları Zaruridir45
Dâvet ve İslâmî Mücadele, İktidar Eksenli Değil; Kulluk Eksenlidir ……………. 50
Bâtıl Yollarla Hakka Gidilmez. Sistem İçi ve Demokratik Usûllerle Dâvet Gerçekleşmez ……………………………………………………………………. 53
Nebevî Usûlü Günümüze Uygulamalıyız: Peygamberlerimiz, Dâvet Konusunda Bize En Güzel Örnektir ………………………………………………………………… 56
Dâvetin Yolunu Tıkayan Düzen .......................................................…………….... 61
Özgürlük ve Serbestlik Anlayışı ………………………………………………….. 66
Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker ……………………………………… 67
Ma’ruf Nedir? ………………………………………………………………….…. 70
Münker Nedir? ………………………………………………………………….… 72
Kur’ân-ı Kerim’de Emr-i Bi’l Ma’ruf ………………………………………….… 73
Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi’l Ma’ruf …………………………………………….. 74
Din, Münkerleri Hoş Görmez ……………………………………………………. 78
İslâm Toplumunda Bir Kötülüğe Karşı Gelmeyi Gerektiren Şartlar ……………. 79
Kötülüğe Engel Olmanın Dereceleri …………………………………………….. 80
Münkeri Nehyetmekle İlgili 6 Tespit ………………………………………….…. 81
Günümüzde Emir ve Nehy Yok; Rica ve Tavsiye Var ………………………….. 81
Elle Müdâhale ……………………………………………………………………. 82
Dille Müdâhale …………………………………………………………………… 85
Kalple Müdâhale ………………………………………………………………… 93
Kötülük, Kalple Nasıl Değiştirilir? ……………………………………………… 93
Kalple Buğz Bile Yapmayanların, Özellikle Münkere Destek Olanların İmanı?! . 94
Dâvet ve Tebliği, Devlet Dairesi Haline Getirilen Câmilere Hapsetmek ……….. 97
Devletin Emrinde Diyanet, Diyanetin Emrinde Câmiler ve Cemaat ……………. 98
Mescidlerin Gerçek İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir …………… 100
Yeryüzü Mescidi ………………………………………………………………….. 102
Câmilerimizin Yeniden İhyâsı ……………………………………………………..102
Diyanetin Hutbelerinden Küçük Bir Kesit …………………………………………109
Dâvetle İlgili Diğer Kavramlar ……………………………………………………. 110
Tebliğ ……………………………………………………………………………… 110
Vaaz ……………………………………………………………………………….. 117
Nasihat …………………………………………………………………………….. 118
İrşâd ……………………………………………………………………………….. 120
İnzâr/Uyarı ………………………………………………………………………… 122
Kur’ân-ı Kerim’de İnzâr ……………………………………….…………………. 122
Mü'minlerin Uyarılması …………………………………………………………… 123
Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler ………………………………………………… 125
Çağdaş Dâvetçinin, İnzarın Fayda Edip Etmediğiyle İlgili Konum Tespiti ………. 126
Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır ……………………………127
Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan Toplumlar Helâk Edilmezler …………… 129
Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib …………………………………………………….… 130
Muhtesib ……………………………………………………………………………132
Muhtesibin İzleyeceği Metodlar ………………………………………………….. 133
Muhtesibin Görevleri ……………………………………………………………. 134
Muhtesibin Özellikleri ……………………………………………………………. 135
Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur ……………………………………. 136
Dâvetin Gerekliliği, İlk Sûrelerde Bile Vurgulanır ………………………………. 138
Olumsuz Değişim ………………………………………………………………… 140
Bizim Hapsimiz Halvet, Sürgünümüz Seyahat, Katlimiz Şehâdettir! ……………. 141-149
Önsöz
Dâvâ Adamı ve Dâvetçi
“Da’vâ” kelimesi ile “da’vet” kelimesi aynı kökün iki büyük dalı. Dâvâ; sözlükte “çağırmak, seslenmek, duâ etmek, getirilmesini istemek” anlamına geliyor. Kerim olan Kur’an’da, sözlük anlamına uygun olarak, “çağırma ve duâ mânâsında üç âyette geçmektedir.[1] “Dâvet”, insanları hakka, hidâyete, Allah’a ve O’na kulluğa bir çağrıdır; dâvâ da bu çağrıyı yaptıran bilinç… O yüzden dâvâ adamı olmadan dâvetçi olunmaz. Dâvetçi olmayan bir kimse de dâvâ adamı sayılmaz.
Dâvâ adamı… Hangi dâvâ? Kur’an’ın ifadesiyle, ‘dağların bile, üzerine aldığında korkudan parça parça olacağı’[2] dâvâ… ‘İnsandan başka, her şeyin yüklenmekten çekindiği’[3] dâvâ… Onun büyüklüğünün farkında olanları inim inim inleten, dizlerinin bağını çözen, mağaralarda inzivaya çektiren, çöllerin yalnızlığına sürükleyen dâvâ… Kendini kendine unutturan, kalabalıklar içerisinde yalnızlaştıran veya farklı bakışla; Allah’ı her an hatırlattığından kendini hiç unutturmayan, sahibini hiç yalnız bırakmayan bu dâvâ nasıl bir dâvâ idi?
Evet, bu, kulluk dâvâsıdır ki her şeyin sahibi olan Hz. Allah’ın (cc), insana yüklediği en büyük görevdir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.”[4] beyanı ile insana görevini bildiren Allahu Teâlâ, bu ağır yükü insana vermiştir.
Kâmil insan, rehberimiz, önderimiz ve örneğimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.); varolan acılara ilâve olarak daha büyük imtihanlara, hayatı boyunca büyük zorluklara sabrettiren dâvâ, kul olma dâvâsı idi. O, önce kul, sonra rasul idi.
Bu öyle bir dâvâ idi ki, tek önderimiz Peygamberimiz’e: “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz, bu dâvâdan vazgeçmem!” dedirtiyordu. Bu, öyle bir dâvâ idi ki, Hz. Ali’yi Peygamber’e sûi kast yapacakları gün, yüzde doksan dokuz ölüm riski olan sûi kast yatağına seve seve yatırıyordu. Bu öyle bir dâvâ ki, Hz. Ömer’e hicret esnasında: “İşte ben Medine’ye hicret ediyorum. Kim karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak istiyorsa, sabahleyin Mekke çıkışında beni takip etsin!” dedirten bir dâvâ. Öyle bir dâvâ ki; kılıçla başı kesilirken, “ben kazandım!” diye katiline haykırmayı öğreten bir dâvâ. Bu öyle bir dâvâ ki, Müslümanları ihbar ettiremesinler ve gizli savaş taktiklerini zorla da olsa söylettiremesinler diye dilini dişleriyle koparıp düşmanın yüzüne dilini tükürten bir dâvâ. Bu öyle bir dâvâ ki, “düşman askerleri toplandı, üzerinize geliyor, korkun onlardan” denilince imanları artıp “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dedirten bir dâvâ. Bu öyle bir dâvâ ki, ülkenin en fakiri karnını doyurmadan kendi karnını doyurmayı câiz görmeyen ve günlerce aç kalan devlet başkanları yetiştiren bir dâvâ. “Kudüs işgal altında. Onu fethedinceye kadar vallahi hiç gülmeyeceğim” diyen ve Kudüs’ü kurtarıncaya kadar tebessüm bile etmeyen Selâhaddin’lerin dâvâsı. Bu öyle bir dâvâ ki, yüzde yüz ölüm olsa da; şehit olacağım diye düğüne, bayrama gider gibi gülerek dâvâ uğruna ölüme atılanların dâvâsı.
Hacer anamızın, kendisini Mekke'nin kurak çölünde küçücük oğluyla birlikte yalnız bırakan büyük eşi Hz. İbrahim efendimize söylediği şu sözleri söyletir dâvâ:
“Böyle yapmanı Allah mı sana emrediyor?” Hz. İbrahim: “Evet” deyince, Hacer de: “O halde O, bizi asla yalnız bırakmaz!” demişti. İşte ıssız bir çölde bebeğiyle yapayalnız yaşayacak Hacer’e bu sözü söyleten dâvâ… Hz. Ebubekir’e: “Bunu Muhammed mi söylüyor? Öyleyse doğrudur!” dedirten dâvâ.
“Gerek zindanda gerekse hastanede olsun, Müslüman olarak öldükten sonra hiçbir şeye aldırmam. Allah nerede, nasıl bir ölüm yazmış, onu bilmem. Ancak, yatakta ölmeyi değil de, şu üç durumdan biri üzere ölmek isterim. Ya Allah’a ibâdet ederken secdede; ya Allah yolunda dâvet eder, ilim öğretirken kürsüde, ya da Allah için cihad ederken cephede…” dedirten dâvâ. Allah yolunda, Allah için yaşayıp aynı gaye uğrunda ölmek, daha doğrusu ölümsüzleşmek… İşte dâvâ bu. Akıl ehli hayatta kalmak için onlarca yol arayıp bulmaya çalışırken, gönül ehlinin Allah yolunda, dâvâsı için şehid olmaya can atması…
Allah’la alışveriş yaptıran, en kazançlı ticarete imza attıran dâvâ, dâvâmız…
İbn Teymiyye'ye şu sözü söyleten dâvâ: “Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki? Benim cennetim ve bahçem göğsümdedir. Nereye gidersem o da benimle birliktedir. Eğer beni zindana koyarlarsa, zindanım bana halvet yeri olur… Beni öldürürlerse, öldürülmem şehâdet olur… Beni sürgün ederlerse, sürgünüm seyahat olur…”
Bu öyle büyük bir dâvâ idi ki Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) malını-mülkünü feda ettiren; Hz. Ömer’e (r.a.), kendisine ölümü hatırlatacak bir adam tutturan… Bu öyle bir dâvâ idi ki Hz. Ali’yi savaş meydanlarının aslanı yapan; Hz. Osman’ı, meleklerin bile hayâ edecekleri bir kişi haline getiren; Hz. Bilal’ı koskoca kayaların altında “ahad, ahad” diye yeri göğü inleten, ateşten kumların üzerinde sabrettiren… Seyyid Kutub’u “bin tane başım olsa bu dâvâ uğruna hepsini seve seve veririm” dedirten, felçli Ahmed Yâsin’i tekerlekli sandalyesinde oradan oraya koşturan, hastaların hastalığını unutturan, dertleri zevke çeviren, geceleri uyutmayan, gündüzleri oturtmayan, koşturan, coşturan, ama boş durdurmayan bir dâvâ…
Evet, bu öyle bir dâvâ ki mallarını ve canlarını Allah’a sattıran, O’nu râzı ve memnun etmek için her türlü acıya katlandıran… O’nu hoşnut edebilmek için dünyanın bütün belâlarına, yürekleriyle set oldukları dâvâ…
“Dâvâ bilincine sahip kardeşim, vazifen, dikenler arasından güller toplamaktır. Ayağın çıplaktır, batacak. Elin açıktır, dikenler ısıracak. Buna sevineceksin. Çöllere sürülürsen kanınla ağaç yetiştireceksin. Kutuplara sürülürsen enerjinle, ısınla buzdan putları eritecek, açtığın yerde sebze yetiştireceksin. Yeşilliği sevmeyenler olacak, yakacaklar, yıkacaklar. Sen, sana yakışan olgunlukla tavır koyacaksın. Bazen sabırla bazen kahırla, bazen susarak bazen gürleyerek hakkı gündemleştireceksin. Ekvatora sürgün olsan; yağmur olacaksın, kar olup yağacaksın. Karanlık zindanlara salarlarsa ışık, paslı vicdanları görürsen ümit, imansız kalplere rastlarsan nur vereceksin. Sen verdiğin için suç olacak, sen getirdiğin için ceza göreceksin, sen konuştuğun için mahkûm olacaksın. Ve buna şükredeceksin. Anadan, yardan, serden geçeceksin. Candan, gönülden Kur’ân’a sarılacaksın. Ayaklı Kur’an olmaya çalışacaksın. Damla iken deniz, nefes iken tayfun olacaksın. Derdini yazmak için derini kâğıt, kanını mürekkep edeceksin. Kimse ile görüştürmezlerse, mecnun olup çöllere düşeceksin. Leyla arar gibi hidâyet arayanları sen bulacaksın. Bulamazsan üzülmeyeceksin. Dosta gülle varacaksın, düşmana gülle olup patlayacaksın. Makamlar, servetler teklif etseler, dâvânı satmayacak, kendini azaba atmayacaksın. Yalan, iftira, çamur fırtınasına tutulursan, hissiyatını terk edecek, moralini bozmayacaksın. Önünde demirden set yaparlarsa, dişinle deleceksin. Dağları toptan oymak gerekirse, kazma yok demeyecek ve iğne ile oyacaksın. Unutma! Nerede olursan ol, küfrün ve cehlin tâ temelini çürüteceksin. Bir gün Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığını görürsen, hemen kemiklerini taş, etlerini harç, kanını da su edeceksin. Etrafına ilimden, irfandan, faziletten, ahlâktan kaleler dikeceksin.”[5] Kaleler fedâi ister, kimse öne atılmıyorsa bile, ilk fedâi sen olacaksın. Özetle; Kur’ân talebesi olacak, içinde kendinin de olduğu Kur’an neslini oluşturacaksın. Dâvâ adamı Müslüman bilir ki, bu yol kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Her kişinin yolu değil, “er” kişinin yoludur. Hak yolda tek başına da kalsan, tevhid bayrağını elinden bırakmayacak, onu teslim edeceğin birilerini yetiştireceksin. Hakkı anlatacaksın, Hak için, hakkı hakkıyla yaşayarak hak kitabın tercümanı olacaksın.
Müslüman, dâvâ insanıdır. Kendisini dâvâsına adayan, nerede yaşıyorsa, “burada dâvâ benden sorulur” diyen, sözüyle ve özüyle Allah’a dâvet eden kimsedir. İslâm'a köle olan, her türlü esaretten kurtulmuştur. Taş duvarların arasında olan mahkûm, iman ile şükreder, hayal ile dünyayı dolaşır. Sabır ile hakkına râzı olur. İnancını yerine getiremeyen insan, her yerde mahkûmdur. Dâvâlar bazen mahrumiyet içinde İslâm’ı öğrenen gençlerin kafasında, bazen hapishanelerde, bazen mezarlıklarda yükselir. Dâvâ adamları; Çokları bu dünyadan gitti. Fakat iz bıraktılar. Medeniyet onların elinde parladı. İnsaniyet, onların hayatından ilham aldı. Dâvâ adamı yolcudur; sırât-ı müstakîm yolcusu. Dâvâ adamı ufka yürür. Konaklanacak her yeri geçer. O, ufku yakalamak için yürür...
Arayıp yönelmek dâvâ insanından; yolu gösterip istikamete yardım Rabbimizdendir. "İhdinâ's-sırata'l müstakim: Bizi dosdoğru yola ilet" [6]
İbrâhim (a.s.) örnektir ki, muvahhid dâvetçiyi Allah’ın izniyle ateş yakamaz!
İsmâil (a.s.) haykırır ki, Allah askeri mücâhid dâvâ adamını Allah aksini dilemedikçe bıçak kesemez!
Zorba Câlût'un dev cüssesi, çocuk yaştaki Dâvud karşısında mağlup olacaktır. Aynı şekilde zorba İsrail ve Amerika karşısında çocuk yaştaki eli sapanlı Filistin'li gençler Allah'ın izniyle gâlip gelecektir. Ebâbil kuşlarının attığı taşların fil ordusunu yerle bir etmesi gibi muvahhid Filistinli çocukların attığı taşlar da fil gibi İsrail tanklarını silip süpürecektir.
Şeytanın hileleri, Firavun'un sihirbazları İslâm'a ve Müslüman dâvâ adamına zarar veremeyecektir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; Güç ve kuvvet, yalnız Allah'a aittir.
Allah'ın dinine yardım edene Allah da yardım edecek, ayaklarını sâbit kılacaktır.[7]
"Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah, şüphesiz güzellik sergileyen muhsinlerle beraberdir."[8]
Her şey Allah'ın askeridir. O dilerse deveyle, dilerse pireyle mü'minlere yardım eder. Dilerse, sivrisinekle Nemrutları helâk eder. Kuşlarla Ebreheleri mahveder. İncecik ipliklerden oluşan ağıyla örümcek, kâfir güçleri alt etmeye yeter; hicret-i Rasûl'de olduğu gibi.
Allah, dilerse melekleriyle yardım eder, Bedir'deki gibi.
Dilerse, rüzgârıyla yardım eder, Hendek'teki gibi.
Dilerse zâlim tâğutu bile, yetiştirmesi için sana hizmetçi kılar; Firavun'u Mûsâ'ya (a.s.) yardım ettirdiği gibi.
Ne diyor Kur'an'ımız: "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten dosdoğru iman ediyorsanız siz üstünsünüz, siz gâlipsiniz."[9]; "(Gerçek) mü'minlere yardım etmek Bizim üzerimize haktır." [10]
Kim Allah'a (O'nun yardımına) sahip o neden mahrum? Kim Allah'tan mahrum o neye sahip?
“Sen bir devsin, yükü ağırdır devin” veya: “Benden adam olmaz, bu konular derin” diyecek insan; seçimini yapacak, safını seçecek. Ya bu dâvâyı seçecek veya ot gibi, böcek gibi dâvâsız yaşayacak. İki yol var: Ya Allah’ın dâvâsı veya şeytanın yolu. Ama, bu dâvâyı seçerse dünyada bedelini ödemesi gerekecek. Şairin dediği gibi: “Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!” Ama âhiret hayatında bineğin olacak bu yük.
Evet, insan ya bu dâvâyı seçecek ya da bu dâvâ yarın o kimseden dâvâcı olacak.
Giriş
Saygıdeğer dostum Mehmet Pamak’ın cümleleriyle kitaba giriş yapmak istiyorum: “Tevhidî mücadelenin karşısında yer alan câhiliye, kimi zaman güç kullanmak marifetiyle alenen, çoğu zaman da uzlaşma arayışıyla ve hatta bizdenmiş gibi görünerek münâfıkça etkisini yoğun biçimde sürdürmektedir. Bu nedenle İslâmî mücadelenin ilk adımının, açık bir ayrışma talebi içermesi gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak bu ayrışma, tarafların doğru şekilde tanımı yapılmadan pratikte bir anlam ifade etmez. Doğrusu bugün, câhilî düzenin etkisinin ve dönüştürücü gücünün ardında da Müslümanların yeterince derinlikli bir eleştiri getiremeyişlerinin yattığını söylemek yanlış olmaz. Çağın gerçeklerini doğru analiz eden, vahiyle bağlantısı diri ve sonuçları ne kadar ağır olursa olsun adâlet çizgisinden ayrılmamayı sağlayacak “fedâ bilinci” eksikliği mücadeleyi sekteye uğratmaktadır. Bu zaafın giderilerek yeniden bir diriliş hamlesiyle ilerlemek, ancak İslâmî mücadeleyle ilgili gerçekçi ve cesur bir özeleştiriyle mümkün olabilecektir.
Kendilerini özgün İslâmî kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları yaşayıp topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır. İstikrarlı, zikzak çizmeyen düşünce seyri ve süreklilik arz eden çabalarıyla istikametini bozmadan yürüyen örneklerin çoğalıp yaygınlaşmasına ihtiyaç vardır. Egemen şirk sistemi ve kurumlarıyla uzlaşmaktan, bütünleşmekten uzak duran, dünyevîleşmeye prim vermeyen, bedeli neyse ödemeyi göze alarak, köklü bir inkılâpla tevhidî toplumsal değişimin gerçekleşmesi için çaba göstermekte ısrarcı olan, Müslüman âlim, öğrenci, aydın, entelektüel ve akademisyenlere olduğu kadar, yine aynı özelliklere sahip halktan insanlara ihtiyaç vardır. Toplumun örnek alacağı, emanete riâyetkâr, doğru sözlü, ahde vefalı, iffetli, izzetli, âdil, emin ve güvenilir Müslüman şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İnandığı değerleri, hiçbir dünyevî menfaat karşılığında satmayan, akîdesini ve ilkelerini hiçbir hesap, korku ve endişe ile terk etmeyen muvahhidlere ihtiyaç vardır.
Eğer tevhidî toplumsal dönüşüm ve inkılâp bir gün gerçekleşecekse, bu, ancak böyle ilkeli, tutarlı, ahlâklı ve şahsiyetli mü’minlerin aynı temel değerlerin, aynı Hak mesajın dâvetini yaymaktaki samimi, ısrarlı ve süreklilik arz eden istikrarlı şâhidlikleriyle gerçekleşebilecektir. Tıpkı su damlalarının aynı noktaya istikrarlı, ısrarlı ve süreklilik arz eden, planlı ve disiplinli vuruşlarının en sert kayaları bile zamanla deldiği gibi… İlke ve değerlerini koruyarak yapılacak şahsiyetli bir İslâmî dâvetin, örgütlü, planlı, ısrarlı, istikrarlı, sürekli, ilkeli ve tavizsiz bir biçimde topluma götürülmesi de bir gün o toplumun dönüşümüne vesile olabilecektir. Bir toplum eğer dâvete icabet edecekse, bunun, peygamberlerin örnekliğinde ortaya konan yolu budur. Yani, şiddeti esas alarak ya da câhiliye sisteminin ilkeleriyle siyaset yaparak değil; merhameti, hikmeti ve güzel örnekliği esas alan dâvet ve eğitim yöntemiyle tevhidî toplumsal dönüşüme ve İslâmî sisteme ulaşılabilir. Tabii ki bu yöntem; kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, uzun soluklu bir yürüyüşe dayanmayı; sabredip direnmeyi, çabuk bıkmamayı, yılmamayı, sürekli yeni umutlar yeşertecek güçlü bir moral, irâde ve azmi; risk almayı, bedel ödemeyi göze alan bir yürekliliği; şahsiyetli bir dâvâ adamlığını, dâvâsına ve dâvâ arkadaşlarına karşı güçlü bir sevgi ve bağlılığı, dâvâsı ve dâvâ arkadaşları için samimi bir yardımlaşma ve fedâkârlık duygusuna sahip olmayı gerektirmektedir.”[11]
İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. "Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur."[12] İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedâvâ değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. "İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye sınavlardan geçirmişizdir."[13]; "Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!"[14]
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve hâkim kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. "Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir."[15]
İman; meyvesiz, kuruyup çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup Allah'ın murâkabesi altında olduğumuzu bilmektir. İmanın meyvesi, dini dosdoğru şekilde anlamak, iman etmek, yaşayışına geçirmek ve başkalarına dosdoğru bir usûl ve üslûpla bu dâveti götürmektir. Şüphesiz Allah'ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrâk eder, sadece O'ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. "Allah'ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır."[16]
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü'minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
"Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne dâvet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."[17]; "Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır."[18]; "Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."[19]
Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir.
"Erkek ve kadından her kim mü'min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretlerini, yaptıklarının en güzeliyle veririz."[20] Mü'min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayatı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü'min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayat, birçok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi'nan), iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah'tır. İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir.
Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akılla bağdaşmaz.[21] Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil.[22]
“Ey iman edenler iman edin…”[23] İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”[24] Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da İslâm’ın toplumda hâkim olması. Kulluk yolunun, hayatı ibâdet haline getirmenin önündeki tüm engellerin kaldırılması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.
Müslümanların, emredildikleri gibi gerçek anlamda İslâm’ı yaşamaları için tevhid, ibâdet ve cihad bilincine yeniden kavuşmaları ve bunları içselleştirmeleri gerekmektedir. Tâğutu reddedip muvahhid mü’minlerle tek ümmet olmanın, islâmî değişim ve dönüşümü kendimizden başlatarak toplum fertlerine, eğitim, hukuk, ekonomi gibi sosyal ve siyasal hayatla ilgili tüm alanlara ulaştırmaya çalışmak hedefimiz olmalı ve kulluk diye adlandıracağımız bu hedeften zerre kadar taviz vermeden yaşamak ve mücadele etmek için birbirimizle yardımlaşmalı ve bir binayı teşkil eden tuğlalar gibi birbirimizle kenetlenmeliyiz.
Bütün dâvetçilerin rehberi, örneği olan peygamberlerin tümü, Allah’a kulluk ve ibâdeti ve tâğuta kulluktan sakınmayı tebliğ etmek için kavimlerine gönderilmiştir.[25] Onların mirasçıları olan günün hareket ve dâvâ adamları da öncelikle Allah’a kulluğu hedeflemeli ve tâğuttan kendisi sakındığı gibi, çevresini de sakındırmalıdır.
Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez. "Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa, tamamen de terk edilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne yayarak ve gittikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda da meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor.
İntihar eden birini görüp de onu vazgeçirmeye çalışmamak, sobaya elini değen çocuğunu bu işten engellememek, zehirli bir böcek karşımızdaki insanın üzerinde gezerken gördüğümüz halde ona haber vermemek, söndürmek için imkânlarımız olduğu halde yangına seyirci kalmak, ölümcül bir hastalığın ilacını bildiğimiz halde ona haber vermemek, elimizde yakacağımız mum, kandil veya daha büyük ışık saçan araç olduğu ve onu yakmaya çalışmamız gerektiği halde sadece karanlıktan şikâyet etmek... ne ise, tebliğ görevini yerine getirmekte ihmalkâr davranmak aynı şeydir.
Sâlih Amel - Hasenât
Allah’ın kullarının hayrı için kullarının yapmalarını emrettiği faydalı ameller iki ana kategoride ifadelendirilir: 1) Hasenât (Güzel davranışlar), 2) Sâlihât (Sâlih ameller). Bu iki grup davranışın en belirgin farkları, biri bireysel, diğeri toplumsal ıslahı hedef edinmeleridir. Kişinin kendini ıslah eden güzel davranışlara hasenât denilir. Farklı formlarda birçok yerde gelen (“amilû’s-sâlihât”, “amelen sâlihan”) “sâlih amel” ifadesi, Kur’an’da “Allah’ın râzı olduğu, imana uygun davranış, sorumluluk bilinci” gibi anlamlarının yanında, esas olarak “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyi davranışlar” anlamında kullanılır. Sâlih amel, başkasının hayatına olumlu anlamda dokunan eylemlerimizdir. Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve zekât vermek gibi hukukullah ile ilgili ibâdetler, kişinin kendisi ile Rabbi arasındaki yakınlığı oluşturmayı hedeflediği, kişinin kendini ıslah etmesine yönelik bireysel görevler olduğu için Kur’an tarafından “sâlihât”tan değil; “hasenât”tan sayılmıştır.[26] Hasenât olan namaz, şeytanı kaçırmaz, namazda birçok vesvese insanı kuşatırken; topluma tevhidi ilan ettiği için sâlih amel olan ezan, şeytanı ezan sesinin duyulmayacağı yere kadar kaçırıp uzaklaştırır.[27] Fakat hasenât, sosyal amaçları gerçekleştirince, o görevi yaparken ideal anlamda ve toplumun hayrı da gözetilecek şekilde icrâ edildiğinde “sâlihât” vasfını da kazanır. Mâûn sûresi, namaz ibâdeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil etmenin formülünü sunar.[28] Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin hayata müdâhale etmesi, bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak[29] şuurda olması, o hasenâtı sâlih amel kategorisine yükseltir. Şuayb’ın (a.s.) namazı gibi. Onun namazı sâlih amel vasfında, toplumun şirkine müdâhale eden bir namazdır: “Dediler ki, Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) bırakmamızı veya mallarımız hakkında dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?”[30]
Namaz kılarken, ibadet bilinciyle ilgisi olmayan dünyevî konular çoğumuzun aklına gelmiyor mu? Sâlih amel bilincinden mahrum olduğumuz için şeytan bizi namazda bile meşgul etmiyor mu? Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde şu hadis-i şerif rivayeti vardır: "Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." [31] Rasulullah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Rasulullah'ın ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir. Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terk edilmesi caiz olmayan bir ibadet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir, yani sâlih amel cinsinden olmasında. Namaz, ferdî bir ibadettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan; yani sâlih amel, toplumu ıslah etmeye yönelik iyi davranış. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı? Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilah olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tebliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, "ezân-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed (s.a.s.)’e ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
“Men câe bi’l-haseneti felehû aşru emsâlihâ; ve men câe bi’s-seyyieti felâ yüczâ illâ mislehâ vehum lâ yuzlemûn” / “Kim (Allah’ın huzuruna) hasene ile gelirsa ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de seyyie (kötülük) ile gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.”[32]; “İllâllezzîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti felehum ecrun ğayru memnûn” / “İman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.”[33]; “İnnellezîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti lehum cennâtun tecrî min tahtihâ’l-enhâr, zâlike’l-fevzu’l-kebîr. / “İman edip sâlih ameller işleyenlere ise, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.””[34]
Bu âyetlerde görüldüğü gibi; hasenâta bir’e on vaad edilirken, sâlihâta kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir.
Hasenât sahipleri, seyyiâtı örtülmekle müjdelenirken, sâlihât sahiplerinin seyyiâtını Allah hasenâta tebdil etmekle (günahlarını sevaba çevirmekle) onları onurlandırır: “İnne’l-hasenâte yuzhibne’s-seyyiât. / “Haseneler (güzel ameller) seyyieleri (kötülükleri, günahları) giderir.”[35] Toplumun çirkinliklerini güzelleştirme, ifsâdını ıslaha çevirme gayreti, benzeri olmayan en güzel ödüle insanı ulaştırır; kişinin kötülük ve günahını iyilik ve sevaba çevirir. “İllâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan fe ulâike yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât / Ancak, tevbe edip sâlih amel işleyenler başkadır. Allah onların seyyielerini hasenâta (kötülüklerini, günahlarını iyiliklere, sevaplara) çeviririr.”[36]; Sâlih amel, insanı meleklerle yarıştırır ve onları geçebilecek yolu açar. Sâlih amel sahibi, canlıların en hayırlısı, en iyisi olmakla müjdelenir: “İnnellezîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti ulâike hum hayru’l-beriyyeh / İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.”.[37] Hz. Peygamber’e nispet edilen “Bir saatlik (Allah’ın hükmüyle hükmedilen) âdil yönetim, altmış yıllık nâfile ibâdetten hayırlıdır.”[38] hadisi, sâlihât ile hasenât arasındaki büyük farka dair nebevî bir okumadır.
İşte, dâvet ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, toplumsal yönünden dolayı en önemli sâlih amellerdendir. Bu görev, şeytanı uzaklaştırır, insanı Allah’a yaklaştırır, kişiyi Allah’ın cündü/askeri yapar. Tabii, usûlüne uygun yapılırsa. Namazın nasıl kılınma usûlü varsa, Kur’an ve sünnet, dâvet ve tebliğ denilen bu görevin yapılış usûllerini belirtir.
Dâvet; Hakka Çağrı
‘Da'vet’ kelimesi ‘deave’ fiilinden gelen bir masdar olup sözlükte; çağırmak, seslenmek, nidâ etmek, duâ ya da bedduâ etmek, adlandırmak demektir. İsim olarak ‘dâvet’, çağrı, nidâ, da’vâ, verilen söz, yemin ve ziyafet gibi anlamlara da gelir.
Kur’an-ı Kerim bu fiili, yardım ve mağfiret dilemek, ibâdet etmek, duâ ve niyazda bulunmak, yalvarmak, yardım istemek, bir işe teşvik etmek gibi manalarda kullanmaktadır. Kulun Allah’a yakarışı söz konusu olunca buna ‘duâ ve niyaz’, Allah’ın insanı bazı şeylere çağrısı söz konusu olursa buna da ‘dâvet’ denilir. Aynı kökten gelen ‘duâ’ kulun Allah’a yakarışı, af, mağfiret ve yardım dilemesidir. Bu bir ibâdettir ve gücü sınırlı bir varlığın sonsuz güç sahibi Yaratıcıdan yardım isteğidir, O’na kulluk edebi içerisinde bir nidâ’da bulunmasıdır.
‘Duâ ve dâvet’ gibi ‘da’vâ ve “iddia’ da yine aynı kökü paylaşır. ‘Da’vâ’; çağrı, temenni, istek ve savunulan görüş demektir ki bir hukuk terimi olarak, bir kimsenin hâkim huzurunda bir başkasından hakkını istemesidir. ‘İddia’ ise, ısrarlı bir istek, kendi görüşünün haklı olduğuna bir çağrı, bir dâvettir. Dâvet, da’vâ, iddiâ, müddeî (iddia eden), istidâ (çağrı kağıdı/dilekçe) Türkçede aynı anlamlarda kullanılmaktadır. ‘Dâvet’ sözlük anlamı yönünden herhangi bir çağrıyı, seslenmeyi ifade eder. Bu anlamda ‘dâvet’, insanları hakka, hidâyete, Allah’a ve O’na kulluğa bir çağrı yanında, Allah’a yakarıştır[39]. İslâmî dâvetin alanı bütün insanlardır. İslâm’ın ilgi alanına giren bütün din ve dünya işlerinde ‘dâvet’ geçerlidir. İslâm’a teslim olmuş müslümanlara ‘dâvet’ götürülebileceği gibi, ikili oynayan münâfıklara, inkâr eden küfür ehline, hiç bir şeyden haberi olmayan sıradan insanlara da götürülebilir.
Kur’an’ın dâveti bu açıdan çok açıktır ve bütün insanlara yöneliktir. Çünkü Kur’an’ın dâvet ettiği hidâyet, yani en doğru yol her insan için gereklidir. Dâvet; iman etmeye, imanı yaşamaya, günâhlardan kaçınmaya ve iyi davranışlara yönelik olabilir. Dâvet, bir açıdan nasihat, bir açıdan irşad, bir açıdan da ma’rufu emretmek, münkerden sakındırmaktır. İslâm’a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı anlamına gelen dâveti Kur’an birkaç formda kullanmaktadır. Bunlardan, İslâm’a dâvet,[40] Allah yoluna dâvet,[41] hayra dâvet,[42] iman etmeye dâvet,[43] Allah’ın kitabına dâvet,[44] kurtuluşa dâvet,[45] hayat veren şeye dâvet[46] gibi örnekleri görmekteyiz.
Buradan hareketle dâvetin, İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlama hedefi olduğunu, dolaysıyla müslüman, gayri müslim herkese yönelik olabileceğini söyleyebiliriz. Tebliğ, irşâd, vaaz, nasihat, emr-i bi’l ma’rûf, nehy-i ani’l münker, inzâr (korkutma-sakındırma), tebşîr (müjdeleme) gibi terimler sözlük anlamları farklı olsa da faâliyet alanları ve amaçları yönünden “dâvet” kelimesiyle bazen aynı, bazen yakın anlamlarda kullanılır.
Dâvetin Konusu
Fussılet suresi 31. âyete göre Allah’ın beğendiği, güzel söz “Allah’a dâvet eden söz”dür. Konu, Allah’a dâvet olmalı. “De ki: 'Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda ortak (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.' Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.”[47] İçinde yaşadığımız toplumun Kitab’a iman ettiği halde bilinçli veya bilinçsiz şirk koşan “Ehl-i Kitab’a benzediğinden yola çıkarak; bu âyette yapılması istenen çağrıyı, Allah’tan başkasına kulluk etmemek, O’na hiçbir şeyi şirk koşmamak ve bazılarını rab edinmemek gibi temel konular üzerinde yoğunlaştırmamız gerekir. Yine, bütün peygamberlerin ortak çağrısı olan “Ey kavmim, Allah’a kulluk yapın, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur”;[48] “Allah’tan ittika edin ve itaat edin”[49] mesajı, dâvetin ana konusunu teşkil eder. Yine, peygamberlerimizin, kendi dönemlerinde sırat-ı müstakimden temel sapma mahiyetindeki itikadî ve ahlâkî sapmalara, ifsâda karşı tevhid merkezli uyarı ve ıslah çalışmaları dâvetin temel konusunu teşkil etmelidir. Bütün peygamberlerin “Allah’a kulluğa ve tağuttan insanları sakındırmaya dâvet etmeleri için gönderildikleri”ni ifade eden âyet[50] gereği, “tâğuttan (kendisinden, kurum ve kurallarından) sakındırmaya çalışılmalıdır.
Bununla birlikte; tarihsel süreç içinde dâvet, resmîleşmiş, kurumlaşmış, cemaat propagandasına dönüşmüş; herkes, kendi öne çıkarttığı ve Kur’an’da vurgulanıp vurgulanmadığına bakmadığı prensiplerine dâvet etmeye başlamış, tasavvuf dâvete de yön vermiş veya önünü tıkamış.
Çeşitli müslüman grup ve tarikatların liderlerinin büyük bir heves ve istekle, şirk yönetimlerinin önde gelen kadrolarıyla, laik partilerin liderleriyle uzlaşmak ve birlikte olmak için yarışmaları dikkat çekici boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Allah’a ve Allah’ın dinine karşı olanların ya da şirkle hükmedenlerin yanında yer alan çok sayıda şeyh, hoca, üstad, abi; bu zillet ortamında, rahatsız edici, uzlaşmacı tavırlarla, İslâm’ın mazlum halk nezdinde yanlış tanınmasına; âdil, emin, güvenilir nitelikleri taşıması gereken İslâmî kimliğin, Nebevi örnekliği ayaklar altına alacak derecede sapkın uygulamalarla kirletilmesine yol açmışlardır.
Hele bazı parti liderlerinin ve şeyh, hoca, üstad diye nitelendirilen kimi önderlerin Hak ile bâtılı karıştıran eylem ve söylemleri, laiklik ve demokrasiyi yücelten, bunların İslâm ile bağdaştığını iftira eden sözler söylemeleri, onları TV ekranlarından izleyen veya basından takip eden milyonlarca insanın kafa karışıklığının sürmesine, Hakkı fark etmelerinin engellenmesine yol açması bakımından tam bir felakete ve büyük bir vebale sebep olmaktadır.[51]
Bırakın uzlaşmayı, bütünleşmeyi; tağutî sistemi, tağutî hükümeti, laik parlamentoyu ve düzenin kurum ve kuruluşlarını ve tüm bâtıl ideolojileri bir mü’min red ve inkâr etmek zorundadır; yoksa iman etmemiş olur. Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, birtakım dünyevî hesap ve çıkarlar uğruna bunlarla uzlaşanları uyarmak, “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapmak sûretiyle hayra vesile olmak, Allah rızası için mutlaka yerine getirilmesi icap eden bir kulluk görevidir.
Dâvâ adamı olanlar, öncelikle, ilk Nebevî dâvet pratiğini izleyerek akrabalara, en yakınlara dâveti ulaştırmaya çalışmalı. Onlarca kez tekrarlayarak akrabalara, yakınlara, komşulara ve ulaşabildiği herkese vahyin kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajını ulaştırmaya çabalamalı. Bu Nebevî pratiği müslümanların çok büyük ekseriyetinin ihmal ettiklerini ibret ve üzüntüyle tespit ediyoruz. Bizler dâvetçi müslümanlar olarak bu topluma tevhidî mesajı ulaştırmakla ve bir toplumsal değişime vesile olmakla mükellefiz. Toplum ise hepimizin akrabalarından oluşmakta. "Herkes evinin önünü süpürürse sokaklar temiz olur" sözünden hareketle; her birimiz akrabalarımıza tevhidî mesajı ulaştırırsak bütün topluma ulaştırmış oluruz.
Tevhidî mesajı, bütün topluma iletmek amacına ulaşabilmek; ancak ciddi, tutarlı, disiplinli ve sistemli bir cemaat çalışması ile olur. İbrahim’in (a.s.) putperest babasına "babacığım" diye güzel ve hikmetli bir üslûpla hitap ettikten sonra, son derece açık ve net bir içerikle ona, "şeytanın yolunda olduğu, dalâlette olduğu ve kurtuluş için şeytana tapmaktan, şeytanın velisi olmaktan vazgeçerek kendisinin Allah'tan getirdiği vahyin mesajına uyması gerektiği" uyarısı yaptığı gibi, kimseye hakaret etmeden, güzel ve hikmetli bir üslûpla fakat oldukça net uyarı ve ikazlara yer verilmelidir.[52]
Dâvetin Alanı
İslâmî dâvet şüphesiz ki kişilere, gruplara (mezheplere ve hiziplere) veya din adına sonradan ortaya çıkmış şeylere değil, Allah rızâsı için O’na ve O’nun âyetlerine bir çağrıdır. Gerçek iyinin, güzelin, adâletin, insanlığın ve bunlara bağlı değerlerin kaynağı İslâm’dır. Kur’an, insanları Allah’a (ve İslâmî değerlere) dâvet edip, kendisi de salih amel işleyen kimseleri güzel sözlüler olarak niteliyor.[53]
Bu şekilde; dâvet edenlerin başında da Allah’ın elçileri gelir. Onlar insanları Allah’a ve O’na kulluğa çağırırlar. Onların çağrısı insanlara hayat veren şeyleredir.[54] Kur’an Peygamberimize ‘beşîr, mübeşşir (müjdeleyici)’ ve ‘nezîr (uyarıcı ve korkutucu)’ dediği gibi[55] ‘dâiyen ilâllah, dâiyallah / Allah’a dâvet edici’ de demektedir.[56]
Peygamberler, insanları kurtuluşa dâvet ederler, küfre düşen sapmışlar ise onları, hatta kendilerine elçi olarak gelen peygamberleri bile ateşe (nâr’a) çağırırlar.[57] İnsanlardan bazıları da kendilerini ‘kurtuluşa’ çağıran elçilere karşı alaylı bir tavır takınmalarının yanında, Hak’tan gelen çağrıyı duymamak için kulaklarını kapatırlar, elbiselerini başlarına dolarlar. Şüphesiz bu hareket aklını iyi kullanan kişilerin yapacağı şey değildir (Allah’a şirk koşanlar, ya da inkâra sapanlar kendi yollarının doğru olduğunu, kendi inançlarının sağlam olduğunu düşünürler ve insanları kendi bâtıl dinlerine çağırırlar, o bâtıl dinlerin propagandasını yaparlar. Onların bu dâveti sapıklığa çağrıdan başka bir şey değildir.[58] Hâlbuki Allah (c.c.) insanları ‘selâm yurduna’ çağırmaktadır. Selâm yurduna gidebilmenin yolu da yine ‘selâm’ dini olan İslâm’a teslim olmaktır.
Şeytan, gerçekten insanoğlunun en büyük düşmanıdır. O, kendine uyanları mutluluğa, huzura ve iyi olan şeylere değil; çılgınca yanan bir ateşin halkından olmaya çağırır.[59] Haddi aşarak büyüklük taslayan ve dalâlete düşen nice küfür öncüleri tıpkı Firavun gibi insanları ateşe (nâr’a) dâvet ederler. Bu gibi sapık liderlere uyup onların peşinden gidenler, ya da onların uydurduğu bâtıl dinlere göre yaşayanlar, ateşten başka bir şey kazanmazlar.[60] Hakka, doğruya, güzele, iyiye, mutluluğa, huzura, selâm yurduna, fıtrata, insanlığa dâvet eden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in çağrısı bütün insanları kapsar. O, son peygamber olduğu için kendinden sonra gelen bütün insanlara gönderilmiştir.[61] Allah (c.c.) katında tek geçerli din de Hz. Muhammed’in insanlara tebliğ ettiği İslâm’dır.[62] Hz. Muhammed (s.a.s.) ve diğer elçiler, insanlar üzerinde bir zorba,[63] bir bekçi (koruyucu),[64] onların yaptıklarından sorumlu bir vekil[65] değildir. O’nun görevi, kendisine indirilen vahyi insanlara tebliğ etmek, onları irşad etmek ve onları Hakk’a dâvet etmektir.[66]
Allah’ın elçileri insanları Hak dine dâvet ederler, onlara bir baskı uygulamazlar, zorlama yapmazlar. Ancak, onlar kendilerine uyanları irşad ederler, onları Allah’ın hükümleriyle yönetirler, onlara yol göstermeye ve örnek olmaya devam ederler.
Dâvet ve Sanat
Sanat, dâvânın en sihirli dâvet ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki, bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir dâvet (ki buna dâvet denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız dâvetçilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.
Sanatın bir gâyesi de gönülle duyduklarımızı başkalarına güzel bir şekilde ifâde etmektir. Rûhumuzu gönlümüzü açmak, oradaki huzuru, hazzı, zevki, güzelliği, derdi, çileyi başkalarıyla paylaşmaktır. "Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun!" demektir. Yani dâvettir, tebliğdir.
Doğruluk ve güzellik dâvetle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları dâvet vâsıtalarıdır. "Gerçek sanat" diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa vuruşu. İnsanlar arasında en güzel dâveti yapan peygamberler en büyük sanatkârlardır. Edebiyattan sonra da hat, mimarî ve mûsikî, dâvâyı tebliğ edebildiği oranda makbul sanatlar. Ve diğerleri...
Dâvet demek, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar dâvet de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın dâvet ve tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in şekilden ziyâde sunulanın önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek." Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun; yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmaya yararken, kalem şeklinde yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.
"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et."[67] Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır dâvet. Dâvetin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir dâvettir. Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi Batılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla hıristiyanlık propagandası yapmışlardır. Günümüzde hemen hemen her eve giren medyanın yaptığı, Batılıların hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar her biri, bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de tenkididir. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.
Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem "müslümanım" diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey. Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık! [68]
Dâî/Dâvetçi
Dâî; Dâvet eden, çağıran, bir kimseyi bir şeye sevk ve teşvik eden kimse demektir. Arapça "deave" fiilinin ism-i fâili olan kelime bu anlamıyla kullanıldığında, tarih boyunca insanları doğruya, hakka yöneltmek için Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerin birer dâî, yani dâvetçi olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberlerin insanları Allah'a çağırdıkları birçok âyetle sâbittir: "(Ey Nebî) de ki: Benim yolum budur. Ben ve Bana uyanlar bilerek insanları Allah'a çağırırız."[69]; "...Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece-gündüz dâvet ettim..."[70]; "Ey iman edenler, Allah ve Peygamber sizi hayat verecek şeye (İslâm’a) dâvet ettiği zaman ona uyun."[71]; "(Mûsâ:) Ben sizi kurtuluşa (her yönüyle İslâm'ı kabule) dâvet ediyorum (ama) siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah'ı inkâr etmeye çağırıyorsunuz. ben ise sizi, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a dâvet ediyorum." [72]
Peygamberler insanları ebedî kurtuluş sebeplerine, yani Allah'ın vahdaniyet ve hâkimiyetini kabule çağıran birer dâî oldukları gibi, ümmetlerinden bu görevi yapanlar da Kur'ân diliyle medhedilmişlerdir: "...Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?" [73]
Aynı kelimeden türeyen duâ da Allah'a yalvarma, Allah'tan dilekte bulunma, iman neticesi Allah'ı çağırma manalarında kullanılır: "Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ edin."[74]; "... Benden isteyenin, duâ ettiğinde duâsını kabul ederim..." [75]
Allah'a samimiyetle iman edenler, her zaman O'na duâ ederken; insanların birçoğu darda kaldıkları zaman Allah'a duâ eder, genişliğe erince hiç duâ etmemiş gibi hayata devam ederler; ya da Allah'a ortak koşarak başkasına duâ ederler. Bu tür duâlar sahibine fayda vermediği gibi azgınlıklarını da artırır: "İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken Bize yalvarıp yakarır; Biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü Bize hiç yalvarmamışa döner..."[76]; "Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar, ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O'na hemen eş koşarlar..."[77]; "O gün Allah, “Bana ortak olduklarını iddia ettiklerinize seslenin” der. Onları çağırırlar, fakat hiç birisi onların çağrısına gelmez"[78]; "Allah'tan başkasına yalvarma. Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun." [79]
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvet
Kur'ân-ı Kerim'de da'vet kelimesi 6 âyette geçmekte olup, aynı kökten değişik türevleri 205 defa kullanılmıştır. Dâvet ve türevleri, bu âyetlerde İslâm'a ve İslâmî ilkelerin uygulanmasına çağrı yanında, Allah'a duâ/yakarış,[80] insanların yeniden dirilip mahşerde toplanmaları için kabirlerinden çağrılmaları[81] gibi değişik mânâlarda kullanılmıştır.
Da'vet kelimesi, terim olarak özellikle "İslâm'a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı" anlamna gelir. Kur'ân-ı Kerim'de; İslâm'a çağrı,[82] imana çağrı,[83] Allah yoluna çağrı,[84] Allah'ın kitabına çağrı,[85] hakka çağrı,[86] hayra çağrı,[87] kurtuluşa çağrı,[88] hayat kaynağına çağrı,[89] esenliğe çağrı[90] gibi mânâlara gelen ifâdeler, dâvetin İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir faâliyet olduğunu, dolayısıyla hem gayri müslimlere, hem de müslümanlara yönelik olabileceğini göstermektedir. Buna göre tebliğ, irşad, vaaz, nasihat, inzâr, tebşîr, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker gibi terimler de sözlük anlamları itibarıyla dâvetten farklı olmakla birlikte, uygulama ve gâyeleri bakımından aynı veya yakın mânâları ifâde etmektedir. Bu sebeple dâvet ve tebliğ başta olmak üzere bu kavramlar, sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber "Allah'ın dâvetçisi (dâıyallah)" olarak nitelendirilmiş[91] ve ona yüklenen dâvet vazifesi "dâvet et (üd'u)" emri yanında "tebliğ et (belliğ)", "hatırlat (zekkir)", "ikaz et (enzir)" gibi daha başka kelimelerle de ifade edilmiştir. Ayrıca, pek çok âyette Hz. Peygamber'in görevinin ancak "belâğ" olduğu zikredilmektedir.[92] Tebliğ ile aynı kökten olan belâğ lafzı, bütün bu âyetlerde "dâvet" mânâsını ifâde etmekte, öte yandan İslâm dinini yaymanın yegâne yolunun dâvet ve tebliğ olduğunu göstermektedir. İslâm'da savaşın "cihad" diye adlandırılması, savaşın gâyesinin insan öldürüp hükümranlık sağlamak olmayıp, insanları hakka dâvet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir. Zira cihadın ilk ve en temel safhası dâvet olup, "i'lâ-yı kelimetullah", yani tevhidi yayma vazifesinin yerine getirilmesinde dâvet imkânının mevcut olması halinde, silâhlı savaşa gerek kalmayacaktır. Nitekim bizzat Hz. Peygamber'in başlattığı ve sonraki dönemde devam ettirilen uygulamaya göre, İslâm ordu kumandanlarının öncelikle düşmanı İslâm'a dâvet etmeleri gerekir.
Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli vesilelerle Hz. Muhammed'in risâletinin bütün insanlığı kapsadığı[93] ve sadece İslâm'ın Allah nezdinde geçerli din olduğu[94] belirtilmiştir. Yine Kur'an'da Hz. Peygamber'in insanlar üzerinde bir zorba olmadığı[95] görevinin irşad, tebliğ ve dâvetten ibâret bulunduğu,[96] esâsen ilke olarak dinde zorlamaya başvurulamayacağı, hak olanla olmayanın birbirinden ayrıldığı,[97] bundan sonra artık iman edip etmemenin insanların kendi istemelerine bağlı bulunduğu[98] ifâde edilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber dâî, beşîr, nezîr gibi sıfatlarla nitelendirilerek onun misyonunun dâvet esasına dayandığı vurgulanmış, özellikle peygamber'in ve genel olarak müslümanların dâvet çalışmalarında uymaları gereken başlıca metotları göstermesi bakımından son derece önem taşıyan bir âyette, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür."[99] buyurularak dâvetin ıslâha yönelik, barışçı metotlarla yapılması öngörülmüştür.
Rasûlullah (s.a.s.), hayatının sonuna kadar inzar görevini eksiksiz bir şekilde yapmıştır. Bir yandan müşrikleri hak yola dâvet ederek inanmayanları âhiret azabıyla inzar etmiş, diğer yandan kendisine inananları, her türlü günaha karşı uyarmıştır. Bu tür uyarılar, Kur'an'da büyük bir yer tutar.
