Önsöz
Bismillâh, el-hamdu lillâh ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ Rasûlillâh.
Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla... Hamd olsun âlemlerin Rabbine. Salât ve selâm O’nun rasûlüne. Duâlar da O’nun dosdoğru yolunu izleyenlere...
Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için de gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına -insan istemese bile- depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Beyinle kalp arasında sanıldığından fazla irtibat vardır. Kur’an, aklı kullanıp düşünmenin mekanik beyinle değil; imanın yönlendirdiği kalple olabileceğini ısrarla vurgular. Bilinmesi gerekenlerin başında gelen “Allah”ı hakkıyla bilemeyen veya bildiğini sadece O’na kullukla isbat edemeyenlere düşünmeyen câhil der Kur’an. Ve bu câhillik; beyin, gönül ve diğer organların fıtrat istikametinde görevlerini yapmaması demektir.
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında bu cehâlet/câhiliyye vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Dört değil, on dört taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir. Kabul ve reddedilmesi gereken bu inanç esaslarını öğreten ilim dalı da, İslâm Akaididir.
Konuyla ilgili kitapların sayısı gözden geçirilince, Akaidle ilgili eserlerin yeterli olmadığı sonucuna varılabilir. Piyasada bulunan Akaid kitaplarının önemli bir bölümünün de, çok eski dönemlerde kaleme alınan eserler olduğu görülmektedir. Bu kitapların hemen hepsi bir mezhep akaidi özelliğinde olduğundan, farklı mezheplerin görüşlerini çürütecek antitez tavırlar ve bugün için gereksiz tartışmalar, Akaidi ilgilendirmeyen bazı felsefî konular içermesi yönüyle daha çok “Kelâm” kitabı mâhiyetindedirler. Dil ve anlatım yönünden kolay anlaşılabilir, içerdiği konular yönüyle gereksiz tartışmalardan uzak, tevhid ve şirkin güncel yansımalarına ışık tutacak mâhiyette İslâm Akaidi kitaplarının sayısı çok azdır.
Bir adı da “Tevhid İlmi” olan “Akaid”le ilgili eserlerin kiminde, gereksiz tartışma ve ayrıntılar tevhid kavramını gölgelemiş, mezhep tartışmaları, kelâmî düşünceler ve beşerî yorumlar öne çıkmıştır. Bununla birlikte tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esasları, güncel itikadî problem ve sapmalar yeterli şekilde gündeme gelmemiştir. Akaid, sadece inanılması gereken esasları değil; aynı zamanda reddedilmesi gereken esasları da düzenler. Ama unutulmamalı ki, reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğutî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle İslâm Akaidi, beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı İslâm Akaidini öğrenip inanmak ve hayata geçirmeye çalışmak tüm müslümanların hedefi olmalıdır.
Akaid dersi okuyan, okutan kimseler, Akaid kitaplarındaki beşerî yorumlar ile İlâhî iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıdırlar. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. Akaid, kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Akaid ilmi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
İşte bu düşüncelerden hareketle diyebiliriz ki, özellikle genç kardeşlerimizin ve cemaat halinde Akaid dersi yapan tevhidî duyarlılığa sahip kimselerin rahatlıkla anlayabileceği ve İslâmî eğitim çalışması yapan gençlerin ihtiyacını karşılayabileceği alternatif ders kitabı şeklinde bir esere ihtiyaç vardır ve bu âcizâne çalışma, bu ihtiyaca cevap verebilmek arzusuyla kaleme alınmıştır.
Akaidle ilgili eserlerde genel kabul görse de, Kur’anî esaslara ters düşen hususlara yer verilmemiş, Kur’an’da olmayan ve vahiyle sağlaması yapılamayan bir konunun akaid konusu olmadığı anlayışıyla hareket edilmeye çalışılmıştır. Konuların yaşanılan hayatla irtibatı kurulmaya çalışılmış, imanı zedeleyebilecek tutum ve görüşler eleştirel bakışla ele alınmıştır. Kişisel okumalar yanında, eğitim çalışması yapan genç müslümanların da yararlanabilmesi için konular üniteler halinde değerlendirilmiş, gereksiz detaylardan kaçınılmaya gayret edilmiştir.
Akaid açısından günümüzü ve yaşadığımız coğrafyayı yorumlayıp tanıtmayı ve inançla ilgili problemleri gündeme getirip doğrusunu işaret etmeyi temel görev bildim. Günümüz ortamında akaid yönünden ciddi bir değeri kalmayan, zaman aşımıyla önemini yitirmiş konuların yerine, günümüzün problemlerini ve ihtiyaçlarını ele almaya çalıştım. Yaşayan güncel câhiliye ve sapıklığın inanç yönüyle insanımıza olumsuz etkisini kırmak için, bâtılları bâtıl olarak yeterince tanımak gerekiyor. “Lâ” diyerek reddetmemiz gereken çağdaş sapmalara dikkat çekmek ve bu konuda çevremizden örnekler vermek gerekiyordu. Üniteleri tesbit edip içini doldururken “lâ ilâhe illâllah” esprisi içinde konuları ele almaya çalıştım.
Okul ders kitaplarındaki kuru ve sıkıcı anlatıma benzemeyecek şekilde; mesaj verecek, hikmetini açıklayacak tarzda konuları işlemeye çalıştım. Sadece kuru bilgi vermek değil, okuyucuya şuur vermek veya bilincini canlı tutmak amaçlarımızdan biri idi. Konuların sıralanışında da benzer hassâsiyet gösterildi. Önce tevhid, şirk gibi konular işlendi. Çünkü bu konular yeterince ve doğru olarak öğrenilmeden akaidin diğer konuları da yarım, tevhidî bilinçten uzak şekilde yanlış ve eksik anlaşılıp yorumlanabilirdi.
Bazı kelimelerin imlâsı konusunda, belki kimi okuyucuların yadırgayacağı tarzda, gerekli gördüğüm “a” ve “i” harflerinin üzerine uzatma işareti koymayı tercih ettim. İnternetin ve telefon mesajlarının da etkisiyle Arapçadan dilimize girmiş olan çok sayıda kelimenin telaffuzunun bozulduğuna şâhit oluyoruz. “Din”in amaç, “dil”in araç olduğundan, güzel amaca ancak güzel araçlarla gidilebileceğinden yola çıkarak, özellikle Kur’an kelime ve kavramlarının doğru okunmasını sağlamak için özel gayret sarfetmeyi gerekli gördüm. Bunun yollarından birinin de Arapça ve Farsça’dan dilimize geçmiş bazı kelimelerin aslına uygun şekilde okunup telaffuz edilmesi için (her ne kadar harflerin üzerine uzatma ve inceltme görevi yapan işaret kalktı diye yarı resmî hatırlatmalar olsa da) uzatma işaretini alışılmadık biçimde sık kullandım. Çünkü çoğu okuyucunun uzatma konulmayan kelimelerde gerekli yeri uzatmadan okuduklarına, dilin gerçekten bozulduğuna üzülerek şâhit oluyoruz.
Bakış açısı olarak Kur’an’la sağlaması yapılamayan ihtilâflı hususları akaid konusu olarak kabul edemediğim için kitaba almadım. Elinizdeki bu eser, insanımıza tevhidî bir iman, tevhidî bir şuur, tevhidî bir bakış açısı, tevhidî bir dünya görüşü, tevhidî bir yaşayış ve ahlâk kazandırma gayretine yönelik kaleme alınmıştır. Bu uğurda kitap, karınca kararınca da olsa katkıda bulunabilirse, okuyuculardan tek bir kişi bile bu kitap sâyesinde tevhidî bilince ulaşırsa, dünyevî amacına ulaşmış demektir; uhrevî ve esas amaç ise Allah’ın rızâsı.
Kur’an dışında hiçbir kitap hatasız değildir. Gerek matbaa hatası da denilen teknik, imlâ ve tashih hataları, gerekse şahsımdan kaynaklanan değişik hatalar için okuyucunun hoş görüsüne sığınmıyor; hoş görülmeyip düzeltilmesi için bize uyarılarda bulunarak yardımcı olmasının her okuyucunun hem hakkı ve hem de görevi olduğunu ifade ediyorum. Yanlışlarımızı doğru bir üslûpla bize hatırlatacaklara şimdiden duâlar ve teşekkürler ediyorum. Hatalar bize, doğrular ve güzelliklerse Rabbimize ve O’nun dinine âittir.
“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesâba çekme (affet).
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.
Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma.
Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.
Sen bizim Mevlâmızsın. Tek ve gerçek dostumuzsun.
Kâfir kavimlere/toplumlara karşı bize yardım et.”[1]
Tüm câhiliyye düşünüş, inanış ve yaşayış biçimini terk edip hayatın her alanına tevhidî ilkeleri hâkim kılma gayretinde bulunan müslümanlara duâlar ediyorum... Tevhidi tüm anlam ve kapsamıyla dosdoğru anlayıp tüm cepheleriyle hayatına geçirmeye çalışan ve diğer insanları buna dâvet edip, mücadelesini sadece tevhid düşmanlarına yönelten muvahhid mü’minlere selâm olsun!
Ahmed KALKAN
Ümraniye, Ocak 2017
BİRİNCİ BÖLÜM
Tevhid ve Tevhidi Bozan Hususlar
Akaid Usûlümüz
- Akaid Nedir, Akaidin Sözlük ve Terim Anlamları
- Akaid İlminin Konusu
- Akaid İlminin Önemi ve Gayesi
- Akaid Usûlü(müz)
- Akaidde Ölçü (İslâm İnançlarının Kaynağı -Delili-)
- İnanç Esaslarının Değişmezliği
- Âhad Haber Akaidde Delil Olmaz!
- Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Haber-i Vâhide (Âhad Habere) Bakışları
- Kur’an’a, Sünnete ve Hadislere Bakışımız
- Kur’an Dışı Vahy Yoktur, Hadislere Vahy Denilemez
- Kur’an Dışındaki Rivayetlere (Hadislere ve Sünnete) Niçin Vahiy Denilmemeli?
- Rasulullah’ın Hüküm Koyması
- Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?
- Rasûl’e İtaat Gerekir, Ama Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü
- Nebî Kavramıyla İtaatin İstendiği Hususunda Âyetlerden Deliller
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
- Akaid’le, İnançla İlgili Yanlışlar ve Nedenleri
- Akaide Giren Kur’an Dışı İnançlara Örnekler
- Halkımız ve İslâmî Duruş
Akaid Nedir?
Akaidin Sözlük ve Terim Anlamı
İslâm inanç esaslarını konu edinen ilim dalına hicrî ikinci ve özellikle üçüncü asırdan bu yana genel kabul görmüş şekliyle Akaid denmektedir. Aslında akaid ve onun tekili olan akîde kelimesi Kur’an’da geçmemekte, sünnette iman esasları yerine kullanılmamaktadır. Tâbiîn döneminde “Fıkhu Ekber” de denilen bu ilme “ilmu’t-tevhid” de denilir. Ve bize göre en doğru adlandırma da bu sonuncusudur. Akaid yerine Tevhid İlmi veya İman Esasları, İslâm İnanç Sistemi gibi adlardan birinin bu ilim dalı için kullanılması hem işin aslını ifade etmesi, hem de günümüz insanının içeriğini anlaması yönüyle daha uygundur. Önce iman esaslarının ruhu, yani şuur veren canlılığı yok edilmiş, sonra içeriğinin Kur’an’a tümüyle dayanıp ona uyma şartı aranmayıp felsefeden etkilenen, mevcut düzenleri rahatsız etmeyecek şekle büründürülen bu ilmin isminin de cismine uyması şeklinde iman akaide dönüştürülmüştür.
Sözlük anlamı olarak Akaid, düğümlemek anlamına gelen akd kökünden türemiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyen i’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına gelir. O halde Akîde gönülden bağlanılan şey demektir.
Terim olarak akîde: İslâm Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.
Bu tanımda geçen inanılması gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, âhiret hayatına, kaza ve kadere, Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir. Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir.
Akaid İlminin Konusu
Akaid’in konusu İslâm’da inanılması ve reddedilmesi gereken esaslardır. İslâm akîdesini oluşturan konular, Kur’ân-ı Kerim’de farklı yorumlara gerek bırakmayacak şekilde açık ve kesin olarak yer alan hükümlerdir. Meselâ, Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, kitaplar, peygamberler, âhiret, küfür, şirk, münâfıklık vs. ile ilgili, Kur’an’da anlamı açık ve kesin hüküm ifâde eden âyetler akaid ilminin konusudur.
Akaid İlminin Önemi ve Gayesi
Akaid, İslâm dininin temelidir. İslâm dinini bir yapı olarak düşündüğümüzde, bu yapının temelini akaid oluşturur. Nasıl ki, bir binanın temeli olmadan yükselmesi, ayakta durması, sarsıntılara dayanması mümkün değilse, Akaid ilmi olmadan da İslâm binasının yükselmesi, müslümanın inancının sağlam olması mümkün değildir.
İnsanın hayata bakışı, dünya görüşü ve davranışlarının tümü inancıyla alâkalıdır. Bu yüzden müslümanların ve müslüman fert ve ailelerden meydana gelen İslâm toplumunun sağlam bir akîdesi olmalıdır.
Akaid ilmi sayesinde müslüman;
Neye, niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir.
Ancak sağlam bir akaid bilgisi sayesinde insan, imanını taklîdden kurtarabilir.
Bu bilgi ve köklü inanç sayesinde, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir.
Bâtıl ve bid’at ehlinin görüş ve itirazlarına karşı, kendi inanç esaslarını savunabilir.
Diğer din mensuplarının yıkıcı yayınlarına karşı İslâm dininin inanç sistemini savunur. Meselâ; Hristiyanların Allah hakkındaki teslis (baba-oğul-kutsal ruh) inancına karşı, tek ilâh inancını ortaya koyar.
İnancı sağlam olan bir insan, dünya ve âhiret ile ilgili tüm işlerini İslâm’a uygun bir şekilde yapacaktır. Sağlam ve kâmil inanç, kalpte pasif bir şekilde yer tutmaz; aksine mutlaka inanç sahibinin yaşayışını yönlendirir.
İşte akaid ilminin temel gayesi, insanı inanç ve davranışta İslâm’laştırarak dünya ve âhiret saâdetine kavuşturmaktır. En önemli gayelerinden biri, yukarıda belirtildiği gibi, İslâm inancını her türlü sapık ve yıkıcı fikirlerden, bâtıl düşünce ve hurâfelerden korumaktır. Ayrıca inandığı halde bazı şüpheleri olan insanları bu şüphe ve tereddütlerinden kurtarmaktır.
Akîde, İslâm Dini’nin temeli olduğundan; dinin sağlamlığı, bu temelin sağlamlığına bağlıdır. Bu temelin sağlamlığı da kişiye cennet yollarını açar. Dünyanın huzur ve saâdetle dolması da ancak iman sayesindedir. İman etmek, huzur ve mutlulukla dolmak demektir. İmanlı insanlardan meydana gelen toplum da her devirde asr-ı saâdeti yaşayan, saâdeti asra taşıyan bir toplumdur.
Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Tevhidî imana sahip olamayanlar; maddeye, eşyaya, mala, çevreye, dünyaya, zaaflara, şeytana, tâğutlara, egemen güçlere, nefse, hevâ ve hevese... görünmez zincirlerle bağlı ve bağımlıdırlar; özgür değillerdir. Kölenin kölesi, kulun kulu, âcizin emrindeki zavallıdır onlar.
Akaid Usûlü(müz) Akaidde Ölçü
(İslâm İnançlarının Kaynağı -Delili-)
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu, iman etmekle mükellef bulundukları Kur’an âyetleridir.
Hükümler, zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de konuyla ilgili ifâdenin açıklığı ve netliği yönünden olmalıdır.
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir.
Müslümanın akaidi Kur’an’a dayanmalıdır.[2] Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. İman esaslarını Rabbimiz Kitabında açıklamıştır; biz Kur’an’ın bütün âyetlerine, bütün hükümlerine iman ederiz; İman etmemiz zorunlu olan bir konunun Kur’an’da yer alması gerekir. Kur’an’da yer almayan bir konu iman esası olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. İmanî esaslar, peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inanç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bütün peygamberlerin ortak inancı olan iman esaslarının herhangi bir peygamber tarafından konulmuş veya ilave edilmiş olması elbette mümkün değildir. İnanç esasları konusunda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir. Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır.8 Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir: “Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.”[3]
“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?”[4]
“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”[5]
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.”[6]
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” [7]
Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
“Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka birşeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz.” [8]
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.” [9]
“Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” [10]
Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü’minleri zannın çoğundan sakındırmıştır: “Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”[11] İtikada ait zanlar, ulûhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar, haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişliklikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Akaidi Belirleyen Kur’an’dır.
Yani, akaidde ölçü/kaynak/delil Kur’an’dır. Çünkü;
Neye İnanıp Neyi Reddetmemiz Gerektiğiyle İlgili Kur’an’dan Hesaba Çekileceğiz.
“Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.”[12]
Kur’an’dan Başka İman Edilecek Başka Bir Söz mü Var ki İman Edilsin?
“Fe bi eyyi hadîsin ba’dellahi ve âyâtihi yu’minûn / İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi hadise/söze iman edecekler?”[13]
“Fe bi eyyi hadîsin ba’dehû yu’minûn / Onlar artık ondan (Kur’an’dan) sonra hangi söze iman edecekler?”[14]
Daha Önce Kitap Nedir, İman Nedir Bilmeyen Rasul, Kur’an’dan Uzaklaşmaması İçin Uyarılır.
“İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur’an’ı), kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun.”[15]
“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.”[16]
Kur’an, İhtilâf Edilen Hususları Açıklamak ve Doğru Yolu Göstermek İçin İndirilmiştir.
“Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak (huden ve rahmeten) indirdik.”[17]
İman Esasları Kur’an’a Dayanmalıdır.
Müslümanın akaidi Kur’an’a dayanmalıdır. (Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir). Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. Peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inanç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bu konuda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir. Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır[18]. Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir.
“Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir.”[19] “Bu Kitâb’ı sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”[20]; “De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı anlatır ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”[21]; “Hüküm ancak Allah’ındır”[22]; “Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.“[23] “Rasûl’ün görevi sadece ve sadece tebliğdir”[24]; “(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır.”[25]; “(Ey Muhammed!) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın…”[26]
Rasûlullah (s.a.s.) Vahye (Kur’an’a) Uymakla Emrolunmuştur.
“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?”[27]
“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”[28]
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.”[29]
“…Andolsun, eğer sana gelen ilimden (Kur’an’dan) sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.”[30]
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…”[31]
Kullarının neye inanması gerektiğine Allah karar verir.
Allah iman esaslarını, bir peygamberine başka, diğerine başka esaslar olarak belirtmez. Peygamberlerine iman esası belirleme yetkisi vererek de her ümmetin iman esaslarının farklı olmasına izin vermez.
İman esasları zamana, yere ve şahsa göre değişmeyeceğinden, Hz. Âdem’den beri aynı iman esaslarına inanılmaktadır.
Peygamberlerin hepsi tevhidi insanlara tebliğ etmişler, tek Allah’a kulluğa insanları çağırmışlardır.
Peygamberimizin âhirette kavminden (ümmetinden) tek şikâyeti Kur’an’ı mehcur bırakıp ondan uzaklaşma olacak38
Zan, Hakikat Bakımından Hiçbir Değer İfade Etmez. Mütevatirin Dışındaki Bütün Hadisler de Zan İçerir.
Peygamberimizin bu rivayetteki kelimelerle bu sözü söylediği ihtimaldir, bu şekilde söylememiş de olabilir. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan hüküm. Bu yönüyle iman kavramıyla eşanlamlı kabul edilmiştir. Kesin tasdik ancak konuyla ilgili kesin bir delilin olmasıyla gerçekleşir. Zira kesin olmayan delil üzerine kesin bir inanç bina edilemez. Onun içindir ki içinde zann olan rivayetler -ki âhad haber de onlardan sayılır- itikad haline getirilemez.
“Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz.”[32]
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.”[33]
Mütevâtir hadislerin akaidde delil olabileceği de yine âlimlerin görüşüdür. Bu görüşe katılmayanlar da vardır. Yani, hakkında bir âyet yoktur. Peygamberimizin bir sözü yoktur.
Mütevâtir hadislerin akaidi belirlemede ölçü olması konusunu biraz açalım: Âlimlerin önemli bir kısmı akaidde mütevâtir hadislerin de aynen Kur’an âyetleri gibi delil olacağını ileri sürerler. Öncelikle, şunu açıklığa kavuşturmak gerekir: Hadis rivayetlerinin hangisi veya hangilerinin mütevatir olduğu ihtilâf ediliyorsa, mütevâtir olduğu mütevâtir olmayan hadisler akaidde nasıl delil olur? Yani, mütevatir olup olmadığı ulemâ arasında kesin olmayan rivayetlerin kimin belirlemesine göre mütevâtir sayılıp sayılmayacağı, ulemadan bazılarının katılmayıp bazılarının mütevâtir olduğunu iddia ettikleri hadis rivayetleri iman esaslarını belirlemede ölçü olmaz.
Mütevâtir haberlerin tanımı konusundaki farklılıklar, haberi getirenlerin sayısı (4, 5, 7, 10, 12, 20, 40, 50, 70, 310, 1400, 1500), sayı gerekmediğini söyleyenler, mütevâtir olarak sunulan bir kısım haberlerin mütevâtir değeri taşıyıp taşımadığı konusundaki ihtilaflardır. İbn Hibban ve el-Hâris gibi hadis âlimlerine göre “mütevâtir hiçbir hadis yoktur.” İbn Salâh’a göre “Men kezibe aleyye…” hadisi, 60 sahâbî rivâyet ettiği için mütevâtir, el-Irâkî’ye göre mestlere meshetme hadisi 60 sahâbî rivâyet ettiği için mütevâtirdir. İbn Hibban ve en-Nevevî’ye göre mütevâtir hadis son derece nâdirdir. İbn Hacer, “mütevâtir hiçbir hadis yoktur” iddiasına muhâliftir. Es-Suyûtî de, İbn Hacer’e katılmaktadır. İbn Teymiye, hâricîlerler savaşılmasını emreden hadislerin mütevâtir olduğunu ileri sürdüğü bilinmektedir. İslâm âlimleri arasında, mütevâtirin tanımı ve ulaşılma yolları konusunda ciddi usûl farklılıkları olduğu açıkça görülmektedir. Mütevâtir olduğu konusunda ittifak edilen bir tek hadis vardır. O da Peygamberimize söylemediği sözü isnad edenlerin cehennemlik olduğuna dair hadis. Bazı araştırmacılar da mütevâtir hadisin hiç bulunmadığını iddia ederler.[34]
Mütevâtir olduğunda ittifak edilen hadis şudur: “Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın.” [35]
Mütevâtir hadisler de akaidi belirler demenin pratik bir karşılığı yoktur. Çünkü mütevatir olduğunda ittifak edilen akaidle ilgili hiçbir hadis rivayeti yoktur.
Akidede İctihad ve Mezhep Olmaz, Olmamalıdır. Onun için ictihada dayalı mezhebî görüşler akideyi bağlamadığı için itikadda mezhep de olamaz. Bütün müslümanların akidesi birdir. İhtilaf ictihadî alanlardadır. Fıkhî konularda ihtilaf ve mezhep farklılığı caizken akidevî konularda mezhep, taklit ve ihtilaf asla caiz değildir. Bugün Müslümanların birbirlerini tekfir edecek kadar önemli gördükleri farklılıklar, akidenin Kur’an’a dayanmaması ve âhad haber başta olmak üzere, akaid âlimlerinin görüşlerinin dinin kendisi gibi, akidenin esası gibi kabul edilmesinden dolayıdır. Müslümanlar akidede kardeştirler. İctihadî ve zannî konulardaki farklılıklar bu kardeşliği bozmaz.
Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Akaid dersi okuyan, okutan kimseler, Akaid kitaplarındaki beşerî yorumlar ile İlâhî iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıdırlar. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. Akaid, kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Akaid ilmi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlmayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.
Kur’an’a ve Kur’an’daki esaslara iman eden hiçbir mü’min, Peygamberimize, Onun söylediği kesin olan sözlere itiraz etmez, kabul etmiyorum demez. Bir mü’min, hem Kur’an’a iman edecek, hem Kur’an’da “itaat edin, hakem kabul edin, örnek alın” denilen Peygamberimizi Kur’an’daki esasları açıklayan sözlerini, hükümlerini kabul etmeyecek, bu düşünülemez. “Senin haddine mi Kur’an’a arzetmek, bunu mezardakiler yapmış, hayatta olan kimselerin ilmi ne ki Kur’an’a arzetsin” demek de karşısındakinden önce Kur’an’a hakarettir. Kur’an anlaşılmaz bir kitap değildir. Kur’an, sadece müctehid seviyesindeki âlimlerin kitabı değildir. Kur’an furkandır, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden kitaptır. Kur’an anlaşılsın diye, ölçü olsun diye indirildi. Her mü’min, kendi kapasitesi oranında Kur’an’ı anlar, anlamaya çalışır. Yanlış çıkarımlar olduğunda âlimler başta olmak üzere diğer mü’minler onun hatasını ilmî şekilde düzeltirler. Bir rivayetin Kur’an tarafından sağlama yapılmasından kimsenin rahatsızlık duymaya hakkı yoktur. Rivayetler Kur’an’a arzedilmeyecek de neye arzedilecek? Hadislerin Buhârî’ye ve benzeri hadis âlimlerine arzedilmesi, onların onayını alınca sahih, onaylarını almayıp bazı hadis âlimlerinin “zayıf” veya “uydurma” dediği için sahih kabul edilmemesi gayet doğal karşılandığı ve usûle uygun görüldüğü gibi; hatta ondan da daha önemli olarak; Furkan olan Allah’ın kitabına arzedilmesi çok daha doğal karşılanmalı ve usûle uygun görülmelidir. Allah’ın kitabından daha doğru bir ölçü mü vardır? Sözlerin en güzeli ve en doğrusu Allah’ın sözü değil midir? Davranışlarımızı, yaşayışımızı, sözlerimizi Kur’an’a arzetmek zorunda değil miyiz? Rabbimiz Kur’an’a uymayan görüş ve inançlardan bizi hesaba çekmeyecek mi? Kur’an’ı temel ölçü kabul edip “geleneği de, hadis rivayetlerini de Kur’an’a arzetmeliyiz. “Peygamberimiz Kur’an’a ters bir söz söylemez” diyenlere, bu sözünden dolayı “hadis inkârcısı!” diyenler de büyük yanlış içindedir. Onlara tepkisel cevap olarak; “siz de Kur’an inkârcısısınız! Kur’an’ın tasvip edip etmemesini önemsemiyor, Kur’an’ı hakem olarak kabul etmiyorsunuz!” diyenler de yanlış içindedir. Bir hadis âlimi, “şu hadis sahih değildir” deyince onun sözü ölçü kabul edilecek, hiçbir şekilde kendisine hadis inkârcısı filan denilmeyecek; fakat, “Âlim yanılabilir, ama Kur’an yanılmaz; âlim mutlak bir ölçü değildir, ama Kur’an mutlak bir ölçüdür diyen suçlanacak; bu ilmîdir, ne insanî ve İslâmî. “Bu rivayet Kur’an’a (ayrıca; akla, ilmî veya tarihî gerçeklere) ters düştüğü için, Kur’an’a göre sahih değildir” denilince, bunun ilmî mütâleasını yapamıyorsa, karşı tarafın delilini çürütemiyorsa o delile teslim olmak düşer. Akaidle ilgili esaslar, üzerinde tartışma yapılacak konular değildir.
Ebû Hanife, hadis rivayetlerini Kur’an’a arzedip Kur’an’a ters düşenleri kabul etmeme konusunda şöyle diyor:
“Tekzip etmek, ancak “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum,” diyen kimsenin yalanlamasıdır. Lâkin bir kimse “Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’ân’a da muhalefet etmedi” derse, bu söz o kimsenin, Hz. Peygamber’i ve Kur’ân-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü, Kur’ân’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber, Kur’ân’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’ân’da şöyle belirtilir: “Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.”[36]
Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’ân’a muhaliftir… Kur’ân-ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına bâtılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber’e değil, nakleden kimseye râcidir. Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber’in, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mâni olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah Teâlâ “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”[37] buyurmaktadır.”[38]
Peygamberimizin rivâyet edilen bu kelimelerle bu sözü söylediği kesin olmayan, Peygamberimizin bu şekilde söylediği zannedilen sözlerin Peygamberimizin sözü olmadığı gerekçesiyle, Kur’an’a ters gördüğü için, uydurma rivayetlerden sakınmak gerekçesiyle ve ondan daha önemli ve eksiksiz, fazlasız, hatasız, yanlışsız ve lâ raybe fîh olan Kitab’ı öne çıkarıp onun ölçüleriyle rivayetleri tartalım.
İnanç Esaslarının Değişmezliği
a) İnanç esasları; zamana, mekâna, kişilere ve toplumlara göre değişmez.
Allah tarafından Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İsa’ya... inanç konusunda ne emredilmişse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de aynı esaslar emredilmiştir. Değişen sadece şeriatlardır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temeli, tevhid inancına dayanır.
Tüm peygamberler gönderildikleri toplumlara, Allah’ın varlığı ve birliğini, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu, âhiret diye bir hayatın varlığını haber vermişler; onları Allah’a kulluk etmeye, kendilerine itaate çağırmışlardır. Peygamberlerin bu ortak çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde ifâde edilir:
“Andolsun biz Nuh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim, dedi; Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur.”[39]
“Andolsun Biz Semud kavmine kardeşleri Sâlih’i, ‘Allah’a kulluk edin’ demesi için gönderdik..”[40]
İbrâhim (a.s.) kavmine dedi ki; ‘Allah’a ibâdet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”[41]
“Şuayb (a.s.) kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah’a kulluk edin, âhiretgününe umut bağlayın.”[42]
“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla göndermedik.”[43]
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan, putlardan sakının’ diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.”[44]
Bütün peygamberlerin ortak mesajı olan bu itikadî esaslar, hem evrensel, hem de çağlar üstüdür. İlk insandan kıyâmete kadar tüm nesiller için her zaman ve her coğrafyada geçerlidir.
Şu halde herhangi bir kişi veya toplum meselâ şunu diyemez: “Kur’an’daki hükümler geçmişte kaldı. Bugünkü modern toplumda din kaidelerinin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Din olsa olsa bir vicdan işi olabilir. Geçmişte putperestlik, içki, kumar, fâiz, zina, yasaklandı; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, infak emredildi ama günümüzde bunların tümü geçerliliğini yitirdi. Çünkü bugün devletin izniyle açılan kumarhaneler, meyhaneler, genelevler, fâizli işlem yapan bankalar var. Kâbe’de hac yapmak yerine, bizim ulularımızı tavaf edip, saygı duruşu yaptığımız tunçtan, altından, gümüşten, bronzdan heykellerimiz, put imalathanelerimiz, tapınmak ve eğlenmek için yapılmış dev alışveriş ve eğlence merkezlerimiz var...”
İşte tüm bu ve benzeri sözleri kâfir olanlar, dinine bağlılığı pamuk ipliğinden daha zayıf olanlar söyleyebilir. Böyle insanlar ve bu insanlardan oluşan toplumlar şahsiyetsiz ve zayıf karakterlidir. Akîdesi sağlam olan bir müslüman ise, bu ve benzeri anlayışların tümünü reddeder. İnancını zamana, zemine ve mekâna göre değiştirmez.
b) İnanç esasları bir bütün olup bölünme kabul etmez. İslâm dininin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek, insanı dinden çıkarır.
Meselâ; “namazla ilgili emirleri kabul ediyorum; fakat fâizle ilgili emirleri kabul etmiyorum. Çünkü şu anda yaptığım ve ileride yapacağım fâizli ticaretime zarar veriyor. Oruçla ilgili hükümleri kabul ediyorum; fakat infak ve zekât ile ilgili hükümleri kabul etmiyorum. Kabul edersem servetimin azalmasından korkuyorum. Hem ben bu serveti kazanırken ihtiyaç sahipleri benimle beraber mi çalıştı?”
“Allah’ın varlığını, birliğini kabul ediyorum; fakat ben içkiden, kumar oynamaktan, zina etmekten, yalan söylemekten, insanları çekiştirmekten, onları birbirine düşürmekten, insanları kandırmaktan vazgeçemem. Bunların hepsi nefsime ağır gelen şeyler. Bu nedenle bu konularla ilgili âyetleri bir kenara bıraksak diyorum.”
İşte tüm bu ve benzeri inanışlar insanı bu dinin dışına çıkarır. Allah Teâlâ bu tür inanca sahip olan insanları Kur’ân-ı Kerim’de kınamakta ve cehennem azâbı ile tehdit etmekte, dinin bir kısmını kabul edip işine gelmeyen kısmını reddedenlere şu hitabı yapmaktadır: “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler.”[45]
Biz, sağlam bir inançla Rabbimizin nefsimize kolay gelen hükümlerini kabul edip uyguluyor olabiliriz. Ama, aynı zamanda, nefsimize ağır gelen İlâhî emir ve yasakları da kabul edip hiçbir ayırım yapmadan yerine getirmeye çalışmalıyız. Burada şu hususa dikkat etmeliyiz: İslâm’ın hükümlerinin tamamını kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için yerine getirmeyen ile; bu hükümleri kabul etmeyip inkâr eden veya alaya alanların durumu bir değildir. Birincisinde insan kâfir olmazken, ikincisinde tereddütsüz kâfir olur. Yani, Allah’a iman eden, İslâm’ın tüm hükümlerini kabul eden, fakat nefsine yenildiği için meselâ içki içen, kumar oynayan insan kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Çünkü bu insan inanmıştır. Yerine getirmediği hükümler için de Allah Teâlâ’ya hesap verecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Zanla bir kimsenin dinden çıktığına hükmetmek büyük yanlıştır, tekfirciliktir. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.
Âhad Haber Akaidde Delil Olmaz!
Âhad haber derken ifade edilen “âhad”, bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber’e (s.a.s) kadar tek râvînin tek râvîden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.[46] Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış râvîler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir râvînin bir başka râvîden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki râvînin iki râvîden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki râvîlerin üç veya daha fazla sayıdaki râvîlerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki râvîlerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayısıyla haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, râvîlerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki râvîlerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.[47]
İbn Haceri’l-Askalânî âhadi, bir râvînin tek başına rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat’ûn (bir kusur ile suçlanmış) veya adaleti tesbit edilememiş râvînin tek başına rivayet ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tarikları mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı ister bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam âlimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii’ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar râvî ile ilgilidir.
Belli başlıları şunlardır: Râvînin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı’ olmaması da şarttır.
Özetle tekrarlayacak olursak İslâm âlimleri çoğunlukla, râvîleri adalet sahibi, isnadında inkıta’ olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte âhadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meselerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zâhirî âlimleri, Kaderiye mensupları, Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mu’tezile, âhad haberlerin her çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”[48]; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez”[49] mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.
Kur’an’a, Sünnete ve Hadislere Bakışımız
1- Kur’an, dinde tek belirleyici ve tek mutlak şâri olan Allah’ın tarihe ve topluma müdahale ederek, vahyin ölçüleriyle iman, akıl, şahsiyet, tasavvur ve hayatı yeniden inşa etmeyi hedeflediği, hak ile bâtılı ayıran bir furkan, karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir hidayet rehberidir. Bu sebeple de dinin belirlenmesinde özne kılınması, merkeze alınması gereken temel kaynağımızdır. Kur’an’ın delaleti zannî kısmı (ile hadislerin âhad haber alanı) ise, zan taşıdığı için, hoş görülmesi gereken farklılıklarımızı kapsamaktadır. Dolayısıyla bu alanlardan çıkarılan sonuçların, yapılan yorumların mutlaklaştırılmaması, akîdeleştirilmemesi, dinleştirilmemesi gerekmektedir. Sabiteler, muhkem naslar alanındaki, akîde ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, içtihat alanındaki farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.
2– Ancak Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı, Resulullah’ın (s.a.s.) ve ilk Kur’an nesli olan ashabının hayatını inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de, o ilk hayattan koparılan, soyutlanan bir Kur’an anlayışı, bugün de hayatla bağı kurulamayacak teorik bir kitabın ortaya çıkmasına ve ilk şahitlikten kopularak, bugün hayata taşınması, sosyalleştirilmesi güç bir din anlayışının doğmasına yol açar. Hâlbuki, Resulün önderliğindeki ilk Kur’an neslinin hayatını, Resulün ve ilk neslin mücadele sünnetini dikkate alarak, vahyin ilk inşa ettiği hayatla iç içe geçmiş olarak Kur’an nüzul sırasıyla ve hakkıyla okunduğunda, yani Kur’an nüzul ortamı, kavramların nüzul ortamındaki karşılıkları, nüzul sebepleri bilinerek ve siyerle iç içe geçirilerek okunduğunda, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkündür. Üstelik bu tür bir okuma, isabet kaydetmek için zorunludur. Böylesine nitelikli ve doğru bir okuma sonucunda, Kur’an talebesi müminler arasında dinin sabiteleri ve akîdesi alanında çok yüksek bir mutabakatın oluşması mümkün hale gelecektir.
3– Bu sebeple, hiçbir mü’min, vahyin ilk şahidi olan Resulullah’ın (s.a.s.) Kur’an’da emredilen güzel örnekliğini dışlayamaz, onun Kur’an’ın uygulaması anlamındaki ve yaşanarak bugüne kadar mütevatir olarak intikal eden sünnetini reddedemez. Reddeden olursa şüphesiz ki, Kur’an’da yer alan Resule itaat hükmüne aykırı bir inançla mü’min olma vasfını kaybeder. Bu sebeple kesin bir delil olmadıkça hiçbir mü’min sünnet inkârcılığıyla suçlanamaz. Çünkü hiçbir mü’min bunu yapmaz. O halde bütün mü’minler hizbullah olmak, Allah taraftarı olmak zorunda oldukları gibi, bütün mü’minler sünnet ehli olmak ve Kur’an’a tâbi iseler ve Allah’ı seviyorlarsa Resulullah’a itaat etmek mecburiyetindedirler. Bu bakımdan bir kısım mü’minler sünnet ehli, bir kısmı ise sünnet karşıtı olarak nitelendirilemezler.
4– Sünnet, vahiy değil, ancak vahyin denetimi altındaki Resulün uygulamasıdır. Yanlış yapıldığında Allah tarafından düzeltildiği için, Kur’an’la düzeltilmeyenler Allah’ın dolaylı onayını da almış sayılır. Sünnetin ilk kaynağı da Kur’an’dır. Sünnet; Resul’den bugüne milyonlarca insan tarafından yaşanarak ve mütevatiren intikal eden uygulamalardır. Resul, Kur’an’ı açıklama, tebliğ etme, yorumlama, içtihat ve uygulamalarıyla bize şahitliğini yapma, örneklik oluşturma, bize kitabı ve hikmeti öğreterek bizi eğitme, arındırma gibi oldukça önemli görev ve sorumluluklarla donatılmış ilk şahit, Kur’an ahlakıyla, en güzel ahlakla mücehhez bir Resuldür, Kur’an’la yolumuzu aydınlatan bir önderdir.
5– Hadis ise, bu uygulamalarla ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleriyle ilgili olarak anlam itibariyle intikal eden sözlü nakillerdir ki, daha çok âhâd haberlerden oluşur. Bu alan, gerek rivayet zinciri bakımından, gerek metin tahlili açısından tahkike muhtaç olan zan alanıdır. Bu bağlamda Buhari, Müslim gibi hadis âlimlerinin yerine getirdikleri çok büyük sorumluluk, her türlü takdir ve duayı hak etmektedir. Allah (c.c.) kendilerinden razı olsun, rahmetiyle muamele eylesin, onlar, rivayet zinciri ve senetleri açısından sahih olup olmadıklarını araştırarak yüz binlerce uydurma rivayeti ayıklayarak atmışlar ve bugün bizim işimizi kolaylaştırmışlar, bizleri içinden çıkamayacağımız büyük bir kaosun içine düşmekten korumuşlardır. Eğer bu güzel çalışmayı ve hurafe olanları ayıklamayı yapmamış olsalardı bugün 500.000 ve üzeri rakamlarla ifade edilen bu rivayet birikimi içinde mahvolmuştuk. Ancak bu çalışmayı yapanlar da insandı ve bize aktardıkları 3.000 civarında rakamlarla ifade edilen ve rivayet zinciri bakımından “sahih” olarak nitelenenler içinde de gerek kendi insani zaafları sebebiyle ya da tarihsel süreçte talebelerinin ilaveleriyle de olsa hâlâ bu sahih denilenler içinde de uydurma rivayetler yer almaktadır. Bugün Sahihler üzerinde yapılan araştırma ve tahlil sonucunda uydurma olanlar sahihler yanında çok düşük bir oranda kalmaktadır. Bu sonuç bile, Buhari ve Müslim gibi hadis âlimlerinin başarısız olduklarını değil, tam tersine o günkü zor şartlarda yaptıkları çalışmalar sonucu “sahih” olarak tespit ettiklerinin içinde, yüzyıllara yayılan aktarım süreçlerinde meydana gelebilecek muhtemel değişme ve ilavelere rağmen çok az uydurma rivayete rastlanması çok büyük bir başarı sağladıklarına delâlet etmektedir.