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et (dayanıp güven). Çünkü Allah, tevekkül edenleri (kendisine dayanıp sığınanları) sever.” [100]
“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu (Kitabı) mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz” diye sağlam söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü, arkalarına atıp onu az bir karşılığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür!”[101]
“Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.” [102]
“Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” [103]
“...Birr’de; İyi ve güzel olan şeylerde ve takvâda (yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmada) yardımlaşın.” [104]
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki), Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı azîz, onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [105]
"Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez/rehberlik yapmaz." [106]
"Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğu ile oturma."[107]
“Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.” [108]
“(Nûh)... Ben size öğütler veriyorum.” [109]
“... Size dürüst ve güvenilir öğütler veriyorum.” [110]
"İçlerinden bir topluluk, 'Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?' dedi. (Öğüt verenler de) dediler ki: 'Rabbinize mâzeret (beyan etmek) için, bir de belki sakınırlar diye (öğüt veriyoruz). Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık." [111]
“Affetme yolunu tut, iyilik ve güzel davranışla emret, kendini bilmeyen câhillerden yüz çevir.” [112]
"...(Şuayb a.s.:) Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." [113]
“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü; kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri dünya hayatında da âhirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. Buna mukabil Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” [114]
“Artık sen, sana emrolunanı açıktan açığa bildir ve şirk koşanlardan yüzçevir.” [115]
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” [116]
“Rabbim, göğsüme genişlik ver; kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar sözümü.” [117]
“(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.” [118]
“Onlar (mü’minler) ki, yalan şâhitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” [119]
"(Önce) en yakın akrabalarını uyar. Sana uyan mü'minlere (merhamet) kanadını indir." [120]
“... Rabbinin yoluna çağırmaya devam et...” [121]
"(Lokman, oğluna nasihat ederek şöyle dedi:) 'Yavrucuğum! Namazı kıl, ma'rûfu/iyiliği emret, münkerden/kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir." [122]
"Onlar Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter." [123]
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır (onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” [124]
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” [125]
“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve mükerreren gelen Kitab’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu Kitaptan derileri ürperir, sonra hem ciltleri ve hem de kalpleri, Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın dileyeni onunla doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Kim de sapıtırsa artık ona yol gösteren olmaz.” [126]
“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” [127]
"Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir." [128]
"Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab'ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir." [129]
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriçtir." [130]
Hadis-i Şeriflerde Dâvet
“Bir hayırlı işe delâlet eden (vesile olan) kimse için, o hayırlı işi işleyenin sevâbı gibi mükâfat vardır.”
“Kim bir hayra ve iyiliğe klavuzluk ederse ona hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır.”
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”
“İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”
"Size ma'rûf getirene (ikram edene), karşılık veriniz."
“Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”
“Din nasihattir.” Ashâb sordu: ‘Kim için nasihattir ya Rasûlallah?’ “Allah için, Kitab’ı ve Rasûlü için, müslüman devlet adamları ve bütün müslümanlar için.” (Nasihat, öğüt vermek yanında, ihlâslı/samimi olmak anlamına da gelir; burada ikinci anlamdadır.)
Ebu’l-Abbas Sehl İbn-i Sa’d es-Saidî (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Hayber gazvesi gününde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bu sancağı yarın öyle bir kimseye vereceğim ki Allah, onun eliyle Hayber’i fetheder. Hem o kimse Allah’ı ve Rasûlünü sever, Allah ve peygamberi de onu sever.” Bunun üzerine insanlar sancak kime verilecek diye geceyi konuşarak geçirdiler. Sabah olunca sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna koştular. Peygamberimiz: “Ali İbn-i Ebî Tâlib nerede?” diye sordu… Peygamber sancağı ona verdi. Ali: ‘Yâ Rasûlallah! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım?’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Yavaş ol, sâkin ol. Önce onların yanına git, onları İslâm’a dâvet et. Uymaları gereken Allah’tan gelen yükümlülükleri kendilerine bildir. Allah’a yemin ederim ki senin vâsıtanla Allah’ın bir kimseye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır” buyurdu.
“Hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzelten yahut hayır ileten, yalancı değildir.”
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”
“Öğretiniz ve kolaylaştırınız.” (Bu sözü üç defa söyledi.) “Bir de öfkelendiğin zaman sus!” (Bunu da iki defa söyledi.)
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.”
"Halkın seviyesine inin."
Cerir İbn-i Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah’a (s.a.s.) namazı her an devam ve duyarlılık üzere kılacağıma, zekâtı hakkıyla vereceğime ve tüm müslümanlara her zaman nasihatte bulunacağıma dair anlaşıp siyasî otoritesini kabul edip bey'at etmiştim/elini sıkmıştım.
“Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi için de arzu edip istemedikçe iman etmiş olmaz.”
Rasûlüllah (s.a.s.) Abdulkays oğullarından Eşecc’e: “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve acele etmeden sabırla hareket etmek.”
“Allah kullarına merhametle ve büyük lutfuyla muâmele eder. Bütün işlerde de kolaylık ve yumuşaklık gösterilmesinden memnun olur.”
“Allah, kullarına karşı daima kolay ve yumuşak olanı yapar, onlar hakkında yumuşak davranır. Her işte ve tüm kişilere karşı yumuşak davranılmasını sever ve memnun kalır. Katılık ve zorla yapılan başka işlerde vermediği sevâbı, kolaylık gösterilerek yapılan işlere verir.”
“Hangi işte kolaylık ve yumuşaklık varsa, o, işi güzelleştirir. Kolaylık ve yumuşaklığın kendisinden çekilip çıkarıldığı her iş ise onu çirkinleştirir.”
“Yarım hurmayla da olsa (onu sadaka vererek) kendinizi cehennemden koruyun. Bunu da bulamazsanız güzel ve tatlı sözlerle. Güzel söz sadakadır.”
“Yumuşak ve kolaylaştırıcı davranmayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış olur.”
“Namazı uzatmak, hutbeyi kısaltmak kişinin dini iyi bilip anlayışlı olduğunu gösterir. O halde namazı uzunca kıldırıp hutbeyi kısa kesin.”
“Sözde ve işte aşırı gidip haddinden fazla ve yapmacık hassâsiyet gösteren kimseler helâk oldular” buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı.
Dikkatimiz çekilmek için üç sefer tekrarlanan, dengeli ve ölçülü olmamızı tavsiye eden bu hadis-i şerife göre, edebiyat parçalamak için sözde ileri giden, her türlü farz ve nâfile ibâdetlerde başkalarına farklı davranışlarıyla dikkat çekmek isteyenler, aşırı nezâket ve kibarlık budalası durumuna düşenler, tüm Müslümanlar arasında yalnızlığa itilmiş olur. Böylece İslâm cemaati içinde yalnızlığa itilmiş olmaktan daha büyük bir belâ da düşünülemez. Bu hadisle dinde ve sosyal hayattaki her türlü aşırılıklardan uzak durularak ne sivrilip ne de geri kalarak, göze batan insan durumuna düşmemek öğütleniyor.
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.”
Allah her işte samimiyet ve iyi niyeti esas alır. Hava atmak ve gubuzluk yapmak için konuşmada ağzı evirip çevirmek durumu yasaklanmış ve kişi sığır gibi büyük baş hayvana benzetilmiştir. Güzel konuşmakla, yapmacık konuşmayı birbirine karıştırmamalıdır. Konuşurken kendini farklı gösterme ve bilgiçlik taslama İslâmî edebe aykırı kabul edilip yasaklanmıştır. Göründüğünden başka tavırlar sergilemek münâfıklık alâmeti sayılır. Müslümanlar her halinde Allah’ın rızâsını kazanacak şekilde olmak durumundadır, başka gâye ve maksatlara ulaşmak için Allah’ın rızâsını terk etmemelidir.
“İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan kimselerdir.”
Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış; Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir."
Ebû Vâil Şakık İbn Seleme (r.a.) şöyle demiştir: İbn Mes’ud (r.a.) bize perşembe günleri vaaz ederdi. Adamın biri ona: "Ey Abdurrahman, bize her gün vaaz etmeni istiyoruz" deyince İbn Mes’ud: "Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) bize usanç gelir endişesiyle ara ara vaaz ettiği gibi ben de size vaazlarımı her gün değil de, böylece haftada bir gün yapıyorum."
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin (Fâsık veya kâfir demesin). Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.”[131]
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.”[132]
Ebû’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: "Biz zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine müdâhale etmemeye, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah’ın (s.a.s.) siyasî otoritesini kabul edip bey'at ederek elini sıktık."[133]
“Bir mü’min bir mü’min kimseyi kötülemez, lânetlemez, kötü söz söyleyip çirkin davranışlar ortaya koymaz.” [134]
“Kim bir adamı 'ey kâfir veya 'ey Allah’ın düşmanı' diye çağırırsa ve o kimse de denildiği gibi değilse bu söz söyleyenin kendisine döner.” [135]
Bu hadis-i şerifler müslümana yakışmayan “kâfir” ve “Allah’ın düşmanı” gibi sözlerin söylenemeyeceğini ve bunun büyük bir günah olduğunu bildirir. Câhillik yüzünden ve aşırı kindarlık sebebiyle İslâm düşmanlarına hizmet ettiklerinin farkında olmayan bazı müslümanlar tarihin her döneminde varolagelmiştir.
Gerçekten müslümanın vazifesi bir Müslüman kardeşini işlediği bir hatadan dolayı İslâm toplumundan dışlaması değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun biçimde uyarıp ikaz etmek, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaktır. Peygamberimiz bizden bu hassâsiyete riâyet etmemizi istemiş ve kesin delil olmadan bir Müslümanı tekfir ederek, bir Müslümana atılabilecek en büyük iftirayı atan kimseye, o ithamın kendisine geri döneceğini bilmesi gerektiğini bildirmiştir. Çok tehlikeli olan haksız tekfirden Müslüman daima kaçınmalı ve uzak durmalıdır. Bilerek veya bilmeyerek düşmanlara hizmet etmemelidirler.
Câhillik ve bilgisizliğin yanı sıra bir de bilerek tekfirci olmak vardır ki, bugün yeryüzünde İslâm âleminin durumu meydandadır. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde birbirlerini tevhid inancına çağırmaları, küfür ve şirke düşmelerini engelleyecek esasları ortaya koyarak birbirlerini ikaz ve irşadla doğru öğrenme ve İslâmî eğitim kurumlarını çalıştırmaları ve kardeşlik üzere birbirlerine nasihat etmeleri ve birbirlerini ikaz ederek düzeltmeleri uygun olur.
Bu hadis-i şerifler müslümana yakışmayan “kâfir” ve “Allah’ın düşmanı” gibi sözlerin söylenemeyeceğini ve bunun büyük bir günah olduğunu bildirir. Câhillik yüzünden ve aşırı kindarlık sebebiyle İslâm düşmanlarına hizmet ettiklerinin farkında olmayan bazı müslümanlar tarihin her döneminde varolagelmiştir.
Gerçekten müslümanın vazifesi bir Müslüman kardeşini işlediği bir hatadan dolayı İslâm toplumundan dışlaması değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun biçimde uyarıp ikaz etmek, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaktır. Peygamberimiz bizden bu hassâsiyete riâyet etmemizi istemiş ve böyle bir hata yapan kimseye o sözün geri döneceğini bilmesi gerektiğini bildirmiştir. Çok tehlikeli olan bu sözden Müslüman daima kaçınmalı ve uzak durmalıdır. Bilerek veya bilmeyerek düşmanlara hizmet etmemelidirler.
Câhillik ve bilgisizliğin yanı sıra bir de bilerek tekfirci olmak vardır ki, bugün yeryüzünde İslâm âleminin durumu meydandadır. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde birbirlerini tevhid inancına çağırmaları, küfür ve şirke düşmelerini engelleyecek esasları ortaya koyarak birbirlerini ikaz ve irşadla doğru öğrenme ve İslâmî eğitim kurumlarını çalıştırmaları ve kardeşlik üzere birbirlerine nasihat etmeleri ve birbirlerini ikaz ederek düzeltmeleri uygun olur.
Dâvetle İlgili 15 Tespit
- Dâvetin Hükmü Nedir? Dâvet, Farzdır, Ümmetin İçinden Bu Görevi Yerine Getirenlerin Sayı ve Kalite Olarak Yeterli Olmaması, Farz-ı Kifâyeyi Farz-ı Ayn Derecesine Çıkarır,
- Kim Dâvet Edecek? Mü’min olan herkes, bildiği ve gücü yettiği oranda dâvet etmek zorundadır,
- Kimi Dâvet Edeceğiz? Herkesi; dâvete ihtiyacı olan kim olursa olsun, onu,
- Neye Dâvet Etmeliyiz? İnsanları Ayrıntılara ve İhtilaflı Konulara Çağırmak Yerine; Allah’a Dâvet Etmeli ve Tevhidî Esasları Öne Çıkarmalıdır,
- Dâvetin Sistemli ve Organizeli Olması: Hayra Dâvet Eden Toplum Olmalı; Bireysel Dâvetlerden Daha Önemlisi, Cemaat/Teşkilat Organizesiyle Sistemli Dâvet Çalışmalarıdır,
- Toplumsal ve Siyasal Konularla İlgili Dâvet, Diğer Konulardan Daha Öncelikli ve Daha Zorunludur,
- Dâvet, Bir Değişimi Hedeflemelidir: Salt Yasaklamak Yerine Alternatif Çözümler Göstermek Gerekir,
- Nasıl Dâvet Etmeliyiz? Dâvetin Usûlü Çok Önemlidir,
- Hangi Araçları Kullanmalıyız? Meşrû Araçları Meşrû Şekilde Kullanmak Gerekir. Tekfirci, İtham Edici, Dışlayıcı Dil ve Tavırlarla Dâvet Olmaz,
- Dâvet ve tebliğ çalışması yapacak ve ümmetin vahdetini ve İslâmî değişim ve dönüşümü hedefleyen çalışma mensuplarının sabit değerlerin etrafında ortak bir kimliği oluşturmaları zaruridir,
- Dâvet ve İslâmî Mücadele, İktidar Eksenli Değil; Kulluk Eksenlidir,
- Bâtıl Yollarla Hakka Gidilmez: Sistem İçi ve Demokratik Usûllerle Dâvet Gerçekleşmez,
- Nebevî Usûlü Günümüze Uygulamalıyız: Peygamberlerimiz, Dâvet Konusunda Bize En Güzel Örnektir,
- Dâvetin Yolunu Tıkayan Düzen: Tâğutî Devlet Denilen Bataklık Kurutulmadan Münker ve Fesâd Sivrisinekleri Yok Edilemez,
- Özgürlük ve Serbestlik Anlayışı: Sınırları İlâhî Hududa Göre Çizilmemiş Özgürlük, İstediği Gibi Yaşama Serbestliği, Dâvetin Önünde Büyük Engellerdir,
Şimdi, bu maddeleri açıklamaya, Kur’an ve Sünnet istikametinde içini doldurmaya çalışalım:
- Dâvetin Hükmü Nedir? Dâvet, farzdır, ümmetin içinden bu görevi yerine getirenlerin sayı ve kalite olarak yeterli olmaması, farz-ı kifâyeyi farz-ı ayn derecesine çıkarır. İslâm âlimleri emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkerin farz-ı kifâye olduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla ilgili uygulamalar, biri İslâmî devletin sorumluluğunda resmî, diğeri müslüman fertlerin şahsî sorumluluklarına bırakılan gayrı resmî olmak üzere iki şekilde gelişmiştir. Emir ve nehiy faâliyetlerinin ilk şekli "hisbe" veya "ihtisab" adı altında kurumlaşmış, kaynaklarda bununla ilgili hükümler ayrıntılı olarak tesbit edilmiştir.
İnsanları Allah'a dâvet, işin şuurunda olan mü’minlere yüklenen önemli bir sorumluluktur. “İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[136] Bu âyet, Müslümanların içinden hayra dâvet edecek bir topluluğun çıkmasını emretmektedir. Bu topluluktan olanların kurtuluşa erenler olduğu belirtiliyor. Bu dâvetçilerin dışında kalanların ise kurtuluşa erenlerden olup olmadığı, bahsedilmeye bile gerek görülmez. İnsanların büyük bir bölümü, diğer insanları Allah'a gereği gibi iman edip sadece O’na ibâdet/kulluk etmeye dâvet etmenin kendilerine verilmiş bir mes’ûliyet olduğunu, çevrelerindeki kişileri güzel şekilde dâvet etmenin bir ibâdet olduğunu düşünmezler. Yani bu sorumluluğun bilincinde değildirler.
“Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır). İyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, üstün ve güçlüdür, hakîmdir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[137] Bu âyetten de anlaşıldığı gibi iman eden her insan, dünya hayatı boyunca sürekli güzellikleri, yani tevhid ve Allah'a itaati, güzel ahlâkı anlamakla, bizzat kendisi yaşamakla ve insanlara da güzellikleri tavsiye edip onları kötülüklerden sakındırmakla yükümlüdür.
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”[138] Bu âyet de, Rabbimizin yoluna insanları hikmet ve güzel öğütle dâvet etmemizi emretmektedir.
İslâm âlimleri siyasî iktidarların iyiliği yaptırma, kötülüğü engelleme işlerinde yetersiz kalabileceğini, hatta bazen bizzat yöneticilerin kötülük ve haksızlığa yol açabileceklerini, bu ilkenin ise, toplumun selâmeti için konulduğunu, Kur'an ve Sünnette müslümanlardan, herhangi bir resmî veya gayrı resmî ayrımına gidilmeden iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma ödevini yerine getirmelerinin istendiğini dikkate alarak, fertlerin emir ve nehiy sorumluluklarının devam ettiğini düşünmüşlerdir. Buna göre iyi veya kötü olduğu açıkça bilinen hususlarda her müslüman bu görevini yapmalıdır.
Ağırlıklı görüşe göre, âlimlerin ihtilâf halinde bulunduğu meseleler, emir ve nehiy konusu olmaz. Özellikle ictihad alanına giren konularda emir ve nehiy, yetkili kimselerce yapılmalıdır. Zemahşerî, "İçinizden hayra çağıran, ma'rûfu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun" meâlindeki âyeti açıklarken, bu görevi, ancak ma'rûf ve münker ile bu husustaki emir ve nehyin metotları hakkında bilgi sahibi olanların yerine getirebileceğini, aksi halde iyiliğin kötülük, kötülüğün de iyilik zannedilmesi gibi hatalara düşülebileceğini hatırlatır. Bu görüş, ehl-i sünnet âlimlerince de benimsenmiştir. Ayrıca, hiç kimse, başka birinin gizli hallerini araştırma, kötü de olsa mahremiyetine vâkıf olup aleniyete dökme hakkına sahip değildir.
- Kim Dâvet Edecek? Mü’min olan herkes, bildiği ve gücü yettiği oranda dâvet etmek zorundadır. Bununla birlikte; İslâm âlimlerinin, cemaat ve kanaat önderlerinin, yazar ve hatiplerin, cami görevlilerinin bu görevi yapması, terk edilemez, edilince büyük vebali olan bir vecîbedir. “İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[139] Bu âyete göre içimizden böyle bir topluluk çıkacak ve bunlar hayra dâvet edip emr-i bi’l ma’ruf yapacak. “Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[140] Bu hadiste bir kötülüğün değiştirilmesi, “Sizden biriniz…” denilerek bütün mü’minlere görev olarak verilmiştir. Emredilmesi ve yasaklanması gereken hususlar herkesin bildiği ve bilmek mecbûriyetinde olduğu meselelerden ise, bu dâvette tüm müslümanlar ortaktır.
İslâm nokta-i nazarında ilim, belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. “Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunduğu, Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması icap eder. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar.
Böyle olduğu halde, Müslüman halkın çoğunluğu bu görevlerini yapmamaktadır. Hele emretmek ve yasaklamak kavramlarına uygun, yaptırımı olan bir emir ve yasaklama olmamakta ve yine cihadın en büyüğü ve en faziletlisi kabul edilen zâlim sultana/yöneticiye hak kelimesini haykırmamak, bataklık büyütülürken tek tek sinekleri avlamakla sivrisinekle mücadele ettiğini zannedip aldanmak gibidir.
Bütün mü’minlerin; ilimleri, güçleri ve imkânları oranında dâvetle yükümlü olmasıyla birlikte, bu dâveti öncelikle âlimler sürdürmeli ve yönlendirmelidir.
Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanır. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.[141] Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak, âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.
Yine, sebeb-i nüzul bilgisi, Tefsir ve Hadis Usûlü, hüküm istinbat etme yolu (Fıkıh Usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, dâvete önderlik, örneklik ve öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırma gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini İslâmî hareketin güçlenmesi yolunda dâvet için harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.
Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup durması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında bu mes’ûliyet artar. Ancak, bugün yaygın olduğu gibi ilim sahibi olanların bu büyük sorumluluktan uzak oldukları ya da ilmi birikimlerini tağuti sistemler lehine kullandıkları ve onlara meşruiyet kazandırmaya çalıştıkları dönemlerde, şüphesiz ki ilmî birikimi daha az da olsa sorumluluk bilincine sahip her mü'minin görevi, ümmetin içinde bulunduğu zillettten çıkıp izzete kavuşması için mücadele etmektir. İşte bu amaçla ümmeti vahiyle yeniden inşâ etmek üzere fedâkârca çalışmak ve Kur'an ile büyük cihadı gerçekleştirmek üzere seferber olmaktır. Bunun için, çevrede bu işi yapacak âlimlerin çıkmasına kadar ertelemeden harekete geçmek ve gücünün, ilminin yettiği çabayı Allah rızası için göstermek gerekir.
Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması ve yeniden yapılanmasında, öncülük yapma görevi, en fazla ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini üstlenmesi gereken ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonuyla ümmetin önündeki engelleri kaldırma gayreti, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları belirginleşmiştir.
Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel birikim sahibi, tevhidî şuura sahip aktivist Müslüman öncülere de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.
Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var olan ilmiyle, diğer aktivist (hareket adamı) Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her ulemânın hareket ve eylem adamı olması, her aktivistin de belli oranda ilimle kuşanması gerekir.
Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olmayıp demokrasi veya başka bir ad altında câhiliyyenin hâkim olduğu bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları harekete geçirmek ve dâveti topluma yaymak için örneklik ve rehberlik yapmasıdır.
Aslında, İslâm'da ulemâ diye bir sınıf yoktur. İslâm, sınıfsız bir toplum oluşturur. Ayrıcalıklı bir sınıf kabul etmez dinimiz. Bazıları, kılık kıyafetiyle toplumun diğer fertlerinden ayrı, farklı bir kategori ile ayrıcalıklı bir sınıf kabul etmez. Ve her mü’min, belirli oranda ilim sahibidir. Herkes bildiğinin âlimi, bilmediği önemli hususların öğrencisidir. Müslümana câhil denilemez. Câhil, Allah’ı doğru şekilde bilmeyen kimseye denilir. Sadece, ilmî birikimi daha fazla ve daha az olan âlimler vardır İslâm toplumunda. Çünkü her mü’minin, dininin ilmiyle techiz olmak sorumluluğu vardır. Ancak, bazıları, uzmanlaşarak ilimde derinleşme (râsihûn) konumunda bulunurlar ve diğer ilim sahipleri, bilmediklerini bunlara sorarlar.
Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
“Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır.”[142]; “İlim ancak Allah katındadır.”[143]
Kur’ân-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nûr olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
Kur’an’a göre âlim, çok bilen değil; esas bilinmesi gerekeni bilen ve bildiğiyle amel edip görevini yapan, yani Allah’tan hakkıyla korkandır. Âlimin tanımı bu şekilde yapılır. “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla/gerektiği gibi) korkar.”[144] Allah’tan gereği gibi korkmayan kimse, ne kadar bilgi kırıntılarına sahip olursa olsun, ona âlim denilmez. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm'da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliyye dönemi" olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.
İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurduğu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar."[145] Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki "kitap yüklü eşekler"dir.[146]
İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. "İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır."[147] Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibâdetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn'dır. Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehâlettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur'an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır: "Sakın ha câhillerden olma!"[148]; "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar."[149] Kur'an'da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"[150] İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. "Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir."[151]
İlimde derinleşmiş, râsihundan olanların, ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî çalışmaları ve dâvet faâliyetlerini denetleme gibi bir görevi de vardır. Dâvet ve tebliğ çalışmalarının İlâhî maksatlara uygun bir şekilde yapılıp yapılmadığını kontrol etme, İslâmî çalışmaların ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, dâvetçilerin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli bir harekete, heyecanlı bir koşturmaya, dâvet için yarışa dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı Arapça eğitim faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, evlerine, bir medrese veya bir derneğe kendilerini hapsetmeleri cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap'ta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." [152]
Yahya b. Muaz şöyle diyor: “Âlimler, Muhammed (s.a.s.) ümmetine, kendi anne ve babalarından daha şefkatlidirler. Çünkü anne ve babaları onları, dünya ateşinden, âlimler ise âhiret ateşinden korurlar.” [153]
Merhametli, vicdanlı, şefkatli, imanlı ve sâlih amel sahibi bir anne ve baba çocukları için neleri düşünüyor, neleri istiyor, neleri yapıyorsa, muttakî âlimler, onlardan daha çok şeyleri ümmet için istiyor ve yapıyorlar... Muvahhid ve mücâhid İslâm ulemâsı, peygamberlerin vârisleri olduklarının yeterince şuurunda ve idrâkinde olmalıdır. Onların her biri, ümmete çoban olduklarının ve kendilerine vâcib/gerekli olan sorumluluklarının farkında olmalıdır...
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Hepiniz çobansınız ve her biriniz elinizin altındakinden sorumlusunuz.” [154]
Bir anne ve babanın evlâdından sorumluluğundan daha çok âlim, ümmetten sorumludur... Bir anne ve baba nasıl ki, çocuklarının sıhhatinden, hasta olduğunda tedavisinden ve ameliyatından, eğitim ve öğretiminden, edeb, terbiye ve güzel ahlâkından, iktisadî hayatından, meslek ve işinden, ayrıca istikbalinden sorumlu ise, âlim de ümmet için aynı sorumluluğu taşımalıdır... Çünkü ümmetin genel velâyeti, muttakî ve mücâhid ulemâdadır... İslâm âlimleri, ümmetin inancından, İslâm’ı doğru anlayıp yaşamasından, sağlığından, mânevî hastalıklarının tedavisinden, ekonomisinin helâl üzere devam etmesinden, yabancı unsurlardan temizlenmesinden, düşman saldırısına karşı alınacak tavırdan, eğitim ve öğretim, edeb ve güzel ahlâklı olmasından sorumludurlar... Ama her şeyden önce ümmetin şirk ve hurâfeler batağına saplanmasından, onları yöneten idarecilerin Allah’ın indirdiği hükümler/kanunlarla ilgili davranışlarından hesaba çekileceklerdir. Ümmet hayatının Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünnetine uygun olmasından muttakî ulemâ sorumludur... Eğer bu konularda herhangi bir noksanlık var ise, âlimler tarafından tesbit edilip giderilmesine çalışılmalıdır... Her şeyden önce İslâm ulemâsı hür ve bağımsız olmalıdır... İslâm topraklarını işgal eden müstekbir egemen tâğutlardan tamamen uzaklaşıp onlarla ilişkisini kesmiş ve onlarla asla uzlaşmayan, taviz vermeyen ulemâ ancak çağın problemlerini İslâm ölçülerince çözebilir... Çözülen problemlerin hayatta uygulanışının örneğini yine muvahhid ulemânın ortaya koyması icap eder... Eğer bilgi yüklü kişiler, ümmete rehberlik yapmıyor ve onların dertleriyle ilgilenmiyorlarsa, onlar, gerçek âlim olamazlar... Âlimler, Allah’tan, gerektiği gibi korktukları (korkmaları gerektiği) ve kendilerine yüklenen sorumluluğun idrâkinde oldukları için vazifelerini coşkuyla yerine getirirler... İmanı sağlam olmayan ve ilmiyle amel etmeyen kişiler, sadece bazı bilgileri bildiklerinden dolayı âlim sayılamazlar...
- Kimi Dâvet Edeceğiz? Herkesi; dâvete ihtiyacı olan kim olursa olsun, onu. Herkesi (Kadın-erkek, çocuk-ihtiyar, zengin-fakir ayrımı yapamayız. “Bu anlamaz, bu kendi halinde gariban bir kimsedir, bu Türk’tür, şu Kürt’tür, bu çingenedir, bu kördür, topaldır, etkisi olmayan bir kimsedir” demek ve insanlardan bir kısmına dâveti lâyık görmemek kesinlikle yanlıştır). Ne zaman dâvet etmeliyiz: Her zaman (Sadece ders saatinde, sadece boş vaktimizde, sadece canımızın istediği bir zamanda değil). Neredeki insanları? Her yerdekileri.
Dâvet edilecek şahısları tercih ederken, onların zenginliğine, kültürlü oluşlarına, sosyal statülerine, makam ve mevkilerine göre öncelik tespit etmek yanlıştır. Kâfir ise muhâtabımız, onu İslâm’a dâvet edeceğiz; eğer mü’minse ma’rufa, iyi vasfı taşıyan davranışlara dâvet edeceğiz. Münker denilen kötülükleri terk etmeye çağıracağız.
Ve başkalarını dâvet ederken kendimizi asla unutmayacağız; öncelikle ve sonralıkla kendimizi de nasihatlerden, dâvet ettiğimiz hayırdan mahrum bırakmayacağız.
"... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" Başkasına iyiliği emrettiği halde, kendisini unutan kimseyi eleştiren Bakara sûresi 44. âyeti, bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan insan, akıllı kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet edilir. Başkalarına iyiliği emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır. Hâlbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Hâlbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç başlayamaz. Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; “hatasız kul olmaz.” O yüzden, şeytanın sağdan yaklaşıp, “sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!” diye vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat edip, iyilikleri emretmeliyiz.
Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez. "Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa, tamamen de terkedilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda da meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor. Demek ki, dikkat etmemiz gereken; başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz.
Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır. İmam Gazali; bu konuda şu benzetmeleri yapar: “Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.”
- Neye Dâvet Etmeliyiz? İnsanları Ayrıntılara ve İhtilaflı Konulara Çağırmak Yerine; Allah’a Dâvet Etmeli ve Tevhidî Esasları Öne Çıkarmalıdır. “Bize gel!” demeyecek, “Kendine gel!” diyeceğiz. Kişinin kendine gelmesi, günahkârların içkiye dalması gibi dünyaya, oyun ve eğlenceye dalan ve sarhoşlar gibi kendini kaybedenlerin sarhoşluklarının gitmesi, gaflet uykusundan uyanması demektir.
Allah için, Allah'a dâvet etmeliyiz. Kur’an bu konuda şöyle diyor: “Allah’a dâvet eden, sâlih amel işleyen ve ‘şüphesiz ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”[155] İnsanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah'a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz. Bugün çoğu dâvetçi, bunu uygulamamaktadır. Mutlak doğrulara değil; göreceli/ictihâdî/yoruma dayalı doğrulara çağırmaktadır. Tebliğ zannedilen görüşmelerin bereketsizliğinin sebeplerinden biri de budur. Özetle; insanları bir cemaate, derneğe, kuruluşa çağırmayıp Allah’a dâvet etmek gerekir.
Önce tevhid ve imanla ilgili konular gündeme gelmeli. Binanın inşasına temelden başlanır. Temeli olmayan bir binanın üstüne ibâdet katı, haramlardan kaçınma katı, güzel ahlâk katı… nasıl inşâ edilebilir ki? Bina dayanmaz ve göçer. Bina, bu yapıyı temelsiz yapan kimsenin üstüne de göçebilir. Kalkıp da usta şöyle diyemez: “Ben gereği gibi çalıştım. İkinci kat için, üçüncü kat için çok emek verdim. “Ne yapalım takdir-i İlâhî böyle imiş” veya “bina dayanmadı, kabahat binada.”
Dâvet ettiğimiz kimsenin çevrede çok yaygın şirk ve hurâfe mikroplarından etkilenmediğini nasıl düşünebiliriz? Gördüğümüz hastalıkların sebebi olan o mikropları temizlemeden o kimsenin hastalıklarını nasıl tedavi edebiliriz ki? İnsanlar, çoğunluk itibarıyla Kur’an’ın istediği şekilde iman etmiş değiller. Bilinçsiz ve bilgisiz de olsa, inancına şirk karışmayan pek kimse bulamıyoruz. Dâvetçi, sözgelimi namaz veya tesettürden bahsetmiş olsun. Tevhidi özümsemeyen bir kimse, namaz veya tesettürü kabul eder mi? O dâvet başarılı olabilir mi? Diyelim ki çok güzel sunuldu, uzun uğraşlardan sonra muhatap iknâ edildi. Peki, bu durumda ne olmuş olacak? Namaz kılmayan müşrik, namaz kılan müşrik olacak; tesettürsüz müşrik kadın, tesettürlü müşrik kimse olacak. Bu durumdan Allah râzı olur mu? Böyle yapan dâvetçi sevaba girer mi? Dâveti dinleyen kimse, cennetlik mi olacak? Sözümüzün güzel olması, etkileyici olması ve bizi İlâhî rızaya ulaştırması için, öncelikle Allah’a dâvet gereklidir.
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”[156] Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”[157] Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”[158]
İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir.
Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”[159] Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” [160]
Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.
Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular."[161]
Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”[162]
- Dâvetin Sistemli ve Organizeli Olması: Topyekûn helâk ve azaptan kurtulmak için içimizden hayra dâvet eden bir toplum çıkmalıdır. Daha önemlisi, cemaat/teşkilât organizesiyle sistemli dâvet çalışmaları, bireysel dâvetlerden çok daha önemlidir.
Bir dâvetçi, bir yere gidiyor, orada bazı kimselere dâveti ulaştırıyor. Mümkün, etkili oluyor. Muhâtaplarda ciddi bir özeleştiri ve hatalarının kabullenmesi ve terk ettikleri bazı amelleri yeniden yapma açısından olumlu eğilimler oluyor. Ama o konuşmacı oradan gittikten sonra, o kimselere arada sırada nasihat edip daha önce oluşan olumlu düşünce ve kararları hayata döken kimseler olmalı. Yoksa, anlattığınız ve kısmen olumlu etkilediğiniz kimseler, neyi nasıl yapması gerektiği ve hayatını tümüyle değiştirecek seviyede kendini yönlendiren bulunmadığı için kaybolup gidiyor, eski câhilî hatalarına dönüş yapıyor.
Dâvet sistemli olsa, bir cemaat çalışması olarak yapılsa; birinin kaldığı yerden diğer arkadaşları sistemli olarak dâveti sürdürürler. Bir anlık heyecanla yetinilmez. Mûsâ (a.s.), kardeşi Hârun’un da risâleti taşıması ve kendisine yardımcı olmasını Allah’tan istemişti. Hz. İsa, muhâtaplarının inkârlarını sezince, kendi başına dâvet sorumluluğunu hakkıyla yerine getiremeyeceğini düşünerek, dâvet konusunda yardımlaşacağı insanlara ihtiyaç hissetti: “Allah yolunda yardımcılarım kim?’ dedi. Havârîler, ‘Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz müslümanlarız’ dediler.”[163] Tek başına dâvet çalışması yapmak, tek başına çok katlı bir bina yapmaya kalkmak demektir. Yapılabilir mi, yapılabilir. Ama hem zaman ve hem kalite yönüyle görev dağılımı ile yapılan ortak çalışmanın önemini kimse inkâr edemez. Peygamberlerin bile yardımcıya ihtiyaç duyduğu, Muhammed aleyhisselâm’ın da ensara ihtiyaç duyduğu dâvet konusunda bireysel hareket edip büyük başarılar elde etmemiz mümkün değildir.
- Toplumsal ve Siyasal Konularla İlgili Dâvet, Diğer Konulardan Daha Öncelikli ve Daha Zorunludur. Toplumu tümüyle kuşatmış şirk anlayışları, küfür olan ideolojiler, ateist ve ataist görüşler, İslâm’ın ve Kur’an kavramlarının tahrif edilmesi; bireysel problemlerden ve isyanlardan çok daha önemlidir. Kur’an ve sahih sünnet çizgisine ters din anlayışları, itikadî ve diğer alanlardaki hurâfeler, bid’atler, haksız tekfircilik, demokrasi taraftarlığı, laiklik ve düzencilik, geleneksel ve modernist hurâfeler, mezhepçilik, grup taassubu, ırkçılık gibi halkın çoğunluğuna belirli oranda da olsa sirayet eden büyük fitne ve veballerdir. Toplum bireylerini tek tek ifsad eden, aralarındaki güveni ve yardımlaşmayı yok eden bu toplumsal fesadı, öncelikle nehyedip yasaklamak gerekir. Dâvet yönüyle örneğimiz olan peygamberlerimiz, tevhide dâvetle birlikte toplumlarında hangi fesad yaygınsa onu nehyederek görevlerini yaptılar.
Bireylerin isyanından ziyade, İslâm dışı devletin bu isyan ve tuğyan ortamını hazırladığını, düzenin düzelmediği müddetçe fertlerin tümüyle düzelmeyeceğini unutmamak icap ediyor. Dâvetçi, Allah’ın yardımıyla ve uzun uğraşlar neticesinde bir kimseyi namaza başlatır veya bir hanımı tesettüre râzı ederken, o süre içinde düzen, kaç bin kişiyi namazdan ve tesettürden uzaklaştırıyor, bunu değerlendirmek şarttır. Yani, düzen bataklığı kurutulmadan müfsid sivrisineklerle mücadele mümkün değildir. Dâvetçi, isyanın temel kaynağı, doğurgan fesad yuvası, tuğyanın/azgınlığın merkezi olan tâğutî devlete karşı tavır almadan ve dâvetinde bu konuyu gündeme getirmeden dâvet yapmış sayılmaz.
- Dâvet, Bir Değişimi Hedeflemeli, Yasaklanan Şeyin Yerine Güzel Alternatifi Gösterilmelidir: Salt Yasaklamak Yerine Alternatif Çözümler Göstermek Gerekir. Münker işleyen kimseleri, elindeki basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Meselâ, çocuk, çocukluk edip eline kendisine zarar verecek bir bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören adam, onu zorla almaya çalışır ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve güzel bir şey, meselâ bir şeker çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden elindeki bıçağı atacak ve şekere koşacaktır. Dâvetçi de, münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe, fıtrî câzip bir şeyle değiştirilmeli, önündeki engeller kaldırılan fıtrat, güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap; örnek alınacak güzel yaşayışları, yapılması gerekenleri yapanları görmek istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını bekliyor.
Meşhur hadisi tekrar hatırlayalım: “Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin…”[164]
Bu hadiste "münkerin eleştirilmesi" veya "kaldırılması" değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu zaman göz ardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Hâlbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun yerini alabilecektir.
- Nasıl Dâvet Etmeliyiz? Dâvetin Usûlü Çok Önemlidir. Bir amaca ulaşmak için bir şeyi bazı ilkelere ve bir düzene göre söyleme, yapma tarzı, davranış biçimi olarak bilinen metod, Arabça'da usûl kelimesiyle ifade edilmektedir. Düşünceyi belirli bir sonuca vardırması gereken, bunu yaparken tutulması gereken yolların tümüne, bütününe verilen isimdir. Metodda hem tanımlanabilen, hem de zihinsel işlemlerde düzenli surette izlenen bir yön vardır. Fransızca olan bu kelimenin ifade ettiği mânâyı Arapça'da usûl kelimesi karşılamaktadır.
Burada bizim asıl konumuz Rabbânî Metod olarak yaygın şekilde kullanılan kavramdır. Aksi ispatlanıncaya kadar uyulması gereken ana kurallar mânâsındaki Usûl'ün Rabbimize, terbiyecimize ait olanına verilen Rabbânî metod ismi, kullananlar tarafından özellikle İslâm'ı iktidar etmede kullanılması gereken yöntemleri açıklayıcı olarak kullanılmaktadırlar.
Metod, tealluk ettiği şeyin tabiatına uygun olarak sonuca varılmak için takip edilmesi zorunlu yoldur. Örneğin suyu buharlaştırmak için takip edilmesi gerekli yol, onu ısıtmaktır. Isıtmaz, mevcut sıcakllığını korur veya daha da soğutursanız su buharlaşmaz, yani istenilen buharlaştırma sonucu, elde edilemez. Metod öyle birşeydir ki, onun gereğini yapmazsanız ondan umulan sonuca ulaşamazsınız. Böyle olunca da metod, olmazsa olmaz cinsinden bir şeydir.
Bir düşüncenin, bir dünya görüşünün düşünceden hayat tarzına geçişi için uyulması zorunlu yol için metod veya Arabçası ile usûl kelimesinin kullanıyoruz. Nitekim usûl kelimesi bu niteliği nedeniyle bir diğer alanda da aynı anlamda kullanılmaktadır: Birinin soyundan geldiği kimseler; anne veya baba tarafından atalar mânâsında da kullanılan usûlün buradaki mânâsından da rahatlıkla görülebilmektedir ki ataları olmadan nasıl insanın kendisi olmazsa, illâ ki anne ve babası, anne ve babasının anne ve babasının bulunması kendisinin bulunması için olmazsa olmaz şeyler ise ve bu sebeple 'olmazsa olmaz' şeyler için usûl (metod) kelimesi kullanılıyorsa, fikrî, siyasî, ilmî hususlarda da aynı mânâda kullanılmaktadır. Metodun bu özelliği unutulmamalıdır.
Dâvet Usûlü olarak şu hususlara dikkat etmeliyiz:
Allah'a dâvet: insanları bir cemaate, derneğe, kuruluşa çağırmayıp Allah’a dâvet etmek gerekir.
Sâlih amel sahibi olmak,
“Ben müslümanlardanım” demek,
İlâhî vahye dayanmak,
Tevhidi her konuda önceliklemek,
Hayırlı ve faydalı şeyler konuşmak,
Aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici sözler söylemeli,
Muhâtabın seviyesine ve psikolojik durumuna uygun konuşmalı,
Kınayıcı değil, özendirici ve teşvik edici olmalı,
Yaşayışında ve dâvetinde net ve tâvizsiz olmalı,
Sözü, delile dayanmalı,
Durumun, ortamın gerektirdiğine uygun konuşmak,
Sade ve anlaşılır konuşmak,
Dili düzgün, kurallarına uygun ve güzel şekilde kullanmak,
Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek,
Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,
Müslümanlar arasından isim vererek şahıslara ve cemaatlere saldırmaktan kaçınmak,
Sabırlı ve hayırlı olmak,
Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitap etmek,
Münakaşadan kaçınmak; eğer mecbur olunursa, en güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek,
Alternatif sunmak,
Hayırlı bir şeyi iyi tanıtıp sevdirince, şerli husus terk ediliverecek; hak gelince bâtıl yok olacaktır. Bu hakikati unutmayıp kendini motive etmek, moralini sağlam tutmak,
Ma’rufu emretmek ve münkere karşı çıkmak adına, ihtilâflı konuları veya çok önemli olmayan teferruatla ilgili hususları öne çıkarmamak,
Kötülüğü, elle, dille ve kalple değiştirmeye çalışmak,
“Kötülüğü el ile değiştirmek” imanı kuvvetli olan ve gücü yeten her dâvetçi için hedef kabul edilmelidir,
Kötülüğe bazen sadece kalple karşı çıkıp ona buğz etmekle yetinilecektir,
Sorumlu olduklarına karşı yönetici olmak,
Zâlim yöneticiye hakkı haykırmak,
Dâvet ve tebliğin, toplumun her kesimine götürülmesi gerekir,
Toplumda bazı özellikleriyle öne çıkan başkan, âlim, cemaat ve kanaat önderlerinin tevhidi ve vahdeti fazla önemsemeyen tavırları, isteksizlikleri de, dâvetçilerin düzeltmeye çalışacakları önemli problemler arasındadır,
Dâvet ederken karşımızdaki kişinin inancını, davranışlarını, konuşmalarını bilerek, onun kültür ve anlayışına uygun bir dâvet gerçekleştirmek, en son söylenecek sözü en başta söylemek gibi, muhâtabın kaldıramayacağı üst derece sorumluluk isteyen konuları uygun zamana ertelemek,
Kızıp bağırarak bir sonuç alınamayacağını, tartışmaların hayırla neticelenme ihtimalinin pek olmadığını dâvetçi unutmamalıdır,
Kendi görüşüne ve grubuna dâvet etmemelidir,
Liderlerin bey’at ve ahit almaya kendilerini yetkili görmeleri bugünkü şartlarda büyük yanlışlıktır,
Ilımlı İslâm anlayışına, ulusal simge ve kutsalların kabulüne dâvet, câhiliyye dâvetidir, bunlardan kaçınmak gerekir,
Ayağına gidilen, beklenen, ulaşılamayan değil; bekleyen, arayan, koşturan olmak icap eder. Farklı kesimden Müslümanlar ve cemaatler arası ziyaretleşmek de dâvetçi için önemlidir,
Diğer cemaatlerden adam çalıyor görüntüsü vermemek gerekir,
Dâvetçi, ahlâkî zaaflarıyla bilinen kimse olmamalıdır,
Misyonerler gibi, dâvet uğruna zillete râzı olmak yanlıştır,
Başkasının cennete girmesi için bile olsa, kendisini cehenneme götürecek yola girmek büyük yanlıştır,
İnsan, nerede olursa olsun hakkı haykırmak, doğruyu söylemek zorundadır. Bu, sadece dâvetçilerin değil; bütün mü’minlerin şiarı olmalıdır,
En münasip biçimde, ihtiyaçlara cevap verecek, problemlere çözüm getirecek şekilde dâveti gerçekleştirmek,
Etkili, gönüllere tesir edecek şekilde dâvet edebilmek,
Kendisine dâvetin yeni ulaştığı kimselere yumuşak bir üslûpla hitap etmek; dâvet ulaştığı halde İslâm’a düşmanlığı artan kimselere ise hak ettikleri usûlü öne çıkartıp üslûbu sertleştirmek gerekir,
İnsanlara güzel, sanatlı, etkili söz söylemek icap eder; böylece söz daha faydalı ve tesirli olur,
Sözlerin en güzeli olan Kitap’ta “en güzel söz” diye tanımlanan “dâvet”in, O Kitap’taki usûllerini bilip onları uygulamaya çalışmak lâzımdır,
Rasûlullah’ı güzel söz konusunda da örnek almalıyız. Ahlâkı Kur’an olan Hz. Peygamber dâvette de ideal üslûbun örneğiydi,
Dâvetçi, Kur’anî dâvet üslûbunda muhâtabın dikkatini dağıtacak yersiz ayrıntılara girmemelidir.
Hak ve bâtılı karıştırmadan, net bir şekilde hakkı tavsiye etmek; tâviz vermeden, çekinip korkmadan, sözü yuvarlamadan insanları hakka dâvet etmek gerekir,
Dâvetçi, muhâtabın mâzisini sorgularken, geleceğe hazırlayıp cennete aday haline getirmeye çalışmalı; bunun için de içinde yaşanılan günü Allah’a teslim olunan hidâyete boyun eğilinen zamana çevirmeye gayret etmelidir,
Dâvetçinin konuşması anlaşılır ve sade olması yanında; dâvetçi, imkân nispetinde söz sanatlarına da yer vermeli, edebî konuşmasını da bilmelidir,
Bir insanın konuşma hakkından söz edebilmesi için, dinleme sorumluluğunu yerine getirmesi şarttır,
Dâvet edilecek şahısları tercih ederken; onların zenginliğine, kültürlü oluşlarına, sosyal statülerine, makam ve mevkilerine göre öncelik tespit etmek yanlıştır,
Kimleri dâvet etmek zorundayız? Herkesi. Ne zaman dâvet etmeliyiz? Her zaman. Neredeki insanları? Her yerdeki insanları,
Dini olduğu kadar, konuştuğumuz dili de iyi bilmek ve düzgün kullanmak, dâvette başarılı olmak için şarttır,
Sözü, bıktıracak şekilde uzun tutmamak gerekir,
Beden dili ve ses tonu uygun olmalıdır,
Kibir ve gurura kapılmamalı, dâvetin başarısını ve sevabını yok etmemelidir.
- Hangi Araçları Kullanmalıyız? Meşrû Araçları, Meşrû Şekilde Kullanmak Gerekir. Kullanabileceğimiz Araçlar Olarak; Afiş, Mektup, Tebrik Kartı, Broşür, Risale, Çocuk Kitapları, Kitap, Gazete, Dergi, Hutbe, Vaaz, Seminer, Konferans, Sohbet, Radyo, Televizyon, Video, Bilgisayar, İnternet, Cep Telefonu Gibi Araçları Sayabiliriz. Kalemi, bilgisayar klavyesini de araç olarak sayabilir, bu araçlarla oluşan makale, mesaj, mail, yorum gibi mesaj içeren tüm yazıları da ilâve edebiliriz. Bunların tümüne “meşru araç” etiketi yapıştıracak kadar meşruiyeti ve bu araçları tanımıyor değiliz. Bu tür araçların meşru araç olup olmaması, kullanan insana göre değişen bir husustur. “Radyo, cep telefonu, internet dâvet için tümüyle meşru değildir” dediğimizde kişinin kendi konuşması meşru bir araç mıdır, diye sorulan soruya cevap vermekte zorlanırız. Bazılarının konuşmasıyla genel olarak insanları şerre dâvet etmesini, insanları diliyle etkileyip nice fesada sebep olmasını nasıl açıklarız? O zaman dili de mi meşru araç kabul etmeyeceğiz?
Dili doğru kullanmak kişiyi cennete, meşru ölçüleri önemsemeden haramlarda kullanmak nasıl cehenneme sebep oluyorsa, diğer araçların fonksiyonu da benzer kabul edilebilir. İnsanın dilini veya cinsel organını haramlarda kullanma ihtimali var diye nasıl kesip atması istenmiyorsa ve bunlarla imtihan olunuyorsa diğer araçları da bunlara benzetebiliriz. İnsanın, nasıl dilini meşru ölçüler içinde kullanması gerekiyorsa, diğer araçlar da öyledir. Öyledir de; ateşten, bıçaktan yararlanırken nasıl dikkat etmek zorunda isek, bazı araçların da bizi ateşten daha fazla yakma riski taşıdığını, bıçaktan daha fazla yaralayabileceğini unutmamalıyız. Ateşle ve bıçakla küçük çocuklarımızın oynamasına izin vermediğimiz ve belirli yaşın altındaki çocukların elinde kibrit veya bıçak bulunmasına yasak koyduğumuz gibi, belirli beden yaşına veya olgunluk yaşına girmemiş kimselere de bazı yasaklar konulmalı değil mi? Hele, bu araç ateş değil, bomba ise veya bıçak yerine otomatik silâh ise, bu aracın kullanılmasına nasıl sınırlar konulması gerekiyor ve her insanın bunlara sahip olup istediği gibi kullanması nasıl uygun görülmüyorsa; internetin, akıllı denilen aklı çelen akılsız telefonların ve benzeri araçların kullanılması da aynı dikkatin gösterilmesini gerektirir. Sinemayı olağanüstü etkisine rağmen bugünkü şartlarla meşru araç olarak kullanmanın “mümkün değil!” denilecek kadar zor olduğunu, tiyatronun ona yakın zorluklar içerdiğini, televizyon ve internetin meşru şekilde kullanılmasının da dâvâ adamına has takvâ özellikleri istediğini unutmamalıyız. Unutmayalım; sanal dünyada da Biri bizi görüyor. İnandığımız Allah Teâlâ, sanal âlemlerin de Rabbidir.
Ayrıca, Batıdan gelen her türlü aracın yan etkisi olduğu, özellikle uyuşturucu ilaçların bazı insanda yan etkisinin hastalığın kendisinden daha zararlı olduğunu unutmamalıyız. İlaçlardaki yan etkiden daha fazla insanları uyutan ve uyuşturan, aynı zamanda ifsad eden araçlar konusunda da, bizim ilkelerimiz anlamında prospektüsü okuyup ona göre ondan yararlanmamız gerekir. Biz o prospektüsten onu nasıl, ne zaman ve ne kadar kullanabileceğimizi öğrenip ona göre uygulamalıyız. Kur’an’da içki ve kumar için söylenen tarzda “günahları faydalarından daha büyük”[165] ölçüsü, bazı araçlar ve bazı insanlar için başka alanlara da taşınmasını gerektirir.
İnsanlarla yüz yüze konuşmak, onlara canlı olarak anlatmak, çok daha insanî, sıcak ve bereketli bir usûldür. Canlı yüz yüze dâvette beden dili ve sâlih ameller de devreye gireceğinden daha etkili olur. Avını avlamak için örümceğin kendi ördüğü ağının içine kendini hapsetmesi gibi, dâvetçi de kendini sanal âlemin ağları içine hapsetmemesi, kafasının örümcekleşmemesi için şarttır. İncecik örümcek ağı, gözünde ve gönlünde nur olmayanların hakikati, Peygamber’i görmelerine engel olduğu gibi, internet ağları da nice insanı gözünün önündeki gerçekleri görmesine engel olur. Şairin dediği gibi; “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim / Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde.” Bugünkü dille söylersek: “Birçok acemi müneccim (gökbilimci) gökte yıldız ararken gaflete dalarak yolundaki kuyuyu görmez.”
Yine, dâvet için de olsa kullanamayacağımız araçlar içinde; sövmek, ağır ithamlarda bulunmak, hakaret etmek, tekfir etmek de vardır. Kur’an, hangi gerekçe ile olursa olsun, sövmeyi yasaklıyor: “Onların, Allah’ı bırakıp taptıkları kimselere sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.”[166] Sövmek, her türlü hakareti de içerir.
Dil aracını nasıl kullanmamamızı örneklerle açıklayan Rabbimiz, dilimizi nasıl kullanmamız gerektiğini de Kitab’nda bildirmiştir:
“İnsanlara güzel söz söyleyin.”[167];
“Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.”[168] Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren sözlerdir.
Yine, aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici sözler söylemekle mükellefiz:
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[169]
“Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”[170]
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”[171]
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”[172]
"Allah onların kalplerinde olanı bilir. Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine işleyecek güzel söz söyle!"[173]
- Dâvet ve tebliğ çalışması yapacak ve ümmetin vahdetini ve İslâmî değişim ve dönüşümü hedefleyen çalışma mensuplarının sabit değerlerin etrafında ortak bir kimlik oluşturmaları Ortak kimlik oluşmazsa, bir inanç etrafında düşünce, duygu ve eylemleriyle, şuurlu bireyleri aynı istikamete ve hedefe yöneltmeleri imkân dışıdır. Hepimizin bildiği gibi kimlik, inanç ve tavırlardan meydana gelmektedir. Dolayısıyla ortak bir kimlik demek, yaşadığımız hayatla ilgili önemli ve esas meselelerde ortak bir inanca ve ortak bir tavra sahip olmamız demektir. Hele kalıcı, uzun soluklu ve toplumun tüm katmanlarına inmeyi hedefleyen bir çalışma grubunun ana omurgayı oluşturan aynı inanç ve düşünce eksenine sahip olması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Müslümanlar olarak karşılaştığımız tüm meselelerde bizlere ortak bir inanç ve ortak bir tavır verebilecek yegâne Kitap, hiç kuşkusuz ki Kur’ân-ı Kerim’dir. Yüce Kur’ân’ın âyetlerinin tekrarlı, akışkan ve temel bir eksen etrafında oldukça farklı temalara projektörünü tutan ve aydınlatan yapısına dikkat etmek gerekir. Her sûresi kendi içinde bir bütün, ama diğer sûreler içinde zenginleşerek daha üst bir ilkesel bütünlüğe ulaşan bir uyum ve sistem oluşturmaktadır. Esasen nüzul sırasına göre inen sûreler ardışık okunduğunda birbirini gittikçe tamamlayan anlam örgüleri içinde bireyden tüm insanlığa doğru giden bir sürecin yapılanmasını bağrında taşıdığını görmek mümkündür. Kur’an, sadece arzın bir parçasında değil, tüm yeryüzünde var olmayı kendi bağlılarına bir hedef olarak sunmaktadır. “Andolsun Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: ‘Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.”[174]; “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve Din yalnız Allah’ın dini oluncaya kadar savaşın.”[175]
İslâmî kimlik iddiasında olan insanların düşünce, inanç ve eylemlerini İslâmî ilkeler belirlemelidir. İslâmî ilke denince, kaynağı (veya referansı) vahy olan değişmez değerleri kastediyoruz. Topyekûn İslâmî bir dâvet için, İslâmî bir kimlik içinde Kur’anî ilkeler öncelenmelidir. Ancak bu ilkesel temelde yükselen bir var olma çabası, “İslâmî mücadele” olma hakkını kazanır.
İslâm dâvetini yüklenenler, temel konularda ölçü beraberliğine sahip olmalı, bu ölçü beraberliği istikametinde her açıdan gelişerek ümmet bütünlüğüne doğru yol almalıdırlar. Kur’an ve Yüce Peygamber’in pratiği (sünneti); inanç, düşünce ve eylem alanında ilke ve yol göstermek üzere önümüzde durmaktadır. İslâm’ın çağrısı, sırf insanın düşüncesine hitap etmez. O aynı zamanda pratik hareketi de yönlendirir. İslâm’ın sosyal, siyasal ve ekonomik programlarının pratize edilmesi bu açıdan bir zorunluluktur. İslâm’ın her önermeye ilişkin bir düşüncesi, her probleme ilişkin bir çözümü ve her mücadelede kesin bir tavrı vardır. İslâm’ın hayata hâkim olmasına dönük gayretlerin çok yönlü olarak sürdürülmesi ve pratik hayata ilişkin çözümler üretmesi oldukça gerekli bir durumdur.
Yüce Allah’ın toplumsal dönüşümü başlatmak için elçiler göndermesinin hikmeti iyi anlaşılmalıdır. Elçiler, sâlih önderler ve öncüler Hakkı somut bir şekilde, net olarak ortaya koyarlar. Bununla bâtılın rengi de netleşir, Hak ile bâtıl ayrışır. Toplumun bütün katmanlarında hakkın ve bâtılın birbirine karışmadan net olarak ortaya konulması, Allah’ın kitabında defaatle söz konusu ettiği muradına uygun bir durumdur. Elçiler toplumun tercihlerini net olarak yapabilmeleri için Hakkı bâtıla karşı en güzel bir şekilde temsil etmişlerdir. Bu temsiliyet gereklidir; zira toplum tercihini bilinçli olarak, Haktan ya da bâtıldan yana yapabilsin.
“Fakat Allah mukadder bir emri yerine getirmek için o yapılmıştı ki, helâk olan apaçık bir delil ile helâk olsun, yaşayan da açık bir delil ile yaşasın. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, bilendir.”[176]
“(Kur’an) diri olanları uyarıp korkutmak ve küfre sapanların üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir).”[177]
Bütün bu ve benzeri âyetler, vahyin, toplumun gündemine girerek toplumun bütün katmanlarında ayrıştırıcı bir çizgi haline gelmesini öngörüyor. Böylelikle safları hak ve bâtıl diye bölen iki taraf oluşsun. Bu iki tarafın birini hak ve hak ehli, diğerini ise bâtıl ve bâtıl ehli oluştursun. Bu iki taraf birbiriyle mücadele etsin, herkes bilerek tercihini yapsın. Bilerek cenneti ve cehennemi seçsin. Bütün bunların gerçekleşmesi için öncelikle topluma dâvet tümüyle yayılmalı, herkese İslâm dâveti açık ve anlaşılır bir şekilde ulaşmalıdır.
Kur’an’da konuyla ilgili âyetler, vahyin, toplumun gündemine bütün ağırlığıyla girmesini ve o toplumda ses getiren ve kesin hatlarla ayrılmış iki taraf, iki cephe oluşturan bir ayrıştırıcı çizgi olmasını gerekli kılmaktadır. Peki, vahyin, toplumun gündemine oturması için nasıl bir süreç, nasıl bir yöntem işleyecektir? Kimler, nasıl bu işi yapacaktır? Evvel emirde bu dâveti topluma taşıyacak bir kadronun varlığı zaruridir. Bu kadro, hakkın şahitliğini yapacak, her türlü zorluğa karşı direnecek, sabredecek ve yine vahyin ölçüleri ışığında kararlı adımlarla yoluna devam edecektir. Risâlet tarihine baktığımızda, tüm risâlet önderlerinin insanlara ulaştırmaya çalıştıkları tevhidî gerçeklere önce kendilerinin tam anlamıyla teslim olduklarını ve daha sonra da bu gerçekleri toplumlarına duyurmaya çalıştıklarını görürüz.
“O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.”[178]
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur.”[179]
Bu tevhidî gerçekler uğrunda risâlet önderleri, maddî ve mânevî her türlü fedâkârlıkları yapmışlar ve bu gerçekleri, kendilerinden sonra gelecek tevhid erlerine miras bırakmışlardır. “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.”[180] Peygamberin vârisi olmak, her şeyden önce; tevhidî gerçekleri, onun topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırmaktır. Burada “gerçek” âlim, peygamber gibi, tevhidî gerçekleri topluma ulaştırmak için harekete geçen, gece-gündüz demeden çalışan, insanlara dâveti duyurmak için onların ayağına defalarca giden, toplum içinde değersiz kabul edilen insanlarla görüşmekten çekinmeyen, dâvâ yolunda malını, canını, her şeyini ortaya koyan kimsedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), yaşadığı dönemin tâğutlarının (mele’ ve mütref takımın) baskı, şiddet ve zulmüne rağmen zerre kadar dâvâsının ilkelerinden taviz vermediği gibi, aynı zorba sistemin kendisine yaptığı ödül vaadlerinin hiçbirine de itibar etmemiştir. İşte böyle bir peygambere bir âlim vâris olmak istiyorsa, sadece Onun bıraktığı ilme değil, hiçbir şeyden çekinmeden, o ilmin topluma götürülmesi misyonuna yani hakkını vererek dâvet çalışmasına da vâris olmalıdır. Kişilerin toplumsal statülerine bakmadan hemen herkese dâveti ulaştırmaya çalışan, bunun için çarşı-pazar gezip herkesin kapısını çalan, gerektiğinde şehir şehir dolaşarak tanıdık-tanımadık herkese hakkı tebliğ eden ve hemen her insanın kendi seviyesine göre dâvet yapan risâlet önderleri… Onlar nerede; topluma tepeden bakan, bırakın insanların ayağına gitmeyi, kendi ayaklarına gelen kimselere dahi doğru dürüst tevhidî gerçekleri anlatamayan, bunun sorumluluğunu bildiği halde kimi endişelerinden ve korkularından dolayı hakikatleri gizleyen, ümmetin paramparça olduğu bir dönemde yeniden ümmet oluşturma bilinciyle kılını kıpırdatmayan “âlim” görünümlü kimseler nerede? O halde, peygambere vâris olan gerçek âlim, onun misyonuna bütünüyle sahip çıkıp dâvet görevini kuşanan ve hayatını da bu uğurda ortaya koyan ilim sahibi kimsedir. “Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.”[181]
Toplumun gündemine vahyin, tevhidî gerçeklerin girerek ayrıştırıcı bir çizgi haline gelmesi için, sistemli bir şekilde koşturan, insanları coşturan, ama boş durmayan kaliteli dâvetçilere ihtiyaç vardır. Tevhidin gündeme girmesi demek, toplumun bütün katmanlarında tevhidî gerçeklerin yankı bulması demektir. Bu öyle bir yankıya yol açmalıdır ki, sadece belli bir kesim üzerinde değil, halk yığınlarının hemen her kesiminin dikkat kesildiği, çarşıda, pazarda, evde, işyerinde, her yerde tevhidî gerçeklerin konuşulduğu, gündem yapıldığı bir çerçevede kendini göstermelidir. Yaşadığımız toplumda, böylesine bir tevhidî dâvetin toplumun gündeminde olduğunu sananlar, ciddi bir yanılgı ve aldanış içerisindedirler. Zira, bugüne kadar ne tevhidî gerçekleri topluma taşıyacak sağlam dâvetçilerden oluşan bir kadro oluşmuştur, ne de bu toplum tevhidî gerçeklerle yüzleşmiştir. Toplumun karşısında gördüğü İslâm mesajı, daha çok resmî çerçevede sunulan İslâm(!)dır. Diğer İslâm adına konuşanlar ve seslerini duyuranlar da, tâğutî rejimi ürkütmeden, yer yer onlarla uzlaşarak orta bir yol bulmaya çalışan, hakla-bâtılı birbirine karıştıran, İslâmî gerçekleri yer yer saptırarak halkın gündemini teferruat cinsinden meselelerle meşgul etmeyi hizmet kabul edenlerdir. Kısacası, yaşadığımız toplum, Hz. Peygamber’in temsiliyeti ile ortaya koyduğu tevhidî duruş bilinci ile yüzleşmiş değildir. Onlara bu tevhidî gerçekleri taşımakla sorumlu Müslümanların kendi halleri de içler acısıdır. Zaman içinde tevhidî duyarlılık taşıyan bir kısım Müslümanların, bir oraya bir buraya savrulmaları, bırakın topluma dâveti götürecek bir misyon başlatmayı; kendilerinin dâvete muhtaç bir hale gelmeleri, olayın diğer bir trajik yönüdür. Bundan da öte, hareket halinde olan, tevhidî duruş bilincine sahip pek çok müslümanın, muvahhidlerin vahdetini sağlayıp onları harekete geçirecek zihinsel olarak bir “ümmet” oluşturmadan ziyade, içinde bulundukları konumu, kliği, ya da grubu güçlendirmeye çalışmaları, daha da trajik bir durum göstermektedir. Bunlar, şu anda ümmetin içinde bulunduğu durumu doğru teşhis edememekte, kuşatıcı bir varoluş mücadelesi başlatmak yerine, resmî otoritenin öngördüğü sınırlar içinde kalıp lokal, mevziî karakterde, sadece kültürel ya da eğitimle sınırlı alanlarda var olmak istemektedirler. Her biri kendi fildişi kulesinde, kendine göre İslâm’a tâlip olma projesini oluşturan fert veya grupların, bu özel kulelerinden inip Kur’an ve Sünnetin öngördüğü ölçülerde, kuşatıcı bir var olma ya da ümmet olma projesini öncelemeleri, hayatî bir öneme sahiptir. Bunun için de dâveti hayatın her alanına yayarak insanları etkilemeli; onlar tarafından etkilenmekten de böylece kurtulunmalıdır.
“Ve topluca Allah’ın ipine sarılın; tefrikaya düşmeyin.”[182]
“Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine mutlaka soracağız.”[183]
“Ve işte bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Artık hep Benden ittika edip sakının. Ne var ki insanlar kendi aralarındaki emirlerini (işlerini, yönetimlerini) parça parça böldüler (gruplar halinde kendi aralarında parçalandılar). Her grup, kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip övünerek böbürlenmektedir.”[184]
“Dinlerini tefrikaya düşürüp de grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. O, kendilerine ne yaptıklarını haber verir.”[185]
Bütün bu ve benzeri âyetler, Yüce Rabbimiz’in nasıl bir ümmet istediğini çok net olarak ortaya koymaktadır. Bu ümmet, güçleri oraya buraya dağılmış ve parçalanmışlık içinde, egemen kâfir güçlere yem olmamalı; izzetli bir kimlik ile yeryüzünde tüm insanlığa şahitlik eden, mazlum mustaz’aflara yardıma koşan, adâletin temsilciliğini yapan vasat bir ümmet olmalıdır. Birbiriyle çekişme içinde, dağınık gruplar halinde, var olan potansiyel gücünü parçalara ayıran bir topluluk haline gelmemiz, Rabbimiz tarafından asla istenmemektedir.
“Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Yoksa, korkuya kapılıp gücünüzü (rüzgârınızı, devletinizi) kaybedersiniz.”[186]
“Kâfirler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer (Allah’ın emirlerini yerine getirmezseniz, sırt sırta) vermezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.”[187]
“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, siz insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız.”[188]
İlâhî dâvete, ümmetin var oluş birlikteliğine yönelen en büyük tehlike, ihtilafın hiç bitmeyeceği meselelere insanları çekmek, etrafında olup biten sıcak çekişmeleri gündemde tutmak, bu meselelerdeki tutumlarından dolayı insanları tasnif etmek ve özel velâyet bağları oluşturup bu bağın içindekileri mü’min, dışındakileri kâfir saymaktır. İttifak edilen kat’î delillerde odaklanarak bir ümmet oluşturmak yerine, ihtilaf edilen zannî naslar etrafında yoğunlaşmak, Kur’an’ın öngördüğü “tek bir ümmet” hedefini en çok sekteye uğratan bir neden olarak karşımızda durmaktadır. Bugün İslâm dünyasında İslâm dâvetçileri ile laik dâvetçiler arasındaki çatışma; kat’i naslar etrafında, akîdenin kat’iliği, şartların kat’iliği, düşüncenin kat’iliği etrafında geçmektedir. Füruatlarla örülü mezhep, kanaat, yol ya da yöntemlerle oluşturulan ayrılıkçı grup ya da klikler, tek bir ümmet’e doğru gidişin önünde en önemli engel olarak durmaktadır. Yani, ümmetin var olan potansiyel gücü, ayrıntı konularda oluşturulan yol ve gruplarla boğulup gitmekte ve harcanmaktadır. Esasen, temel vahyî esas ve ilkeler etrafında kurulacak bir birliktelik, şu anda var olan çöküntü ve yıkıntıyı ortadan kaldıracak güçtedir. Ayrıntı konularda var olan farklılıklar, ümmetin üniter yapısını bozmadığı sürece teşvik edilir ve hatta bunlar, var olan potansiyelimizi zenginleştirici bir nitelik bile kazanır. Ümmetin akîde, düşünce, şuur ve pratik olarak birliğini somutlaştıran naslar, ön plana çıkartılmalıdır. Bu nasların projektörlüğünde, yoruma açık diğer nasların yol açabileceği görüş farklılıklarının giderilebileceği bir usûl üzerinde de hemfikir olunmalıdır. Bu şarttır; zira, ancak tefrikaya giden yolu tıkayacak bir ana usûl üzerinde hemfikir olanlar, aralarındaki ihtilafı giderebilirler.
İslâm, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akîde bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adâlet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücâdele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, fâiz... gibi kötü ahlâk ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.
- Dâvet ve İslâmî Mücadele, İktidar Eksenli Değil; Kulluk Eksenlidir. “Öncelikle ifade etmeliyiz ki, tevhidî mücadele iktidar eksenli değil, kulluk eksenli bir mücadeledir. Amaç, tevhidî bilince ulaşmış ve vahyin şâhidliğini yapan dâvetçilerle insanları, yalnız Allah’a kul olmaya çağırmak, kula kulluktan kurtulmalarına, zincirlerinden boşanmalarına ve çevrelerine örülmüş duvarları yıkarak içine gömüldükleri zindanların karanlıklarından Kur’an’ın aydınlığına çıkmalarına ve sonuçta iki dünyada da saadete ulaşmalarına vesile olmaktır. İmtihan dünyası olan Allah’ın arzında Allah’ın kullarına adâletle hükmedileceği bir vasat oluşturmak ve böylece Allah’a kulluk ve hilâfet sorumluluğunu yerine getirerek Allah’ın rızâsını kazanmaktır. İslâm devleti kurmak ve iktidar olmak ise, bu süreçte kulluk bütünü içinde yer alan ve ancak gerekli şartlar oluştuğunda tahakkuk edecek bir aşamadan ibarettir. O halde, bütüncül ibâdî sorumluluğun içindeki bir parçayı, ancak toplumsal tevhidî dönüşüm sonucunda gerçekleşebilecek (böyle bir dönüşüm olmadıkça da hiç ulaşılamayabilecek) bir aşamayı, İslâmî mücadelenin temel ekseni haline getirmek, kulluğu parçalamak ve dini, siyasî iktidar mücadelesine indirgeyerek ideolojileştirmek, dünyevîleştirmek, sekülerleştirmek sonucunu doğuracaktır. Hâlbuki tevhid dini, bireysel ve toplumsal bütün hayat alanlarını câhiliye kirinden arındırıp vahiyle ıslah ve inşa etmeyi, ‘rucz’dan arınmış İslâmî dâvetçilerin şâhidlik ve dâvetiyle insanın kula kulluktan kurtulup yalnız Allah’a kul olmayı başararak Allah’ın rızâsını kazanmasını ve böylece kurtuluşa ermesini hedeflemektedir. Bu mücadele sonunda, toplum tevhidî dâvete icâbet ederek özündeki câhilî değer ve ölçüleri tevhidî olanla değiştirdiğinde, Allah’ın vaadi ve yasası gereğince, Allah o topluma, lâyık olduğu tevhidî adâlet sistemini takdir ederek, İslâmî iktidarı da nasip edecektir. Siyasal sistemde değişim sağlayabilmek için öncelikle o istikamette bir sosyal değişimi gerçekleştirmek gerekmektedir. Allah’ın hangi tür bir siyasal sistem değişikliğini takdir etmesini istiyorsak, öncelikle o nitelikte bir toplumsal değişimi sağlamak üzere harekete geçmemiz gerekmektedir.
O halde, tevhidî dâvet ve şâhidliği gerçekleştirerek, vahyi sosyalleştirme ve adâlet mücadelesi vererek hayatı ve toplumu dönüştürmeye ve zulmü geriletmeye çalışmak, câhiliye toplumuna alternatif Kur’an nesli ya da Kur’an cemaati/toplumu oluşturma stratejisini takip etmek, aslında sonuçta içinde İslâmî iktidara ulaşmayı ve sistemi İslâmî sisteme dönüştürmeyi de hedefleyen topyekûn bir mücadeleyi ifade etmektedir. Daha ilk baştan itibaren, tevhidî dâvete icâbet edenlerin örgütlenerek câhiliye toplumuna alternatif bir yapı olarak Kur’an neslini ya da Kur’an toplumunu oluşturmaları, öncelikle kendi çapında İslâmî bir otoriteyi üretmek ve bir gün tevhidî ümmetin oluşturulmasıyla ulaşılacak İslâmî iktidarın da ilk nüvesini oluşturmak anlamına gelmektedir. Ancak bu mücadele, kulluk ve âhiret eksenli hayat tasavvuru içinde Kur’an’la büyük ve kapsamlı bir cihadı ifade etmektedir. Yanlış olan, şartlar oluştuğunda İslâmî iktidara da yol açabilecek bu kapsamlı ve kuşatıcı mücadeleyi, aceleci tutumlarla ve dünyevî beklentilerle siyasî iktidar mücadelesine indirgemektir. İktidar eksenli mücadele faşist ve demokratik beşerî sistemlerin yöntemidir. Kimi Müslümanlar da bu tür sistemlerden etkilenerek, dünyevî beklentiler, hesaplar ve kimi endişelerle şiddeti esas alan darbeci ya da silahlı mücadeleyle bir an önce iktidarı ele geçirmeyi veya laik demokratik sistemlerle uzlaşıp bütünleşerek gayri İslâmî ilke ve ölçüleri benimseyerek seçimle bir an önce iktidar olmayı hedefleyen eğilimlere kapılabiliyorlar.
Bir toplum, özündekini vahiyle, vahyin ölçüleriyle değiştirip, doğru istikamette bir arınmayı ve yeniden inşâyı gerçekleştirip, âdil bir sistemle yönetilmeye müstahak olana kadar bu çürüme, yozlaşma, kokuşmuşluk ve şirk düzeni sona ermeyecektir. Çünkü toplum müstahak olmasa böyle bir sistem geçerli olmaz. Bu sebeple, önce toplum olarak kendimizi değiştirmemiz gerekiyor. Özümüzdekini fıtrî ve vahyî değerler istikametinde değiştirip insan haklarına gerçekten saygılı, insanî ve hukukun üstünlüğünün gözetildiği âdil bir sisteme müstahak olmadığımız sürece, bu sistem devam edecektir. O halde biz, kendi gündemimizle uğraşmalıyız. Artık, sistemin içerisindeki birtakım araçlarla oyalanmayı bırakmalıyız. Hükümete kim gelirse gelsin iktidar oligarşidir. Hangi parti gelirse gelsin, İslâmî kurallar değil; Atatürk’ün ilkeleri, câhiliyyenin hükmü, tâğutların hevâlarının gösterdiği beşerî görüşler kuraldır, kanundur, anayasadır. Hangi parti hükümeti kurarsa kursun; toplum, tevhidî değişim geçirerek İslâmî sistemle, adâletle yönetilmeyi hak etmedikçe, görece bir özgürleşme sağlansa bile şirk sistemiyle ve zulümle yönetilmeye devam edecektir. O halde biz Müslümanlar, sistem içi bâtıl yolarda vakit kaybetmekten, görece özgürleşme adına ilkelerimize, taktik çıkar hesaplarıyla stratejik tevhidî mücadelemize aykırı istikamette oyalanmaktan kurtulup sistemi değiştirecek kendi yolumuza, sırât-ı müstakîme, özgün gündemimize kilitlenmeliyiz. Allah’ın yolunda, dosdoğru bir duruş ve yürüyüşle, İslâmî kimlik ve ilkelerin belirleyiciliğinde, onurlu bir şahsiyeti ve İslâmî kimliği dosdoğru temsil eden doğru bir şahitliği gerçekleştirmeliyiz. Dönüştürmeyi hedeflediğimiz toplumun câhilî eylemlerine katılma ve laik partilere oy verme oyalamasından sakınmalı, her şartta insanlığı karanlıklardan ve zulümden kurtarıp aydınlığa ve adâlete kavuşturacak sahici alternatif olma vasfımızı korumalı, kirlenmeden, flûlaşmadan, bulandırmadan tevhidî netliğimizi ölüme kadar ısrarla sürdürmeliyiz.
Her şeye rağmen, bu tür sapma ve savrulmalara prim vermeyen ilkeli bir mücadele ve kirlenmemiş onurlu bir örneklikle, sahih bir din anlayışını ve doğru bir mücadele yöntemini, tevhidî geleneğin bugüne ait bir halkası halinde oluşturup gelecek nesillere emanet olarak bırakmaya dair çok samimi, çok ciddi, aynı zamanda ısrarlı ve istikrarlı bir çaba göstermeliyiz. Bu uzun soluklu ve başka nesillere de geçerek devam edecek tevhidî yolculukta, Kur’an neslinin öncülüğünde, vahyin ölçüleri ile ümmeti yeniden inşâ etmek, bizim en temel programımızdır. Bu program, asla şaşmadan ve şaşırılmadan devam ettirilmesi gereken, kulluk ve âhiret bilincinin yönlendiriciliğinde ihlâsla sürdürülmesi gereken bir programdır. Bizim projemiz, Allah’ın toplumsal yasası gereğince, içinde yaşadığımız topluma karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeye, Rasûlün şahitliğinde ve ilk Kur’an nesli örnekliğinde bugünün Kur’an neslini yetiştirmeye ve bu neslin öncülüğünde toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olmaya yönelik bir projedir. Bu projenin en temel gereği, Ra’d sûresi 11. âyette beyan edilen Allah’ın sosyal yasasının işleyişinde üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmektir. Kur’an’ın mesajını, kendimizden başlayarak, önce kendi ahlâkımızda örnekleyip şahitliğini üstlenerek diğer insanlara da taşıyıp, tebliğ, dâvet ve eğitim faaliyetlerimizle ve “emr-i bi’l maruf, nehy-i an’il münker” yükümlülüğünün gereğini yaparak, halkımızın da özündekini tevhidî istikamette değiştirmesine vesile olmak üzere yaygınlaştırmaktır. Rabbimiz, toplumları, halkları kendi kaderleri üzerinde söz sahibi kılarak şereflendirmiştir. Hiçbir sistem insanlara böyle etkin bir rol vermemektedir. Bütün beşerî sistemler bir avuç egemenin zorbalığı altında toplumları edilgenleştirmekte, baskıyla yönlendirmekte ve toplumlar sürü haline getirilmektedir. Toplumlar kaderleri üzerinde söz sahibi olmaktan çıkarılmaktadırlar. Yaratıcımız ise bütün insanların, bütün halkların, bütün toplumların kendi kaderleri üzerinde, özgür irâdeleriyle söz sahibi olmalarını sağlayacak bir yasa koymuş ve bu yasaya göre toplumlar tercihleriyle hangi duruma lâyık olurlarsa o durumu onlar için takdir edeceğini hükme bağlamıştır.
Allah’ın bu alanla ilgili değişmez sosyal yasası Kur’an’da açıkça ifade edilmiştir: “...Bir toplum özündekini değiştirip (bozmadıkça) Allah da o toplumun (siyasî) durumunu değiştirmez (bozmaz)...”[189] Bu yasa iyileşme yönünde de aynı şekilde işler ve bir toplum özündeki bozulmayı ıslah edip iyiye, güzele müstehak hale gelmedikçe de, Allah o topluma iyi olan sistemi takdir etmez. “…Bir kavim (toplum), kendinde (nefsinde) olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir...”[190] Şüphesiz Allah hiçbir topluma zulmedici değildir. Bir toplum nasılsa öyle yönetilecektir. Bir toplum neye müstahak olursa, Allah da o toplum için, lâyık olduğu o şeyi takdir edeceğini vaad etmektedir. Verdiği bir nimeti de o toplum özündekini değiştirmedikçe değiştirmez. Allah’ın bu yasası, aslında insanlara şeref bahşeden, toplumları kendi kaderleri üzerinde söz sahibi kılarak onurlandıran bir yasadır. Bir toplum, nasıl bir sistemle, nasıl bir yönetim tarzı ile yönetilmek, nasıl bir siyasî ve sosyal düzenle idare edilmek istiyorsa, özündekini o istikamette değiştirmek üzere harekete geçmesi, bireysel ve toplumsal irâdeyi seferber ederek buna uygun bir değişimi, dönüşümü gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Rabbimiz toplumsal değişim yasasıyla sanki şunu demektedir: “Nasıl yönetilmek istiyorsanız öyle olun, siz nasıl olursanız Ben size o yönetimi/sistemi takdir edeceğim. Nasıl yönetilmek, nasıl bir sistemle idare edilmek istiyorsanız, özünüzde var olanı o sistemin değer ve ölçülerine doğru değiştirin/dönüştürün, Ben de size o sistemi takdir ederim. Ama bu tercihinizin hesabını âhirette vereceksiniz.” Allah bu yasası gereğince, bir nevi şunu söylemektedir; “İslâm’la, Allah’ın hükmüyle, adâletle yönetilmek istiyorsanız, o zaman da Kur’an ölçüleriyle, tevhidî istikamette özünüzdekini değiştirin ki, Ben size İslâm’ı takdir edeyim.” Yani İslâm bir toplumu yönetecekse, toplum, Allah’ın hükümleriyle (adâletle) hükmedilen bir toplum haline gelecekse, bunun yolu sadece bu yasadan, yani özündekini tevhidî istikamette değiştirmesinden geçmektedir. Başka bir yol ve yöntem yoktur. Bütün peygamberlerin uygulaması da işte bu yasa ve yöntem dâhilinde cereyan etmiştir.
Bir ülke dışarıdan bir saldırıya uğramışsa, işgale muhâtap olmuşsa, Afganistan, Irak, Çeçenistan ve Filistin’de olduğu gibi, tabii ki o zaman, o bölgenin onurlu insanlarına ve Müslümanlarına, tevhidî dâvet ve eğitim çabaları yanında, bu zâlim emperyalist güçlere karşı silahlı mücadele de kaçınılmaz bir sorumluluk haline gelir. Ancak bir toplum kendi özündekini yüzyıllar süren süreçte değiştirip bozduğu için gayri İslâmî bir sisteme ulaşmışsa, o toplum, zor ve şiddet kullanılarak değil; merhametle, güzel ve hikmetli bir üslupla yapılacak kurtarıcı ve tavizsiz bir dâvetin, tebliğin, âdil şâhidliğin ve eğitimin öne çıkarılmasıyla ıslah edilebilir. Bozulmuş, şirke bulaşmış olan toplum, net ve açık bir dâvetin yaygınlaştırılması sûretiyle, bu sefer de özündekini vahyin ölçüleriyle değiştirmesine vesile olunarak İslâmî bir toplum haline dönüştürülebilir. Hiçbir Peygamber, içinde yaşadığı toplumu zor kullanarak, silaha ve şiddete başvurarak ya da dağa çıkıp toplumuna saldırarak değiştirmeye kalkışmamıştır. Bu tür darbeci, silahla, baskıyla egemen olma yöntemi, komünist, faşist ve Kemalist, dünyacı ve iktidar eksenli beşerî sistemlerin tercihidir. İslâmî sistem ise, kulluk ve âhiret eksenli olduğu için, dünyayı da insanların kendilerini özgürce gerçekleştirecekleri bir imtihan alanı olarak gördüğünden, insanları tevhidî dâvetin karşısında özgürce tercih yapabilecekleri bir adâlet ve özgürlük vasatına kavuşturmayı ve gönüllü değişimi esas alır. Bu sebeple peygamberler ve tevhid yolunun dâvetçileri, egemen şirk yönetimlerinden, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek hale gelene kadar darlandıkları büyük eziyetler, zulümler, işkenceler, ekonomik ve sosyal boykotlar gördükleri halde, toplumun içinde kalmaya, muhâtap oldukları zulmü de ifşâ ederek, bu mazlumiyet zemininde topluma vahyin şahitliğini yapmaya, kurtarıcı ve karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajı topluma taşımaya ısrarla devam etmişlerdir.
Allah’ın sosyal yasasının işleyişi sonucunda, bir toplumun şirke dayalı zulüm sistemini ya da İslâmî adâlet sistemini hak etmesi halinde Allah’ın takdiriyle gelecek bu sistemlerin değişimi de, yine aynı yasa gereğince, belki de yüzyıllara sâri bir tersine toplumsal değişim yaşanması sonucunda yine ancak Allah’ın takdiriyle gerçekleşecektir. Yani öyle 4 yılda bir yapılan seçimlerle sistemler değişmez, ancak aynı sistem içinde görev yapacak yöneticiler değişir. Ancak zâlimlerin güce dayalı şiddet yöntemiyle ele geçirdikleri toplumlar üzerindeki zorba hâkimiyetlerinin, söz konusu yasanın işleyişiyle değil de ârızî bir zorbalıkla sağlandığı için, uzun ömürlü olması da mümkün değildir. Ancak bunun için de, mazlumların zâlimlere karşı pasif durmayıp kıyam etmeleri, gasp edilen ülke ve haklarını almak için harekete geçmeleri ve bu konuda sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekecektir.”[191]
- Bâtıl Yollarla Hakka Gidilmez: Sistem İçi ve Demokratik Usûllerle Dâvet ve Olumlu Değişim Dönüşüm Gerçekleşmez. Hükümetler seçimle, devletler inkılâpla değişir. Demokrat bireyler, halkın yönetimini tercih etse de; Müslüman bir kimse, Hakk’ın yönetiminden başka yönetim kabul edemez. Demokrasi, sadece hükümetleri seçer, değiştirir. Müslüman ise, düzeni seçer, değiştirir. Bir Müslüman, gayrı İslâmî bir düzeni kimin yöneteceği ile uğraşmaz. O inkılâbî tavırla düzeni nasıl değiştirip yerine İslâmî bir yönetim getireceğinin planlarını yapar, uygulamaya çalışır.
Özellikle Türkiye gibi yerlerde bir parti, oyların % 80’ininden fazlasını bile alsa, demokratik yollarla İslâm’a doğru sağlam bir adım atamaz. Başta Silahlı Kuvvetler, farklı güç odakları, derin devlet, reelpolitik, bürokratik oligarşi, medya ve para babaları, kimi sivil toplum kuruluşları, Amerika ve Batı dünyası, demokrasi gemisinin rotasını en küçük bir ihtimalle İslâm limanına doğru çekilme eğilimine her yolu kullanarak engel olurlar.
Tepeden inme veya demokratik yollarla başa geçip devlet imkânlarıyla halka din dayatma, Nebevî metot ve Kur'ânî usûl değildir. Peygamberimiz'e (dâvâsından vazgeçmesi şartıyla) Mekke müşriklerinin krallık ve demokrasiye benzer şekilde bir-iki sene onun, bir-iki sene de kendilerinin halkı yönetmesini teklif etmişlerdi. Peygamberimiz bu kolay, ama dâvâsından vazgeçme tavrı (takıyyesi, görünümü) içeren tekliflere karşı nasıl bir tavır takındı, hepimiz biliyoruz: “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz, vallahi dâvamdan vazgeçmem!”
Demokrasi denilince, halkın yönetime katılmasından hemen sonra, ilk akla gelen sloganlar "insan hakları ve özgürlükler"dir. Bu parlak sözlerin hangi insanların hakkını ve ne tür bir özgürlüğü kast ettiği üzerinde pek durulmaz. Hâlbuki her hakkın bir sorumluluğu ve her özgürlüğün bir sınırı vardır. Demokrasilerde bunlar da kaypaktır. Müslümanlar için, Allah'a, kendisine ve topluma karşı sorumluluk önceliklidir. Kulluk, İlâhî sorumluluk, Allah’ın emirleri, dâvet, tebliğ ve âhiretle ilgili konularda demokrasinin görüşü; halkın; yönlendirilen, manipüle edilen, çeşitli müdâhalelerle fıtratı bozulan halkın inancı ve görüşüdür. Hakkın rızası, O’nun hükümleri, emir ve yasaklarının hiçmi hiç önemi yoktur.
Demokrasilerde mü'min-kâfir ayrımı ve ayrıcalığı ne teorik ne pratik olarak sözkonusudur. Halk, vatandaş birbiriyle her konuda eşit kabul edilir. Din ve ahlâk ayrımı gözetilmeyen vatandaş arasındaki eşitlik, elbette doğru ve adâletli değildir. Cennetlikle cehennemlik, âlimle câhil, Allah’ın askeri ile tâğutun askeri ancak demokrasi terazisinde birbirine eşit çıkartılır. Bu durumun, İslâm'ın ilkeleri ve müslümanlar açısından doğurgan bir problem olduğunu hemen herkes kabul eder. Eğer “mü’min-kâfir ayrımı uygulamada çokça yapılıyor” diyenler varsa, kesinlikle mü’minlere olumsuz ayrımcılık yapıldığından bahsedeceklerdir.
Hükmün Allah'a âit olması, aynen mülkün Allah'a ait olması gibidir. Nasıl mal-mülk, gerçek mâlik olan Allah'a aittir; mü'min kendisine emânet olarak verilmiş malı Allah'ın emri ve izniyle meşrû şekilde kullanır. Aynen onun gibi, mutlak hüküm sahibi Allah'tır.[192] Bey’atle seçilmiş, mü’min yönetici, O'nun izniyle, O'nun indirdiği hükümlerle ve sınırlı şekilde hükmeder. Yönetim, Allah'ın hükmünü adâletle uyguluyorsa İlâhî hâkimiyet gerçekleşir. Aksi takdirde hükmedilen ilkelerin sahipleri ve hükmedenler ilâhlık iddiâsında bulunmuş zâlim, fâsık ve kâfir olurlar. Bu değerlendirmeler doğrultusunda “demokrasi; mâbedi, dokunulmaz tabuları, kitabı, ibâdeti, kutsal (tanrısı ve yarı tanrıları olan) bir dindir” sözü doğru bir ifadedir. Kutsal mâbed/tapınak olarak meclis; kutsal kitap olarak Anayasa; inancın şiarı ve dine giriş ifâdesi olarak “egemenlik/hâkimiyet kayıtsız şartsız ulusundur” zikri; duâ olarak İstiklâl marşı, tapınma ve âyin olarak hazırola geçme; ilke ve doktrinlerine kesin iman edilip hiç eleştirilemeyecek tabu ve tanrısal güç olarak “Ulu Atatürk”; kutsal ve tanrısal özellikte yarı tanrılar olarak meclis başkanı, başbakan ve cumhurbaşkanından oluşan teslis; haram-helâl olarak meclis tarafından belirlenen beşerî yasaların suç sayıp saymadığı şeyler; kutsal bey’at akdi ve problemleri çözecek hakem şeklinde kabul edilen kutsal oy ve mübârek sandık; kullar ise vatandaş şeklinde kabuller ve uygulamalar, demokrasi dininin şartları, esasları kabul edilmektedir.
Kur'an, Mekke'de Peygamberimiz zamanındaki müşriklerin dininden bahseder.[193] Hâlbuki onların adı bilinen hiçbir dinleri yoktu. Fakat; felsefesi, ideolojisi, dünya görüşü ve yaşam biçimi, yönetim tarzı olan her şeyin, Kur'an terminolojisinde adı "din"dir. Demokrasi bâtıl bir din olarak kabul edilince, aynı zamanda demokrasiyi de kabul eden müslümanlar iki dinli sayılabilir.
İslâm'ın ilkeleri ve müslümanların insanî hakları gündeme gelince, demokrasi helvadan put olur ve acıkan sahipleri onu yemekten çekinmez. Mısır’da cumhurbaşkanı olarak seçilen Mursi’nin askerî darbe ile devrilmesi, Filistin’de % 75 civarında oy alan İsmail Heniye’ye bir gün bile başbakanlık yaptırılmaması, Cezayir'de İslâmî Selâmet Cephesinin demokratik yolla iktidara giderken askerî darbeyle önünün kesilmesi, yaşadığımız coğrafyada kaç kez partilerin kapatılması ve parti kapatılmasının demoklesin kılıcı gibi korku salmaya devam etmesi bunun örnekleri değil midir? Aslında bu durum, temelde yadırganacak bir husus değildir. Her yönetim, her rejim kendini yıkmak isteyenlere karşı kendini korur. Ve dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir döneminde demokratik usullerle İslamî değişim ve dönüşüm gerçekleşmemiştir. Ama, İslâm'a kapalı olan, Müslümanların, dinleri için kendini kullanmalarına her yasağı koyan demokrasi, müslümanları kullanmaya can atmaktadır.
Dini siyasete âlet etmek elbette çirkin tavırdır. Aynı zamanda bir müslümanın, dinini Allah rızâsı dışında başka bir amaca hizmet için âlet etmesi büyük bir günahtır. Olsa olsa, siyaset dine âlet edilebilir, ama fincancı katırlar çabuk huylanıp kolay ürktükleri için, siyasetin en küçük unsurunun bile dine hizmet ederek ona âlet edilmemesi için en küçük tâviz bile vermemekteler. Böyle olduğu halde, şâyet bu konuda tâviz verdiklerini düşünsek bile, gayr-ı meşrû düzenler İslâm'a âlet ve araç olamaz. Şarapla abdest alınmaz. Bâtıl yollarla hakka gidilmez. Şerle hayra ulaşılmaz, haram parayla hayır yapılmaz. Küfre âit bir vâsıtayla İslâm'a, şeytana âit bir atla cennete gidilmez. Gâvurun atına binen onun kılıcını sallar. Batılı kâfirlerin demokrasi adlı cephesinde yer alıp parti atına binen kimse, bu atın içi, Truva atı gibi müslümanı mahvedecek askerle dolu olduğunu görmüyorsa hem kalp gözü, hem kafa gözü kapalı demektir. Bâtıl, başka bir bâtılla değil, ancak Hak'la zâil olur; “Hak gelince bâtıl yok olur”[194] buyrulduğuna göre, İslâmî faâliyetleri demokrasi adlı şemsiye altına almaya çalışmak, hakkı getirme adı altında bâtıla batma sayılmaz mı?
İslâm'da öncelik insana hizmette değildir. Müslüman da olsa insana yardım ikinci planda kalır; tevhide, dine, dâvâya, kulluğa, şirkin her çeşidinden bireyleri ve toplumu kurtarmaya, cihada öncelik verilir İslâm'da. Allah'ın hakkı her şeyden önce gelir. Demokrasilerde öncelik tâğuta ve tâğutî kurum ve şahsiyetleredir.
"Halka hizmet, Hakka hizmettir." Öyle mi acaba? Hakk'a nasıl kulluk yapılacağı iki temel kaynakta belirtilmiştir. Kim demiş, hangi âyette, hangi hadiste geçer bu halk-hak eşitliği? Bu söz doğru olsa, Amerika'da veya Avrupa'da hem de rüşvete, adam kayırmaya yönelmeden halkına hizmet eden kâfir yöneticiler Hakka daha çok hizmet eden mücâhidler olmaz mıydı? Peygamberler, öncelikle insanların mideleriyle, yollarıyla, içinde yaşadıkları devletlerin ekonomileriyle, İslâm dışı devleti güçlendirmeyle uğraşmış değillerdi. Kur'an, Peygamberlerin (dolayısıyla O'nların izinden giden şuurlu müslümanların) temel görevinin Hakk’a kulluk olduğunu, bütün insanlığın Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratıldığını belirtir.
Eğer hak, çoğunluğun tâbi olmasıyla, bâtıl da ona uyanların az sayıda olmasıyla belirlenirse peygamberlerin durumu nasıl açıklanabilir? Hayra dâvet edip iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran, insanları ıslah etmeye çalışan dâvâ adamlarının görevlerine gerek kalır mı? Demokrasi doğruları tespit ediyorsa, takvâ sahibi sâlih kimseler, vahye tâbi olup İlâhî emirler doğrultusunda hareket edeceklerine, insanların çoğunluğuna uyup ona göre hareket etsinler, Allah da râzı olur denilemez. Kur’an tam tersini söylüyor çünkü: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” [195]
Sentez; iki ayrı şeyin birleşip yeni bir şey oluşturmasıdır. “İslâm Sosyalizmi”, “İslâm Kapitalizmi” elbette olmaz. Olursa, bu senteze hâlâ İslâm denilemez. Eksi ile artının toplamının eksi olduğu gibi; Hakla bâtıl birbirine karıştırılınca çıkan şey de bâtıl olur. "Laik müslüman", "komünist müslüman", “Atatürkçü Müslüman” olmadığı gibi, "müslüman demokrat" da, "İslâm demokrasisi" de olmaz.
Müslümanın demokratikleşip demokrasiyi savunur hale gelmesi, “tâğut, İslâm Devleti, Hakkın hâkimiyeti, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek, İslâm şeriatı” gibi kavramları gündeminden çıkartması demektir.
Müslümanları sistem içine almak, onları düzene uygun, Amerika'yı rahatsız etmeyecek ve Türk Standartlarına uyan evcilleştirilmiş, yumuşatılmış bir müslümanlık(!) anlayışına çekmek için demokrasi dayatılıyor. Demokrasi hakkında demokratik bir tartışmaya bile niçin cısss! deniliyor? Hele, alternatif olarak İslâm Devlet sisteminin gündeme getirilmesine ve bunun için faaliyet yapılmasına izin verilmiyorsa, bu demokrasi denilen şeyin hak ve özgürlük açısından bir aldatmaca olduğu kabul edilmelidir.
“Câmiye, okula ve kışlaya siyâset girmemelidir.” Niye? Kötü olduğu, oralara yakışmadığı için mi? Kışlaya gerçekten girmiyor mu dersiniz, yoksa oralardan dışarıya çıkamıyor mu? Orada rengini alan politika, dışarıya o renkle çıkıyor. Ordunun siyasete müdâhale etmediğini, balans ayarları yapmadığını, lüzum gördüklerinde ihtilal yapıp partileri kapatmadığını, başbakanın asılmadığını bile kimse iddia edemez. Ya kırmızı kitaba, brifinglere ne demeli, kim demeli, nasıl demeli? Mili Güvenlik Kurulunun fonksiyonu, atanmışların seçilmişleri yönlendirmesi demokrasi salatasıyla nasıl bağdaşıyor, bağdaşıyorsa bu, nasıl halkın yönetimi oluyor? 15 Temmuz’la birlikte askerlerin burnu sürtüldü. Pek sesleri çıkmıyor. Ama unutmayalım; bugüne kadar bütün darbeler askerler tarafından yapılmıştır. Güçleri yettiği anda, yine denemeyeceklerini kimse garanti edemez.
“Câmiye siyaset girmesin!” Bu sözde samimi değiller. Laikliğin T.C.’deki uygulaması gibi, din devlete karışamaz, ama devlet dine istediği kadar ve istediği şekilde karışır. Merkezden gönderilen hutbelerle câmilerde siyasî mesajlar verilmesi, devlete bağlılıktan, vergilerden, devlet politikalarından bahsedilmesi, gayrı İslâmî devlet için dualar edilmesi, Atatürk’ten, onun bayramlarından övgü ile söz edilmesi dini siyasete âlet etmenin en çirkincesidir ve bütün bunlar düzen ve düzene uyan Diyanet görevlileri tarafından ibadet bilinciyle yerine getirilmektedir.
“Câmiye siyaset girmesin!” diyenler, seçim sandığını câmilere koymaktan çekinmiyorlar. Kimi şehir câmilerinde oy vermek için câmilere ayakkabı ile girilir, caminin yani Allah’ın evinin kutsallığı çiğnenir. Bunlar devlet eliyle câmiye siyasetin sokulmasının ayrı bir örneğidir. Tâğutların seçimi, tâğutları reddeden dinin mâbedlerinde yapılıyor. Bu, mâbedlere zulümdür. Mâbedlerimiz de işgal altında. Mahallesindeki mescidlerin işgalini kaldıramadan büyük mescidlerimizi, Aksâ ve Haram Mescidini işgalden nasıl kurtarır bu ümmet?
Müslüman için amacın doğru ve güzel olması gerektiği gibi, bu hedefe ulaştıracak araçların da doğru ve güzel olması gerekir. Meşrû olmayan araçlarla meşrû hedeflere gidilemediğini, gidilemeyeceğini unutmamak gerekiyor. Bunun yanında araçlar amaçlaştırılarak, aracın insanı istikametinden saptırma riskinin de büyük olduğu bir gerçek.
Demokrasi, (Ferazdak'ın Kûfe'liler için dediği gibi) gönlü İslâm'dan, ameli ve dili mevcut düzenden yana insanlar mı oluşturdu? Bu doğruysa, bu karakterin İslâm'a ve demokrasiye katkı ve zararları nelerdir? Özü ile sözü, içi ile dışı bir olmayan demokrasi ve düzen münâfığı tiplerden kime ve ne gibi hayır beklenebilir?
- Nebevî Usûlü Günümüze Uygulamalıyız: Peygamberlerimiz, Dâvet Konusunda Bize En Güzel Örnektir.
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir: Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, insanların, hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir: "İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi."[196] İşte bunun için Yüce Allah, her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.[197] Peygamberlere iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa da olur, olmasa da” kabilinden insanların tercihine bırakılmış bir tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti. Babanız İbrâhim’in dininde de olduğu gibi, dinde size bir zorluk yüklemedi. Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı ki Peygamber size şâhit olsun; siz de insanlar üzerine şâhitlik edesiniz. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. O’dur sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[198] Böylece peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler de diğer insanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları istenecektir.
Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, insanın başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak, bu mesajı insanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek, gereken gayreti gösterip hakkıyla mücadele vermek.
Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[199] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır. [200]
Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Kur’an şöyle der: “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.”[201] Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Allah'a isyan olan yerde (kula) itaat yoktur. İtaat ancak meşrû olanda gerekir.”[202] şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!” [203]
İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...
Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...
Peygamberlerin ve son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, red ve inkâr etmemek, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşmaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.
Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani kendilerine indirilen Kitab’ın hayata nasıl geçirileceğiyle ilgili tüm uygulamalarda onlara uymak, bu edebin en önemli yanıdır.
Peygamber Efendimiz’e karşı -hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle[204] yükümlü oldukları gibi, vefatından sonra da kayıtsız şartsız ona uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler.[205] Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.[206] Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir. [207]
Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya (s.a.s.) karşı konumu şudur: Onun peygamber olduğuna katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; getirdiği Kitaba ve onun hayata tatbik edilme biçimi olan sünnete uymanın gerekli olduğunu kabul etmeli; dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun Allah’tan getirdiği dine, dosdoğru yola tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri ve emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir. [208]
Peygamberler, İnsanları Allah'a Dâvet İçin Gönderilmişlerdir: İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gâye, Kur'an'ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı'sını tanıyıp O'na hakkıyla kulluk etmektir. "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[209] İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir şekilde insanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah'a inanmak, her doğan insanın fıtratında var olan bir gerçektir.[210] Her insan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri” olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları “put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması ve itaat edilmesi gerekli olan tek Zât'ı (İlâhı) bildirmiştir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[211]; "Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [212]
Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, insan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcı'sını tanıyamamakta, O'na kulluk yollarını bilememektedir. Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile insan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibâdet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah'a dâvet etmiş, bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud'u anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Hz. Nûh'un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını, ancak toplumun buna yanaşmadığını[213] örnek verebiliriz.