Bugünkü şartlarda, Sahihlerde yer alan bütün rivayetlerin senet ve zincir bakımından “sahih” olduklarını kabul etsek bile, metin tahkiki ve tahlili yönünden bir inceleme yapmak da bizim sorumluluğumuzdur. Bu rivayetlerin, ahlakı Kur’an ahlakı olan Rasulullah’a (s.a.s.) ait olup olmadığının anlaşılabilmesi için Kur’an’a arzı şarttır. İmam Ebu Hanife’nin usulü bu konuda anlamlı ve yeterlidir. Bu bağlamda yapılan araştırma sonucunda, Kur’an’a, Resulün sünnetinin bütünlüğüne, Risalet misyonuna, ahlakına, akla ve mantığa, kevni ayetlere vb. uygunluk olduğu tespit edilirse, yine kesin olmamakla beraber Resule ait olduğu galip zannına, kanaatine ulaşılırsa, onunla amel edilir. Ancak gaybla ilgili rivayetler Kur’an’da yer almadıkça doğru olduğu iddia edilemez. Zan alanı olan bu alandaki haberler üzerine akıde bina edilemez. Resulden geldiği iddia edilen rivayetlerin tahkike tabi tutulması, bu bağlamda hadis usulü gereğince Kur’an’a arz edilmesi suretiyle metin tahkiki ve tahlili yapılması, şüphesiz ki, Resulü (s.a.s.) denetleme amaçlı olmayıp, Resul adına gelen haberlerin doğruluğunu ve Resule ait olup olmadığını tespit amaçlıdır. Ve bu çaba, ilmi birikimi olan her mü’min üzerinde büyük sorumluluktur.
6– Din kuralları koyan vahiy Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Resulü arasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Resulullah (s.a.s.) ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilahare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Resulün bir içtihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah’ın Kur’an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Rasulullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Resulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risalet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir. Diğer taraftan, Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki bu büyük çelişki olur. Ayrıca böyle bir iddia Resulü, bütün inisiyatif ve iradesini yok ederek, tamamen Allah tarafından yönlendirilen bir robot konumuna indirger ki, böyle bir Resulün bizim için güzel örneklik oluşturması tartışılır hale gelir.
Diğer taraftan, bir rivayette yer alan ve Rasul’e (s.a.s.) ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah’ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah (c.c.) tarafından korunmuş Kur’an’da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur’an’a uygunsa Resule ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; “gayr-i metluv”culara sormalıyız, arkasında “gayri metluv vahiy” ya da “ilham” olmadıkça Resulün Kur’an hükümlerinden hareketle yaptığı içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Hâlbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında “vahy-i gayri metluv” ya da “ilham” olduğunu iddia ederek değil, sadece Resul yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Resulün yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, “Allah’a ve Resulüne itaat edin” ilahi emri gereğince, arkasında Kur’an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Resulullah (s.a.s.) yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur’an’a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.
7- Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akîdemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.
O halde tüm mü’minler, “ortak mütevatir “ diyebileceğimiz bir hat çizmeli ve bu hattın üzerinde yer alan ve her müminin mütevatir kabul ettiği Kur’an ve milyonlarca Müslüman tarafından yaşanarak aktarılan mütevatir sünnetin belirlediği dinin sabitelerinde ve akîdesinde mutabakat temin ederek tevhid merkezli bir vahdeti hedeflemeli, bu ortak mütevatir hattının altında kalıp zan içeren ve ağırlıkla ahad haberleri kapsayan alandaki farklılıklarımızı da hoş görüp zenginlik olarak telakki etmeliyiz. Ümmet olmak da, vahdeti temin etmek de ancak böyle mümkündür.
İnsanımızda değişik sebeplerden dolayı tevhidle ilgili birçok problemin varlığını kabul etmek zorundayız. Önce bunları tespit ve teşhis etmek ve sonra çözümlerini sunmak dâvâ adamı muvahhidler olarak hepimizin görevidir.
Bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber’e (s.a.s) kadar tek râvînin tek râvîden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.[50] Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış râvîler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir râvînin bir başka râvîden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki râvînin iki râvîden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki râvîlerin üç veya daha fazla sayıdaki râvîlerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki râvîlerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayısıyla haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, râvîlerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki râvîlerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.[51]İbn Haceri’l-Askalânî âhadi, bir râvînin tek başına rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat’ûn (bir kusur ile suçlanmış) veya adaleti tesbit edilememiş râvînin tek başına rivayet ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tarikları mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı ister bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam âlimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii’ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar râvî ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Râvînin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı’ olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm âlimleri çoğunlukla, râvîleri adalet sahibi, isnadında inkıta’ olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte âhadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meselerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zâhirî âlimleri, Kaderiye mensupları, Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”[52]; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez”[53] mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.
Kur’an Dışı Vahy Yoktur, Hadislere Vahy Denilemez
Adına ister vahiy densin, ister ilham denilsin, isterse başka bir şey denilsin; Allah’ın birtakım konularda Rasûlüne Kur’an’da yer almayan konularda yardım etmesi, özel bir iletişim içinde olması göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Peygamberin Kur’an dışında Allah ile teması olduğuna inanmak başka şeydir, sünnetin ve hadislerin tamamının vahiy ürünü olduğunu söylemek başka şeydir. Allahu a’lem söz konusu olan iletişimin muayyen konularla sınırlı olduğunu ve ümmeti bağlayıcı hususlar olmadığını kabul etmek daha doğru gözükmektedir.
Öteden beri İslam ulemâsı sünnetin vahiy ile ilişkisini konuşmuşlardır. Peygamber (s.a.s.) efendimiz, kendisine inen Kur’an ayetlerini tebliğ, tefsir, tebyin ve tatbik ettiği gibi; birtakım hüküm ve esaslar sunmuş ve bazı icraatlarda bulunmuştur. Hz. Peygamberin bu tür emir, yasak, hüküm kabilinden uygulamalarının acaba kaynağı nedir? Acaba Hz. Peygamber bu tür talimat ve uygulamalarını Kur’an dışında Cenabı Hak’tan aldığı vahiy ve ilham ile mi gerçekleştirmiştir? Yoksa bunlar tamamen kendi rey ve içtihatlarından mı kaynaklanmıştır? Sünnetin bağlayıcılığı ve kıyamete kadar geçerliliği konusunu nasıl değerlendirmek gerekir? Bu ve benzeri sorular Müslümanların önünde duran ve sıhhatle cevaplandırılması gereken sorulardır. İslâm âlimleri, bu konularda ittifak edememişler ve birbirine zıt düşüncelerde kutuplaşmışlardır. Bu konuda geleneksel anlayış şu şekildedir:
1- Birçok âlim sünnet tamamen vahiy mahsulüdür. Ancak bu vahiy bazı yönlerden Kur’an’dan farklıdır; zira Kur’an ayetleri levh-i mahfuzda yazılıdır, mu’cizdir ve ibadetlerde okunma özelliği vardır; fakat sünnet böyle değildir, ama bağlayıcılık açısından sünnet ile Kur’an arasında bir fark yoktur. Bu görüşü formüle etmek için vahiy konusunda bir de şöyle bir ayrım yapılmıştır:
Metluv vahiy (okunan vahiy)
Gayri metluv vahiy (okunmayan vahiy)
Bu düşünceyi savunanlar Kur’an ve hadislerden deliller getirmişlerdir.
“Andolsun Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı traş etmiş, kısaltmış olarak korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih kıldı.”[54]
Ayet, Resulün ashabı ile birlikte Mekke’ye gidip umre yapacağı şeklinde bir rüya gördüğünü teyit etmektedir. Bu husus Resul’e Kur’an yanında diğer direktif ve talimlerin de ulaştığı gerçeğinin bir delili olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Hani Nebi eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti de derken eşi bunu haber verip Allah da bunu ona açıklayınca o da o sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. O, bunu eşine haber verince: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi. O: ‘Alîm ve Habir olan bana haber verdi.’ dedi.”[55]
Allah’ın, Resul’e söylediği gizli sözün zevcesine diğerlerine açıkladığını Resul’üne haber verdiği bir Kur’an ayeti yoktur.
“O zaman ki Allah size iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti de siz güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu.”[56] Bedir savaşından sonra savaş ganimetlerinin dağıtılma anı geldiğinde savaşı yorumlayan enfal süresinin yukarıdaki ayeti nazil oldu. Vaad edilen şeyin ne olduğu resul’e Kur’an da bulunmayan doğrudan vahiy ile bildirilmiş olabilir.
Ayrıca 33/Ahzâb 37; 14/İbrahim, 4; 16/Nahl, 44; 7/A’râf, 105; 33/Ahzâb, 21 vb. âyetleri de konuya örnek olarak gösterilmektedir. Tüm bu örnekler gramer yönünden incelendiğinde iddia edilen şeyi çağrıştırmadığı da iddia edilebilir. Ancak tüm bu yorumların da yanlış olduğu söylenemez. Bu görüşe ait delillerin bir kısmı kuvvetli delillerdir. Tabiî ki sünnetin tamamının bu şekilde oluştuğu iddia edilemez. Zira bu, Rasul’ü insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. Bu takdirde onun beşer olma özelliğini vurgulayan ayetleri görmezden gelmek gerekir ki bu da doğru değildir. Resul beşer olması hasebi ile bazı konularda yanlışlar yapmış ve vahiy ile doğrultulmuş, şiddetli bir şekilde uyarılmıştır.
Kur’an Dışındaki Rivayetlere (Hadislere ve Sünnete) Niçin Vahiy Denilmemeli?
“Rasul bir söz söylerken veya davranışta bulunurken aynen Kur’an vahyi şeklinde vahiy alarak bu sözü söylemiş, bu fiili işlemiştir. Kur’an’la hadis, vahiy olma yönüyle ikisi de aynıdır. Bütün hadisler vahiy ürünüdür.” şeklindeki genel kabul, doğru değildir. Sebeplerini maddeler halinde izah edeyim:
Rasul, Yaratıcı’nın sözleriyle konuşan bir yarı-tanrı değildi; aynen bizim gibi bir beşerdi. Rasul’ün her hareketinin bir vahiy sonucu olduğunu iddia edenlerin onu melekler gibi iradesiz bir varlık olarak tasavvur etmeleri, melek konumuna çıkardıkları, onu, tercih yapamayan, her hareketi Yaratıcı tarafından programlanan bir makineye, bir robota dönüştürdükleri değerlendirilmeli; dolayısıyla, Kur’an’ın ve selim aklın gereği vahyi sadece Allah’ın kitabına hasretmelidirler.
Tevhid, Allah’ı zâtında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde başka bir varlığa benzetmemek, bu konularda O’na hiçbir şeyi şirk (ortak, yardımcı, benzer, nidd) koşmamaktır. Tevhid, Allah’la kulları birbirine karıştırmamaktır, birbirine benzetmemektir. Bu kul, Peygamber de olsa böyledir. Allah’ın sözü ile Peygamber de olsa bir kul’un sözü karıştırılmamalıdır. Kur’ân furkandır.
Vahy kavramının ağırlığı, ilâhîliği, kutsallığı kaybolmuş, insanların ağzından çıkan başka bir söz de Allah’ın sözüne benzetilebilmiştir. Peygamber de olsa, bir insanın sözü aynen Allah’ın sözü gibi vahiy olamaz. Peygamber de olsa bir kul ile Allah, nasıl birbirine benzetilemezse, Allah’ın sözü ile bir insanın sözü de benzetilmemeli. Bu, tevhid inancının zaruri gereğidir. Tevhid Allah’a benzer hiçbir şeyin olmadığına inanmaktır her şeyden önce. Vahiy Peygamberimizin de uyması gereken hususlardır. Bunlar Kur’an ayetleridir. Kur’an sık sık Peygamberimiz’e: “Sana vahy olunana tâbi ol”[57] der.
Kur’an, Sünnet ve hadisler, Peygamberimizin hadislerinin ve sünnetinin kaynağının vahiy mi, yoksa başka bir şey mi olduğunu belirtmiyor. Peki, Peygamberimizin ve ashâbın tavırlarından onların sünnet ve hadisi vahy kabul ettikleri mi, yoksa tam tersi mi anlaşılır?
Ashabın da Peygamberimizin davranış ve sözlerinin kaynağı konusunda bazen tereddütler yaşadığı anlaşılıyor. Bunu, “bu senin re’yin (ictihadın) mı, yoksa vahiy mi?” diye sormalarından anlıyoruz. Mümkün onlar “bu vahiy mi?” diye sorarken, vahyin çeşitli anlamlarından birini (ilhamı) kast ediyorlardı. Ondan da emin değiliz. Ama şurası hakikattir ki ashâb, Peygamberimizin her sözünü ve her davranışını vahiy olarak algılamıyorlardı; burası kesin. Onların bu sorusuna Peygamberimiz de: O ne biçim soru, benim her sözüm ve davranışım vahiydir” diye cevap vermemişti. Tam tersine, meselâ Bedir’deki savaş için konuşlandığı yer hakkında kendi görüşü olduğunu söylemişti.
Kur’an’ın emri gereği Rasulullah (s.a.s.) önemli işlerde ashâbıyla istişare ederdi. Ve bazen istişare ettiği kimselerin çoğunluğunun görüşü, kendi görüşünün zıddı olurdu. Peygamberimizin İstişaredeki çoğunluğun görüşünü uygulaması, kendi görüşünün vahiy olmadığı anlamına geliyordu. Hakkında vahiy olan bir konu istişare edilmez, edilse bile vahye ters uygulama olmaz. Meselâ, Rasulullah Uhud savaşını müdafaa harbi olarak mı, hücum harbi olarak mı yapmalarının daha iyi olacağı konusunda ashâbıyla istişarelerde bulundu. Ve kendi isteğine zıt olduğu halde, ashabın gençlerinin görüşleri doğrultusunda karar aldı. Eğer kendi isteği vahiy ise, ashâbına vahyin zıddını tercih etme hakkı verir miydi, verebilir miydi? Vahyin zıddına hareket hakkı var mıdır mü’minlerin?
Ashâb, az sayıda da olsa, bazen Peygamberimize itaat etmede istekli olmamışlar, belirli bir süre içinde de olsa itiraz edip itaat etmedikleri olmuştur. Hudeybiye’de tıraş olmaları ve ihramlarını çıkarmaları emrinde olduğu gibi. Hz. Ebubekir ve Ömer gibi seçkin ashabın da böyle yaptığı değerlendirilince, Allah’ın razı olduğu bu öncü şahsiyetlerin vahye itaatsizlik yaptıkları değil, onların Peygamberimizin içtihadına karşı çıktıkları yorumu daha isabetlidir. Demek ki ashab, Peygamberimizin her sözünü ve uygulamasını vahiy olarak görmüyordu.
İlk dönem vahiy algısına İbn Abbas’ın anlayışı örnek verilebilir. Kendisine “Tercümanu’l Kur’an” denilen ashâbın en âlimlerinden biri olan Abdullah ibn Abbâs (ö. 68/687) bu konuda bakın ne diyor: Kûfe’ye yerleşmiş Taifli sika hadisçi Abdulaziz ibn Rufey’ (ö. 130/747) ondan şu hükmü işitmiştir: “Lâ vahye illâ’l-Kur’an / Kur’an’dan başka vahiy yoktur.”[58]
Hz. Ali: “Bende Kur’an’dan başka bir vahiy yok” diyerek vahyin
Kur’an’dan ibaret olduğunu dolaylı olarak belirtmiştir.[59]
Hadis yazmak isteyen bazı sahabîler, arkadaşları tarafından durdurulmuş ve onlara Hazreti Peygamberin hadis yazmaya izin vermediği hatırlatılmıştır. Zeyd İbn Sâbit’in, bu yasağı hatırlatarak Muâviye’yi hadis yazmaktan menetmesi, aynı konuda rivayet edilmiş çeşitli haberlerden bir örnek teşkil eder.84 Bu son olay, Nübüvvetin ilk yılları değil, Muâviye’nin Mekke’nin fethinde Müslüman olduğu kesin olduğu için çok sonralarıdır, Zeyd bin Sâbit gibi önde gelen bir sahâbi, demek ki, hadis yazımını devamlı bir yasak olarak kabul ediyordu. Peygamberimiz hadis yazımı konusunda şunları söylemiştir: “Benden Kur’an dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa imha etsin.”[60] “Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve “yazdığınız şey nedir?” dedi. “Senden işittiğimiz hadisler (sözler)” dedik. Hz. Peygamber şöyle dedi: “Allah’ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında başka kitaplaryazdıkları için yoldan çıktılar.” 86 “Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.”[61] “Sahabe Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.”[62]
Peygamberimiz, eğer hadisler vahiy ise onları yazdırarak koruma altına almamıştır. Ondan daha önemlisi Müslim’in rivayet ettiği hadiste “Kim Kur’an dışında bir şey yazdıysa yazılanların tümünü imha etsin” demiştir. Peygamber, hiç vahyi imha ettirir mi? Peygamber vahyi korumazsa, hele bir de imha ettirirse, böyle peygamber olur mu? Böyle peygamber olursa, imha ettirdiği vahiy olur mu?
Peygamberimizin her konuştuğu vahiy ise, bu, resul’ü insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. O, kendisine vahiy monte edilip programlanmış bir robot kabul edilmiş olur. Bu takdirde onun aynen bizim gibi beşer olduğunu vurgulayan ayetleri yok saymak gerekir.
Rasul beşer olması hasebi ile bazı konularda yanlışlar yapmış ve vahiy ile doğrultulmuş, şiddetli bir şekilde uyarılmıştır. Rasûlullah’ın vahiyle bazı davranışları ve sözleri düzeltildiğine göre, onun sözleri ve davranışları vahiy ise; vahiy yanılmış, vahiy vahyi düzeltmiş olur. Peki, o düzelten vahye nasıl güvenilecek? Düzeltilen vahy yanıldığına göre, düzelten vahyin yanılmadığı nasıl kabul edilecek? Hiç vahiy yanılır mı, ya da yanılan şey vahy olur mu? Bir şey hem Allah’tan gelecek, yani Allah’ın vahyi olacak, hem de yanılacak; bu Allah’ın vahyini, o vahyi gönderen Allah’ı âciz gösteren büyük bir iftira olmaz mı? Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki, bu büyük bir çelişki olur.
Necm sûresi 4. Âyetinde geçen “O vahyedilenden başkası değildir” ayeti, nice âlimlerin de ifade ettiği gibi, Kur’an ile ilgilidir. “O” zamiri Kur’an’a râcîdir. Yani Kur’an vahiyden ibarettir, anlamına gelir. Yoksa, “o ne konuşuyorsa vahiydir” diye anlaşılırsa, günlük hayatla ilgili konuşmaları, eşleriyle özel konuşmaları da mı vahiy kabul edilecek? Dinle ilgili konuşmaları denilecek olursa, peygamberimizin sözlerinden ve yaptıklarından hangileri din, hangileri özel ve dünyadır, bunu kim nasıl ayıracaktır? Kaldı ki, dinle ilgili bir söz söylerken her sözü vahiy olarak konuşmak zorunda olan, her soruya cevap vermek için vahyin gelmesini bekleyen ve bekleten bir kimsenin hayatı makineye, robota benzemez mi? Böyle bir makine, insana nasıl güzel örnek olur?
Beşerî olan, bize ulaşması açısından zan ve şüphe içeren sözler lâ raybe fîh olan vahiyle eşit tutulabilir mi? Vahiyde şek ve şüphe olur mu? Vahyin zayıfı, uydurması olur mu? Vahy olan ifade, acaba şu kelime ile mi söylendi, bu kelime ile mi diye tereddüt edilir mi?
Rasûlün konuştukları gayr-i metluv vahiy olduğu kabul edilince, özellikle tasavvufun önde gelenleri, kendi söz ve yazılarının da vahiy gereği olduğunu ileri sürebilmişler, vahy- i gayr-i metluv kapısının açılmasıyla kendi görüşlerini Allah’ın vahyi gibi halka sunmuşlardır. Celâleddin Rumî ile Said Nursi’yi bu konuda örnek verebiliriz. İskender Evrenesoğlu gibiler de işi daha belirgin hale getirmiş, kendisine vahiy olarak kitap indiğini çevresine inandırmış, kameralar karşısında vahiy alma(!) gösterilerinde bulunmuştur.
Korunmamış kimi haberlerin/iddiaların Allah sözüymüş gibi aktarılması dinin zan ve şüpheye dayandığı gibi bir imaj doğuracaktır. Beşerî olanın ilahileştirilmesine yol açacaktır. İkisi de vahy denilerek sünnetin Kur’an’ı neshedebileceği, sünnetin merkeze alınıp Kur’an’ın te’vil edilebileceği, uygulamada hadislerin merkeze alınıp temel kabul edileceği, Kur’an’ın da daha geriye atılabileceği anlayışını oluşturduğundan, dolayısıyla Kur’an’ın mehcur bırakıldığı bir duruma sebep olunmuştur.
Allah biraz sonra değiştireceği emri niye versin? Allah geleceği de bildiğine göre niye vahiy vahyi iptal etsin? Vahiy, vahyi iptal etmez. Vahiy, vahiyleri tasdik eder. Allah’ın son peygamber’e indirdiği vahyi, O’nun hükmü kıyamete kadar geçerli değil midir?
Ashab, Peygamberimizin söz ve davranışlarını vahiy olarak algılamıyorlardı. Eğer vahiy olarak algılasalardı, Kur’an ayetleri için gösterdikleri özen ve gayreti hadisler için de gösterirlerdi. Gecelerini gündüzlerine katarak onları da ezberlemeye çalışır, Rasulullah’ın (s.a.s.) ağzından çıkacakları kaçırmamak için dizinin dibinden ayrılmazlardı ve Kur’an için dediklerini bunlar için de söylerler; “işittik ve itaat ettik” derlerdi. Ve biz de “bu rivayetlere vahiy demeyelim” diye teklif etmezdik, edemezdik.
Eğer hadisler de vahiy ise, bilerek veya bilmeyerek, Rasul ve ashâbı, gelen vahiylere ilgisiz kalmakla, onların yazılmasını istemeyerek, onların yok olmasına göz yummuş olmazlar mıydı? Rasul, Allah’ın vahyi karşısında taraf tutmuş, ayrıcalık yapmış, bazısını gerekli, bazısını gereksiz görmüş olmaz mı? Rasul, gelen tüm vahiyleri titizlikle koruyup toplumuna ulaştırmışken, hadisler vahiy ise niye bunlara Kur’an’a karşı gösterdiği ilgiyi göstermemiştir?
Vahiy kâtipleri hadisleri niye yazmıyordu? Hadisler vahiy ise, bunlar da Vahiy kâtibi ise, onları da yazmaları gerekmez mi idi? Hadisler vahiy ise Rasulullah vahyin bir kısmını (Kur’an’ı) yazdırdığı halde, diğer vahiyleri niye yazdırmıyordu? Vahiy olan Kur’an’ı ezberlettirdiği gibi diğer vahyi (hadisleri) niye ezberlettirmiyordu? Tam tersine, hem Peygamberimiz zamanında ve hem de dört halife döneminde hadislerin yazılması yasaklandı.
Haydi, diyelim; Rasul ve ilk Müslümanlar vahye karşı böyle bir (hâşâ) zaaf gösterdiler, madem hadisler vahiy idi, o zaman Allah kendi vahyini niçin korumadı? Kur’an vahyini korumak için, onun yerine ulaşmasını engelleyenler için tehdit üstüne tehdit savuran Yüce Rabbimiz, eğer Rasulün sözleri (bir kısmı da olsa) vahiy ise, onların insanlara ulaşmamasına, kaybolmasına, niçin müdâhale etmemiştir? Allah’ın kendi vahyini korumaması veya vahiyleri arasında ayrım yapması mümkün olabilir mi?
Rasulün sözleri de vahiy olsaydı, Kur’an ayetleri için gösterilen gayretin, özen ve titizliğin aynısını onlar için de göstermezler miydi? Ne yazıya geçirdiler, ne ezberlediler, ne öğretmek için özel öğretmenler ve özel ortamlar oluşturdular, ne de ileriye yönelik Müslümanlara bir tavsiyede bulundular. Kur’an ayetleri karşısında “işittik ve itaat ettik” dedikleri halde, Rasulün sözleri karşısında aynı şeyleri yaparlardı. Kendi fikirlerini söylediler, istişarelerde bulundular, bazen de itiraz ettiler.
Rasulün söz ve uygulamaları vahiy olsaydı, Allah’ın bunların bazılarını desteklemesi, bazılarına da karşı çıkıp düzeltmesi sözkonusu olmazdı. Her ikisi de vahiy olduğuna göre bu, Allah’ın kendisini tasdik etmesi veya tekzip edip düzeltmesi anlamına gelirdi ki, bu durum Allah inancını temelden sakatlayan bir anlayış ortaya çıkarırdı. Bu da Kur’an’ın temel iddialarıyla çelişirdi. O yüzden Kur’an dışı vahiy yoktur, olamaz.
Vahiyler, bütün insanlara tebliğ edilmesi gereken hakikatlerdir “Yâ eyyuharrasûlu belliğ mâ ünzile ileyke min rabbik. Ve in lem tef’al femâ bellağte risâleteh” / Ey rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer tebliği görevini yapmazsan, risâlet görevini yapmamış olursun.”[63] Belli bir kişi veya zümreye tahsis edilen, bütün ümmete ulaştırılması istenmeyen hususlar vahiy olamaz.
Vahiy, Allah’a ait kelâm, yani İlâhî sözlerdir. Peygamberin zihninde ortaya çıkan kendi beşerî kelamı değildir.
Hz. Peygamber’e ait sözleri vahiy kabul etmek; “İn hâzâ illâ kavlu’l-beşer / Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.”[64] diyen ve Kur’an’da reddedilen müşriklerin iddialarıyla benzer bir sonuca götürürdü.
Nice çalkantı ve zulümlere sebep olan ve tarihin derinliklerinde kalmış bulunan meşhur konuyu hepimiz biliriz: “Kur’an, Allah kelâmıdır, Allah’ın kelâmı ise O’nun sıfatıdır ve dolayısıyla mahlûk değildir.” Hadisler de vahiydir diyenler, aynı iddiayı hadisler için de yapabilirler mi? Peygamberimizin sözleri de mi mahlûk değildir?
Tevhid; Allah’ı; zâtında ve sıfatlarında tek kabul etmek, O’na zâtında ve sıfatlarında ortak, eş, benzer kabul etmemektir. Hadisler de ayetler gibidir demek tevhidle bağdaşır mı? Biri Rab, biri kul olarak Allah ve Rasul nasıl birbirinden çok farklı ise, Allah’ın kelâmı ile Rasul’ün sözü de, yani âyet ve hadis de birbirinden çok farklıdır, benzer kabul edilemez. İkisi de vahiy ise, ikisine de aynı muâmele yapılması gerekir. Hâlbuki hadisleri namazda kıraat olarak okuyamayız. İbadet niyetiyle ve makamla okuyamayız.
Bir rivayette yer alan ve Rasul’e ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah’ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah (c.c.) tarafından korunmuş Kur’an’da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur’an’a uygunsa Rasule ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; “gayr-i metluv”culara sormalıyız, arkasında “gayri metluv vahiy” ya da “ilham” olmadıkça Resulün Kur’an hükümlerinden hareketle yaptığı içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Hâlbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında “vahy-i gayri metluv” ya da “ilham” olduğunu iddia ederek değil, sadece Rasul yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Rasul’ün yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, “Allah’a ve Resulüne itaat edin” ilahi emri gereğince, arkasında Kur’an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Rasulullah yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur’an’a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.
Din kuralları koyan vahiy, Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Resulü arasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Rasulullah ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilâhare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Rasulün bir içtihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah’ın Kur’an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Rasulullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Rasulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risâlet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir.
Rasulullah’ın Hüküm Koyması
Sünnet, Allah Rasûlü’nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur’an’ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm’ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur’an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber’in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: “O’nun ahlâkı Kur’an’dı.”[65] Kur’an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur’an’ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur’an’ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.
İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[66] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab’ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[67]
Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[68] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler “işittik ve itaat ettik” derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[69]
Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[70] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[71] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[72]
Kur’an’ın Peygamberimiz’e yüklediği görevlerden biri vahyi/mesajı okuma ve beyan/açıklamadır “Ve Biz sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı onlar(ın anlaması, yaşaması) için beyan edesin ve onlar da böylece belki düşünürler.”[73] Peygamberimiz, beyan görevini ya eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylemle açıklamak veya eylemi desteklemek amacıyla veya farklı konularda söylemle açıklayarak eksiksiz yerine getirmiştir.
Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.
Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[74] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez.
Rasûlullah’ın hüküm koyması ve o hükümlere uyulması gerektiğiyle ilgili âyetleri görelim:
“Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.”[75]
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildikleri zaman mü’minlerin cevabı “işittik ve itaat ettik” sözünden başka bir şey olmaz. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’nun azâbından korunursa, işte sonunda kazanacak olanlar onlardır Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.”[76]
“Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki ihtilâflı konularda seni hakem yapıp, sonra da içlerinde hiçbir hoşnutsuzluk duymadan senin verdiğin hükme boyun eğip tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[77]
Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız Mıdır?
Peygamberimizin hükümleri, sünneti, Kur’an’dan bağımsız değildir. Ya Kur’an’daki hükümlerin izahı veya Kur’an’daki hükümlere kıyasla, Kur’an’dan yola çıkarak Rasulullah’ın ortaya koyduğu uygulamalardır. Yönetimle ilgili olarak; “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler”in hükmü Kur’an’da vurgulanır.[78] Diğer hükümler câhiliyye hükmü olarak damgalanır. Rasulullah da Kur’an kanunlarına tâbi olmuş, o kanunları uygulamıştır. Rasulullah’ın hükümleri/kanunları da Kur’an’dan direkt veya endirekt alınmadır. Peygamberimizin hükümleri/kanunları Kur’an kanunu (onun açılımı, onun günlük hayata yansıması) olduğundan, Kur’an başka kanunlara kapısını tümüyle kapatır: “O, hiç kimseyi hükmüne (kanunlarına) ortak yapmaz.”[79]; “Hüküm (kanun koyma yetkisi), ancak Allah’ındır.”[80]; Bu iki âyet, mutlak olarak hüküm hakkına sadece Allah’ın sahip olduğunu bildirir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!”[81] Bu âyet, Kur’an’ın ve Rasulullah’ın temel fonksiyonlarını belirtir. Bu âyet, Rasûlullah’ın nasıl hükmettiğini açıklıyor. Rasul, Allah’ın Kitapta gösterdiği şekilde hükmetsin diye Allah, Kitabını göndermiştir.
Bu ayet, mutlak hüküm koyma hakkının son tahlilde yalnızca Allah’a ait bir hak olduğunu gösteriyor. Peygamberimiz “sünnet” dairesinde hüküm koyma yetkisine sahip ise, bu, Allah’ın ona verdiği bir yetkidir ve Allah’ın ona gösterip öğrettiği gibi hükmetmek zorundadır. Hüküm konusunda Peygamberimizin (s.a.s.) durumu bu iken, diğer insanların durumu, kendi başlarına hüküm koymaya kalkışmaları ne ile izah edilebilir.
Rasûl’e İtaat Gerekir, Ama Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü
Peygamberimizin bazen nebî, bazen rasûl durumunda olduğunu, “rasul” olduğunda, ona itaat gerektiği, böyle bir konumda yanlış ve hata yapmadığı, mü’minleri bağladığı; ama nebî olduğu zaman böyle olmadığı, nebî olduğunda hata ve yanlış yapabileceği için o zaman ona itaat etmemizin gerekmediği ifade edilmektedir. Kur’an’da rasul ve nebî kelimelerinin kullanılışından bu anlaşılıyor demektedirler. Bu görüş, gittikçe yaygınlaşmakta ve kabul görmektedir. Bu anlayışın sünnete ve Peygamberimizin fonksiyonuna yönelik ciddi problemlere sebep olduğu ve ileride sünneti tümüyle reddeden büyük yanlışların adımı olacağı görülmektedir. Bu görüş, her şeyden önce yanlıştır. Kur’an’dan böyle bir anlayış çıkmaz. Tam tersine, Kur’an “Nebî”ye itaati emretmektedir.
Nebî Kavramıyla İtaatin İstendiği Hususunda Âyetlerden Deliller
“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî nebîye ittibâ edip uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[82]
Bu âyet, (aşağıda başka örnekleri gibi) hem rasulullah’ın aynı zamanda nebî olduğunu gösteriyor. Hem de o rasul-nebi’ye tâbi olup uyanların kurtulaşa erenler olduğu vurgulanıyor. “Er-Rasûl en’Nebiy” bileşik iki sıfattır; daha doğrusu isim-sıfattır. Yani o, rasul-ümmî olan nebî … anlamına gelir.
“(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği rasûlüyüm. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. O hâlde, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî nebiye iman edin ve ona ittibâ edip uyun ki doğru yolu bulasınız.”[83]
Âyetin sonundaki ifadeyi tekrarlayalım: “Resûlüne, o ümmî nebiye iman edin ve ona uyun ki hidâyeti/doğru yolu bulasınız.” Muhammed aleyhisselâm’ın ve diğer bazı peygamberlerin hem nebi ve hem rasul olduğunu belirten, dolayısıyla aynı şahsın birbirini tamamlayan iki ayrı ve birbirinden ayrılmayan özellik ve görevini anlatan rasullük ve nebîliğin aynı şahsın özellikleri olduğunu ve aralarında herhangi bir farkın olmadığını görüyoruz. Mü’minlerin hidayete ermeleri için Allah’ın rasulüne, o ümmî nebiye iman edip ittiba etmeleri, o nebiye tâbi olup uymaları gerekiyor. Bu âyet aynı zamanda nebî ve rasûl ayrımının genelde ve özellikle Muhammed aleyhisselâm’la ilgili özelde doğru olmadığını da içeriyor.
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebîler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.”[84]
Bu âyette Nebîlerin insanların ihtilaf ettiği şeyler hususunda aralarında hüküm vermek üzere kendilerine kitap verilen nebîler gönderildiğini ve o nebîlerin aynı zamanda (itaat edenleri) müjdeleyen, isyan edenleri uyarıp korkutan özelliğe de sahip oldukları ifade ediliyor. Nebîlere hüküm vermek üzere kitap indirilmiş ise, onlara iman eden kimselere de kitapla aralarında hükmeden nebîlerine itaat etmek düşer.
“Ey Nebî! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.”[85]
Nebî, bu âyete göre nebî, Allah’a davet ediyorsa, Allah’a davet eden nebî’ye itaat edilmez mi? İtaat edilmez ise, bu itaatsizlik Allah’a itaatsizlik olmaz mı?
“Ey iman edenler! Seslerinizi, Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, ona yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.”[86]
Mü’minlerin seslerini Nebî’nin sesinden yükseltmesi yasaklanıyor. Sesin yükseltilmesi; onun sesini, onun dediğini, onun emrini bastırmaya çalışmak olarak ele alınmış; dolayısıyla Nebî’nin bir dediğini iki etmek, tekrar söyletmemeye çalışmak, onun emrine karşı farklı bir alternatif ileri sürmemek ve ona itaat etmek demektir. Bütün bunlar, Nebî’ye itaati farz kılmaktadır.
“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[87]
Bu âyette geçen nebîlerin özelliklerine bakılınca, onlara itaat etmek gerekmez diyebilir mi objektif ve insaflı bir insan?
“Ey Nebî! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[88]
Nebî’nin, ailesiyle birlikte mü’min kadınlara tesettüre uygun şekilde giyinmelerini emretmesi, ona itaat edilmesi için çok açık bir delildir. Burada Nebî’ye itaatsizlik, Allah’a itaatsizliktir.
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve nebîlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.”[89]“…men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne)” Bu âyette iyiliğin tanımı olarak bildirilen “Nebîlere İman”, onların varlığına ve Nebî olduklarına iman etmekle kâfi kabul edilen, herhangi aktif bir tavırsızlıktan öte; onlara itaat etmeyi vurgulayan bir uyarıdır. Nebîye iman, nebinin Allah’tan getirdiği mesaj veya Allah adına verdiği hüküm hakkında ona güvenip teslim olmayı gerektirir.
“Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi. Bir resûl, bir nebî idi.”[90]
İsmail (a.s.) rasul-nebî idi. Allah ona rasul-nebî dediyse, o bazen sadece rasuldür, bazen sadece nebidir denilebilir mi? Bu konuda diğer nebilerin (diğer rasullerin) bu vasıflarının ayrılacağına dair nasıl bir delile sahipler?
“Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasul’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.”[91]
Rasûlullah’tan bu yana gelen ashabın ve bize kadar her kuşaktan âlimlerin, müctehidlerin hiçbirinin böyle bir ayrıma gettiğine şahit değiliz. Tehdide dikkat çekiyoruz: Mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”[92]
Bu âyette de Muhammed aleyhisselâm’ın hem Allah’ın rasûlü ve hem de nebîlerin sonuncusu olduğu vurgulanıyor. Yani, Allah ona hem rasul ve hem nebî diyor. Bu ikisini birbirinden ayırmak ve onu bazen sadece nebi, bazen sadece rasul kabul etmek, hangi delille mümkün oluyor?
Akaid’le, İnançla İlgili Yanlışlar ve Nedenleri
KUR’AN’A BAKIŞ: Kur’an ilkelerinin temel alındığı “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak;
Delâleti ve sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır,
Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu, Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması (İMANIN ARTMASI, NEBÎ-RASÛL FARKI örneğinde olduğu gibi),
PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. KADER örneğinde olduğu gibi. Bazı mezhepler Kur’an’dan kaderin insanla ilişkili âyetleri, bazıları ise Allah’la ilişkili âyetleri ele alıp kader inancını bütüncül olarak Kur’an’a dayandırmamışlar.
HADİSLER konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı verilmemesi,
ÖNCEKİ ÂLİMLERin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı. Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz,
MEZHEP akaidi, antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular. Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi. Nerede Kur’an Akaidi, Nerede Allah’ın istediği Akaid?
BEŞERÎ yorum ve düşüncelerin temel akaid ilkesi gibi kabulü. Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır,
SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli,
HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası,
İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI,
FELSEFE DOLAYISIYLA AKAİDİN KELÂMLAŞMASI (Kur’an’ın
mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.),
KONULAR Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi,
Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/
Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı,
Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi,
MEHDİ VE MESİH İNANCI İsrailiyattan alındı. Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi,
TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı,
HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR Yatır tapımı, bazı insanların putlaştırılması, yönetimle ilgili yanlış siyasi tavır vb.
ŞUUR verme yok, sadece bilgi,
TEVHİD gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.
Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi,
Kaidde mezhep olmaz. akaidde imam olmaz, akaidde ihtilaf olmaz.
Akaide Giren Kur’an Dışı İnançlara Örnekler
İmanın Artıp Artmaması: Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor[93]
Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği ve Tevrat Kime veya Kimlere İndirildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu). Kur’an’da Hz. Musa’ya kitap verildiğinden bahsedilir, ama Tevrat verildiğinden bahsedilmez. Tevrat, müstakil olarak ele alınır ve onun nur ve hidayet olarak tavsif edildiğini görüyoruz. Ahd-i Atik de denilen Tevrat’ın ilk beş kitabının (suhufun) Hz. Musa’ya indirilen levhalardan ibaret olduğu, diğer kitap veya suhufun İsrailoğullarına gönderilen farklı peygamberlere indirildiği anlaşılmaktadır. Yani Tevrat, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlere indirilen kitapların koleksiyonundan, toplamından ibarettir,
Velî ve Keramet Anlayışı,[94]
Şefaat Anlayışı,132 Vesile Anlayışı,[95]
Nesih Anlayışı,[96]
Esmâü’l-Hüsnâ’nın Hangi İsimlerden İbaret Olduğu: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan esmâü’l-hüsnâ ile, Tirmizî ve İbn Mâce’de sayılan esmâü’l-hüsnâ arasıda hayli fark vardır,[97]
Kader Anlayışı: Kur’an’da İman Esasları Arasında Sayılmaz,[98]
Şerrin Allah’a nispet edilme anlayışı: Kur’an’la Taban Tabana Zıttır,[99]
Akaide Konu Olan Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi veya İçinin Boşaltılması.[100]
Halkımız ve İslâmî Duruş
1. Müslümanlar İslâm’ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden uzak, Kur’an’dan kopuk yaşadıkları için, Allah’ın Kitap’ından, birinci elden dini öğrenmiyorlar,
2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm’ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur’an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler,
3. Kur’an’a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar, [101]
4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid’at karışmış. Kimi bilinçli bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah’a endâd/eşler edinmiş, kimi küfür içinde bir hayat sürüyorlar. “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.” [102]
5. İsyan ve itaat bilinci yok. “Lâ ilâhe” deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; “illâ” diye teslim olması gereken zât belli değil,[103]
6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu, [104]
7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış, [105]
8. Tebliğ (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor,[106]
9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdafaa bile edemiyorlar,
10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil,
11. Dünyevîleştiler ve kapitalistleştiler. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu,
12. Âhirete (cennet ve cehenneme)yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya hazır olmak yok. Tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş,
13. Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme,
15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş cahiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı,
16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde zengin olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma,
17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhatap olma,
18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. “Oyu ver, koyuver” anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görememek. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silahlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telaşında. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte,
19. Sünnetullah’ı bilmiyorlar. Allah’ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor,
20. Din’in “asl”ında tenzilât, ayrıntılarda ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı,
21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm’a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık,
22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor,
23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar,
24. Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış,
25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklamların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım,
26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur denilebiliyor) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan, aslında hiçbirinde samimi olmayan münafık tipli iki yüzlülük), iki yüz yüzlülük,
27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibadet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar’ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar’a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması,
28. Aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitab’a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur’an’ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur’an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda,
29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak,
30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. [107]
Bu Problemlere Kur’an’ın Çözüm Olarak Sunduğu Özellikler
1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur’an’ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme.
Âyetlerde Felâh/Kurtuluş
1- 2/Bakara Sûresi 2-5. Âyetler: İman, âhirete yakînî inanç, sâlih amel (namaz, infak), takvâ,
2- 23/Mü’minûn Sûresi 1-10. Âyetler: Namazda huşû, lağvı (mâlâyaniyi, boş şeyleri) terk, zekât, iffet, emanetlere ve ahidlere riâyet, namazı koruma (ve devam), 3- 103/Asr Sûresi, 1-3. Âyetler: İman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye.
Ünite 2
Tevhid
- Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti
- İlâh Kavramı
- Tevhidin Kısımları
a) Rubûbiyet Tevhidi, b) Ulûhiyet Tevhidi
- Tevhid ve Allah’ın Hâkimiyeti
- Tevhid ve Tâğutlarla Mücâdele
- İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
- Ne Yapmalı?
Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçede birlemek şeklinde ifade edilen tevhid, Arapça v-h-d kökünden türemiş bir mastardır. Tevhid sözlükte, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak tevhid, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğuna, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder. Tevhid; Allah’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek; eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı, babası, oğlu olmadığına iman edip ibâdet ile de O’nu birlemektir. Yani ibâdeti O’ndan başkasına yapmamak ve yalnız O’na tahsis etmektir.
Tevhid, en geniş anlamıyla ‘bir’ Allah inancının, insanların düşündüğü bütün yanlış ilâh düşüncelerinden uzak bir dünya görüşünün, tek Yaratıcı, tek Rab tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. ‘Tevhid’ aynı zamanda âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından insanlara gönderilen İlâhî dinin adıdır. İnsanlar ya Tevhid Dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi hevâ ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa; Tevhid de Allah’ın vahy yoluyla gönderdiği hak dini tanımlar. Tevhid, hem inanç açısından Allah’ı zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde “bir”lemek, hem de ibâdeti yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır.
Tevhid, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanan mü’minlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sahibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır. Tevhid ehline, yani şehâdet getirip mü’min olanlara; Allah’ı tevhid edip birleyen anlamında muvahhid denilir. Muvahhidler, tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince göre hayatlarını sürdürürler. Tevhid ehli, yalnızca “Allah vardır” demekle kalmaz. Bunu demekle beraber, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka yaratıcı, O’ndan başka rızık verici, O’ndan başka hüküm koyucu, O’ndan başka rab olmadığına da inanır. İşte bu inanç, Tevhid Dininin özüdür.
Tevhid’in Kapsamı: Bilindiği gibi tevhid inancı ve İslâm Dini, Tevhid Kelimesi ile özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu ifadeyi inanarak söylerse mü’min olur. Kelime-i Tevhid, İslâm’a giriştir. İslâm’a girdikten sonra İslâm’a ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme duyurusudur. Mü’min, bunları söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini kabul ettiğini ortaya koymuş olur. Allah’la ve diğer mü’minlerle bir antlaşmadır, söz vermedir tevhid.
Mü’min, niçin Tevhid Kelimesini söylediğinin farkındadır. Bütün kalbiyle Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığına inanır, bunu diliyle ilân eder ve inandığı şeyin gereğini yapar. Tevhid veya Şehâdet Kelimesi iki hüküm cümlesidir. Birinci bölümde önce “lâ ilâhe” (ilâh yoktur), sonra da “illâ Allah” (sadece Allah vardır), yaygın söyleyişle “Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur” denilir. Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilâhları/tanrıları, ilâh/tanrı düşüncelerini, ilâha/tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce nefy, yani reddetme, sonra da tasdik, yani kabul etme söz konusudur. İslâm açısından son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü İslâm’ın üzerinde durduğu en önemli mesele, Tevhid inancıdır. İnsanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten sorumludurlar. Tevhid, yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır; yaratılış amacımız olan sadece Allah’a kulluk yapma bilincidir.
Tevhid, aynı zamanda Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konudur. Hz.Muhammed (s.a.v.)’in mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini terkederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete (İslâm’a) katılmadır, hem de dünya ve âhiret kurtuluşudur. İslâm’ın bütün yükümlülükleri, bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı yerleşmiş muvahhidler tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve meselesi, Tevhid ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi özgür irâdesi elinde bulunan insan, Tevhid ile şirk arasında kendi isteği ile bir seçim yapacaktır. Yaptığı tercihin, yani seçtiği inanç ve hayat tarzının sonucuna da katlanacaktır.
Tevhid veya Şehâdet kelimesinin ikinci kısmı, Hz. Muhammed’in Allah’ın rasûlü (elçisi) olduğunu kabul ve ilân etmektir. Bunun anlamı da yalnızca “O, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir” demek değildir elbette. O’nu Allah’ın son rasûlü tanıdıktan sonra, O’nunla gönderilenleri, O’nun tebliğ ettiklerini, O’nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek demektir. Tevhid, aynı zamanda O’nun anlatıp uygulayarak gösterdiği yaşama biçimini seçmek, O’nun tebliğ ettiği İlâhî şeriati hayat prensibi haline getirmek anlamına da gelmektedir. O’nu tek önder ve rehber kabul edip O’nun izinden gitmeye çalışmak demektir. Rabbimiz, hükümlerini ve kullarından istediklerini rasulleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Kelime-i Tevhidi bilinçli şekilde söyleyen kimse, Allah’ın hükümlerini kabul ediyor ve o hükümleri hayatına uygulamaya karar veriyor, bu konuda her zorluğa, her çeşit imtihana hazır oluyor demektir.
Tevhid Kelimesi İslâm’ın giriş kapısıdır. Ancak, bu kapıdan içeri girenler, içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman esasını, her bir kulluk şartını kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.
İlâh Kavramı
İslâm kültürünün önemli kavramlarından biri de “ilâh”tır. Tevhid inancını ve onun karşıtlarını yeterince bilmek için bu kavramı iyi tanımak gerekir. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar.
Sözlük anlamı; kulluk edilen, mâ’bûd haline getirilen, kendisine yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği “elihe” fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtüp gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak ilâh; kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün ma’budların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî ıstılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğilip kulluk ve itaat edilmeye lâyık, her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir, ki böylece ilâhın görülmez ve ulaşılmaz bir varlık olduğu değerlendirilsin.
İnsanoğlu, fıtratı gereği, her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. O bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez ve başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı bir gizli “ilâh”tan yardım ister. Çevresinde gördüğü hemen bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına, yarattığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce’ (sığınak, kucak) arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzak insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki “bir ilâha bağlanma” ihtiyacını başka şekillerde, bâtıl yollarla giderirler. Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiçbir tanrıya inanmadığını söylese bile; onların içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı “bir şey” mutlaka vardır. İşte o “şey” onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim ilginç bir örnek veriyor: Birtakım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan hiçbir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, “kendi keyiflerine” uyarlar. Kendi arzularından (hevâlarından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”[108] demektedir.
İlâh zannedilen şey, insanın kendi üzerinde büyük çapta etki ettiğini var saydığı “güç”tür. Bu kimine göre ateş, kimine göre Güneş, bazılarına göre gök, bazılarına göre yıldızlar veya burçlar, bazı kimselere göre madde, bazısına göre ataların rûhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet erki, bazısına göre de iyilik ve kötülük tanrılarıdır.
Birçok ülkede tâğutlar, yöneticiler, özellikle diktatörler; tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabillen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar taparcasına saygı göstermektedirler. Karşısında âyin şeklinde saygı duruşunda bulunmaktalar ve o heykeli kutsal kabul etmekte, yani putlaştırmaktalar.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhları adına putlar ve mâbedler yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykelleri ilâh kabul ediyorlardı. “Beşerin böyle dalâleti var / Putunu kendi yapar kendi tapar.”
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek O’na boyun eğmektedir. Her şey O’nu tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiçbir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün ve yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir.
İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama “Allah” birdir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem Rablik (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, tek partilerin, kahramanlaştırılan bazı ölülerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler ve uygulamaları hakkında, “karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir” düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolayısıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler.
Bazılarının, “birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur” şeklindeki inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.v.) o sırada 9/Tevbe sûresi 31. âyeti okuyordu. Adiy b. Hâtem, orada söylenenleri duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki...” Bunun üzerine Ekrem Rasûl şöyle buyurdu: “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibâdet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu İslâm’a dâvet etti, o da müslüman oldu.[109]
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek veya kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.”[110] Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçü veya bir hüküm var. Buna karşın aynı konuda başka bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır veya peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, “fâizsiz ekonomi olmaz” diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, “Allah’ın ölçülerinin bir geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm/kanun daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onlara inanırız” derse, işte bu inanç başkalarını ilâh kabul etmektir.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur, ki bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen şirk çeşidi bunlara kulluk şeklinde olandır. “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tâğûta küfredip inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde tâğûtun önünde muhâkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”[111]; “Kim tâğûta küfredip onu inkâr ederek Allah’a iman ederse, muhakkak o, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.”[112]
Kur’ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akîdesiyle gönderildiğini bildirir: “(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[113]; “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma, bir peygamber gönderdik.”[114]
Tevhid’in Kısımları
Tanımından da anlaşılacağı gibi, Tevhid üç kısımdır:
1- Zât’ta tevhid: Allah’ın (c.c.) zâtı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh/uzak olması demektir. Allah (c.c.) aynı zamanda insanların bildiği gibi bir cisim, bir cevher (görünen bir varlık), bir şeylerin bileşimi de değildir. “De ki O Allah bir’dir.”[115]; “Gerçekten, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir.”[116];“Allah’tan başka ilâh yoktur.”[117]
2- Sıfatta Tevhid: Allah (c.c.) sıfatlarında da tektir, hiçbir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerik) veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren İlâhî özellikleri akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve Kendisi gibi ezelîdir, başlangıcı yoktur. Bazı sıfatlar sadece Allah’a aittir. Bu sıfatlar O’ndan başka hiçbir yaratıkta olamaz. Örneğin, “Beka/sonu olmamak” sıfatı gibi. Allah’ın sonu yoktur, O ölüımsüzdür, varlığı asla sona ermez. Allah (c.c.) bazı sıfatlarını yarattığı bazı varlıklara da vermiştir. Meselâ, “hayat/diri ve canlı olma” sıfatı gibi. Canlılar da hayat sahibidir, ama günün birinde onların hayatı sona erer. Hayvanlar ve insanlar “görme” sıfatına sahiptirler, ama onların görmeleri sınırlıdır, bazı araçlarla olmaktadır. Allah’ın görmesi ise tıpkı diğer sıfatları gibi mutlaktır, bir aracıya, bir organa muhtaç değildir.
3- Fiilde Tevhid: Allah’ın yaratmasına, bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmasına O’nun fiili denir. Yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevremizde ve evrende gördüğümüz bütün olaylar ve oluşumlar, Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Asıl yaratıcı Allah’tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi yaratan O’dur. O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şey yoktur. Var eden de O’dur, öldüren de O’dur, varlığın devamını yaratan da O’dur.
Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmaktır; yaratma ve var etme sıfatını başka ilâhlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı gibi, âlete, araca, organa, zamana da ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen oluverir.”[118] Tevhid, Allah’ı “ulûhiyyette/ilâhlıkta” ve “rubûbiyyette/rablikte” tek ve bir bilmenin ifadesidir. Allah (c.c.) hem yaratıcı olarak tek ilâhtır, hem de evreni ve içindekileri yaratan, düzenleyen, idare eden ve insanlar için hükümler koyan bir Rabdir.
Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen, Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, “bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca atamızın ilkesine göre, filanca bilim adamına ve efendiye göre” gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “…Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur…”[119] Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koyma ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurma mantığıdır. Bu Tevhid’e kesinlikle aykırıdır.
Tevhidi kabul eden insan Allah’a şöyle söz vermiş olur: “Ben ancak Senin emirlerine kayıtsız şartsız uyarım, Sana dayanır ve Sana güvenirim. Cezalandıracak ve mükâfatlandıracak ancak Sensin. En güzel emir Senin emirlerin ve en mükemmel kanun senin kanunlarındır. Senin emirlerini alaya alan, yalanlayan ve haddi aşanlara karşı koyacağım. Senin rızân için yaşayacağım, Senin emrine uymayan hiçbir fikri ve kanunu benimsemeyeceğim.”
Tevhid, yine, rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi olmak üzere ikiye ayrılır.
Rubûbiyet Tevhidi
Rubûbiyet tevhidini tam olarak anlayabilmek için, rubûbiyet kavramının türediği “rabb” kelimesini iyi kavramak gereklidir. Rabb kelimesi, esas olarak terbiye anlamına gelir. Terbiyenin yanında, aynı zamanda ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, taahhüt etmek, kemâle erdirmek, tamamlamak, efendisi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, toplamak, başkanlık etmek, sahip olmak, bakmak, büyütmek, sözünü geçirmek, istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, rızık vermek gibi mânâları kapsar.
Allah Teâlâ, âlemlerin gerçek Rabbi olduğu için, rubûbiyet (Rablik) sadece O’na aittir. Bu konuda Allah’ın tevhidi farzdır. Bütün bu sıfatlarıyla rubûbiyet Allah’a aittir. Yukarıda sayılan rubûbiyet sıfatlarında Allah’a ortak kabul etmek şirktir. Çünkü her yönüyle yaratan, rızık veren, her şeye sahip olan O’dur. İşleri idare eden, öldüren ve dirilten, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, yükselten ve alçaltan O’dur.
Rubûbiyet tevhidi; göklerin ve yerin yaratıcısının sadece Allah olduğuna ve bütün kâinat işlerini O’nun düzenlediğine inanmaktır. Bu imanın gereği olarak insan, sadece Allah’a kulluk/ibâdet etmeli ve O’na hiçbir konuda ortak koşmamalıdır. Rubûbiyet tevhidi, fıtraten insanın kalbine yerleştirildiği için çoğu zaman müşrikler de dâhil olmak üzere (istisnâlar dışında) bütün insanlık tarafından kabul görmüştür. Tarih boyunca çok az insan rubûbiyyet tevhidinde sapıklığa düşmüştür. Mekke müşrikleri taptıkları putların rubûbiyet sıfatlarını taşımadıklarını pekâlâ biliyorlardı. Fakat buna rağmen sahte ilâhlarına saygı ve tâzim gösteriyorlardı. Bu konu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorarsan, şüphesiz ‘Allah’tır’ derler.”[120]; “De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O kulaklara ve gözlere mâlik bulunan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor?’ Hemen: ‘Allah’ derler.”[121]
Kur’ân-ı Kerim’deki bu âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, kişi sadece bu tür bir tevhidi kabul etmekle İslâm dinine girmiş olmaz. Çünkü, yukarıda geçen âyetlerde ifade edildiği üzere Mekke müşrikleri de Allah’ın rubûbiyetini ikrar ediyorlar; yani yaratan, yoktan var eden, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, duâlara icâbet eden vb. sıfatlara sahip yüceler yücesi Allah’a inanıyorlardı. Ne var ki, putlarına/tanrılarına kendileri için şefaatçi olsunlar diye tapıyor, onları Allah’ı seviyormuş gibi seviyorlardı. Doğal olarak bu halleriyle müşrik oluyorlardı.
Kur’an, ulûhiyet tevhidi olmadan, sadece rubûbiyet tevhidi ile kişinin kurtuluşa erişemeyeceğini açıkça belirlemiştir. İnsanın muvahhid bir müslüman sayılabilmesi ve cehennem azâbından kurtulabilmesi için rubûbiyet tevhidi ile beraber ulûhiyet tevhidine de iman etmesi lâzımdır. O halde ulûhiyet tevhidi nedir?
Ulûhiyet Tevhidi
Ulûhiyet tevhidi, Allah’a, Onun belirlediği ibâdet şekilleri ile ibâdet etmektir. İbâdette Allah’ı birlemek, başkasını O’na ortak kabul etmemektir. Kalbin korkarak ve ümit ederek Allah’a bağlanmasıdır. Ulûhiyet tevhidi; ibâdette, boyun eğmede, hüküm koymada, kesin itaatte tek ve ortağı olmayan Allah’ı birlemektir.
Rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi beraber olmalıdır. Bunlardan biri bulunmazsa kişi muvahhid olamaz ve şirke düşer. Müşrikler, rubûbiyet tevhidini kabul ediyorlardı. Ancak bununla birlikte putlara tapıyorlar ve yeryüzünde Allah’ı tek hüküm koyucu olarak kabul etmiyorlardı. Aynı şekilde ehli kitap da, Allah’ın yeryüzünü yarattığını kabul etmelerine rağmen O’na oğul isnat ederek ve helâl-haram kılma yetkilerini din adamlarına vererek şirke düşmüşlerdir. Ulûhiyet tevhidi çok önemlidir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde en çok vurguladıkları husus ulûhiyet tevhididir: “Biz her kavme: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuta kulluktan sakının; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.”[122]; “(Nuh): ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk/ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ dedi.”[123]
Tevhidin şiarı, Lâ ilâhe illâllah’tır. Bu ifâde, ulûhiyeti Allah’tan başka her şeyden kaldırıp atmayı ve ulûhiyeti sadece O’na has kılmayı içermektedir. “Böyledir. Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp taptıkları ise bâtıldan başka bir şey değildir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.”[124]
Tevhidin en açık tezâhürü, Allah’ın emirleri ile, sevilen kişi veya herhangi bir şeyin istekleri çatıştığında, Allah’ın emirlerini tercih etmektir. “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.”[125]
Peygamberlerin görevleriyle ilgili âyetler, tevhid’in temelinin sadece Allah’a ibâdet etmek olduğunu açıkça beyan ediyor. Peygamberlerin gönderilişlerindeki temel amaç, insanları Allah’a kulluğa/ibâdet etmeye çağırmaktır.
Tevhid ve Allah’ın Hâkimiyeti
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esâret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah’a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.”[126] “Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[127] Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah’a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.
Tevhid ve Tâğutlarla Mücâdele
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhid olun, biz müslümanlarız’ deyin.”[128]; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”[129]
Sosyal bir hayat nizâmı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan câhilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akîde değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akîdesi, yalnızca tabiat ötesi/metafizik konulara izah getiren ve ahlâk ile ilgili konularda sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tâğutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılapçı bir başkaldırıdır.
Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye, şirk temeline dayanan sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?
Peygamberimiz’in, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke’nin egemen güçleri, idareyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar. Savunduğu bu saf akîde, Peygamberimiz’i kâfirlerle karşı karşıya getirdi. Kâfirler, kendine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akîdenin, kendi câhilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde tâğutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücâdele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini kesin bir şekilde anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tâğutî düzenlere karşı başkaldırı ilanı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce aynı akîdeyi savunan Hanifler’e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.
İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri
1- Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
2- Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid(!) Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek[130], varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”[131]; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…”[132]
İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğutî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler.
3- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Darvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.
4- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): İman ayrı, amel ayrı deyip ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Mistik yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.
5- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
6- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve köleleştirmenin kurbanları.
7- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.
8- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.
9- Aşağılık duygusu, kendi dinine, Müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.
10- Kibir, gurur, istiğnâ.
11- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.
12- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, tv. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.
13- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.
Ne Yapmalı?
Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
Ünite 3
Şirk
- Şirk; Lügat ve Terim Anlamları
- Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanımları
- Şirkin Çağdaş Yansımaları
- Güncel Câhilî Eğitimde Şirk
- Ekonomik Yorumlarda Şirk
- Siyasal Şirk Anlayışı da Bilimsel Kılıflarla Takdim Edilir
- Siyasal Şirk
- Şirk İçin Bazı Örnekler
- İttibâ Şirki
- Şirkin Zararları
Şirk; Lügat ve Terim Anlamları
Lügat olarak şirk: Ortaklık, ortak koşmak demektir; mülk ve saltanatta ortaklık anlamına gelir. Istılahta şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında veya fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadîm, bâkî gibi sıfatlarına başka varlıkların da sahip olabileceğine inanmak şirktir. Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarından herhangi birini Allah’tan başkasına vermek şirktir. Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir.
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs yani, yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın..”[133]
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.”[134]
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibârettir. Bütün Peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeük ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Araplar bunlardan başka; güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, Melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve meleklere tapıyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsinin hevâsını ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini veya başka bir şahsı tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanımları
Kur’ân-ı Kerim’e göre şirk büyük günahtır,[135] büyük bir zulümdür,[136] aynı zamanda büyük cehâlettir.[137] O yüzden şirk, ilme ve akla dayanmaz; şirk zanna göre harekettir.[138] Apaçık sapıklık[139] ve büyük bir alçaklıktır.[140] Şirk âhiret inancıyla bağdaşmadığından dünya hayatına düşkünlüktür.[141] Şirk, Kur’an’da halkı, sağlam temellerden uzak tutma olarak da tanımlanır.[142] Takvâ gibi gerçek ve güzel korkulardan uzak olduğu için müşrik, kendi içini kemiren ve onurunu tümüyle yok eden çirkin korkulara mahkûm olur. Şirk, kalplerin korku ile doldurulması demektir.[143] Müşrikler, Tevhid inancında olanlara karşı düşmanlık yaparlar.[144] Bütün bu sebeplerden dolayı şirk insanı ebedî cehennemlik yapar. Cennetin kapıları onlara kesin olarak kapanır.[145]
Şirkin Çağdaş Yansımaları
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir.
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.
Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk
Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram kabul edilen zamanlar gibi özel günlerde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınma ve âyindir.
İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En fazla önem verdiği husus, bireysel, sosyal ve siyasal hayatta tüm çeşitleriyle şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir. İslâm, put amaçlı heykellere çok sert ve net tavır aldığı için müslümanlar 20. y.y.’a kadar bu çeşit putlaştırmanın etkisinden uzak yaşadılar. Put heykelleri ve putlaştırılma ihtimali olan resimleri büyük günah kabul ettiler. Yirminci asırda, tâğutların ve onların kurduğu tâğutî yönetimlerin etkisi ve dayatmasıyla her çeşit putlaştırma müslümanları kuşatmaya başladı.
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, “eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır” diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[146] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[147] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[148] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.
Ekonomik Yorumlarda Şirk
Günümüzde ekonomik yorumların çoğu da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah’a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Şirke dayalı düzenlerde ekonomiyle ilgili anlayış, Allah’ın hudûdunu tümüyle yok sayar. Piyasada helâl-haram ayrımı yoktur. “Paranın dini imanı olmaz” der bazıları. Tabii, bu ifade “ekonomik hayatta haram-helâl önemsenmez” anlamında kullanılıyor. Paranın olmasa da, para sahibi insanın elbette dini imanı, haram ve helâl inancı olmalıdır. Kim ne alıp satarsa satsın, kim kimi nasıl kandırırsa kandırsın, haram ve ayıp sayılmayan iktisadî bir câhiliyede yaşıyoruz. Para kazanmak için her yol mubahtır kapitalist toplumda. Yeter ki, kanunların suç saydığı bir şey yapmasın, ya da yapıyorsa kılıfını uydursun insan. Vergisi verilen kazanç kutsal sayılır; İslâm’ın yasak saydığı işi yapsa da. Kapitalizm, en çirkin şekliyle piyasadadır. Asgarî ücret açlık sınırının bile altında kalmış kimin umurunda? Yedi milyondan fazla resmî işsiz var bu ülkede.
Para putu herkesi peşinden koşturur; yerde sürünen paranın kulu, paraya secde etmiş olur. Faiz harammış; olsun, kimsenin aldırdığı bile olmaz. Kişi başına düşen banka sayısı Avrupa ortalamasından bile fazladır. Böyle İslâm dışı düzenlerde müslümanın helâl lokma kazanması, helâl ve temiz yiyecekler bulması, helâl yoldan (faize, bankaya bulaşmadan) zengin olması çok mu çok zordur.
Nice haramlar kapitalist düzende gâyet doğal (helâl, meşrû) görülmekte. Nice “Müslümanım” diyen insan, “fâizsiz ekonomi mi olur?” diyerek, ya da bazı haramları savunup İslâm’ın zekât gibi bazı emirlerini inkâr ederek, önemsemeyerek küfre düşmektedir. Fâiz yanında, tahvil, haram sigorta, emeği sömürmek ve kul hakkına riâyetsizlik gibi nice haramlar vardır; bunları yasak olarak kabul etmemek insanı imandan çıkarır. İslâm’a karşı olan veya İslâm’ın yasak ettiği işlerde çalışmak, meselâ seks, zina, fuhuş, dans gibi eğlence dünyasından para kazanmak, içki ve uyuşturucu madde yapımı veya satımı İslâm’ın yasak ettiği, ama kapitalist sistemin câiz gördüğü alanlardır. Kişi, bu ve benzeri para kazanma yollarını normal görür, savunur, ya da bu devirde bunlar olmadan yaşanmaz diye düşünürse, İslâm’dan çıkmış olur. Yine ihtikâr (karaborsa), rüşvet, hırsızlık yapmak, çalıntı mal alıp satmak, ölçü ve tartıda hile, kumar, alışverişe hilenin, yalanın, yeminin karıştırılması da haram kabul edilmesi ve kaçınılması gereken hususlardır. Bunları normal görmek kişiyi tevhid inancından uzaklaştırır. Kapitalist düzenlerde insanlara dünya tutkusu ve mal yığma sevdâsı verilir; bu düzende dünyevîleşen insan, giderek maddeyi ve parayı kutsallaştırmaya başlar. Parayı kullanma yerine paranın kendini kullandığı azgın bir insan olur çıkar. Maddenin hâkimi değil, mahkûmu olur.
Siyasal Şirk Anlayışı da Bilimsel Kılıflarla Takdim Edilir
En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayat, laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik din eğitimi kurumlarında da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[149] Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Şirk İçin Bazı Örnekler
Bu şirk çeşitleri yanında, bazı inanç ve davranışlardan dolayı düşülen şirki, şu örneklerle ayrı ayrı ele almak da mümkündür:
a) Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah’a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah’la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur, ki bu tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle duâ edin. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin. Yarın kıyâmette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.”[150]
b) Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek, Allah ve Rasûlü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan başkasını mutlak kanun koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları ve kanun koyucuları benimseyip kabullenmek de insanı şirke sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp gönül rızâsı ile tâğutların hükümlerini uygulamak veya severek onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[151]; “Hüküm/egemenlik, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.”[152]; “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).”[153]; “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni (Rasûlullah’ı) hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[154] Allah ve Rasûlü’nün hükmüne teslim olmamak, İslâm’dan olan bir şeyden râzı olmayıp hoşlanmamak, Allah’ın haram kıldığını helâl/serbest veya helâl kıldığını haram/yasak saymak da açık bir şirktir.
c) Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke sokar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hüküm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.”[155]; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.”[156]
d) Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse ve bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[157]
e) Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen, yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın idaresini elinde tutan zât demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zâtın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve evrende dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek şirktir.[158]
f) Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten, yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur. “Onlar, Allah’tan başka âlimlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edinmişlerdi. Hâlbuki onlar da tek bir ilâha kulluktan başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan başka ilâh yoktur. O, koştukları şirklerden münezzehtir.”[159] İnsanların Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zâtlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını helâl kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab edinmiş olurlar.[160]
Kur’ân’ın temel konusu olan tevhidle, bunun Peygamberî izah ve uygulamasıyla yetişmiş Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi zâtlar, yöneticiliklerinde kendilerini rab olarak kabul etmemelerini insanlara öğretmişlerdi. İlk halife: “Eğer ben Allah’ın yolundan ayrılırsam, bana itaat etmeniz gerekmez” demişti. İkinci halifeye halkın içinden herhangi bir genç çıkıp, “Ey Ömer, Allah’ın yolundan ayrılırsan, seni bu kılıçlarımızla doğrulturuz” diyebilmişti. Hz. Ömer ise, bu tevhidî şuur dolayısıyla Allah’a hamd ediyordu.
g) Yakınlaştırma ve Vâsıta Anlayışıyla; Şefaatçi Kabulü ile Düşülen Şirk: “Dikkat edin, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.”[161]; “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerımizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.”[162]
h) Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah’a çıkaran ve aracılık/arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. Kul duâ ettiği zaman, Allah onun duâsını ânında işitir. Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen câhiller ise, kulu Allah’a yaklaştıracak aracı zâtların olduğuna inanırlar, böylece şirke düşerler. Yanlış bir örnekle doğruluklarını isbatlamaya kalkışırlar: “Bir vatandaşın cumhurbaşkanı ile görüşebilmesi için aracılara, cumhurbaşkanına yakın zâtlara ihtiyaç duyulur da, âlemlerin rabbi olan Allah ile görüşebilmek için aracılara ihtiyaç duyulmaz mı?” derler. Elbette cumhurbaşkanı ile herkes görüşemez, aracılara ihtiyaç duyulur. Çünkü cumhurbaşkanı, bir anda ancak bir kişiyle görüşebilen, bir kişiyi duyabilen âciz ve zavallı bir varlıktır. Milyonlarca vatandaşı bir anda kabul etmesi, onları görmesi ve işitmesi, özel dertlerine çözüm getirmesi mümkün değildir. Fakat, Allah bundan âciz midir ki aracılara gerek duysun! O, bir anda bütün kâinatı ve yarattığı varlıkları görür ve duyar. O, semî’ ve basîrdir. Çünkü O, İlâhtır. Gerçek İlâh, âcizlik göstermez, eksik ve noksanlıktan uzaktır. Kul ile Allah’ı karşılaştırıp kıyas ederek böyle bir şirki, ibâdet gibi insanlara sunmak, şeytanın evliyâsının bir tuzağıdır. Bu tuzağa düşmemek için uyanık olmak, Allah’ın kitabını okumak ve anlamak gerekir. Allah Kitab’ında ne buyuruyor: “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. Ki onların Allah’tan başka velîleri ve şefaatçileri (aracıları) yoktur. Umulur ki sakınırlar.”[163]; “Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman duâsına cevap veririm. O halde onlar da Benim çağrımı kabul etsinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.”[164]
i) Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları Velî/Dost Edinmek: Sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların bir araya gelip kaynaşmasından velî/dost edinmek adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kur’an’da velî, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu belirtir “Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[165] İnsan için Allah’tan başka gerçek anlamda dost ve yardımcı yoktur. “Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.”[166] Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek açık bir şirktir: “Ey iman edenler! Yahûdilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.”[167]; “Ey iman edenler! Sizden önce Kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkun.”[168]
k) Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. “De ki, şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”[169]; “Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım ister, medet umarız (Ey Allah’ım!)”[170]; “Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan olursun.”[171]; “Allah’tan başkasına (yalvarıp) duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremezler ve onların duâlarından habersizdirler.”[172]; “Allah’tan başka duâ ettikleriniz sizin gibi kullardır.”[173]; “Allah’ı bırakıp da duâ ettikleriniz size yardım etmeye muktedir olamazlar; Onlar, kendilerine bile yardım edemezler.”[174]
İlâhî gücün tamamı Allah’ın elindedir. O’ndan başka böyle bir güce sahip kimse yoktur. Duâ elbette, güç ve kudret sahibi, yardım etme ve tasarruf sahibi olma gibi şartları taşıyan kimseye yapılır. Müşrikler, Allah’ın dışında, bu tür şartları, vasıfları üzerinde taşıyan zâtların olduğuna inanırlar. Onlara yönelerek medet umar, duâ ve niyaz ederler. Tevhîdî bir imana sahip olan, şirklerden arınmış bir mü’min ise yalnızca Allah’a yalvarır, ihtiyacını O’na arzeder ve yalnızca mutlak anlamda O’ndan yardım diler. Müşrikler, yardım ümidiyle; ölülere, mezar taşlarına, türbelere ve kutsal saydıkları yerlere giderek orada çeşitli ibâdetler yaparlar, onlar için adaklar ve kurbanlar keserler, çaputlar bağlarlar, şekiller çizerler, orada medfun olan yatır veya evliyâ dedikleri zâtlara duâ edip arzularına nâil olmak isterler. İnsanların çoğu, bilmeden bu tür şirke düşer. Câhillik, insanı şirke götüren en kolay, en kestirme yoldur. Hele İslâm dışı bir çevrede, İslâm’ı yozlaştıran ve tahrif eden bir anlayışın hâkim olduğu, gerçek dinin mahkûm olduğu ortamlarda bu yol daha hızla kişiyi şirke ulaştırır.
l) Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rüsvaylık/rezilliktir. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”[175]
“...Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.”[176]
m) Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret Etmek: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, ‘biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azâb edeceğiz.”[177]
“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”[178]
n) Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak: “Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz..”[179]
“De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.”[180]
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.”[181]
o) Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir İnsanı veya Nesneyi, İdeolojiyi Aşırı Şekilde Severek Putlaştırmak: “(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet/sevgi uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...”[182]
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.”[183]
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.”[184]
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.”[185]
p) Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine İnanmak: Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir varlık hiçbir sûrette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir.
“De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime (bile) herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[186]
“De ki: ‘Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.”[187]
r) Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah’a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah’a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur.
“Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!”[188]
“Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?”[189]
“Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.”[190]
“...Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.”[191]
s) İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk: Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek: “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).”[192]
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[193]
t) Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü Emretmek: “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir!”[194]
u) Korku Yönüyle Şirk: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Din de (itaat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[195]; “Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.”[196]
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını (veya, sizi kendi dostlarından) korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”[197]
Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşünerek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd (a.s.)’a onlar şöyle diyorlardı: “Tanrılarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey söylemeyiz.”[198] Buradaki “çarpmak”, daha ziyade “deli etmek” ve benzeri şekilde zarar vermekle izah edilmiştir.
ü) Cibt ve Tâğuta da İnanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan hususları ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.”[199]; “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.”[200]
v) Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk,
y) Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğunu, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda İnsanların Bilebileceğini İddia Etmek,
z) Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.
İttibâ Şirki
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. İtikad ve ibâdet şirki kısmen bilindiği halde, ittibâ şirki nedense hemen hiç gündeme getirilmez. Aslında, bırakın câhilî eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden, şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar “Müslümanım” diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”[201] Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, iman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).”[202]
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.[203] “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”[204] Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı.
Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevânın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Şirkin Zararları
İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar,[205] onların duyu organları da ârızâlı ve görev yapamaz durumdadır.[206] Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri,[207] birer pisliktirler.[208] Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.”[209] Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.
Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:
Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
Arınmış nefsi yok eder.
İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.
Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
Amelleri boşa çıkarır.
İnsanın ebediyyen cehennemde kalmasına sebep olur.
Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
Büyük bir zulümdür.
Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir.
“Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.”[210]
“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah ile (Allah’a) iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”[211]
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
Ünite 4
Küfür
- Küfür; İmanın Karşıtı, Hakkı Örtmek ve İnkâr Hastalığı
- Küfrün Sebepleri
- Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
- Küfür; İmanın Karşıtı, Hakkı Örtmek ve İnkâr Hastalığı
Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah’ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip örterek inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.
Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: Küffâr, kâfirûn, kefere) denilir. Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır. Kâfir; gerçeği örten, nimeti saklayıp inkâr eden kişi demektir. Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan Allah’ın âyetleri, tevhidî iman, peygamberlik, din, hidâyet vb. hususları saklamak veya görmezlikten gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.
Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara, karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı ortamlardır.
Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi; ikrah, yani şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terketmeyi de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib de (yalanlama) kalple, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrah/zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta, elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmenin, küçümsemek ve hafife almanın, bunları bozmaya çalışmanın en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün olur? Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izhârı, “kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra ikrah olunan, zorlanan değil”[212] diye şer’î istisnâyı bildiren bu âyet gereğince zarûrî bir zorlamaya dayanması hâriçtir. Fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür) ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Meselâ, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak kesin küfür olur. Bu bakış açısından, amelin terkinin fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan, küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir. Hâlbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe atmak, güneşe tapınmak, putlara veya heykellere saygı duruşunda bulunup önlerinde kıyâma veya secdeye durmak, küfrü yayıp neşretmek, günahı ve haramı helâl; helâlı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir ikrah, yani zorlama zarûreti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilâf edilmemiştir.
Yukarıda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiği söylenmiyor. Fakat bu mesele, istismar edilerek kötüye kullanılmıştır. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terketmek, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Meselâ, bazen namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -beşer hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla ters değildir. Şu halde cüz’î terk, küfür olmayabilir. Fakat ameli terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen, alnı secde görmemiş, ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah’a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’an’a ve âhirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan, birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiçbirine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür.
İslâm âlimleri, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfrü beşe ayırmışlardır:
1- Küfr-i inkârî: Allah’ı, Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabullenmemek ve dille de inkâr etmek,
2- Küfr-i cühûd: Kalben Allah’ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek,
3- Küfr-i inâdî: Kalben hakikati bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm’ı kabullenmemek,
4- Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak,
5- Küfr-i Cehlî: İnsanın iman ettiği halde, cehâlet sebebiyle zarûrât-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesi. Günümüzde en yaygın küfür çeşidi budur.
Yukarıdaki tasniften yola çıkarak kâfirlerin de kendi aralarında şu kısımlara ayrıldığını söyleyebiliriz:
a- Allah hakkında bilgisi olmayan, bildirildiğinde de kabul etmeyen kâfirler. Firavun bunlardandır. Mûsâ (a.s.) ona İslâm’ı tebliğ ettiğinde, Firavun “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh bilmiyorum”[213] demişti. Yani, “kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim” diyordu.
b- Allah’a ve Rasûlü’ne inanır, inandığını Ebû Tâlip gibi ikrar da eder, ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm’ı kabul edemez.
c- Diliyle inandığını söyler, ama kalbinden iman etmez; münâfıklar gibi.
Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü’min görünene “münâfık”; Müslümanlıktan sonra dinden dönene “mürted” denir. İki veya daha çok ilâh olduğunu söyleyen, Allah’a başkasını ortak koşan kimseye “müşrik”; Yahûdilik veya hıristiyanlık dinine bağlı olanlara “kitabî” veya “ehl-i kitap” adı verilir.
İman esaslarından birini bile olsa inkâr etmek küfürdür. İslâm’da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek, bütünü inkâr etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir âyet ya da bir hükmünü, bir emir ve yasağını bile inkâr etmek küfürdür. Kur’an’a bir şey ilâve etmek, Kur’an’ın kendisi, bir sûresi veya bir âyeti ile, ya da dinden olan bir hükümle alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da kişiyi iman dairesinden çıkarıp küfre düşürür. Kur’an’da veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan İslâmî emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Allah’ın haram kıldıklarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek, onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu durum da küfürdür. Kısaca, Allah’ın emir ve yasaklarını, bütün İslâmî hükümleri kabul ederek İslâm’ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını reddetmek veya İslâm’ın, çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürerek bir hümünü bile olsa reddetmek küfürdür; bunu yapan kimse kâfir olur.
İslâm’ın itikadî, iktisadî, ictimaî, hukukî ve ahlâkî kanunlarıyla hükümran olmadığı toplumumuzda, mü’minler, günah olmasına rağmen amelî yönden bazı tavizler verse bile, iman bakımından taviz veremezler. Aksi takdirde kâfir olur, âhiretin ebedî azâbına müstahak olmuş olurlar.[214] Allah’a, O’nun seçtiği hayat önderi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ve Kur’an kanunlarına imanı korumak, her türlü küfre ve nifaka karşı nefretle direnç göstermek, her mü’minin baş görevi ve ebedî azaptan korunmanın biricik vesilesidir.
Allah’a inandığı halde, O’na tam anlamda güvenememek, şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve yasakları çevresinde olduğuna itimat edememek küfre götürür.[215] Bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara ulaştığına, Rabbimizin sebepler yaratarak insanları nimetlendirebileceğine, dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da küfre götürür.[216]
Yapılan amelleri Allah’a kulluk için, O’nun emri olduğu için değil de; çeşitli gayeler için yapmak imansızlığa ileten bir davranış şeklidir.[217] Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve ölümü, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Mü’min; ahlâk, ilim, sanat, vatan, bayrak ve halk için değil; yalnız ve yalnız Allah için, O’nun emri ve yasağı olduğu için konuşur ve susar; yapar ve sakınır. Mü’min, bu sayılan değerleri ancak Allah’a kulluk için ve O’nun izin verdiği şekilde yüceltir ve Allah’ın izni doğrultusunda, izin verdikleri uğrunda mücâdele verir.