Peygamberler Allah'ın Emirlerini Tebliğ Ederler: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz, ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir zaman alamaz ve sorumluluklarımızı kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; şirk, içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.
Hayat ve medeniyetle beraber insan düşüncesinin de ilerlediği öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca insanda meydana gelen değişikliğe rağmen, ilk insanla bugünkü insan, insan olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk insanlarla günümüz insanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, insanlığın ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir. Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla tanzim edilmesi gerekmektedir.
İlâhî emir ve yasaklari insanlara ulaştıracak bir insana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir insan olması da gereklidir. Allah da bu elçileri insanlardan seçmiştir. Seçilen bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş, hiçbiri insanları Allah'a dâvetten geri kalmamışlardır. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[214]; "Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [215]
Peygamberler İnsanları Doğru Yola Dâvet Ederler: İnsan, kendisinde bulunan birtakım özelliklerden dolayı, zaman zaman "sırât-ı müstakim" dediğimiz, doğru yoldan sapabilir. Ancak ona, bu sapmasını haber vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir. Evet, gelen her peygamber, etrafındaki insanları uyarmış, yanlış yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye çalışmıştır. "Elif Lâm Râ. (Bu Kur'an,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." [216]
Peygamberler İnsanları Tevhide Çağırmışlardır: Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”[217] Bütün peygamberlere baktığımızda, hepsinin temel gayelerinin, insanları Allah’ın varlığına ve birliğine çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.” [218]
Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu, insanları sadece Allah'a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah'a kulluk edin; tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasül gönderdik.”[219] Bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasülü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü veya bu anlama gelen sözdür.”[220] buyurmuştur.
Peygamberlerimizin Hedef ve Gâyeleri Açıktır: Bütün peygamberler, insanların fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında, sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz, sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, insanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [221]
İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin, onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde dâvet ve tebliğ yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde bilen peygamberler, gayet açık ve net bir şekilde, aktaracakları şeyleri aktarmış, insanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,[222] en kolay ve açık deliller ileri sürülmüş,[223] anlatılacak şeylerde bir kapalılık bırakılmamıştır. [224]
- Tevhide İmanla Birlikte Tâğutu İnkâr, Dinin Esasıdır. Dâvetçiler, Dâvetin ve Müslümanca Yaşamanın Yolunu Tıkayan Düzene Karşı Mü’minleri Bilinçlendirmek Zorundadır. Tâğutî devlet denilen bataklık kurutulmadan müfsid sivrisinekler yok edilemez. Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük ve çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek tarzda uygulamalar içerir.
Kur’an’da iki tür yönetici var. Birisi “ülü’l-emr”[225], diğeri “tâğut”.[226] Evet, biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’; diğeri, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile övemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci tip yöneticiyi inkâr etmemiz, iman için şart koşuluyor.[227] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza’ Sizin dininiz size, benim dinim bana!” [228] emrinin muhâtabı oluyor ve böyle yapacağımızı zımnen ilan ediyoruz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau ve netrukü men yefcuruk’ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.’ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’l-akd’ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” “hal’ etme” denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair namaz gibi bir ibadetin içinde Allah’a bir ahid ve söz verme, günlük hayatımızda bir siyasî bilinçtir.
Bir devlet yönetenlerin durumu ile sıradan insanlar arasında Kur’an çok ciddi ayrım yapar. Dolayısıyla bu konu direkt itikadî bir alandır. Yoruma açık değildir. Yorum, sadece “tâğut”un kimleri kapsadığı konusunda olabilir. Bu konuda da Kur’an’da “tâğut” kelimesinin geçtiği sekiz âyet ve Kur’an’ın bu konulardaki diğer âyetleri ışığında değerlendirme yapma zarûreti vardır. Mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine de Allah için buğzeder. Allah’ın sevmemizi istediklerini seven mü’min, inkâr ve reddetmemizi emrettiği kimselere karşı sevgi besleyemez. Tâğutların tâğut olduklarını kabul ettiği halde, onları inkâr ve reddetmeyen ve hele oy vererek destekleyen kimseler de Kur’an’da tâğutların inkâr ve reddedilmesini iman için şart gören âyetler[229] ışığında değerlendirilmelidir. Bununla birlikte Kur’an’ın emrettiği “tâğutları inkâr ve redd”in anlaşılması için “tâğut”un kim olduğu “tâğut” kavramının kimleri kapsadığı konusuna ilmî açıklamalar getirmek kalıyor.
Cenâb-ı Allah, kullarını bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.[230] Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.
“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[231] Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.
Tevhid akîdesinin, küçük bir şüpheye yer bırakmadan, saf ve katıksız bir şekilde yerleşmediği bir kalpte hakiki imandan bahsetmek mümkün değildir. Gerçek bir iman için de Allah’a imandan önce tâğutları tanımamak, onları reddetmek gerekir: “Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.”[232] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde bu âyetle ilgili şunları söylemektedir: “Muvahhid mü’min olmak için, Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tâğutları asla tanımamaya azmeylemektir. Bu sûretle ‘Kim tâğutu inkâr edip de Allah’a iman ederse’ âyeti ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.”[233] Kur’an’a göre Allah’a iman etmekle, tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani tâğut reddedilmedikçe Allah’a iman tamamlanmış olmaz. Her ikisine iman, her ikisini kabul, hiçbir zaman bir arada bulunamaz. Allah’a iman etmek; aynı zamanda tâğuta tâbi olmamak demektir. [234]
Mü’min olmanın, Allah’ı kabul etmenin anlamı, tevhid akîdesinin net olarak, saf, arı ve duru olarak insan kalbine yerleşmesi ve buna bağlı olarak insan hayatında, yani pratikte tezâhür etmesidir. Buna Allah’ın insan hayatına hükmetmesi de diyebiliriz. İnsanın Allah’tan gayrı bütün sahte ilâhları reddetmesi, sadece Allah’ın kopmak bilmeyen sağlam kulpuna yapışarak, diğer bütün iplerin kesilmesi... İşte Tevhidin rûhu budur.
Tevhid, mü’minin hayat metodudur. Diğer İslâmî bütün rükünler bu genel prensibe bağlıdır. Bu itibarla tevhid kavramı, yani “Lâ ilâhe illâllah” prensibi İslâm’da bütün anlayış ve yaşayış biçimlerinin kaynağını teşkil eder. Diğer bütün rükünler, prensipler ve fikirler bu yüce kavramın etrafında örülür. İnsan, tevhid akîdesi konusunda net bir düşünceyi kazanıp bir karara varmadıkça, bu konuda sâbit bir görüşe ulaşmadıkça, diğer İslâmî hiçbir konuda sağlıklı bir sonuca ulaşamaz. Her zaman olduğu gibi, teknolojinin, materyalist ve kapitalist felsefelerin, beşerî ideolojilerin göz boyadığı ve kafa bulandırdığı günümüzde, bizi bu kargaşa ve zillet bataklığından kurtaracak yegâne prensip tevhid akîdesidir. Tıpkı İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi...
O halde bize düşen, tevhid akîdesini aslından öğrenmek ve yeniden ona dönmektir. Ancak bu şekilde câhiliyyenin bataklığından kurtulabilir ve yeniden dünya toplumları arasındaki izzetimizi kazanabiliriz. Kur’an Allah Teâlâ’nın varlığını isbat etmeyi değil; O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle Tevhid, yani Allah’ın bir tekliği üzerinde durularak Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı ifâde edilmiştir. Kur’an’a göre Tevhidin asıl mânâsı; Allah’ın birliğine, dengi ve ortağı olmadığına insanların iman etmesidir.
Tâğut Kimdir?
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik."[235] İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[236] Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’ân-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır."[237] buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede[238] Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir."[239]
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî" özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine "evet" diyenler, Allah'ın dinine "hayır" demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının"[240] diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sâbittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez.[241]
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.[242] Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasûlü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Anlaşılmaktadır ki, Hakk'ı çiğneyen, Allah’la hudut yarışına kalkışan, Allah’ın koyduğu hüküm, sınır ve ölçüleri dikkate almayan, bunlara uymayan, Allah'a rağmen yeni hüküm, kural, sınır ve ölçüler ihdas etmeye kalkışan, Hakkı gasp edip haddi aşan her şey ve herkes tağuttur. Tüm bu sayılanlar, canlı cansız Allah’ın yerine ikame edilen veya Allah’a eş koşularak, kendilerine itaat, ibâdet ve kulluk yapılanlar tâğut kavramı içine girmekle beraber; tâğut daha ziyade, irâdesiyle Allah’ın kullarını Allah’tan başkalarına itaate çağıran gerçek veya tüzel kişiler olabilir. Çünkü tâğut’un önemli bâriz vasfı, tuğyan etmek, isyan etmek sûretiyle Allah’ın koyduğu hudut ve ölçüleri aşarak, hevâsına göre davranan, aklını, hevâsını ilâhlaştırarak koyduğu kanun, kural, ilke, model ve ideolojilerle kendi hayatını ve diğer insanların hayatını idare etmeye kalkan ve insanlardan bu beşerî kanun ve modellere tâbi olmalarını isteyen irâde sahibi müessese veya kişi olmasıdır.
Aslında putlara tapmak da tâğutlara tapmak da sonuçta hevâya tapmanın bir sonucudur. İrâdesi olmayan putların arkasında, onlara tapmaya yönlendiren ve böylece rant ve güç devşiren tâğutlar yer alır. Tâğutlar gerçek ya da tüzel kişi olarak İlâhî otoriteye baş kaldıran irâdeli varlıklar iken, putlar o tâğutlara tâbi irâdesiz nesnelerdir. Meselâ sağlığında, irâdesiyle ve zorbalıkla vahye aykırı hükümler, kurallar, ilkeler ve "devrim kanunları" dayatan tâğutlar, öldükten sonra bu tuğyan irâdeleri ortadan kalkmakta, bu sefer onların sağlığında dayattıkları tâğutî ilke ve rejimleri sürdürerek Allah'ın kullarına zorbalıkla tahakküm edenler tâğut rolünü üstlenirken onlar ise artık, kendilerine tâzim edilen, kabirleri ziyaret edilerek dileklerde bulunulan, kendilerinden medet umularak tapılan irâdesiz putlar haline dönüşürler.
Vahye uymayan bütün beşerî felsefe, ideoloji, fikir ve modeller, insanların dünyadaki bireysel ve toplumsal hayatlarını düzenleyen bir kurallar bütünü, bir hayat nizamı önerdikleri ve hayata hâkim kılmaya çalıştıkları için tâğuttur. Bu bağlamda modern seküler sapkın paradigmanın ürünü olan laiklik, demokrasi, liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, ulusalcılık, sağcılık, solculuk ve Kemalizm gibi ideoloji ve modellerin hepsi tâğutlaşmayı ifade ederler. Hatta Kilisenin, Ruhbanın, Allah'ın hükmü yerine kendi uydurduklarını din diye topluma dayattıkları için, Ruhbanın hevâsının ilâhlaştırılması anlamına gelen "teokrasi" de tâğutî bir sistemdir. Hepsi İlâhî vahye dayalı sahih bilgiye, yani ilme aykırı olup bazı insanların veya insan gruplarının hevâ ve zannının ürünüdür.
Bu bakımdan, özellikle bugün İslâm topraklarında, emperyalist Batı devletlerinin işbirlikçisi kadrolarca kurulup müslüman halklara baskı ve zor kullanılarak dayatılan aşiret devletleri veya ulus devletler tağuttur. Bu devletlerin tercih ettikleri Batıcı modeller, beşerî kanunlar ve bu kanunları yapan ve uygulayan kadrolar ve müesseseler de tâğuttur. Allah’ın hükmünü, şeriatını, Allah’ın koyduğu hüküm, hudut ve ölçüleri esas almayıp tuğyan eden, beşerî akıl, irâde ve hevânın tercihi olan kanun, ilke, model ve ideolojileri hayatı düzenlemenin esası kabul eden ve Allah’ın kullarını bunlara çağıran veya zorlayan herkes ve her şey tâğuttur.[243]
Mevdûdi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, râhip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.[244] Tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim/egemen ve Rasûlü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir.[245]
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyân etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyândır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.[246]
Yusuf el-Karadavi'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz.[247]
Nisa, 76. âyetine göre tâğut; Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşrûiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.[248] İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.[249]
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyânı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor.[250]
- Özgürlük ve Serbestlik Anlayışı: Sınırları İlâhî hudûda göre çizilmemiş özgürlük, istediği gibi yaşama serbestliği, dâvetin önünde büyük engeldir. Her çeşit haram, fahşâ ve münker için özgürlük vardır. Sanırsınız ki, memleketteki demokrasi ve özgürlük sadece bu kesim için vardır; müslümanların müslümanca faâliyetlerine ve hele de münkerlere karşı çıkma görevlerine işlemez bu özgürlük; onlar için düşünce suçu, ayrımcılık, dini istismar ve benzeri yasalar devreye sokulur. Bütün bunların kaynağı olan düzene lâf ettirilmez. Yani, Nasreddin Hoca ile ilgili fıkrada anlatıldığı gibi; taşlar bağlanmış, itler salıverilmiştir özgür ve demokratik(!) ülkelerde. Müslümana Müslümanca sokağa çıkma özgürlüğü yoktur. Ama, münker işlemek isteyenlere devletin tüm imkânları hazırdır.
Ortalama insan, kendisine müdâhale edilip Allah’ın emrinin hatırlatılmasını özgürlüğüne saldırı olarak görür ve buna kapılarını kapatırken, başkalarına da iyiliği emretme gibi görevleri doğru görmez ve yanlış gördüğü için yerine getirmez. Günümüz câhiliye toplumu, özgürlük anlayışını hevâları istikametinde yorumlayıp herkesin yaptığının kendine göre doğru olduğunu düşünür veya her koyunun kendi bacağından asılacağına, başkasının yaptığından diğer insanların sorumlu olmadığına inanırlar. Onlar bilirler ki, bir insana eleştiri yapmak, ona öğüt vermek, yaptığı yanlışı bırakıp en doğru ve en güzel olana uymasını söylemek, aslında çok zor bir iştir ve bedel istemektedir. Ama, unuturlar ki, kötülüklere seyirci kalmanın, dâvet görevini terk etmenin âhiretteki bedeli çok daha büyüktür.
Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker
Emr-i bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklayıp ondan alıkoyma demektir.
Ma’rûf, şeriatın emrettiği; münker de, şeriatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye ma’rûf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir. [251]
Yani ma’rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak; münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır. [252]
Kur'ân-ı Kerîm'de, “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[253] buyurulmaktadır. Bu âyetle ma’rûfun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm ulemâsı bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir. [254]
Başka bir âyet-i kerîmede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; çünkü emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz.” [255]
Mü’minler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir ümmettir. Bu toplumun korunması için bu âyetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle (onun kötülüğünü söyleyerek) değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle (ona buğzederek) değiştirsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.'' [256]
Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez."[257] Şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir: "...Onlar, (İsrâiloğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötüydü..."[258] Yine başka âyetlerde müşriklerin dışında, mü’minlerin karşısında münkeri emreden, ma’rûfu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir. [259]
Hz. Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir.
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler birer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu hadislerinde bulmak mümkündür:
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” [260]
Ma’rûfun emredilmeyip, münkerden alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde zikredilmektedir.[261] İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl faydası olan korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya atılmanın da câiz olmadığını söylemişlerdir. [262]
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri, birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir. Hâlbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur.
Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst edebilirler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın âhirette hesap vereceğini bilmesi şuurudur. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Ma'rûf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmakta iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta karşı tavır almaları farzdır.[263] Yani müslümanların her münker toplumunu ma'rûf toplum, İslâm hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri farz kılınmıştır. Çağdaş demokratik laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın ma'rûf - münker ilkesinin sadece ahlâkî bir mesele olduğunu iddiâ ederler. Hâlbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Rasûlunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman ma'rûfu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlette olanlar/sapıtanlar size zarar veremezler"[264] Çağdaş toplumla, müslümanın çelişkisi, benimseyemeyeceği ve uzlaşamayacağı bir çevre içinde baskı içinde yaşaması, Müslümanın ancak İslâmî bir devlet içinde İslâmî görevlerini tam yerine getiren huzurlu bir kimse olarak yaşayabileceğinden, İslâmî bir devleti gerçekleştirmeye çalışması ve insanları buna dâveti, önemli bir görevdir. Bu dâvetin temel yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir. "Size peygamber neyi verdiyse onu alın (benimseyin)..." [265]
Gerçek ma’rûf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır.[266] Bazı insanlar her devirde, Rasûle itaati tavsiye ederler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu âyet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "İyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz ha! Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz?”[267]
Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemek de emredilmiştir. [268]
Sonuçta ma’rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şeriatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir dâvet çalışmasını gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli dâvet metodu Rasûlullah'ın sünnetidir. Bu görevi ancak Rasûlullah'ın sünneti doğrultusunda icrâ edebiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib (emr-i bi’l-ma’rufla ilgili hisbe teşkilâtında görevli) gibi davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kadar kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hareket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise ma'rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediğin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar ve dinin kesin yasakladıkları hakkında herkes bu görevi yerine getirir.[269] Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mu'tezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur.
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Rasûlune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Siz iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırın."[270] Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir." [271]
Ma’rûf Nedir?
‘Ma’ruf’, ‘arafe’ fiilinden türemiştir ve ‘ma’rifet’ kavramıyla yakından ilgilidir. ‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak demektir. Ma’rifet ve irfan, bir şeyi derinden derine düşünerek idrâk etmek, anlamak olduğuna göre, ‘ma’rûf’; derinlemesine düşünen aklın ve İslâm’ın (şeriatın) güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır.
İslâm şeriatı, söz ve davranışların bir kısmını güzel, bir kısmını kötü saymıştır. Çirkin olan şeyleri haram, güzel olan şeyleri ise helâl (mubah) olarak değerlendirmiştir. Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selim akıl’ sahibidirler. Ancak, insan aklının bütün ma’rûf olan şeyleri mutlak mânâda kavraması mümkün olmadığı için Kur’an, neyin iyi neyin kötü olduğunu haber vermiştir.
‘Ma’rûf’ diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak ‘örf/urf’ haline gelirler. İyi düşünen akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Bu yüzden peygamberler halk arasında yaşayan güzel ‘örfleri’ olduğu gibi bırakmışlar, kaldırmamışlardır. İslâm hukukunda ‘örf’ bir delildir. Ancak, dinin esaslarına, hükümlerine ters düşen örfler delil olmaz; onlarla da mücadele edilir.
İşte ‘ma’rûf’, böylesine iyiliği ve güzelliği bilinen, tecrübe edilen, faydası görülen, akıllı insanlarca hoş görülen söz, davranış ve geleneklerin tümüdür. Bu bir anlamda Hak kavramının bir başka ifadesidir. Ma’rûf, yalnızca bir ahlâk kavramı değildir. Yani yalnızca davranışları nitelendirmek için kullanılmaz. Peygamberlerin insanları dâvet ettiği hidâyet, aynı zamanda ‘ma’rûf’ olan bir şeydir. Peygamberlerin insanları sakındırdıkları dalâlet ise aynı zamanda bir ‘münker’dir.
Ma’rûf ve onun zıddı olan münker insan hayatının her sahasını kapsar. Ma’rûf, Peygamberimizin uygulamasını emrettiği, şeriatın ve selim aklın ölçülerine uygun, hayatın her alanını kuşatan Allah’ın rızâsıdır. Münker ise bunun tam zıddıdır. Birçok İslâm âlimi ‘ma’rûf’u, İslâm’ın emrettikleri, münkeri ise, Allah’ı inkâr ve O’nun yasakladıkları şeklinde anlamışlardır. Ma’rûfa uymak; Allah’a itaat ve O’nun emirlerine uymak; münker de bunun karşıtıdır.
İslâm’ın getirdiği şeriat; her emri, ilkesi ve prensibiyle ma’rûf, ona aykırı her türlü anlayış, fiil, gelenek ve yönetim tarzı münkerdir. Bu gibi tanımlar ma’rûfun genel tanımı içerisindedir. Şüphesiz Hak din olan İslâm her açıdan ma’rûftur. Onun ilkeleri, prensipleri, haram ve helâl ölçüleri güzeldir. Ancak, ma’rûf kavramı bir değişkenlik anlamını da içerisine almaktadır. İnsanların toplum hayatında, zamanın akışı içerisinde güzel gördükleri, ‘örf’ haline getirdikleri fiiller ve davranışlar, İslâm'a da aykırı değilse, din onu tavsiye ediyor. Hatta birçok problemin çözümünde ona başvurulması gerektiğini öğütlüyor. Kur’an, bu şekilde birçok davranış biçimi hakkında belli bir ölçü koymamış ve bunları ‘ma’rûfla yapın’ demiştir. Meselâ babaların çocuklarını bakıp yetiştirmeleri ‘ma’rûf’a uygun olarak istenir. Buradaki ‘ma’rûf’ elbette zamanın şartlarına, içinde bulunulan duruma ve eldeki imkânlara uygun olan demektir.
Ma’rûfun değişmezleri veya evrensel ilkeleri vahiy tarafından verilir; ancak detay ve alt ayrımlar akla, zamanın gelişimine bırakılır. İnsan zihni ve aklı gayret göstererek akla ve İslâm'ın ilkelerine aykırı olmayan ma’rûfları bulmaya çalışacaktır. Kur’ân-ı Kerim, ‘ma’rûf’un emredilmesini istemektedir. “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” [272]
İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet (topluluk) ma’rufu emredenlerdir.[273] Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). O yüzden onlar birbirlerine ma’rûfu emrederler.[274] İyi insanlar yeryüzünde iktidar sahibi olurlarsa; iyiliği (ma’rufu) emrederler, münkerden sakındırırlar.[275] Peygamberimiz buyuruyor ki: “Nefsimi elinde tutan Zât’a (Allah’a) yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerden sakındırırsınız veya Allah’ın kendi katından genel bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duânız kabul edilmez.” [276]
Şüphesiz ki ma’rûfu emretmek; amacına göre, uygun bir ortamda, uygun bir yöntemle, en güzel bir şekilde ve sonuç almak üzere yapılmalıdır. [277]
Arapça'da "aklın ve dinin hoş gördüğü şey, ihsan, iyilik" anlamına gelen ma'rûf kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de 30'a yakın yerde kullanılmıştır. Bu kavramın mâhiyetini Kur'ân-ı Kerim, bize, apaçık bir biçimde bildirir. Nitekim; “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[278]; “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.”[279]; "(Onlar) ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî nebi olan O Rasûl'e uyanlardır. O kendilerine ma'rûfu emrediyor, onları kötülükten nehyediyor, onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de haram kılıyor. Üzerlerindeki ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor. İşte, O'na iman edenler, O'nu tazim edenler, O'na yardım edenler ve O'nunla birlikte indirilen Nur'a tâbi olanlar var ya, onlar selâmete erenlerin ta kendileridir."[280] anlamındaki âyet-i kerimeler, birarada alındığında, ma'rûfu tanımamıza imkân sağlayıcı bir aydınlık getirmektedir. Buna göre ma'rûf, insanlara peygamberler eliyle getirilen ve her peygamberin gelişiyle birlikte bir bölümü de değişebilen, insanları birleştirici ve ateşten kurtarıcı günlük uygulamalar bütünüdür. Öyle ki, inanmış olmak bile (burada kitap ehli anılarak belirtiliyor), ancak ma'rûfa uymak ve onu emretmekle mümkün görünüyor. Gerçekten de, Tevbe suresinin 71 ve 112. âyetlerinde mü’minlere has davranışlar olarak namaz, zekât, Allah ve Rasûlüne itaat, tevbe, ibâdet, hamd, seyahat, rükû ve secdeyle birlikte ma'rûfun emredilmesi ve kötülüğün nehyi de zikredilmekte; Hz. Lokman'ın oğluna olan nasihatındaysa, bu uygulama namazla birlikte anılmaktadır.[281] A'râf sûresinin 199. âyetinde kolaylığı tutma ve câhillerden yüz çevirmeyle birlikte anılan ma'rûfu emretmek, "Eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar verirsek, onlar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, ma'rûfu emreder, kötülükten nehyederler; bütün işler Allah'a dönecektir." [282] anlamındaki âyette hâkimiyet durumundaki üç temel uygulamadan biri olarak anılacak ölçüde önem taşımaktadır.
Nitekim, Allah'ın Rasûlü de, İslâm dininin sekiz esası olarak, "Şirk/ortak koşmaksızın Allah'a ibâdet, namaz, zekât, oruç, hac, ma'rûfu emredip münkerden nehyetmek ve cihad"ı sayar (bu, Bezzâr rivâyeti olup; Hâkim, sekizinci sırada cihad yerine "ev halkına selâm"ı zikreder) ve bunlardan birini terkedenin dininin bir parçasını terketmiş, hüsranda olmuş ve tümünü bırakanın da İslâm'a sırt dönmüş olacağı haberini verir.[283] "Küçüğümüze şefkat, büyüğümüze saygı göstermeyen, ma'rûfu emretmeyen ve kötülükten sakındırmayan bizden değildir" buyrularak konunun önemi vurgulanır. Ma'rûfun emir ve kötülüğün nehiy görevinin terk edilmesinin duâların kabulüne engel olacağı,[284] bunun Yüce Allah'ın cezâ göndermesine yol açacağı[285] hususları da, yine Peygamberimizin bildirdikleri arasındadır.
Ma'rûfun emri ve münkerin nehyi, farzlar arasında zikredilmiş ve özellikle Mu'tezile olaya çok büyük bir önem atfederek, onu, dinin beş esası arasına almıştır. Şu var ki, sünnilikte gerek ma'rûf ve gerekse münkerin şer'an öğretilmiş ve tasrih edilmiş olmasının gerektiğine inanılırken; Mu'tezile, belirleyici öğenin akıl olduğu görüşünde bulunmuş;[286] Şia ise, belirlemenin hem şer'an, hem aklen olabileceği kanaatini öne sürmüştür. [287]
Münker Nedir?
Münker, ‘nekr’ kökünden türemiş bir kavramdır. ‘Nekr’ sözlükte, tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Bunun da aslı, kalbin tasavvur edemediği (anlamadığı, hayal edemediği) şeyi reddetmesidir. Dil ile bir şeyi inkâr etmektir ki, bunun anlamı kalbiyle o şeyi reddetmek demektir. Yahut da kalp ile bir şeyin özelliği bilinir ama dil ile inkâr edilir, bilmezlikten gelinir. Buna yalancılık da denilir. “Onlar, Allah’ın nimetini bilmektedirler. Sonra da o nimetlere münkir olmaktadırlar (inkâr etmektedirler); onların çoğu küfre sapanlardır.”[288] âyetinde bu anlamdadır. ‘Münker’, tanınmayan, inkâr edilen, çirkin, akla uymayan, reddedilen şey demektir. İslâm literatüründe ‘münker’, iyi ve güzel olan şeyleri görmezlikten gelme, tanımama tutumudur. Din dilinde bazı hareketlerin ‘münker’ diye nitelendirilmesi, onların din tarafından tanınmaması, kabul edilmemesi demektir.
Münker, sağlam aklın çirkin dediği veya güzel olup olmadığı konusunda şüphe duyduğu fiillerdir. Daha kısa bir tanımla şöyle söylenebilir: İslâm’ın ve akl-ı selimin (sağlam aklın) hoş görmediği şeydir. Aynı kökten gelen inkâr, ‘irfan’ın karşıtıdır. Münkerin karşıtı ise ‘ma’rûf’tur. ‘Ma’rûf’ nasıl ki, sağlam aklın ve şeriatın (İslâm’ın) güzel saydığı şey ise, ‘münker’ de tam bunun zıddıdır. Bu açıdan, İslâm’ın haram ve mekruh dediği bütün hükümler münker kapsamına girmektedir.
Kur’an’da münker olan davranışların ve fiillerin daha kötülerini belirtmek için de ‘fahşâ’ kelimesi kullanılır. Allah, Kur’an’da kâfirler hakkında ‘münkirler’ sözünü kullanıyor. Kâfirler, Peygamberleri ve onlarla gelen vahyi tanımazlıktan gelip inkâr edenlerdir. Gelen vahyin ve âyetlerin Allah’a ait olduğunu tanımak istememektedirler. [289]
Kur’ân-ı Kerim’de Emr-i Bi’l-Ma’ruf
Kur'ân-ı Kerim'de, ma'rûf kelimesi toplam 39 yerde geçer. Münker kelimesi ise 18 yerde kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de, ma'rûf ve münker kelimeleri, dokuz âyette "ma'rûfu emretme ve münkeri nehyetme" anlamına gelen ifâde kalıplarıyla geçmektedir. Bu âyetlerde hangi davranışların ma'rûf, hangilerinin münker olduğu belirtilip bir tahsis yoluna gidilmemesi, ma'rûfun dinin yapılmasını gerekli gördüğü veya tavsiye ettiği, münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir. İslâmî kaynaklar, iyiliğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi, bu şekilde faziletli bir toplumun oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faâliyeti, Kur'an ve hadislerdeki kullanıma uygun olarak emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker şeklinde formülleştirmişler, Kitap, Sünnet ve icmâa dayanarak bu faâliyetin farz olduğunda birleşmişlerdir.
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [290]
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmıştır.” [291]
“Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar; birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma'rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” [292]
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” [293]
"Ehline/âilene namazı emret; kendin de ona sabır ile devam et!..." [294]
"(Lokman, oğluna nasihat ederek şöyle dedi:) 'Yavrucuğum! Namazı kıl, ma'rûfu/iyiliği emret, münkerden/kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir." [295]
"(Sizden olduklarına dair yemin eden) Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar münkeri/kötülüğü emreder, ma'rûftan/iyilikten alıkorlar (siz ise iyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz) ve onlar ellerini sıkı tutarlar (Allah için infak edip harcamak husûsunda cimrilik gösterirler). Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir." [296]
"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz ha! Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz?" [297]
Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker
Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi, hadis-i şeriflerde, müslümanlar içerisinden bir grubun mutlaka bu emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker görevini üstlenmesi gerektiği, en hayırlı ümmetin vasıflarının bu olduğu, iyilikleri emredip affetmeyi prensip haline getirip câhillerden uzak durulması gerektiği, müslümanların erkek ve kadın daima bu görevlerine devam edecekleri, önceki toplumlarda bu görevi yaşamayanlara lânet edildiği ifade edilir. Hakkın ve doğruların Rabbimizden olduğunu, dileyenin iman edip dileyenin inkâr ettiğini, emrolunduğumuz İslâmî hüküm ve bilgileri beyinleri çatlatırcasına duyurmamız gerektiğini, kötülükten sakındıranların kurtulduklarını, bu işi yapmayan ve kötülüklere batıp gidenlerin azaplandırıldığını, kötülük gören kimsenin gücü doğrultusunda eliyle, diliyle değiştirmesi gerektiğini, bunlara gücü yetmeyenin kalbiyle buğzetmesi icap ettiğini, bunun da imanın en zayıf derecesi olduğunu, cihadın el ile, dil ile, kalp ile olabileceğini, cihad fikri ve şuuru olmayan kimsede hardal ağırlığı kadar imanın olmadığını hadis-i şeriflerden öğreniyoruz. Küfür sayılacak bir işi işlemedikleri sürece müslüman olup İslâmî hükümlerle yöneten idârecileri dinleyip itaat edeceğimizi, dine uygun olmayan işler yapan idarecilere engel olmaya çalışanların kurtuluşa ereceklerini, en kötü yöneticilerin insanlara katı ve kaba davrananlar olduğunu, en faziletli cihadın zâlim hükümdara karşı hakkı söylemek olduğunu hadisler bize bildirir. Yine, hadis-i şeriflerde, geminin alt katındakilerin su almak kasdıyla üsttekileri rahatsız etmemek için geminin tabanına bir delik açarak bu ihtiyaçlarını gidermelerine üst kattakiler engel olmazlarsa hepsinin birden boğulacakları, kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit insanların topyekün helâk olacakları, yollarda oturmamak gerektiği, oturmak mecbûriyeti varsa yolun hakkı olan gözü haramlardan korumak ve selâm almak, kimseye eziyet etmemek, kötülüklerden sakındırma vazifesini yerine getirmek icap ettiği, yenilmesi haram kılınan bir şeyden başka yönlerden istifade edilebileceğini, Allah ve Rasûlünün iyi dediklerini emretmenin, kötü dediklerinden sakındırmanın bir vazife olduğu, yapılmadığı takdirde azâbın gerçekleşeceği açıklanır ve İsrâil oğullarında, dinden sapmanın nasıl ve ne şekilde olduğu, doğru yolda olduğumuz sürece sapıtanların bize zarar veremeyecekleri bildirilir.
Emredilmesi ve yasaklanması gereken hususlar herkesin bildiği ve bilmek mecbûriyetinde olduğu meselelerden ise, bu görevde tüm müslümanlar ortaktır. Bu işi yaparken de dâvet usûlüne uygun olarak yapılmalı; kibarlık, hoş muamele, yumuşak davranış esas olmalıdır. Kötülüğü el ile değiştirmek demek; ona fiilî müdâhalede bulunmak ve işe el atmak demektir. Şâyet kişinin içinde bulunduğu durum ve konum, bu şekilde o kötülüğü düzeltmeye kâfi gelmiyorsa bunu dili ile söyleyerek yapmalı, daha büyük fitnelere sebep olmamalıdır. Yine bir tehlike yani kargaşa ve fitne olacaksa kalbiyle o şeyden tiksinsin ve uzak dursun denilmekle dâvet ve ikaz, zaman ve zemine göre ayarlanmalıdır. Herkesin çoban olduğu, yönetimi ve idâresini elinde bulundurduğu kimselerden sorumlu olduğu hadisi de gözden uzak tutulmamalıdır. Aile reisi ev halkına, bir işyeri idaresinde bulunan oradaki çalışanlara, devleti idare eden de tebaasına karşı, dâvet konusunda gerekli yükümlülüğü vardır. Bu işi yaparken de Allah’ın ve Rasûlünün râzı olacağı her vâsıtayı kullanmak da bir gereklilikdir.
“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[298]
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli sözü, hakkı haykırmaktır.” [299]
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir grup, aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katta oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” [300]
Günümüzde de İslâm adına İslâm'dan tâvizler vererek bazı işler yapanlar aynen bu hadisteki misalde olduğu gibi gemiyi delmekteler, fakat diğer müslümanlardan hiçbir tepki ve engelleme de gelmemekte, böyle olduğu için bâtıl ve geçersiz olan şeyler müslümanlar tarafından müslümanca bir hareket ve tavır gibi görülmekte ve sergilenmektedir. Bugün hepimizin yapacağı tek iş, İslâm'ı Kur’an ve sahih sünnetten en güzel şekliyle öğrenip yapılacak ve yapılmayacak işleri o bilgiler doğrultusunda yapmak veya yapmayıp engel olmak şeklinde bir tavır ortaya koymak olacaktır. Böylece İslâmî isim ve imajlar altında gayri İslâmî işler yapılmamış ve İslâm tatmin vâsıtası olarak kullanılmamış olacaktır. Bugün bâtıl bid'at, hurâfe ve haram olan pek çok şey İslâmî elbise giydirilerek meşrû imiş gibi gösterilmekte ve kimse tarafından, hiçbir engelleme olmadığı için yapılıp gitmekte ve kafalarda meşrû bir iş gibi kalmaktadır. Kitap ve sünnet gözlüğüyle bakanlar, böyle yapılan pek çok gayrimeşrû işi, bugün İslâmî isimler altında görebilecektir. Gücümüz yettiğince bunlara engel olunmalıdır.
Kendisine: "Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde felâkete uğrar mıyız?" denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.”[301]
“Yollar üzerinde oturmaktan sakınınız” buyurdu. Sahâbîler: Yâ Rasûlallah, bizim yol ve sokaklarda oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü oralarda lüzumlu işlerimizi konuşuyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Mademki vazgeçemiyorsunuz, mutlaka oturmak zorunda kalıyorsunuz; öyleyse yolun hakkını veriniz” buyurdular. Bunun üzerine; "yolun hakkı nedir yâ Rasûlallah?" diye sorulunca; peygamberimiz (s.a.s.): “Harama bakmaktan gözleri korumak, gelip geçenlere eziyet vermemek, verilen selâmı almak, İslâm tarafından iyi denilen şeyleri tavsiye edip kötülüklerden sakındırma vazifesini yerine getirmektir” buyurdular. [302]
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: 'Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir' derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti”. Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: "Allah’tan gelen hakikatleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen hakikatleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı; bu Allah’tan gelen hakikatleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir."[303] Bu âyeti okuduktan sonra peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”[304]
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalplerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.”[305]
“İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, ‘siz kimlersiniz?’ diye sorulur, şu cevabı verirler: ‘Biz, insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz.”[306]
“Kıyâmet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır, şöyle derler: ‘Ey filân, sen ma’rûfu emreden, münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin?' Şöyle der: ‘Evet, öyle idim. Ma’rûfu emreder, fakat kendim işlemezdim. Münkerden alıkoyar, fakat kendim işlerdim.” [307]
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.”[308]
“Cenâb-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emrolunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.”[309]
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz…”[310]
“Her ma’rûf/iyilik, güzel söz bir sadakadır.”[311]
"Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah'ın azâbının gölgesi altındadır."[312]
"Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpki insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir."[313]
“Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.”[314]
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.” Yine Hasan Basri'nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.”
Din, Münkerleri Hoş Görmez
Münker olan fiilleri ve işleri ne Din hoş görmektedir, ne de iyi düşünebilen akıl. Münkerleri, sağlam bir kamu vicdanı da hoş görmez. İnsanlara şer kazandıran, onları günaha sürükleyen her davranış bir münkerdir. Bir toplumun sağlıklı ve mutlu olmasının ölçüsü, o toplumda ma’rûfların fazla, münkerlerin az olmasıdır. Ma’rûf üzerinde olan toplumlar ‘hayr’dadırlar. Münkerleri işlemeye devam eden kişiler ve toplumlar da ‘şer’dedirler.
Kişi ‘münker’e karşı devamlı dikkatli olmalıdır. Bir insan münkeri işlemeye devam ederse, onu bir kural, terkedilmesi zor bir âdet haline getirir. İnsan, şeytanın aldatmalarıyla yüzyüze geldiği için, her an ‘münker’e sapabilir. Bu bakımdan insanın, devamlı ‘ma’ruf’ işlerle meşgul olması, toplumda herkesin münkerlerle mücâdele etmesi gerekir.
Kur’an, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o size hep münkeri emreder” diyor.[315] Münkerden sakınmanın en iyi yollarından biri de namazı dosdoğru kılmaktır. “...Çünkü namaz münkerden ve fahşâdan alıkor.”[316] Münkerle mücâdele İslâm’ın önemli emirlerinden birisidir. Mü’min olan kimseler, devamlı iyiliği (ma’rufu) emreder, kötülükten (münkerden) sakındırırlar.[317] Şu âyette Allah (c.c.) mü’minleri her türlü münkerden sakındırıyor: “Şüphe yok ki Allah, adâleti, ihsanı, yakınlara infak etmeyi emreder, fahşâdan (çirkin utanmazlıklardan), münker ve zorbalıktan sizi sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.”[318] Münkerden alıkoymak, toplumda İslâmî ahlâkın kökleşmesi, insanların güzelliklere kavuşması ve çirkinlikleri terk etmesi, kötülüklerin azalması için son derece önemlidir. Bir toplumda münker işlemek âdet (bir anlamda örf) haline gelmişse, o toplum artık sağlıklı düşünemiyor, hasta demektir. Bundan dolayı müslümanlardan bir cemaat, en güzel yöntemleri kullanarak münker olan işlerle mücadele etmelidir.
Münker, hadis ilminde de kullanılan bir terimdir. ‘Münker hadis’, zayıf bir râvinin güvenilir (sika) râvilerin rivâyetine zıt olarak rivâyet ettiği hadistir. Yani, tek kanaldan gelen hadis, ya metninde (sözlerinde) ya da senedinde (râviler zincirinde) sağlam râvilerin rivâyetine zıddır. Böyle bir hadis elbette zayıf bir hadistir ve güvenilmez.
Tanınmayan, yabancı, akla aykırı, kötü; İslâm şerîatının yasakladığı ve selîm aklın çirkin gördüğü her şey anlamına gelen münker, İslâm'da yasaklanan haram ve mekruh fiilleri kapsamına alır. "İnkâr edilen, karşı çıkılan, reddedilen" anlamlarına gelir. Münkerin zıddı olan marûf ise; ihsan, iyilik, aklın ve dinin hoş gördüğü şey demektir. Kur'an-ı Kerim'de münkerin daha kötü ve çirkin olan kısmı için "fahşâ" terimi kullanılır. Fahşâ; çirkinlikler, zina gibi şehvetle ilgili aşırı günahlar demektir. Türkçede "fuhşiyât" bu anlamı ifade eder. Bunlar insanların en çirkin halleridir.
İnsanoğlu ne zaman münkeri nehyetmeyi bırakırsa, Allah'ın şu âyette buyurduğu gibi, münkeri emretmeye başlarlar. "Kim, şeytanın adımlarına uyarsa, şüphesiz o fuhşiyâtı ve münkeri emreder." [319]
Kur'an, Allah'ın münkeri nehyettiğini açık bir dille belirtir: "Şüphesiz Allah adâleti, ihsanı, yakın hısımlara sılayı ve muhtaç oldukları şeyleri onlara vermeyi emreder. Fuhşiyâtı, (Kur'an ve Sünnette karşı çıkılan) münkeri ve serkeşliği nehyeder. Üzerinde düşünüp, amel etmeniz için size bu şekilde öğüt verir." [320]
Hz. Ebû Bekir okuduğu bir hutbede, şu âyet-i kerîmenin yanlış yorumlandığını söyler: "Ey iman edenler! Kendinizi ıslâh etmeniz üzerinize bir borçtur. Siz düzelip doğru yolda bulunduktan sonra yolunu şaşıranlar (dalâlettekiler) size zarar vermez."[321] Hâlbuki ben Rasûlüllah'tan şunları dinledim: "Günahlar işleyen bir kavmin içinde o günahları yasaklayan güç ve kuvvette bulunan bir kimse varsa, buna rağmen yasaklamazsa, Cenâb-ı Hakk’ın nezdinden gelecek ve bütün onları kapsayacak bir azabın gelmesi pek yakındır." [322]
İslâm, toplumunun sağlıklı bir yapıya kavuşup bu halinin devamını sağlamak için "iyiliği emir ve kötülükten nehiy" esasını getirmiştir. Bir İslâm toplumunda, müslüman, daima iyi, güzel ve hayırlı olan işlerin yanındadır. Kötü, çirkin ve zararlı olan işlerin de tabii olarak karşısında bulunur. Böylece, İslâm toplumunda kendiliğinden iyilikler güç bulur ve yayılır. Kötülükler ise güçlenme imkânı bulamaz.
Mü'minlerin nitelikleri bir âyette şöyle belirlenir: "İman eden erkek ve kadınlar birbirinin dostudurlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ise nehyederler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. İşte Allah, onlara rahmet edecektir."[323] Başka bir âyette, tarihte İsrâiloğullarının, işlemekte oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmamaları, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzünden lânete uğradıkları bildirilir. [324]
Kötülüğe engel olmada izlenecek yolu Rasûlüllah (s.a.s). şöyle belirlemiştir: "Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle onun kötü olduğunu söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle o işi kötü görsün. Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir."[325]
İslâm Toplumunda Bir Kötülüğe Karşı Gelmeyi Gerektiren Şartlar
Bir münkere/kötülüğe karşı çıkmak için bazı şartlar gerekir. Bunlar:
1) Fiil gerçekten kötü olmalıdır. Bunun ölçüsü ise, iş ve hareketin İslâm nazarında sakıncalı ve kötü olmasıdır. Münker terimi, ma'siyet teriminden daha kapsamlıdır. Şöyle ki; bir kimse, bir çocuğun veya akıl hastasının içki içtiğini görse, buna engel olmaya çalışması gerekir. Yine bir akıl hastası başka bir akıl hastası ile cinsel ilişki halinde görülse men edilir. Hâlbuki bu fiiller çocuk veya akıl hastası için ma'siyet değildir. Münker, büyük günahlara has bir terim de değildir. Bu yüzden, umûmî banyoda avret yerini açmak, kimsenin bulunmadığı yerde yabancı bir kadınla yalnız kalmak veya ona ısrarla bakmak gibi küçük günahların hepsi de münkerdir.
2) Kötülüğün bir araştırma ve tecessüs olmaksızın açık olması gerekir. Evinde herhangi bir günahı gizlice işleyen ve kapısını kapalı tutan bir kimsenin ma'siyetini öğrenmek için gizlice gözetlemek ve baskın yapmak câiz olmadığı gibi, başkalarının günahlarını anlatmak da câiz değildir.
Hz. Ömer, devlet başkanlığı sırasında, bir evden gelen sesler üzerine, duvara tırmanıp içeri bakmış ve ev sahibini kötü bir durumda görmüştü. Onu bu kötülükten menetmek isteyince ev sahibi şöyle dedi: Ey mü'minlerin emiri! Eğer ben bir yönden Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a isyan etmiş bulunuyorsun. Hz. Ömer "onlar nelerdir?" diye sorunca şu cevabı verir: Allah Teâlâ, "Tecessüs etmeyin."[326] buyurmuştur. Hâlbuki sen tecessüs ettin. Allah Teâlâ "İyilik, evlere arkalarından girmek değildir."[327] buyurmuşken, sen duvardan girdin. Yine Cenab-ı Hak, "Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, sahipleriyle alışkanlık sağlayıp izin almadan ve selâm vermeden girmeyin."[328] buyuruyor. Bu savunma karşısında Hz. Ömer, ceza uygulamamış, ancak tevbe etmeyi şart koşmuştur. Bu yüzden Hz. Ömer minberde hutbe okurken ashâb-ı kiramla istişâre amacıyla, devlet başkanı veya hâkimin, münkeri bizzat görmesi halinde, şâhit aramaksızın ceza uygulayıp uygulayamayacağını sormuş, Hz. Ali, böyle bir durumda da iki âdil şahidin gerekli olduğuna işaret etmiştir. [329]
3) Münkerin ictihada dayalı bir kötülük olmaması gerekir. İctihada dayalı bir konuda uyarıcılık yapılamaz. Meselâ; Hanefi mezhebinden olan bir kimse, "keler" veya "sırtlan" eti yahut besmelesiz kesilen bir hayvanın etini yiyen bir Şâfiî'ye; "Sen niçin bunları yiyorsun? Bunlar haramdır" diye müdâhale edemez. Çünkü bu sayılanlar Şâfiîlere göre helâldir. Yine, Şâfiî mezhebine mensup bir kimsenin zevi'l-erham denilen hala, teyze, dayı ve ana cihetinden amca gibi hısımların mirasını yiyen veya komşuluk şüf'asıyla aldığı bir evde oturan bir Hanefîye karşı uyarıcılık yapma yetkisi bulunmaz.
Kötülüğe Engel Olmanın Dereceleri
1- Kötülüğü târif edip tanıtmak. Kişi bazen bilgisizlik yüzünden kötü şeyleri yapmaya yönelir. Hâlbuki o kötülüğün niteliğini bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmakta, ayıbı açıklamak ve muhâtabın kalbine ezâ vermek vardır. Bu aşamada uyarı şöyle olabilir: "İnsanoğlu dünyaya bilgin olarak gelmez. Şüphesiz hepimiz bilgisiz kimselerdik. Bilenler bize doğruyu ve nasıl hareket edeceğimizi öğrettiler" denilebilir. Çünkü müslümanı incitmek câiz değildir. Kanı, kan veya idrarla yıkayan kimse akıllılardan sayılmaz. Bir kimse, kötülükten menediyorum diyerek, mü'minlere ezâ ederse, daha büyük kötülük yapmış olur.
2- İyilikle nasihat ve Allah'ın azâbıyla korkutma gerekir. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, müslümanların gıybeti gibi kötü söz ve fiilleri işleyen kimselere yönelik olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir.
3- Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot, irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrar belirtileri görülen kimselere karşı uygulanır. İbrâhim’in (a.s.) puta tapanlara karşı kullandığı şu üslûp buna örnek gösterilebilir: "Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz putlarınıza! Siz hiç düşünüp aklınızı kullanmaz mısınız?" [330]
İrşad sırasında ağır söz kullanılması gerekirse şu iki hususu gözetmek gerekir:
a) Sert üslûbun kullanılmasına, iyilikle muâmeleden sonuç alınamaması ve zarûret bulunması hallerinde başvurulur.
b) Bu üslûpla da doğru konuşmak, sözü uzatmamak ve ihtiyaç kadar konuşmak gereklidir.
4- Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi toplum fertleri için yalnız; kişiyi kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak görevi vardır. Kişi bundan daha ileri gidemez. Güç kullanarak kötülüğü engellemek ve gerektiğinde suç işleyenlere ta'zîr veya had cezalarını uygulamak, görevlilere ve yöneticilere aittir. Meselâ; şarabı dökmek ve haramı telef etmek, dövmek ve hapsetmek gibi fiiller gerçekte yönetici ve görevlilere aittir. [331]
Dâvet konusunda şiddete, yaptırıma dayalı bir aşama olamaz. Her seferinde güzel ve hikmetli bir üslupla kalpleri fethetmeyi hedefler. Ancak dâvete icâbet yerine düşmanlaşma oluşup muhâtaplar savaşçı kâfirlere dönüşürse işte o zaman savaş açanlara karşı şiddet gündeme gelir. Yoksa düşman bile olsalar dâvetin muhâtapları savaşa başvurmadıkları sürece el ile müdâhale yapılamaz. Mekke dönemi şartlarında ise, karşı taraf şiddete başvurduğunda bile şiddetle cevap yoktur. Her şartta, güzelllikle ve hikmetle dâvette ısrar vardır. İslâm toplumunda münker işleyenlere karşı sergilenecek tutum ise farklıdır. Orada toplumu ifsâda yönelik kötü bir ameli toplum içinde gerçekleştirmek ve yaygınlaştırmak söz konusudur. Allah İslâmî iktidara, cemaate ve fert olarak Müslümana münkerden nehyetmek görevini yüklemiştir.
Münkeri Nehyetme ile İlgili 6 Tespit
1- Günümüzde Emir ve Nehy Yok; Rica ve Tavsiye Var: Ma’rufun Emredilmesi ve Münkerin Yasaklanması Yerine; Ma’ruf Sadece Rica Ediliyor; Münkerin de Sadece Yapılmaması Tavsiye Ediliyor.
2- Elle Müdâhale: Bazı Durumlarda Kötülüğe Elle Müdâhale Edip Zorla da Olsa Kötülüğü Engellemek Gerekir.
3- Dille Müdâhale,
4- Kalple Müdâhale:
5- Kötülük, Kalple Nasıl Değiştirilir?
6- Kalple Buğz Bile Yapmayanların, Özellikle Münkere Destek Olanların İmanı?!
Bu maddeleri açıklayalım:
1- Günümüzde İyilikler Emredilmiyor, Kötülükler Yasaklanmıyor; Ancak Bu Konuda Tavsiye ve Rica Ediliyor: Ma’rufun emredilmesi ve münkerin yasaklanması yerine; ma’ruf sadece rica ediliyor; münkerin de sadece yapılmaması tavsiye ediliyor. Müslümanlar ve dâvetçiler, bugün öyle bir modern fitne ile karşı karşıya ki, bırakın herhangi bir müslümana iyiliği emretmeyi veya bir kötülüğü yasaklamayı, kendi çocuğuna veya eşine bile herhangi bir şeyi emredemiyor, yasak koyamıyor. Baba çocuğuna, koca karısına, hoca talebesine, patron işçisine, âmir memuruna… söz geçiremiyor. Özgürlük diye bir türkü var; bu türkünün nakaratları hep hevâ kavramıyla dillendiriliyor. Canının istediğini yapmak istiyor günün insanı. Kimsenin kendisine karışmasına tahammülü yok. İman ettiğini söylediği halde, Allah’ı karıştırmak istemiyor kendi hayatına. “Allah bunu emretti veya yasakladı” da diyemiyorsunuz; daha doğrusu karşınızdaki dedirtmiyor.