Yaratmak ve kanun yapmak hakkı yalnız Allah’a ait iken; Allah’tan gayrı güçlerin, fert ve kurumların, kesin emirler vermek, yasaklar koymak, helâl kılmak, haram kılmak hakkı olduğunu kabul etmek de küfre götürür. Çünkü İslâm’da egemenlik/hâkimiyet yalnız Allah’a aittir. Halkın, parlamentoların, Allah’ın emir ve yasakları ile çelişen ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların İslâm açısından meşrû olabileceğine inanmak, böyle düşünmek kesinlikle küfürdür.[218]
Hakkında kesin İlâhî hükümler olmayan konularda, -bilim, uzmanlık, istişare ve referandum verilerine itaat gibi- Allah’ın itaat edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine ve gayr-ı İslâmî kurumlara itaat da küfre götürür. Mü’min, İslâm nizamına teslim olmayan kendi nefsine, İlâhî kanunlar açısından değerlendirme yapmayan bilim ve politika adamlarına ve İslâm dışı temeller üzerine kurulmuş kurumlara itaat edemez. Allah’a isyan hususunda insanlara ve kurdukları kurumlara itaat yoktur.[219]
Din hürriyetimizi kısıtlayan toplumumuzda, aramızda vasiyet, miras, alım-satım, nikâh, boşanma gibi işlerimizi, Allah’ın indirdiği ölçülere göre değil de; bu ölçülere zıt prensiplere göre -gönül rızâsıyla- düzenlemek, “devir değişti” gibi hezeyanlarla Allah’ın kanunlarının geçerli olamayacağına inanmak da küfre götürür.[220]
İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat ve ahlâk dallarına ait bir tek hükmünü dahi küçümsemek, modası geçtiğine inanmak; yani “artık kısas fikri geçerliliğini kaybetti; fâiz yasağına yer yok; kadınların örtünmelerine ne lüzum var?; karşılıklı rızâ oldukça, ya da devletin korumasına aldığı ve uygulanması için gösterdiği yerde zinada sakınca yok; beş vakit namaz biraz fazlacadır” gibi ve benzeri fikirlerin bir tekini dahi benimsemek küfürdür. Zira İslâm bir bütündür. Onun bütün hükümleri yücedir ve tartışma üstüdür.[221]
Küfrün Sebepleri
a- Büyüklenme (istikbar): Küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir.[222] İblis’in Âdem için Allah’a secde etmemesinin sebebi de kibir idi.[223]
b- Haddi aşmak (taşkınlık): Küfrün sebeplerinden biri de Kur’an’da “beğâ” fiili ile anılan Türkçesi “başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak” olan durumdur.[224]
c- Haset: Küfrün sebeplerinden birisi de haset, yani çekememezliktir. Özellikle Yahûdi ve Hristiyanlar, bekledikleri son peygamberin kendi içlerinden değil, Arap kavminden çıkmış olmasını hazmedemediler ve inkâr ettiler. Oysa peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı.[225]
d- Düşmanlık: Haset, düşmanlığı doğurur. Bu sebeple küfürde inat başgösterir.[226]
e- Utuv ve tuğyân (çılgınlık, azgınlık): İnsanlar bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman çılgınlık ve azgınlık sebebiyle Allah’a ve O’nun vahyine karşı burun kıvırıp, meydan okuyarak küfrün alçaklığına saplanıyorlar.[227]
f- İstiğnâ (kendisini yeterli görmek zannı): İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında İlâhî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah’ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır.[228]
g- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah’a iman ihtiyacı duymaz, O’nu tanımaz.[229]
Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada, okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur.[230]
Şirk ve Küfürden Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”[231] Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.[232] Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.[233]
Bu büyük gerçeği Kur’ân’ın hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. İmanı korumak ve şirkten korunup küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.v.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister[234]; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”[235]; “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.[236] Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.”[237]
Ünite 5
Tekfir
- Tekfircilik Hastalığı
- Tekfir Konusunda Kurallar
- Tekfir Konusunda Yöntem
- Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
- Tekfirin Şartları
- Tekfircilik Hastalığı
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hâdisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü Hareket ediyorlar, yoksa gurup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”[238]; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız… Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” [239]
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Tekfir Konusunda Kurallar
1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır.
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi.
3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir.
4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır.
5- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.
7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.
8- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir.
Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.” [240]
Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder:
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…” [241]
9- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
10- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suç da şüphe ile düşmelidir.
“Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)” [242]
11- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez.
12- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir.
13- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir.
14- Kâfirde mu’min amelinden bazıları, onu mu’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mu’mini kâfir yapmaz.
15- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir.
16- Bir kâfiri mu’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir.
17- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama, savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.
18- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mu’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” [243]
19- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner:
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [244]
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” [245]
20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” [246]
21- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.
22- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.
23- “Luzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.” H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, “bunu ancak kâfir olan yapar, söyler” kanaatini veriyorsa buna “küfr-i luzûmî” denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da “küfr-i iltizâmî” denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve “birbirlerine karşı merhametlidirler”[247] ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlu’nun (s.a.v.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur.
Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.” [248]
24- Şirke bulaşan veya akîde ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla “müşrik” diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah’ın kitabı’nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Küfre girip kâfir oldukları halde[249] Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim’de muşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, “ehl-i kitap” ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. “Allah’a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin.” [250] diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir.[251] Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” [252]
Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab’ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır:[253] “Deyin ki, “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir...” [254]
Bunun aksine, Allah Teâlâ “muşrik” ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) şöyle itiraz ediyorlardı: “Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir” dediler.” [255] Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince “hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız’ derler.” [256]
25- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır.
26- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi; İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mür’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir.
27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.
28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır.
İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettiğirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [257]
Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir.
Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.”[258]; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” [259]
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüz dünyasında bir İslâm devleti bulunmadığına göre bu konuda fazla bir şey söylemek gereksizdir.
Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mu’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.
Çünkü bu sorunlar, esasen, -tur’de yaygınlaşan- üç yapay din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, Popüler Türk Müslümanlığı, Alevilik ve İdeolojik Milli Türk Dini’dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir mitüdist, bir Alevi, bir mistik ne bilir? Türkilye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mu’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgilerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri not ve diploma için öğrenmek mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mu’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mu’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.
Bilgisiz sürüler tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu suretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiç biri, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.
Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği tur gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.
Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. tur toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.
Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir?” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir:
“Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”
Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiç birini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.
Bugün, Türk insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:
Türk toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır. Bu kamplar her ne kadar sayıca çok iseler de, genelde dört dinsel kesim olarak belirgin çizgilerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Bunlar:
1) Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’minler,
2) Popülist Müslümanlar (bütün tarikatçılar),
3) Aleviler,
4) Mitüdistler (Milli Türk dininin bağlıları).
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; -bu gibi sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen- bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekanizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mu’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:
1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mu’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.
Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.
Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin tur’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü, (popülist Türk muhafazakârlar, mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi mitüdistler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle tur’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir.
Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”
Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir.
Tekfirin Şartları
Burada, önce ilgili taraflara önemli mesajlar yöneltilmiştir. Bu mesajlar, tekfîr sorununa bağlı olarak her iki karşıt kampa yöneliktir. Bunlardan biri, tekfîrci azınlıktır; ikincisi ise onların karşısında yer alan karma çoğunluktur. Bu çoğunluğu oluşturan kampları şöyle sıralamak mümkündür. (Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan, fakat strateji ve mücadele metodu bakımından tekfîrcilerden ayrılan mü’min azınlık, bütün mistikler, popülist Türk muhafazakârlar, aleviler ve laikçi mitüdistler...)
Müslüman olduğunu sanan (veya ileri süren) bir insanı, şer’î bir nedenle kâfir diye suçlamak ve onun İslâm’dan çıktığına hükmedebilmek için, kişide sekiz niteliğin bulunuyor olması şarttır. Bunlar; akıl, bülûğ, iman, ilim, basîret, ahlâk, yetki ve yöntembilimdir.
Bu vasıflardan yoksun bulunan insanın, çeşitli nedenlerle onu bunu rasgele kâfirlikle suçlaması çok yanlıştır ve büyük sorunlar doğurabilir. Bu nedenle kendisi de dâhil olmak üzere, birçok mâsum insan, sebepsiz yere zarar görebilir. Böyle bir karanlık yolu seçmeye ve zaten karışık olan ortamı daha çok karıştırmaya ise hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü aslında birilerinin çıkıp din adına ahkâm keserek ortaya bir kıvılcım atmasını altın bir fırsat olarak bekleyen milyonlarca insan bu ülkede yaşamaktadır. Üstelik çoğunluktaki bu kalabalıktan her kişi, mistik ya da ideolojik başka bir kampa bağlı olmasına rağmen bu amacı öbür insanlarla paylaşmaktadır. Bütün mistikler, ırkçı muhafazakârlar, aleviler ve lâikçi mitüdistler bu amaçta ortaktırlar.
Tekfîrciler, her şeyden önce bu dev cephe karşısında hangi bilgi, hangi yetki ve hangi güçle herkese kâfirlik suçunu yapıştırabileceklerini çok iyi düşünmelidir.
Görüldüğü üzere bu noktada, tekfîrciler tamamen haklı bile olsalar, yapabilecekleri hemen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bu küçük azınlık, önce haklı olup olmadığını aşağıdaki şartları inceleyerek sabırla kendine bir test uygulamalıdır. Bu şartları özet olarak şöyle sıralamak mümkündür:
Tekfir Konusunda Yöntem
Söz konusu belirsizliğin doğurduğu bu kesin sonuç, ikinci derecede birtakım sonuçlar daha doğurmuş ve doğurmaktadır. Bunlar da yöntem bakımından özet olarak şöyle açıklanabilir:
a) Ümmet (fiilen) yoktur diye bütün dünya müslümanları tekfîr edilemez. Buna rağmen, kuşku yoktur ki, bütün müslümanlar Ümmetin yeniden yapılandırılmasından sorumludurlar ve (bir çeşit “gebermek” anlamına gelen) câhiliye ölümüyle ölebilecekleri tehdidi altındadırlar “Kim boynunda (ulu’l-emr’e) bey’at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur.” [260] Ancak bu tehdit, onların tümünün kâfir olduğu anlamına gelmez.
b) Bir mu’minin, ailesi ve yakın çevresi içindeki kimselerden birini tekfîr etme sorumluluğu, öncelikle o mü’minin kendisine aittir. Muctehid sıfatına hâiz uzmanlar dışında kalan üçüncü şahısların ona yönelik yapacakları uyarılar kesin birer tekfîr kararı sayılamaz.
c) Tekfîr kararı (delilleriyle birlikte) tebliğ edildikten sonra muhâtap eğer küfründe ısrar edecek olursa ancak o zaman tekfîr geçerli sayılır.
d) Şâhitsiz ve belgesiz tekfîr edilen kişi eğer yanlış anlaşıldığını ileri sürerek bilinçli şekilde hiç küfre girmediği yolunda kendini savunacak olursa, bunu kanıtlaması için kendisinden ayrıca delil istenemez. Aksine onu tekfîr eden kişinin pişmanlık duyması, ondan özür dilemesi ve tevbe etmesi gerekir.
e) Mu’min iken küfre açıkça girmiş olsa bile mürtedin ve mürted hükmündeki kişinin, İslâm hukukunda ön görülen cezası, hiçbir kişi ve örgüt tarafından infaz edilemez. Bu yetki sadece ve sadece İslâm Ümmeti adına İslâm Devleti organlarına aittir. Hatta bizzat devlet başkanının, (Halifenin, Cumhurbaşkanının...) ve Şûrâ meclisinin onayı şarttır.
f) Dünya müslümanlarının günümüzde uğradığı soykırım, cinâyet, işgal ve tecavüzleri içeride kolaylaştıran iktidarlara, ordulara ve örgütlere karşı savaş kapsamında verilecek tekfîr kararları, bütün tevhid ehlinin geçici şûrâsı tarafından onaylanınca meşrûluk kazanır. Bu gibi olağanüstü ortamlarda İslâm mucâhidleri, gerilla birlikleri ancak aralarındaki âlimlere danışarak tekfîr kararları alabilirler.
g) Gerek İslâm devletinin organları, gerekse munferit olarak kişiler, hiç kimse hakkında Allah adına tekfîr kararı alamazlar. İslâm Devleti, Ümmet adına tekfîr kararı verebilir ve infaz eder. Kişiler de sadece kendi adlarına tekfîr kararı verebilir ve sadece (pasif savunmada bulunabilirler), hiçbir sûrette infaza yetkileri yoktur!
h) Tekfîr, İslâm’da bazen sırf siyasî, bazen sırf hukukî, bazen de hem siyasî hem hukukî mâhiyeti olan çok yönlü bir meseledir. Tekfîr kararı asla bir aforoz değildir. [261]
Ünite 6
Nifak
- Nifak ve Münâfık Kavramı
- Nifakın Kısımları
- a- İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
- b- Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
- Nifakın Riya ile Alâkası
- Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
- Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları
- Günümüzde Münâfık
Nifak ve Münâfık Kavramı
Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak; münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır. Münâfık, nifak kelimesinin ism-i fâilidir; yani nifak yapan, nifak sahibi demektir. İstılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden İslâm’a girip zâhiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî münâfıklık içindir; bu kimse, hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak, Allah’a karşı işlenmiş bir günah olur.
Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zâhirî lafız ve kımıldanışlarla İslâm’ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi yer altı faâliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık, girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.”[262]
Nifakın Kısımları
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır.
a) İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azâba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azâba uğrayacak grup bunlardır.[263]
b) Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emânete hıyânetlik, sözde durmama, hile ve riyâ gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir. Ama, bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya çalışmalıyız.
Nifakın Riyâ ile Alâkası
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır. Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır. Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda mürâîliktir.
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
Kur’an-ı Kerim, insanları mü’min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplar. Bakara suresinin ilk beş âyeti mü’minlerden ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet[264] kâfirlerden, ondan sonraki 13 âyet de[265] münâfıklardan ve onların özelliklerinden bahsetmektedir. Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.
Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin vasıflar vardır. Bunlar:
Münâfık, câsus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül etmez, hakkına râzı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere karşı inanmış gözükmekte bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.
Kur’an-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli olmaları tavsiye edilmektedir.[266]
Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü onlar, bize benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır, fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür. Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine, müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar idrakten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya) bir yardımcı da bulamayacaksın.”[267]
Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur. Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir. Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü mel’aneti yapan münâfıklar; bizim davamızın baş düşmanlarıdır. Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.
Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları
Münâfıklar, her ne kadar mü’min sıfatını taşımıyorlarsa da, insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen da küfür yönüne yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini sakladıkları için müslümanmış gibi muamele görürler. Bu durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza verilir. Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman muamelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar ortaya çıkabilir. “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!”[268]; “Ey Peygamber, Allah’tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!” [269]; “Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter. “ [270]
Günümüzde Münâfık
Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi ölçüye göre tespit edeceğiz?
İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor. Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve zorbalığı ile cahillerin ifsad ettiği dünyamızda buna dur diyecek bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur’an’da ve sünnette tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu’nun bazı bölgelerinde oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler bile oruç tutuyor görünürler. İslâm’a saygılı ve dinî duyguları güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip dinleyen, konuşmalarında Allah’ın adını sıkça anan politikacılar, seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu yapıyorlarsa, Allah’ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa... münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine’lerde aramamak gerekiyor.
Münâfıklığın karakteristik özelliği, iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında İslâm dışı hayat sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların, cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar, müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler.
Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münâfıklığa sevkeden şey dünyevî menfaatler ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama, dünyayı Allah’tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah’a ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. “İnsanlardan bazıları Allah’a ve âhiret gününe iman ettiklerini söylerler; oysa onlar mü’min değillerdir. Onlar, Allah’ı ve mü’minleri aldatmağa uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar.” [271]
İslâm ile küfür arasındaki mücadele Kıyâmete kadar devam edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saadetten günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur’an ve hadisler, her dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini uzun uzun üzerinde durarak mü’minlere haber veriyor. Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü’minler uyarılarak, onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek caiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz, kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece Allah’a, Rasülü’ne ve mü’minlere ait olduğu halde; münâfıkların kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o zümreye dahil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.
Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla, hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları, maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar. Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi kandırabillmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
“Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.” Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu mânevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur’an’a sarılmalıyız.
Ünite 7
Tuğyân ve Tâğut
- Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
- Siyasî Otoritenin Tuğyânı
- İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyânıdır
- Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
- Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması
- Tâğut Kimdir?
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyânla ifade edilmiştir. “Su tuğyân ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık.”[272] Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah’ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması câiz değildir. İnsanın değeri, Allah’a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaatı ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah’ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyâna düşmüş, Allah’a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8’i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyânı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır.
Tuğyân, istikametten bir sapmadır.[273] Tuğyâna sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur’an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları “tuğyânları içinde oynayıp oyalanan gâfiller” olarak tanıtır.[274]
İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah’ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve irâdesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyâna açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini O’nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyân halidir. Bu tür insanlar da Kur’an diliyle tâğîdir.
Kur’an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rızâ göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyâna kalkışanların vasıflarından sayar.[275]
Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyân, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah’ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O’na ortak koşmak, kısacası nefsinin, hevâ ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.
Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyân olarak belirtilir.[276] Tuğyân, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.”[277]
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyândır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazâbıma çarpılmayasınız. Gazâbımı hak eden, şüphesiz mahvolur.”[278]
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adâletsizlik de tuğyândır. “Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adâletle tutun ve eksik tartmayın.”[279] Buradaki ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah’ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyân türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazen insanı rubûbiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun’un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik iddia etmekle olur. “(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi.”[280]
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun’un tuğyânıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb’e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun’un tuğyânını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. “Mûsâ’nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi’de Tuvâ’da seslenmişti: ‘Firavun’a git, çünkü o tuğyân etti (azdı).”[281] Buradaki tuğyânı, hem Yaratıcı’ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı’ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek sûretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rab’lik) iddia ederek tuğyânın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî’nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: “Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!”
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyânıdır
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem’e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd’a? Ve kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir.”[282] Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah’a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyânın temelinde “kibir” ve “benlik” yatar. Tâğutlardan biri olan şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyân, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. “Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”[283] Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyândır. İman açısından tuğyân içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun’un tuğyânı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyân ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adâletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[284] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultânun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. “Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.”[285]
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac’ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine’nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin’in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik’e biatı reddeden Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi.[286]
Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebû Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur’dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdûdi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyân (zulüm), ister mü’min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adâlete sarılmak sûretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adâletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adâlet; onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”[287]
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması
Tuğyânkâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyânlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah’ın hükmünü bırakır, tuğyânkârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyânkârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan birinci tür, yani tuğyânkâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyânlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[288] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş[289] olurlar. Allah’a imandan önce ‘lâ/hayır’ tavrıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[290] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an âyetleri böylelerinin ancak tuğyân ve küfrünü arttırır.[291] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani hevâ ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.[292]
Tâğut Kimdir?
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah’a isyan eden anlamında kullanılır. Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’ân-ı Kerim’de: “Andolsun ki, biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.”[293] İnsanlar, sadece Allah’a kul olma, yalnız O’na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.”[294] Yani insanlar ya Allah’a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.”[295] buyrulmaktadır. Kur’an’daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede[296] Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah’ın kitabından ve Peygamber’in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.”[297]
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah’ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada “tâğutî” özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm’ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine “evet” diyenler, Allah’ın dinine “hayır” demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; “Allah’a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının”[298] diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sâbittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, “müsteşrik” çizgisini asla geçemez.[299]
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a iman edip bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.[300] Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tâğut, Allah’a ibâdetten alıkoyan, Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı, Allah ve Rasûlü’ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Mevdûdi’ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, râhip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah’a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.[301] Tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim/egemen ve Rasûlü’nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir.[302]
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah’ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah’ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, Ulûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyân etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyândır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.[303]
Yusuf el-Karadavi’ye göre, Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah’a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz.[304]
Nisa, 76. âyetine göre tâğut; Allah’a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah’a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah’tır. O’nun dışındakilere O’ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşrûiyetini Allah’tan alırlar. Kur’an, Allah’tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.[305] İtaat edilen şey, Allah’ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.[306]
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adâletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir eşya, bazen bir ideoloji, bazen da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyân etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur.[307]
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyânı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur’an, bu noktada evliyâu’t-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor.[308]
Bir kimse, Allah’a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah’tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse “ilâhlık” iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akîdesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan “çağdaş devlet modelleri” iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bugün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler.[309]
Hz. Âdem’den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah’ı kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur’an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan/bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah’a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm’ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm’a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.”[310]
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü’min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü’minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah’a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur’an’ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.
Tâğut tanımına girenler şunlardır:
a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.
b- Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.
c- Allah’tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.
d- Şeytan tâğuttur.
e- Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tâğuttur.[311]
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk; hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[312] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
“İiman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”[313]
Ünite 8
İbâdet ve Allah’tan Başkasına İbâdet/Tapma
- İbâdet Kavramı
- İbâdet, Hayatın Tüm Alanını Kuşatır
- Herhangi Bir Eylem, Nasıl İbâdet Olur?
- Allah’a İbâdet
- Allah’tan Başkasına İbâdet
- Tâğuta İbâdet
- Put; Anlam ve Mâhiyeti
- Putperestlik
- Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
- Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
- Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
- Günümüzde Sığıra Tapma
- Sanatın Putlaştırılması
- Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
- Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
- Müneccimlik ve Falcılık; Gaybı Bilme İddiâsı ve
Yıldızları Putlaştırma
- Putlara, Heykellere İbâdet
- Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler
- Saygı Duruşu Denilen Putperestlik
- Animizm (Ruhlara Tapma İnancı)
- Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır
- Putları Kırmak
İbâdet Kavramı
“Ben insanları ve cinleri, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.”[314]
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah bana, “Ey Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu. Ben; “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.”[315] buyurdu.
İbâdet kelimesinin lügat mânâsı; itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmektir. İslâmî ıstılahta ibâdet: Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifâde eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yerine getirilen her türlü harekete ibâdet denir. Kısaca ibâdet, Allah’ın râzı olduğu her söz ve fiile verilen isimdir. İbâdet, Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir zaman sadece namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek mânâlarında kullanılmamıştır. İbâdet dinin tamamıdır. Din ise hayatın programını çizer, insanların yaşam tarzını belirler. Yemek yemek, devlet kurmak, ahlâk, evlilik, hukuk, mâlî işler... kısaca hayatın tamamı dindir, dinin tamamı da ibâdettir.
İbâdet 5 anlama gelmektedir. Bunlar:
1-) Kul olmak, kulluk etmek,
2-) Boyun eğmek, itaat etmek,
3-) İlâh tanımak (otorite tanımak, hükmüne teslim olmak),
4-) Herhangi birine ya da bir şeye bağlanmak,
5-) Yönelmek, meyletmek.
İbâdet kelimesinin ifâde ettiği esas mânâ; kişinin yüksek güç, kuvvet ve iktidar sahibi birine karşı itaat etmesi, kendi hürriyet ve bağımsızlığından ferâgat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terk etmesi ve tam bir bağlılıkla, isteyerek ona boyun eğmesidir.
İbâdet etmek, insanın fıtratındaki/yaratılışındaki gâyenin gereğidir. Allah Teâlâ insanları ve cinleri, ancak kendisine ibâdet etsinler diye yaratmıştır.[316] Bu yüzden ibâdet etmek, insan için kesin bir ihtiyaçtır. İnsan ruhu yalnız Allah’a ibâdet ederek, yani sadece O’na kul olarak, O’na itaat ederek, hayatını O’nun rızâsına uygun olarak ve O’nun Rasûlünü örnek alarak huzura kavuşur.[317] Aksi halde insan maddî yönden ne kadar yüksek seviyede olursa olsun, Allah’a ibâdet etmediği müddetçe asla gerçek mutluluğu bulamayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette, insanlara Allah’a ibâdet etmeleri emredilir: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Her iş O’na döndürülür. Öyle ise O’na ibâdet et, O’na güvenip dayan.”[318] “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.”[319]; “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz. Öyle ise O’na kulluk/ibâdet edin. İşte doğru yol budur.”[320] Bütün peygamberler, insanları Allah’a ibâdete çağırmışlardır. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Andolsun ki, Biz her ümmete Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının diye bir peygamber gönderdik.”[321]
İbâdet, sevgi ve boyun eğme mânâlarını birden içerir. Yani Allah’a ibâdet, Allah’ı son derece sevmekle birlikte nihâî derecede O’na boyun eğip saygı duymaktır. İbâdetin gerçekleşmesi için kulun, Allah’ı her şeyden çok sevmesi ve O’nu her şeyden büyük tanıyıp âzamî derecede saygı duyması gerekir. Müslüman, korku ile ümit arasında olmalıdır. Fakat bu korku, bir canavardan veya diktatörden duyulan korku gibi değildir. Müslümanın korkusu Allah’ın sevgisini kaybetme korkusudur.
İbâdet, Allah ve Rasûlünün emrettiği şekilde yapılır. Diğer her şeyde olduğu gibi ibâdetin nasıl yapılacağı hususunda da müslüman, Kur’an ve sünnete mürâcaat eder. İbâdet, insanın kendi nefsi ve kalbini temizlemesi, Allah’ın rızâsını kazanması için en güzel bir vâsıta ve İlâhî bir vesiledir. İbâdet müslümanın imanını kuvvetlendirir, Allah’a yaklaştırır. Tabii ki, ibâdetin bilinçli, Allah’ın istediği ve Peygamberimiz’in uyguladığı gibi olması lâzımdır. Yoksa ibâdet insana bir fayda sağlamaz. Örneğin; Allah Teâlâ “namaz kişiyi bütün kötülüklerden alıkoyar.”[322] buyuruyor. Hâlbuki, bugün pekçok müslüman namaz kıldığı halde birçok günahı, hatta kebîre/büyük günah işleyebiliyor. Elbette ki bu durum, onların namazlarının Allah katında kabul görmediğinin göstergesidir.
Fâtiha sûresinde “biz yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.”[323] âyetinde ibâdet, “yardım dileme”den önce gelmiştir. Bunun mânâsı, bir şeyi elde etmeyi istemeden önce, onu bize kazandıracak vesilelere başvurmamız demektir. Önce sebepler yapılmalı; sonra sonuç Allah’ın izniyle elde edilecektir. Müslümanların yapması gereken de budur. Müslümanlar öncelikle Allah’a en güzel şekilde ibâdet etmeli, yani hayatını Allah’ın râzı olacağı şekilde, Peygamberi örnek alarak yaşamalıdırlar. Ancak, bundan sonra kudreti sonsuz olan Allah müslümanlara yardım edecek ve onları yüceltecektir. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi izzet Allah’ın, Rasûlünün ve Müslümanlarındır.[324]
İbâdette ihsân/güzellik olmalıdır. İhsân kavramını Peygamberimiz şöyle açıklar: “İhsân, Allah’ı görüyor gibi Allah’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de muhakkak ki O seni görüyor.”[325]
İbâdet yalnız Allah’a edilmelidir. Ma’bud (ibâdet edilen) yalnız Allah olmalıdır. Elbette ki ibâdeti yalnız namaz, oruç, zekât vs. gibi fiillerden ibaret görmemeliyiz. Bu fiiller ibâdetin bir kısmıdır; tamamı değildir. Önceden de belirttiğimiz gibi ibâdet, hayatın tamamını içine alan bir kavramdır. İbâdetin sadece Allah için yapılması gerektiği hususu üzerinde Kur’ân-ı Kerim hassâsiyetle durmaktadır: “O (Allah) yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[326]; “Ey Âdem oğulları, şeytana ibâdet etmeyin diye size emir vermedim mi? Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”[327]; “De ki, bunca delilden sonra, bana Allah’tan başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz, ey câhiller? Bilâkis Allah’a ibâdet eden ve şükredenlerden olun.”[328]; “Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.”[329]; “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem...” [330]
Bu âyetlerde açıkça görüldüğü gibi Allah, ibâdetin sadece Kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve rûhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, bizim ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.
“Mistik anlayış; ibâdeti, hayattan el etek çekip inzivâ ve riyâzet yoluyla Allah’la birleşme şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlayışa göre bireylerin toplumsal sorumlulukları ihmal, hatta inkâr edilerek nefsi arındırma öne çıkarılmaktadır. Bu anlayış, birçok farzı terk ederken; nâfile, hatta uydurma ibâdetleri ön plana çıkarmaktadır. Vahdet-i vücud nazariyesine inananlar daha da ileri giderek, fenâ fişşeyh, fenâ firrasûl mertebesini aşıp fenâ fillâh derecesine yükselenler için ibâdetin sözkonusu olmadığını ön görürler. Zira bu son mertebe artık Allah’la birleşme aşamasıdır. Mistik akım, kulluğu sadece şeklî bazı ibâdetlerden ibâret saydığı için dünya hayatına ilişkin İslâmî kuralları kulak ardı eder. Bu yüzden yeryüzünün zâlim, fâsık veya kâfir yöneticiler tarafından ifsâdına ses çıkarmaz. Tarihsel süreç içinde hep bu tavrı gösterdikleri gibi, günümüzde çok sayıda şeyhin Batı emperyalizminin yerli işbirlikçileri olan siyasi partilere yakın durmaları, izzeti bu partilerin liderlerine yakın olmakta aramaları bu görüşü doğrulayan açık örneklerdir.”[331]
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır; insanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur.”[332] Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah’a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”[333] Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah’a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm’da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah’ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir.[334] Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah’ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.
Siyaset ibâdettir... Allah’ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah (s.a.v.)’ın ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi “hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile” ibâdettir.
Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.
İbâdetleri ma’bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has kılar. Günümüzdeki farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.
Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. “Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar.”[335] “Mescidlerimiz işgal altında!” demiş olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah’ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel’amların güdümündeki mescidler (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel’amlaştırılmakta). Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. “Mescidler Allah’a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin.” [336]
Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için gelmiştir.[337] Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her konuda birbirine bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. “Şüphesiz namaz, fahşâdan (her çeşit aşırılık ve ahlâksızlıktan) ve kötülükten men’ eder.”[338] Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü’min, Allah rızâsı için namaz kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da “umulur ki korunursunuz” denilir.[339] Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği âyetlerde[340] geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.
Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah’a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır.” Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: “Ne dersiniz, şayet harama gitseydi günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap vardır.”; “Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır.” [341] Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. [342]
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
Herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet olabilmesi için dört şart vardır:
İman, meşruiyet, usûl-metod, niyet. Bir fiilin ibâdet olabilmesi için doğru iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emir veya meşrû gördüğü mubah bir iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah’ın istediği, Rasûl’ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah’ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah’a yaklaşmak ve O’na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete dönüştürür.
İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider.[343] Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah’a ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Meselâ, namazı Allah’ın istediği tarzda, Peygamberimiz’in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ameller, ancak niyetlere göredir.”[344] buyurmuştur. Bu nedenle Allah’a kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, “ibâdet” olmaz. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Mekke’ye gidip ziyaretlerde bulunmak da hac değildir.
Allah’a İbâdet
Allah’a ibâdetin anlamı: Kur’an’da 82 âyette “Allah’a ibâdet”ten söz edilmiştir. İnsan, Allah’a ibâdet için yaratılmıştır.[345] Bütün peygamberler, insanları Allah’a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi,[346] kendileri de O’na ibâdet etmişlerdir.[347] Kur’an’da hem “ey insanlar” hitâbıyla,[348] hem de “ey mü’minler” hitâbıyla[349] Allah’a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,[350] hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah’a yapılması istenmiştir.[351] Allah’a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah’ı bilmek, O’na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade eder.
Kur’an’da ibâdet kavramı; Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî vahye iman etmek, O’na boyun eğerek itaat etmek, İslâm’ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah’ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur’an’da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur’an’ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur’an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, “ibâdet” kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur’an’ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah’a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur’an hükümlerinin hepsi “ibâdet” kavramına dâhildir.
Allah’ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah’a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah’a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Allah’tan Başkasına İbâdet
Kur’an’da 53 âyet-i kerimede “Allah’tan başkasına ibâdet”ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır.[352] Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah’ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O’na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah’a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)’den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları Allah’tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. “Andolsun Biz, her millet içinde Allah’a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu.” [353]
Allah’tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah’tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani ma’bûd, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah’tan başkaları[354], Allah’tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler[355], işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar[356], Allah’tan başka tapınılan putlar/evsân[357], heykel şeklindeki putlar/asnâm[358], sahte tanrılar/ilâhlar[359], heykeller[360], tâğut[361], şeytan[362], ataların taptığı şeyler[363], Allah’a ortak koşulanlar[364], cinler [365], insanlar[366], melekler[367], Allah’tan başka dost tutulanlar[368], Allah’tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar[369], kâfirlerin taptığı şeyler[370], elle yontulup yapılanlar[371] olarak zikredilmişlerdir.
Allah’tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah’tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah’a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine ma’bûd edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah’tan başkasına ibâdet etmek, Allah’ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur’an’ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah’a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur’an’da bu husus, şöyle bildirilmektedir:
“...Allah’tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”[372]
“Hâlbuki insanı Allah’a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir.”[373]
“Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veren şeylere ibâdet ediyorlar ve: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar...”[374]
Demek ki Allah’a ibâdet edebilmek için Allah’ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah’ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O’ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.
Tâğuta İbâdet
“Andolsun Biz, her toplum içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik.”[375] Bu âyette “tâğut”, ibâdet konusunda Allah’ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: “Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”[376] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.”[377]
Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah’ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden almayan her idare, Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.[378]
Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye İbâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: “Tâğut, Allah’a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir.[379]
Tâğuta ibâdet, Allah’tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah’a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine Allah’tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid’in şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: “Artık kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.”[380]
Put Ne Anlama Gelir?
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putları, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.”[381]
Putperestlik
İnsanların, Allah Teâlâ’ya yapmaları gereken ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir mahlûku ma’bûd kabul ederek ona yöneltmeleri haline putperestlik denilir. Put, âyet ve hadislerde “sanem” ve “vesen” şeklinde de isimlendirilmektedir. “Asnâm/putlar”, “sanem” kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında “sanem” kelimesini; “Allah’tan başka ilâh edinilen şey” diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah’ın nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tâğutlar mânâsınadır. Allah’ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.
Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: “Vesen” ile “sanem” arasında fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi taştan, ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.
Âdem (a.s.) eşi ile birlikte yeryüzünde hayatını sürdürürken nesilleri çoğalıp artmıştı. Bu ilk nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve aynı ma’bûda tâbi olarak, doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi.”[382]
Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış heykel önünde eğilmek ve ona tâzim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri değildir. Allah’ın dışında tapınılan her şey puttur. “Allah”ı bırakıp da kendilerine kıyâmete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?”[383] Allah tarafından gönderilmiş bir delil olmaksızın, O’ndan başkasına itaat eden, bir hükme sahip olduğuna inanan, O’ndan başkasına duâ edip bir şey isteyen, Allah’a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah’a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir.
Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah’tır; yaratma O’na mahsustur; bütün nimetler O’nun kudret elindedir; bütün işler yalnızca ve yalnızca O’na aittir; kuvvet ve çare O’nun hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O’na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için O’ndan başka ilâh yoktur. Kur’ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri şeylerin Allah’ın kulu ve O’nun karşısında aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız Allah’a ibâdete, sadece O’na kulluk etmeye, ancak O’na itaatte bulunmaya, kişinin O’ndan başkasını tanrı kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O’ndan başkasına tapılmamasına çağırıyor: “Andolsun ki, Biz her ümmete, Allah’a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik...”[384]
Aslında insanların Allah’tan başka birine ya da bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak anıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Tekrar edelim: Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevk ederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır.“O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan masumum, de.”[385]
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade Karunlar, yani zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”[386] âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.
Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha/tanrıya inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 360 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lât, Menât, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suvâ, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır: “Allah’tan başka taptıkları”[387]; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları”[388]; “Allah’a şirk koştukları”[389]; “Şirk koştukları şeyler”[390]; “Allah’tan başka benimsedikleri”[391] tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh”[392]; “âlihe -ilâhlar-”[393]; “endâd -eş ve denkler-”[394]; “esnâm -heykelden putlar-”[395]; “evsân -putlar-”[396]; “temâsîl -heykeller-”[397]; “şürekâ -ortaklar-”[398]; “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-”[399]; “şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-”[400]; “erbâb -rabler-”[401]; “evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-”[402]; “emsâl -eşler, benzerler-”[403]; “tâğût -azgın yönetici-”[404]; “cibt -putlar-”[405]; “ensâb -dikili taşlar, putlar-”[406]; “veled -çocuk-”[407]; “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-”[408].
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa, sadece zuhur ettiği bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen “Menât, Hubel, İsâf vb.” putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın, ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma, hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının özel isimleri -el-Lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.) Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belritmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında, Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:
Hayat sahibi varlıklar
İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe), c) Hükümdar-tanrı (Firavun)
Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
Cansızlar
Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e) ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b) ensâb
Mücerred Varlıklar
a) Nefsin hevâsı, b) şâri’, c) dehr, d) seneviye.[409]
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
Kur’ân-ı Kerim’de put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu “esnâm” 5 yerde geçer.[410] Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin çoğulu evsân ise 3 yerde zikredilir.[411] Heykel anlamındaki timsâl kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını gerektirecek şekildedir.[412] Diğeri ise, Süleyman (a.s.)’ın cinlere sanat eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından olumludur.[413]
Kur’an’da putperestliğin genel adı olan “şirk” ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk ve puta tapma ifâdeleri geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle, putlarla ve putçularla mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, putperestleri ve her çeşit müşriği, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik olarak nitelendirir.[414] Kur’an’da putperestlik ve şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh/tanrı olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir, putperestliktir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri, hiçbir şeyi putlaştırmamaları husûsunda uyarır.
Kur’ân-ı Kerim’de, şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği görülür; “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir. “Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime, ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder. Peygamberlerin ve sâlih insanların ilâhlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır.
Kur’ân-ı Kerim’de putlar, sebep oldukları zararlar açısından konu edilir ve insanlar dünya ve âhiret güzellikleri için putlara tavır almaya çağrılır. Putperest müşrikler, putları şefaatçi kabul ederler.[415] Putperest müşrikler, meleklere cinsiyet yakıştırırlar.[416] O yüzden putlara yücelik atfeden müşrikler, Allah’a iftira etmiş olmaktadırlar.[417] Putperestler, çocuklarına putlarının adını da verdikleri olur.[418] Putlar, hiç kimseye zarar ve fayda veremezler.[419] Bırakın başkalarına, putların kendilerine bile faydaları dokunmaz.[420] Putların hiçbir şey yaratmadıkları, buna güçlerinin olmadığı belirtilir.[421] Putların kimseye rızık veremediği, veremeyeceği ifâde edilir.[422] Putlar, yapılan duâlara cevap veremezler.[423] Aslında, kendilerine yanlış yere tapılan putların rabbinin de Allah olduğu vurgulanır.[424] Putların kendilerine tapanlardan bile habersiz olduğu belirtilerek akıllı insanların böyle âciz durumdakilerden medet ummalarının mümkün olamaycağı vurgulanır.[425] Onlar hiçbir şeye sahip değildirler,[426] kendi hayatları bile yoktur ki, bir şeye sahip olsunlar, onlar diri değil ölüdürler.[427]
Böylesine âciz varlıklar olan putlara putlara tapmaktan sakınmak gerekir.[428] Putlara tapmak haramdır.[429] Putlar, kıyâmet günü kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklardır.[430] Arap putperestlerinin çok sayıdaki putları arasından, önemseyip öne çıkardıkları putların isimlerini zikreder. Bunlar, Lât, Uzzâ ve Menât putlarıdır.[431]
Putlara tapanlar gerçekte putlara tâbi olmuyor, zanlarının peşinden giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere kulluk yapmış oluyorlar.[432] Bütün bunlarla birlikte Kur’an, putlara sövmekten sakınmayı tavsiye eder.[433] Örnek peygamber Hz. İbrâhim’in putlarla mücâdelesini ve ateşe atılma pahasına onları yıkıp devirmesini ayrıntılı biçimde gündeme getirir. İbrâhim (a.s.), babası Âzer’e tek ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip yalnız O’na ibâdet etmeyi, putlara tapmaktan vazgeçmeyi samimi dille anlatıp onu dâvet ettiği halde, ondan büyük tepki görür.[434] Aynı dâveti İbrâhim (a.s.), kavmine de ulaştırır ve aynı tepkiyle karşılaşır.[435] İbrâhim (a.s.), kavmine karşı akıl yolu ile Allah’ı arayıp ispat eder, onların da akıllarını kullanıp sahte tanrılardan kurtulmalarını tavsiye eder.[436] Kafalarındaki putları kırmaya güç yetiremeyen Hz. İbrâhim, en sonunda kavminin taptığı putları baltayla kırar ve büyük tepkiyle karşılaşır.[437] O, Kâbe’yi de putlardan temizler.[438] Tevhid konusunda münâzara ettiği Nemrut tarafından putlara karşı çıkmanın bedelini ödemek üzere ateşe atılır, ama her şeye gücü yeten Rabbi tarafından ateş ona soğuk ve selâmet yapılır.[439] Safını putlardan yana koyup bâtılın yanında mücâdele eden Nemrut ise helâk olur.[440]
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah’a endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun cezâsının da büyük olacağını belirtir.[441] Kur’an, somut putlar yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur.[442] Put diye şeytana tapanlar da vardır.[443]
Tüm putlar, putlaştırılan özelliklerden uzaklaştırılması istenen insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve isimleriyle tanıtır. Allah’tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde ve ısrarla gündeme getirir.[444] Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur.[445] Bütün İlâhî dinlerin de aslı İslâm’dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır.[446] Çünkü tevhidden başka her şey bâtıldır.[447]
Kur’an, bütün bu gerekçelerden dolayı, insanlığa muvahhid olup Allah’ı birlemeleri çağrısını yapar.[448] Yüzümüzü tevhid dinine döndürmemiz istenir.[449] Allah’ın yolunu (tevhid’i) tâkip etmek emredilirken, başka yolları tâkip etmek (her çeşit put ve putçularla iyi ilişkiler) de yasaklanır.[450] İster putlara tapmak yönüyle olsun, ister başka çeşitte; şirk büyük bir zulümdür.[451] Allah, kendisine şirk koşmayı kesinlikle affetmez.[452] Müşriklerin temel özellikleri, Allah’tan başkasını tanrı edinmeleridir.[453]
Kıyâmet günü putlar da, küfür önderleri ve öncüleriyle birlikte cezâlandırılacaklardır.[454] Putlar, müşrikler tarafından da âhirette inkâr edilecektir.[455] Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü putların durumuyla ilgili de geniş bilgiler verir.[456]
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin putperest ve her çeşit müşrikle ilişkilerinin nasıl olmasını da belirler. Müşriklerin dostluğu yoktur, mü’min onları dost kabul edemez.[457] Putperest müşrikler, mü’minleri ateşe çağırırlar.[458] Putperestlerden yüz çevirmek emredilir.[459] Müşriklerden korkulmaz, korkulmamalıdır.[460] Çünkü putperest ve her çeşit müşrik, mü’minlere zarar veremez.[461] Putperestlere ve her çeşit müşriklere karşı mücâdele edilmeli, savaşılmalıdır.[462]
Kur’an’da Allah, ibâdetin sadece Kendisine yapılmasını emretmektedir. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Dolayısıyla putlaştırma, önce insanın kendisine hakarettir; en güzel şekilde yaratılmış olan insanın kendi cinsinden veya kendinden de aşağı olanların yanında alçalması, onlardan daha aşağıları tercih etmesi demektir. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca Kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddederek her çeşit puttan ve putlaştırmadan yüzçevirmemizi istiyor.
Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
Hayvanları kutsallaştırma ve hatta onlara tapma, eski câhiliyye dönemlerinde, insanlığın ilkel dönemlerinde mi kaldı zannediliyor? Okullarda ve “câhil”lerin eserlerinde, Dinler Tarihi diye resmî söylemlere uygun bazı ders kitaplarında yazılıp okutulduğu gibi; ilk insanların dini şirk değildi; insan kendi kendine din kavramını icat etmiş, yavaş yavaş geliştirmiş de değildi. Tabiat güçlerini kutsallaştırmakla din ihtiyacını tatmin etmeye başlamış, korkularını bununla yenmiş ve sonra hayvanları tanrı kabul etme aşamasına geçmiş, çok tanrılı dinlerden kademe kademe tek yaratıcı fikrine yönelmiş değildi. İlk insan, bilindiği ve tüm müslümanların inandığı gibi ilk İslâm peygamberi idi ve tevhid dinini Allah’tan aldığı vahiy doğrultusunda diğer insanlara bildirmiş ve uygulamıştı. İnsanlar, uzun dönem muvahhid olarak yaşadıktan sonra; tevhide gereken önemi vermekte ihmalkâr davranıp dünyevîleştikleri, yönetici ve varlıklı kişilerin saptırmaları karşısında gerekli tavrı gösteremedikleri için, yavaş yavaş putçuluğa kaymışlar ve halifesi olarak yaratıldıkları eşyanın ve hayvanların kulları haline gelmişlerdir.
Tarihte nasıl tevhid önemsenmeyip egemen çevrenin ve müşrik yöneticilerin etkisi ve yönlendirmesiyle, insan kendi şerefini unutup, basit maddeden ibaret heykellere ve kendinden çok zayıf hayvanlara tapmaya başladı ise, günümüz câhiliyyesinde de benzer durum söz konusudur. Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yoktur. Savaş yaparken, ön safa karşıdaki düşmanın taptığı veya kutsal saydığı hayvanları koyarak, düşmanları kendi tanrılarına karşı silâh kullanma gücünü gösteremeyince kolaylıkla mağlûp eden açıkgöz savaş taktikleri tarihte kalmış olabilir. Ama günümüzde yine hayvanlar savaşlara konu olabilmektedir. Amerika’nın Irak’a saldırmasının haklılığı olarak Saddam’ın petrol kuyularını sabote etmesi sonucu petrole batmış karabatak kuşu, tv.lerde bıkılmadan onlarca defa gösterilir.
Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır; hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!
Toplumun en fazla ilgilendiği alanlardan birinin politika, diğerinin futbol olduğunu kabul etmeyen herhalde yoktur. Bazı politik partilerin sembollerinin hayvan olduğunu görüyoruz. Futbol klüplerinin de çoğunun bir hayvanla sembolize edildiğine şahit oluyoruz. Bozkurt, hâlâ bazılarınca kutsal bir semboldür, Türklere çıkış yolunu göstermeye devam eder. At, eski Türklerin kutsadığı bir hayvan olduğu gibi, günümüzde nice fedâkârlıklara da kır at için katlanılır. İslâm’a irtica adıyla karşı çıkanlar, yahudi kültürünün açık etkisinin görüldüğü “barış güvercini”ni partileri için amblem ve sembol olarak kullanır. Bu arada arı ve yunus balığını unutmamak gerekiyor; eski partilerden birinin sembolü koç, bir diğerinin de horoz olduğunu da hatırlatalım. Tabii, bu kadar hayvanların sembollüğüyle sürüye dönen yere bir çoban gerekecektir; Çoban Sülü’ler sürüleri gütmek için otuz sene işbaşında kalır.
Aslan Galatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder. İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımız vardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, bazılarının başına yine talih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ at nalı, koç başı veya boynuz asılır. Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder.
Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse, ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.
Süsleme sanatlarında çiçeklerle hayvanlar yine başrolü oynamaya devam ederler. İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder. Aslan gibi cesur insanımız arı gibi, karınca gibi çalışkandır. Öyle değil mi ya, aslan yatağından belli olur. Sözü uzatmak ve ona buna sataşmak zararlıdır; Çünkü bülbülün çektiği dili belâsıdır. Katır gibi inatçı olmaktansa; kuzu gibi uysal olmak daha az zararlıdır. Bilindiği gibi yürük at, yemini kendi arttırır. Balık kavağa çıkınca doğan aslan parçası çocuğun, kaz gibi aptal değil; tilki gibi kurnaz olduğu, şahin bakışlarından anlaşılmaktadır.
Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor. Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir.
Günümüzde Sığıra Tapma
Günümüzde hâlâ sığırlara tapıldığını, özellikle Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineğin kutsal kabul edilip dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bir Hintli’nin inek ve onun ferci hakkında dört ciltlik bir kitap yazdığını söylersek, gerisini siz tahmin edebilirsiniz. İnsan, ancak bu kadar aşağılara yuvarlanabilir[463]. Kur’an, kalbi olduğu halde fıkhetmeyen, akletmeyen, kulakları olup da hakkı duymayan, gözleri olduğu halde hakkı görmeyen, yani iman etmeyen kimselerin hayvan gibi, hatta daha aşağı olduğunu haber verir[464]. İnsanlık şerefini unutup hayvanlara (ineğe, inek fercine, fareye, bokböceğine varıncaya kadar) tapan, dolayısıyla kendisini kutsallaştırdığı hayvanlardan daha aşağıda kabul eden canlıların varlığı, heykellerin ve hayvanların kullarının günümüzde bile bulunması, Kur’an’ı nasıl doğrulamakta, Kur’an’ın evrensel ve çağlar üstü kitap olduğunu nasıl ispatlamaktadır? Kur’an’ın en uzun sûresi olan Bakara sûresine bu adın verilmesine sebep olan Bakara ve ıcl’e tapma olayının tarihsel ve güncel ve de evrensel boyutları değerlendirildiğine, olayın sadece Mısır civarında ve Hz. Mûsâ dönemine has tarihî bilgi olarak değil; her dönem ve her coğrafyaya şâmil bir problemin vurgulanması olarak görüyor ve Kur’an’a saygımızın bir kat daha arttığına inanıyoruz.
Hindistan’da, câmiiye giren ineği kovalayan müslümanların, dokunulmaz tanrıya dokunup onun rahatını bozdu diye öldürülmesine hâlâ devam edilmektedir. Tabii et ihtiyacı veya kurban için bir sığır kesmeye görsün bir müslüman; tanrıya uzanan eller kesilecektir. İneğin kutsallığı günümüzde de sürdürülür. İnek, ana yola çıkmışsa, trafiği altüst edebilir. Tren yoluna yatınca, ineğin özgür isteğine kimse müdâhale etmeden, seslenmeden insanlar, tanrılarının yoldan kalkmak için keyfini bekleyecektir. İnek tanrı, trafiğe, günlük hayata müdâhele etmektedir; gel de Hindistan’da laikliği uygula bakalım! Ama laikler Hindistan’daki ineğe müdâhale edilmesinin gerektiğini savunmazlar; onlara göre, ineğe ve inekliğe müdâhale eden müslümanlara tavır alınmalıdır sadece.
Eski dönemlerde sığıra tapılmasında temel espri, onun bereketi, bolca süt ve et verdiği için rızkı/gıdayı temsil etmesidir. Günümüzde de sosyalistler emeği, kapitalistler ekmeği, eskilerin ineği sembol kabul etmesi gibi kutsallaştırırlar. Bu anlayışa göre dünya, sadece Allah’a kulluk için yaratıldığımız, âhiretin tarlası bir sınav alanı değil; geçim dünyasıdır. Ekmek parası için her yol mubahtır. Bu inanca göre elbette çalışmak İbâdettir; namaz gibi başka İbâdetlere gerek yoktur veya geçim endişesinden ona sıra gelmemektedir. İhtilâl paşası Evren, kendisini devlet başkanı seçtirdikten sonra yaptığı halka karşı bir konuşmasında şu örneği veriyordu: Bir rafta ekmek varsa, onu almak için boyu yetişmeyen bir kimse, başka bir şey yok ve sadece Kur’an varsa, onun üzerine basar ve ekmeği alır; ama yukarıdaki Kur’an’ı almak için ekmeğin üzerine ayağını basamaz. Çünkü ekmek, halkın da anlayışına göre kutsaldır, hem de Kur’an’dan daha kutsal! Ekmek, günümüzde rızkı, bereketi, maddî doyumu, materyalizmi simgelemektedir; eskiden sığırı kutsal sayanların da gerekçeleri bunlar idi. Ekmek parası kazanacağım diyerek her yolu mubah gören ekmeği/geçimi kutsallaştıran insanın durumu, ineği kutsal gören insandan pek farklı değildir.
“Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Hâlâ akıllanmaz mısınız?” [465]
Sanatın Putlaştırılması
Hedefini yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız, idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak, toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu olduğundan savunur idealini. Kendi menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanatı... Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır.[466] Rabbini de kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır. Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu. İnsan, Allah’a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların kulluğuna girecektir.
Câhilî toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; Sanat da.
Sanatın Putlaştırılması: Sanatın genel olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put görevi üstlenmiştir.
Heykellerin çoğunun ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.
Canlı resmi, özellikle insan figürlü resimler, tarihî süreç içinde Müslümanlarca yasak kabul edilmiştir. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasak sayılması için diğer hikmetler.
Günümüzde müzikholler, gazinolar âyin yerleri haline gelmiş, boşvervemiş gençlik sanatçı denen tuhaf yaratıkların, onlara göre müzik ilâhlarının önünde huşû ile eğilerek onların kulu olmuş durumunu ancak tapınma ile izah edebiliriz. Sanat tanrısının bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat halinde yapılan tapınmaları, ibâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp bayılmaları, yani sanat dininin durumunu putlaştırma örneği olarak görmemek mümkün değildir. Renkli basında veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır. “Yıldız”dır, “star”dır onlar; “sanat güneşi”dir. (Bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların, nüfusun % 99’unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa, nüfusun müslümanlara oranı da, ibâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir? “Müslümanım” diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, T.V.siz yapamıyorsa, “en büyük filân, başka büyük yok!” diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki “Allahu Ekber” ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?
Sanatın putlaştırılması durumunda İslâm’ın ve müslümanların tavrı çok kesindir: Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur’an’ın,[467] İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl (heykel) kelimesini Kur’an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: “İbrâhim babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti.”[468] Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Hz. Ömer (r.a.) devrinde fethedilen İran’da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette, dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer’e götürülen ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer’in o halıyı kime vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını, dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler. Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok meşhur ashâbın bey’at ettiği Kur’an’da anlatılan[469] ağacın, sonradan saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini, kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.
Bugünkü bazı mezarlar (yatırlar) ve türbelerin halk için, resmî türbenin de askerler ve devlet erkânı için tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, “müslümanım” dediği halde buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid (tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı. İlâhlaştırılan, tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman; fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.
Günümüzde sanat denilince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü yoktur. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, “dinin sanatçısı” yoktur artık; “sanatçının dini” vardır; özel bir din, sanat dini.
Bir de elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah’a şirk koşulan sözler...
Yer yer “Allah” lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen, meselâ “Allah Allah” şarkısı söylemek... Allah’la alayın bu derecesini Ebû Cehil’lerde bile göremezsiniz. Peki, bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur’an’dan aldığı hazza benzer bir coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı mesaj veremeyen müslümanlar!
Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
Hz. İbrâhim’in tevhid mesajını ilettiği toplumun yıldıza, aya ve güneşe tapanlar olduklarını, Hz. İbrâhim’in bunların ilâh olamayacağına dair aklî deliller sunmasından anlıyoruz. Irak’ta yaşayan Kildanîlerin bu inancı ve bâtıl tanrıların durumları anlatılır ki, düşünülsün; bu tür şirkten vazgeçilsin.[470]
Fahreddin Râzi, heykellerden yapılmış putlara tapmanın, temelde yıldızlara tapmanın sembolü olduğunu ifade ederken, yıldızlara tapmanın özelliklerini de açıklar: Âlimlerin pek çoğu şunu söylemişlerdir: Bazı müşrik insanlar, bu âlemin durumlarının değişmesinin yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Bu inançta olanlar, yıldızların durumunu gözetleyerek bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır. Onlardan bir kısmı, yıldızların varlıklarının zatları gereği olduğuna, bu âlemleri de onların yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük ilâhın mahlûkları olduğuna, bu yıldızların da âlemin yaratıcısı olduğuna inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilâh olduklarına, ikinciler de onların, Allah ile insanlar arasında vâsıta olduklarına inanmışlar, böylece onlara ibâdet ve inkıyatla meşgul olmuşlardır. Sonra ise, yıldızların çoğu zaman gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar nâmına bazı putlar edinmişler ve bu putlara ibâdetleriyle de bu gök cisimlerini kast ederek ve yıldızların görünmeyen gölgelerine yaklaşarak putlara tapınmaya yönelmişlerdir. Derken zaman uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarıp sadece bu heykellere tapınmaya başlamışlardır. İşte bunlar, gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir.[471]
Kur’ân-ı Kerim, güneş ve ayın Allah tarafından hizmete âmâde kılınmasını, O’nun büyük nimetlerinden olarak zikreder.[472] Onların sayma ve ölçü vesileleri olmak,[473] aydınlatmak[474] gibi faydaları vardır. Bütün özellikleriyle, Allah’ın âyetlerindendirler.[475] Bunlar, belirli bir zamana kadar görevlerini yapacak, süreleri dolunca dürülüp toplanacaklardır.[476] Allah, güneşe ve onun kuşluk zamanındaki parlaklığa kasem etmekle[477] ona bir değer verdiğini gösterir. Öyleyse insan onlara değil; onları yaratan ve teshir eden Allah’a şükür ve ta’zim etmelidir.
Kur’an, Sebe’ halkının güneşe tapmalarını vesile ederek, bu ibâdetin sapıklık olduğunu söyler.[478] Bir âyette de, bütün insanlara, mutlak olarak şunu ilân eder: “Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah’ın varlığının âyetlerinden/belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin.”[479] Burada şöyle bir işaret bulunabilir: Bu varlıklara tapanların en azından büyük bir kısmı, Allah’a inanıyor ve ibâdet ediyorlardı, dolayısıyla bu gök cisimleri, bağımsız tanrılar değillerdi. Fakat onlara tapanlar, onları ibâdetlerinde şerik/ortak koşuyorlardı. Allah, bu yaratıklara tapınmayı bırakıp, ibâdetin onları yaratan’a tahsis edilmesini emrediyor. İslâmiyet, tapınma secdesi olmasa bile, öbür mahlûklar gibi bunlara da ta’zimi yasaklamıştır.[480]
d- Gök’e Tanrılık İsnâdı, Eski Türklerin Gök Tanrısı: Şamanlık inancına bağlı Türklerin Gök Tanrısı anlayışında gök, cisimleştirilmiş, somut tanrısal bir varlık olarak kabul edilmiştir.[481]
“Gök Tanrı” anlamında eski Türkler, “Tengri” “Tangrı” diye isimlendirdikleri bir iyilik tanrısına inanıyorlar, bunun gök olduğunu kabul ediyorlardı. Orta Asya Türklerine göre bu Gök Tanrı; yeryüzünün, insanların ve görünür görünmez her varlığın yaratıcısıdır. İnsanların yaşantıları arasında dengeyi o sağlar, O, bütün kâinatın efendisidir.[482] (Türkçe “Tanrı” kelimesi, aslında bu şirk unsuru olan Gök Tanrı anlamında olduğundan Allah için kullanılmamasını tavsiye ederiz.)
Gök Tanrı kültünün hemen bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle etkisi, İslâm sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir. Bu kültün İslâmî döneme mahsus bazı metinlerde de ortaya çıktığı müşahede olunmaktadır.[483]
Günümüzde Gök ve Gök Cisimlerinin Putlaştırılması: “Gök Tanrı” inancının çok eski dönemlerde kaldığı, artık güneşe, aya, yıldızlara kimsenin tapmadığı gibi anlayışlar, kesinlikle doğru bir yargı değildir. Şirk cephesinde yeni bir şey yok. Kur’ân-ı Kerim de bu yüzden “güneşe ve aya secde etmeyin.”[484] demekte; günümüzdeki insana da bu mesajı iletmektedir. Türklerin Gök Tanrı’larının çoktan ölüp tarihin çöplüğüne gömüldüğü anlayışıyla ilgili bir yargıya varıp varmamak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:
Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda “yıldızınız diyor ki”, “burcunuz”, “elektronik burç falı”, “bilgisayarlı astrolojik fal” gibi köşelere ne demeli? (Bu hurafeler, irtica kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)
Günümüz ve Modern Müneccimlik: Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. (Müneccim: Yıldızların hareketlerinden ahkâm çıkaran kimseye verilen addı. Şimdi bu işle uğraşanlara astrolog veya medyum deniliyor. Astrolog: Yıldız falına bakan kimse demektir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar. İlm-i nücum denilen bu bilime(!) şimdi astroloji denilmektedir.) Eski Yıldızname’lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurafeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık. (Yıldızname: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında var olduğu iddia edilen ilişkileri konu edinen kitap, astroloji kitabı, horoskop vb. haritalar, fallar)
Günümüz ve Yıldız: Açıkça kâfir olanların yanında, nice “Müslümanım” diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. İki kişi, birbirleriyle iyi anlaşıp geçinemiyorsa suç onların değildir; sebep yıldızlardır: Yıldızları barışmıyordur da onun için. Birisi, ün mü kazanmıştır, talihi açılıp meşhur mu olmuştur; öyleyse onun yıldızı parlamıştır. Herkesçe sevildiği için onun yıldızı dişidir de o yüzdendir bu sempatiklik. Yok, itibardan düşer, ününü yitirerek eski şöhreti kalmazsa, sebep; onun yıldızı sönmüştür. Artık o yıldızı düşük biridir. Biri ölünce, onun yaşayında etkili olan yıldızı, onu terkederek başka diyara göçtüğü için o ölmüştür. O zaman bir yıldız kaydı denilir. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara sen müneccim misin, nereden biliyorsun, diyesorulur; ‘adam sanki kâhin’ denilir.
Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların Rasulleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları “yıldızınız diyor ki...” , “burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek” diye insanlara para karşılığı tebliğ edilir ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.
Haberden, fikirden daha çok magazine yer veren, yani hangi sanatçı(!)nın karnı ağrıdığından, hangisinin ayakkabısın ne renk olduğundan bahsedip dört bir yanından resimleyen gazeteler, bir bahane bulup/uydurup çektikleri resim için yazacakları yazılarda bu iffetsizleri topluma örnek olarak lanse etmeye çalışırlar. Tabii televizyonların nice programında da göstere göstere ve haramları cilalayarak bu meşhur edilen sanatçılar konu edilirken onlar yere sığdırılamaz, göklere çıkarılır. Onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. “Yıldız”dır onlar, “star”dır, “sanat güneşi”dir. Bu sıfatlar, gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.
Günümüz ve Felek: “Felek”: Gök, gökyüzü, semâ, her gezegene mahsus gök tabakası, yörünge gibi anlamlara gelir. Çoğulu “eflâk”tır. Felekiyat: Gök bilgisi, astronomi ilmi demektir. Felekî: Felekle alakalı, yani astronomi ile ilgili anlamına gelir. Felekiyun: Astronomi/gök bilimi ile uğraşanlar demektir. Kur’an’da felek kelimesi, iki yerde geçer. Bu iki âyette felek; küre, yörünge anlamında kullanılır. “Ne güneşin aya erişmesi kendine yaraşır, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedir.”[485] “O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir felekte/yörüngede yüzmektedir.”[486]
Şimdiki bilim açısından geçersiz olan ve bizim açımızdan da bâtıl görüşe, Batlamyus teorisine göre, bütün felekleri saran en büyük ve en yüksek feleğe, Atlas feleği denir. Atlas feleği dönerken diğer sekiz feleği de kendi istikametinde dönmeye zorlar. Bu dönüş büyük bir özellik taşır. İnsanların talihleri, refah ve mutlulukları üzerinde değişken ve aksi durumlar ortaya koyar. İşte felekler üzerine şikâyetin arka planında bu anlayış vardır. Eski zamanlardaki bâtıl inanışa göre, güneş feleğin ve göğün sultanıdır. Diğer gezegenler de onun çevresinde birer vazife ve hizmet görürler. Buna göre ay vezir, Utarid kâtip, Merih başkumandan, Müşteri kadı, Zühal bekçi, Zühre de çalgıcıdır. İlk yedi felekteki gezegen yıldızların insanlar üzerinde hayırlı ve hayırsız tesirleri olur. Bu tesirler, o yıldızın etkisinde doğan kişiler üzerinde değişik haller ortaya koyar. Meselâ Merih ile Zuhal uğursuz, Güneş ile Müşteri uğurlu yıldızlardır. Diğerleri ise bazen uğurlu, bazen uğursuz olurlar. Bu bâtıl inanca göre bu yıldızların yeryüzüne hâkim oldukları aylar, günler ve saatler vardır. Uğurlu saatler ve uğursuz saatler, böylece insanlar ve onların üzerinde etkili olurlar. İnsanlar da bu saatlerde başlarına gelenler için şikâyet eder veya memnuniyet bildirirler.[487]
Yıldızların insanın kaderine hakim oldukları inancı, feleğin kader mânâsını kazanmasına yol açmıştır. Araplar, bu anlamda feleğe dehr, İranlılar çarh derler. Bu felek teorisinin, gök cisimleri ve gök hadiselerinin insanın kaderine hakim olduğu anlayışı ile birlikte eski bâtıl dinlerde de büyük bir yer ayrıldığını görüyoruz. İslâm kaynaklarının haber verdiği Sabiîler (Yıldıza tapanlar) bunlardır. Bu bâtıl inanışlara göre yıldızların kimi uğurlu, kimi uğursuzdur. Yıldızların her biri belli günlere ve saatlere hakimdir. İlm-i nücum veya yıldız falı ile uğraşanlar, insanın doğduğu gündeki yıldızların veya burçların durumuna bakarak insanın sağlığını, ahlâkını, başarı derecesini, kısaca kader ve talihini keşfetmeye çalışırlar.
Edebiyatta felek, daha çok şikâyet yerine kullanılır. Edebiyatın feleğe karşı tutumu olumsuzdur. Çünkü felek, kıyıcı, zâlim ve hilekârdır. Sözüne güven olmaz. Kimse onun elinden aman bulmamıştır. Aşığı sevgilisinden ayıran, insanı mihnete gark eden, tam amacına ulaşacağı sırada talihini ters çeviren felektir.
İlkel bâtıl dinlerden, bâtıl inanışlardan, mitolojiden ve efsanelerden kaynaklanarak halk muhayyilesinde oluşan felek-kader münâsebeti, feleğin halk arasında kambur felek, kahpe felek gibi tâbirlerle anılmasına, feleğin çemberinden geçmiş gibi deyimlerin oluşmasına sebep olmuştur. Rüzgâr gülü’ne eskiden çark-ı felek denirdi.[488] Şimdi bu ad, daha çok kumar oynamak için döndürülen yuvarlak masaya denmektedir.
Duymuşsunuzdur, nice insan, şartlar uygun gidersa, bir terslik çıkmazsa anlamında felek yâr olursa der. Güzel, keyifli (daha çok da haram eğlencelerle) bir gece veya gün geçirirse felekten kâm aldığını söyler; veya anlayışına göre felekten bir gece (gün) çalmıştır. Haksızlığa, zulme, felâkete uğradıysa, feleğin sillesini yemiştir. Talihsizlikten yakınıyorsa, bunu feleğe küsmekle ifadelendirir. Kendi tecrübeleri ile hayatın iyi ve kötü yönlerini bilen ve her işin altından kalkanlara feleğin çemberinden geçmiş denir. Bahtsız kimselere felek düşkünü dendiği olur. Dönek, sözünde durmayan anlamında felek meşrep denilir. Şaşkınlıktan veya korkudan ne yapacağını bilemez hale gelen insan da feleğini şaşıran kimsedir. Ters döndüğü için, bu kadar kutsal gücü olduğu halde kahpe felektir; gök kubbesinin yuvarlaklığından dolayı da kambur felektir. İstediğine istediğini yapar bu felek: Ah bu kambur felek; kimine karpuz yedirir, kimine kelek! Kimine ceket giydirir, kimine yelek!
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
İnsan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm’ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah’ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.[489] İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur’an’da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan “dâr” kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için “dârulİslâm”, müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise “dârulharp” kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret’in Kur’an’da ve sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe’nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsait olan bir vatanda, Hak dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlüllah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke’deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: ‘Dünyada ne işte idiniz?’ derler. Bunlar; ‘biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik’ diye cevap verirler. Melekler: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.”[490] Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah’ın hadislerinden öğreniyoruz.
Müneccimlik ve Falcılık; Gaybı Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma
Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz. Peygmaber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[491] Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”[492]
Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur’an zaten, baştan sona insanları gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve evrenin sırlarını keşfetmeye dâvet etmektedir. Ancak, ilimleri, gaybı biliyormuş gibi yorumlamak, insanı şirke götürür. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır.
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye, yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler, yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, “Rabbim emretti”, yahut “yap” diye emir; diğerinde “Rabbim nehyetti” veya “yapma” diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur’an, bunu şiddetle yasaklamıştır. “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.”[493]
Burçlar
Yüce Allah, kerim kitabında gökte burçlar yarattığını söyler.[494] “Burçları olan semâya andolsun ki...”[495] diye buyurur. Allah, gökte burçlar yarattığını söylerken, gökle ilgili “es-semâvât” şeklinde çoğul değil de; “es-semâ” şeklinde tekil olarak kullanır. Burada semâ, bildiğimiz en yakın semâ (dünya semâsı) demektir. Burç; yüksek köşk, bina ve kale anlamlarına gelir. Semâdaki burçlar ise; gökte durumları birbirlerine göre aynı kalan yıldız toplulukları demektir. Müfessirler, âyetlerde geçen semâdaki burçları tefsir ederlerken, bunları büyük yıldızlar, ya da semânın kapıları diye tercüme etmişlerdir. Gökte yıldızların araştırılıp üzerlerinde düşünülmesi için burç taksimlerini İdris (a.s.)’ın yaptığı söylenir. Yerin haritasında şehirler, kasabalar ve bunlardaki yüksek binalar, nasıl bir alâmet ve işaret ise, gökteki yıldızlar ve yıldız takımları da böyle birer işarettir. Güneş’in bir yıl içinde görünürde içinden geçtiği farz edilen gök kuşağı ve bunun yanlarında bulunan takım yıldızları (Zodyak takım yıldızları)na Burçlar kuşağı da denir. Burçlar kuşağı, 30 derece uzunluğunda 12 bölgeye ayrılmıştır. Bu 12 burcun teşkil ettiği alana Burçlar bölgesi denilir. Güneş’in ilkbahardan itibaren bir yol boyunca, sırasıyla takip ettiği takım yıldızlarına eskiden beri hamel (koç), sevr (boğa), cevza (ikizler), şeretan (yengeç), esed (aslan), sünbüle (başak), mizan (terazi), akreb (akrep), kavs (yay), cedi (oğlak), delv (kova), hût (balık) isimleri verilmiştir.
Burç ve Yıldız Falının Hükmü
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri “sebaî” gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[496]
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki, Kur’an; gaybı, Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle melekler dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. “De ki: ‘Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”[497]; “De ki: Size ‘Allah’ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum.”[498]; “Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım.” [499] âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine “arrâf”, “kâhin” veya “medyum” denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. “Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz.”[500]; “Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed’e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur.”[501]
Burç falı, “insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya” denir. Modern câhiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurafesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir.
İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[502]
Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için, uzman kişilerle istişare yaptıktan sonra istihâre yapması meşrûdur, sünnettir. Bunun, İslâm’da yasak edilen falcılık ve kehanetle hiçbir ilgisi yoktur.
“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.”[503] Ne dersiniz, put sadece câhiliyye Araplarına mı aitti? “Gök Tanrı” inancı, çok eski dönemlerde mi kalmıştır, bizim bulunduğumuz yerlerden çok uzakta mıdır bu bâtıl ve ilkel şirk? Yoksa, “ne yapalım, bu anlayış ve deyimler atalarımızdan bize mirastır, devam ediyor, etsin!” mi denilecek? “Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”[504] Artık güneşe, aya, yıldızlara, feleğe kimsenin tapmadığı görüşüne ve bu görüşün hepimize yüklediği sorumluğa ne dersiniz? Her tarafı küfür ve şirk yangını sarmışsa, tv. ile evlerimize kadar tutuşturulmaya çalışılıyorsa, hepimize düşen görevler nedir?! Haydi görev başına!
Bilimin Putlaştırılması
Aslında bilginin yegâne kaynağı Allah’tır.[505] Vahyi indiren Allah olduğu gibi, duyu organlarımızı ve aklımızı yaratan ve bunları ilme yetenekli kılan da Allah’tır. Bunu idrâk eden kimse, bildikleriyle övünmez.[506]
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür.[507]
Putlara, Heykellere İbâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim’in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” [508]
“De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah’a ibâdet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.”[509] Âyette geçen “Allah’tan başkasına ibâdet” , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, “Yüzünü Allah’ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!”[510] denildikten sonra, “Allah’tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun.”[511] buyrulmuştur.
“De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum.”[512] Bu âyetteki “duâ”ya, “ibâdet” anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta’zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk[513], hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[514] Allah’tan başkasına tapanlar câhil kimselerdir. “Ey câhiller! Allah’tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?” [515]
Kur’an’da Allah’tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,[516] rızık vermeyen,[517] insan eli ile yapılan[518] işitmeyen ve görmeyen,[519] bir şey yaratamayan,[520] insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,[521] uydurma tanrılar,[522] heykeller [523] ve putlar [524] olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, ‘Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir’ dedi. (...) (İbrâhim’e), ‘Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?’ dediler. İbrâhim, ‘Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa’ dedi. (...) (Kavmi), ‘Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrâhim, ‘Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah’tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”[525]; “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” [526]
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları[527] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya [528] ve âhirette Allah’ın azâbını hak etmiş olurlar[529] Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve Allah’tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz.” [530] uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan başka dilediğinize ibâdet edin!” [531] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. [532]
Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. “(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır.” [533]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? [534]
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler: “Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.”
Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden, / Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır şimdiden o manzara.”
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet / Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara. Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla, inandım…”[535] 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman ederim…”[536] Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun, parti her şey vatan içindir.” [537]
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren putperestliğini şu şiiriyle topluma haykırdı: Çankaya; “Burada erdi Mûsâ / Burada uçtu İsa / Bülbül burada varsa / Hürriyet için öter. / Ne örümcek, ne yosun / Ne mûcize, ne füsun... / Kâbe Arab’ın olsun / Çankaya bize yeter.”
Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı, bu türden putperest hezeyanlarla doludur. En az bu örnekler kadar putperestlik kokan, tarikat şeyhi ve parti başkanı Haydar Baş’ı, nice halkın kitaplarını okuyup cd’lerini izlediği kedicik besleyen Adnan’ı da günümüz putperestleri arasında seçkin yerleri olduğunu unutmamak gerekiyor. Son asırların en büyük tâğutundan bahsederken huşû içinde “Hazreti Atatürk” demekten utanmaz. Diğeri de Mısıroğlu’nun ç ile başlayıp ş ile biten ve orta harfi de ü olan üç harflik bir kelimesini hak ediyor. Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor, basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk.”[538] Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu… anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır, değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak”[539] Zâten ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük”[540] Tabii ki yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!”[541] Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve Gençlik”[542] Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya: “Asker Atatürk”[543] Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi”[544] Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş: “Atatürk Ansiklopedisi.”[545] Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi [546] adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor. Psikoloji ile ilgili bazı güzel kitapları da bulunan Abdurrahman Kasapoğlu’nun Atatürk’ü Kur’an’a tam bağlı bir Müslüman gösterme gayretleri ise akademisyenlerin Kemalizm putunun nasıl kurbanı olduklarını gösterme açısından mânidardır. “Atatürk’ün Kur’an Kültürü” adıyla yazdığı eserde Kasapoğlu, cehennemle cenneti karıştırırcasına akılla, gerçekle bağdaşması mümkün olmayan sözler söyleyebiliyor: “Atatürk’ün hayatının her evresinde, sözlü ya da davranışsal olarak Kur’an kültürünün etkisine rastlarız. Onun Kur’an’la ve Kur’an kültürüyle ilişkili olduğunu gözlemledik. Atatürk’ün devrimci kişiliği Kur’an’ı anlama ve Kur’an kültürünü sağlıklı yaşama konusunda da kendini göstermiştir. Atatürk Kur’an’ın anlaşılması ve Kur’an kültürünün yaşanması konusunda Türk milletine rehberlik etmiş ve cesur adımlar atmıştır. Onun attığı adımlar, Türk milletinin dinî hayatına yeni bir canlılık getirmiştir. Kur’an kültürünün Atatürk’ün nasıl bir etki bıraktığı…”[547]
Diyanet İşleri Başkanlığı da atasını hiç unutmaz. Arada sırada onun ne kadar dindar ve İslâm’a hizmet ettiğini anlatmaya yönelik kitaplar yayınlayarak putperestliğe çağdaş örneklik yapar. 2007 yılında hazırlanan “Doğumunun 125. Yılı anısına” ithafıyla “Din, Bilim, Uygarlık ve Atatürk” adlı 25 ayrı makaleden derlenen Diyanet’in dergilerinde yazılan yazıların bir araya getirilmesiyle oluşan kitabını da putperestlik ve tâğutseverliğe örnek eserler arasında sayabiliriz. Atatürk’ün kurduğu bir teşkilatın Atatürk çizgisinde faaliyet yaptığının örnekleri olarak algılayabiliriz bu tür çalışmaları.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir Müslüman.[548] Bırakın herhangi bir tâğutu övmeyi, hatta bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” [549]
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.”[550]; “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete erişesiniz.”[551]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…”[552]; “O (Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi…” [553] “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” [554]
Saygı Duruşu Denilen Putperestlik
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında Müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır. Anıtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlı bir muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarları putlaştırıyor, ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydası yoktur. Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti. Zamanın cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti. Ayrıca, Bu tavrının bedelini dört yıl kadar hapis yatarak ödemişti.
Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gösterirlerdi. Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler de, bu psikoloji ile Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi bir Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce yahut önemli bir işe başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı. Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı.
Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek!
Animizm (Ruhlara Tapma İnancı)
Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm anlayışına göre, ata ruhları ve fetişlere tâzim etme geleneği puta tapıcılığın ve politeizmin temelini oluşturmuştur. Animizm, insanın çevresinde bütün şeylerin ruhlu olduğu inancıdır. E. B. Taylor 1871’de, İlkel Kültür adlı çalışmasında, animizmin insanlık terazisinde düşük kabileleri karakterize ettiğini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar yükseldiğini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki, ağaç, taş, toprak vb. gibi bütün doğa nesnelerini ve belirtilerini ruhlu sayma inancını dile getirir.
Animizm, gizemciliği ön plana alan bir şirk anlayışıdır; ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inanış biçimidir ve kritik yapabilecek muhayyileye hitap eder. Bu nedenle filozoflar tarafından ileri sürülenin tam tersine, ilkel değil, bilakis gelişmiş ve çağdaş bir şirk türüdür. Çünkü animist insan doğrudan veya dolaylı olarak ruha tapar ve ruhun bir sır olduğunu bilir.
Ruhun bu ayrıcalığına, vicdanında yer verebilecek kadar ince düşünebilen insan, karmaşık objelere ve madde ötesi âlemlere karşı ilgi duyan insan demektir. Böyle bir düşünce ise gelişmiş bir yargıyı kanıtlamaktadır. Dolayısıyla din denen olayın, insanlık tarihinde ilk defa ataların ruhlarına tapmak şeklinde ortaya çıktığını ve dolayısıyla animizmin, ilkel dinlerin ilk şekli olduğunu ileri sürenler hem burada, hem de dinin, sırf bir düşünce ürünü olduğu noktasında yanılmışlardır.
“Animizm” terimi latince “anima”dan gelmektedir ki Batı dillerinde hayvan anlamını veren “animal” sözcüğü de bu kökten gelir. Temelde hayvan veya animal, canlı demektir. Dolayısıyla canlılığın kaynağı olan ruha tapınmaya bu ilgiyle “animizm” denilmiştir.
Tevhid dininin yozlaşmasındaki faktörlerin başında animist yaklaşımlar gelir. Yani “vahiy” denen ve peygamberler aracılığıyla gelen İlâhî mesajlar doğrultusunda insanlar başta yalnız Allah’a ibâdet ederlerken çeşitli sebeplerin etkisi altında bazı şahsiyetleri yüceltmeye ve onlara bir zaman sonra mitolojik birtakım kimlikler mal etmeye çalışırlar. Bu yüceltilmiş insanlar ölünce ruhları şâd olsun diye ilk başlarda düzenlenen masum törenler zaman içinde farklı içerikler kazanarak onlara tapınma törenlerine dönüşür. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda canlı örnekler vardır.[555]
Henüz tazeliğini koruyan Kur’ân-ı Kerîm’in içinde en ufak bir değişiklik söz konusu olmamasına rağmen, İslâm Dünyasının mensupları arasında da animist eğilimler hızla yayıldığına göre eski dinlerin türlü türlü yorumlarla ne hale gelmiş olabileceklerini tahmin etmek hiç de güç değildir.