Birçok güçlüğü, terslenmeyi, suçlanmayı göze alıp emr-i bi’l ma’ruf yapınca, “duyduk ve uyduk” diyeceğine, itirazlar ediyor, “niye, niçin” soruları, “sana ne?” şeklinde küstahlığa dönüşüyor. Sizin ilmî cevabınıza, yerli yersiz itirazlarıyla, hatta hazır kalıp ifadelerle saldırı şeklinde, muhâtabınız sizi tersleyecek, kendi özgürlük putuna toz kondurmayacaktır.
Siz de bu durumu bildiğiniz için, dinin tavsiye ettiği kibar ve hikmetli sözün tümüyle dışına çıkıp altına inerek “şu tavsiye ediliyor diye hatırlatsam acaba nasıl karşılarsınız…” gibi net olmayan, tam da anlaşılmayan kuş dili kullanmaya kalkıyorsunuz. Terslenmeyi göze alarak, belki “şunu yapsanız iyi olur” diyebiliyorsunuz. Ama, ma’rufu emredemiyorsunuz; emretmiş olsanız yaptırımınız da olmalı. Emir, bir işin yapılması veya yapılmamasını net bir şekilde isteyen söze denir. İstenilen şey yerine getirilmezse uygulanacak bir cezası olan kesin sözdür emir. O yüzden “emir demiri keser” denilir; yani yapılacak iş ne kadar zor olsa da, emredildikten sonra yapmaktan başka çare yoktur. Hele Allah’ın emri olunca, bu hatırlatılan, akan sular durmalıdır. Emir, kulluğu bile belirler. “Emir kulu” olduklarını söyler devletin memuru olduğu için Allah’a itaat edemeyen zavallılar. “Ne yapayım, ben emir kuluyum” der; siz de “ben de Allah’ın kuluyum” deme ihtiyacı duyarsınız. Kendisine maaş veren yerde çalıştığı için onun kulu, ondan emir aldığı için “emir kulu” olmayı kabullenen kimse, “elhamdu lillâh Müslümanım” dediği halde, Allah’ın emrini önemsemez, sadece kendini yaratanın kulu olmak yerine, maaş ve emir veren kimsenin kulluğunu benimser. Maaş veren kim olursa olsun, o her türlü emir verebilir, bu kimseye de ona kul olmak düşer! Hâlbuki Kur’an şöyle diyor: “Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O’na (Allah’a) mahsustur.”[332]
2- Elle Müdâhale: Bazı durumlarda kötülüğe elle müdâhale edip kötülüğü zorla da olsa engellemek gerekir. “Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[333] Bu hadiste net olarak görüldüğü gibi, gücün yetmesiyle bağlantılı olarak asıl olan elle kötülüğe engel olmaktır. El, güç kullanılarak engel olmayı ifade eder. Elle müdâhalede asıl olan, doğrudan günahın işlenmesini engellemektir. Eğer bir kimse, bir Müslümana, bir topluluğa veya İslâm devletine bir zarar vermek istiyorsa; kişi ile haram olan fiil arasına bir ayrılık ve uzaklık konulabilir. Meselâ, o kişi içki içmekten, fâiz yemekten gerekli imkânları ortadan kaldırma yoluyla men edilebilir. Örneğin, o anda önünde bulunan içki bardağını kırmakla veya buna benzer bir yolla onu o işten alıkoymaya gidilebilir.
Gerektiğinde, kişilerin yaralanmasına ve ölümüne sebep olmayacak güç ve zordan yararlanmak muhtesibin, başka çözüm yoksa kullanabileceği bir durumdur. Ancak, bu konuda çok dikkatli ve hassas olmak, kaş yaparken göz çıkarmamak, fitneye sebep olmamak gerekir. Ancak, nefsi, malı ve aileyi savunma ile, İslâm’ı ve Müslümanları müdâfaa etme konusunda gerektiğinde fedakârlık yapabilir.
Güçten yararlanma, şartlar elveriyorsa, meselâ, günahkâr bir kimsenin silâhı veya günah işlemesine yol açan bir başka imkânı elinden alınabilir veya tard edilebilir, sürülebilir, dövülebilir, sıkıntı verilebilir. Veya fâillerin ve fiilin durumuna ve şartların gerektirdiğine göre, onlara karşı cihad ve savaş ilân edilebilir. Bütün bu yollarla insanları ifsad edecek şekildeki haram olan fiilin ve günahın işlenmesinin önüne geçilebilir.
Şayet onun günahının önüne geçmek ve onu günah işlemekten engellemek, sadece insanın o günahı işlemesi konusunda veya o günahın işlenmesinde kullanılan ya da yararlanılan malzemeler noktasında haksız bir tasarrufa girmek şeklinde bir yolla mümkün ise, câiz olur, hatta vacip/gerekli olur. Bu yolda zora başvurmak, güç ve kuvvetten yararlanmak, günahkâr kişinin bulunduğu ortamdan atılması, içkisinin dökülmesi, günahkâr kimsenin elindeki bıçak, silâh veya benzeri şeyin elinden alınması, yayın ve benzeri ifsad edici ve sapıklığa sürükleyici iletişimlerin engellenmesi, Müslümanların huzur ve güvenliğini sarsıcı faaliyetleri engellemek gibi konuların tümü buna dâhildir.
Şayet günahkâr şahsın engellenmesi, onun mülkünde tasarruf etmekten başka bir şekilde mümkün değilse, örneğin, zorla evine girmek, evindeki eşyalarına el koymak ve arabasını elinden almak gibi bir durum söz konusu olacaksa, burada üç durum sözkonusu olur:
Birinci Durum: Nehyedilmesi sözkonusu olan münker fiilin Yüce Allah’ın hiçbir durumda onun işlenmesine râzı olmayacağı bir münker fiil olursa, örneğin, haksız yere bir kimsenin öldürülmesi veya yeryüzünde fesadın çıkarılması gibi fiiller bunun yapılmasını gerekli kılar. Fuhşun yaygınlaştırılması, uyuşturucu maddelerin kullanılmasına yol açılması gibi ahlâkî fesadın işlenilmesi ve ayrıca İslâm’a zıt olan düşünceler ileri sürmek ve yaymak, Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleme veya İslâm devletine ve kurumlarına karşı düşmanlık gibi siyasî ve fikrî fesat tohumlarının ekilmesi bu tür konulardandır. Müslüman topluluktan herhangi bir kesimin maslahat ve menfaatlerine zarar verme ve Allah’ın hiçbir şartta onların işlenmesine râzı olmadığı diğer münker fiiller gibi amelî fesadın oluşması da bu gruba girer. Bu tür konularda münker ameli işleyen kişi veya onu işlemeye yönelten kimse ve ayrıca onun malları konusunda gerekli tasarruflar yapılabilir ve bu vesileyle onu fesadı işlemekten alıkoymak mümkündür.
İkinci Durum: Nehiy konusu olan münker fiil, şeriat açısından münkerden nehyetme neticesinde vuku bulacak tasarruftan daha önemli olmalıdır. Meselâ, eğer Müslüman bir kadını tecavüzkâr bir adamın elinden kurtarmak, sözkonusu adamın evinin kapısının kırılmasını veya darbe almasını ya da ellerinin ve ayaklarının bağlanmasını gerektirecekse, bu durumda o kişinin ve malının tasarruf altına alınması câizdir. Çünkü adamın kendine ve malına verilecek bu gibi zararlar, Müslüman kadının başına gelebilecek daha büyük zararlardan onu korumaktadır.
Üçüncü Durum: Münkerin birinci türden olmadığı ve aynı şekilde münkerden nehyin onun gereği olduğu tasarruftan daha önemli olmadığı durumdur. Meselâ, bir kişinin kendi evinde Müslümanların gıybetini yapmaktan, onlara küfür ve hakaret etmekten engellenmesi, o kişinin evinin kapısının kırılmasını, onun şahsının, eşyasının ve malının zarar görmesini gerektirecekse, bu durumda tasarrufta bulunmak, o şahsa veya malına zarar vermek câiz değildir. Bu konudaki genel kaide, İslâm hâkimi açısından ehemmin (en önemli olanın) ölçülüp belirlenmesi ve ehemmin mühim olana (en önemlinin önemli olana) tercih edilmesidir. Bir kısım meselelerin mutlak öneme sahip olduğu, bir başka kısım meselenin de nisbî öneme sahip olduğunu bilmek şarttır.
Şayet münker olan ameli engellemek günahkâr kişinin zarar görmesine yol açacaksa, meselâ kendi malı olan içki bardağının veya silâhının ya da elinin kırılması gibi bir durum meydana gelecekse, bu zararın meydana gelmesi nehiy hareketinin bir gereği ve münkerin ölüne geçilmesi neticesinde vuku bulduğu için o kişi tarafından emir ve nehiyde bulunan kişiye yönelik bir harekette bulunulamaz ve onun zararının karşılanması da gerekmez. Şayet emir ve nehiy esnâsında günahkâr kişi tarafından emr-i bi’l ma’rufta bulunan kişiye yönelik herhangi bir zarar meydana gelecekse, kusur etmiş olur ve onun karşılığını ödemek zorundadır. Ama, eğer günahı engellemek, günahkâr olan kişiye herhangi bir zarar vermeyi veya onun bir kısım malını ortadan kaldırmayı gerektirmeyecekse, bununla birlikte emr-i bi’l ma’ruf yapan kişi, meselâ birisini içki içmekten men etmek için onun içkisini dökmesi yeterliyse ve muhtesib bununla yetinmeyip haddi aşarak onun bardağını da kırıyorsa ya da eğer silâhı elinden almak yetmesine rağmen muhtesib onu yaralıyor veya öldürüyorsa ya da eğer günahkârın kolunun kıvrılması sûretiyle amaç hâsıl olacağı halde buna rağmen el kırılıncaya kadar kıvrılıyorsa; eğer bir kişi elleri ve ayakları bağlanarak münkerden alıkonabiliyorsa, ama buna rağmen ilâve olarak bir de bu kişi dövülüyor veya işkenceye uğratılıyorsa, bu tür haddi aşan konularda emr-i bi’l ma’rufta bulunan muhtesib, günahkâr olmuş olur ve o da cezasını görmelidir.
Şayet şer’î hedef, kişinin dövülmesinden ve işkence ve eziyet edilmesinden başka bir şekilde gerçekleşmiyorsa, zâhiren insanın böyle hareket etmesi câizdir. Daha kolay ve daha mümkün olan işten başlanmalıdır. Bir kimseye fizikî olarak eziyet vermek için mutlaka İslâm’ı ve hayatı çok iyi bilen uzman bir âlime danışılıp ondan izin alınması en uygun olan yoldur. Bazen hak ettiği kabul edilen bir kimseye bir ceza verirken, çok sayıda müslümanın daha büyük zarara uğramışına istemeden de olsa sebep olunabiliyor. Bunları iyi hesaplamak gerekir. Aksi takdirde yukarıdaki uygulamalar câiz olmaz.
Münkerden alıkoyma esnâsında bir kişinin veya kişilerin yaralanması veya öldürülmesi sözkonusu olabilecekse bu durumda yetki sahibi olan İslâmî otoriteden, uzman âlimlerden izin alınması şarttır. Şu durumlar, bundan müstesnâdır:
- İnsanın kendisini, ailesini ve malını koruma pozisyonunda olduğu bir durumda,
- İslâm’ı ve Müslümanları müdâfaa etme ve zâlim güçlerin sultası ve saldırısına mukavemet etme durumunda. Bu konularda her mükellef şahsa herhangi bir şarta bağlı kalmaksızın İslâm’ı ve İslâm’ın korunmasını emrettiği hususları müdâfaa etmek farz bir görevdir.
İslâmî Devletin hâkimiyeti altında olan bölgelerde muhtesiblerin bu konuda belirlenmiş olan kanunlara riâyet etmesi vâciptir. Darp, hapis, eziyet etme, yaralama, öldürme gibi yolla münker amelin önüne geçmek için hareket etmeden önce, yetkili kurum ve şahıslarla iletişim kurması gerekir.
Eğer emr-i bi’l ma’ruf yapan kişi, şer’î hükümlere göre hareket ederse ve fiilinden daha önemli olan bir fesâdın gerçekleşmemesinden eminse ve gerektiği yerde yetkili âlim veya İslâm devleti varsa yetkililerden izin aldığı halde, onun hareketi kişi veya kişilerin mallarına veya canlarına herhangi bir zarara sebep olursa, bundan dolayı bu muhtesib günahkâr olmaz ve sözkonusu zararın karşılığını ödemesi gerekmez. Ayrıca ona kısas da uygulanmaz. Karşı taraftan o kimseye bir zarar gelirse, o zarar veren kimse günah işlemiş olur, karşılığını da ödemelidir ve kısasa tâbidir.[334]
- Dille Müdâhale: Sözlü (veya Yazılı) Emir ve Nehiy. Bu aşama, sözlü ve yazılı merhalelerin tümünü kapsamaktadır. Bunun da değişik dereceleri vardır. Vaaz, irşad, konuşma, yumuşak ve açık bir dille yapılan konuşmalarla başlar ve daha sonra, münker fiil tekrarlandığında değişik derecelerle şiddetlenir ve mümkün ki, karşınızdaki insanın sizin sert tavrınıza karşılık başlatacağı münakaşaya, mücadeleye varacak şekilde tavır sertleşebilir. Bu merhalede de sertliğe hiç yer vermeden münker değiştirilebiliyorsa, sertliğe hiç yer vermemek gerekir. Eğer sertliğe mecbur bırakıldıysak o zaman da, mümkün olan en az derecede ve en az derecedeki sertlikle yetinmek gerekir. Şer’î amacın meydana gelmesini gerektirecek veya onun gerçekleşmesi ihtimali olacak mümkün olan en basit, en alt dereceyi kullanmak gerekir.
Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur:“Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.”[335]
Konuşmalar; yumuşak, tatlı, yalın, doğal ve sade olmalı. Bağırıp çağırmanın gereği yok. Rabbimiz, Lokman’ın oğluna tavsiyesini şöyle anlatıyor:“Yürüyüşünde mûtedil ve mütevâzı ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.”[336]
Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek, mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, en güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek, düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası, sabırlı ve hayırlı olmak; tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak, hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak, yumuşak huylu ve merhametli olmak öncelikle uyulması gereken usûllerdendir. Düşmanı yakın bir dost haline getirecek bir dâvet usûlü icap ederken; maalesef gereksiz yere sözü tartışmaya, tartışmayı da ağız kavgasına dönüştürmeyi çok iyi biliyor dâvete soyunanlarımız. Böylece, dostunu veya dost adayını düşmana dönüştürme gayretini, kalkıp bir de övünerek başkalarına anlatmasına dur diyen de çıkmıyor.
Nehy-i ani’l münker yapan dâvâ insanı veya muhtesib, bu konuda dilin ve yazının imkânlarından gücü nisbette yararlanacak, gerektiğinde başka davetçilerden yararlanacak, ona havale edecek, dilindeki tatlılığı, yanlışta ısrar eden kimseye karşı giderek basamak basamak sertleştirebilecektir. Ama hiçbir aşamada, hakarete ve özellikle sövmeye müracaat etmeyecektir.[337] Ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek, haram fiillerle ve uygun olmayan sözlerle birlikte yapılamaz. Ama nehyedilmeye konu olan münker fiil, Allah nezdinde yapılmasına asla izin verilmeyen büyük bir vebal ise, suçun büyüklüğüne uygun şekilde sert ifadelerle o suçun büyüklüğü belirtilebilir, o kötü davranış veya büyük günahın çirkinliği net anlaşılsın ve o kişi düzelsin diye ağır ifadeler kullanılabilir.
Ma’rufu emretmek ve özellikle münkeri nehyetmek, bazen eli kullanmayı gerektirebilir, güç kullanmak gerekebilir. Ama, dâvet ve tebliğ, kaba kuvvete yer vermeyen, hikmet ve güzel öğüdü merkeze alan bir çabadır. İkisi birbirine karıştırılmamalıdır. Tatlı ve yumuşak tarzda yapılması esas olan dâvet ve tebliğde üslûp da duruma göre, sertlik hâkim olur. Bilmeyen, kendisine henüz dâvet ulaştırılmayan kimseye, Firavun cinsinden birisi bile olsa ona tatlı dille, yumuşak üslûpla tebliğ götürülür: “(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.”[338] Ama, onun tebliğ kendisine ulaştıktan sonra bilinçli şekilde Allah’ın diniyle mücadele etmeyi seçtiğinde hâlâ yumuşaklık ve kibarlık sürdürülmez. Bırakın Firavun gibi zâlim tâğutlara, İbrâhim (a.s.) tebliğ ettiği halde putları bırakmayan babasına bile üslûbu değişmiştir artık: İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı…" [339] Artık üslûp suçlayan bir üslûptur. Tebliğ edilmiştir ve tebliğe açık şekilde tavır alıp Allah’ın dinine düşmanlığı tercih ettiği durumda, ona karşı yumuşaklık sürdürülmez. Müslümanca tavrın, müslümanca üslûbun ölçüsü bellidir: Kâfirlere karşı tâvizsiz ve çetin, kendi aralarında merhametli,[340] mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu. [341]
Bütün bu tavırlar da sadece üslûp ve tavırda sertleşmeyle ve Mümtehine sûresindeki gibi artık buğzun ve beraatin ilânıyla sınırlıdır: “İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir” demişlerdi…”[342] Şiddet ve "el ile" müdâhale ise, dâvet ve tebliğin hiçbir safhasında gündeme gelmez. “De ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin…”[343] Ancak, kâfirler savaşa başvurduklarında, Mekke şartları geçmişse ve mü’minlerin gücü yeterli ise işte o zaman karşı şiddete başvurulur.
"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti."[344]; "Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu."[345]; "Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." [346]Babasının tercihi netleştikçe, İbrahim’in de masajındaki netlik, üslûptaki sertliği gerektiriyor.
Kindar kâfirlere karşı nasıl bir üslûp kullanılması gerektiği Kur’an’da şöyle belirtilir: “…Onlar, sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizde (kahrolup) geberin!’ Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." [347]
Allah’ın çirkin gösterdiğine “güzel” hükmü vermek, onu tasvip eder şekilde bir üslûp kullanmak bir mü’mine yakışmaz. İmanı sevdiren Allah olduğu gibi; küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösteren yine Allah’tır: “…Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” [348]
Allah Kimleri Sevmez? Allah, kâfirleri, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyenleri sevmediği gibi[349]; zâlimleri[350], müstekbirleri, yani büyüklük taslayanları[351], haddi/sınırı aşanları[352],aşırı gidenleri[353], fesâdı/bozgunculuğu[354]ve bozguncuları[355], hâin günahkârları[356], şımarıkları[357], kendini beğenip böbürlenen kimseleri[358], isrâf edenleri[359] günahlarda ısrar eden nankörleri, fâizle uğraşanları[360]sevmediğini belirtir. Allah’ın sevmediklerini bizim mü’min olarak sevmemiz veya seviyor gibi bir üslûpla onlara hitap etmemiz elbette bize yakışmaz. Allah’ın alçalttıklarını üslûbuyla yükseltmeye çalışanların kendileri Allah yanında alçalır.
Allah’ın, dua etmeyenlere ve faiz yiyenlere karşı eleştiri üslûbu da dikkat çekicidir: “De ki: Duânız olmasaydı, Rabbim size niye değer verecekti ki!?” [361] Faiz yiyenlere karşı üslûp yine hayli enteresandır: “Faiz yiyenler, (mahşer günü kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi (perişan bir halde) kalkacaklardır. Bunun sebebi, ‘ticaret de tıpkı faiz gibidir’ demeleridir… Kim yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennem halkıdır ve ebediyen orada kalacaklardır.”[362] “…Allah’tan korkup sakının da, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin. Şayet bunu yapmayacak olursanız, Allah’a ve Peygamberine karşı savaş açtığınızı bilmiş olun…”[363]
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah (toplumsal çöküş ve felâketinize dair) emrini getirinceye kadar bekleyin..." [364];"Peygamber, mü'minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir." [365] Bu (ve buna benzer birçok) âyetlerin izahı sadedinde Ekrem Rasûl de şöyle buyurur: "Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz."[366]; "Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz."[367]; “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[368]; “Kişi, dostunun dini üzeredir; insan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [369]“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” [370]Tüm bu hadis rivayetlerindeki üslûba dikkat edersek, sevgi veya bir davranışı imanla eşdeğerde tutan bir üslûp kullanıldığı dikkatimizi çeker. Demek ki, herkese hoşgörü ile bakmak, Kur’an ve Sünnet çizgisinin reddettiği bir problemdir. Demek ki, herkese aynı tatlılık ve yumuşaklıkla hitap etmek doğru bir üslûp değildir.
O çok merhametli ve çok tatlı üslûba sahip olan, önderimiz Rasûlullah’ın sünnetinde; sadece kâfirlere değil, ciddi bir günah işleyen mü’minlere karşı da sert üslûpla uyarı vardır: Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Ebû Zer’e Peygamberimiz: “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı var.”[371] demişti. Yine ırkçılık yapanlara‘bizden değildir’ der.[372]
Kendilerine dâvet ve tebliğ ulaştığı halde, Allah’a, O’nun peygamberine tavır alan topluma karşı da tavır ve üslûp sertleşir: “İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'…” [373]Çağdaş putperestliğe, Kur’an’ın örnek gösterdiği İbrahimî içerik ve üslûpla tavır almayan, İbrahimî tavrı bile bile terk edip sözgelimi anıtkabir tazimine hoşgörü ile bakanlara karşı biz nasıl bir üslûpla hitap etmeliyiz? Yukarıdan beri Kur’an’ın hem örnek olarak, hem örnek göstererek ve hem de emir ve yasak içeren ifadeleriyle bu sorunun cevabının netliğe kavuştuğunu düşünüyorum. Konuyu perçinlemek açısından tekrar vurgulayalım: Kendilerine henüz dâvet ve tebliğ ulaşmamış câhil insana karşı tebliğ üslûbu ile, İslâm’ı bilen ve bile bile tavır alan kimselere karşı üslûp farklı olmalıdır. Örneğimiz Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huylu, yufka yürekliydi.[374] Buna rağmen, bile bile putlara sevgi ve saygı besleyenlere karşı, onların Allah indinde hiçbir mazeretleri kalmayacak şekilde bilgilenmeleri oranında üslûbu çok daha sertleşiyordu: “Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ diyen kavmine karşı: ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi.”[375]; “İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”[376]Ve üslûp konusu da dâhil, İbrahim’i kimler örnek almak zorundadır; Kur’an’a kulak verelim: "İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." [377]
Kur’an, üslûp özelliği olarak, kendilerine dâvet ulaşmış insanların bilinçli olarak putlara tapmayı savunmaları durumunda onlara nasıl bir üslûpla hitap edilmesi konusunda örnekler verir:“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış (düzene ve bu saptırıcı düzenin yöneticileri olan tâğutlardan ve saptırıcı) kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları (gücü ve destekleyicileri) vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (gururunu kırıp rezil edeceğiz).”[378] Kur’an, tâğutlara küfretmeyi, (inkâr ve nankörlük etmeyi) iman için şart koşar.[379]Kur'an müşriklere "neces (pislik)"[380] der; onları hayvanlardan daha aşağıda[381] aşağılık varlıklar olduklarını ifade eder; Kur’an üslûbu budur.
“(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler.”[382];“Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.”[383]“O (Allah), aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder.”[384]; “iman etmeyenleri de.”[385]Puta tapma ve şirk konusunda üslûp, bu suçların çirkinliğine zıt düşmemelidir. Hak kendisine belli olduktan sonra, putperestliği veya şirki hâlâ savunan kimseye, yumuşak ve tatlı bir üslûp kullanmak doğru değildir, Kur’ânî değildir. Yoksa, putperestliğe ve şirke gereği gibi karşı çıkılmamış, bu suçların büyüklüğü kabul edilmemiş olur. Bu tutum, bu tavır, bu üslûp baştan sona adâlettir. Adâlet, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermektir. Hak ettiği ölçü, Hakk’ın belirlediği ölçüdür.
Kur’an; iman ettiğini iddia eden toplumun putperest eğilimlerine karşı nebevî tavrın nasıl net ve sert olduğunu Hz. Mûsâ ve İsrailoğulları örneğiyle gözlerimizin önüne serer. Put yapmaya ve yaptıkları puta tapmaya kalkan kavmine karşı ve onları durduramayan kardeşi peygamber Hz. Harun’a karşı Hz. Mûsâ’nın tavrına bir bakalım, Allah için nasıl buğz etmektedir:
"Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.”[386] Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.”[387]
Mûsa (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibadet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsa levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsa’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti.[388] Anlaşılıyor ki Hz. Mûsa, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak insanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında ahkâm ve amellerle uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Tevhid olmadan şeriat da olmazdı çünkü. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber,[389] şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir.[390] Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsa da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.
Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsa, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden kendi kavmini tevhid dinine dâvet etmeye başladı.
Hz. Mûsâ’nın bir başka peygamber olan kardeşi Harun’un sakalını asılması, başını tutup çekmesi, kavmine kızması ve Sâmirî’ye büyük bir ceza vermesi, Kur’an’da eleştirilmeden (dolayısıyla tasvip edilerek) anlatılır. Ama yine Kur’an, bu peygamberin kardeşi ile Firavun’a tebliğ için gittiğinde yumuşak üslûpla konuşmalarını emrediyordu (20/Tâhâ, 44). Henüz kendisine net bir şekilde tevhidi hakikatler tebliğ edilmeyen kişilere Firavun özelliklerini taşısa bile, yumuşak üslûpla anlatılıp yumuşak davranılmasını emreden Kur’an, tevhidi bildikleri halde putperestlik eğilimi içinde olanlara ve onları kötülükten uzaklaştırmaya çalışmayanlara karşı çok net ve sert tavır gösterir.[391] Hele, iman etmiş insanları puta tapmaya teşvik eden Sâmirî gibi karakterleri tümüyle toplum dışına atmak, onu kovup sürmek, beddua edip âhiret azâbından kurtulamayacağını haykırmak[392] Kur’an’ın onayından geçmiş bir tavrın, peygamberî üslûbun bir özelliğidir.
Sadece putperest müşrikler için değildir bu üslûp. Şirk ve puta tapma konusu başlı başına üslûbu sertleştiren en önemli problemdir. Şirke ve putperestliğe sert tavır, bunu savunanlara da sert tavrı gerektirir ve bu net tavır ve sert üslûp tevhide sahip çıkmanın, Kur’an üslûbuna riayet etmenin zaruri bir gereğidir. Muhâtabın âlim veya dâvâ adamı olması üslûbu yumuşatmaya sebep değildir; peygamber olsa bile azapla uyarılır. Hz. Peygamber’e bile, faraza şirk koşmuş olsa, Allah’ın nasıl tavır alacağı net bir üslûpla beyan edilir: "Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edinirler. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.”[393]; “Eğer (Peygamber) Bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kuvvetle yakalardık; Sonra can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.”[394]; “Andolsun sana da senden önceki peygamberlere de (şu husus) vahyolunmuştur: Andolsun ki, Allah’a şirk koşarsan, amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.”[395]
İnsan, tartışmayı seven bir varlıktır. Daha çok yüz yüze tartışırken, bazen de yazı ile kendisini veya inancını savunurken, muhâtabının kışkırtıcı sözlerinden dolayı duygularını kontrol edemeyip öfkelenir ve bu gadabı, konuşmasının ve yazısının üslûbuna hâkim olur. Kişi, öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, çoğunlukla mâkul ve meşrû bir şey yapamaz. Öfkesi geçince pişman olacağı şeyler yapabilir. Öyleyse Rasûlullah, kişinin öfkeliyken bir şeylerle oyalanmasını veya öfkesi doğrultusunda faâliyetten kaçınmasını sağlamaya çalışır. Rasûlullah’ın öfkesini yenen insanı, kuvvetçe insanların en güçlüsü olarak ilân etmesi gösteriyor ki, duyguların kontrolü ve nefsin terbiyesi, hasım veya rakiple yapılacak mücadeleden daha zor ve belki daha faziletlidir.
Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması düşünülemez. Çünkü öfke, fıtrî/doğal bir haldir; insan karakterinden yok edilemez. Bu yasaktan maksat, aynı zamanda öfke gibi duygularımızı bastıracak alışkanlıklar kazanmak, ruh terbiyesine önem vermek demektir. Yine, öfkeyi ortaya çıkaran en büyük kaynak kibirdir. Çünkü insanın arzu ettiği bir şeye muhâlefetten kibir ortaya çıkar; kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda, mütevâzı olan kimseden nefsi savunma duygusu çabuk geçeceği için, kibirlenmeyen kimse, öfkenin şerrinden selâmette kalır.
Sadece gazap değil; fıtratımıza verilen bütün duygular, yok edilemez; zaten yok edilmiş olsa, insanın dengesi sarsılır, o duyguların hayırlı istikamette ve ölçülü olarak kullanılmasından doğacak dünyevî ve uhrevî güzellikler iptal edilmiş olur. O yüzden “öfkelenme!”, “inat etme!” demek, “fıtratını değiştir!” emrinde bulunmak gibi, yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu değerlendirmeye göre, hadis-i şeriflerdeki “gazaplanma!” emri, “meşrû olmayan konularda ve aşırı şekilde öfkelenme!” anlamındadır. Böylece, bu fıtrî duyguları, sadece “hayırda kullanma” tavsiye edilmiş olmaktadır. Her uzvun ve her duygunun meşrû ve ölçülü bir kullanma yönü vardır. Allah’ın yarattığı ve ihsan ettiği özellik ve nimetler, insana zulüm olsun diye değil; rahmet ve sınav aracı olarak verilmiştir. Özellikle tasavvufî yaklaşımda “nefsi öldürmek” tâbiriyle, olumsuz kabul edilen duyguların tümüyle yok edilmesi ısrarla tavsiye edilir. Bu, hem imkânsız, hem de yanlış bir yaklaşımdır. Yapılacak iş, onları yok etmeye çalışmak değil; hayır yolunda ve ölçülü bir tarzda kullanmaktır. Öfke konusunda, nefsin isyanlarına öfkelenip terbiyesine çalışmak; küfür, zulüm ve fesat sergileyenlere öfkelenip İslâm’ın hâkimiyeti için gayret göstermek en mâkul yoldur. Ölçü bellidir: Allah için sevmek, Allah için öfkelenip buğz etmek.
Rasûlullah (s.a.s.), şahsını ilgilendiren meselelerde sabredip öfke göstermediği halde; dini ilgilendiren konularda öfkesini izhar etmiştir. Bu hususta birçok örnek verilebilir. Bunlardan biri, şu hadis-i şeriftir: İbn Mes’ûd anlatıyor: “Bir adam gelerek Rasûlullah’a: ‘Ben sabah namazına falanca (imam) yüzünden gelemiyorum, çünkü namazı fazla uzatıyor’ dedi. Ben, Rasûlullah’ın o günkü kadar öfkelendiğini hiçmi hiç görmedim. Gazapla şöyle dedi: “Ey insanlar! Sizden bazıları nefret ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa, kısa tutsun; zira cemaatte hasta var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi vardır.”[396] Allah Rasûlü’nün bu şekilde Allah için öfkelendiği olaylar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin de Allah için öfkelendiği belirtilir. Meselâ, Mûsâ’nın (a.s.), kendisi Tur’da iken, kavminin altından buzağı heykeli yapıp bu puta tapmalarından dolayı gazaplandığını, hatta kızgınlığından Tevrat levhalarını yere attığını ve kardeşi Hârun’un (a.s.) başını ve sakalını çekip asıldığını Kur’an haber vermektedir.[397] Yine, bu olay üzerine kavmine çok gazaplı/öfkeli ve üzgün bir şekilde döndüğünü ve onlara kızarak nasihat ettiğini, bunun Allah’ın gazabını, dünyada da alçaklığı istemek olduğunu açıkladığını, Kur’an bize bildirir.[398] Demek ki, öfke yasağı mutlak bir yasak değildir; bu fıtrî özelliğin kullanılması gereken durumlar vardır.
Adâletin tam olarak yerine getirilmesi için, hem öfke ve kibir gibi haksızlığa yol açabilecek duyguların etkisinden sıyrılmanın, hem de âcizlik ve aldırmazlık şeklindeki tutumlardan uzak durmanın gerekliliği de bilinmeli ve ona göre davranmalıdır.
Her fıtrî duygu gibi, gazabın da hedefi İslâm’ın gösterdiği istikamette olmalıdır. Yine tüm duygular gibi ölçülü, dengeli olmalı, ifrat ve tefritten uzaklaşılmalıdır. Yersiz gazap veya haddi aşan ifrat noktasındaki gazap yerilmiştir. Gazap, fıtrî bir duygu olduğundan, hiç gazaplanmayan kimse, dininin, dâvâsının ve şahsının onurunu koruyacak ve düşmanlara tepki gösterecek cihadı gerçekleştiremez. Ilımlı bir gazap duygusu, fazilet sayılır. Ölçülü bir öfke duygusu, “şecaat” veya “hamiyet” diye adlandırılır. İnsanın onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için hamiyet ve şecaat sahibi olması gereklidir. Gazap gücünün ifratına tehevvür (saldırganlık), tefritine de cübn (korkaklık) denilir.
Öfke, dili, özellikle üslûbu da olumsuz etkiler. Aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi çoğunlukla öfkenin eseridir.
Tabii, öfkenin bütün bu zararları, dünyevî ve ölçüsüz öfke hakkındadır; yani, kontrollü ve Allah için, meşrû hedefe yönelik öfke rezilet değil, bir fazilettir. Meşrû öfkedir Hz. Mûsâ’yı Hz. Mûsâ yapan, Ömer’i Ömer yapan.
Sözün en güzelini, eksiksiz bütün güzel vasıflara sahip mutlak güzel olan Allah söylemiştir. O’nun güzel kitabından daha güzel söz söylenmiş değildir.[399] Herkes kendini hesaba çekmeli. Nelerle meşgul olduğuna bakmalı. En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa romanlar, gazeteler, televizyonlar, filmler, dizi dizi diziler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Üslûbu, hangi kitabın etkisinde? Kur’an kavramlarını ne kadar tahriften koruyup Kur’ânî anlamıyla değerlendirerek hayata o pencereden bakıyor?
Sözün en güzelini okumak, anlamak, yaşamak ve topluma hâkim kılmaya çalışmak, onu anlatmak, onunla konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecektir bizi. Üslûbumuzu güzelleştirmenin yolu da en doğruları en güzel üslûpla açıklayan o en güzel kitapla mümkündür.
Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. Başta şirk ve büyük günah olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun, dilin ve üslûbun güzelliklerine hicret etmek ne güzel!
Her olaya karşı olduğu gibi, her insana da aynı üslûbu kullanmak, aynı neticeyi sağlamaz. Fiilin önemine göre ve şahsın kültür ve konumuna göre en etkili şekilde ve en alt düzeyde ve en hafif bir yolla düzeltmenin yoluna gidilmelidir. Müslümanların kendi cemaatlerinden birisi, önemli bir münker işlerse, eğer onu tümüyle kaybetme ihtimali varsa, onunla ilişkileri tümüyle kesmeyerek onu kaybetmemek önemlidir. Bazıları bağı ve ilişkiyi kısmen veya tümüyle koparsa bile; yakınlarından bazısı onun tümüyle kaybolmasına ve safını değiştirmesine giden yola engel olmalı, ona sahip çıkıp tekrar kazanmaya çalışmalı, pişmanlık duyup tevbe etmesine vesile olmaya gayret etmelidir.
Eğer münkeri engellemek ve ma’rufu ikame etmek, yetkili veya etkili bir zâlimden yardım almayı gerektiriyorsa, bu hareket câizdir. Aynı şekilde münkerin giderilmesi ve ma’rufun işlenmesi için zâlim kişiden yardım almak, zâlimin sözkonusu işte Allah’ın koymuş olduğu sınırı aşıp haddi tecavüzde bulunmaması şartıyla gereklidir.
- Kalple Müdâhale: Kötülüğe seyirci kalmayı, hem kötülük yapanın ve hem de o kötülüğe muhatap olanların zararına sessiz kalarak yardımcı olmayı dinimiz onaylamaz. Merhamet ve toplumu ıslah etme bilinci bunu gerektirir. Yapılan münkere karşı sessiz kalmayı büyük suç sayan İslâm, dâvetçi mü’minlerin kötülüğü yasaklayıp men etmelerinin yöntemini belirlemek için üç aşama koymuştur. Bütün dâvetçi mü’minlerin de nehy-i ani’l münker yaparken bu aşamalara uygun tavırlar alması gerekir. Müslim’in rivayet ettiği meşhur hadisi hatırlayalım: “Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[400] “İstitâa, yani gücü ve her türlü imkân ve ortamı uygun olan kimseden, imkânı ve gücü orta dereceden olanı ve sonra da güç, imkân ve ortam yönüyle hayli sınırlı olanlar sıralanmıştır.
Herhangi bir kişi, topluluk veya egemen güçlerden, düzenden kaynaklanan İslâm’a aykırı bir harekete karşı yapılacak en basit ve sade tavır, menfi mukavemettir. Örneğin, nefret ettiğini belli etmek için o hareketten yüz çevirmek, görmezlikten gelmek, gözünü kapamak, münker işlenen yeri terk etmek gibi davranışlar birer menfi mukavemet derecesidir. Bu aşamadan sonra alenî olarak muhâlefet etme aşaması gelir. Fikirsel anlamda ya da bilinçlendirme şeklinde tezâhür eder. Bu da en alt dereceden en üst dereceye kadar çıkar. En son aşama da güçten yararlanmaktır. Bu da düzeltmek amacıyla fiilî olarak müdâhale etmek, işleri yoluna koymak ve inkılâb oluşturmaya kadar gider. Bu aşama ve derecelerin her biri, kişisel ve toplumsal saplantıların ıslahı noktasında en güzel uygulamaları ortaya koyar.
Birinci Aşama; Kalben Buğzun/Nefretin Tezâhürü: Bu aşamada insan, münker olan fiilden nefretini gösterecek ve ma’ruf olan fiile olan sevgi ve ilgisini belirtecek bir davranış sergiler. Bu aşama, üç derecedir: a) Gözü sakındırmak, yüz çevirmek, yüzüyle ya da tüm bedeniyle ona sırt çevirip sakınmak, b) Ondan nefret ettiğini belli etmek ve buna bulaşan kişi veya kişilerle daha az konuşmak, daha az muhatap olmak, c) Onunla ilişkileri tamamıyla kesmek ve hiç görüşmemek.
Bu aşama, “münker olan amele râzı olma”nın haram oluşuna kalben inanmak ve “onu beğenmeme”nin gerekliliği aşaması değildir. Zira bu emir, ma’rufu emir ve münkerden nehiy şartlarıyla bir ilgisi olmayan ve onun merhalelerinden sayılmayan başlı başına başka bir görevdir. Çünkü bu, dışa yansıyan bir amel değil, kalbî bir inançtır.
- Kalple Kötülük Nasıl Değiştirilir? Mâlum, Müslim’in rivayet ettiği o meşhur hadiste, “… buna da gücü yetmeyen kalbiyle (kötülüğü değiştirsin)” Bir münker, kalple nasıl değiştirilir? “Kalb” kelimesi, bilindiği gibi değişen anlamı taşır. Değişen ve değiştiren. Kalb, önce sahibini değiştirir. Kalbe giren iman, diğer organlara da etki eder. İmanla dopdolu olan kalp, vücutta hapis hayatı yaşamaz, yaşayamaz. Kalp, beden ülkesinin başkentidir. Orada kimin hükmü geçerli ise, diğer vilayetlerde de aynı hüküm geçerli olunur. “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o doğru/düzgün olursa bütün vücut da doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”[401] Vücudumuzdaki yürek denilen kalp, bütün organlara kan ulaştırdığı gibi; gönül denilen kalp de bütün organlara imanını yansıtır. Kalp, içinde olanlar doğrultusunda, diğer organları kendine benzetir. Kalp yeni iman ediyorsa, bir şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına inanmışsa eğer, bunun diğer organlara yansımaması mümkün değildir. Yani, kalp değişince diğer organları da değiştirir.
Kalpteki iman gerçekten kuvvetli ise; Şuayb’ın (a.s.) namazının diğer insanların putlarını ve sömürülerini terketmeye çağırdığı gibi başkalarının kötülüklerine de müdâhale eder: “Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” (11/Hûd, 87). Kalbi kullanmasını bilsek, bizi tümüyle değiştirdiği gibi, kötülükleri yapanları da değiştirir. Allah’a isyan edecek kadar alçalan bir kimsenin tavrına karşı, iman dolu bir kalp öyle bir galeyana gelir ki... Tepkisini, nefretini gözüne, yüzüne yansıtır. Titrer, heyecanı dışarıya taşar. Kalp birini çokça seviyorsa, aşk gönle girmişse, nasıl belli olur ve sevdiği kimseyi bile, bakışlarıyla ve tavırlarıyla etkilerse, kalpteki iman ve dâvâ şuuru da aynen böyle karşısındakine etki eder. Kalp değişince sahibini de başkasını da değiştirir. Haksız yere babasını öldüren bir kimseyi gören kimse, o zâlime eliyle ve diliyle haddini bildirmeye gücü yetmiyorsa, kalbini nasıl kullanır, nefretini nasıl gösterir, karşısındakine nasıl tavır alır, muhâtabı bu tavırdan az da olsa etkilenir. Dâvâ adamı davetçinin gönlü, Allah için sevdiğini ve Allah için buğzettiğini ispatlayacak şekilde neler yapmaz ki…
- Kötülüğe Karşı Kalple Buğz Bile Yapmayanların İmanı?! Konuyla ilgili Müslim’in rivayet ettiği hadisteki ifadeyi ele alalım: “…kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.” Öyle zayıf derecesidir ki, bir başka rivayette şöyle açıklanır: “Bundan sonrasında (kalp ile buğz terk edilirse) hardal tanesi kadar bile iman ”[402] Demek ki, bir mü’min, bir münkeri en azından kalple değiştirmeye çalışacak, pasif de olsa bir direniş içinde olacak, kalbinde o münkere karşı buğz ve nefret taşıyacaktır. Bu, imanın sınır çizgisidir. En zayıf mü’minin tavrı budur. Bundan sonrası, çok cılız ve zoraki bir sevmemeden başlayıp desteklemeye kadar varan çizgi… Bir mü’minin çizgisi değildir. Bir mü’min, bir münkeri gördüğü halde, ona tepkisiz kalmamalıdır. Tepkisiz kalır ve kalben de nefret etmezse, hele münkeri destekliyor, alkışlıyor ise… Bir de bu desteklediği tâğutlar ve şirk düzeni ise, bu apaçık küfürdür. Bu, münkerden râzı olmak demektir. Kalple değiştirme, en azından o münkerin bulunduğu yeri terk etmeyi gerektirir. Münkerin işlendiği yerde oturmak, o münkeri onaylamak anlamına gelir. “Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”[403]
İslâm devletinde; münkerleri devlet, ya muhtesib denilen görevliler eliyle veya bu konularda İslâm’ın hükümlerini ve kötülüklerin hangi boyutta ve nasıl bir kötülük olduğunu ve nasıl engel olunacağını iyi bilen Müslümanlarca kanunla, güçle, elle kötülüğe engel olmanın ilk görev olduğu, güçlü bir imanın bunu gerektirdiği esastır. Kötülükleri engelleme konusunda, zor kullanmanın özel şartları olduğunu belirtmek gerekir. Bundan da öte, münker ve fesat işleyen ve bunu başkalarına da yayanlara karşı özel olarak silâhlı mücâdelenin câiz olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Özellikle bu son meseleyle ilgili tartışmalar hicrî birinci asırdan itibaren gelişen şartların etkisiyle, zulüm ve haksızlık yapan devlet adamlarını münkerden uzaklaştırıp ma'rûfa yöneltmek için silâha başvurulup vurulmayacağı noktasında yoğunlaşmıştır.
Merhum Mehmed Âkif'in mısralarıyla:
“Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, Hakkı tutar kaldırırım.
Biri dînime saldırdımı, hattâ boğarım!
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.”
Hayra kılavuz olmak; söz, iş, işaret ve her türlü şekilde olabilir. Şerre, kötülüğe, sapıklığa kılavuzluk da yine her türlü şekilde olabilir. Bugün basın, yayın, TV. kanallarıyla bunun açık örneklerini görüyoruz.
Kur’an ve peygamberimizin sahih sünneti insanlığı hayra, iyiliğe, dünya ve âhiret saâdetine çağırır. Tüm şeytanî güçler ise insanlığı sapıklığa kötülüğe ve bozguncu olmaya çağırırlar. Biz müslümanlar olarak hangi konumda olursak olalım, âlim, âbid, işçi, işveren, hoca, talebe, fakir, zengin daima insanların iyiliğine ve hayırlarına koşmak durumundayız. Bu konuda bize Kur’an’ın nice âyetleri emir vermekte ve yapacağımız işi târif etmektedir.[404]
“Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” [405]
“Allah tarafından benden önce gönderilen her peygamberin kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan samimi ve seçkin çevresi vardı. Sonra bunların yerlerine öyleleri geçti ki onlar yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler oldular. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir, kalbiyle cihad eden de mü’mindir. Bu kadarını yapmayanda ise artık hardal tanesi ağırlığı kadar bile iman yoktur.” [406]
Bu hadiste de, her peygamberin kendilerini dine dâvet ettikleri insanların hepsinin, bir olmadığını öğreniyoruz. Bazısının bizzat o peygamber gibi yaşamayı prensip edinen ve onun gibi olan kimselerden, çoğunluğunun da Meryem sûresinde[407] belirtildiği gibi Allah ve Peygamberler tarafından istenmeyen insanlar olduklarını; bunların düzeltilmesi için elleriyle, dileriyle ve kalpleriyle çaba sarfedenlere mü’min denilebileceğini, değilse hardal tanesi kadar bile imanın olmadığını öğreniyoruz. Bu hadiste cihadın el, dil ve kalple olabileceği de bizlere öğretilmiş oluyor. Şeriatın emirlerine uymayanlarla yapılan mücâdele cihad sayılır. Dinin haram, günah, yasak kabul ettiğini kabul etmeyenin imanı yok hükmündedir. Bugün hem müslümanım deyip hem de müslümanca yaşamayan; müslümanlık, hayatlarında gözükmeyen kimseleri her türlü vâsıta ve imkânlarla düzeltmeye çalışmak da müslümanların görevleri cümlesindedir.
Bu son hadis-i şeriften anlıyoruz ki, tebliğle iman arasında çok sıkı bir münâsebet vardır. Bir münkerin işlendiğine şâhit olduğu halde o münkere tepki göstermeyen kimsede hardal tanesi kadar iman kalmayacağı belirtiliyor. Buna rağmen, tepki göstermeyen, hatta o münkerden hoşlanan, münker sahibini alkışlayıp destekleyen insanların durumu ne olacak? En çirkin münkerler, televizyon kanallarından film adına, eğlence adına sunulur, izleyiciler alıştırılır. Beyaz cam; cinâyetleri, gayrı meşrû ilişkileri, fuhşu sevdirmeye, hiç değilse tepkisiz seyrettirmeye hazırlar izleyicileri, münkerlerin propagandasını yapar, halkı tepkisizliğe alıştırır. Sonra, insanlar çevrelerinde, sokaklarında, işyerlerinde gördükleri münkerlere de tepki göstermez olur.
İntihar eden birini görüp de onu vazgeçirmeye çalışmamak, sobaya elini değen çocuğunu bu işten engellememek, zehirli bir böcek karşımızdaki insanın üzerinde gezerken gördüğümüz halde ona haber vermemek, söndürmek için imkânlarımız olduğu halde yangına seyirci kalmak, ölümcül bir hastalığın ilacını bildiğimiz halde hastalıktan kıvranan kimseye haber vermemek, elimizde yakacağımız mum, kandil veya daha büyük ışık saçan araç olduğu ve onu yakmaya çalışmamız gerektiği halde sadece karanlıktan şikâyet etmek ne ise, dâvet ve tebliğ görevini yerine getirmekte ihmalkâr davranmak aynı şeydir.
Dâvâ adamı misyonuna sahip müslüman gençliğin çoğu, bugün moralsizlik, bereketsizlik ve tıkanıklık yaşıyorsa, bunun sebeplerinden biri, zihnî gıdaları fıtrî şekilde boşaltamadığıdır. Cemaat çalışmalarından, ev sohbetlerinden ve kitap-dergi gibi yayın organlarından beslenip tıka-basa doldurduğu kafası mânevî ur gibi şişmiş, besin zehirlenmesine değilse bile kabızlığa uğramıştır. Bunun çözümü, uygun şekilde boşaltma, yani dâvet ve tebliğdir. Mânevî ve zihnî gıdaları, maddî gıdâlara benzetebiliriz. Ne kadar kaliteli yiyecekler de olsa, midesini doldurduğu yiyecekleri uygun yollarla dışarıya boşaltamayan kimsenin büyük ıstıraplara yol açan hastalığı, aynen fikrî gıdalar için de sözkonusudur. Bunun çözümü, dâvet çalışmalarıyla olacaktır. İnsanlar, dâvâ için; ölmüşleri diriltmeye, hastaları iyileştirmeye çalışmak gibi ulvî ve bereketli çalışmalara yeterli zaman ayırmıyorsa, ya çevresindeki müslümanlarla uğraşacak, eleştiri diyerek saldırıp insanları harcayacak, ya da kendini harcayıp hastalıklı hale gelecektir. Kendi hastalığını gözde büyütmemenin yolu, doktorluk yapmaktan geçer. Tebliğ gibi hayırlı meşgale olmayınca, hayat boşluk kabul etmeyeceğinden, şerli ve zararlı uğraşılar insanı kuşatacaktır.
İslâm dışı dâvâ adamlarının, beşerî ideoloji taraftarları, futbol fanatikleri, eğlence tutsağı olanların veya tâğut yolunda savaşçıların bâtıl yolda gösterdikleri fedâkârlık kadar Allah'ın dini için gayret göstermiyorsak, şu âyeti düşünmeliyiz: "İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi."[408] İman eden mü'minlerin Allah'a olan sevgileri, başkalarının herhangi bir şeyi sevdiğinden daha fazla olması gerektiği halde, bir futbol fanatiğinin takımını sevdiği ve onun için fedâkârlığı, ya da bir ırkçı veya komünistin dâvâsı için ölümü göze alması karşısında; bizim, dâvâmız için yaptıklarımızın hiç de yeterli olmadığını söylemek mümkündür. Kâfirler kadar bile, inandığı dâvâda fedâkârlık göstermeyen uyuşuk ve korkak, dünyevîleşmiş, bahaneleri mâzeret diye sunan müslümanlar, imanlarını yoklamalı, yeniden İslâm'a dönmenin yolunu aramalıdır.
Dâvet ve Tebliği, Devlet Dairesi Haline Getirilen
Câmilere Hapsetmek
Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde Allah’a ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır. Hicrî IV. Milâdî X. yüzyılın başlarından bu güne “câmi” kelimesi, mescid anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi” kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir câmi. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Başta namaz olmak üzere her çeşit ferdî ve sosyal ibâdetin, eğitim ve kültürün, değişik sanatların ve çeşitli güzelliklerin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir.
Devletin Emrinde Diyanet, Diyanetin Emrinde Câmiler ve Cemaat
İslâm’ın hâkim olmadığı sistemlerde, din devletsiz; devlet de dinsiz konumdadır. İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle ya dinin devleti, ya da devletin dini.
İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi gerekir.
Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için “Diyânet” teşkilât kurdular. Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, “hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.