Bugün İslâm’ımsı dünyanın her yerinde geçerli bir din modeli olarak benimsenmiş bulunan “İstimdatçı” mistik inanışlar bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde kanıtlamaktadır. İstimdat, uluların, erenlerin, yani velilerin ruhlarından medet ve bereket dilemektir. Animizmin mabetleri olan tekkelerin ve anıt mezarların içi, tevhidin merkezleri olan camilerin içinden çok daha coşkuludur, çok daha faaldir. Binlerce türbede yatan insanlardan hiçbirinin: “Ben öldükten sonra üzerime türbe yapınız.” dediği asla kanıtlanmadığı halde bu yapıların, İslâm’a rağmen gerçekleştirilmiş olması ve hergün yüzbinlerce insan tarafından ziyaret edilerek buralarda kurbanlar kesilmesi ve çeşitli dileklerde bulunulması, animist inancın nasıl yerleşip kemikleştiğini çok açık şekilde ortaya koymaktadır.
Animist bir temele dayanan inanışlar, her milletin zaman içinde geleneklerinin, dünya görüşünün, tarihî gerçeklerinin ve genel kültürünün etkisi altında farklı biçimler alabilir.
Örneğin, sözde İslâm’ı kabul etmiş milletlerden bazıları âlimlere, (ya da âlim kisvesinde gördükleri tarikat şeyhleri gibi adamlara), kahramanlara ve ozanlara kutsal kimlikler mal etmiş, onlara, öldükten sonra “evliyâ” ya da “ulu önder” gibi sıfatlar takarak bu şahısları olağanüstü yüceltmeye çalışmışlardır. Bu topluluklar, ancak Allah’a gösterilebilecek derecedeki saygıyı ölmüşlerine gösterdikleri için İslâm dininden çıkmışlardır.
İster bilinçli, ister bilinçsizce olsun bu tür inanışlara sapmış bulunan insanlar, kendilerini müslüman sanıyor olsalar bile mü’min olduklarını asla kanıtlayamazlar. Dolayısıyla İslâm fıkhının belli yasalarına göre mü’minler, bu sınıfa giren müşriklere karşı dikkatli olmak durumundadırlar!
Gerçekte animizm çok açık bir şirktir, geçmişlere saygı olarak açıklanması mümkün değildir.
Animistlerin masum sanılan bazı yorumları ise özetle şöyledir: “Bugünlere gelmemizde atalarımızın büyük emeği vardır. Bu toprakları ‘Allah, Allah!’ diyerek yalın kılıçla onlar fethetti. Bu cennet vatanı bize emanet eden onlardır. Dolayısıyla biz onlara saygı ve sevgi borçluyuz.”
Aslında bu sözlerin hepsi de güzel ve doğru şeylerdir. Aynı zamanda tevhid inancıyla hiç çelişmemektedir. Ancak işin içyüzü daha başka türlüdür. Onlara karşı gönüllerde yatan inançlarla bu masum sözler hiç de birbirine uymamakta, biri, diğerini kesin şekilde yalanlamaktadır.
Gerçekte mü’min ataları sevmek ve saymak: Ancak onları rahmetle anmakla; Allah’ın merhametine her zaman muhtaç olduklarına, ölmüş ve Rabb’leriyle artık başbaşa kalmış bulunduklarına, bu insanların hepsinin de -herkesçe sanıldığı gibi - istisnasız kurtulmuş, cennetlik evliyalar olmayabileceklerine, herkes gibi onların da Allah’a hesap vereceklerine, belki çoğunun cennete bile giremeyeceğine, durumlarının tamamen meçhulümüz olduğuna, hatta onların soyundan gelip gelmediğimizi bile kesinlikle bilemediğimize, onun için sadece onları değil, bütün Müslümanların ölmüşlerini hayır ve dua ile anmamız (yani günahlarının afolması için Allah’a yalvarmamız) gerektiğine inanmakla olur. Onlara gerçek saygı ve sevgi işte ancak böyle olabilir.
Aksine üzerlerine koca koca kubbeler, hem de insanlardan manevî baskıyla alınan paralarla, vergilerle kale gibi anıtlar dikerek, sandukalar yaparak şebekelerine çaput bağlayıp yüz sürerek, anılarına görkemli törenler düzenleyip Firavunlara yapıldığı gibi huzurlarında saygı duruşunda bulunularak, onlardan himmet ve bereket bekleyerek, bizleri muradımıza erdirmeyi isteyerek, sorunlarımızın çözümlenmesinde bize yardımcı ya da ilham kaynağı olmalarını dileyerek, onlara yazılı dilekçeler sunarak, hele savaşlarda ordularımızın ön saflarında düşmana karşı çarpıştıklarına inanarak (ki ordu böyle bir şeye hiç inanmaz) onlara saygı göstermek ise yüce Allah’a ağız dolusu sövüp saymaktan farksızdır! İşte gerçek animizm budur.[556]
Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır
Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim (a.s.)’in doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim (a.s.)’in dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.
İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: “Babasına dedi ki: ‘Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) ‘Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!”[557]
Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.”[558]
Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim (a.s.)’in dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı.[559]
Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.
Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler. İbrâhim: ‘Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”[560]; İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).”[561]; “İbrâhim’i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: ‘Allah’a kulluk edin. O’na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah’ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.”[562]
Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”[563]; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!”[564]
Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır.[565]
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?”[566]; “Selâmun alâ İbrâhîm: ‘İbrâhim’e selâm olsun!”[567]
Putları Kırmak
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[568] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah’a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah’a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.”[569]
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[570] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur.[571]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[572]
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysaki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.”[573]
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”[574]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim (a.s.)’ın izinden giden tüm put düşmanlarına selâm olsun!
İKİNCİ BÖLÜM
İman Esasları
Ünite 9
Din
- Dinin Tanımı
- İslâm’a Göre Dinler
- Diğer İnançlarda Din
- Dinin Kaynağı
- Din Duygusunun Menşei ve Dinin Gerekliliği
- Dinlerin Tasnifi:
- Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
- Din ve Bilim
- Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakk’ın Dini
- Bu Din Benim Dinim Değil!
Dinin Tanımı
Din kelimesi “deyene” kökünden oluşmuş bir kelimedir. Sözlük anlamı olarak din; boyun eğmek, hakkını almak, ödünç almak, âdet edinmek, boyun eğdirmek, hesaba çekmek, cezâ ve mükâfat vermek, egemenlik, mülk, hüküm, idare etmek anlamlarına gelir.
Terim olarak din; Akıl sahibi insanları kendi irâde ve arzularıyla hayırlı olan şeylere sevkeden İlâhî bir kanundur. Din; peygamberlerin vahye dayalı yapmış oldukları tebliğdir. Din; Allah Teâlâ tarafından vahiy yoluyla indirilen, insanları dünya ve âhiret saâdetine çağıran i’tikadî ve amelî bir nizamdır. Din; İslâm, iman ve ihsandan oluşan hayat şeklidir (Bu tanımların tümü vahye dayalı hak dinin, yani dar anlamda dinin -İslâm dininin- tanımlarıdır).
Burada geçen din tanımları şu hususları içermektedir:
Dinin koyucusu ve sahibi Allah’tır. Hiçbir insan, hatta peygamberler dahi vahye dayalı bir din meydana getiremez. “İyi bilin ki, hâlis (gerçek) din Allah’ındır.”[575]
Din akıl sahibi insanlara hitap eder. Din akıl üstüdür, fakat akıl dışı değildir. Din akıl sahibi olmayan çocukları, delileri sorumlu tutmaz.
Dinde serbest seçme vardır. Yani iman edip etmeme insanların özgür irâdelerine bağlıdır. “ ... Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl açıkça ayrılmıştır.”[576]
Din insanları hayra ve güzelliğe iletir. Fakat din, insanları güzele iletme hususunda onların şahsi kanaatlerini değil; genel ve değişmez evrensel yaradılış kanunlarını esas alır. Bu esaslar: din, akıl, can, mal ve nesli koruma şeklinde formüle edilen esaslardır.
Vahiy kaynaklı dinler, insana kendi mâhiyetini, başlangıcını ve sonunu, yaratılış gayesini, yapmakla sorumlu olduğu vazifelerini bildirir.
İnsanların ortaya koyduğu sistemler hak din değil; bâtıl dindir.
Her yaşayış biçimi bir dindir. Her dinin bir yaşayış biçimi vardır.
Bu toplumda herkesin kendine göre bir “din” tanımı, bir din görüşü ve yorumu vardır. Din konusunda genel kanaat; din olayının Allah ile kul arasında bazı ilişkileri tanzim eden, namaz, hac, oruç gibi ibâdetlerin nasıl yapılacağını açıklayan görüşler manzumesi olduğu şeklindedir. Halk kitlelerinin olduğu kadar, resmî ideolojinin din tanımı da budur.
Bu anlayışa göre din, insanların sadece âhiretini ilgilendiren bir hâdisedir. Bu hâdisede insanlarla Allah arasına girmek; politik çıkarlar için dinî duygulardan faydalanmak, en açık ifâdesiyle dini istismar etmektir. Yine bu anlayışa göre, çağdaş devlet yönetimi, on dört asır önceki dinî hükümlerle değil; yine çağdaş ve medenî olan hükümlerle mümkün olacaktır.
Rabbimiz, din gerçeğini kendi çıkarlarına göre tanımlamaya ve yorumlamaya kalkışan böylesi kimselere, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça şöyle buyurmaktadır: “De ki: Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah her şeyi bilendir.”[577]
Bu âyet-i kerimede hem bu kimseler itham edilmekte ve hem de Allah’ın râzı olacağı din gerçeğini öğretecek mercinin yine Allah ve Allah’ın Kitabı olduğu belirtilmektedir. İşte Allah’ın râzı olacağı yegâne din olan İslâm, Allah’tan ve Rasûlünden öğrenildiği zaman, aldatılmakta olan insanlarımız bu gerçekleri kavrayacak ve kendilerine yıllardır anlatılan safsataların yalan olduğunu kavrayabileceklerdir.
İslâm’a Göre Din Gerçeği
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzumesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir” görüşü, genel itibariyle doğru bir görüştür. Nitekim İslâmî ıstılahta veya diğer bir deyişle İslâmî pratikte dinin anlamı; en genel ifâdeyle Yaratıcı ile insanların ve insanlar ile tüm yaratılmışların münâsebetlerini tanzim eden nizamdır.
Kur’ân-ı Kerim’de “din” kelimesi, sağlam bir nizamı, eksiksiz bir düzeni ifâde edecek şekilde kullanılır. Söz konusu bu düzen dört unsurdan meydana gelir:
1- Hâkimiyet ve yüce egemenlik,
2- Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğme,
3- Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî nizam,
4- Bu nizama uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükafaat veya karşı gelmek sûretiyle isyan etmeğe verdiği cezâ.
Kur’ân-ı Kerim, bazen bu anlamlardan biri için, bazen da tüm bu dört anlamdan müteşekkil nizam için “din” kelimesini kullanır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in, bu kelimeyle bir hayat nizamını kasdettiği görülür.[578]
Kur’an, din konusunda iki tehlikeden bahseder. Bunlardan biri dinde azgınlık edip aşırı gitmek, dine ilâve etmektir. “De ki: Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin...”[579]
Diğer tehlike ise, dinin koyucusu ve sahibi olan Allah’a din öğretmektir. “De ki: Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz?...”[580]
Diğer İnançlarda Din
Her toplumda din kelimesini ifâde etmek için farklı kelimeler kullanılmıştır. Bunlar yol, mezheb, âyin, hüküm, emir, kanun, fazilet, korku ile karışık saygı vs. anlamına gelen kelimelerdir. Bu inançlara göre din şu alanları kapsar:
Din; insanın kutsal şeylerle olan ilişkisidir.
Din; rûhî varlıklara olan inançtır.
Din; mutlak itaat duygusuna dayanır.
Din; en yüksek toplum değerlerinin şuurudur.
Dinin Kaynağı
Din de dâhil olmak üzere bütün kavramlara iki şekilde bakmak mümkündür:
1) Dinin İlâhî ve yüce kudret tarafından konulduğuna inanan düşünce.
2) İnsanın her şeyden üstün olduğuna inanarak, dini bizzat insanın ürettiğine inanan görüş.
Buna göre ilerlemeci ve evrim teorisine dayanan ikinci görüşe göre, insanlık her geçen gün iyiye giden geri dönülmez bir akışın içindedir. İnsan ilkel döneminde tabiat ve tabii hadiseler karşısında çaresiz kaldığından birtakım görünmez güçlerin var olduğuna inanmış ve bunları maddîleştirerek zamanla tapınmaya başlamış, böylece putperestlik ortaya çıkmıştır. Bu yüzden insanlığın ilk dinine animizm (ruhlara tapma) adı vermişlerdir. Ölü ruhların, bedensiz varlıklarını devam ettireceği inancı atalara tapınmayı doğurmuş, buradan yağmur, ateş, kar gibi tabiat olaylarını idare eden çeşitli tanrıların varlığına inanılmış, zamanla bu tanrıların birleştirilmesiyle tek tanrı inancı ortaya çıkmıştır. Dinin insan tarafından uydurulup üretildiği anlayışına dayanan bu görüşlerin iddiaları şöyle maddeleştirilebilir:
“Eskiden kabileler kendilerini belli bir hayvan veya bitkiyle kan bağı içinde akraba sayar ve onlara saygılarını tapınma biçiminde gösterirlerdi.”
“Din toplumsal bir süreçtir. Toteme (kutsal olan şey) gösterilen saygı insanların kendi birliklerini temsil ettiği içindir. O halde dinin temel fikri kutsaldır. Kutsal olan da toplumun kutsal kabul ettiği şeydir.”
“Din insanın kendi kişiliğini bulurken hissettiği güçsüzlüğe karşı bir şeylere güvenme ihtiyacından doğmuştur.”
“Din: İnsanın kendi düşüncesini insan üstü bir plana aktarmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani insanların rûhun ölmezliğine inanmaları, adâlete olan susamışlıkları, insanların bir adâletin tecellisine olan inançları din mefhumunu ortaya çıkarmıştır.
“Din baskı altındaki insanların iç çekmesi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın rûhudur. Din halkın afyonudur.”
“Sonuç olarak din, ilkel insanın zayıflığının ürünüdür. İlkel ve çok tanrılı dinler tarihin ilk dönemlerinde yaşanmış olup, din de insanla birlikte evrim geçirmiştir. Din herhangi bir varlığın değil, bizzat insanın kendisinin ürünüdür. Teknolojinin ve tabii bilimlerin gelişmesiyle insan, tabiat üstünde hâkimiyet kurmuş, tabiat olaylarına bilimsel açıklamalar getirmesi sonucu zamanla din, işlevini yitirecek, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.”
Tüm bu ve benzeri inançlar Allah’a inanmayan, dini kabul etmeyen, ateist, laik, materyalist, komünist ideolojileri benimsemiş olan insanların ortak inancıdır.
İslâm inancına göre dinin kurucusu Allah’tır. Bütün vahiy kaynaklı dinler Allah tarafından gönderilmiş, ilk günkü saflıklarını korudukları müddetçe yürürlükte kalmıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Dolayısıyla insanlığın ilk dini çok tanrılı değil; tek tanrılıdır.Yani tevhid dinidir.
Allah’ın varlığı ve birliği, zat ve sıfatları, melek inancı, kitap inancı, peygamber inancı, âhiret inancı vahiy kaynaklı dinlerde değişmemiş, sadece şeriatler değişmiştir. Bunun içindir ki, Hz Âdem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar tüm peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İSLÂM’dır.
Fakat peygamberler halkın arasından ayrıldıktan sonra, insanlar hak dinden uzaklaşmış, birtakım sâlih insanlara, yıldızlara, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, hevâ ve heveslerine tapınmaya başlamışlardır. Hak dinlerde meydana gelen bu sapmayı ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiş, bu elçiler insanları tevhid inancına tekrar tekrar dâvet etmişlerdir.
Yani insanlığın çok tanrı inancından tek tanrı inancına doğru gelişme gösterdiği anlayışı İslâm inancına aykırıdır. İslâm i’tikadında insanlığın ilk dini tevhid dinidir.
Din Duygusunun Menşei ve Dinin Gerekliliği
Din duygusu fıtrîdir, doğuştan gelir. İnsan, inanma ihtiyacı ile yaratılmıştır. İnsan, yaratılışından bu güne kadar her zaman ve her yerde yüce, ulu, kudretli bir varlığa inanma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyaç din duygusunun fıtrî olduğunun delilidir. Dolayısıyla din duygusunun kaynağını, insanın fıtratında aramak gerekir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sen yüzünü bir kanıt olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez.”[581]
Peygamberimiz bir hadisinde “Her çocuk, (İslâm) fıtrat(ı) üzerine dünyaya gelir. Bundan sonra anne ve babası yahûdi ise, onu yahûdi; hristiyan ise, hristiyan yapar.”[582] buyurarak bu hususu açıklamıştır.
Yapılan çok yönlü araştırmalar da göstermektedir ki, insanlığın yaratılışından günümüze kadar, dinden uzak toplumların varlığına şâhit olunmamıştır. Din fikri insanla beraber var olmuş ve onunla birlikte yaşayacaktır. İnsan, fizikî ve rûhî yapısı itibarıyla dine muhtaçtır. Fiziksel varlığının devamı için nasıl ki, yeme içmeye, giyime, korunmaya, barınmaya muhtaçtır; Mânevî varlığının devamı için de dinî prensiplere muhtaçtır. Sadece maddî ihtiyaçlarını düşünen insanlar, hasta ve dengesiz tiplerdir, zayıf karakterli kimselerdir.
Dinlerin Tasnifi
Kur’an’a göre dinler üçe ayrılır:
1- Hak Din (İslâm Dini),
2- Muharref Dinler,
3- Bâtıl Dinler.
Hak Din
Hak Din, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen hayat şeklidir. Bu din, yani hayat şekli; inancı, dünya görüşünü, davranış ve eylem biçimini, Allah’a karşı görevleri, ibâdet anlayışını, insanlara ve tüm yaratıklara karşı muâmeleyi, kanunları ve cezâları içermektedir. İşte, bütün peygamberlere Allah’ın gönderdiği din, İslâm Dini’dir. Hak din, peygamberlere günün şartlarına göre şeriatları farklı olarak gelmiştir. Akîde (inanç) ise, bütün peygamberlerde aynıdır.
Hak Dinin Genel Özellikleri Şunlardır:
Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden ve nasıl uygulanacağını gösteren peygamberler vardır.
Her peygamberin, ya kendisine verilen suhuf (sayfalar -küçük kitap-) veya kitabı vardır. Ya da kendinden önceki peygambere inen henüz bozulmamış kitabın hükümlerini tatbik eder.
Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete inanç vardır.
Akla, ve kesinliği ispatlanmış ilmî gelişmelere aykırı hiçbir şey yoktur.
Muharref Dinler
Muharref dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir. Allah’ın gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir. Yahûdilik ve Hıristiyanlık muharref dinlerdir.
Dinleri bozmanın amacı: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış, tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de, Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din, kendilerine mâni olmuştur. Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek vardır:
a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini de ortadan kaldırmak.
b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.
Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin işlerine gelmeyen yönlerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem câhil ve gafil dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman zaman dinî merasim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama câhil kesimin desteğini almaya çalışmışlardır. Kısaca, Allah’ın gönderdiği Hak Din’in bazıları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilip Allah’ın dini imiş gibi sunulduğu dinlere muharref dinler denir.
Bâtıl Dinler (Uydurma Dinler)
Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Muharref (bozulmuş) dinleri anlatırken, vahye dayalı dinin, birtakım maddecilerin işine mâni olduğu için, onların dini bozduklarını, değişikliğe uğrattıklarını görmüştük. Burada da aynı amaç söz konusudur. Uydurulan bu dinler, insanları ezip sömürmüşler, yaratılışlarının zıddına yaşamaya mecbur etmişlerdir. İnsanlık bu dinlerde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, şımarıp büyüklenen ve şahsiyeti elinden alınıp köleleştirilen diye ikiye ayrılmıştır. Ama hep sömürülen, ezilen ve köleleştirilen kesim çoğunlukta olmuştur. Kısacası, bu dinler azınlıktaki grubun arzularını gerçekleştirip, onların hevâ ve heveslerini tatmin aracı olmuştur (Adlarına çoğunluk ve çoğulculuk rejimleri denen demokrasi ve benzeri hayat şekillerinde de durum farklı değildir).
İnsanlar, zulmün ve sömürünün farkına varıp patlama noktasına geldiklerinde, müstekbirler, insanlara yepyeni hayat şekilleri (dinler) sunmuşlardır. Bu tiplerin ortak vasıfları İslâm’a düşmanlık olduğundan, Hak Din’i tebliğ edenleri fitneci, fesatcı, düzeni bozan, anarşistler olarak tanıtmaya çalışmışlar; kendilerini ise ıslah ediciler olarak göstermişlerdir.[583]
Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da insanlara yeni yeni dinler (ideolojiler) ileri sürülmüş, bu dinler belirli zamanlarda insanların hayatlarına hâkim olmuştur. Fakat bu dinler, kendi bağlılarını bile mutlu edemediği, özgürlük, hak ve adâlet veremediği gibi; insanların çoğunluğunu şeytanın ve bir avuç azınlığın kulu, kölesi yapmıştır.
Kuvvetlinin zayıfı ezmesine, sömürmesine dayanan bu uydurma dinler bugün birer birer çökmekte, insanlık, yaratılışına uygun olan dini aramaktadır. Kapitalizme ve faşizme alternatif olarak ortaya çıkan komünizm ve sosyalizm gibi dinler (ki bunlar dinsizlik dinidir) 70 senede çökerek, kendi bağlıları tarafından tarihin çöplüğüne atılmışlardır. Bazıları, kendi elleriyle yaptıkları dinlerini yine kendi elleriyle yıkıp yeni yeni dinler edinmektedirler. Bir zamanlar elleriyle yaptıkları ve sonra taptıkları heykelleri, putları atacak çöplük arayan insanlar, kırdıkları putların yerine yenisini koymayı daha ne zamana kadar sürdürecektir?
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
İslâm’ın hâkim olduğu ülkede, İslâm’ın sosyal ve ekonomik adâleti her şeyi kuşatır. Allah’ın râzı olacağı dini, yani İslâm’ı yaşayan toplumlarda, Allah’ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan, bu hükümler karşısında ayrıcalıklı veya dokunulmaz olan sınıflar yoktur. Peki, bu eşitlikten, bu adâletten, bu hükümlerden herkes memnun mudur? Elbette ki değildir! Dinî otorite veya siyasî iktidar adına insanları ezmek, insanları sömürmek isteyen müstekbirler, bu durumdan hiç memnun olmazlar. Çünkü yürürlükte olan İlâhî hükümlere göre insanları aldatmaları, insanları ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir.
Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlâhî hükümleri te’vil veya tahrif etmek ve bununla da yetinmeyip, İlâhî hükümleri rafa kaldırarak, insanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamaktır. İnsanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamak! Bu ne demektir? Bu, en açık ifâdesiyle, yeni bir din ortaya koymaktır. Çünkü din gerçeği, insanların yaşam şeklini, hayat nizamını belirleyen hükümler manzumesi olduğundan; İslâm’ın hükümlerini reddedip, bu İlâhî hükümlere zıd hükümler koymak; İslâm’ı beğenmeyip, İslâm’ı reddedip, yeni bir din oluşturmaktır.
Tarihin her döneminde bunun açık örnekleriyle karşılaşıyoruz. Zaten Allah (c.c.)’ın muayyen zamanlarda peygamberler göndermesinin nedeni de, insanların hak dinden sapmaları, hak dini tahrif etmeleri, dinlerini parçalara ayırmaları ve yeni yeni dinler türetmeleridir. Yoksa onlar kendilerine gönderilen hak din üzereyken, Allah (c.c.) “biraz da bu dini yaşayın!” diyerek, farklı farklı dinler göndermiş değildir!
İşte insanların, hak dini tahrif ederek veya parçalara ayırarak ya da hayat şeklini belirleyecek hükümler, kanunlar koyarak ortaya çıkardıkları bütün bu dinler, hak olan İslâm gerçeğine göre bâtıl dinlerdir. Bunların adına bilimsel çevrelerce değişik izm’ler, değişik ideolojiler denilse de, İslâm’a göre bunlar birer dindir; bâtıl dindir.
Fakat ne gariptir ki, insanlara “din” denilince, her nedense sadece âhiretle ilgili meseleleri dikkate alan, metafizik konularla alâkalı görüşler akla gelmektedir. Nitekim kaynağı itibarıyla semâvî olan Yahûdiliğe, Hıristiyanlığa veya İslâm’a “din” dedikleri halde, değişik dünya görüşlerinin ve ideolojilerin de “din” olduğunu dikkatlerden kaçırmaktadırlar. İnsanlar için düşünce ve yaşantılarının temelini oluşturan her sistem, inanç veya felsefe din ismini almasa dahi, gerçekte birer dindirler. Dolayısıyla dini olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü herkesin bir hayat tarzı vardır. Biliyoruz ki, her din bir hayat şekli, bir yaşam nizamıdır. Bu yaşam nizamının içinde âhiretle ilgili boyut olduğu gibi, dünya ile ilgili boyut da bulunmaktadır. Hatta ve hatta dünyevî boyut, pratik düzlemde uhrevî boyuttan çok daha önce gelmektedir. Çünkü uhrevî boyuta yönelmek, meselenin dünyevî boyutu çözümlendikten, daha açık bir ifâdeyle kişinin ayakları dünyada yere bastıktan sonra gerçekleşmektedir.
Din kavramının dünyadaki pratiğe önem veren bu genel tanımını dikkate alarak bir değerlendirme yapacak olursak; insanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir: “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”[584]
Nitekim aynı örnek Kur’ân-ı Kerim’deki Yusuf (a.s.) kıssasında da bulunmakta, Yusuf (a.s.)’ın yanında bulunduğu hükümdarın düzenine, yönetim hukukuna “din” denilmektedir: “İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) hükümdarın dininde (hırsıza verilecek cezâya göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.”[585]
Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Kur’ân-ı Kerim’e göre yegâne din İslâm değildir. “Allah katında din, hiç şüphesiz ki İslâm’dır.”[586] âyet-i kerimesini ileri sürerek “Allah katında din İslâm’dır. Öyleyse İslâm’dan başka bütün yönelişler, bütün hayat şekilleri, bütün ideolojiler din değildir” demek; bu âyeti, Kur’ân-ı Kerim’e zıt yorumlamak demektir. Bu âyet-i kerimeden anlamamız gereken gerçek; Allah katında geçerli ve makbul olan din, Allah katında hak olan din, sadece ve sadece İslâm’dır.
Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen bu gerçek, insanların İslâm’dan başka dinler üretmeleri, bu dinlere yönelmeleri realitesiyle çatışmaz. İnsanların ürettikleri, insanların ortaya koydukları hayat şekilleri birer din olduğu gibi, semâvî bir dinin insanlar tarafından parçalanan, tahrif edilen bütün şekilleri de yine bir dindir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Rabbimizın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’de; müşriklerin ve kâfirlerin hayat şekline, hükümdarın yönetim hukukuna, kaynağı itibariyle hak olan dinlerini tahrif eden ehl-i kitabın yaşam biçimine yine “din” denilmektedir. O halde İslâm yegâne din değil; yegâne hak dindir. Kaynağı ve ilk dönemleri itibariyle hak olan Yahûdilik ve Hıristiyanlık gibi bütün İlâhî dinlerin aslını kendi kapsamına alan ve bunun biricik ifâdesi olan İslâm, Allah katında ve biz mü’minler nezdinde yegâne hak dindir.
İslâm’ın karşısındaki diğer dinler ise yine birer din olmalarına rağmen, en genel ifâdesiyle bâtıl dinlerdir. Değişik izm’ler, değişik ideolojiler birer dindir; birer dindir ancak, hak din değillerdir. Kimilerimizin aklına şu soru gelebilir: Mâdem birçok ideolojiler ve birçok izm’ler birer dindir, o halde bunlara neden “din” denilmiyor da, başka başka isimlerle adlandırılıyor?
Çünkü bilindiği üzere ideolojinin mânâsı, bir yaşam biçimini belirlemeyi amaçlayan ve kendi içinde bağlantısı olan siyasî, iktİsadî, sosyal görüşler bütünlüğüdür. İdeolojiye yüklenen bu tanım, dinin tanımına paralel bir tanımdır. O halde neden bunlara “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi demelerinin nedeni; yönettikleri halkın iki ayrı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ürettikleri veya türettikleri dinlere, bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Kurtuluşları ancak ve ancak İslâm’da olan insanlara, İslâm’ın karşıtı olarak bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı, bir hayat şekli öngören her ideoloji, her izm, İslâm’ın karşısında bâtıl bir dindir. Bu bâtıl dinlere inanmak, bu bâtıl dinlerin dünya görüşünü benimsemek ve bu bâtıl dinleri yaşamak ile, “benim dinim bu ideoloji veya bu izm’dir” demek arasında hiçbir fark yoktur.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır.”[587]
İnsanın dünyadaki tarihi, Âdem (a.s.) ve Havvâ validemizle başlayan bir tarihtir. Âdem (a.s.) ise, bildiğimiz gibi hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir. Tabii ki peygamberlik görevi, ailesine yönelik bir görevdir. Dolayısıyla dinler tarihinin başlangıcında hak din vardır. İnsanların yaşam biçimini açıklayan ilk din, ilk nizam; hak olan din, hak olan nizamdır. Bâtıl dinler ise sonradan ortaya çıkan dinlerdir.
Bâtıl dinlerin gerçek mimarı, hiç şüphesiz ki şeytandır. Şeytan, bâtıl dinleri ihdas etmek için kendi dostlarına vesveselerle yol gösterirken, hak dinin yapısını dikkate almıştır. Nitekim bâtıl dinleri genel olarak inceleyecek olursak, hak dinin iskeletine bâtıl ceset giydirildiğini görürüz. Genellikle hak dinin ismini kullanarak veya hak dinle hiçbir çelişkisi yokmuş gibi empoze edilerek yürürlüğe konulan bâtıl dinler, insanların ezilmesine, insanların sömürülmesine neden olmuştur.
Ancak, insanı yaratan Allah, insanları böylesi zulümler, böylesi sömürüler içinde başıboş bırakmamıştır. Peygamberler, insanları içine düştükleri bu zilletten kurtarmak için gönderilmişlerdir. Zamanımızdaki zâlimleri, zamanımızdaki bâtıl dinleri yerle bir etmek ve Allah’ın râzı olacağı İslâm’ı hâkim kılmak için, yeni bir peygambere gerek yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) efendimizle birlikte gönderilen Rabbânî mesaj, ilk günkü tazeliği ve ilk günkü temizliği ile elimizde bulunmaktadır. İslâm Dini’nin iki temel kaynağının (Kur’an ve Sünnet) elimizde bulunması, bütün bâtıl dinler karşısında İslâm dinini yeniden tebliğ ve yeniden ikame edebileceğimizi gösterir.[588]
Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
Her dönemdeki müslümanlar, çağlarındaki bâtılları tanıyarak onlar hakkındaki İslâm’ın hükmünü de bilmek mükellefiyetindedirler. Böyle bir mecburiyetin kaynağı müslümanın, mü’min ve müslüman olan kimseler ile öyle olmayan kimselere, inançlarına uygun davranmak zorunda oluşudur. Yani onlara uygulanacak olan hukuk ile onlara karşı yapılacak olan muâmelenin, inançlarına göre belirlenmek durumunda olmasıdır. İslâm’ın bu inanç ve hayat sistemleri, yani bu dinler hakkındaki hükümleri bilinmediği takdirde tavır belirlemek sözkonusu olamayacağından, bunların iman açısından değer hükümlerinin tesbiti de kaçınılmaz bir haldir.
Ayrıca bâtıl dinleri tanımayan câhil müslümanların, tanımadıkları bâtıldan kaçınmaları da özellikle günümüzde imkânsız derecede zordur. Zamanımızda nice müslüman, kavram kargaşasının kurbanı olmakta, bâtıl dinlerle karışık bir inanç ve davranış sergilemektedir. Yani biraz müslüman, biraz laik, biraz materyalist... karma dinler içinde olabilmektedir. “Onların çoğu, ancak Allah’a şirk (ortak) koşarak iman ederler.”[589]
Müslüman, Allah’ın ve Rasûlü’nün kat’i hükümlerine aykırı hükümleri kabul edemeyeceğinden, bu tür fikir, sistem ve ideolojileri reddetmek zorundadır. Dolayısıyla müslümanların, çağlarında ortaya çıkan fikir ve sistemlerle bu açıdan ilgilenmeleri ve bunlara dair değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Hele bu fikir, ideoloji ve sistemler, özellikle müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde uygulama alanı buluyor ve yayılma istidadı gösteriyor, hatta bunların varlığı İslâm akîdesi açısından büyük bir fitne ve tehlike teşkil ediyorsa, müslüman olarak görevimiz daha da büyük olacaktır.
İslâm’ın hükmetmek istediği alanlar, eğer gayri İslâmî, câhilî ve müşrik güçler tarafından işgal edilmiş ise, müslümanın bu güç ve düzenlere karşı akîdesinin gösterdiği doğrultuda gereken mücâdeleyi vermesi, kaçınılmaz bir mükellefiyettir. İnsanlar tarafından oluşturulan dinlerin hepsinin ortak özelliği; Allah’ın vahiyle bildirdiği din olan İslâm’a karşı olmalarıdır. “Allah’tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir?”[590]
Bir insan, ya Allah’a iman eder ve Allah’ın indirdiği hükümlere göre hayatını düzenler; ya da “tâğut”a teslim olup, tâğutun kurallarına, hevâ ve heveslerine uyar. Bu iki yolun dışında üçüncü bir yol yoktur.
İnsanların hak olsun bâtıl olsun, dünya hayatlarında benimsemiş oldukları inanç ve hayat düzenlerinin, ideoloji, politika, ahlâk ve yaşayış şekil ve üsluplarının ifâdesi olarak “din”in, Allah tarafından kabul edileninin adı “İslâm”dır. Allah, kendi katında geçerli olan dinin İslâm olduğunu bildirmiş, İslâm’dan başka bir din arayanın, İslâm’dan başka bir inanç ve hayat düzenini benimseyenin bu arayış ve benimseyişinin âhirette ebedî hüsran ile sonuçlanacağını, bu dininin Allah tarafından kabul edilmeyeceğini açıklamıştır.[591] Allah’ın dininden başka bir din, O’nun insanlar için teklif etmiş olduğu hayat düzeninden başka bir hayat düzeni, O’nun istediğinden başka inanç sistemi ve ideolojileri seçip benimsemek, kısacası Allah’ın dini İslâm’dan başka bir din arayışına girmek, fıtrata ve Allah’ın kâinata egemen olan kanunlarına ters düşmektir. “Göklerde ve yerde ne varsa ister istemez Allah’a teslim olup boyun eğmişken, onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hem onlar O’na döndürüleceklerdir.”[592]
Allah, dinini kemale erdirdiğinden, bu dinin eksiksiz olarak ve bütünüyle alınıp kabul edilmesi, tüm hükümlerine inanılarak, bütünüyle uygulanmaya konulması gerekmektedir. “Ey iman edenler! Bütünüyle ve hepiniz İslâm’a girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Gerçekten şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Size bunca deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki Allah, hiç şüphesiz mutlak Gâlib ve Hâkim olandır.”[593]; “Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil ve rüsvay edilip aşağılanmaktan, âhirette de azâbın en şiddetlisine uğratılmaktan başkası değildir. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[594]
Kayıtsız şartsız olarak bütün alanlarda Allah’a ve O’nun şeriatına tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça ve Allah’ın dini dışında kalan her türlü düzen, sistem, inanç, bakış açısı, kurum, yaklaşım tarzı ve değer ölçüsü kesinlikle ve tam anlamıyla reddedilmedikçe, Allah tarafından kabul edilecek nitelikte bir imana sahip olmaya imkân yoktur. Ancak böyle bir tavır sergilenebildiği takdirde, Allah’a iman edilmiş, tâğut, ve tâğutî düzenler inkâr edilmiş, küfrün karanlıklarından kurtulup İslâm’ın nuruna, imanın aydınlığına çıkılmış olur: “Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır. Kâfir olanların velîsi ise tâğuttur, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır.”[595]
Din ve Bilim
Bu konuyu açıklamadan önce ilmin Allah’ın sıfatı olduğunu belirtelim.
İslâm dininin geçmişten günümüze kadar ilimle hiçbir meselesi olmamıştır. İlim ve din çatışması Hristiyan Avrupanın sorunu olmuştur.
İslâm inancına göre üç çeşit kitap vardır:
1) Kur’ân-ı Kerim (Vahiy): Bu kitaptan doğan ilimler; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Kıraat, Tecvid vs.
2) Kâinat: Bu kitaptan doğan ilimler; Fizik, Kimya, Matematik, Biyoloji, Astronomi, Botanik, Coğrafya, Mühendislik bilimleri vs.
3) İnsan: Bu kitaptan doğan ilimler; Tıp, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Antropoloji vs.
Buna göre İslâm’da din ilmi, din dışı ilim diye bir ayrım sözkonusu değildir. Yani bazı ilimler kutsal, bazıları ikinci, üçüncü... sınıf ilimler şeklinde bir ayrım yoktur. Kur’an tüm kâinatı ve insanı âyetler topluluğu olarak görür. Bu âyetlerin tümünü inceleme görevini insana yükler. İnsanın kendini ve kâinatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan ilimler ile, Kur’an’ı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan ilimler arasında fark yoktur. Tüm ilimler, âyetleri anlamaya çalışmak süretiyle Allah’a yöneliştir. Bu yüzden tüm ilimler değerli ve tüm âlimler hürmete layıktır.
Tabiatı, insanı ve Kur’an’ı anlamaya dönük ilimler bir arada yürütülmelidir. Bunlardan birine ağırlık verilip diğerleri ihmal edilirse, insanın ve tabiatın dengesi bozulur. Günümüzde yaşandığı gibi insanlığı türlü felâketlere sürükler. Bu günkü modern dünyayı kuranlar Kur’an’ı dışladıkları için insanlığı felâkete sürüklemişlerdir.
Kur’an bize en küçük böceklerden en büyük hayvanlara, bir sinek kanadından okyanuslara kadar, denizler, göller, yağmur, güneş, bulut, rüzgâr, bitkiler, gece ve gündüz, kısacası yeryüzünden gökyüzüne her zerrenin ve kürrenin bir âyet, Allah’a götüren bir işaret olduğunu söylüyor.
Kur’ân-ı Kerim’de sûreleri oluşturan bölümlere de âyet denir. Tüm bu âyetlerin anlaşılmasına dönük ilimler ve âlimler değerlidir. Zaten ilim demek, âyetlerin anlaşılması demektir. Bir şartla ki, bu ilimler insanlığın faydasına hizmet etmeli, âlimler, bilginler de iman sahibi olmalıdır. “Gerçek anlamda iman edenlere, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?”[596] “O’nun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?”[597]
Din, maaddî âlemden daha çok, maddî âlemin dışında kalan, ölçülebilme, gözlenebilme özelliği olmayan bir âleme, kâinatı yaratan, şekillendiren bir varlığa olan inançtır. Din bu âlem ve diğer âlem hakkında bilgi verir. İnsanların bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini açıklar.
Bilim ise, ölçülebilme ve gözlenebilme özelliği olan bu âleme dayanır. Kâinattaki düzeni ve bu düzenin uyduğu kuralları araştırır, keşfeder ve aralarındaki çeşitli ilişkileri ortaya çıkarır. Bilim elde edebilmek için, a) Bu âlemin bizden bağımsız olarak var olduğuna, b) Bu âlemden bilgi elde etmenin mümkün olduğuna, c) Bu âlemin anlaşılabilir olduğuna inanmak gerekir.
Gerçek ilim adamları, dinin ve ilmin yasalarını, bunların özelliklerini, bunlar arasındaki ilişkileri anlamaya ve idrâk etmeye çalışan ve sonuçta Allah’ı bulanlardır.
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakk’ın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?”[598] Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.”[599]
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.”[600]
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. “Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ dediler. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız?)’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.”[601] “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah, kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”[602]
Bu Din Benim Dinim Değil!
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi aslında.
Ünite 10
İslam Dini
- İslâm Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamları
- İslâm’ın Mâhiyeti (İçeriği)
- İslâm’ın Gayesi
- İslâm’ın Hükümleri
- İslâm’ın Eski Şeriatlerle İlişkisi
- İslâm’ın Rükûnları (Temelleri)
- İslâm’ın Tebliği
- İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak
İslâm Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir.
İslâm’ın terim anlamı: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir sistemdir, kanundur.
İslâm’ın Mâhiyeti
İslâm’ın mânâsı, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz.[603] İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslâm’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da müslümandır. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, müslüman oluşlarına şâhidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.”[604] Bu âyette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, İşte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslâm, imanın bir tezâhürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslâm olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münâfıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslâmîyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızâsıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.
İnsan da kendi hür irâdesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslâm’ı seçip müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, dünyada halife olur.
İslâm dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslâm’ın muhtevâsı ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslâm, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslâm’da hükmü açıklanmamış hiçbir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibâdet, siyaset, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’ân-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar: “Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.”[605] Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslâm ümmetinin müctehid âlimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.
Peygamberimiz İslâm’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir: “İslâm, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.”[606]
Yukarıdaki hadis, İslâm binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslâm’ın temelleridir ama, İslâm’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibâret olduğu nasıl söylenemezse, İslâm’ın bu beş temelden ibâret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlâktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslâm, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslâm’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslâm’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.
Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslâm’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehâdet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binâen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i sâlih.. İslâm, şehâdet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslâm; namaz, zekât, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibâdetlerdir. Bunlara İslâm’ın rükûnları, temelleri denilir. İslâm’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslâm’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlâkî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslâm’ın hâkimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır (Müeyyide: Kanun ve ahlâkî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezâlar, Allah’ın dünya ve âhirette verdiği Rabbânî cezâlardır. O halde İslâm; inanç, ibâdet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.
İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslâm, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana cezâ vardır. İslâm, Allah Teâlâ’nın indirdiği ahkâm (hükümler), akîde, ibâdet, ahlâk, muâmelât, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?”[607]
İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.”[608]
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[609] Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muamelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve bu câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin) ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.[610]
İslâm Dini’nin Gâyesi
İslâm’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de âhiret saâdetini kazanacaktır. İslâm, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saâdetlere ulaştırır. Toplumun saâdeti de ferdin saâdetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslâm, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.
İslâm Dini’nin Hükümleri
İslâm Dininin hükümleri dört kısımdır:
a-) İman (İtikadî hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla mânevî gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.
b-) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere amelî hükümler denir. Duâ etmek, zekât vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.
c-) Ahlâk: Hal ve hareketleri, davranışları, İslâmî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlâkın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.
d-) Hukuk (Muamelât, Ukubat): iman, ahlâk ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticarî ve siyasî işleri, kısaca İslâm devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.
Bu dört hüküm (iman, amel, ahlâk, hukuk) İslâm dininin bir bütün ve homojen bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Böyle olmasına rağmen, özellikle yirminci yüzyıl müslümanları hukukla (muâmelâtla) ilgili hükümleri terk ettikleri veya terk ettirildikleri için İslâm’ın bütünlüğü hayata yansıyamamıştır. İslâm bütün olarak yaşanamamaktadır. Bunun sonucu olarak, imanî konular saptırılmış, ameller (ibâdetler) yozlaştırılarak, ruhsuz ve anlamsız bir şekilde ifa edilen bir gelenek halini almıştır. Yine aynı şekilde müslüman topluluklar İslâm ahlâk ve edebini yitirmişlerdir.
Bu dört hüküm parçalanmaz bir bütündür. Yani birisi olmadığı zaman İslâm’ın bütünlüğü bozulduğu gibi; başka herhangi bir şeyle (düşünceyle, hukukla, dinle) sentezi (karışımı) halinde de bütünlüğü ve safiyeti bozulur; Ortaya apayrı başka bir din çıkar. İslâm sosyalizmi, Türk-İslâm sentezi... gibi. Zaten sentez de ayrı iki şeyin bir araya getirilmesiyle yepyeni bambaşka bir şeyin oluşması demektir.
İslâm, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslâm, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslâm, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibâdeti, ahlâkı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurâfe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.
İslâm’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatleriyle İlişkisi
a) İslâm bütün peygamberlere gelen dinin adıdır.[611] İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Âdem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teâlâ peygamberleri değişik şeriatlerle (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri din bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen İslâm, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyâmete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ ettiği İslâm Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinin hükümlerini (şeriatlerini) nesh edip ortadan kaldırmıştır. Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şeriatidir.
d) İslâm dini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
İslâm’ın Rükûnları
İslâm’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı ikame etmek, zekât vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak.
Peygamberimiz’in İslâm’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslâm’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (câhil halkın yanlış olarak İslâm’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehâdet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) daha önce “Tevhid” ünitesinde işledik. Burada, bu ibâdetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i sâlih olarak etrafını câmi sûrette tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği Fıkıh, İlmihal kitaplarında ve Fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.
Amel-i sâlih nedir? Sâlih amel, Allah katında râzı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri, İslâm şeriatına uygun olması, ikincisi; niyetin Allah rızâsı için ve O’na ibâdet kasdıyla, bu bilinçle olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i sâlihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevâbı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: “Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, sâlih amel işlesin, Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi şirk/ortak koşmasın...”[612]
Amel-i sâlihin İslâm’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, âhiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehâdetin (tevhidin) mânâsı, amel-i sâlih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslâm kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibâdetsiz İslâm’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i sâlihin İslâm’daki öneminden dolayı birçok âyet onu övmektedir. Bu âyetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükâfatını açıklar, bazısı da özellikle âhiret hayatında vereceği faydadan bahseder. “Andolsun Asra ki, Muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.”[613]
Amelin kabulü için İslâm’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i sâlihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızâsı niyyetiyle ve İslâm şeriatına uygun bir amel de işlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslâm’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükâfat vardır.[614]
Amel-i sâlih çok çeşitlidir. İbâdet olsun, muâmelât olsun, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbine itaatı, Şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızâsını taleb etmeyi düşünerek hayırlı bir amel işlediği zaman, amel-i sâlih ehlinden olur.
Bu amel-i sâlihin başında (dar anlamıyla) ibâdetler gelir. İbâdetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekât gelir. Bunlar İslâm’ın temelleridir. Bu ibâdetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle câiz değildir. Bunun için İslâm’ı tanımlayan meşhur hadiste bu ibâdetler açıkça bildirilmiştir.
İslâm’da ibâdetlerin önemi büyüktür. İbâdetler, kişinin Rabbiyle olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbâdetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibâdetlere özen göstermek ve başkalarını önce imanî esaslara, sonra ibâdetlere dâvet etmek gerekir. İbâdetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere ibâdetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibâdetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.
Bu ibâdetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslâm; namazı, müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alâmet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal câizdir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münâfıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin mânâsını kişiye devamlı hatırlatan bir ibâdettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’da birçok âyet vardır.[615]
Oruç, hac, zekât ve diğer bütün ibâdetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlâs, irâde ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekât, müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mâlî bir ibâdettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emânetçiden başka biri olmadığını insan zekâtla daha iyi kavrar. Zekât, mal sevgisine, Allah rızâsını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adâletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, müslümanın amelî eğitimidir. Hac ibâdetiyle müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takvâ, Allah sevgisi ve O’nun azâbından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu sâlih amellerin başında gelir.
Amelin imanla münâsebetini ileride geniş olarak işleyeceğiz.
İslâm’ın Tebliği
İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslâm, herkese tebliğ edilmelidir. Bu dâvet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[616] âyet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle “Müslümanım” diyenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslâm bildikleri şeyler İslâm olmayabilir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.
İslâmî dâvetin gayelerinden biri de, İslâm’ı tekeline alıp onu kimseye ulaştırmayanların elinden İslâm’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslâm, hiçbir gücün tekelinde olamaz. Hiçbir güç İslâm’ın bazı ibâdetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslâm adına yapsınlar, isterse câhiliyye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan İslâm’a ulaştırmak... İşte, İslâm budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.
İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak
İnsanlık tarihi boyunca, İslâm’ın esas dayanağı olan temel ilke “Lâ ilâhe illâllah” kuralıdır. Yani ulûhiyeti, rubûbiyeti, saltanat ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inanç; duygu ve hareketlerde ibâdet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezâhür etmelidir. Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, böyle kâmil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslâm’a saygısızlık yapılmış olur.
Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tâbi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.
Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasûlullah (s.a.v.)’dır. Bu kaide ise İslâm’ın ilk şartı olan şehâdet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder. “Şüphesiz Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür.”[617] İşte İslâm’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekâmil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın râzı olduğu nizam budur.
İslâm, hiçbir zaman nazarî inanç ve birtakım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan birtakım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz.
İslâm’ın hedefi, câhiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyânâtına mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.”[618] “İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...”[619]
Ünite 11
İman
- İman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
- Kur’an’da İman Kavramı
- İmanın Dereceleri
- İmanın Artması, Eksilmesi
- İmanın Gerektirdikleri
- İman ve İslâm
- İman ve Amel
- İman ve İnkâr Yönünden İnsanlar
İman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
Sözlük anlamı olarak iman: İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Terim olarak iman: Kavram olarak, Rasûlüllah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip bağlanmak ve yaşamaktır.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an’da İman Kavramı
İman kelimesi Kur’an’da 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan “emn” türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 878 yerde kullanılır. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Kur’an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor.[620] Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail’in de emin olduğunu belirtiyor.[621] Yine Kur’an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.[622] İman sahibine mü’min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-Hüsnadan biri, El-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de El-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.”[623]
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.
“Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”[624]
“Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.”[625]
“Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ine, Peygamberi’ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.”[626]
“Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: “Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasullere iman etmenizdir...”[627]
İmanın Dereceleri
1. İcmâlî İman: İman edilecek esaslara kısaca ve toptan iman etmektir. Yani, Allah (c.c.)’ın göndermiş olduğu haber ve hükümlerin hepsine birden inanmaktır. Bu da “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-Rasûlullah” cümlesi ile ifâde edilir. İmanın en basit mertebesi budur. Çünkü bu iki cümlede iman edilmesi gerekli olan her şey özet olarak bulunmaktadır.
2. Tafsîlî İman: İman edilecek esasların herbirine açık ve geniş bir şekilde iman etmektir. Allah’a ve Peygambere imandan sonra, Peygamberin haber verdiği hüküm ve esasları teker teker öğrenip onların hak olduklarını tasdik etmek tafsili imandır.
İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren insandır.
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm’ın temel binası ve üçüncü âyetinde “gaybe iman” şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyetinde de perçinlenir: “O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur’an’a) iman etti. Mü’minler de Allah’a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasullerden hiçbirini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.”[628] “Gaybe iman” olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur’an’ın değişik yerlerinde topluca veya tek tek veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir. “Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”[629]; “Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.”[630]; “Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ine, Peygamberi’ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.”[631]; “Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasullere iman etmenizdir...”[632]
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler.[633] İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.[634] Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.[635] Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velîsi olarak nitelendirilmiştir.[636]
İmanın Artıp Eksilmesi
İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münâfık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü’minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur’an’da bunu açıkça görebiliriz: “Bir sûre indirildiği zaman, münâfıklar arasında ‘bu sûre, hanginizin imanını artırdı?’ diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler.”[637]; “Onlara bazı kimseler, ‘insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.’ demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve ‘Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.’ demişlerdi.”[638]; “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.”[639]; “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.”[640]; “Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.”[641]; “Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.”[642]; “Allah, onları küfürleri dolayısıyla lânetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.”[643]
İman muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez. “Siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezâsı, dünya hayatında zillet, kıyâmet gününde azâbın en şiddetlisine uğratılmaktır.”[644] Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir.
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mükâfat sağlar. Hiçbir hayalin ulaşamayacağı güzellikler yurdu cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker.
“İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Andolsun, Biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.”[645]
“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele”[646]
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’ dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.”[647]
Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de kınayanların kınamasına ve haksız eleştirilere aldırmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.”[648]
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dekilerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbünallahu ve ni’me’l vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.”[649]
Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir.[650] Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü’minler olacaktır.[651] Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.[652] Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir.[653] İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler.[654] Kur’an, böylece kan bağlarından ayrı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir.
Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilâhlaştırılması, İşte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en büyük sorunu kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezâhürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir.
Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir. Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rızâ ve küfre gıpta etmenin ardından küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Başka değil, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...
İman ve İslâm
“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.”[655] Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lakin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhârî ve Müslim dâhil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: Sâd b. Ebi Vakkas’tan: “Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim!” Sâd üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sâd, kuşkusuz ben bir adama ondan daha çok sevdiklerin dururken yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.”[656] Hadisin devamında Zührî’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”
İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”[657] Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.”[658] Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lâkin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine bina edildi: Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, hac ve Ramazan orucu.”[659] Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekât, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i şehâdette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehâdet olmadan ne namaz ve zekât, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zâhirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehâdet etmek” şart koşulmaktadır. Şehâdet etmek ise, sözle yapılan zâhirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.
O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrâil, Allah’ın Rasûlü’ne bir “iman nedir?” bir de “İslâm nedir?” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara, Rasullere, âhirete ve kadere iman etmek”[660] olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda “namaz, zekât, oruç ve haccı” zikretmiştir.[661]
İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”[662] Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir?” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır?’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, İşte en güzel İslâm budur.”[663]
İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz mânâsından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, rûhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezâhürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezâhürüdür.
Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir. Hucurat sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir.
Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden “İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütâlea edilir:
1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen mânâda münâfık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş ve iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”[664]
2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münâfıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münâfıklar gibi) münâfık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münâfıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki inandılar, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.”[665]
Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “iman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikati” denilir; “İslâm’ın hakikati” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatin hükmü de odur. Hakikatsiz şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşrûiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.
İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehâdet, dilin amelidir) maddelerdir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; imanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icmâ etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mânâ olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.”[666]
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. imanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur.
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler; Hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.”[667]
“Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü’min değillerdir.”[668]
“Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[669]
Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. “Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak O’na teslim olmuş olarak can verin.”[670] İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.”[671]
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”[672]
İmanın amellerle tezâhürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasûlünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasûlü’nün her şeyden sevimli olması lâzımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle isbâtı lâzımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasûlünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebliğâtına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[673] İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, Rasûlü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır.
Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasûlü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”[674]; “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[675]
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesâdı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittiba etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın rûhu ve ameli olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”[676]
İman, meyvesiz, kurumuş, çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murâkabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrâk eder ve O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. “Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, İşte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.”[677]
İmanın varlığının en güzel isbâtı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz, en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan, doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[678]
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.”[679]
“Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[680]
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, sapıklıktır.
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan vasıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlâkla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp manen geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı da unutulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur.” sözü meşhur olmuştur.
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şâhit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinaye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”[681] Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.”[682] Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.”[683] Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lâzım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.”[684] Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.”[685]
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.”[686] Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”[687] Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.”[688]
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbâtı, vahyin hayata dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akîde, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.”[689]; “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.”[690]
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nâfile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayatî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezâya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezâsına, ikinci durumda da âsîlerin cezâsına.
İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlâk, adâlet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; imanın hâkim olmadığı toplumda ise rezâlet, nefret, sefâlet, sefâhat, atâlet, ihânet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan” adlı muazzam silâhın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin ‘kaza’ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir.[691]
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; iman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. “Azâbımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.”[692] Fir’avn bile boğulma anında iken iman etmiştir (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir). Ölüm üzere iken azâbın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Meselâ; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzi (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez.
Yine Kur’ân-ı Kerim’e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’den olduğu sâbit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum. Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.
İman ve İnkâr Yönünden İnsanlar
İman ve inkâr yönünden insanlar 3’e ayrılır:
1. Mü’min: Allah Teâlânın peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu haber ve hükümleri kalbi ile tasdik, dili ile de tasdik ettiğini (ikrar) söyleyen kimseye Mü’min denir.
2. Kâfir: Allah Teâlâ’nın peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu haber ve hükümleri kalbi ile tasdik etmeyip, dili ile de tasdik/ikrar etmediğini söyleyen kimseye Kâfir denir.
3. Münâfık: İman esaslarına kalbi ile inanmadığı halde, dili ile inandığını söyleyen kimseye Münâfık denir. Bu insanlar, içten kâfir ama dıştan müslüman görünürler.
Ünite 12
Allah’a İman
- Allah’a İman
- “Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
- Allah’ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
- Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
- Tesadüf Nedir? Bu Kâinat Düzeni Tesadüfle Oluşabilir mi?
- Tabiat (Doğa) Nedir? Tabiat Yaratıcı Olabilir mi?
- Allah Teâlâ’nın Birliği
- Müslümanın Allah İnancı
- Allah’ın Zâtî ve Subûtî Sıfatları
- Esmaü’l-Hüsnâ (Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri)
- Esmâü’l-Hüsnâ Konusunda Doğru Yoldan Sapmak
- Esmâyı Saymak ve Ezberlemek
Allah’a İman
İslâm’da inanılması gereken esasların birincisi Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer İman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.
Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na İman edip kullukta bulunmaktır. “O göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin Rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun?[693]
Mükellef olan herkese ilk önce farz olan; Allah’a İman etmektir. Bu İman Allah’ın varlığına ve birliğine, O’ndan başka ilâh olmadığına İmandır.
“Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
“Allah”, varlığı zarûri olan ve bütün övgülere lâyık bulunan zâtın ismidir. “Allah’ın varlığının zarûri olması”, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği, var olması ve varlığını devam ettirmesi için kimseye muhtaç olmaması, O’nun kâinatın yaratıcısı olması demektir. “Bütün övgülere lâyık bulunması” ise, Allah Teâlâ’nın en güzel isim ve sıfatlara sahip olması anlamına gelir.
Allah, gerçek ma’bûdun ve tek yaratıcının özel ismidir. Bu kelimenin çoğulu yoktur. Başka dillere tercüme edilemez. Bu yüzden O’ndan başka hiçbir varlığa isim olarak verilemez. O’nun diğer isim ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklara (gerçek anlamda değil) mecazî anlamda verilebildiği halde, Allah ismi verilemez.
Meselâ, insanlar için şefkatli, merhametli, âlim, âdil, halîm gibi sıfatlar kullanıldığı halde, “Allah” ismi, hiçbir varlık için kullanılmaz, kullanılmamıştır da. Nitekim tanrılık iddiasında bulunan Fir’avn bile: “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği halde, “ben sizin Allah’ınızım” dememiştir. Mekke’li müşrikler, Kâbe’deki putlarına birçok isim verdikleri halde, hiçbirisine Allah ismi vermemişlerdir. Zaten müşriklere, “kâinatı kim yarattı?” diye sorulduğunda “Allah” cevabını vermektedirler.
Câhiliyye döneminde Araplar arasında “Allah” kavramı mevcuttu. Fakat Allah inancı sönük bir inançtı. Onların inancına göre de Allah, Kâbe’nin Rabbi, dünyanın yaratıcısı, yeryüzündeki her şeye hayat veren idi. Putlarına ise, kendilerini Allah’a yaklaştıracağı, Allah indinde kendilerine şefaatçı olacağı inancıyla tapınıyorlardı.
Câhiliyye Arapları, hayatları tehlikede olunca geçici bir tevhide başvuruyor, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na yalvarıyorlar, Allah onları tehlikeden kurtarınca tekrar eski putperest inancına geri dönüyorlardı.
Hristiyanların inancındaki Allah kavramı, Baba-oğul-kutsal ruh olmak üzere üç unsurdan meydana gelmekte idi. Yahûdilerin inancındaki Allah kavramı ise, tek bir kavmin (İsrâiloğullarının) tanrısıydı. Oysa Allah ne câhiliyye Araplarının, ne hristiyanların, ne de yahûdilerin inandığı gibi değildir. Her şeyi yaratan, hiç kimseye muhtaç olmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir toplumun özel tanrısı olmayıp, insanlar da dâhil tüm kâinatın Rabbi olan tek ilâhtır.
“Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahmân ve Rahim’dir. Cezâ gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. (Ey Allah’ım) Bize doğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu; gazâba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!”[694]
“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir (Hiçbir şeye muhtaç olmayandır, aksine her şey O’na muhtaçtır). O, doğurmamış ve doğurulmamıştır (O, baba da değildir, oğul da değildir). Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”[695]
Allah’ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
Varın isbatı yokun isbatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle isbât edebiliriz. Hâlbuki yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu isbat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir zaman isbat edilemez...
İki isbat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatta ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifâde etmez. Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delîllerden birkaçı:
1- İmkân Delîli: Âlem, mümkinât nev’indendir. Yani varlık ve yokluğu müsâvidir. Varolduğu gibi, olmayabilir de. Varolurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dâhilindedir. Yani en az varolan kadar olmayan da varolma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma şekil ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah’tır (c.c.).
2- Hudûs Delîli: Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak’alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; illetsiz ma’lûl, sebepsiz netice ve san’atkârsız san’at mümkün değildir. Sebebler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah’tır.
3- Hayat Delîli: Hayat şeffaf bir muammâ!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc’e delalet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcısını gösterir ve ilân eder. O, muammâ oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak’adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle: “Beni var edip yaratan ancak Allah’tır” der.
4- İntizam Delîli: Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir delildir ve bir Nâzım’a delalet eder ki, O da ancak Allah’tır.
5- San’at Delîli: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir san’at göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:
Çok büyük san’at değerine sahiptir;
Çok kıymetlidir;
Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;
Çok sayıda olmaktadır;
Karışık ve çeşit çeşittir;
Devamlıdır.
Hâlbuki, zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san’at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelir!
6- Hikmet ve Gâye Delîli: Her varlıkta kendine mahsus bir gâye, bir maksad, bir fayda ve bir netice ta’kip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gâyesizlik, ma’nâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanât dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrâk mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi ta’kip edilebilsin.. öyle ise, Kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gâyeleri ancak Allah’a isnad etmekle ma’kul bir yol tutmuş olabiliriz.
7- Şefkat, Merhamet ve Rızık Delîli: Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa, o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkca isbât ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, her şeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes’i anlatmakta ve isbât etmektedir.
8- Yardımlaşma Delîli: Biribirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev’i, böyle bir yardımlaşmada âdetâ aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı gâye etrafında toplanıp bitkilerin imdâdına koşuyor ve bu imdâda koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vâcib-ül Vücud bir Zât’ın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir...
9- Temizlik Delîli: İnsandan arza, arzdan semânın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delîl olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât’ı (c.c.) anlatmaktadır.
Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semâda kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verâsındaki Zât-ı Mukaddes’i göstermektedir.
10- Sîmâlar Delîli: Esasen bütün mâhlûkata teşmili mümkün iken, mes’eleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki sîmâsını ele alarak mevzûya yaklaşmış olalım:
Herhangi bir insanın sîması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat’iyen benzememektedir. Bu kâide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenâb-ı Hakk’ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, sîmâda yer alan uzuvları başka sîmâlardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak sûrette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle techiz etmek, gözünde fer olmasa bile, sînesinde kalb bulunan her vicdân sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât’ı (c.c.) gösterir ve tanıttırır.
11- Sevk-i İlâhî Delîli: Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda san’at hârikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen mâlumatla ve yaratılıştan gelen bir kâbiliyetle iş görüyorlar. Hâlbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu husûsiyetleri veren bizzat kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât’tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş...
Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu hârikulâdelik, ancak ve ancak Allah (c.c.)’ın bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna aklî ve mantikî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır.
12- Rûh ve Vicdân Delîli: Mâhiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği rûhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk’ı bildiren delîllerdendir. Dünyada Emir Âlemi’ni temsil eden cevher rûhtur ve rûh, bu âleme ancak terakkî ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzûmuzun hâricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle mâhiyeti noktasında hiçbir münâsebeti olmayan rûhun kendine mahsûs bir âlemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ı ilân eden en mühim delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rab’be dönüşler ve O’na yönelişler ve bu hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk’ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdân, kendi Yaratıcısı’na, O’na perestiş etme derecesinde meftundur ve bütün varlığıyla O’nunla irtibat halindedir. Zaten “Elest Bezmi” nin yanıltmaz şâhitlerinden biri de, vicdân değil midir? İşte vicdân, bu şâhitliğin hakkına riâyet zarûret ve mecbûriyetinin sevkiyle “Allah” demektedir.
13- Fıtrat Ve Tarih Delîli: Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzûh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı te’min eden yapıları itibâriyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men’eden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât’tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah’tır.
Dinler tarihi şâhittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hattâ gülünç dahi olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir ma’nevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarûrettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât’la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât’tır. Ve O da Allah’tır (c.c.).
14- Duygular Delîli: İnsan, binlerce duyguyla techiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ı tanıtır. Bu duygu, insanda varolan ebed ve sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, dâima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu hakiki ma’nâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdî edilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiç biri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Hâlbuki, bunun varlığı bir vâkıa’dır, inkârı da kâbil değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. Ve, ebedî hayatı da yine O verecektir.
15- İttifak Delîli: On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, “ihtimal” der onlara inanırız. Zirâ ortada bir ittifak hâdisesi var. Hâlbuki, bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce Peygamber, yüzbinlerce evliya ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, “Allah vardır” hakikatıdır. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış Nebîler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir?
16- Kur’ân Delîli: Kur’ân-ı Kerim’in Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın varlığının da bürhanları durumundadır. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna dâir yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzû ile alâkalı İslâm kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, mes’elenin isbât yönünü o eserlere havale ile iktifa ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsûs dilleriyle “Allah vardır” derler.
17- Peygamberler Delîli: Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihân Serveri (s.a.v.)’nin peygamberliğini isbât eden bütün deliller de, yine Cenâb-ı Hakk’ı anlatan bürhanlara dâhil edilmelidir. Zirâ Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid, yani Allah’ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini isbât eden bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk’ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini isbât eden delillerin serdi, şu andaki mevzûmuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu arzedelim ki, bir peygamberin hak nebî olduğunu ifâde eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hattâ daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir.[696]
Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
Allah Kuran’da insanları belli bir fıtrat (yaratılış) üzerine yarattığını “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.”[697] âyetiyle bildirmiştir. İnsanların bu fıtratı Allah’a kul olma ve Allah’a güven üzerine kuruludur. İnsan sınırsız istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkânına sahip olmadığı için, doğal olarak Allah’a bağlanmaya, yönelmeye muhtaçtır.
Eğer insan bu fıtrata uygun olarak yaşarsa, gerçek güvene, huzura, mutluluğa ve kurtuluşa ulaşır. Bu fıtratı reddedip, Allah’tan yüz çevirdiğinde ise, sıkıntı, korku, endişe ve azap dolu bir hayat sürer.
İnsanlar için geçerli olan bu kural, toplumlar için de geçerlidir. Eğer bir toplum, Allah’a iman eden insanlardan oluşuyorsa; âdil, huzurlu, mutlu ve akıllı bir toplum olur. Kuşkusuz bunun tersi de geçerlidir. Eğer bir toplum Allah’tan bîhaberse, o toplumun düzeni de temelden bozuk, çürük ve ilkeldir.
Allah’tan yüz çevirmiş olan toplumlar incelendiğinde bu kolaylıkla görülür. Dinsiz düşüncenin doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, her şeyden önce ahlâk kavramının yok edilmesi ve tamamen dejenere olmuş toplumların meydana gelmesidir. Dinî ve ahlâkî sınırları çiğneyen ve yalnızca insan isteklerinin tatminine dayanan bu kültür, aslında gerçek anlamda bir zulüm sistemidir. Böyle bir sistemde cinsel sapkınlıktan uyuşturucuya kadar her türlü dejenerasyon teşvik görür. İnsan sevgisinden uzak, egoist, câhil, düşünemeyen ve aklını kullanamayan toplumlar oluşur.
Yalnızca kendi isteklerini tatmin etmek için yaşayan insanlardan oluşan bir toplumda huzur, sevgi ve barışın oluşması elbette mümkün değildir. İnsan ilişkileri çıkara dayalıdır. Müthiş bir güvensizlik ortamı mevcuttur. İnsanın samimi, dürüst, güvenilir, güzel ahlâklı olması için hiçbir sebep olmadığı gibi, sahtekarlık yapmaması, yalan söylememesi, arkadan vurmaması için de bir engel yoktur. Çünkü bu toplumların insanları, Allah’ı “arkalarında unutuluvermiş bir şey”[698] olarak kabul etmişlerdir, dolayısıyla da Allah korkusunu bilmeyen kişilerdir. Üstelik bu kişiler Allah’ın gücünü takdir edemedikleri için kıyâmetten ve hesap gününden de habersizdirler. Cehennem ise onlar için sadece din kitaplarında anlatılan bir kavram olmaktan öteye geçmez. Hiçbiri ölümden sonra Allah’ın huzuruna çıkıp dünya hayatında işledikleri her suçun hesabını vereceklerini ve bunun sonucu olarak da ebedi bir cehennem hayatı yaşayabileceklerini düşünmezler. Veya düşünseler bile, “Bu onların ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür.”[699] âyetiyle bildirildiği gibi “günahlarının cezasını çekip” cennete gireceklerini zannederler. Tüm bunların bir sonucu olarak da dünyadaki yaşamlarını mümkün olduğunca istek ve tutkularını tatmin etmeye çalışarak geçirirler.
Hal böyle olunca da, doğal olarak bugün pek çok toplumda yaşanan ahlâki dejenerasyon ve mânevî çöküntü ortaya çıkar. Kendi mantıklarına göre şöyle düşünürler; “Mâdem dünyaya bir kere geldim, 50-60 yıl yaşayıp ölüp gideceğim, o halde hayatın tadını çıkarayım.” Bu çürük mantık temeli üzerine kurulan düşünce sisteminde ise her türlü adâletsizlik, fuhuş, hırsızlık, cinâyet, ahlâksızlık ortaya çıkabilir. Her türlü suç işlenebilir, adam öldürülebilir, dolandırıcılık yapılabilir. Zira her birey kendi istek ve tutkularını tatmin etmekten başka birşey düşünmeyecektir. Her kim olursa olsun -ailesi, arkadaşları da dâhil- onun için ikinci derecede önem taşır. Toplumun diğer fertlerinin ise hiçbir önemi yoktur.
Nitekim geniş çaplı menfaat ve çıkar ilişkileri üzerine kurulu olan toplum yapısında, insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, hem toplumsal hem de bireysel huzurun oluşamamasına; bu insanların birbirleri hakkında sürekli şüpheci, endişeli ve kararsız bir ruh hali içinde yaşamalarına sebep olur. Böyle bir toplum içinde kimin, ne zaman ve ne şekilde sahtekarlık yapacağı belli olmadığından şahıslar, ruhen büyük bir korku ve endişe içerisindedirler. Karşılıklı yaşanan güvensizlik ve şüphe, hayatlarını büyük bir mutsuzluk içinde sürdürmelerine sebep olmaktadır. Her türlü ahlâki değerin gözardı edildiği bu toplumda, Allah korkusu olmadığından kişilerin, aile kurumuna, namus ve iffet gibi kavramlara bakış açısı da son derece ürkütücü bir görünümdedir.
Ayrıca bu tür toplumlarda kişiler arasında saygı ve sevgiye dayalı bir hayat da mevcut değildir. Toplum bireylerinin birbirlerine saygı göstermelerinin hiçbir gerekliliği yoktur. Karşılarındaki insana değer veren bir tavır sergilemeleri için ancak bir çıkarlarının olması gerekir. Üstelik böyle bir tavır göstermek için kendi câhiliye mantıklarına göre haklıdırlar da. Zira hayatları boyunca, hayvandan evrimleşerek varoldukları, ruhlarının ölümle birlikte yokolacağı gibi telkinler alırlar. Maymun soyundan gelme, toprağın altında çürüyüp gidecek ve belki de bir daha görmeyecekleri bir bedene ise doğal olarak saygı göstermeyi anlamsız görürler. Kendi bozuk mantıklarına göre, “Nasılsa karşılarındaki insan da kendileri de ölüp toprağın altına girecek, beden olarak çürüyüp gidecek ve ruh olarak da tamamen yok olacaklardır; o halde neden diğer insanlara iyilik yapmak, fedâkâr olmak gibi zahmetlere katlansınlar ki...” Evet, gerçekten de Allah, dolayısıyla da âhiret inancı olmayan her insanın bilinçaltında bu fikirler yatar. Bu sebeplerle de Allah inancı olmayan toplumlarda asla huzur, mutluluk, güven ortamı oluşamaz.
Tüm bu ifade ettiklerimizin amacı, “Allah inancı olmadığı durumlarda toplumda dejenerasyon olur, o halde Allah inancı olmalıdır” gibi bir mantık kurmak değildir elbette. Allah inancı olmalıdır, çünkü Allah vardır ve O’nu inkâr eden O’na karşı büyük bir suç işlemiş olur. Allah inancının olmadığı durumda toplumların çürüdüğüne işaret etmekteki mantığımız ise, bu toplumların temelden yanlış bir bakış açısına sahip olduklarını vurgulamaktır. Yanlış bakış açıları, kötü sonuçlar doğurur. Allah’ı inkâr gibi en büyük yanlışı yapan bir toplum da, en kötü sonuçlarla karşılaşır. Bu sonuçlar, o toplumun ne denli büyük bir yanılgı içinde olduğunun göstergesi oldukları için önemlidirler.
Bu tür toplumların ortak özelliği, kitlesel bir aldanış içinde olmalarıdır. “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar...”[700] âyetinden de anlaşıldığı gibi, toplumun bireylerinin pek çoğunun aynı yapıda olması, bir tür “sürü” psikolojisi yaratır ve zaten var olan inkârı daha da kuvvetlendirir. Allah’tan ve âhiretten habersiz olan bu tür toplumları Allah Kuran’da “câhiliye” toplumu olarak tanımlar. Çünkü toplumun üyeleri her ne kadar fizik, tarih, biyoloji ya da benzeri bir bilimle ilgileniyor olsalar da, Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler. Ve bu anlamda câhildirler.
Câhiliye toplumunun bireyleri, Allah’a bağlı olmadıklarından dolayı O’nun yolundan farklı yollara saparlar. Aynı kendileri gibi âciz birer kul olan insanlara tâbi olur, o insanları örnek alır, o insanların düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul ederler. Ve sonuçta câhiliye topluluğu gittikçe kendi kendini körleştiren, kendi kendini akıl ve vicdandan koparan kapalı bir sistem oluşturur. Başta da belirttiğimiz gibi bu sistemin en belirgin özelliği, bu insanların dinsizlik telkinleri doğrultusunda hareket etmesidir.
Allah Kuran’dan böyle bir yaşamın boş ve çürük bir temele dayandığını, yıkımla bitmeye mahkum olduğunu çarpıcı bir benzetmeyle anlatır: “Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez.”[701]
Ancak bu arada unutulmaması gereken bir nokta vardır; her toplum, her insan câhiliye sisteminin bu telkinlerinden, yaşam şeklinden ve felsefesinden kurtulma fırsatına sahiptir. Zira Allah onlara, kendilerini uyaran, kendilerine Allah’ın ve âhiretin varlığını, hayatlarının gerçek anlamını bildiren elçiler ve elçileriyle beraber insanların vicdanen sordukları her soruya cevap veren hak kitaplar gönderir. Bu, Allah’ın başından beri süregelen bir kanunudur. Nitekim günümüzde de doğru yolu gösteren, karanlıktan aydınlığa çıkaran hak kitap olarak Kuran, tüm insanların rehberidir. Ancak bundan sonra insanlar tercihlerine göre karşılık göreceklerdir. Nitekim o kitabı insanlara getiren elçi, şu çağrıyı yapmıştır: “De ki: Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidâyet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.”[702]
Tesadüf Nedir? Bu Kâinat, Tesadüf Eseri Olarak Oluşabilir mi?
Tesadüf teorisi, hesap kurallarının hiçbiriyle uyuşmayan nizamsız, şuursuz, kendi kendine, rastgele bir olayın meydana gelmesidir. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “O’nun (Allah’ın) yanında her şey bir mikdar (ölçü) iledir.”[703]; “Biz her şeyi bir kadere (bir ölçü, bir plan ve bir düzene) göre yarattık.”[704]; “...Şüphesiz Allah her şey için bir ölçü yaratmıştır.”[705]
Atom sisteminden güneş sistemine kadar uzay boşluğundaki tüm sayısız yıldız ve galaksilerde bulunan ince ve hassas nizam, atmosferdeki gazların belli bir oranda bulunuşları, insanlarla bitki ve hayvan arasındaki şaşmayan gaz alış verişi, özetle, değil ayrıntılarını bir bir dile getirmek; fihristini vermekten âciz kaldığımız şu evrende yürürlükte olan baş döndürücü olaylar ve bu olaylara yön veren eşsiz nizam kendi kendine var olup devam edebilir mi? Evet, insanları hayrete düşüren bu şaşmaz düzen, ince plan ve hassas nizam, acaba “tesadüf” denilen şuursuz, hiçbir hesap kuralına tabi olmayan bir rastlantı eseri mi? Yoksa ilmi, kudreti bütün kâinatı kuşatan ezelî, ebedî, her şeye kadir bir yaratıcı tarafından mı yaratılmıştır?
Tesadüf teorisinin tutarsızlığını şöyle bir örnekle açıklayalım: “Yeryüzünün çeşitli bitkilerinden ve eczanenin raflarında bulunan şişelerin içindeki ilaçlardan, eczacı tarafından hassas terazi, ince hesap ve ölçülerle bir macun, yani bir ilaç hazırlanıyor. Bir birine katılan ilaçların oranları az bir miktar değiştiği takdirde umulan etkinin tam tersi görülecektir. Şimdi bir deprem sonucunda, raflar üzerinden düşüp kırılan şişelerden akıp bir araya toplanarak biri birine karışan ilaçların, eczacı tarafından belirli oranda terkip edilen macunu, aynı ölçüde meydana getirmesi mümkün mü? Akılla bunu kabul etmek mümkün değildir. Öyle ise, ince bir hesap, hassas bir ölçü, şaşmaz bir düzenle yaratılmış şu kâinat kör ve şuursuz bir tesadüf eseri değil; her şeye kadir, âlim, muktedir olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
Aritmetik bir gerçektir: İnsanın cebine koyduğu 1’den 10’a kadar numaralı 10 adet markayı cebinden sırasıyla çekebilme ihtimali on milyarda birdir. Bu kadar basit bir işlemde dahi, bir eksiğiyle on milyar yanılma payı olan tesaadüf tanrısı, acaba nasıl oldu da, nizam ve intizamı zerreden kürreye akıllara durgunluk veren bu evreni bunca muazzam bir düzen içine sokabildi?
İşin ilginci, evrenin çok muazzam bir plan dâhilinde saat gibi tıkır tıkır işleyişini, bu evren içinde bir özge evren olan insanın fizikî ve fizikötesi boyutlarının da en az evren kadar ince hesaplar çerçevesinde yaratılıp yaşatılışını tesadüfle açıklayan materyalistler, değil şuursuz madde eliyle; şuurlu insan eliyle dahi bir sineğin yapılamadığını, yapılamayacağını görüp “tesadüf tanrılarını” neden yardıma çağırmazlar?
“Ey insanlar! Size bir misal verildi; Şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız, o maksatla hepsi bir araya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”[706]
Tabiat (Doğa) Nedir? Tabiat Yaratıcı Olabilir mi?
Tabiat (doğa): Yaratılmış olan her şey, maddî âlem ve maddî âlemin özellikleri, onda işleyen kanun ve düzendir. Materyalistlere göre, yaratılış olayı tabiat tarafından meydana gelmektedir. Oysa ki tabiat denilen şu varlık âlemi, yaratan değil; yaratılandır.
Tüm ilmî veriler, tarafsız olarak evrenin bir başlangıcı olup sonradan var olduğunu ortaya koymaktadır. Sonradan var olan bir şey, kendi kendini yaratamayacağı gibi, hiçbir şey de yaratamaz. Öyleyse tabiatın (varlık âleminin) bir ilk yaratıcıya ve bir muharrike (hareket ettirene) ihtiyacı vardır. O da ezelî, ebedî ve bir olan Allah’tır (c.c.).
Akıl, idrâk, ilim ve irfan sahibi olan insan yokluktan, hiç yoktan bir toplu iğne, bir sivri sinek yaratamadığı halde; akıl ve idrâkı olmayan “tabiat” kendi kendini veya herhangi bir şeyi nasıl yaratabilir? Bunu iddia edenler, düşünme kabiliyetini yitiren, beyni gözleri üzerine inmiş bakar körlerdir.
Vahye değil de materyalizm dinine inanan kimseler, bütün bu muazzam nizam ve intizamı ve bunca varlıkların yaratılışını tesadüfle veya doğayla açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu durumda, bunlar dinsiz (mülhid) olamazlar; bunlar tam bir “müşrik”; yaptıkları da “şirk”dir. Çünkü inkâr ettikleri Allah’ın sıfatlarını (en önce yaratma sıfatını) O’ndan alıp, “tesadüf” veya “doğa” adını verdikleri bir tanrıya vermiş oluyorlar. Kendilerine yanlış olarak, “dinsiz” denen bu “çok dinli”, “çok tanrılı” kimseler, ellerinde tuttukları medya aracılığıyla dinlerinden edip sürüleştirdikleri yığınları ifsâd edip kandırmaya çalışmaktadırlar. “Doğa öyle yaratmış”, “tabiat ananın lütfu”, “burcunuz...”, “yıldızınız...”, “astrologunuz diyor ki...” gibi ifâde ve başlıkları altında reklamını yaptıkları hurâfelerin, çağdaş üfürükçülerin ve falcıların peşine takmayı ihmal etmiyorlar. Dünyanın güneşten kopup içinde canlıların oluşmasını, insanın ortaya çıkışını tesadüfe bağlamaya çalışıyorlar.