Câminin Müslümanın Hayatındaki Yeri
Kâinattaki varlıkların hepsi ister istemez Allah’a secde ederler.[409] Evren, tüm varlıklar için bir mesciddir. İnsanlardan bazıları da inanarak ve isteyerek secde ederler. Kendi tercihiyle secde eden insana Allah (c.c.), sünnetullaha uymak zorunda olup secde eden kâinatı, tüm yeryüzünü mescid yapmıştır. "Yeryüzü bana mescid kılındı..."[410]
Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır.[411] Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazgeçilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yardımcı olan da oralardır. "Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır."[412]
Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahip olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır.[413] Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için veya Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir.[414]
Mescidler müslümanlar için birer merkez durumundadırlar. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapmalıdır. Müslümanların hayatı ile mescid arasında sıkı bir bağ vardır. Yüce Peygamber lisânıyla gönlü mescide bağlı olan gençler övülmüş, cemaatle namaz teşvik edilmiş, cemaatle kılınan namaz yirmi yedi derece üstün tutulmuştur. Orada yüksek sesle konuşmak, alışveriş yapmak doğru değildir. Ancak bu demek değildir ki oralarda sadece belli konuşmalar yapılır, müslümanların dünya işleriyle ilgili konuşulmaz. Şüphesiz müslümanların bir araya gelme yeri olan mescidlerde müslümanların sorunlarından konuşulmaksızın söz açmak mümkün değildir. Dünya kelâmı konuşmadan, ibâdet de eksik olacaktır; âhirete ancak dünya kapısından geçilebileceği için, dünya kelâmının hayırlıları, hayırlı yerlerde daha çok konuşulacaktır.
Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün bazı ülkelerdeki mescidler, devlet kurumu gibi, resmî daire şeklinde işlev görmekte, oradaki tüm faâliyetler, tâğûtî rejimler tarafından ücretli köleler eliyle ve resmî kanunlarla belirlenen esaslarla yönlendirilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun), yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabiliyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Hâlbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır.[415]
Gayrı müslimlerin eline geçen İslâm topraklarındaki mescidlerin pek çoğu yakılıp yıkıldı veya amaçları dışında kullanılır oldu. Onlardan geriye ya birer enkaz, ya da hazin hâtıralar kaldı. Bize düşen görev camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır.
Kur’an’da mescidlerin Allah için yapılan binalar olduğu vurgulanarak, kullanılışında da sadece Allah'a ibâdete tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hıristiyanlar kiliselerinde, yahûdiler de havralarında Allah'a şirk koşup O’ndan başkasına da duâ edip yalvararak, başkasını imdada çağırarak mâbedlerini puthaneye çevirdikleri gibi, mü’minlerin de mescidlerde böyle yapmamaları kesin bir dille ihtar edilir: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını/başkasına çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).”[416] Bu âyetteki “mescidler” kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1) Namaz kılmak için binâ edilmiş yerler, câmiler, 2) Namaz ve ibâdet yalnız câmilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından, bütün yeryüzü, 3) Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, “Mescid-i Harâm”, 4) Secde ederken yere temas eden organlar. Dolayısıyla, Mescid-i Haram ve içinde namaz kılınan bütün câmi ve mescidler Allah’ın olduğu gibi, tüm yeryüzü mescidi de, insanların yaratıcısı önünde kulluk ve şükür simgesi olarak secde ettiği organları da Allah’ındır; Allah için ve Allah yolunda kullanılmalıdır.
Mescid inşâ etme, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği Kur’an’da ifade edilir.[417] Allah'a şirk koşanların, şirklerini itiraf eden veya davranışlarıyla bunu kabullenenlerin Allah’ın mescidlerini imar ve inşâ etmeye, hakları ve yetkileri yoktur; onların pis ellerini ve haram paralarını böyle mübârek yere bulaştırmaları yakışık almaz ve buna izin verilmemelidir.[418] Bu iki âyet, aynı zamanda mescide taraftar olup olmamayı, imanla küfrü ayıran bir alâmet olarak gösteriyor şeklinde de değerlendirilebilir. Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.
Mescidlerin Gerçek İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir
"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır."[419]
Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden men eden ve o mescidlerin maddeten ve mânen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Böyle zâlimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun lâyık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey lâyık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah’a şirk koşmak, en büyük zulümdür. Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah denilmekten, Allah’ın hükümlerinin açıklanmasından men etmek ve oraların harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de insanların hakkına son derece tecâvüz demektir. Mescidlerin maddeten veya mânen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, tüm şerlere kapı açarlar.
Mescidleri/câmileri tahrip etme konusunda yarış yapan kişiden daha zâlimi yoktur deniliyor bu âyette. "Mescid" denilince cemaat halinde namaz kılınan yer anlaşıldığı gibi; hadis-i şerifte "Yeryüzü bana mescid kılındı"[420]ifadesini de hatırlıyoruz. Yani yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engelleyen, Allah'ın hükümlerinin uygulanmasını istemeyen, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran kişiden daha zâlim kimse yoktur anlamına da gelir.
Câmilerde, mânâsını anlamadan Allah'ın adını anmaya veya bir adı da zikir olan Kur'an'ı yüzünden okumaya kimsenin karışmadığını görüyoruz. Fakat, bunu bir de mânâsını anlayarak ve günlük hayattaki değerlendirmeleriyle söylenildiğinde, mesciddeki bu zikir karşısına "büyük zâlimler" çıkacaktır. İnsanın ibâdetlerine ve ibâdet niteliği taşıyan tüm çalışma, toplanma, eğitim, teşkilatlanma gibi alanlarda insanın dokunulmazlığına saldırı, büyük bir zulümdür. Yüce Allah, müslümanların bu zulme ve zâlimlere karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların câmilere (ve câmi gibi ibâdet faâliyetinde bulunulan dernek, vakıf, kurs ve okullarına) korku ve endişe içinde girmeleri dışında girişlerini yasaklamıştır. Yani, onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda Allah'ın zikri karşısında hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri câmiye (ve câmi gibi müslümanların özel kurumlarına) girdiğinde korku içinde ve ürperti içinde girebilmelidir. Sonra, Yüce Allah onlara hem dünyada, hem de âhirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya ve hem âhiretin tüm gücü Allah'ındır. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Zâlim ve azgın tasarrufları sebebiyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa mâruz kalacaklarını, âhirette ise zâlimler için hazırlanan dehşetli azâba çarptırılacaklarını haber vermiştir.
Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını, dininin tüm kapsamıyla anlatılmasını önleyen ve mescidlerin tüm fonksiyonlarını yerine getirmesine engel olandan daha zâlim kimse yoktur.
“...Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur)...”[421] Yani, “ibâdet yerleri böyle günahkâr kimselerin elinde olmamalıdır; aksine, Allah’tan korkanların yönetiminde olmalıdır. Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale, İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la beraber oldukları, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir.
Bir mescidin “Dırar” olmasının temel sebebi, taşının, halısının, binasının kâfir eliyle yapılması değildir. Sözgelimi, Ayasofya gibi nice mescidler, ilk yapılışlarında tümüyle farklı şekilde ve başka niyetlerle yapılmış olsalar da, müslümanların kontrolünde gerçek mescid halinde kullanılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. “Dırar” denilmesinin asıl sebebi, Allah’ın dininden başka din icad edenlerin mü’minler için tuzak kurmak, onları birbirine düşürmek, aralarına tefrika sokmak ve Allah’ın dinini hükümsüz bırakmaktır. Yani, İslâm’a ve müslümanlara zarar vermektir.[422]
Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir.[423] Riyâ, gösteriş ve dünyevî çıkar için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Böyle mescidlerde toplananların gâyesi Allah'a varmak için arınma olmaz.
Yeryüzü Mescidi
Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar."[424]
Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir.[425] Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir.[426] O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür ögelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli,[427] Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik[428] olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadığımız sürece köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.
Câmilerimizin Yeniden İhyâsı
Câmilerimizin dışı kâfirleri, içi şuurlu mü’minleri yakıyor. Mü’minlerin problemlerini halledecek mekânın, çağımızdaki şuursuz mü’minlerin sebep veya en azından seyirci olduğu problemler saymakla bitmiyor. İmamların maaşlarının kaynağı ve veriliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyordu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar[429] tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır.
Yine, azınlık vakıflarına ait malların AKP döneminde iade edilmesine rağmen, Müslümanların mescidleri ve İslâmî eğitim alanını finanse etmek üzere tesis ettikleri vakfiyelerin mal varlıklarının laik devlet tarafından gasp edilmiş olması fiilinin halen sürdürülmekte olduğunu da ifade edelim. Geliri ile camilere ve medreselere akar olsun, oraların masrafları karşılansın, kimseye muhtaç olunmasın, başkasına el açılmasın diye gelirleri bu yerlere bağışlanan vakıf eserlerinin gayrimenkulleri (vakfiyeler, vakıf malları) T.C.’nin ilan edildiği yıllarda ve şeflik döneminde ahır yapıldı, depo yapıldı ve satıldı. Önemli bir kısmını ise, Vakıflar Genel Müdürlüğü sahip çıkıyor ve gelirini bu kurum topluyor ve kullanıyor. Hıristiyan ve Yahudilere ait benzer vakıf mallarını bu yönetim sahiplerine iâde etti. Ancak, benzer durumdaki Müslümanlara ait cami ve medrese malları için aynı işlemi yapmadı. Devlet, hemen her zaman ve her çeşit uygulamada gösterir ki, bu ülkede Müslümanların ve İslâm’ın Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar kadar bile hakkı yoktur.
Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve sözde laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşküller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...
Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Câminin fonksiyonları bölümünde bu konu yeterince ifade edildi. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, insanların hayatlarını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılır. Bu vesileyle söyleyelim; bugünkü câmilere, mescid-i dırar diyemeyiz. Çünkü, dırar mescidinin kuruluş amacı Müslümanlar arasına fitne sokmaktır, İslama ve müslümanlara zarar vermektir. Camiler ise laik devlet tarafından değil halk tarafından iyi niyetle dine hizmet amaçlı yapılmaktadırlar. Ancak bizatihi Diyanet kurumu dırar amaçlı kurularak, işgal ettiği camilere dırar işlevi gördürerek, dini laik devletin kontrolü altında yönlendirmeyi, saptırmayı hedeflemiştir. Laik devletin dırar amacıyla kurduğu bu Diyanet kurumu ise halkın iyi niyetle yaptığı camileri işgal edip dırar amacına uygun olarak kullanmaktadır. Yapılması gereken, camilerdeki bu işgali sona erdirmeye, dırar mescidi işlevi gördürülmesini engellemeye çalışmaktır. Yoksa, camileri halk yapmıştır, devletin el koyması; camileri gasp etmektir ve oraları zararlı hale getirme amaçlıdır. Bu mekânlar, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Câmiler hutbe ve vaazlarıyla yaygın eğitim alanlarıdır. Laik devlet, okullardaki eğitimi tekelinde tuttuğu gibi câmilerdeki yaygın eğitimi de tek eline almıştır.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da -hâşâ- Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile, bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları, Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam iki yüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başlarını örtmeleri yakın zamana kadar resmen yasaktı. Tabii, Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. Ama, olmadı... Tutmadı.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde namaz öncesi, sonrası okuyup açıklamalıdır. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız; ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah'a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” [430]
Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir. Din ve dünyayı ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece câmide namaz kıldıranlara bu isim münhasır olmuştur. Hâlbuki imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır.
İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir. İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrap, Peygamberin hakkıdır. Hz. Peygamber’den sonra ise O’nun vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili mevkiinde görüp ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir. İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.
Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...”[431];“Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...”[432]
İmamlık, cemaatle namazda bir esastır. İmam olacak kişi, namaz kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir. Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir. Ancak, kişinin ehliyetli olup olmadığı esas alınarak ona en lâyık olan tesbit edilmelidir.
Bu imamlık anlayışı, bütün işlerinde bir idârecinin bulunmasının gerekliliğini ilham eder. Bu kişiler tavsiye ve nasihatlerle onu korurlar. Yine onlar, tâbi olanlarına Allah’a itaat konusunda insanlara uydukları güzel bir örnek olurlar. Müslümanlar, siyasî, sosyal ve cihadla ilgili işlerinde imamlığı/yöneticiliği ihmal ettiği takdirde bütün işlerinde aksamalar ortaya çıkacaktır. Çünkü zulmü önlemek, adâleti yaymak, dinî vecîbeleri yerine getirmek, Allah yolunda cihad gibi bütün faâliyetler (ahkâm ve muâmelât) durur. Dinde sadece fertle ilgili farzlar kalır. Namaz için imam seçimindeki prensip neyse, imam/yönetici seçimindeki prensip de odur.
Sahâbe de konuyu böyle değerlendirmiş, son zamanki hastalığında Hz. Ebûbekir’i namaz imamlığına geçiren Peygamberimiz’in bu uygulamasından yola çıkarak, yönetici anlamındaki imamlık konusunda da Peygamber’in onu işaret ettiği sonucunu çıkarmış ve o şekilde uygulamıştır. Yönetici anlamındaki imam da, namaz imamlığında olduğu gibi, cemaatin/toplumun rızâsı (bey’ati) ve onlarla müşâvere ile seçilir. İnsanlar bu konuda ihtilâfa düşerlerse hak sahibi, müslüman cumhurun/çoğunluğun seçtiği/bey’at ettiği kişidir.
Bir müslüman seçildiği zaman, artık ona, namaz imamına uyulduğu gibi uyulur. Namaz imamı yanılınca, imamın arkasındakiler, nasıl ve hangi usûlle imamı düzeltiyorlarsa, aynı şekilde imam/halîfe yanıldığı, yanlış davranışlarda bulunduğu zaman düzeltilmesi gerekir. Meselâ imam, namazın rekâtlarını ziyâde ederse ona uyulmaz; tesbih ve tekbir gibi bir usûlle hatırlatılır, doğru olana sevkedilir. Hz. Ömer de devlet başkanı iken Cuma namazı kıldırdığında hutbede cemaate soruyordu: “Ben Haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaatten ses yükseliyordu: “Kılıçlarımızla düzeltiriz.” Hz. Ömer: “Bana bu şuurda cemaaat verdiği için Allah’a hamd u senâlar olsun!” diye şükrediyordu.
Cemaatle namaz, yöneticiler için de bir eğitim ve genel yönetim sahasında sâlih gâyeler için bir enerjidir. Cemaatle/toplumla istişâre etmek, onların hesap sormalarına karşı hesap vermek, onlara nasihat etmek, onların tercih ve eleştirilerine kulak vermek için halife anlamındaki imamın, namaz imamlığını da yapması gerekli görülmüştür. Zaten namaz, mü’minin hayatında prototiptir. Mü’minlerin her işi, her şeyi namaza benzemeli, namazdaki gibi ibâdet bilinciyle yerine getirilmelidir.
İmam, namaz için tâyin edilen vakitten geç kaldığı zaman beklenmez. Cemaat, onun yerine namaz kıldıracak başka bir kişiyi öne geçirir. Hz. Peygamber, namaza çıkmakta gecikince sahâbe böyle yapardı.[433]
Müslümanın gördüğü her cemaatte, kendisine diğer sosyal ilişkilerde ve özellikle İslâmî devletin yöneticisiyle (imamla) ilişkileri açısından bir eğitim ve bütünlük vardır. Meselâ, namazda, imamın hemen arkasında ehliyetli (muttakî ve ilim sahibi) kişiler vardır/olmalıdır. İmam hata yaptığı zaman ona hatırlatır, âyetleri karıştırdığı zaman onu düzeltirler. İmamlık makamı boş kaldığı zaman, imam bir özürden dolayı devam edemeyeceğinde onlar bu görevi üstlenirler. “Benim arkamda sizden, akıllı ve yanlışları düzeltme gücüne sahip olanlar dursun.”[434] Bu durum, büyük imamlık için de geçerlidir. Namaz, müslümanlara, yöneticilerinin etrafını sâlih, ilim sahibi ve ehil kimselerle çevirmeyi öğretir. Onlar danışma meclisini, istişâre heyetini oluştururlar. İmamlarını nasihatleriyle yönlendirir, genel işlerde onu vekil kılarlar, yanıldıklarında onu hemen düzeltirler.
Neredeyse imâmet-i suğrâ (namaz imamlığı) ile, imâmet-i kübrâ (devlet başkanlığı)nın hükümleri aynıdır. Bu durum, dinin tekâmülüne ve hayatın bütün safhalarındaki hükümlerinin muntazamlığına ve her işin ibâdet olmasına delildir. Bu, onun tek kaynağı olmasındandır; dünya ile âhiretin, din ile hayatın bir bütün kabul edilip ayrılmaması ile ilgilidir. Din, müslümanın hayatının bütününe hitap eder. Onda hayatın özel ve genel değerleriyle ibâdet ve hükümleri arasında ayrılık yoktur. Dinin eğitim anlayışı, insanı her yönüyle kuşatır, kendisini, ortağı olmayan tek bir Allah’a teslim etmek, namazın ve diğer ibâdetlerin, hayatın ve ölümün; âlemlerin Rabbı olan Allah’a âit olması için tek metodda şekillenir.[435]
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”[436] Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir.[437] Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz gibi damgalara aday, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmektedir. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...
Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, ağaç yetiştirme, veremle savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak; yani dilsiz şeytanlık.
Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit
1973'te basılan, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından "Hutbeler" adlı kitaptaki hutbe konularından bazıları şunlar: "Hâkimiyet Milletindir", "Hürriyet ve Adâlet Sevgisi", "Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık", "Vatan Sevgisi", "Askerlik Sevgisi", "Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini Yasaklamıştır", "Millî ve Dinî An'anelerimize Bağlı Kalalım", "Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi", "Dinimizin Zenaat ve Tekniğe Verdiği Önem".
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, 1981 yılında basılan ve kapağında "Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla" diye not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak yararlanmaları için hazırlanan "İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler" adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: "Yurtta ve Cihanda Sulh", "Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir Bütündür", "Türklük ve Müslümanlık", "Çalışmak Bir İbâdettir", "Vatan ve Millet Sevgisi", "Askerlik ve Yurt Savunması", "Cumhuriyet Fazilettir", "Milli Hâkimiyet Bayramı", "Çanakkale Zaferi", "30 Ağustos Zaferi", "Vergi Vermek Çok Önemli Bir Vatandaşlık Görevidir", "Ağaç ve Orman Sevgisi", "Yerli Malı Kullanalım", "Kaçakçılık ve Karaborsacılık", "Anarşi, Terör ve Bozgunculuk", "Turizmin Önemi".
Cuma, bayram ve teravih namazları öncesi yapılan vaazlar, canlılığını yitirdi. Her iki anlamda “canlı” değil öğüt ve nasihatler. Meslek anlayışıyla ve görev icabı yapılması yönüyle canlı ve heyecanlı, diriltici içerik ve üslûp tutturulamadığı gibi; çoğu câmide canlı bir konuşmacı yok kürsülerde, sayılı birkaç câmide bir vâizin konuşması, kablo ile sadece ses olarak diğer câmilere ulaşıyor; telefon dinler gibi, uzaktan kumandalı şekilde vaazlar icrâ ediliyor. Böylece bir taşla çok kuş vurulduğu düşünülüyor, ama vaazlar da kuşa benzetiliyor. Resmî yetkililer, birkaç resmî vâizi seçerek, onları kontrol altında tutarak yönlendirmeyi daha kolay görüyor olmalı. Yarın imamlar da vâizler gibi cansız ve sanal olursa şaşırmayın. Bir câmiden, hatta sadece Ankara’dan tek bir merkezden imam tekbir getirir, bulunduğu câmide sesi elektronik aygıtlarla duyan cemaat, o komuta uyarak rükûya ve secdeye gidebilir. “Olmaz, olmaz!” demeyin; burası Türkiye; olmaz olmaz! Bunun ilk adımı olarak, bazı şehirlerde uygulanan ve kısa zamanda bütün câmilerde tatbik edilecek olan bir ilçe veya şehirdeki tüm câmi minârelerinden canlı okunan ezanların yerine, tek bir yerden okunup kablo ile diğer minarelere gönderilen ezan seslerini hepiniz bilirsiniz.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz? Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Hâlbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!” olmalı.
Câmilerimizle ilgili (bu gidişle devlet kuramadan çözümü mümkün değil denebilecek) büyük problemlerle birlikte, müslüman gençlerin câmilerden mahrum kalmalarının da birçok sakıncası olduğunu kabul etmek zorundayız. O yüzden alternatif camiler bulmamız veya oluşturmamız gerekmektedir, hem de gecikmeden. Şuurlu genç müslümanlarla câmi arasındaki ilişki, bebekle anne arasındaki bağ gibidir. İkisinin birbirinden koparılması her ikisinin de perişan olmasına sebep olacaktır; biri diğeri olmadan sağlıklı şekilde yaşayamaz. Câmiler, tevhidî düşünen gençler olmaksızın mânen harap olacağı/olduğu gibi; câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan "mescid anası"nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum olacaktır.
Medine İslâm devleti ile başlayan mescid/câmi, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir. İslâm’ı sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamayacak hale gelmişsek, mesajımızı onlara ulaştıramıyorsak, bunun suçlusu olarak cemaati itham etmekten önce, câmileri devlet dairesi haline getiren düzenin sorgulanması gerekmektedir. Câmiler gibi büyük imkânı kullanmadan İslâmî hareketin halka benimsetilmesi ve köklü değişikliğin başarılı olması çok zordur.
Câmide dirilmek için câmileri diriltmek gerekiyor. Önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.
DÂVETLE İLGİLİ DİĞER KAVRAMLAR
Tebliğ
Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. "Be-le-ğa" fiilinden "tef'îl" bâbında masdardır. Çoğulu "teblîğât"tır. Tebliğ, Kur'an'da "belâğ" kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak onküsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir: "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur."[438] Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir. [439]
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah'a bırakmışlardır: "Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır." [440]
Allah'tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. "(Önce) en yakın akrabanı uyar."[441] âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O'nun etrafında toplandı. Onlara, "Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?" diye sorunca, halk, "Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık" cevabını verdi. "Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum" deyince, amcası Ebû Leheb hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)'in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet sûresi nâzil oldu. [442]
Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah'ın yoluna dâvet etmek Allah'ın, Kur'an'a kulak veren her mü’mine İlâhî bir emridir: "Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." [443]
Bu âyette söz konusu olan "hikmet" ve "güzel öğüt", tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. "Güzel öğüt" ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır. Bu âyette geçen "Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır. [444]
Rabbimiz dâvetçi mü’minlere şöyle emrediyor: “Söylediklerine sabret ve onlardan güzel bir şekilde ayrıl!” [445]
Dâvete muhatap olanların, özellikle müşriklerin sözlerle verdikleri eziyetlere sabret. Çünkü Allah onlara karşı senin yardımcındır. Onlardan şimdilik uzaklaş, eziyet, hakaret ve sövmekle onlara karşılık verme. Rabbin bu konuda sana ve iman edenlere yardım edecek ve onlara galip geleceksiniz. Zafer yakındır. Sabırlı olun, imanınızdan asla taviz vermeyin.
Âyette geçen “Hecr-i cemîl” yani güzel uzaklaşma, azarlama olmadan, sövme ve eziyet olmadan uzaklaşmadır. Yüce Allah mealen şöyle buyurmuştur: “Ayetlerimiz hakkında konuşmaya dalanları gördüğünde, onlardan uzak ol.”[446] Daha sonra Rasûlullah’a kâfirlerle harb ve öldürme emri verilmiştir. Bundaki hikmet şudur: Mü’minler Mekke’de iken az ve zayıf idiler. Geceleyin ibâdet ederek güçlüklere alışmaları emredildi ki, bu rûhî eğitimle kendilerini düşmanlarla mücadeleye hazırlasınlar ve sayıları artsın da azgınlık ve taşkınlığa karşı durabilsinler. Bu aşamaya gelmeden önce sabretmek ve sadece dil ile dâvet etmekle yetinmek gerekir.
Bu âyette Peygamberimizin ve mü’minlerin sabretmeye yöneltildiği görülüyor. Sabır, İslâmî mücadelede anahtar kavramlardandır. Sabır, bu dâvâyı omuzlayacak kimselerin azığı, cephanesi, kalkanı, silahı, sığınağı ve korunağıdır. Sabır cihaddır. Sabır, tarih içinde "belâlara boyun eğerek geri çekilme" şeklinde bir anlam kaymasına uğramıştır. Sabrı pasiflik ve zillet olarak kabul edip uygulayan yaklaşımın Kur’an’daki sabır kavramını tahrif ettiğini kabul etmek zorundayız.
Sabır kavramı, lügat manasında çoğunlukla bir şeylere tahammül edip dayanmak anlamını içerir. İlginç olan bu kavramın vâkıaya göre farklı anlamlara gelebilmesi ve hepsinde de o duruma karşı direnç kazanmayı sağlayacak şeylere karşılık gelmesidir. Musibet anında umutsuzluğa düşmemek, savaşta korkmamak, sıkıntılı zamanlarda gönül ferahlığı göstererek o sıkıntının geçmesine dek sabretmek gibi. Hepsinden önemlisi de, kişinin kendini şeriatın gerektirdiği şeylere vakfedebilmesi, selim aklın gereklerini yerine getirebilmesi, hayatını bunlara göre programlayabilmesidir. Sabır, dinin emirlerini yerine getirirken, içimizden ve dışımızdan gelen engellere karşı direnç göstermek, geri adım atmamaktır.
Kötülüğe kötülükle karşılık vermemeli dâvetçi mü’min. O, korktuğu, âciz olduğu için değil; misyonu/ödevi gerektirdiği için düşmanlarının haksız sözlerine, sataşmalarına katlanmayı bilecektir. Onun, bu tür saldırganlardan "uygun bir şekilde uzaklaşması" da fiziksel anlamda uzaklaşmaktan çok, onlarla tartışma ve çatışmaya girişmekten, güzel olmayan karşılık vermekten, onların putlarına sövmekten kaçınmak[447] şeklinde anlaşılmalıdır.
“Onlardan güzel bir şekilde ayrıl!” İnsanî ilişkileri düzenleyip mü’minlerin câhillere karşı nasıl davranması gerektiğini öğretiyor Rabbimiz. Dâvetçilerin dâvâlarını tebliğ ederken dikkat etmeleri istenen önemli bir ahlâkî tavırdır, tartışma ortamına girmemek. Tartışma ile bir yere varılmaz. Güzel bir örneklik,[448] güzel söz,[449] hikmetli ve güzel bir tebliğ, güzel bir öğüt[450] ve fayda etmeyince güzel bir ayrılış.[451] Eğer ille tartışma ortamına çekilmişsek güzel bir mücadele[452] Allah için Allah’ı anlatırken nefisler girmemeli devreye. Köprüleri atmamaya çalışmalı, bir dahaki görüşmeye giden yolu kendi elimizle, dilimizle tıkamamalıyız.
Kur'an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan tebliği "büyük cihad (cihad-ı ekber)" olarak tanımlar: "Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur'an ile) onlara karşı büyük cihâd et." [453] Bu âyetteki "büyük cihâd", İslâm dâvâsı yolunda elden geleni yapmak, bu dâvâ için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah'ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. [454]
Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib'in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib'e: "Ey amcacığım, 'Lâ-İlâhe İllallah' de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim" buyurdu. Ebû Cehil: "Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib'in dininden vaz mı geçeceksin?" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib'in dini üzerinde olduğunu söyledi ve 'Lâ İlâhe İllallah' demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): "Allah beni men etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim" dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: "Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerın yapacağı bir iş değildir."[455] Ebû Tâlib hakkında da: "(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsizn/doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir."[456] âyeti nâzil oldu. [457]
Ayrıca Kur'an, Allah'ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular: "(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun'a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah'tan korkar."[458] Yüce Allah, Firavun'un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes'uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazi insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğe bulunuyorsunuz?" dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: ‘Rabbinize mâzeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz)." [459]
Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur, Rabbine sunacağı bir mâzereti olur ve kendisine tebliğ yapılanın "ben bunu bilmiyordum" şeklinde mazerette bulunmasını engeller.[460] Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şunları ifade etmiştir: "Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiçbir hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. [461]
Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm'ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ vazifemi yaptım mı?" diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, "Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. [462]
Peygamber ve O'nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk'ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Mü’minlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah'a kul olmanın derin mânâsı, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm'da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.
Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de üzerinde önemle durduğu "dâvet" ve "Emr bi'l-Ma'ruf ve Nehy ani'l-Münker" de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir.[463] Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya mânevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. [464]
Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O'nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur'an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O'nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. [465]
‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Bir çocuğun reşid olma yaşına ulaşması ‘bülûğ’ çağına ulaştı, ‘bülûğa’ erdi şeklinde söylenir.[466] Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. [467]
Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,[468] zaman olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,[469] yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında,[470] belli bir amaca ulaşma,[471] bir şeyin bir yere, bir duruma ulaşması anlamında[472] kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. [473]
‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.
Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.
‘Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” [474]
Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”[475] Aynı ifadeyi Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.[476] Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. [477]
‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak, Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.
Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesaji insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi ([478]). Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip-hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici-hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”[479]
Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.”[480]
Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmâdilar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.[481] Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.
Tebliğ vahyin mesajıni insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda güzel bir örnek veriyor: “İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” [482]
Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır: “…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” [483]
Tebliğ Görevi: Tebliğ faaliyetinin nasıl yapılacağı konusunda peygamberler en güzel örnektir. Kur’an peygamberimize bunun nasıl yapılacağını özlü bir şekilde haber veriyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.”[484]
Dâvet ile tebliğ hemen hemen aynı şeylerdir. Birisi dâveti, çağırmayı ifade eder, diğeri ise vahyi ulaştırmayı, duyurmayı anlatır. Hikmetle tebliğ, dikkatli olmak, karşıdaki kişinin durumuna göre hareket etmek, en güzel bir tavrı takınmak, ısındırıcı olmak, etkileyici bir metod kullanmak demektir. Güzel öğüt vahyin müjdeleri ve uyarıları ile olur. Öğüt yalnızca sözle değil, fiil ve davranışlarla da yerine getirilir. Davranışların bazen sözden daha etkileyici olduğu açıktır.
En güzel mücadele, tebliğ yönteminin en güzel, en mantıklı, en inandırıcı, en çekici ve en ikna edici olmasını anlattığı gibi, tebliğe engel olucu unsurlarla en güzel mücadeleyi de göstermektedir. Tebliğci, vahyin mesajını herkese ulaştırma uğruna en güzel araçları, en uygun bir biçimde kullanacak ve insanların İlâhî vahiyle tanışmalarını sağlayacaktır. Bu metodu bütün peygamberler uyguladığı gibi, dinin tebliğcisi her mü’min de uygulamalıdır. Unutulmamalıdır ki, her mü’min İslâm'ı yaşamaktan sorumlu olduğu gibi, İslâm'ı temsil etmekten de sorumludur. O, Müslümanca güzel yaşayışıyla ve takvâ sahibi özellikleriyle, beden dili, hâl dili de Din’e bir dâvet gibi olmalıdır.
Bütün ibâdetler Allah rızâsı için olduğu gibi, tebliğ ve dâvet faaliyeti de Allah rızâsı için olmalıdır.[485] İslâmî tebliğin hedefi toprak kazanmak, dünyalık kazançlara ulaşmak, ya da birtakım makamlara ve saltanatlara ulaşmak değildir. Onun gayesi geçici dünya hayatını lezzetini elde etmek olamaz. Tebliğ’in amacı insanların yüreklerini fethetmektir. Yürekleri hakka, hidayete ve İslâm'ın aydınlığına (Kur’an’ın nuruna) açmaktır. Gönülleri sahte sevgilerin, aldatıcı tutkuların, oyalayıcı heveslerin işgalinden kurtarmaya kapı açmaktır. Yüreklerin kirini, pasını, ağır ve lüzumsuz yüklerini yıkamaktır. Kalpleri fıtratla buluşturmak, onları gerçek sevgiye ve gerçek sevgiliye bağlanmaya dâvettir. Yüreklerin fethi, gönüllerin İslâm'a açılması toprakların ve coğrafyaların fethinden çok önemlidir. Çünkü gönüllerin İslâm nuruna kavuşması mekânların da bu nurla tanışması demektir.
Peygamberimiz buyuruyor ki: “İnsanları dine dâvet edin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Uyumlu olun, geçimsiz olmayın.” [486]
Vaaz
Vaaz; İyiliğe sevk için söylenen söz, nasihat, öğüt, bir kimseye, kalbini yumuşatacak sûrette sevap ve ikaba dair söz söylemek, nasihat etmek, bu yolda söylenilen söze denir. İnsanların dinî yönden aydınlatılması, onların ibâdetlerini eksiksiz ve yanlışsız yapabilmelerini sağlayacak ilmihâl bilgilerinin verilmesini de amaçlayan vaaz'ın, insanlık kadar eski bir geçmişe sahip olduğu söylenebilir. Hâlen mensup ve müntesibi bulunan dinleri (İlâhî, muharref, bâtıl) hayatiyetlerini sürdürme vâsıtalarından biri de hiç şüphesiz vaaz yoludur. Yahudiliğin vaaz görevini haham, Hristiyanlığın papaz, İslâm'ın da vâiz yerine getirir. İslâm açısından bâtıl olmakla beraber, günümüzde varlığını sürdüren Budizm, Sıkh, Şintoizm vb. dinleri râhipleri vâsıtasıyla, kendilerine has mâbedlerinde vaaz yoluyla telkin etmektedirler.
Vaaz, hutbe gibi zorunlu olmamakla birlikte son derece önemlidir ve Müslümanlar için bir görevdir. Çünkü insanları iyiliğe dâvet edip, kötülükten sakındırmak Müslümanlara farz-ı kifayedir. Allah (c.c) bir âyet-i kerîmede: "Sizden, hayra dâvet eden, iyiyi emreden, kötülükden sakındıran bir bir ümmet olsun, işte kurtuluşa erenler bunlardır" buyurmaktadır.[487] Bir başka âyetin meali de şöyledir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin doğru yoldan sapanı da, hidâyette olanları da çok iyi bilir."[488] buyurmuştur. Peygamber efendimiz de bir hadîsinde peşi peşine üç defa: "Din nasîhattir..."[489] buyurmuştur. İşte bu âyetler ve hadîsi şerif vaaz ve irşadın Müslüman hayatındaki önemini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.
Vaaz aslında bir şeyi öğretmek maksadıyla değil, telkîn gayesiyle yapılır. Genellikle, cemaatın bildiği şeyleri tesirli bir üslupta anlatıp onları doğru yola çekmeyi, kötülüklerden uzaklaştırmayı hedef alır. İslâmîyet, irşad ve tebliğ görevini bütün Müslümanlara yüklediği için, eskiden kendisine ilmî yetenek görenler halka vaa'z ederler ve İslâm’ı anlatırlardı. Ancak, zamanla insanların dînî ilimlere fazla ilgi göstermemeleri yüzünden irşad görevini yürütebilecekler azalmış veya eksik bilgileriyle cemaatın karşısına çıkıp onlara yanlış bilgiler verenler görülmüştür. Türkiye'de vaaz görevi, sadece Diyanet İşleri Başkanlığı'nca özellikle cami ve mescidlerde yerine getirilmektedir. Başkanlık 2.7.1965 tarihinde kabul edilen 633 sayılı Kuruluş ve Görevleri Kanunu ile bu görevi üstlenmiş bulunmaktadır. Adı geçen kanunun 17. maddesi vaaz ve irşad konusuna ayrılmıştır. Yine Başkanlığın, Merkez ve Taşra Teşkilâtı Çalışma Yönergesi, 4. Bölümü camilerde yapılacak vaaz ve irşad görevini düzenlemiş bulunmaktadır. Bu Yönerge'nin 26. maddesi Vaaz ve İrşad Kurulu'nun teşekkülünü 29. maddesi Vaaz ve İrşad ekiplerinin kurulmasını, 31. maddesi Vaazın hazırlanmasında uyulacak şartları, 32. maddesi de Vaaz Edilirken Uyulacak Şartları tesbit etmiş bulunmaktadır. Yapılan bu düzenlemeler ile vaazların devletin resmî ideolojisi çerçevesinde hareket etmeleri ve insanlara İslâm'ın gerçek boyutlarıyla anlatılmasının engellenmesi hedeflenmiştir. [490]
Nasihat
‘Nasihat’, ‘nush’ kökünden türemiştir. ‘Nush’ sözlükte, bir kimsenin düzelmesini sağlayan sözü veya fiili araştırmak, bir şeyi saflaştırmak (yabancı maddelerden ayırmak), dikiş dikmek, samimi olmak anlamlarına gelir. Terim olarak ‘nush’, öğüt ve akıl verme, yol gösterme demektir. Aynı kökten gelen ‘nâsuh’, halis, saf, samimi demektir ki, Kur’an’da halis tevbenin bir sıfatı olarak kullanılmaktadır.[491]
‘Nasihat’, nush ile benzer anlama gelmekle beraber, aynı zamanda iyi ve faydalı olana bir çağrı, kötü ve zararlı olandan arındırmaya bir teşviktir. ‘Nasihat’, aslında İslâmî dâvetin bir parçasıdır. İnsanları Allah’a ve O’na kulluk yapmaya dâvet edenler, bir anlamda onlara ‘nasihat’ ediyorlar demektir. ‘Nasihat’, insanları doğru yola, kişiye faydalı olan şeylere, zararlı olanlardan kaçınmaya, yaratıcı önünde samimi olmaya bir çağrıdır.
Peygamberler, görevli olarak geldikleri toplumlara ‘nasihat’ etmişler, yani onlara Allah’ın emrine dâvet etmişlerdir. Hz. Nuh (as) kavmine şöyle diyordu: “Size Rabbimin risaletini (peygamberliği) tebliğ ediyorum. (Ayrıca) size nasihat ediyor ve sizin bilmediklerini ben Allah’tan biliyorum.”[492] Aynı şeyi Hz. Hud (as) da söylüyor ve kavmi için bir ‘nasihatçı-öğüt verici’ olduğunu belirtiyordu.[493] Yine Hûd (as) azmış bir kavme kendi nasihatının (dâvetinin) fayda vermeyeceğini söylüyor.[494]
Hz. Sâlih’in (a.s.) durumu da bundan farklı değildi. Allah (cc) Semud kavmine Hz. Salih'i peygamber olarak gönderdi. Onlar Hz. Salih’i dinlemedikleri gibi, O’na ve O’nun dâvetine karşı kibirlendiler ve meydan okudular. Allah (c.c.) da onları toptan cezalandırdı. Bunun üzerine Hz. Salih onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: “Ey kavmin, andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size nasihat ettim. Ama siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.”[495] Kendilerine ‘nasihat’ edip Hakka dâvet ettiği halde yüz çevirdikleri için cezalandırılan kavmine Hz. Şuayb benzeri şeyleri söylüyordu ve küfre sapan bir kavim için artık üzülmenin gereksiz olduğunu ilave ediyordu.[496] Nasihat, aynı zamanda iyiliğini istemek anlamına da gelmektedir. Öğüt vermek, akıl ve yol göstermek de, bir kişi hakkında iyilik istemektir.[497] ‘Nasihat’ bir âyette de öğüt vermekle beraber bakımını üslenmek, eğitmek, yetiştirmek anlamında kullanılmaktadır.[498]
Olumsuz Anlamıyla Nasihat: Yol gösterme, akıl verme, iyiliği isteme anlamındaki ‘nasihat’ bazen yanlışa, günaha, isyana yönelik olabilir. Kendi yaptıklarını doğru zanneden, inandığı bâtıl’ı en doğru yol kabul eden, hatta Allah’ın emrine aykırı davranmayı iyilik sanan kötü niyetli niceleri, başkalarına bu anlamda ‘nasihat’ ederler, onları kendi yanlışlarına ve hatalarına dâvet ederler. Nitekim şeytan Hz. Adem ile eşini, sonsuza kadar Cennet’te kalmaları için yasak meyveden yeme konusunda kandırdı ve sonra da ‘ben sizin için bir nasihatçıyım, öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti.[499]
Din Nasihattır: Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Din nasihattir." Sahabeler: kimim için Ya Rasûlallah? diye sorunca; "Allah için, O’nun Kitabı için, Rasûlü için, mü’min yöneticiler (imamlar) ve bütün müslümanlar için." buyurdular.[500]
Bu hadisteki nasihat kelimesine “ihlâs” anlamı vermenin daha doğru olduğunu düşünmekle birlikte; İslâm bilginleri bu hadisteki ‘nasihat’ın şu anlamlara gelebileceğini söylemişlerdir:
Allah için nasihat: O’na inanmak, O’na şirk koşmamak, bütün üstün (kemâl) sıfatların O’na ait olduğunu kabul etmek, noksan sıfatlardan O’nu tenzih etmek (O’ndan uzak düşünmek), O’nun için sevip O’nun için buğzetmek, O’na her konuda itaat etmek, O’nun nimetlerine şükretmek, O’nun dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak, O’na imana ve ibâdete insanları teşvik etmek.
Rasûlüllah için nasihat: O’nun peygamberliğini doğrulamak, getirdiği şeylere iman etmek, emir ve yasaklarına uymak, Sünnetini izlemek, O’nun dâvetini yaymak, getirdiği şeriati tebliğ etmek, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak, ehl-i beytini sevmek, O’nun sünnetine bid’at sokmaya çalışanlarla mücadele etmek.
Kitab için nasihat: O’nun İlâhî kitap olduğunu kabul etmek, O’na saygı göstermek, O’nu sürekli okumak ve hükümleriyle amel etmek, hükümlerini iyice öğrenmek ve başkalarına öğretmek, O’nu başkalarına ulaştırmak, insanları O’nun ahlâkına dâvet etmek.
Müslüman yöneticiler için nasihat: Onlara karşı gelmemek, Hak olan işlerde onlara yardım etmek, yanlışlarını güzel bir yolla düzeltmeye çalışmak, bilmedikleri konularda onları uyarmak.
Müslümanlar için nasihat: Din ve dünya işlerinde onları irşad etmek-yol göstermek, onların hakkını korumak, dinden bilmediklerini öğretmek, ayıplarını örtmek, yardımda bulunmak, şefkatli davranmak, emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker yapmak, İslâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmalarını teşvik etmektir.
Ebû Süleymen el-Hattâbî demiştir ki: “Âyet ve hadislerde geçen nasihat, kendisi için yapılan ve samimiyet gösterilen kimse için hayır düşünüldüğünü ifade eden bir kelimedir. Nasihata tek bir mana vermek, doğru ve mümkün değildir. Nasihatın sözlük mânâsı, ihlas ve samimiyettir.”[501] Mü’minler, gerektiği yerde, güzel bir metodla birbirlerine nasihat ederler, öğüt verirler, doğru yolu gösterirler, onların iyiliği için çalışırlar, özellikle çocuklarına ve dini yeni yaşamaya başlayanlara nasihatın en güzelini yaparlar. [502]
İrşâd
‘İrşad’ kavramının kökü ‘rüşd’ kelimesidir. ‘Rüşd’; doğru yolda olmak, doğru yolu bulmak, doğru düşünmek, doğruyu yanlıştan ayırt etme gücüne sahip olmak demektir. Rüşd, ‘ğayy’ın, yani sapıtmanın, azmanın karşıtıdır.[503] İrşad ise, yol gösterme, doğru yolu gösterme, uyarma, Allah yoluna iletme demektir.
İnsanları irşad ederek doğru yolu gösteren şeye veya kişiye ‘mürşid’ denir. İnsanlara hidayeti, yani dosdoğru yolu gösteren, onların bu yola girmesinin imkânlarını hazırlayan Allah (cc) ‘er-Reşid’dir, yani insanları ‘irşad’ edendir, hidâyeti gösterendir. [504]
İrşad; insanları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmaları için onları hak yola, hidayet yoluna çağırıp, salih amel işlemelerini, iyi ahlâka sahip olmalarını tavsiye etmek, onları ma’rûfa (iyi olan şeylere) dâvet etmek, onları münker (kötü) olan şeylerden sakındırmak demektir. Bu anlamda hem müslümanları hem de gayri müslimleri ‘irşad’ etmek mümkündür. Gayri müslimleri irşad, onların Hak din olan İslâm’a dâvet edilmesi ve onların müslüman olmasının sağlanmasıdır. Müslümanları irşad ise, onları imanlarının gereği olan salih amel işlemeye dâvet, onları günahtan sakındırmak ve güzel insanlar olmaya dâvettir.
İrşad kavramı ile, dâvet ve ‘emr-i bi’l ma’ruf- nehy-i ani’l Münker’ emirleri arasında bir bağlantı vardır. Ma’ruf olanı (iyilikleri) insanlara ulaştırmak, onları ma’rufa yöneltmek; onları münkerden (kötü olan şeylerden) sakındırmak müslümanların birbirlerine karşı görevidir. Bu görev farz ibâdetlerdendir. Elbette böylesine güzel bir görevi öncelikli olarak İslâm’ı daha iyi yaşayan insanlar, takva sahipleri ve âlimler yapacaklar. Günahların içerisinde olan bir kimsenin, başkasını günahtan sakındırması kolay değildir.
Kur’an-ı Kerim, müslümanlar arasından bir grubun insanları ‘hayra’ dâvet etmek üzere çalışmalarını emrediyor.[505] İşte bu irşad görevidir. İrşad faaliyeti güzel anlatma, sevdirme, ısındırma, ikna etme, inandırma gibi en hoş yöntemlerle olmalı. İster gayri müslimleri İslâm’a dâvet etmek üzere çalışılsın, ister müslümanları uyarmak üzere uğraşılsın; yöntemin çok güzel ve tabii olması gerekir.
İnançlar ve düşünceler kitleler tarafından ne zorla benimsenir ne de kısa zamanda kabul edilir. O inançlara bağlı kişiler, başkalarına inandıkları doğruları en güzel bir biçimde anlatır ve onları ikna ederler. Yanlıştan vazgeçirmenin yolu da budur. Suçlara karşı verilen cezalar bazen iyi sonuç vermemektedir. Ancak insan suç işleme duygusundan uzaklaşırsa, suçlar azalır. Bunu en güzel şekilde yapmanın yolu da irşaddır.
‘İrşad’, faâliyeti bir ibâdettir. Bu hem müslümanların dinlerini daha iyi yaşamalarını sağlayacak bir yoldur, hem de cehennem adayı gayri müslimlerin kurtuluşuna sebep olabilecek bir çalışmadır. Bütün peygamberler kendi çağlarının irşad edicileridir, mürşidleridir. Hz. Muhammed (s.a.s.) kıyâmete kadar gelecek olan insanların en mükemmel ve en son mürşididir.
Kur’ân-ı Kerim, kitap olarak bütün insanları irşad eden en canlı mürşiddir. İnsanları irşad etmek, onların dünya ve âhiret mutlulukları için çalışmak, çabalamak demektir. Bu görevi en başta âlimler ve takva sahibi güzel müslümanlar yerine getirir. Peygamberimiz, kendisi insanları irşad ettiği gibi, kendinden sonra gelen bâtıl yol sahiplerinin irşad edilmesi için, sözlerinin ve Kur’an’ın o insanlara ulaştırılmasını söylüyordu.
İrşad ibâdeti belli bir takım kişilerin tekelinde değildir. İrşad, yalnızca ‘izinli, yetkili falanca âlimin yetkisindedir, bu işi başkası bilmez’ anlayışı yanlıştır. Bazı âlimler kendilerine ait bazı yöntemlerle yanlış yolda olanları İslâmî hayata dâvet edebilirler. Bu güzel bir şeydir. Ama bu demek değildir ki bu gibi hayra dâvet faaliyeti, bazı törenlerle, bazı isimlerle, çok özel metodlarla yapılacak. Müslüman gücü yettiği ve dili döndüğü kadar, ailesinde ve çevresindeki insanlara ‘mürşid’ olmaya çalışabilir.
Toplulukların bazen başkana, lidere, imama ihtiyaçları olduğu gibi irşad edici mürşidlere de ihtiyacı vardır. Bildiklerini hayatlarına uygulayan âlimler ve güzel insanlar bu işi daha güzel yaparlar. İrşad edicilerin rehberi şu âyet olmalı: “Ey Peygamber! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et…” [506]
İnzâr/Uyarı
İnzâr; adakta bulunma anlamına gelen "ne-ze-ra" kökünden türemiş bir kavramdır. "İnzar"ın kelime anlamı, bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, uyarmak, tenbih, ikaz, ihtar, dikkatini çekmek, korku verip uyanık kılmak demektir. İnzar, korkulu bir şeyden sakındırmak için uyarmak, yani, "ileride şu fenalık var, sakın!" diye doğru yolu göstermektir. Sevinç haberi vererek müjdelemek demek olan "tebşir" in zıddıdır. İnzar kelimesinin "korkutmak"la ilgisi varsa da, Türkçe'de bir kelime ile ifade etmek gerektiğinde "uyarı" diye tercüme edilmesinin daha uygun olduğunu görüyoruz.
İnzar işini yapan, yani bir tehlikeyi haber vererek başkasını uyaran kimse ya da nesneye "nezîr" veya "münzir" denir. Nitekim, kabile çatışmalarının yoğun olduğu câhiliyye döneminde, baskına gelen düşmanları görerek kabilesini bundan haberdar eden kimseye "nezîr" denmiştir. Avı uyardığı için, yayın tınlama sesine ve ölümün uzak olmadığını hatırlatan uyarıyı yaptığı için, ağarmış olan saça da "nezîr" tabiri kullanılmıştır.
Kur’an’da İnzâr
Kur'ân-ı Kerim'de inzâr kelimesi, türevleriyle birlikte 130 yerde geçer.
İnzar/uyarma görevi, yalnız Allah'ın ülûhiyetine inanan bir eylemin toplumsal anlamda başlamasıdır. İnzar (uyarma), hayatî önemi olan bir haberin dost-yabancı demeden herkese açıkça duyurulmasıdır. Kavramda, gizlilik yerine açıklık öne çıkar. Dolayısıyla muhataplar sınırlı değildir; uyarı görevinin iletilmesi tüm insanlara yöneliktir. Uyarıda önemli olan tevhiddir, Allah'ın ülûhiyetidir. "(İnsanları) uyarın ki, Ben'den başka ilâh yoktur."[507] "Bu, insanlar için bir tebliğdir, bununla uyarılsınlar ve bilsinler ki 'O, tek bir ilahtır ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar."[508] "Bu Kur'an bana, sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi."[509] "İnsanları, onlara azabın geldiği gün ile uyar."[510]
Kur'ânî bir kavram olarak "inzâr", Cenâb-ı Allah'ın, peygamberleri aracılığıyla kullarını uyarması, onları kötü akibetten sakındırmasıdır. "İnzâr" görevini ifa etmeleri sebebiyle peygamberlere de "nezîr" ve "münzir" denir. Âlemlerin Rabbi olması hasebiyle kullarını en iyi tanıyan ve onlara nasıl hitab edilmesi gerektiğini en iyi bilen Allah Teâlâ, insanlık tarihi boyunca, hak yoldan saparak şirk ve inkâr bataklığına saplanan kavimleri "inzâr" etmeleri için, zaman zaman "nezîr"ler göndermiş ve bunların uyarılarına kulak asmayanları, kendilerinden sonrakilere ibret olacak şekilde cezalandırmıştır. "Âd kavminin kardeşini an ki, o, Ahkaf'da kavmini uyarmıştı. Kendinden önce ve sonra uyarıcılar gelmiş olan kavmine; 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben, sizin, büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum' demişti."[511] Kur'an'da çoğunlukla inzar kelimesi ile ifade edilen uyarı, bazen cehennem azabı ve bazen de eski kavimlerin başlarına gelen helâk hatırlatılarak yapılır. "Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem'e; vâdilerde kayaları yontan Semûd'a; kazıklar sahibi Fir'avn'a! Öyle ki, hepsi ülkelerinde azgınlık ederek fesadı yaymışlardı. Bunun için Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı."[512]
Rasûlullah (s.a.s.)'in İslâm'ı tebliğ için risalet görevine ilk defa "inzar"la başlamış olduğunu da Kur'an'dan öğreniyoruz: "Ey örtüye bürünen! Kalk, inzâr et."[513] Bu emirden sonra, Peygamberimiz (s.a.s.) "inzar" görevine başlamış ve "Sen ilk olarak en yakın hısımlarını/akrabalarını inzâr et"[514] emri uyarınca, önce yakın hısımlarını uyarmıştır. Rivâyete göre "En yakın hısımlarını uyar" âyeti nâzil olunca, Hz. Peygamber, Safâ tepesine çıkıp çevresindekı insanları çağırmıştı. Halkın toplandığını gören Allah elçisi; "Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! 'Şu dağın arkasında size saldırmak isteyen bir süvari birliği var' desem, beni tasdik eder misiniz?" diye sorar. Onlar da "evet" derler. Bunun üzerine; "Ben sizi önünüzdeki azapla uyaran bir nezîrim." der. Ebû Leheb: "Bundan böyle hüsranda olasın!" diye beddua eder.[515]
Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.), hayatının sonuna kadar inzar görevini eksiksiz bir şekilde yapmıştır. Bir yandan müşrikleri hak yola dâvet ederek inanmayanları âhiret azabıyla inzar etmiş, diğer yandan kendisine inananları, her türlü günaha karşı uyarmıştır. Bu tür inzarlar, Kur'an'da büyük bir yer tutar:
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin arası kesildiğinde, size açıklayıp duran elçimiz gelmiştir. Tâ ki; 'bize ne müjdeci, ne de uyarıcı gelmedi', demeyesiniz. İşte size hem müjdeci hem de uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye kaadirdir."[516]
"Eğer yüz çevirirlerse de ki; 'İşte sizi Âd ve Semûd'u çarpan yıldırım gibi bir azapla inzar ettim."[517]
"Sizi, yakın gelecekteki azapla uyardık. O gün kişi, elleriyle sunduğuna bakar. Kâfir de; 'keşke toprak olsaydım' der."[518]
Tüm bunlara rağmen, inkârcılar ve inanmak istemeyenler yine de inanmaz, karanlığı aydınlığa tercih ederler. "Kâfirleri inzâr etsen de etmesen de birdir, inanmazlar."[519] "Göklerde ve yerde bulunanlara bir bakın!' de. Ama inanmayacak bir millete âyetler ve inzarlar fayda vermez."[520] "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Sen, ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele."[521]
Mü'minlerin Uyarılması
"Sen, ancak görmeden Rab'lerinden korkanları ve namaz kılanları uyarırsın."[522]
"Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahmân'dan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele." [523]
"Kulları içinden ancak bilginler, Allah'tan korkar."[524]
"Sen ancak, huşu sahibi, Allah'tan korkanları uyarırsın."[525]
Kur'ân-ı Kerim, huşû sahibi, Allah'tan korkan kimseler için bir öğüttür. [526]
Allah'a iman edenler, kâfirlerin uyarılmasından farklı inzar ediliyor: "Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Ondan başka ne bir dost ne de bir şefaatçileri vardır. Umulur ki sakınırlar." [527]
"Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmeyen ve emredileni yapan melekler vardır." [528]
"Bir de öyle bir fitneden sakınınız ki, içinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmez. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir." [529]
"Öyle bir günden sakınınız ki, o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez, şefaati kabul edilmez, fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez." [530]
Gerçekten iman edenler için, ayrıca herhangi bir dünyevî cezaya gerek kalmaksızın, her türlü kötülüğe karşı caydırıcı olarak bu "inzar"/uyarılar yeterlidir.
"Hiç şüphesiz kâfirleri ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın; onlara göre birdir. Onlar iman etmezler."[531] Bu âyette geçen inzarın kalpleri mühürlü kâfirlerin inzar edilmesinin faydasızlığı o kâfirler içindir. Âyette "Senin korkutmanla korkutmaman birdir" denmiyor. Eğer tebliğin tesirsiz kalırsa tereddüt etme, şüpheye düşme! Hata, senin tebliğ ettiğin nur gibi âyetlerde değil; o âyetlere gözlerini yumanlardadır. Güneşli havada gözlerini yumarak giderken kanala veya çukura düşen kişi kabahati güneşe bulamaz. Gözlerini kapayan kişi için güneşin doğmasıyla batması aynıdır, farketmez. Sen, insanların yollarının cehennem çukuruna doğru gittiğini, düşerlerse çıkamayacaklarını onlara söyle, o yoldan onları çevirmeye çalış, cennete giden yola gitsinler. Bu küfür yolunda yürürlerse ailelerde iffet, insanlarda merhamet, mahkemelerde adâlet, toplumda huzur kalmaz.
Senin bu korkutmalarına rağmen ateş çukuruna doğru koşuyorlarsa bu onların yaptıkları kötülükler nedeniyle Allah'ın onların akıllarını, kulaklarını, gözlerini kapatmasındandır. Allah, Yâsin sûresinin 10. âyetinde bu âyetin bir kısmını tekrarladıktan sonra 11. âyette Kur'an'a uyan Rahmân'a iman eden kişilerin uyarıya kulak vereceklerini haber verir.
Günümüzde "ben Allah'tan korkmam, Allah varsa beni çarpsın" diyen kâfirler, ormanlar kralı aslan'ın yelesine konup sonra da "hani aslan, neredeyse karşıma çıksın, ben aslandan korkmam" diyen sinek gibidirler. Aslandan korkmak için ceylan olmak lâzım. Aslan hakkında bilgisi olmayan ondan korkmaz. İki yaşındaki çocuk korkmadan elektrik cereyanına elini uzatırsa bu onun cesaretine işaret etmez, cehâletine işaret eder. "Allah'tan ancak âlim kulları korkar."[532]
Uyarıların, sert ve katı olması gerekmez. Bilakis yumuşak uyarılar ve tavırlar, daha etkili ve güçlü olabilir. Cenab-ı Hak, "Fir'avn'a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar."[533] buyurarak, dikkatimizi bu noktaya çekmektedir. Korkulacak tek varlık ise, ancak Allah'tır. Mü'minler, uyarı görevlerini yerine getirirlerken, kendilerini kınayacak kişilerden korkmayacaklardır.[534] "Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter."[535] Uyarı, öncelikle akrabaya,[536] sonra yakın çevreden yayılarak bütün insanlara olacaktır.[537]
Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler
Âyette geçen kâfirlerden maksat, küfrün kalplerinde kök saldığı için iman yeteneğini yitirecek noktaya gelmiş inatçı inkârcılardır; yoksa genel kapsamıyla herhangi bir küfür içinde olan tüm kâfirler değildir. İnanmak istemeyen, tüm alıcılarını kapatanlar, hidâyet için gerekli yolları ve arayışları terkedenleri uyarıp uyarmamak, onlar için aynıdır, farketmez. Yoksa, âyette, bütün kâfirler için uyarı fayda vermez denilmiyor. Kâfirlerden, İslâm dâvetini başından beri karşısına alan, kalplerini hakka, düşünmeye, yani İslâm’a kapatanlar; reddetmek bile olsa, bilinçli olarak reddetmeye yanaşmayanlar kimselerdir. Bunlar, tutumunda ısrar eden, inatçı bir tavır takınanlardır. Ne kendisinin, ne de başkasının takınılan tavrın doğruluğu veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir diyaloga girmesine müsaade etmeyen kesimdir. Hemen bundan sonra gelen âyette açıklandığı üzere, kendi tavır ve davranışları yüzünden kalpleri mühürlenen, gözlerinde perde olan insanlardır. İşte teşvik ve ikazın, korkutmanın fayda vermediği grup budur. Bunlar, Allah’ın âyetlerini dinlemeye, çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya, Allah’ın yüceliğini takdir etmelerini isteyen etrafını kuşatmış koca kâinat kitabının âyetlerini okumaya, evreni ibretle incelemeye hazır değillerdir.
Buna rağmen bu tür insanlara dâvetin götürülmesi gerekmediği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zaten hangi kâfirlerin bu kategoriye girdiği de kesin olarak bilinemez. Bu sebeple tebliğ ve dâvet, herkese yapılmak durumundadır. Nitekim biz, peygamber’in bu grubun hidâyete gelmesi için birçok defa, değişik vasıtalar ve yöntemler kullanarak insanüstü bir gayretle çabaladığını, karşılaştığı nankörlük, inkâr, psikolojik ve mânevî komplekslere rağmen bu çabasından geri durmadığını biliyoruz. Peygamber, İslâm’ın ana ilkelerinden hareketle dâvet eylemini gerçekleştiriyor, bu yolda her çeşit meşrû vasıtaya başvuruyordu. Hz. Peygamber, bütün insanların, bu arada yukarıda özellikleri belirtilen inatçı inkârcıların da imana gelmesi ve hidâyete tabi olmasını hırsla istiyordu. Allah, rasûlünü teskin etmek için, onun tebliğ görevini yaptıktan sonra, hidâyetin peygamberin elinde olmadığını hatırlatarak neticenin olumsuz olduğuna üzülmemesi gerektiğini bildirmek için bu âyetleri indiriyordu. İbn Kesir, bu âyetin bunun üzerine indiğini Abdullah İbn Abbas'tan rivâyet eder.[538] ‘Öyleyse Ey Peygamber, sen kendini mahvedecek şekilde onların uğrunda hebâ etme. Kendilerine hakkı tebliğ et; yüz çevirirlerse onlar için üzülme. Yüz çevirmeleri seni mahvetmesin, ümitsizliğe de düşürmesin. Senin için ancak tebliğ vardır. Hesap bize âittir. Ve sen ancak bir uyarıcısın’ anlamında söyleniyordu: “O kâfirleri uyarsan da uyarmasan da (azap ile) onları korkutsan da korkutmasan da müsavidir; çünkü onlar iman etmezler.”[539]
Peygamberimiz, risâlet görevini yapmak için, kalkması ve uyarması/korkutması[540] gerekiyordu. Uyarıya, yakınlarından, yakın akrabalarından başlaması[541] gerekiyordu. “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.”[542] emrini tüm içtenliği ve tüm kapsamıyla yerine getiriyordu. Ama Peygamber’in tüm insanları ateşten kurtarmak için, kendini harap edecek şekilde çabası, dünyevî açıdan somut bir sonuç getirmemiş, başarılı netice sağlamamıştır. Çünkü karşısındaki toplum, tavır ve tutumlarıyla, kalp ve duyularıyla düşünmeye ve inanmaya karşı kendilerini kilitliyor; kendilerini büyüklük taslama çıkmazına atıyorlardı. Bu yüzden, uyarının kendilerine fayda etmeyeceğini bildiren âyetler, peygamber’in onlara karşı konumunu belirliyordu. Artık Peygamber, sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir çağrıyla zamanını harcamamalı, bu alandaki enerji ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır. Dâvâsını, gönlünü bu mesaja kapatmayan başka insanlara yönelmelidir. Kalplerini imana açan, gözlerini sırât-ı müstakime diken ve faydalı sözlere kulak veren başka topluluklara çağrıda bulunmalıdır.
Çağdaş Dâvetçinin/Uyarıcının, İnzarın Fayda Edip
Etmediğiyle İlgili Konum Tespiti
Bugünkü insanın, dünkü insandan farkı olmadığı gibi, çağdaş küfrün durumu ve sapıklığı da, dünkü küfrün durumuyla aynıdır. Küfrün genel karakteri, kâfir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Buna göre müslümanın, içinde yaşadığı toplumları bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir. Orada yaşayan insan tiplerinden hangisine girdiklerini belirlemesi gerekmektedir. Ortam ve tebliğ tavrını vahyin ışığı altında belirleyerek, Peygamber dönemindeki muhataplarla kendi muhataplarını kıyaslayarak durum tesbiti yapmalıdır. Bu tesbitten sonra artık o insanlara karşı Kur’anî bir tavır koymalıdır. Eğer, karşı karşıya bulunduğu topluluklar, düşünce ve eylem olarak inatçı bir tutum takınıyor, akletmek ve görmek istemiyorlarsa onlarla diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerji olabilir. Petrol çıkmayacağı belli olan yere sondaj zahmet ve israfına defalarca girmemeli; petrol çıkma ihtimali yüksek olan yerlere sondaj salmalı, çıkan petrolleri rafine ederek arındırma görevini ihmal etmemelidir.
Tabii, insanların dâvete duyarsız olup olmadıklarını, kalp ve diğer alıcılarını kapatıp kapatmadıklarını tespit etmek için; yeterli, verimli, kapsamlı bir şekilde, usûl ve metodlara riâyet edilerek gerçek dinin gerçek şekilde tebliğinin ulaştırılmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Yani, doğru bir şekilde uyarı yapılmadan muhatapları damgalandırmak yanlış olur; bunun bilincinde ve bu aşamalardan sonra muhatapları tasnif etme gereğini dâvetçi müslüman aklından çıkarmamalıdır. Eğer muhatap kitle, düşünce yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla ilgili konulara yatkın değillerse, akıllarını kullanmak istemiyorlarsa, doğrudan bir diyaloga hazır değillerse, müslüman, onlarla iman arasındaki engeli, var olan psikolojik duvarı yıkmak için başka yollar aramalıdır. Ondan sonra, insan ve düşünce önündeki, iman ve müslümanca anlayış ve hayat önündeki engelleri yok ettikten sonra onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi denemelidir.
Kâfirlerin hakka karşı tutumları, onlara tebliğ yapmamıza engel değildir. Âyette "kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için eşittir" denilir; "senin için birdir" denilmez. Yani, hem peygamber, hem peygamberin vârisi olan tebliğciler, kâfirlere uyarı görevini yapmak zorundadır; kâfirleri uyarıp uyarmamaları kendileri açısından aynı değildir. Zâten biz, onların kalplerinin mühürlü olup olmadığını da bilemeyiz. Fir'avn'a, Ebû Cehil'e bile hem de defalarca tebliğ edilmesi peygamberlerin görevleri arasındaydı. Tabii ki, onlar kadar küfürde azgın bile olsalar, günümüzdeki keferelere de İslâm tebliğ edilmelidir. Fakat bu tebliğler insanların hidâyetine sebep olmayabilir. Bu sonuca üzülmememiz, yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmamamız gerekir. Çünkü bunlar hakkı ve kurtuluşu istemeyen gruptan olabilir.
Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır
Yaptıkları hangi davranışın gelecekte kendileri için fayda, hangisinin zarar getireceği, toplumlar tarafından kesin bir şekilde bilinemez. Toplumun nelere muhtaç olduğu, ihtiyaçlarının hayvanlara ilham edildiği gibi edilseydi, o zaman insan türü olmazdı. Ya arı ve karınca gibi bir başka hayvan türü veya melekler gibi olurlardı. Oysa insanlar imtihan olunmaktadır ve Allah, dikkat edeceği şeyleri onlara bildirmektedir. “Kısa ve doğru yolu Allah gösterir.”[543] “Bize yollarımızı göstermişken neden Allah'a dayanmayalım?”[544] “Biz ona yolu gösterdik.”[545]
Toplumların, tercih ve seçimlerinde dikkat edecekleri fayda ve zararın ölçüsü, ilahî yasalardır. Bu yasalara bakarak; hangi şeylerin kendileri için iyi, hangilerinin kötü olduğunu öğrenip hareket edeceklerdir. Bu nedenle Allah, her topluma yasalarını açıklayan elçiler göndermiştir. “Her toplumun bir yol göstericisi vardır.”[546]; “Her toplum içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir.”[547]; “Andolsun biz her toplum içinde Allah'a kulluk edin, tâğuta kulluktan kaçının diye bir peygamber gönderdik.”[548]; “Andolsun senden önce, evvelki (toplum)ların kolları içine de elçiler gönderdik”[549] Bu elçiler, Allah’ın yasalarına uyulmasını isteyerek emredilen davranışlardaki güzellikleri ve yasaklanan çirkinlikleri açıklarlar. Yaptıkları davranışların sonunda nasıl bir karşılık göreceklerini toplumlarına bildirirler.
Eğer, elçiler gönderilmeseydi helâk edilenler Allah'a: “Bize önce bir elçi gönderseydin inanırdık, senin âyetlerine uyardık. Neden bizi hiç uyarmadan cezalandırdın?” deyebilirlerdi. İşte, kimsenin Allah'a karşı bahanesi kalmasın diye Allah elçiler göndermiştir. “Kendi elleriyle yaptıkları (günahları) yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de âyetlerine uyup mü’minlerden olsaydık’, diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik).”[550]; “Bunları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, elçiler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın.”[551]; “Ey kitap ehli, elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size elçimiz geldi, size gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamette:) ‘bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi.” [552]
Nitekim, Allah'a ortak koşanlar böyle söylediklerinde Allah, elçiler gönderdiğini belirterek, bu iddialarını reddetmiştir: “Şirk koşanlar: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka bir şeye tapmazdık ve O’nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık’ dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil midir? Andolsun Biz, her toplum içinde, Allah'a kulluk edin, tâğut(a kulluk etmek)ten kaçının diye bir elçi gönderdik.” [553]
Kur’an yirmi beş elçiden bahseder: Âdem, İdris, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İshak, İsmail, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Mûsâ, Hârun, Yunus, Dâvud, Süleyman, İlyas, Elyasa, Yahya, Zekeriyyâ, Zülkifl, İsa ve Muhammed (s.a.s.). Bütün elçiler bunlardan ibâret değildir. “Andolsun Biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık.”[554] âyeti, Kur’an’da adı zikredilmeyen elçilerin de olduğunu söyler.
En son gönderilen elçi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kur’an bize ondan sonra elçi gönderilmeyeceğini söyler: “Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.”[555] İslâm’dan sonra etkili ve kapsamlı bir dinî hareketin olmaması bu sözü kuvvetlendirir. Öte yandan yeni bir elçiye gerek de yoktur. Kur’an’a baktığımızda bir peygamberin dört şey için gönderildiği görülür:
Daha önce kendilerine herhangi bir peygamberin gönderilmediği topluma gönderilir.
Bir önceki elçinin talimatı unutulmuş, tahrif edilmiş, gösterdiği yolun takip edilmesi mümkün değilse yeni elçi gönderilir.
Önceki elçilerin vaaz, telkin ve talimatlarının tamamlanması, toplumun içinde yeteri kadar tevhidî ve nebevî mesajı taşıyanların bulunmaması gibi sebeplerle Allah yeni bir elçi gönderir.
Bir elçiye yardımcı olmak için, yeni elçi gönderilir.
Bu durumlar gözden geçirildiğinde, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra, yeni bir peygamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığı görülür. Zira o, yeryüzündeki bütün toplumlara gönderilmiştir. Getirdiği mesaj (Kur’an) korunmuştur. Getirdiği mesajda tamamlanacak herhangi bir şey yoktur. Yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Olsaydı, yaşadığı zamanda gönderilirdi. [556]
Diğer taraftan, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olması ve Kur’an’ın en son vahiy olması, müslüman olduğunu ileri sürenlere, açıkça çok ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Mesajın, onu duymayanlara iletilmesi, peygamberden sonra müslümanların görevidir.
Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan Toplumlar Helâk Edilmezler
Evren, harika güzelliği ve âhengi ile bir yaratıcıya işaret ederek, insanların fıtratlarında mevcut olan yaratıcıyı kabul etme duygusunu harekete geçirir. İnsanların akılları da iyilik ve kötülük arasında bir ayırım yapabilir. Ancak, bunlar (fıtrat ve akıl), çeşitli nedenlerle fonksiyonlarını yerine getirmeyebilirler. Evrene serpiştirilmiş âyetlere (iman delillerine) dikkat edilmeyebilir. İnsanların sağlam fıtratları, saptırıcı faktörlere maruz kalabilir. Cinlerden ve insanlardan olan şeytanlar, insanların bünyelerinde yer alan zaaf noktalarına dayanarak, onları saptırır. Akıl, insanı, arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevî ihtirasların baskısı altında bırakabilir.
İnsanların fıtratlarının ve akıllarının evrende yer alan âyetleri, yani hidâyet delillerini ve iman belirtilerini araştırıp hayatlarını dayandıracakları bir sistemi belirlemesi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı gerçekleştirmesi mümkün görülmediğinden, sorumlu kabul edilmesi ona yapılmış bir haksızlık olarak değerlendirilebilir. Fıtratlar ve akıllar sapabildiğinden, onlara fonksiyonlarını hatırlatan bir uyarıcı gerekir. Uyarıcı olmadan fıtratların ve akılların insanları doğruya götürememesi nedeniyle, onları cezalandırmanın zulüm olduğu söylenebilir.
Allah insanların fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisinden, yozlaşmadan, sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevî ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamber göndermeden, âyetlerini açıklamadan sorumlu tutmayı dilememiştir.[557] “Biz hiçbir kenti helâk etmedik ki, onun uyarıcıları olmasın (helâk etmeden önce mutlaka uyarıcı gönderdik.)(Uyarıcılar) uyarırlardı. Biz zulmedici değildik.”[558]; “Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helâk edici değildir.”[559]; “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” [560]
Âyetlerden Allah’ın elçi göndermediği birtakım toplumlar bulunabileceği anlaşılmamalıdır. Aksine, âyetler şunu vurgulamaktadır: Eğer Allah elçi gönderip uyarmadan kentleri helâk etseydi, o kentlerin halkına zulmettiği değerlendirmesi yapılabilirdi. Allah ise zulümden münezzehtir. Bundan dolayı elçiler gönderir, insanları uyarır, onlara hak yola gelmeleri için fırsat verir, süre tanır, yola gelip gelmeyeceklerine bakar. Bütün bunlara rağmen yola gelmezlerse, o zaman cezayı hak ederler. “Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şahidiz’ dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.”[561] Âyet, insan ve cin topluluklarına elçi gönderildiğini vurguluyor. Aksi takdirde insanların cezalandırılması âdil kabul edilmeyebilir. Çünkü bu durumda insanlar, doğru yola uymalarını gerektiren bilginin kendilerine ulaşmadığı, bu nedenle de cezalandırılmamaları gerektiği özrünü (veya bahanesini) ileri sürebilirler. “Dediler ki: ‘Rabbinden bize bir âyet (mûcize) getirmeli değil mi?’ Onlara önceki kitaplarda bulunan delil gelmedi mi? Şâyet onları ondan önce bir azap ile helâk etseydik: ‘Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık’ derlerdi.” [562]
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de, kendilerinin ve atalarının uyarılmadığı bir topluma gönderilmiştir. “Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik).”[563] Ancak, Peygamberimiz’in uyarısı, bütün insanlığı da içine alır. O’ndan sonra uyarıcı gelmeyeceği için, bütün toplumlar O’nun mesajını kendilerine hidâyet kaynağı kabul edip, rehber edinmelidirler. Şu da bir gerçek ki, O’nun mesajının bütün insanlara eksiksiz bir şekilde açıklanması, O’ndan sonraki müslümanların görevidir. Bu yapılmadan, O’nun dâvetini hiç işitmemiş, işitse bile, kasıtlı bir tarzda saptırılmış olarak işiten toplumların helâk olmalarını beklemek, sünnetullahın anlaşılmaması demektir. Zira toplumların helâki ile ilgili sünnetullahın hükmü çerçevesine, dâvetle karşılaşan ve uyarılan toplumlar girer: “Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helâk edici değildir.” [564]
Artık yeni Rasul ve vahiy gönderilmeyeceğine göre, geçmiş toplumlardaki şartlar oluşsa bile toplumsal helâkin olması mümkün olmasa gerek, artık böyle bir toplumsal/kitlesel helâk, ancak kıyametle gerçekleşecektir. O yüzden Kur’an, eski ümmetleri helâkla tehdit edip korkuturken; Muhammed ümmetini sadece kıyâmetin dehşetiyle korkutmaktadır.
Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib
Hisbe; İslâm devletinde iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek için kurulmuş teşkilatın adıdır. İslâm dünyasında, Hz. Peygamber devrinden itibâren varlığı bilinen hisbe,[565] kelime olarak birçok mânaya gelmektedir. Özellikle değişik bâb ve harf-i cerlerle kullanıldığı zaman bu manâları daha da çoğalmaktadır.[566] Bu açıdan bakıldığı zaman kelime "saymak", "zannetmek", "haseb sahibi olmak", "kifâyet", "değer", "ecir", "sevab", hüsn-i tedbir" gibi mânalar almaktadır. Ayrıca, "bir fiilin ecrini sadece Allah'tan taleb etmek" mânasına da gelmektedir. İslâm dünyasının önemli bir müessesesi olan hisbe, bir terim olarak kullanıldığı zaman ma'rûfu (iyiliği) emr; işleyen görüldüğü zaman münkeri (kötülüğü) yasaklama"[567] şeklinde tarif edilmiştir. Bu tariften başka benzer daha birçok tarif olmakla birlikte hepsinde müşterek olan temel, "iyiliği emr, kötülüğü nehy" prensibidir.
İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında tam teşkilatlı bir müessese haline gelen hisbenin temeli, Kur'an-ı Kerîm'deki "el-emr bi'l-marif ve'nnehy ani'l münker" âyetine dayanmaktadır. Temeli, böyle bir âyete dayanan hisbenin değil sadece Hz. Ömer; bütün ashab tarafından uygulanmış olması gerekir. Bununla beraber bu müessesenin Hz. Ömer'e nisbet edilmesinin sebepleri, hisbe ile ilgili bazı eserlerde açıklanmış bulunmaktadır.[568] Ancak bu sebepler dikkate alınmasa bile diğer pek çok müessesede olduğu gibi hisbe teşkilatının da bu dönemde müessese olarak ortaya çıkmış olması normal karşılanmalıdır.
İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek gâyesiyle kurulan bu müessesenin başında bulunan muhtesib, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslâm'da, iyiliğin emredilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken ortak bir vazifedir.[569] Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi, bunun da bir grup müslüman tarafından ifâ edilmesi diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. İşte bunun bir sonucu olarak İslâm müesseseleri arasından, bu vazifeyi yüklenen "İhtisâb müessesesi" doğdu.
Günümüzde görev ve yetkileri tek müessesede toplanamayacak kadar çok olan hisbe teşkilatının dayandığı esaslardan bir bölümü İslâm hukukuna, bir bölümü de İslâm Devlet başkanının takdir alanına girer.[570] Bu bakımdan müessesenin başında bulunan muhtesib, cemiyet huzurunun sağlanmasında önemli derecede rol oynayan bir görevlidir diyebiliriz.
İslâm'ın ortaya çıkışından bir müddet sonra belirli hâle gelen hisbe görevi, zamanla tarihte kurulan bütün müslüman devletler de önemli derecede fonksiyonu bulunan bir müessese haline gelmiştir.
Hak ve hukuk mefhumları, İslâm'ın temel unsurlarındandır. Binaenaleyh, cemiyet hayatındaki münasebetlerin, bu prensiplerin ışığı altında cereyan etmesi gerekir. İslâm hukukuna göre haklar, insan hakkı ve Allah hakkı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan hakları sadece kişiyi ilgilendirdiği gibi, uygulaması da yine kendisini ilgilendirir. Buna karşılık, hiç bir kimsenin hakkına dokunulmayarak yalnız Allah'a ait bir hakka tecavüz edilmiş olursa, suçlunun cezası, hakkullah hükmüne girer. Bu durumda her mü'min, suçluyu Allah rızâsı için yakalayıp lâyık olduğu cezaya uğratması (ta'zir) için hâkimin huzuruna çıkarmak hakkına sahiptir. Böyle bir takibata "da'va'l-hisbe" denir. Demek oluyor ki, muhtesibin vazifesi nerede ve ne şekilde olursa olsun, gördüğü münkeri (kötülüğü) bertaraf etmektir[571] diyebiliriz.
Başlangıçta hisbe teşkilâtı, İslâm toplumunda iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek[572] sûretiyle ictimaî huzuru sağlayan dinî bir müessese olarak ortaya çıkmıştı. Bu müessesenin teşkilinden itibaren farklı ve çok yönlü vazifeleri yüklenmiş olduğuna daha önce kısaca temas edilmişti.
Bu kadar geniş yetkilere sahip bir teşkilâtın tarihteki bütün müslüman devletlerde bulunması tabiî karşılanmalıdır. Zira bu -daha önce de belirtildiği gibi- hem Kur'ân'ın emri, hem de bizzat Hz. Peygamber'in uygulaması ile müslümanlara bir miras olarak intikal etmişti. Hatta muhtesib olmanın şartlarından biri olan "erkek olma" prensibinden söz edilmesine rağmen, Hz. Peygamberin Medine çarşısı üzerine Hz. Ömer'in hısımlarından olan Şifa binti Abdullah adındaki kadını görevlendirdiğini biliyoruz.[573] Keza bu kadın, Hz. Ömer'in halifeliğinde de aynı vazifeyi yerine getirmiştir. Bu bakımdan bütün İslâm ülkeleri bu müesseseyi geliştirmeye gayret etmişler-dir. Biz bu teşkilâtın önemli gelişmeler gösterdiği Osmânlı devletindeki kuruluşunu kısaca anlatacağız.
İslâm devlet teşkilâtının geniş kadrosu içinde yer alan ve muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlılar da genellikle aynı şekilde isimlendirmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde ihtisâb vazifesini yapmakla görevli bir yetkilinin resmen bu vazifeye ne zaman getirildiği kesin olarak tesbit edilememektedir. Bununla beraber Osman Gazi (1281-1324) zamanına ait bir rivayet bu vazifenin Osmanlılardaki başlangıcı hakkında bazı ipuçları vermektedir.
Gerçekten, bütün müslüman devletlerde olduğu gibi, Osmanlılarda da bilhassa dinî emir ve yasaklara nezaret ile ahlâk ve ananelerin nesilden nesile bozulmadan intikalini temin konusunda her zaman titizlik gösterilmiş olmalıdır. Zira çirkin ve gayr-i ahlâkî hareket ve davranışlar karşısında sükût edilemeyeceği prensibi, Osmanlı cemiyetinde de aktif ictimaî bir kontrolü sağlamış olmalıdır.
Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı toplumunda ilk muhtesibin ne zaman tayin edildiğine dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Vesikalar, ilk defa Sultan I. Murad'ın hicrî 787 (1385) tarihli vakfiyesinde hem idareci hem de şahid olarak bir muhtesibin isminden bahsetmektedirler.[574] Bundan başka Evliya Çelebi'deki bir kayda göre Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden sonra, şehrin ticarî, iktisadî ve buna paralel olarak ictimaî nizamını sağlamak ve diğer hizmetleri görmek için, tayin edilen hakimlerden (idarecilerden) sekizincisinin ihtisâb Ağası olduğu anlaşılmaktadır. Keza bu kayıtta ihtisâb ağasının vazifelerine de şöyle temas edilmektedir: "Bütün san'at ehline hükmedip tazir ve cezalandırma, alışverişlerinde hile edenleri tekdir ve tevbihe me'mur." [575]
Gerçekten, Osmanlı dönemi şehir hayatında hisbe teşkilâtı, vazgeçilmez bir unsur olarak görünmektedir. Zira toplum hayatında özellikle şehir yaşayışını sağlam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak, en önemli meselelerden biriydi. Bunun yanındâ zarurî günlük ihtiyaç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak da gerekiyordu. Bu maksatla esnaf ve diğer ticaret erbabının kontrol altında tutulması icab ediyordu. Pek çok vesika ve kanunnâmede değişik şehirlerin hisbe işi ve muhtesibinden sözedilmektedir. Hatta Osman Nuri'ye göre kadısı bulunan her kaza merkezinin bir muhtesibi de bulunmaktadır. [576]
Bilindiği üzere Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişiklikler Sultan II. Mahmud Han (1808-1839) zamanında yapıldı. 1242 (1826) yılında Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra şehir idaresinde daha geniş yetkilerle kontrolü sağlayacak yeni bir idarî sistemin kurulması gerektiğinden, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası, ihtisâb emini gibi ünvanlarla hisbe teşkilâtını idare eden kimse 1242 tarihli nizamnâme ile "ihtisap nazırı" ünvanını almıştı. Yeni bir ünvanla "İhtisâb Nezâreti" yeniden kurulan müessese, Sadrazamlığa bağlandı.[577] Bilâhere 2 Zilkade 1271 (16 Ağustos 1854) tarihindeki resmî bir tebliğ ile İstanbul'da Şehremaneti kurularak İhtisâb Nezaretine son verildi.
İslâm dünyasında çok geniş yetkilere sahip kılan bu müessesenin, başında bulunacak olan kimsenin çok iyi bir şekilde seçilmesi gerekiyordu. Zira onun vazife ve yetkileri bunu gerektiriyordu. Dövme, hapsetme gibi cezaları da verebilen bu görevlinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması gerekiyordu.
Teşkilâtın başında bulunan şahıs birçok yardımcı da kullanıyordu. Değişik mesleklere mensub kimseler arasından seçilen bu yardımcılara "ârif", "emin”, "gulam", "avn", "huddam-ı ihtisâb", "terazicibaşı", "koloğlanları" gibi isimler verilmektedir. Keza bunların da çok dürüst insanlar arasından seçilmesi gerekli idi.
Hatta Osmanlılarda herhangi bir yolsuzluk yapmalarına engel olmak için bunlar kendi aralarında birbirlerine kefil sayılmışlardı. Buna dayanarak devlet herhangi bir yolsuzluk halinde onların mallarına el koyabilmekte idi. [578]
Muhtesib
Muhtesib; İslâm dünyasında, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek "el-emr bi'l-ma'rûf ve'n-nehy ani'l münker"e gayesiyle kurulan teşkilâtın başında bulunan görevliye denilirdi. Muhtesib, tarihte kurulmuş bulunan bütün müslüman devletlerde bu isimle, bazen da "İhtasâb emini" veya 1242 (1826) yılından itibâren Osmanlılarda "İhtisâb Ağası" gibi isimlerle de anılmaktadır.
Muhtesib, İslâm'ın hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslâm'da, iyiliğin emr edilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken müşterek bir vazifedir.[579] Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi bunun da öneminden dolayı bir grup müslüman tarafından yerine getirilmesi, diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. Bu nedenle İslâm kurumları arasından, bu görevi yüklenen yeni bir kurum doğdu ki bu, "İhtisâb" veya "Hisbe"den başka bir şey değildi. İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde ortaya çıkan hisbe müessesesinin[580] başında bulunan muhtesibin vazifelerini günümüzde yalnız bir müessesede toplamak mümkün değildir.
Gerçekten, iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kötülüklerin işlenmesini önlemek maksadıyla kurulan ihtisab müessesesinin başında bulunan muhtesib, şeriata uygun hareket edilmesini sağlardı.[581] O, müslümanların yaşadığı bölgelerde, cuma namazları için câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemaat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklenmeden evlenen kadınlar hep ona hesap vermek zorunda idiler. O, velâyetle bu vazifeye getirildiği için geniş bir tazir salâhiyetine de sahiptir. Bu bakımdan, okulları teftiş eder, öğrencileri haddinden fazla döven öğretmenleri cezalandırır, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar. Muhtesib, aynı zamanda, çarşıların nizam ve intizamını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, şeriatla alay edenleri takibe, komşu hakkında tecavüzü önlemeye, zimmî (İslâm devletinin idaresinde yaşayan gayri müslim vatandaş)lere ait binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan[582] yetkilere sahiptir.
Gerek yukarıda sayılan bir kısım vazifeleri, gerekse daha sonra temas edilecek görev ve yetkilerini kullanırken, muhtesibin izlemesi gereken bazı metodlar bulunmaktadır. Binaenaleyh, onun mevki ve taziri, işlenen fiile göre hafiften şiddetliye doğru şöyle bir sıra izler:
Muhtesibin İzleyeceği Metodlar
a) Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksad, münkerin işlenmesinden haberdar olunmasıdır. Bunun da meşrû bir şekilde olması gerekir. Tecessüs yasaktır,
b) Bildirmek: İşlenen münkerin sebebi bazan bilgisizlik olabilir. Binaenaleyh, bilmediği için emri ve yasakları çiğneyen ve dinî talimata aykırı hareket eden kimselere, bilmedikleri konular uygun bir usûl ve metodla anlatılır,
c) Öğüt vermek: Doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle münkerin işlenmesini önlemeye çalışmak,
d) Tekdir etmek: Münkeri işleyen, iyi ve tatlı sözden anlamaz öğüt ile alay etmeye kalkışırsa bu yola başvurulur,
e) El ile müdâhale edip düzeltmek: İçkiyi dökmek, oyun aletlerini kırmak; gasb edilmiş araziden gasbı çekip çıkarmak. Muhtesib buraya kadar anlatılan işleri yaparken herhangi bir izne muhtaç değildir. Fakat, bunlardan sonraki durumlarda mutlaka izin gerekmektedir,
f) Sopa ile tehdit: Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdit etmek,
g) Sopa atmak: Yukarıda belirtilen çare ve usûller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve sopalamak gerekli olursa bu da uygulanır,
h) Silâh kullanmak: Bu, son çaredir. Nâdiren başvurulur. Daha çok karşı tarafın silâh kullanması buna sebep olur. [583]
Muhtesib, bütün bu işleri yaparken iki şeye sahip olmalıdır. Bunlardan biri bilgi, diğeri de kudrettir. Gerçekten, neyin helâl neyin de haram olduğunu bilmeyen, Şerîat ahkâmına hakkıyla vakıf olmayan bir kimsenin muhtesib olması düşünülemez. Ayrıca kudret, cesaret ve yaptırım gücü bulunmayan bir kimsenin muhtesib olması da düşünülemez. Çünkü muhtesibin vazifelerinden bir kısmı anında müdahaleyi gerektiren cinstendir. Demek oluyor ki, muhtesibin vazifesi, nerede ve ne şekilde olursa olsun gördüğü münkeri (kötülüğü) bertaraf etmektir. [584]
Daha önce de temas edildiği gibi Hz. Peygamber zamanından itibaren varlığı bilinen hisbe müessesesinin, İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde önemli bir yer işgal ettiği bilinmektedir. [585]
İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren geniş yetkilerle mücehhez kılınan muhtesibin bu vazifelerini yalnız bir müessesede toplamanın mümkün olmadığını daha önce kaydedilmişti. Muhtesib başlangıçta, İslâm toplumunda sosyal huzuru sağlayan dinî bir görevli hüviyetini taşımakla beraber, daha sonraları farklı vazifeleri de yüklenmiştir. Taşköprüzâde, muhtesibin bazı vazifelerini şu şekilde sıralar.
Muhtesibin Görevleri
a. Câmilerle ilgili olanlar: Namazda taksir edenler (namazı kısaltan, eksik ve kusurlu kılanlar), kıraatta lahn eyleyenler (şarkı makamıyla Kur’an okuyanlar), vakitlere riâyet etmeyenler, halka Allah'ın rahmetinin geniş olduğunu söyleyerek devamlı ümit veren hatipler muhtesib tarafından engel olunurlar.
b. Pazarlarla ilgili olanlar: Eşyanın kusurunu saklayıp satan, yalan söyleyen ve haram eşya bulunduranlara da engel olur.
c. Yollarla ilgili olanlar: Binalarla yolu daraltanlar, yol üzerine yük koyanlar ve yolları kirletenler de muhtesibe hesab vermek zorundadırlar.
- Hamamlarla ilgili olanlar: Hamamlarda keşf-i avret ve masaja engel olur; (Osmanlı dönemi için), gayri müslimler ile müslümanlara verilen peştamalların farklı olmasına dikkat eder.
- Âmme ile ilgili olanlar: Kendi evi dururken, başka yerlere gidip ora halkını irşad etmeye çalışan kişiler de muhtesib tarafından oradan alınıp kendi memleketlerine gönderilirler. Zira, kişinin evi, yakınları ve mahallesi, onun uzak ve başka yerlere gitmesine mani olur. [586]
Osmanlılarda, kadı'nın yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin, yukarıda belirtilen bazı yetkilerine ilâveten XV ve XVI. asır İhtisâb kanunnâmelerinde bunlarla ilgili daha geniş bilgiler vardır. Hatta bu kanunnâmelerden biri olan "İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi"nde; "fi'l-cümle bu zikr olunandan gayrı her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, mecmuını, muhtesib görüp gözetse gerektir" denilerek muhtesibin ne kadar yetki ve sorumluluk sahibi olduğu belirtilmek istenir. Bu kanunnâmelerden ve 14 Aralık 1479 tarihli Edirne şehrine İhtisâb Ağası tayini ile ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür:
1. Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar,
2. İbâdetle ilgili olanlar,
3. Adlî hayatla ilgili olanlar.
Osmanlılarda kadısı bulunan her şehirde (kaza) mutlaka bir de muhtesib bulunmaktadır. Toplumda meydana gelen olaylar ve işlenen fiiller ya iyilik veya kötülük olacağına göre; muhtesib, hiç bir davranışın dışında kalamayacaktır. Bu bakımdan muhtesib olarak devlet tarafından seçilecek olan kimsenin çok iyi, bilgili, ahlâklı, rüşvete tevessül etmeyen, Allah'tan korkan kimseler arasından seçilmesi icab etmektedir. Osmanlı döneminde iktisadî vazifesi de ağırlık kazanan bu görevlinin, halkla fazla haşır neşir olmaması için, görev süresi bir yıl ile kayıtlanmıştır. Binâenaleyh vazifeye başlamasından bir sene sonra muhtesib derhal vazifeden ayrılır; Yerine bir başkası seçilir. Gerçekten önemli bir vazife icra eden bu yetkilinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması gerekmektedir. Müslümanları devamlı kontrol altında bulunduran bir kimse olarak onun aşağıdaki sıfatları taşıması gerekmektedir.
Muhtesibin Özellikleri
a. Müslüman olmak: Müslüman olmayan kimseler bu vazifeyi yapamazlar. Zira bu, dinî bir vazifedir. Bunun için dinin aslını inkâr eden ve müslüman olmayan bir kimse bu vazifeye tayin edilemez.
b. Mükellefiyet: Muhtesib olmanın şartlarından biri de mükellefiyettir. Bu çağa gelmemiş birinin bu vazifeye getirilmesi devlet otoritesini sarsacak bir durumdur. Bu bakımdan çocuk yaşta birinin muhtesib olarak tayini mümkün değildir.
c. Erkek olmak: Her ne kadar Hz. Peygamber zamanında, Hz. Ömer'in akrabalarından biri olan Şifa binti Abdullah adında bir kadın bu vazifeye getirilmiş ise de, bunun istisna olduğu belirtilerek, güç ve kuvvet isteyen bir konuda kadınların vazifelendirilmesi hoş karşılanmamaktadır.
d. Adâlet: Muhtesibte bulunması gereken sıfatlardan biri de adâlettir. Muhtesibin herkese karşı âdil davranması gerekir.
e. İzin: Muhtesibin vazifesini icra ederken hafiften şiddetliye doğru bir metod takip etmesi gerekir. Bunun için, sadece tarif, va'z ve nasihat gibi konularda izne gerek olmadığı açıktır. Ancak münkeri ortadan kaldırma, dövme ve hatta haps etme gibi konularda devletin izninin bulunması gerekir.
f. Kudret: Muhtesib, gördüğü münkeri ortadan kaldırmaya güç sahibi olacaktır. Âciz olan bir kimse bu vazifeyi yapamaz. O, ancak kalben buğz eder.
g. İlim: Muhtesib olacak kimsede bulunması gereken sıfatlardan biri de âlimliktir. Onun, sadece dinî emir ve nehiyleri bilmesi de yetmez. O, kendisini ilgilendiren ekonomik konularda da bilgi sahibi olmalıdır.
h. İlmiyle âmil olmak: Muhtesib ilmiyle âmil olmalı ve bildiği şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmelidir.
i. Allah rızâsı: Muhtesib her türlü fiil, söz ve davranışlarında Allah rızâsını gözetmeli, iyi niyet sahibi olmalı, riya ve gösterişten uzak durmalıdır.
k. Takvâ sahibi olmak: Onun takva sahibi olması istenir. Zira, bildikleri ile amel etme, büyük ölçüde buna bağlıdır.
l. İyi ahlâk: Bazı kimselerin, kötülüklerden alıkonulması hususunda ilim ve takva yeterli gelmeyebilir. Böyle durumlarda acele etmeksizin yumuşak davranmak gerekir. Bu da iyi ahlâk ile mümkündür.
Görüldüğü gibi, İslâm dünyasında Hz. Peygamberle ortaya çıkan ve iyiliklerin yapılmasını, kötülüklerin ise yasaklanmasını sağlamaya çalışan hisbe müessesesinin başında bulunan muhtesib, büyük bir hizmeti yerine getiriyordu. O, bu hizmeti yerine getirirken birçok yardımcı da kullanırdı. [587]
İhtilâflı meseleler, emir ve nehiy konusu olmaz.[588] Özellikle ictihâd alanına giren konularda emir ve nehiy, yetkili kimselerce yapılmalıdır. Zemahşerî, “İçinizden hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun”[589] meâlindeki âyeti açıklarken, bu görevi, ancak ma’rûf ve münker ile bu husustaki emir ve nehyin metotları hakkında bilgi sahibi olanların yerine getirebileceğini, aksi halde iyiliğin kötülük, kötülüğün de iyilik zannedilmesi gibi hatalara düşülebileceğini hatırlatır.[590] Bu görüş, ehl-i sünnet âlimlerince de benimsenmiştir. Ayrıca, hiç kimse, başka birinin gizli hallerini araştırma, kötü de olsa mahremiyetine vâkıf olup aleniyete dökme hakkına sahip değildir.
Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur
Toplumların inanıp inanmamasında, başlarında bulunan liderlerinin büyük etkisi vardır. Toplumda yüksek makam sahibı insanlar lider olurlar ve insanların çoğu; iyi de olsa, kötü de olsa bu liderlere uyarlar. Bu nedenle onların kötü amelleri kendileriyle sınırlı kalmaz, bilakis bir topluluğun bozulmasına sebep olur. İyi amelleri de kendileriyle sınırlı kalmaz ve birçok insanın da kurtuluşuna vesile olur. İşte bu nedenle, yani hem kendi günahları, hem de başkalarını doğru yoldan saptırmaları yüzünden cezalandırılırlar. İyi amel işlediklerinde de, sadece kendi işledikleri iyi amelleri nedeniyle değil; iyiye yönelttikleri diğer insanlar nedeniyle de mükâfatlandırılırlar.[591]
“Rabbimiz bunlar bizi saptırdılar. Bunlara bir kat daha ateşten azap ver!”[592]; “Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateşteki azabını bir kat daha artır!’ dediler.”[593]; “Ey peygamber kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa, onun azabı iki kat yapılır. Bu Allah'a göre kolaydır. Fakat sizden kim Allah ve elçisine itaate devam eder ve iyi işler yaparsa, ona da ödülünü iki kat veririz ve onun için bol bir rızık hazırlarız. Ey peygamber kadınları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz.”[594] Çünkü peygamber hanımları, diğer kadınlara örnektir. Onların ufak hatası, başkalarının tamamen yolu şaşırmalarına neden olur.
Kur’an, kıyamet günü olacakları tasvir ederken, toplumları saptıran liderler ve onlara uyanlar arasında geçen tartışmaları da anlatır: “Kıyamet koptuğu günde ‘Firavun ve ailesini azabın en çetinine sokun!’ (denilir). Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, müstaz’aflar (zayıf bırakılanlar, ezilenler), müstekbirlere (büyüklük taslayanlara, sömürenlere) dediler ki: ‘Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?”[595]; “Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanları: ‘Siz olmasaydınız elbette biz iman eden insanlardan olurduk’ diyorlardı. Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere dediler ki: ‘Bize hidâyet geldiği zaman sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, zaten siz kendiniz suç işliyordunuz. Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, gece gündüz dolap (kurar, kötülük aşılardınız). Allah'a nankörlük etmemizi, O’na eşler koşmamızı emrederdiniz’ dediler.”[596]; “Rabbimiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık.”[597]
Toplumun önde gelenleri, insanların ilahî mesajı kabul etmemeleri için, her türlü yola başvururlar. Güçlü olduklarından, insanların çoğu onlardan korkar ve elçiye ilgi göstermezler. Böylece gerçekler gizlenmiş olur: “Ve her yolun başında oturup da tehdit ederek (insanları) Allah yolundan çevirmeye ve o (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın.”[598]; “Kavmin inkâr eden ileri gelenleri dediler ki; ‘Eğer Şuayb’a uyarsanız, muhakkak siz ziyana uğrarsınız.”[599]; “Fir’avun ve adamlarının, kendilerine kötülük yapmasından korktukları için kavminin içinde Mûsâ’ya yalnız (genç) bir kuşaktan başkası inanmadı. Çünkü Firavun, yeryüzünde çok büyüklenen ve çok aşırı gidenlerdendi.”[600]; “Hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve (insanları) Allah yolundan çevirirler.” [601]
Oysa bu liderlerin, toplumun ıslahı için çalışmaları gerekirdi. Ayrıca toplumda bulunan ve gerçekleri görebilen insanların da toplumu gittiği kötü yoldan çevirmeleri için çalışmaları gerekirdi: “Sizden önceki nesillerde akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi?”[602]; “Baksana şunlara, Allah’ın nimetini nankörlüğe çevirdiler, kavimlerini de helâk yurduna kondurdular.”[603]; “Rabbânîler (din adamları) ve hahamların, onları günah söz söylemekten ve haram yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür.” [604]
Bu son âyet, toplumların mânevî önderleri olan din adamlarının da toplumun geleceğinden sorumlu olduğunu göstermektedir. İbn Kesir’e göre, Rabbânîlerden maksat, onların aralarında yetki sahibi olan bilginlerdir. Bunlar, toplumda kötülüklerin yayılması karşısında suskun durmamalı, yaptıkları şeylerin kötülükleri hakkında insanları ikaz etmelidirler. Allah’ın âyetlerini insanlara en açık bir şekilde anlatmalı, bunu yaparken de hiçbir şeyden çekinmemelidirler. Hidâyetin ve mânevî gücün kaynağı olması beklenen âlimlerin bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır. Bunların bozulmasının takip ettiği tabii yol, hakikati ya egemen güçlerin ve zenginlerin isteklerine taviz vererek değiştirmeleri şeklinde olur; ya da genel olarak toplumun inatçı arzuları (hevâları) ile uzlaşmaya götüren hafif anlayışla olur. Her iki durumda da din adamları önce baskı altında kalır ve taviz verirler, (işte her şey, bu tâvizle başlayarak) sonunda anlayışları hafifleşir, şuurları kararmaya başlar; ya para veya yaranmak, ya da her ikisini de elde edebilmek için, uzlaşmaya giderler. [605]
Kur’an, dini iyi bilenlerin çeşitli nedenlerle gerçeklerin üzerini örtmelerini ve âyetleri tahrif etmelerini ağır bir dille kınamaktadır. “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onun değerini az bir şeye satanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başka bir şey değildir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.”[606]; “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de tüm lânet edebilenler lânet ederler.”[607]; “Allah, kendilerine kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve ona karşılık birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar!”[608]; “Onlardan bir grup var ki, Kitap’ta olmayan bir şeyi siz, Kitap’ta sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip büker (sözlerini Kitabın sözü imiş gibi göstermek için dillerini bükerek okur, onları Kitabın sözlerine benzetmeye çalışır)lar ve ‘Allah’ın katındandır’ derler. Oysa o, Allah katından değildir. Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.” [609]
Dâvetin Gerekliliği, İlk Sûrelerde Bile Vurgulanır
1. OKU!: İlk âyet ve dâvet için ilk adım: “Yaratan Rabbinin adıyla oku.”[610]
Bu emir, Hz. Peygamber’in ve iman eden bütün insanların ilk görevinin Allah’ı tanımak ve O’nun ismiyle okumaya başlamak olduğunu bildirir. Öncelikle iman edip sâlih amel işleyerek yaşaması ve hemen devamında insanları dâvet edeceği dini tanımak, sağlam ilimle donanmak emredilmiştir. Ve okumaya, kendini dâvetçi olarak yetiştirmeye “besmele” ile başlanmalı, Allah’ın ismiyle ve izniyle dâvetin altyapısını oluşturmaya adım atılmalıdır.
İlk vahyin "oku" emriyle başlaması ve bu emrin beş kısa âyet içinde iki defa tekrar edilmesi, okumanın insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kur’an’da hiçbir gereksiz tekrarın olmadığını, her tekrar kabul edilen kelimenin ya ayrı bir mânâya veya önemli bir nüans ve açılıma yönelik olduğunu değerlendirdiğimizde; birinci emrin Yaratanı, ikinci emrin ise kalem karînesiyle yaratılanları tanımaya (okumaya) işaret olduğu da anlaşılır. Kur'an, insanın öteki canlılar arasındaki yerini belirlerken ona Allah’ın tüm isimleri öğrettiğini ve bu öğrenme özelliği ile diğer yaratıklardan ayrıldığını ifade eder. “Oku” emrinin tekrarından, okuma yeteneğinin tekrar ile oluşacağına bir hatırlatma olduğu ve tekrar tekrar okunması istendiği gibi, başkalarına tebliğ ve yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olabilir. Ayrıca, insan ancak tekrarlayarak okumayı öğrenebilir.
2. YAZ!: Nüzul sırasına göre ikinci sûrenin adı bile dâvetle ilgilidir. Kalem sûresi, kaleme ve satır satır yazdıklarına yemin edilerek başlar. Yaz; yani dâveti başkalarına duyur. Yaz; yani mesajı ilan et.
3- KALK! Üçüncü sûre, Müzzemmil suresi de kalk der, kalk borusu çalar. Dâvetçi, uyanık insandır, vaktini fazla uykuya bile veremez, onun görevi büyüktür. Kalk! Bürünmeyi ve örtünmeyi bırak, biraz uyuduktan sonra geceleyin ayağa kalk! Şimdi artık rahat yatma zamanı geçmiştir. Büyük bir yük yüklendin, bu işin sorumluluğu başkadır. Birâzı müstesnâ geceyi kıyamda ve namaz kılarak geçir, gece namazı kılmaya ve gece saatlerce Rabbine ibâdet etmeye gayret et, geceni Ku’an’la ve namazla ihyâ et, yalnız küçük bir bölümünü uyuyarak geçir ki, o yüce ve güç göreve, Rabbinin dâvetini insanlara ulaştırmaya ve onlara İslâm dinini tebliğ edip açıklamaya hazırlanasın. Müşriklerin alay, hakaret ve yalanlamalarına hatta ölüm tehditlerine ve suikastlara karşı sabırlı ve dayanıklı olasın. Gevşemeyesin, azimli ve kararlı olasın.
Kalk, seni bekleyen büyük görev için, senin tarafından sırtlanmak üzere hazırlanan ağır yükün altına girmek için ayağa kalk. Çalışmak, yorulmak, sıkıntı çekmek ve eziyetlere katlanmak için ayağa kalk. Kalk, uyku ve istirahat zamanı geride kaldı. Kalk, bu görev için hazırlan, onun gerektirdiği eğitimden geç.
4- UYAR! Dördüncü sure olan Müddessir suresi “Ey örtüsüne bürünen Kalk ve uyar diye başlıyor. Yatağından azimli ve kararlı bir şekilde kalk, işe başla. Artık senin için uyku vakti geçmiştir. Tüm insanlara İslâm’ı tebliğ et. İman etmedikleri takdirde daha önceki azgın kavimlerin helâk olduklarını hatırlat ve esas olarak cehennemde Allah’ın azabına uğramakla onları korkut. İman edenleri cennetle müjdele, inkâr edenleri ise cehennem azabıyla korkut. Sözlü, yazılı uyarıda bulun.
İlk sûre olan Alâk suresinde hidâyetin yolunun takvâyı emretmekle ilgisi sadedinde şöyle deniyor: “Ne dersin, o, hidâyet üzere, doğru yolda ise veya takvâyı emrediyorsa!”[611]
İlk sûrelerden olan Müddessir sûresinin şu ilk ayetlerinde yedi madde halinde dâvetçi olmak için yapılacak şeyler sayılıyor.
1- RABBİNİN YÜCELEĞİNİ DUYUR: Orijinali Allahu Ekber yani Allah en büyüktür de. İnsan, Allah’ı fikri ve fiili ile yüceltir, yoksa kuru kuruya Allahu Ekber demekle olmaz. O halde burada dikkat çekilen doğru düşünme ve yapmadır.
2- TEMİZLE GİYSİNİ: Fiziki görünüm ve imaj düzgünlüğü, temsil yeteneğinin olması, başkalarını etkileme ve ikna etmede önemli bir öğedir. İyi giyinmek, güzel konuşmak, tebessüm etmek ve bunları ortama göre ayarlamak örneğin gideceğin yere göre giyinmek insanları etkiler.
3- UZAKLAŞTIR KENDİNDEN PİSLİĞİ: Ruczdan hicret et, akidevî ve ahlâkî pisliklerden uzaklaş, arın! Bu güvenilir ve inanılır olmaktır. Toplumda yüz kızartıcı işlere bulaşmak güvenilirliği ve inanılırlığı zedeleyecektir.
4- ÇOK BULARAK BAŞA KAKMA YAPTIĞIN İYİLİĞİ: Burada sorun çözme tekniği vardır. İyiliği dile getirmek problemi halletmek yerine daha karmaşık hale getirebilir. Çünkü burada bencillik devreye girer. Hâlbuki bencillik yerine senciliği seçmek sonuca ulaşmada daha etkili olacaktır. Aynı zamanda bu ayet bize esnekliği de öğütlemektedir. Çünkü başa kakmada katılık vardır. Katılık ise soğukluğu doğurur. Onun için Allah, Peygambere hitaben şöyle buyurmuştur. “Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. İşini onlara danış, karar verince de Allah'a dayan; çünkü Allâh kendine dayanıp güvenenleri sever.”[612]
5- VE YALNIZ RABBİN İÇİN DAYANIKLI KIL BENLİĞİ: Bu son madde sabır ve metaneti, kuvvetli sinir yapısına sahip olmayı salık verdiği gibi yapılan işte samimiyeti ön planda tutmayı, Allah rızası için iş yapmayı da öğütlemektedir.
İslâm’ın, insanlığın hastalıklarına şifa olacak yüce hakikatlerinin yazılı olduğu reçeteyi sunacak dâvetçilerin bu niteliklere sahip olması mesajın muhataplarınca doğru algılanması ve uygulanması açısından da önem arz etmektedir.[613]
Olumsuz Değişim
Gelişme, ilerleme, güzelleşme anlamında kullandığımız “değişim”, günümüzde daha çok olumsuz anlamlar içeriyor. Artık değişim denilince yozlaşma, bozulma akla geliyor. Değişim günümüz dünyasında Müslüman geçinenler açısından dünyevîleşmeyi ifade ediyor.
İnancımızı tanıtıp sevdiremediğimizden diğer mahalleye bilinçli-bilinçsiz taşınan kayıp çocuklarımızı konu dışı tutarsak; bizim mahallenin durumu, bu konuda da içler acısıdır. Giderek sağcılaşıp muhafazakârlaşan, uzlaşmacı, pragmatist, liberal bir çizgiye doğru devamlı bir kırılma yaşanan, satılan salyangoza karşı çıkılmadığı gibi alıcısının bol olduğu bir mahalle… “Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; teslimiyeti, itaati ve olumlu anlamda (yani, Allah’a isyan edenlere) isyanı olmayan, düzene uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların düzenleriyle uzlaşan, tâğutların râzı olduğu yapay müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Bu kırılma yeterli düzeye gelmiş olmalı ki, düzene pasif destek veren mahallemizin insanları, oy sandığının içinde kaybolmayı cihad olarak tanımlıyorlar.
Aslında bir Kur’an insanı muvahhid mü’mini; demokrasi, düzen, Amerika, ılımlı İslâm anlayışının nefse hoş gelen uzlaşmacı çizgisi veya başka hiçbir şey değiştiremez. O bir kez değişmiştir; tevhidi öğrenmiş ve inanmıştır, Kur’an’a uymuş ve her şeyiyle değişmiştir. Bir daha değişmeyecek hale gelmiştir.
Hani kıssa şeklinde anlatılır: Muvahhid bir mü’minle dini de dünyayı da doğru anlamamış bir Mevlevî dervişi karşılaşmışlar. Dervişe sormuş bizimki: “Siz ne yaparsınız?” diye. O da yaptıkları semâ denilen derviş dansını kast ederek cevaplamış: “Biz ‘Allah’ der, döneriz. Peki, ya siz ne yaparsınız?” Muvahhid mü’min cevap vermiş: “Biz bir defa ‘Allah’ dedikmi, bir daha dönmeyiz!”
Mü’min, “Allah” dedimi, bir daha dönmez, dönüşmez, dönüştürülemez. O gerçeği bulmuştur. Başkaları ona, İslâm’ın vaad etmediği hangi güzel şeyi vaad edebilir ki?! O, güç kaynağını bilir; Allah’tan başka güç ve kuvvet tanımaz. O rızık kaynağını bilir; O’ndan başka Rezzak’ın varlığını kabul etmez. O malın-mülkün esas sahibini bilir ve inanır ki, mülkün sahibi mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır, dilediğini onurlu-şerefli kılar, dilediğini zelil eder.
O bilir ki, düzenin cenneti yoktur; nimetleri sanaldır, tadı sahtedir, vaadleri kandırmacadan ibarettir. Onun yararı çok azdır, azın azı. “Metâun kalîl”; az bir yarar, yalancı menfaat
Muvahhid mü’min bilir ki, iman kazandırır; hem dünyada, hem âhirette. Allah, sadece Kendi yolunda olanlara hayatı kolaylaştıracak, güzel bir hayat verecek, kalp mutmainliği ihsan edecektir. Âhiret açısından zaten o kazançlıdır.
Bizim Hapsimiz Halvet, Sürgünümüz Seyahat, Katlimiz Şehâdettir!
Moğolların taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadığı bir dönemde değerli bir ilim adamına hâkim ceza olarak tek kişilik hücrede hapis cezası verince ilim adamı sevinmiş.
Hâkim: – Hayrola niye seviniyorsun? diye sormuş.
İlim adamı: – Bugüne kadar ilim okumaktan ve okutmaktan nafile ibadetlere zaman ayıramamıştım. Şimdi hücrede bu ibadetleri yaparım.
Hâkim: – Hayır sana sürgün cezası veriyorum, demiş.
İlim adamı: – Bu şehirden başka şehir görmemiştim iyi olur. Başka şehirler de görürüm.
Hâkim, idamına karar verince adam daha çok sevinmiş ve “Mü’minin arzusu şehit olmaktır,” deyince hâkim “serbest bırakın” demiş.
İlim adamı: – Bizim hapsimiz halvet, sürgünümüz seyahat, katlimiz şehadet. Biz cennetimizi göğsümüzde taşırız. Biz nereye gidersek cennetimizle gideriz, demiş.
Hevâcı/Hazcı Anlayışla Dünyevileşme: Bu benmerkezci bir anlayıştır. Söz konusu anlayışta haz veren her şey iyi, hazzın alınmadığı ve acı veren her şey de kötüdür. Yaşamın amacı hazdır, kötüden yani acı verenden uzak durmak gerekir. Aynı zamanda gerçek haz sürekli olandır. Fuhşa yönelmek, insanın kutsanması ve bireyselleşmesi, aile-toplum yapılarının ortadan kaldırılması, değişik sapkın inançlar ve dünyevi bütün pislikler, haz almak adına yapılan davranışlardır. Haddâd Âdil, hazcılığı şöyle tarif eder: "Haz, atını son süratle süren bir atlının elindeki kamçı gibidir, eğer o kamçıyı fazla kullanırsanız (yani hazzı serbest bırakırsanız), o kamçıyı yiyen at çatlarcasına koşmaya başlar ve bir zaman sonra kendisine zarar verir. Eğer kamçıyı tekrar kararında kullanırsanız at yavaşlar ve sakinleşir, böylece kendisine zarar vermeden yoluna devam eder. Oysa Kur'an'ın "Hiç sıkıntı çekmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?"[614] ayetinde de belirtildiği gibi, bir mü'min için sıkıntı çekmek onun yeryüzündeki imtihanıdır ve bu kaçınılmazdır. Müslümanlar musibetlere dayanırlar ve "Allah içiniz, yine O’na döndürüleceğiz."[615] bilinciyle başlarına gelene sabrederler. Doğrusu her zaman nefsimize iyi gelenin peşinden gitmek yerine, hayırlı olandan yana tavır sergilemek önemlidir. Çünkü İslâm, hazzı değil, hayırlı olanı tavsiye eder.[616]
Müslümanın tatili de, eğlencesi de olur; fakat bu ancak Müslümanca olabilir. Nefsimizin de bizim üzerimizde hakkı vardır. O hakkı fıtrî özellikler çerçevesinde yerine getirmek gerekir. Mesele tatil yapıp yapmamak meselesi değil, tatili nasıl yapacağımız meselesidir.
Biz ve çocuklarımız tatili nasıl değerlendirmeliyiz? Mesela tatilde, müfredatı önceden tespit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde inanç ve ahlâk eğitimleri öncelikli olmalıdır. Tatilde eğer aile bu eğitimi veremiyorsa, çocuklarına İslâm'ı, tevhidi, cahiliye kurumlarındaki şirk ve küfrü güncel boyutlarıyla anlatacak hayırlı insanlara müracaat etmelidirler. Yaz sıcağında sahillerde veya Batı tarzı hayatı özendiren lüks otellerde tatil değil; İlâhî rahmetten bizi uzaklaştırmayacak ortamlarda yapılmalıdır.
Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd b. Küleyb el-Ensârî (ö. 49/669), Hicret sırasında Hz. Peygamber’i (s.a.s.) Medine'de evine misafir eden ve Türkiye'de "Eyüp Sultan" unvanıyla anılan sahâbîdir.
Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, "Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız."[617] mealindeki âyette sözü edilen tehlikeyi savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebeple ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu Müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu.
Müslümanlar açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; ancak şeytânî bir tuzaktır. “Boş zaman” kavramı, “tatil” kavramı gibi, modern çağın zihnimize ve oradan da tüm organlarımıza bulaştırdığı bir virüstür. İslâm’da “boş vakit” kavramına yer yoktur. Çünkü dinimiz, her anımızdan hesaba çekileceğimiz bilinciyle zamanımızı hep dolu dolu geçirmemizi ister.
Kur'an'ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm'a girmeleri, Allah'ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve câhiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm'ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah'a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz'afların haklarını savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va'detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah'tan beklemek zorundadır. Allah'a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü'minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur'an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah'ın hilafetini yüklenecek ve İlâhî adâletini arz üzerinde tesis edecek insanları haramlardan, çirkinliklerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına dâvet etmiştir. Nitekim Mekke'de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetmek istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm'dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” (61/Saff, 10-13).
Bütün bunlara rağmen; bizim mahallenin insanlarının, özellikle 28 Şubattan bu yana, bırakın olumlu gelişme içinde ilerleyip koşmaları; yerinde saymaları, dünkü çizgilerini korumaları bile takdir edilecek özellik oldu. Sayıları 167 000’i geçen, bunların yaklaşık yarısının İslâm’a ve Müslümanlara hizmete yönelik olduğu söylenen dernek ve vakıflar, hele büyüdükçe zemini daha kayganlaşıyor; içindekileri merkeze, demokrasiye, muhâfazakârlığa, ılımlı İslâm anlayışına doğru savuruyor. Artık “tekbir” sloganları yerine “tedbir” çağrıları yapılıyor, bazıları “tehdit” şeklinde algılamasın diye “tevhid” gündeme bile getirilmiyor. Artık en fazla tüketilen kavramlar; maslahat, zaruret, ehven-i şer, hılfu’l-fudul, eman vb. İnsanımız artık ümmetin nasıl gâlip geleceğinden bahsetmiyor bile; hâlâ Rumların gâlibiyetine alkış tutuyor. Görmek istemiyor ki, Rumlar artık müslümanım diyenleri yanına alarak Müslümanlarla savaşıyor.
Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık.[618] “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!”[619] demesi gereken insanımız, “Rabbimiz, bize aceleyi (dünyayı) ver, biz korkmayı tercih ediyoruz, ayaklarımızı sâbit kılma, çünkü biz bâtıla doğru değişip geri adım atmak istiyoruz, kâfirlere karşı çıkmak istemiyoruz, onlara benzeyip onlar gibi olmak istiyoruz, onlarla bizi karşı karşıya getirme!” diye fiilî olarak duâ ettiği müddetçe, her halde (her durumda) İlâhî yardım gelmez.
İnsanımızın çoğu şaşkınlığı ve sapkınlığı hidâyete tercih ediyor. Arayış içinde bile değil. Doğru ile eğriyi ayırt edemiyor. Hakla bâtılı karıştırmayı seviyor. Kitabın, doğru ile eğri arasında bir ölçü, bir furkan olduğunu[620] çoktan unutmuş. “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).”[621] müjdesi, yalancı politikacıların bâtıl çağrılarının gürültüsüyle duyulmaz olmuş.
Müslümanların önemli bir kısmı, gerçek anlamıyla iman etmediği, imanlarına zulüm karıştırdığı veya en azından imanın tadına varacak bir kaliteye erişemediği için, İsrailoğullarının gittiği yoldan giderek dünyevîleşmiş ve yozlaşmış durumda. Adı konulmamış irtidadı, gerisin geriye cahiliyyeye dönüşü yaşıyor nice insanımız.
Tâğutî düzen ve câhiliyye toplumu insanı nasıl değiştirip dönüştürüyor? Dünyaya gelişigüzel bir bakış bile yeterli (Zaten hep gelişi de gidişi de güzel olmalı bakışlarımızın ve davranışlarımızın). Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen olumsuz özelliklerin çoğu, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'min geçinenlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da... Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar, toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya azâbı seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki küfür ve kâfirdir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır; içimizdeki tâğutlar ve onlara destek olan anlayıştır.
"Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." [622]
"Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür." [623]
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.” [624]
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” [625]
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan, en yüce olan sizsiniz.” [626]
"Ey iman edenler, iman edin!" [627]
Gönüllerdeki gâvurluğa savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki şirktir, küfürdür, tuğyandır dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.
İki milyara yakın kalabalığın yeniden tek bir İslâm ailesi şeklinde ümmet olması için, müslümanım diyenlerin her şeyden önce yeniden imanını; içinde yaşadığı sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere ve değiştirmelere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Şirkin izâlesidir, tevhidin ikamesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne ermek, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.
Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[628] Yardım edilmesi istenilen cephelerden daha feci olanı, bu ülkedeki insanların durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve atacak taş bulduklarında taşlıyorlar, onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mücadele etmeyi önemseriz, ama çevremizdeki insanların âhiretlerinin mahvolmaması için gayretleri daha öne çıkartırız. Önceliğimiz, insanların bedenleri değil, ruhları olmalı; Dünyaları değil, âhiretleri… İnsanların öncelikle karınlarını değil, gönüllerini doyurmalıyız.
Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Her tarafımızı kuşatmış şirk ve küfre, tuğyan ve isyâna savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
İlâhî yardım olmadan hiçbir netice alamaz, felâha ve zafere eremez mü’minler. Görevlerinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar bunca zulüm, vahşet, işgal ve şirkin dayatması karşısında kendilerine gelmezler ve Allah’ın ipine topyekûn sarılmazlarsa, İlâhî yardıma nasıl ulaşılır?
İlâhî yardımdan, rahmeti yağdıracak özelliklerden uzak yaşamayı tercih etmenin bir sonucudur bu rezilce hayat, câhilce câhiliyye yaşayışı ve tuğyanla yönetilme. Kadın-erkek mü’minlerin birbirlerini velî kabul ederek birbirlerine iyiliği emredip gördükleri kötülükten sakındırmaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri, âhirette güzel meskenlere ve cennete ulaştıracağı gibi, Allah’ın rızasına ve dünyada Allah’ın rahmetine de sebep olacaktır.[629] Kur’an’a tâbi olup uymak ve Allah’tan korkmak, (şirk başta olmak üzere günahlardan sakınmak) insanı Allah’ın rahmetine ulaştıracak;[630] tüm (muvahhid) mü’minleri kardeş kabul edip aralarını düzeltmek İlâhî rahmeti harekete geçirecektir. [631]
Allah, kullarına zerre kadar zulmetmez. İnsanın başına gelenler, kendi elleriyle yaptıkları yüzündendir. Bugünkü zillet de insanın tercihidir. İnsan hayrı da şerri de kendisi çağırır. “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”[632] Allah’ın gösterdiği kıbleyi, istikameti, hidâyeti, izzeti, nimeti, kitabı terk edip rezilliği isteyen topluma Allah onu da verir. İnsan hürdür; dilerse cehenneme giden yolu tercih edebilir.
“…Bir kavim/toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez…”[633] Ayet, Allah’a itaatkâr bir kavmin nimet ve hayır istikametinden[634] masiyet yönünde[635] tercihte bulunarak kendini olumsuza doğru değiştirdikleri[636] takdirde Allah’ın da o kavmi (olumsuz yönde) değiştireceğini ortaya koymaktadır. Yine ayetteki “mâ bi kavm” ifadesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapı anlamına gelmektedir. Buna göre toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişmelerin de, toplumsal yapıda bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek mümkündür.
Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmaktır. İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları olumsuz yönde değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.
Halkın, Allah’ın bizi yücelere tırmandırmak için gökten uzattığı ipe yapışıp yükselmeyi değil de, Allah’tan uzaklaştıracak ve alçaltacak özelliklere yapıştığından kendi seçiminin cezasını çekmektedir. Kâfirlerin azgınlığı ve çokluğu değildir bu durumun sebebi; insanımızın kendi intiharıdır: "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez."[637] Ayaklarının sırat-ı müstakim üzere sâbit kalmasını isteyen ve Allah’ın yardımını arzulayan kimsenin Allah’ın dinine yardım etmesi gerekiyor. [638]
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir: Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar;[639] lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olmak;[640] cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesmek;[641] günah, zulüm, refah ve zevke dalma. [642]
Zaten Allah’a itaatsizlik, nimetlerine nankörlük dünyada da cezasız kalmaz: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”[643] Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamanın da âhiretteki büyük cezadan önceki karşılığı, dünya hayatında rezil olmaktır.[644] Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet de; fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.[645] Önde gelenlerin ve sâlihlerin fesâdı önlememeleri[646] ve ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar da dünyevî azâbın ve helâkin sebeplerindendir. [647]
Dinini sevenler İslâm dışı düzeni savunamazlar. Dindar geçinenler muhâfazakâr olamazlar. Muhâfaza edilmesi değil; mücâdele edilmesi gerekli yıkılası câhiliyye ve küfür düzeniyle çevrilmişiz çünkü. Hak Din, câhiliye düzenini muhâfaza etmeyi (muhâfazakârlığı) değil; câhiliyeyle inkılâbî mücadeleyi esas alır. Böyle olduğu halde, inkılâpçı tevhid dinini, muhâfazakâr bir din diye insanlara sunan tahrifatçı zihniyet, kendini olumsuz değiştirdiği gibi, dini de tahrif edip değiştirme eğilimindedir.
Tüm peygamberler tâğutlarla mücadeleyi öne çıkaran[648] ve önce fertleri İslâmlaştırarak içinde yaşadıkları câhiliyeyi, tevhidî istikamete doğru olumlu tarzda değiştirmeye çalışan korkusuz önderlerdir.
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.
Ve… hayra doğru değişip değiştirmeyeni değiştirirler. Çevresini olumlu anlamda değiştirmeye çalışmayan kimse, çevrenin olumsuz değişiminden payını alır. Neyin, hangi şeylerin değişmemesi gerektiğini, ayağımızın hangi çizgide sâbit kalmasını iyi bilip tespit etmek gerekiyor öncelikle. Değişim, dönüşüm derken, olumsuz değişimin kıskacında tükürdüğünü yalayan, gerisin geriye haktan dönen insanlarımızı hatırlamak gerekiyor. Pergelin sabit ayağında hiçbir kayma olmadan diğer ayağını belli sistem içinde açarak halkayı büyütmeye çalışmak; yapılması gereken bu.
Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Olumlu şekilde hayat boyu değişmeye çalışmayan, başkalarını değiştiremez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen, kendi güzel değişimini toplumu değiştirme yolunda kullanan kimsedir.
Öyleyse haydi yeniden iman etmeye, bir daha değişmemek üzere yeniden Kur’an’la değişmeye. Güzele doğru değişip değiştirmeye. İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
[1] 7/A’râf, 5; 10/Yûnus, 10; 21/Enbiyâ, 15
[2] 59/Haşr, 21
[3] 33/Ahzâb, 72
[4] 51/Zâriyât, 56
[5] Zübeyir Gündüzalp; kısmen değiştirilip bazı ilavelerle.
[6] 1/Fâtiha, 6
[7] 47/Muhammed, 7
[8] 29/Ankebut, 69
[9] 3/Âl-i İmrân, 139
[10] 30/Rûm, 47
[11] Mehmet Pamak, “Ehven-i Şer Meselesine Nasıl Bakmalıyız -2”, Haksözhaber, 25.06.2008
[12] 67/Mülk, 2
[13] 29/Ankebut, 2
[14] 2/Bakara, 155
[15] 49/Hucurât, 15
[16] 33/Ahzâb, 39
[17] 24/Nur, 51-52
[18] 33/Ahzâb, 36
[19] 4/Nisâ, 65
[20] 16/Nahl, 97
[21] 2/Bakara, 44
[22] 103/Asr, 1-3
[23] 4/Nisâ, 136
[24] 3/Âl-i İmrân, 102
[25] 16/Nahl, 36
[26] 11/Hûd, 23 ve 2/Bakara, 277
[27] Buhari, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89
[28] Krş. 107/Mâûn, 5
[29] 29/Ankebût, 45
[30] 11/Hûd, 87
[31] Buhâri, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89
[32] 6/En’âm, 160
[33] 95/Tîn, 6
[34] 85/Burûc, 11
[35] 11/Hûd, 114
[36] 25/Furkan, 70
[37] 98/Beyyine, 7
[38] Taberânî, el-Kebîr
[39] 2/Bakara, 186; 10/Yûnus, 89
[40] 61/Saff, 7
[41] 16/Nahl, 125
[42] 3/Âl-i İmrân, 104
[43] 57/Hadîd, 8
[44] 3/Âl-i İmrân, 23
[45] 40/Mü’min, 41
[46] 8/Enfâl, 8
[47] 3/Âl-i İmrân, 64
[48] 7/A’râf, 59, 65, 73, 85; 11/Hûd, 50
[49] 26/Şuarâ, 108, 110, 126, 131, 144, 15, 163, 179
[50] 16/Nahl, 36
[51] Mehmet Pamak, İzzeti Yanlış Yerde Aramak, Ma’ruf Y., c. I, s. 51
[52] Mehmet Pamak, Tağut, Ma’ruf Y., s. 32-33
[53] 41/Fussılet, 33
[54] 8/Enfâl, 24
[55]48/Fetih, 8; 25/Furkan, 56
[56] 33/Ahzâb, 45-46; 46/Ahkaf, 31
[57] 40/Mü’min, 41-42
[58] 13/Ra’d, 14
[59] 35/Fâtır, 6
[60] 28/Kasas, 41-42
[61] 34/Sebe’, 28; 7/A’râf, 158
[62] 3/Âl-i İmrân, 19
[63] 88/Ğâşiye, 22
[64] 4/Nisâ, 80; 42/Şûrâ, 48
[65] 6/En’âm, 66, 107; 39/Zümer, 4 vd
[66] 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92, 99; 42/Şûrâ, 48 vd.
[67] 16/Nahl, 125
[68] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 89-91
[69] 12/Yûsuf, 108
[70] 71/Nûh, 5
[71] 8/Enfâl, 24
[72] 15/Hıcr, 41-42
[73] 16/Nahl, 33
[74] 7/A'râf, 55
[75] 11/Hûd, 186; 19/Meryem, 48; 72/Cinn, 20
[76] 10/Yûnus, 12
[77] 29/Ankebût, 65; 39/Zümer, 8
[78] 18/Kehf, 52; 28/Kasas, 64
[79] 10/Yûnus, 106 ve 26/Şuarâ, 13, 28/Kasas, 88; Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 351-353
[80] 2/Bakara, 186, 10/Yûnus, 89; 13/Ra'd, 14
[81] 30/Rûm, 25
[82] 61/Saff, 7
[83] 57/Hadîd, 8
[84] 16/Nahl, 125
[85] 3/Âl-i İmrân, 23
[86] 13/Ra'd, 14
[87] 3/Âl-i İmrân, 104
[88] 40/Mü'min, 41
[89] 8/Enfâl, 24
[90] 47/Muhammed, 35
[91] 46/Ahkaf, 31
[92] Meselâ, bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra'd, 40
[93] meselâ, bk. 7/A'râf, 158; 34/sebe', 28
[94] bk. 3/Âl-i İmrân, 19, 85
[95] 88/Ğâşiye, 22
[96] 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92, 99; 42/Şûrâ, 48
[97] 2/Bakara, 256
[98] 18/Kehf, 29
[99] 16/Nahl, 125
[100] 3/Âl-i İmrân, 159
[101]3/Âl- İmrân, 187
[102] 4/Nisâ, 63
[103] 4/Nisâ, 148
[104] 5/Mâide, 2
[105] 5/Mâide, 54
[106] 5/Mâide, 67
[107] 6/En'âm, 68; yine bk. 4/Nisâ, 140
[108] 6/En’âm, 108
[109] 7 Araf 62
[110] 7 Araf 68
[111] 7/A'râf, 164-165
[112] 7/Arâf, 199
[113] 11/Hûd, 88
[114] 14/İbrâhim, 24-27
[115] 15/Hıcr, 94
[116] 16/Nahl, 125
[117] 20/Tâhâ, 25-28
[118] 20/Tâhâ, 44
[119] 25/Furkan, 72-73
[120] 26/Şuarâ, 214-215
[121] 28 Kasas 87
[122] 31/Lokman, 17
[123] 33/Ahzâb, 39
[124] 35/Fâtır, 10
[125] 39/Zümer, 17-18
[126] 39Zümer, 23
[127] 41/Fussılet, 33-34
[128] 61/Saff, 2-3
[129] 62/Cuma, 5
[130] 103/Asr, 1-3
[131] Buhârî, Edeb 44
[132] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
[133] Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41
[134] Tirmizî, Birr 48
[135] Buhârî, Edeb 44; Müslim, İman 112
[136] 3/Âli İmrân, 104
[137] 9/Tevbe, 71
[138] 16/Nahl, 125
[139] 3/Âli İmrân, 104
[140] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
[141] 12/Yusuf, 44, 45
[142] 6/En’âm, 80
[143] 46/Ahkaf, 28
[144] 35/Fâtır, 28
[145] 35/Fâtır, 28
[146] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 419-420
[147] İbn Mâce, Mukkaddime 17
[148] 6/En'âm, 35
[149] 35/Fâtır, 28
[150] 39/Zümer, 9
[151] 58/Mücâdele, 15; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., 3/134-135
[152] 2/Bakara, 159-160
[153] Gazâlî, İhyâ, Çev. A. Serdaroğlu, Bedir Y., c. 1, s. 37
[154] Buhârî, Kitabu’l-Cuma, B. 11, Hds. 18, Kitabu’l-Ahkâm, B. 1, Hds. 2; Müslim, Kitabu’l-İmâre, B. 5, Hds. 20; Ebû Dâvud, Kitabu’l-Harac, B. 1, Hds. 2928; Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 27, Hds. 1757; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 108, Hds. 212
[155] 41/Fussılet, 33
[156] 41/Fussılet, 33
[157] 30/Rûm, 32
[158] 6/En’âm, 159
[159] 9/Tevbe, 31
[160] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
[161] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330
[162] 39/Zümer, 18
[163] 3/Âl-i İmrân, 52
[164] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
[165] 2/Bakara, 219
[166] 6/En’âm, 108
[167] 2/Bakara, 83
[168] 17/İsrâ, 53
[169] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
[170] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
[171] 3/Âl-i İmrân, 159
[172] 16/Nahl, 125
[173] 4/Nisâ, 63
[174] 21/Enbiyâ, 105
[175] 8/Enfâl, 39
[176] 8/Enfâl, 42
[177] 36/Yâsin, 70
[178] 6/En’âm, 163
[179] 7/A’râf, 59, 65, 73, 85; 11/Hûd, 50, 61, 84…
[180] Ebû Dâvud, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; Buhârî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime 17
[181] 33/Ahzâb, 39
[182] 3/Âl-i İmrân, 103
[183] 15/Hicr, 91, 92
[184] 23/Mü’minûn, 52, 53
[185] 6/En’âm, 159
[186] 8/Enfâl, 46
[187] 8/Enfâl, 73
[188] 2/Bakara, 143
[189] 13/Ra’d, 11
[190] Enfâ, 53
[191] Mehmet Pamak, “Siyasal Sistem Değişimi Sosyal Değişimin Sonucudur”, Haksözhaber, 19.03.2009
[192] 12/Yûsuf, 40
[193] 109/Kâfirûn, 1-6
[194] 17/İsrâ, 81
[195] 6/En’âm, 116
[196] 2/Bakara, 213
[197] 35/Fâtır, 24
[198] 22/Hacc, 78
[199] 25/Furkan, 26-29
[200] Bk. 2/Bakara, 165-167
[201] 4/Nisâ, 115
[202] Buhârî, Âhâd 1; Müslim, İmâre 39-40
[203] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bk. 7/A’râf, 38
[204] 49/Hucurât, 2
[205] 49/Hucurât, 1
[206] 33/Ahzâb, 6
[207] 33/Ahzâb, 53
[208] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 59-91
[209] 51/Zâriyât, 56
[210] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
[211] 21/Enbiyâ, 25
[212] 16/Nahl, 36
[213] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21
[214] 33/Ahzâb, 39
[215] 5/Mâide, 67
[216] 14/İbrahim, 1
[217] 3/Âl-i İmrân, 64
[218] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...
[219] 16/Nahl, 36
[220] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246
[221] 16/Nahl, 125
[222] 38/Sâd, 86
[223] 2/Bakara, 258
[224] 12/Yûsuf, 108
[225] Bk. 4/Nisâ, 59
[226] Bk. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
[227] Bk. 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256
[228] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[229] 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256 vb.
[230] 16/Nahl, 36
[231] 21/Enbiyâ, 25
[232] 2/Bakara, 256
[233] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. 2/871
[234] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, s. 245
[235] 16/Nahl, 36
[236] 4/Nisâ, 76
[237] 4/Nisâ, 60
[238] 4/Nisâ, 60
[239] İbn Kesir, Tefsir, 1/519
[240] 16/Nahl, 36
[241] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 316-317
[242] 2/Bakara, 256
[243] Mehmet Pamak, Tağutu Reddetmek ve Laik Partileşme Sınavı, Ma’ruf Y., s. 44-46
[244] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, İnsan Y., c. 1, s. 202
[245] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
[246] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, Hikmet Y., c. 3, s. 269
[247] Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikati, Saff Y., s. 57
[248] 16/Nahl, 36
[249] 4/Nisâ, 60
[250] 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562
[251] Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118
[252] Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 2/232
[253] 3/Âl-i İmrân, 104
[254] Elmalılı, a.g.e., II/1155
[255] 3/Âl-i İmrân, 110
[256] Müslim, İman 78; Tirmizî Fiten 1I; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
[257] Ebû Dâvûd, Melâhim 16; Tirmizî, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388
[258] 5/Mâide, 78-79
[259] bk. 9/Tevbe, 67
[260] Tirmizi, Fiten 9
[261] Meselâ bk. 7/A'râf, 163 vd.
[262] Kenzü'l Ummâl, II/141 vd.
[263] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/144
[264] 5/Mâide, 105
[265] 59/Haşr, 7
[266] Bk. 2/Bakara, 44
[267] 2/Bakara, 44
[268] 16/Nahl, 125; 20/Tâhâ, 43
[269] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü
[270] Taberânî
[271] 31/Lokman, 17; Sait Kızılırmak, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 98-99
[272] 3/Âl-i İmrân, 104
[273] 3/Âl-i İmrân, 110
[274] 9/Tevbe, 71
[275] 22/Hacc, 41
[276] Tirmizî, Fiten 9, Hadis no: 2169
[277] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 384-385
[278] 3/Âl-i İmrân, 104
[279] 3/Âl-i İmrân, 110
[280] 7/A'râf, 157
[281] 31/Lokman, 17
[282] 22/Hacc, 41
[283] el-Münzirî, Terğîb ve Terhîb, Terc. A. Muhtar Büyükçınar, A. Arpa, D. Pusmaz, A. Yücel İyiliği Emir ve Kötülükten Nehiy Bölümü 28 Sayılı Hadis; Tirmizi'de, Birr ve Sıla 13
[284] İbn Mâce, Fiten 20
[285] Tirmizi, Fiten, 9
[286] N. Çağatay, İ A. Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, 112
[287] Kâşif'ul-Gıta, Caferî Mezhebi, terc. A. Gölpınarlı, 69; Zübeyr Yetik, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 98-99
[288] 16/Nahl, 83
[289] 23/Mü’minûn, 69
[290] 3/Âl-i İmrân, 104
[291] 3/Âl-i İmrân, 110
[292] 9/Tevbe, 71
[293] 5/Maide, 78-79
[294] 20/Tâhâ, 132
[295] 31/Lokman, 17
[296] 9/Tevbe, 67
[297] 2/Bakara, 44
[298] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
[299] Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey'at 37
[300] Buhârî, Şirket 6
[301] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 1
[302] Buhârî, Mezâlim 22; Müslim, Libas 114
[303] 5/Mâide, 78-81
[304] Ebû Dâvud, Melâhim 17
[305] Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
[306] Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, I/158
[307] Buhârî, Bed’u’l-Halk 10, Fiten, 17, h. no: 46; Müslim, Zühd 7, 51, h. no: 51 (2989); Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205,206, 207, 209
[308] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
[309] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
[310] Müslim, İmâre 63
[311] Müslim, Zekât 16, Ebû Dâvud, Zekât 60; Buhârî, Edebu’l-Müfred, I/245
[312] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
[313] Tefsir-i Kebir, II/482
[314] Tirmizi, Fiten 9
[315] 24/Nûr, 21
[316] 29/Ankebût, 45
[317] 3/Âl-i Imran, 104, 110, 114; 9/Tevbe, 71; 22/Hacc, 41
[318] 16/Nahl, 90
[319] 24/Nûr, 21
[320] 16/Nahl, 90
[321] 5/Mâide, 105
[322] İmam Gazâlî, İhyâû Ulümi'd-Dîn, Terc. Ali Arslan, İstanbul 1972, V, 325, 326
[323] 9/Tevbe, 71
[324] 5/Mâide, 78, 79
[325] Müslim, İman, 20
[326] 49/Hucurât, 12
[327] 2/Bakara, 189
[328] 24/Nûr, 27
[329] Gazâlî, a.g.e., V, 390, 391
[330] 21/Enbiyâ, 67
[331] Gazâlî, Zübdetü İhyâ-i Ulûmiddin, (Terc. Ali Özek), İstanbul 1969, s. 286 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İsl Ans, c. 4, s. 360-362
[332] 7/A’râf, 54
[333] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
[334] Ali Korani, Toplumsal Yozlaşmaya Engel Olmak, İhtar Y.
[335]50/Kaf, 17-18
[336]31/Lokman, 19
[337] 6/En’âm, 108
[338] 20/Tâhâ, 44
[339] 9/Tevbe, 113-114
[340] 48/Fetih, 29
[341] 5/Mâide, 54
[342] 60/Mümtehıne, 4
[343] 18/Kehf, 29
[344] 6/En'âm, 74
[345] 19/Meryem, 44
[346] 19/Meryem, 45
[347] 3/Âl-i İmrân, 119
[348] 49/Hucurât, 7
[349]3/Âl-i İmrân, 32; 30/Rûm, 45
[350] 3/Âl-i İmrân, 57, 140; 42/Şûrâ, 40
[351] 16/Nahl, 23
[352] 5/Mâide, 87; 7/A'râf, 55
[353] 2/Bakara, 190
[354] 2/Bakara, 205
[355] 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77
[356] 4/Nisâ, 107; 22/Hacc, 38; 8/Enfâl, 58
[357] 28/Kasas, 76
[358] 4/Nisâ, 36; 31/Lokman, 18; 57/Hadîd, 23
[359] 6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31
[360] 2/Bakara, 276
[361] 25/Furkan, 77
[362] 2/Bakara, 275
[363] 2/Bakara, 278-279
[364] 9/Tevbe, 24
[365] 33/Ahzâb, 6
[366] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
[367] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
[368] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
[369] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
[370]Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[371] Buhârî, İman 22
[372] Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
[373] 60/Mümtehıne, 4
[374] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[375] 21/Enbiyâ, 53-54
[376] 21/Enbiyâ, 66-67
[377] 3/Âl-i İmrân, 68
[378] 68/Kalem, 8-16
[379] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
[380] 9/Tevbe, 28
[381] 7/A'râf, 179
[382]2/Bakara, 171
[383]8/Enfâl, 22
[384]10/Yûnus, 100
[385]6/En’âm, 125
[386]7/A’râf, 148
[387]7/A’râf, 150
[388]S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265
[389]4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72
[390]6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147
[391]5/Mâide, 78-80
[392]20/Tâhâ, 97
[393] 17/İsrâ, 73-75
[394]69/Haakka, 44-47
[395] 39/Zümer, 65
[396] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 12/300
[397] 7/A’râf, 150
[398] 20/Tâhâ, 86
[399] 39/Zümer, 23
[400] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
[401] Buharî, İman 39
[402] Müslim, İman 20
[403] 4/Nisâ, 140
[404] Bak. 7/A'râf 157; 9/Tevbe, 71; 31/Lokman, 17; 3/Âl-i İmran, 110; 16/Nahl, 90.
[405] Tirmizi, Fiten 9
[406] Müslim, İman 80
[407]19/Meryem, 59
[408] 2/Bakara, 165
[409]13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49
[410]Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
[411]3/Âl-i İmrân, 69
[412]Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
[413]İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741
[414]9/Tevbe, 107-108
[415]72/Cinn, 18
[416]72/Cinn, 18
[417]9/Tevbe, 18
[418]9/Tevbe, 17
[419]2/Bakara, 114
[420]Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
[421]2/Bakara, 114
[422]bkz. 9/Tevbe, 107
[423]9/Tevbe, 108
[424]Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84
[425]24/Nûr, 55
[426]28/Kasas, 5-6
[427]2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
[428]9/Tevbe, 28
[429]9/Tevbe, 17-18
[430]Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y. s. 33-35, 48-49
[431]Ebû Dâvud, Salât 63
[432]Tirmizî
[433]Ebû Dâvud
[434]Müslim
[435]Bkz. Hasan Turâbî, Namaz, Risale Y. s. 141-148
[436]4/Nisâ, 141
[437]28/Kasas, 41; 17/İsrâ, 71
[438] 5/Mâide, 67
[439] 7/A 'râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23
[440] 5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra'd, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12
[441] 26/Şuarâ, 214
[442] Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü'n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251
[443] 16/Nahl, 125
[444] el-Kurtubî, el-Câmiu l'i-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167
[445] 70/Müzzemmil, 10
[446] 6/En’âm, 68
[447] 6/En’âm, 108
[448] 41/Fussılet, 33; 11/Hûd, 88; 2/Bakara, 44
[449] 2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53
[450] 16/Nahl, 125
[451] 73/Müzzemmil, 10
[452] 16/Nahl, 125
[453] 25/Furkan, 52
[454] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100
[455] 9/Tevbe, 113
[456] 28/Kasas, 56
[457] Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222
[458] 20/Tâhâ, 43, 44
[459] 7/A'râf, 164
[460] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34
[461] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313
[462] Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157
[463] Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21
[464] 36/Yâsin, 21
[465] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143
[466] 12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34
[467] 46/Ahkaf, 15
[468] 18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25
[469] 2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124
[470] 19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67
[471] 18/Kehf, 61
[472] 33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26
[473] 4/Nisâ, 63
[474] 5/Mâide, 67
[475] 7/A’râf, 62
[476] 7/A’raf,/68, 79, 93
[477] 33/Ahzâb, 39
[478] 6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48
[479] 88/Ğâşiye, 21-24
[480] 3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.
[481] 25/Furkan, 52
[482] 20/Tâhâ, 43-44
[483] 7/A’râf, 164
[484] 16/Nahl, 125
[485] 36/Yâsin, 21
[486] Müslim, Cihad 3, Hadis no: 1733; Buhârî, Meğâzî 60, İcâre 8; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 679-683
[487] 3/Âl-i İmran, 104
[488] 16/Nahl, 125
[489] Buhârî, Ahkâm 43; Müslim, İman 22
[490] Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 281-282
[491] 66/Tahrim, 8
[492] 7/A’raf, 62
[493] 7/A’raf, 68
[494] 11/Hûd, 34
[495] 7/A’raf, 79
[496] 7/A’raf, 93
[497] 12/Yusuf, 11; 28/Kasas, 20
[498] 28/Kasas, 12
[499] 7/A’raf, 20-21
[500] Müslim, İman 95, Hadis no: 55; Ebû Dâvud, Edeb 67, Hadis no: 4944; Dârimî, Rikak 41, Hadis no: 2757; Buhârî, İman 43
[501] nak. Hucciyyetü’s Sünne, s: 71
[502] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 485-487
[503] 2/Bakara, 256
[504] 11/Hûd, 87
[505] 3/Âl-i İmrân, 104
[506] 16/Nahl, 125; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 305-307
[507] 16/Nahl, 2
[508] 14/İbrahim, 52
[509] 6/En'âm, 19
[510] 14/İbrahim, 44
[511] 46/Ahkaf, 21
[512] 89/Fecr, 6-14
[513] 74/Müddessir, 1-2
[514] 26/Şuarâ, 214
[515] Buhâri, Tefsir Sure 111/1-2
[516] 5/Mâide, 19
[517] 41/Fussılet, 13
[518] 78/Nebe', 40
[519] 2/Bakara, 6
[520] 10/Yûnus, 101
[521] 36/Yâsin, 10-11
[522] 35/Fâtır, 18
[523] 36/Yâsin, 11
[524] 35/Fâtır, 28
[525] 79/Nâziât, 45
[526] 20/Tâhâ, 3
[527] 6/En'âm, 51
[528] 66/Tahrim, 6
[529] 8/Enfâl, 25
[530] 2/Bakara, 48
[531] 2/Bakara, 6
[532] 35/Fâtır, 28; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 90-91
[533] 20/Tâhâ, 44
[534] Bk. 5/Mâide, 54
[535] 33/Ahzâb, 39
[536] 26/Şuarâ, 214
[537] 14/İbrahim, 44; 10/Yûnus, 2
[538] İbn Kesir, Çağrı Y. 2/180
[539] 2/Bakara, 6
[540] 74/Müddessir, 2
[541] 26/Şuarâ, 214
[542] 5/Mâide, 67
[543] 16/Nahl, 9
[544] 14/İbrahim, 12
[545] 76/İnsan, 3
[546] 13/Ra’d, 7
[547] 35/Fâtır, 24
[548] 16/Nahl, 36
[549] 15/Hıcr, 10
[550] 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134
[551] 4/Nisâ, 165
[552] 5/Mâide, 19
[553] 16/Nahl, 35-36
[554] 40/Mü’min, 78
[555] 33/Ahzab, 40
[556] Mevdûdi, Tefhimü’l Kur’an, insan Y., c. 4, s. 480-481
[557] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 3, s. 675
[558] 26/Şuarâ, 208-209
[559] 6/En’âm, 131
[560] 17/İsrâ, 15
[561] 6/En’âm, 130
[562] 20/Tâhâ, 133, 134
[563] 36/Yâsin, 6
[564] 6/En’âm, 131; Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Toplumlar, 47
[565] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitabu'l-Emval, Mısır 1968, s. 711; İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ, Kahire 1358, III,192.
[566] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilatı, Ankara 1975, s. 11-13
[567] Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, Beyrut 1978, s. 240
[568] bk. Mansur b. Seyyid Ali, Nisâbu'l-İhtisâb, İsparta Halil Hamit Paşa Küt. Yaz. vr. 90-91
[569] 3/Âl-i İmrân, 110-114; 9/Tevbe, 71
[570] Hacr Halîfe (Kâtib Çelebi), Keşfu'z-Zünûn an Esâmi'l-Kütüp ve'l-Fünûn, nşr. Ş. Yalıkaya-Kilisli Rifat Bilge, İstanbul 1941, I,15
[571] Müslim, İmân 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İmân 171
[572] 22/Hacc, 41
[573] İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb fî Ma'rifeti'l-Ashâb, Mısır 1328, IV, 341
[574] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Vakfıyeler Tasnifi, nr. 162/5
[575] Evliya Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul 1314, I, 120
[576] Mecelle-i Umur-ı Belediye, İstanbul 1922, I, 327
[577] Kazıcı, a.g.e. s. 34-35
[578] Ziya Kazıcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 443-444
[579] 3/Âl-i İmrân, 110-114; 9/Tevbe, 71
[580] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbu'l-Emvâl, Mısır 1968, s. 711; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Kahire 1358, III,192; İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb, Mısır 1328, IV, 341.
[581] R. Levy, "Muhtesib" İA, VIII, 532
[582] Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l İslâm, Kahire 1964, I, 489; bk. Kazıcı, a.g.e., s. 14-16
[583] Bu maddelerin geniş açıklaması için bk. Taşköprüzâde İsameddin Ahmed Efendi, Mevzuatu'l-Ulüm, Trc. Kemaleddin Mehmed Efendi, İstanbul 1313, II, 570; Haydarîzâde İbrahim, "Emr bi'l-ma'rûf ve Nehy ani'l-Münker" Sebilürreşâd 1336 XV/370, 109
[584] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesaî, İman 17
[585] Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, s. 51-52
[586] Mevzuatu'l-Ulûm, II, 576-77
[587] Ziya Kazıcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 265-266
[588] Nevevî, Şerhu Müslim, II/231
[589] 3/Âl-i İmrân, 104
[590] Keşşaf Tefsiri, I/452
[591] Mevdûdi, Tefhimü’l Kur’an, insan Y., c. 4, s.410
[592] 7/A’raf, 38
[593] 38/Sâd, 61
[594] 33/Ahzab, 30-32
[595] 40/Mü’min, 46-47
[596] 34/Sebe’, 31-33
[597] 28/Kasas, 63
[598] 7/A’râf, 86
[599] 7/A’râf, 90
[600] 10/Yûnus, 83
[601] 9/Tevbe, 34
[602] 11/Hûd, 116
[603] 14/İbrahim, 28
[604] 5/Mâide, 63
[605] 2/Bakara, 48
[606] 2/Bakara, 174
[607] 2/Bakara, 159
[608] 3/Âl-i İmran, 187
[609] 3/Âl-i İmran, 78
[610] 96/Alâk, 1
[611] 96/Alâk, 11-12
[612] 3/Âl-i İmrân, 159
[613] E. Osman Kaan
[614] 2/Bakara, 214
[615] 2/Bakara, 156
[616] Gulam Ali Haddad Âdil, Çıplaklık Kültürü/Kültürel Çıplaklık
[617] 2/Bakara, 195
[618] 47/Muhammed, 7
[619] 2/Bakara, 250
[620] 2/Bakara, 185; 25/Furkan, 1
[621] 8/Enfâl, 29
[622] 4/Nisâ, 105
[623] 2/Bakara, 257
[624] 13/Ra’d, 11
[625] 47/Muhammed, 7
[626] 3/Âl-i İmrân, 139
[627] 4/Nisâ, 136
[628] 31/Lokman, 13
[629] 9/Tevbe, 71-72
[630] 6/En’âm, 155
[631] 49/Hucurât, 10
[632] 17/İsrâ, 11
[633] 13/Ra’d, 11
[634] Ebu Hayan el- Endülüsi, El-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992, C.6, s.363
[635] İbn Cerir-et Taberi, Cami’ul Beyan, Darul Fikr, Beyrut, 1999, C.8, s.159; Muhammed el- Emin bin Muhammed el- Muhtar, Edvau’l Beyan, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, 1992, s.86.
[636] İbn Kesir, Tefsiru-l Kuran’il Azim, Meüessetü Kurtuba,Kahire, 2000, C.8, s.119
[637] 4/Nisâ, 105
[638] bk. 47/Muhammed, 7
[639] 7/A’râf, 5
[640] 17/İsrâ, 16
[641] 29/Ankebût, 28-29
[642] 6/En’âm, 44
[643] 16/Nahl, 112
[644] 2/Bakara, 85
[645] 24/Nûr, 63
[646] 11/Hûd, 116
[647] 11/Hûd, 84-86
[648] 16/Nahl, 36