Çağdaş dünyada değişiklik olsun diye ortaya atılan felsefe ve dünya görüşlerinin, ahlâk ve erdem açısından en tahripkâr olanı, hiç kuşkusuz dinsizliktir, ateizmdir. Bu tavrın yaygınlaşmasında en büyük pay, elbette düzenin ve egemen güçlerindir.
Bu inkâr hastalığının pençesine düşenler dahi, eğer tamamıyla öldürüp yok edememişlerse vicdanlarının ta derinliklerinde Allah’ın varlığını hissederler. Bu his, Allah’ın da hidâyetiyle kimi zaman kişinin varlığını kuşatarak hayatının tamamına hâkim olur. Kimi zaman da bir felâket, bir korku sırasında geçici olarak ortaya çıkar. Gerçek şu ki, olmayan bir şey hissedilmez. Sonlu ve yaratılmış olan insan zihni, sonsuz ve yaratılmamış bir varlığı icad edemez. Bizi koruyan kim ise var eden de odur. Varlığımız, Allah’ın varlığının en kesin delilidir.
Her şeylerini Allah’a borçlu olan ve buna rağmen ihanetin zirvesine çıkıp O’nu inkâr eden Allah’sız materyalistlere sormalı: Allah’sız bir dünyada faziletli olmanın, kurallı yaşamanın, dürüst davranmanın, yani özetle ahlâklı olmanın sebebi ne? Allah ve âhirette ödül yoksa, bütün bu zahmetlere insan niçin katlansın?
Allah’ın, âhiretin, hesabın, sorgunun, sualin olmadığı bir hayat namuslulara, ahlâklılara, dürüstlere, hakkı hukuku gözetenlere, erdemlilere bir cehennem; namussuzlara, hırsızlara, canilere, ahlâksızlara bir cennet olurdu. Öylesi bir dünyada insanları erdemli ve ahlâklı yaşamanın gerekliliğine nasıl iknâ edecektiniz ve onlar neden iknâ olsunlar? Olmuyorlar zaten. Allah’ı hayatına, siyasetine, devletine, okuluna karıştırmak istemeyen laiklerin, materyalistlerin yaşantıları bunun en açık delili değil midir?
İnsanlık tarihi Allah’ını, dinini, imanını kaybedenlerin şeref, ahlâk, fazilet, birlik, dirlik, özetle insanı insan yapan her şeylerini kaybettiklerinin örnekleriyle doludur. Yine tarih, gerçek anlamıyla iman edenlerin kahramanlıklarını, her konudaki erdem ve faziletlerini gıptayla hatırlamakta ve hatırlatmaktadır.
Allah Teâlâ’nın Birliği
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten pekçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifâde eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de inen âyetler, şirki reddedip tevhidi emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilâhlık vasfına yakışmayan yaratılmışlık, âcizlik ve eksiklik ifâde eden özellikleri reddetmek sûretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.
Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”[707] buyurularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi baba değildir ve doğurulmamıştır (evlât da değildir).”[708] buyurularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.
Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama, Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiçbir şeyi, hiçbir şekilde şirk koşmamak şarttır.
İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifâde etmek mümkündür:
Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdâniyyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın Rabbânîyetini inkâr ederek O’nu dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi demeye gelen siyasete karıştırmak istememektir. Özetle, şirk vahdâniyyeti; laiklik Rabbânîyyeti inkâr etmektir.
Şirk, Allah’ın zâtında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir.
Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu: Hevâ ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği bir hayat... Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını Allah’a, “Sezar”ları olan tâğutlarının hakkını da putlarına vermektir.
“Allah’ın birliği” konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır). İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir.
Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar, hâkimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’tan korkar gibi korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına, idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın iman etmezler.”[709]
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hâkimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılap hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’tan başka ilâhları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vakıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.
Müslümanın Allah İnancı
Müslümanlar Allah’a Şöyle İnanır:
Allah vardır ve birdir. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah yaratıklardan hiç birisine benzemez. Allah’ın varlığı kendisindendir. O hiç bir şeye muhtaç değildir, bütün her şey ona muhtaçtır.
Allah daima diridir. Her şeyi bilir, görür, işitir, dilediğini yapar. Allah sonsuz kudret (güç) sahibidir, yaratıcıdır, dilediğini yoktan var eder.
Allah’a böyle inanan kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile olsa ahlâksızlık yapamaz. Çünkü Allah’ın onu gördüğünü, duyduğunu ve cezâlandıracağını bilir ve ona göre hareket eder.
Allah Teâlâ’nın Sıfatları
Allah’a İman etmek için Allah’ı bilmek lazımdır. Fakat Allah’ın zâtı ve mahiyeti bilinemez. İnsanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. Allah ancak isimleri, sıfatları ve fiilleri (yaratmak, rızık vermek gibi) ile bilinir. O halde Allah’a İman O’nda bulunması ve bulunmaması gereken sıfatları ve O’na mahsus isimleri bilmek ve inanmaktır.
Allah Teâlâ’ya doğru olarak inanmak ve yüce varlığını iyi tanıyabilmek için O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilmek gerekir.
Meşhur sınıflamaya göre Allah Teâlâ’nın 14 tane sıfatı vardır. Bunlardan 6 tanesi zâtî, 8 tanesi ise subûtî sıfatlarıdır. Zâtî sıfatlar sadece ve sadece Allah Teâlâ’da bulunan, O’nun hâricinde hiç bir varlıkta bulunmayan sıfatlardır. Ama subûtî sıfatları ise, Allah’tan başka bazı varlıklarda da sınırlı bir şekilde bulunabilen sıfatlardır.
a- Zâtî Sıfatlar (Sıfat-ı Selbiyye)
Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatları 6 tanedir.
1) Vücut: Var olmak demektir. Bütün bu kâinatı yaratan ve düzenleyen Allah vardır.
2) Kıdem: Allah’ın varlığının öncesinin olmamasıdır. Yani, önceden yok iken sonradan yaratılmış değildir. Her yaratılan şeyin muhakkak evvelî vardır. Allah Teâlâ tek yaratıcı olduğundan O’nun evvelî yoktur. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “O ilktir (kendinden önce hiçbir varlık yoktur.), sondur (kendinden sonra bir varlık yoktur, her şey yok olurken O kalacaktır.), O zâhirdir, bâtındır.”[710]
3) Beka: Allah’ın varlığının sonu olmaması demekıir. Allah Teâlâ ebedîdir. O’nun ne geçmİşte ne gelecekte var olmadığı ve var olmayacağı bir zaman düşünülemez. Tek yaratıcı olan Allah’tan başka bütün her şey yok olmaya mahkumdur ve yok olacaktır. “Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak; Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak.”[711] “Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”[712]
4) Vahdâniyyet: Bir olmak demektir. Allah zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde eşi, dengi ve benzeri olmayan birdir. “De ki: O, Allah birdir.”[713]
Allah Teâlâ mutlak birdir. Bir kağıdı veya tebeşiri ikiye, üçe, dörde veya daha fazla parçaya bölebilirsiniz. Alahü Teâlâ iki veya daha fazla olması düşünülemeyen birdir. Hıristiyanlar Allah’ın; kutsal ruh, oğul, ve babadan meydana geldiği inancı yüzünden sapıtmışlar ve şirke düşmüşlerdir.
Allah Teâlâ sıfatlarında da birdir. Allah’tan başka hiçbir varlık sıfatlarında bir değildir. Mutlaka bir veya birkaç sıfatıyla diğer varlıklarla ortak durumdadır. Meselâ, güneş ve ay bir tanedir. Fakat onlar gibi parlak ve yuvarlak başka gök cisimleri vardır ve onlara benziyordur. Allah Teâlâ böyle değildir, O’nun sıfatları öyle birdir ki, aynı sıfatların başka bir varlıkta bulunmasına imkan yoktur.
Allah, fiilleri itibariyle de birdir. Meselâ, yaratmak Allah’ın fiillerindendir. O’ndan başka hiç bir varlığın, bir şeyi yoktan var etmesi düşünülemez.
5) Muhâlefetün lil-havâdis: Sonradan var olanlara benzememek demektir. Allah (c.c.) sonradan var olanlara, yani yaratılmış varlıklardan hiçbirine, hiçbir yönden benzemez. İnsanın aklına geldiği, düşüncesinin ulaşabildiği herşeyden Allah mutlak sûrette başkadır. İnsan aklı Allah’ın zâtının mâhiyetini anlayamaz. Bu yüzden insanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. “O’na benzer hiçbir şey yoktur.”[714]
6) Kıyam bi-nefsihî: Allah’ın varlığı ve varlığının devamlı olması kendindendir. Allah Teâlâ, var olması ve varlığını devam ettirmesi için hiç bir şeye muhtaç değildir. Allah, İhlâs Sûresinde de belirttiği gibi Samed’dir, yani bütün varlıklar O’na muhtaçtır, O hiç bir şeye muhtaç değildir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah elbette bütün âlemlerden ganî ve müstağnîdir.”[715]
b- Subûtî Sıfatlar
Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatları 8 tanedir.
1) Hayat: Allah’ın canlı, diri, yani hayat sahibi olması demektir. O devamlı olarak diridir, ölümsüzdür. Sonsuza kadar diri olarak kalacaktır. Allah, canlı olarak hayatta kalması için, yaratılmış varlıklar gibi bazı şeylere muhtaç değildir.
2) İlim: Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki her şeyi en küçük ayrıntısına kadar bilmesidir. Allah, olmuşu olacağı, açığı gizliyi, kalplerden geçenleri, herşeyi ezelî ilmiyle bilir.
3) Semî’: Allah’ın her şeyi işitmesidir. Allah kulağa ihtiyaç duymadan herşeyi işitir. O’nun duymayacağı hiç bir ses, hiç bir fısıltı yoktur. İnsanların duyamadıkları, ama gerçekte var olan tüm sesleri duyar.
4) Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir. Allah Teâlâ küçük büyük, gizli açık, uzak yakın, her şeyi görür. Hiç bir şey O’na gizli kalmaz.
5) İrâde: Dilemek demektir. Allah dilediğini yaratır, O’nun irâdesi (dilemesi) dışında hiç bir şey olmaz.
6) Kudret: Gücü yetmek demektir. Allah’ın her yerde her şeyi yaratma güç ve kuvveti. Allah’ın gücü, dilediği her şeyi yapmaya yeter. Gerçek anlamda güç ve kuvvet, ancak, sadece Allah’a aittir.
7) Kelâm: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’ın harften ve sesten münezzeh olarak konuşması. Allah Teâlâ dile ihtiyaç duymadan dilediğini söyler.
8) Tekvîn: Allah’ın yoktan var etmesi, yaratması. Her şeyi Allah yaratmıştır. Allah, yaratmak istediği şeye “ol” der ve hemen o şey oluverir.
Esmâü’l-Hüsnâ
(Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri)
Kur’an, marifetullah (Allah’ı tanıma) bilgisini Allah’ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur’an’da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır.
Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek ve doğrusunu göstermek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. “Nasıl bir Allah?” sorusu, Kur’an’da zikredilen “esmâü’l Hüsna ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah” şeklinde cevaplandırılabilir.
ALLAH: Kâinatı yaratıp yöneten, bütün övgü ve ibâdetlere lâyık, varlığı zorunlu olan, ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan yüce Zât’ın özel ve en kapsamlı adı, lafza-i celâl.
er-RAHMÂN: İlâhî rahmet, lütuf ve koruyuculuğu bütün mahlûkatı kapsayan, dünyada İman eden ve etmeyen herkese merhamet edip nimetlendiren.
er-RAHÎM: Çok merhamet edip bağışlayan, dünyada kendisine İman edip emirlerine uyanları âhirette ebedî nimetlerle mükâfatandıracak olan.
el-MELİK: Görünen ve görünmeyen bütün âlemlerin sahibi ve yöneticisi.
el-KUDDÛS: Her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzeh (uzak), bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf bulunan.
es-SELÂM: Esenlik veren, kullarını tehlikelerden selâmete çıkarıp sâlim kılan.
el-MÜ’MİN: Güven veren, vaadine güvenilen, kendine sığınanları rahata, huzura erdiren. Gönüllerde İman ışığı uyandıran.
el-MÜHEYMİN: Evrenin bütün işlerini düzenleyen, gözeten ve yöneten; insanları murâKâbe edip koruyan.
el-AZİZ: Eşi, benzeri ve dengi bulunmayan; değerli, şerefli ve güçlü; hiçbir zaman yenilmeyen, daima gâlip olan.
el-CEBBÂR: Mutlak irâdesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmağa muktedir olan; düzeni bozulan her şeyi tanzim eden, her güçlüğü kolaylaştıran.
el-MÜTEKEBBİR: Her şeyde ve her İşte azamet ve yüceliğini gösteren; büyüklükte eşi ve benzeri olmayan.
el-HÂLİK: Her şeyi takdirine uygun şekilde yaratan, yoktan var eden.
el-BÂRİ’: Herhangi bir modele bağlı kalmadan bütün varlıkları yaratan; eşyayı, herşeyin âzâ ve cihazlarını birbirine uygun olarak yaratan.
el-MÛSÂVVİR: Her varlığa ayrı bir şekil ve özellik veren.
el-ĞAFFÂR: Mağfireti, affı çok; daima affeden, tekrarlanan günahları da bağışlayan.
el-KAHHÂR: Yenilmeyen, yegâne gâlip; varlıkları emir ve irâdesi altında tutan.
el-VEHHÂB: Her çeşit nimeti hiçbir karşılık beklemeden bol bol bağışlayıp veren.
er-REZZÂK: Ruh ve bedenlerin gıdasını yaratıp veren; yaratılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden.
el-FETTÂH: İyilik kapılarını açan; kullarına rahmet kapılarını açan ve müşkülleri çözüp kolaylaştıran.
el-ALÎM: Her şeyi hakkıyla bilen.
el-KÂBIZ: Daraltan, rızkı belli ölçüde tutup veren; canlıların rûhunu alan.
el-BÂSIT: Açan, genişleten, rızkı, lütuf ve keremini bol bol veren, ruhları bedenlere yerleştirip yayan.
el-HÂFID: Alçaltan, zillete düşüren.
er-RÂFİ’: Yücelten, izzet ve şeref bahşeden.
el-MUİZ: Aziz kılan, yücelten, izzet ve şeref veren.
el-MÜZİLL: Alçaltan, zillete düşüren, hor ve hakir eden.
es-SEMÎ’: Her şeyi hakkıyla işiten.
el-BASÎR: Her şeyi hakkıyla gören.
el-HAKEM: Hükmeden, hakkı yerine getiren; Hüküm verme yetkisini elinde tutan; son hükmü verecek olan.
el-ADL: Mutlak adâlet sahibi, hiçbir şeyde aşırılığa düşmeyen.
el-LATÎF: Sonsuz lütuf ve kerem sahibi; Yaratılmışların ihtiyaçlarını en ince noktasına kadar bilip karşılayan.
el-HABÎR: Her şeyin içyüzünden haberdar olan.
el-HALÎM: Acele ve kızgınlıkla davranmayan; cezâ vermede acele etmeyen, teenî sahibi.
el-AZÎM: Azamet sahibi, büyük; Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti tüm kapsamıyla anlaşılamayacak kadar ulu.
el-ĞAFÛR: Mağfireti çok; bütün günahları bağışlayan.
eş-ŞEKÛR: Az iyiliğe çok mükâfat veren.
el-ALİYY: İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce.
el-KEBÎR: Çok büyük; Ululuğu karşısında her büyüğün küçüldüğü mutlak büyük; zat ve sıfatlarının mahiyeti tüm kapsamıyla anlaşılamayacak kadar ulu.
el-HAFÎZ: Koruyup gözeten ve dengede tutan; Belâdan saklayan.
el-MUKIYT: Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, herşeyi koruyan.
el-HASÎB: Kullarını hesaba çeken ve onlara kâfi gelen, yeten; herkesin ve her şeyin hesabını en iyi bilen.
el-CELÎL: Azamet ve ululuk sahibi.
el-KERÎM: Keremi bol ve sonsuz; Fazilet türlerinin hepsine sahip.
er-RAKIYB: Murâkabe eden, her şeyi gözetleyip kontrolü altında tutan.
el-MÜCÎB: Dilek ve duâlara karşılık veren; Kendine niyaz edip yalvaranlara isteklerini veren.
el-VÂSİ’: İlmi, ihsanı, mağfiret ve merhameti her şeyi kuşatan.
el-HAKÎM: Bütün emir ve işleri yerli yerinde olan. Hüküm ve hikmet sahibi.
el-VEDÛD: Çok seven ve çok sevilen.
el-MECÎD: Yüce, şanlı ve şerefli; lütuf ve keremi bol.
el-BÂİS: Ölümden sonra dirilten; ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran.
eş-ŞEHÎD: Her şeyi gözleyip bilen; her zaman ve her yerdeki mahlûkatını bilip gören.
el-HAKK: Fiilen var olan, varlığı ve ulûhiyeti gerçek olan; Hiç değişmeden duran; Hakkı izhar eden.
el-VEKÎL: Kendisine güvenilip dayanılan; Kendisine havale olunan işleri, kulların işini düzeltip onların yapacağından daha iyi temin eden.
el-KAVÎ: Kudretli, her şeye gücü yeten.
el-METÎN: Çok sağlam ve çok güçlü; Her şeye gücü yeten, kudretli.
el-VELÎ: Yardımcı ve dost.
el-HAMÎD: Her bakımdan övgüye lâyık. Bütün varlığın diliyle övülen.
el-MUHSÎ: Her şeyi tek tek bütün ayrıntılarıyla bilen; İlmiyle her şeyin sayısını bilen.
el-MÜBDÎ: Varlıkları ilkin yaratan; Mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan.
el-MUÎD: Ölümden sonra tekrar yaratan.
el-MUHYÎ: Can veren, hayatı halk eden, sağlık ve afiyet veren.
el-MÜMÎT: Ölümü yaratan, ecelleri geldiğinde canlıları öldüren.
el-HAYY: Ezelî ve ebedî hayatla daima diri; her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten.
el-KAYYÛM: Her varlığın kendisine bağlı olduğu, kâinatı yöneten en yüce varlık; Her şeyi tutan.
el-VÂCİD: Dilediğini dilediği zaman bulabilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, müstağnî.
el-MÂCİD: Şanlı, şerefli; kadri ve keremi bol olan.
el-VÂHID: Tek, zâtında, sıfatlarından, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla ortağı veya benzeri olmayan; Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek.
es-SAMED: Arzu ve ihtiyaçları sebebiyle her varlığın kendisine yöneldiği, ancak kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan. İhtiyaçların giderilmesi için tek mercî.
el-KAADİR: Her şeye gücü yeten, tam kudret sahibi; İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten.
el-MUKTEDİR: Her şey gücü yeten, kudretli; Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden.
el-MUKADDİM: Öne alan; Arzu ettiğini ileri geçiren.
el-MUAHHİR: İstediğini geriye koyan, arkaya bırakan.
el-EVVEL: İlk, O’ndan öncesi olmayan evvel; Varlığının başlangıcı olmayan.
el-ÂHİR: Son, Bâki olan, O’ndan sonrası olmayan son; Varlığının sonu olmayan.
ez-ZÂHİR: Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından apâşikâr; Kudret ve saltanatıyla âşikâr olan.
el-BÂTIN: Gizli; Zâtının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizli.
el-VÂLÎ: Kâinatın hakimi ve yöneteni.
el-MÜTEÂLÎ: İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, erişilmesi mümkün olmayan.
el-BERR: İyilik ve ihsanı bol olan.
et-TEVVÂB: Tevbeleri çokca kabul edip günahları bağışlayan; Kullarını tevbeye teşvik edip onların tevbelerini kabul eden.
el-MÜNTAKIM: Suçluları lâyık ve müstahak oldukları şekilde adâleti ile cezâlandıran.
el-AFÜVV: Çok affedici; İnsanların günahlarını kendilerinde sorumluluk kalmayacak şekilde affeden.
er-RAÛF: Şefkatli, çok merhametli, pek müşfik.
MÂLİKÜ’L MÜLK: Mülkün hakiki ve ebedî sahibi.
ZÜ’L-CELÂLİ VE’L-İKRÂM: Azamet ve kerem sahibi; Büyüklük ve ikram sahibi.
el-MUKSIT: Adâletle hükmeden, bütün işlerini denk ve birbirine uygun ve yerli yerinde yapan.
el-CÂMİ’: İstediğini istediği zaman istediği yerde toplayan; Bütün övgü ve erdemleri zâtında toplayan; evrendeki tüm varlıkları tüm bir âhenk içinde toplayıp düzenleyen; bütün mahlûkatı hesaba çekmek üzere kıyâmet gününde bir araya getiren.
el-ĞANÎ: Çok zengin; Kendisi her şeyden müstağnî, kendi dışındaki her şey O’na muhtaç.
el-MUĞNÎ: Zenginlik veren; kullarından dilediğini keremiyle zengin eden.
el-MÂNİ’: Bir şeyin olmasına mâni olan; Kötülüklere engel olan, hikmeti gereği dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen.
ed-DÂRR: Zarar verici olanlar dâhil olmak üzere her şeyi yaratan.
en-NÂFİ’: Fayda veren; Faydalı ve menfaat verici şeyleri yaratan.
en-NÛR: Nurlandıran, nûr kaynağı; Âlemleri ve gönülleri nurlandıran.
el-HÂDÎ: Yol gösteren, murada erdiren; Hidâyet yaratan, istediği kulunu hayırlı yollara muvaffak kılan.
el-BEDÎ’: Bütün varlıkları eşi ve örneği olmadan sanatkârâne bir şekilde yaratan; hayret verici âlemler icad eden.
el-BÂKÎ: Varlığının sonu olmayan, daima var olan.
el-VÂRİS: Varlığının sonu olmayan; Varlığı devamlı olan servetlerin hakiki sahibi; Herşey yokluğa döndükten sonra da varlığı ve saltanatı devam eden.
er-REŞÎD: Bütün işleri İsabetli ve hedefine ulaşan, kullarını doğru yola irşad edici.
es-SABÛR: Çok sabırlı.
Tirmizî’nin Ebû Hureyre’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: ‘Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) dedi ki: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları bellerse Cennete girer.”[716]
Buhârî, Müslim ve başkaları, hadisin sadece baş tarafını rivâyet eder, isimleri ayrı ayrı sıralamazlar.[717]
Âlimlerin ittifakıyla isimler 99’a münhasır değildir. Kur’ân-ı Kerim’de isim sigası halinde bulunduğu halde, Tirmizî’nin yukarıda saydığımız meşhur listesinde görülmeyen vasıflar 27 adettir:
Yukarıdaki listenin dışında, Kur’an’daki Diğer İsimler:
er-Rab, el-İlâh, el-Muhıyt, el-Kadîr, el-Kâfî, eş-Şâkir, el-Hakîm, el-Kaahir, el-Mevlâ, en-Nasıyr, el-Hâlık, el-Melik, el-Kefîl, el-Hallâk, el-Ekrem, el-A’lâ, el-Mübîn, el-Hafî, el-Karîb, el-Ehad, Ğâfiru’z-Zenb, Şedîdu’l-ıkaab, Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard, Rafîu’d-derecât, Ğâlib alâ emrih, Kaaim alâ külli nefs, Hayrun Hâfızan
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir.”[718] Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bu âyette geçen “eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhıdûn”, genel olarak Allah’a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubali kimseleri ifâde eder. İlhâd: Allah’ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında ne Kur’an ne de sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır.
Âyet ve hadislerde zikredilen esmâü’l-hüsnâ, Allah’ın nasıl bir varlık olduğunun, O’nun niteliklerini, özelliklerini ve hangi vasıflara sahip olup olmadığını beyan eden isim ve sıfatlardır.
Allah’a ait olan bu isimlerin aynen bir başkasında da olduğuna inanmak insanı şirke götürür. Tevhidin bir anlamı da Allah’ın isim ve sıfatlarında tek bir olduğunu, başkalarının Allah’a, Allah’ın da başkalarına (yarattığı varlıklara) benzemediğine inanmaktır. “O’nun (Allah’ın) benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.”[719]
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle duâ edin, çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir.”[720]
Esmâü’l-Hüsnâ Konusunda Doğru Yoldan Sapmak
Kur’an, esmâü’l-hüsnâ konusunda ilhad adını verdiği tavrı yasaklamıştır.[721] Bu ilhâd kavramıyla, Allah’ın isimleri ve nitelikleri konusunda ciddiyet göstermeyen, lâubâli davranan, Allah hakkında zan ile konuşan ve bilmediğini söyleyenler[722] kast edilmiştir. Birçok müfessir, âyette dile getirilen ilhâdı, “Allah’ı kendi zâtına vermediği, naslarda yer alan esmâü’l-hüsnâ içerisinde bulunmayan isimlerle adlandırmak” şeklinde anlamışlardır.
Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmak, hiç şüphesiz, sadece isimlerin lafızlarıyla ilgili bir durum değildir. Belki de âyetin sakındırdığı asıl sapma, Allah tasavvuru konusundaki sapmadır. Zaten isimler konusundaki sapma, tasavvurdaki sapmanın bir sonucudur. Tasavvurdaki sapma muhtevâya yönelik, isimlerdeki sapma ise biçime yöneliktir. Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmanın farklı boyutlarını şu başlıklar halinde toplayabiliriz:
1- Allah’a isim koyma yoluyla, Allah’ı tanımlamaya kalkmak: Bu Allah’ı tanımanın önündeki en büyük engeldir. Kul, haddini aşmadan, bu işe kalkışamaz.
2- Allah’ın kendi zâtı için seçip beğendiği isimleri veya onların mânâlarını reddetmek: Birinci maddenin tersi bir sapmadır. Zaten Allah’a O’nun şânına yaraşmayan isimler ve sıfatlar yakıştıran biri, O’nun kendi zâtı için seçip beğendiği isim ve sıfatlarla sorunlu demektir.
3- Allah’ın isim ve sıfatlarını, onların içeriklerini görünür görünmez varlıklara vermek: Allah dışında herhangi bir varlığa, sadece Allah’a ait olan mükemmelliklerden birini veya birkaçını yakıştırmak. Yakıştırılan ister bir peygamber, ister bir aziz, ister bir velî, isterse bir put olsun, fark etmez.
4- Allah’ın isimlerinin anlamlarını tahrif etmek ve onlara kendilerinde bulunmayan anlamlar yüklemeye veya var olan anlamlarını eksiltmeye yeltenmek: Bu tahriftir ve tahriflerin en büyüğü, Allah hakkında yapılanıdır.
5- Esmâü’l-hüsnânın içeriğini boşaltmak: Bu, genellikle mutlak tenzihe sapanların ihlâdıdır. İsimsiz ve vasıfsız bir Allah tasavvuru, Allah’ın âlemden bağımsız varlığını inkâra çıkar. Böyle bir tasavvurda Tanrı, sanal bir varlık halini alır.
6- Allah’ın, esmâsıyla hayatın tüm alanlarına tecellisini inkâr edip O’nu hayattan dışlayan bir tasavvura sapmak: Modern sekülerlik/laiklik, sapmanın bu türünü içinde en yoğun bir biçimde barındırmaktadır.
Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmamak için bu konuda doğru yolun ne olduğunu bilmek gerekir. Peki, Allah’ın isimleri konusunda doğru yol nedir? Bu sualin cevabını birkaç maddede sıralayalım:
1- Allah’a isimler koymak Allah’ın hakkıdır.
2- Allah’ın kendisi için seçip beğendiği isimler İlâhî kelâmda (ve sahih hadislerde) yer almışlardır.
3- Allah’ın kendisi için kullandığı isimler Kur’an’da isim kalıbıyla gelenlerdir. Kur’an’da Allah’a izâfe edilen fiiller, ismin yerini tutmazlar.
Kur’an’da Allah’a izâfe edilen fiillerden isim türetmenin baştan beri bir usûlü ortaya konamamıştır.[723]
Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bu âyette geçen “eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhıdûn”, genel olarak Allah’a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubali kimseleri ifâde eder. İlhâd: Allah’ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında Kur’an’da veya sahih sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır.
Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve anmak, O’na lâyık olmayan nitelikleri isnat etmemek, insanın başta gelen görevidir. Allah’ın isimleri hakkında Allah’a lâyık olmayan isimler isnat etmek, Allah’a “baba” veya “oğul” gibi Allah’a yanlış isimler takmak, Kur’an’da ve sahih sünnette beyan edilen Allah’ın bazı isimlerini kabul etmemek veya Allah’a özgü isimleri Allah’tan başka varlıklara vermek Kur’an’da ilhâd, yani doğru olandan, haktan sapmak demektir. Allah’a cisim, cevher, akıl ve illet gibi isimler vermek ilhaddır.
Esmâyı Saymak ve Ezberlemek
Hadislerde geçen ihsâ (saymak)[724] ve hıfz (ezberlemek)[725] kelimeleri ile maksat; Allah’ı güzel isimleriyle tanımak, O’na O’nun istediği şekilde ibâdet ve itaat etmektir. Yoksa bu isimleri anlamadan ezberlemek ve tekrarlamak değildir. Meselâ bir insan yaptığı bir işte Allah’ın kendisini gördüğünü, yaptıklarını bildiğini, ameline göre ödül veya ceza vereceğini düşünmesi ve ona göre hareket etmesi Allah’ın isimlerini hıfz ve ihsâdır.
Esmâü’l-Hüsnâya gönülden bağlanmak, mânâlarını düşünmek, davranışlarına bu isimler istikametinde yön vermek isimler konusunda mü’minlerin görevi ve cennet vesilesidir. Meselâ Allah’ın Basîr (her şeyi gören), Semî’ (her şeyi işiten) ismini unutmayıp gönülden bu inanca sahip olan kişi, elini ve dilini kötülüklere uzatmaya devam eder mi?
Tirmizî, Ebû Hüreyre’den yaptığı bir rivâyette, Allah’ın 99 ismini zikretmiş ve bu hadis için “garib” demiştir.[726] Tirmizî Ebû Hüreyre’den aynı anlamda iki hadis daha rivâyet etmiş, ancak bu rivâyetlerde isimler sayılmamıştır. Buhârî ve Müslim’in esâmü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinde de isimler sayılmamıştır. İbn Mâce, esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde 101 isim zikretmiştir.[727]
Tirmizî ve İbn Mâce’nin esâmü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinin dışında başka hadislerde de Allah’ı tanıtan isim ve sıfatlar geçmektedir. Hadislerde geçen Kâbid, Bâsıt, Hâfid, Râfi’, Mu’ızz, Müzill, Sabûr; Muhsî, Mübdî, Mümît, Vâcid, Reşîd, Mukaddim, Muahhir, Muğnî, Mâni’, Dârr, Nâfi’ ve Mâcid gibi bazı sıfatlar, isim şeklinde Kur’an’da geçmemektedir. Ancak bu sıfatların ifade ettiği mânâlar, fiiller ile ifade edilmiştir. Yukarıda da belirtildiği ve sayıldığı gibi Allah’ın isimleri/sıfatları 99 adetten ibâret değildir. 99 Rakamı çokluktan kinâyedir. Nitekim esmâü’l-hüsnâ ile ilgili hadisler, Allah’ın isimlerinin 99’dan ibaret olduğunu da belirtmemekte, sadece bu isimleri sayanların cennete gireceklerini bildirmektedir. Ayrıca hadislerde geçmeyen, ancak, Kur’an’da geçen yukarıda sayıldığı gibi Allah’ın güzel isim ve sıfatları vardır. Bu isim ve sıfatların sayısı, bizim tesbit ettiğimiz kadarıyla 283 civarındadır.
Ünite 13
Meleklere İman
- Gayba ve Meleklere İman
- Meleklerin Özellikleri
- Dört Büyük Melek
- Diğer Bazı Melekler ve Vazifeleri
- Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
- Melek İnancının Etkileri
- Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
Gayba ve Meleklere İman
“Müminlerden her biri, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine İman etti.”[728]
Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.[729] Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zahiri, isterse gaybi olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gayba İman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibârettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe İman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar. Bunlara karşı gözlerini yumamazlar. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgarı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip, kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.
Mü’minler gayba inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden, hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız. O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki otları herşeye tercih eder. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve görünen varlıklardan ibâret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden daha başka varlıklar da mevcuttur. Ki biz bunları görmeden sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.
İnsan aklının bilinmeyen âlemleri (evrenleri) idrâk edememesi, onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (doğru habere) bırakmasıdır. Mü’minin öğrenmek istediklerini Âlim ve Habir olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lazımdır. Fakat eskiden olduğu gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek, insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek istemektedirler.
Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı. İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı, tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir. Mü’min, onların dişi veya erkek olmadıklarına inandığı gibi, o meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiç bir yetkiye sahip bulunmadığına da inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım beklemek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın yaratılışında Allah, onları Âdem (a.s.)’in önünde secde ettirdi. Ve Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahluktan yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?
Mü’min, sadece meleklere değil, İman edilmesi istenen gaybî/görülmeyen ne varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde İman eder. “Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”[730]
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
Meleklerin Özellikleri
Melekler nurdan yaratılmış varlıklardır. Erkeklik ve dişilikleri yoktur. Yemek yeme, uyuma, yorulma gibi insani hallerden uzaktırlar. Güzel kokulardan, güzel sözlerden, Kur’an dinlemekten, ilimle uğraşılan yerlerde bulunmaktan hoşlanırlar. Melekler Allah’a hiç isyan etmeyecek şekilde yaratılmışlardır. Her zaman Allah’a itaat ve ibâdet ederler.
Melekler görülmezler. Allah onları göremeyeceğimiz şekilde yaratmıştır. Melekler çok hızlı hareket edebilirler. Verilen vazife ne kadar ağır olursa olsun, o vazifeyi yapabilecek güçtedirler.
Melekler mutlak gaybı bilmezler. Sadece Allah’ın kendilerine bildirdiği kadarını bilirler. Gaybı yalnızca Allah bilir.
Dört Büyük Melek
1) Cebrâil (a.s.); Vazifesi, Allah ile Peygamberler arasında elçiliktir.
2) Mikâil (a.s.); Vazifesi, tabiat olaylarını idare etmektir.
3) İsrâfil (a.s.); Vazifesi, Allah emrettiği zaman “Sur”a üfürmektir. Birinci üfürüşte kıyâmet kopacak; İkinci üfürüşte ise, bütün ölüler dirilecektir. Kur’ân-ı Kerim’de adı geçmez.
4) Azrâil (a.s.); Vazifesi, canlıların rûhunu almaktır. Kur’ân-ı Kerim’de adı geçmez.
Diğer Bazı Melekler ve Vazifeleri
1) Kirâmen Kâtibîn: İnsanların yaptığı amelleri yazarlar. Biri insanın sağında, diğeri ise solunda bulunur. Sağdaki sevapları, soldaki ise günahları yazar. Sağdaki soldakinin emredeni durumundadır. Şu âyet-i kerime Kirâmen Kâtibîn meleklerinden bahsetmektedir: “Hatırla ki insanın sağında ve solunda oturan, onun amellerini tesbit etmekte olan iki melek vardır. O bir söz atmaya dursun, mutlaka onun yanında hazır bir gözcü vardır.”[731]
2) Hafaza Melekleri: Allah Teâlâ hafaza melekleri hakkında Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “O’nun ve her insanın önünde ve arkasında kendisini Allah’ın emriyle gözetleyecek takipçi melekler vardır.”[732]
3) Hazene-i Cennet ve Cehennem: Bu melekler cennet ve cehennemin bekçileri durumundadır. Cennet meleklerinin başındaki meleğin adı “Rıdvan” dır. Cehennem meleklerine “Zebânî” denir. Başındakine ise “Mâlik” adı verilir.
Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
Bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük melek dâhil tüm meleklerden efdal; yani Allah katında dereceleri daha yüksek ve daha faziletlidir. İnsanlardan takvâ sahibi olan mü’minler de, meleklerin rasulleri hâriç tamamından daha faziletli, dereceleri daha yüksek sayılmıştır. Çünkü melekler, yaratılış bakımından günah işleyemezler. Allah’a itaat ve ibâdet etmek onlar için fıtrî ve zorunludur. Onları böyle olmaktan alıkoyacak hiçbir iç ve dış tesir yoktur. Hâlbuki insan, akıl ve nefis sahibi olup, her türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün menfî engelleri aşar, Allah’a itaatli ve takvâ sahibi bir kul olursa, elbette meleklerden daha faziletli olur.
Melek İnancının Etkileri
İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak irâde sahibi bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan olmak”[733] şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce kullanmasını sağlayan mânevî menajerlerle (yardımcı, düzenleyici) karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır. İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu, meleklerin telkin ve teşviklerine göre hareket edip mevcut yeteneklerini bu yönde yükseltmesi gerektiğini kabul etmesi, Allah’ın görevlendirdiği meleklerin kendisini daima gözetlediğini ve yaptıklarını kaydettiklerini unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere imanı öne çıkarmak[734], tâğutu inkâr edip Allah’a iman edenin sağlam bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle[735] şeytanın varlığını ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere kulak vermeyi öngörmüştür.
“Onu (insanı), önünden ve ardından izleyiciler vardır; Onu Allah’ın emrinden (kazalarından, belalarından ve musibetlerinden) korurlar.”[736] Gerçekten de insan, risklerle ve tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaktadır. Bunlara, ayrıca kötülüklerin karşılığı olarak Allah’tan her an gelebilecek intikam darbelerinin ihtimallerini de ekleyecek olursak, onun, yaşadığı yıllar boyu ne büyük bir mânevî koruma altında bulunduğunu kestirebiliriz. Bu girift olayın içyüzünü daha derinlemesine bilmek bizim için mümkün değildir.
Ancak bu kadarıyla bile Rabbimizin bizi ne çetin bir sınavdan geçirdiğini, bizzat hayatımıza karşı yaratmış bulunduğu tehlikelerin bile gelip bizi bulmasına melekleri engel yaparak bu sınavda bize nasıl süre tanıdığını bu âyetlerden ibretle öğreniyoruz. Doğrusu bu bize bir İlâhî lutuf ve bir müjde olsa gerektir. Dolayısıyla insanın, bu hârika nöbetçilerini her zaman hatırlayarak özellikle kuytu köşelerde, zifiri karanlıklarda ve tehlikelerle burun buruna olduğu anlarda onların kendisini korumaya devam etmeleri için Allah’a dilekte bulunması, Allah’ın izniyle belaların bertaraf olmasına bir vesile oluşturabilir. Bu, aynı zamanda insanın, Rabbiyle olan irtibatının güçlülüğünü ve sürekliliğini kanıtlamış olur. Kur’an’da “Kesinlikle üzerinizde koruyucular vardır. Onlar değerli yazıcılardır. Yaptığınız her şeyi bilirler.”[737] diye kendilerinden söz edilen melekler vardır ki, bunlar söylediğimiz her sözü yazarlar. Dolayısıyla insanoğlunun havada kaybolup giden tek kelimesi bile yoktur.
Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı, açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu görünmeyen cepheyi melekler ordusu oluşturmaktadır. Mü’min olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de bu gerçeğe inanmaktır. Dolayısıyla meleklere inanmamak, Allah’a, peygamberlere, kitaplara ve âhiret gününe inanmamakla eş değerdedir.
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşımve Bâtıl İnançlar
Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı. İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı, tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir. Mü’min, onların dişi veya erkek olmadıklarına inandığı gibi, o meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiç bir yetkiye sahip bulunmadığına da inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım istemek, yani onlara duâ etmek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın yaratılışında Allah, onları Âdem (a.s.)’in önünde secde ettirdi. Ve Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahluktan yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?
Meleklerin erkeklik ya da dişilik gibi bir özellikleri sözkonusu değildir. Buna rağmen câhiliyye döneminde meleklerin dişi olduğu ileri sürülüyor, hatta onlara -hâşâ- Allah’ın kızları deniliyordu. Allah, bu yakışıksız isnadları şu âyetlerle reddetmiştir: “Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi sayıyorlar. Yoksa nasıl yaratıldıklarını mı gördüler?! Bu (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve onlar sorgulanacaklardır.”[738]; “Şimdi de sor onlara: ‘Rabbine kızlar da onlara oğlanlar mı?!”[739] Günümüzde de batılılardan esinlenerek melekleri bayan gibi düşünen, kızlarına “Melek” ismi veren, güzel bir bayanın meleğe benzediğine dair şiirler yazıp söyleyen, şarkılar mırıldanan insanlara rastlayabilmekteyiz. Bunlar, İslâm itikadı açısından çok vahim manzaralardır.
Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında adeta korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir, hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı, bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit ödünç olarak verdiği bir emanetidir. Emanet, bir gün gelir, asıl sahibine iade edilir. “Her nefis, ölümü tadacak, her emanet sahibini bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır. Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle, Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine olsun.
Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle mâkul olsa bile; günümüzün baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Ünite 14
Kitaplara İman
- Kitaplara İman
- Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)
- Büyük Kitaplar
- Kitapların Gönderiliş Amacı
- Vahy ve Vahyin Çeşitleri
- Kur’ân-ı Kerim’in Özellikleri
- Kur’an’ı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?
Kitaplara İman
“O takvâ sahipleri ki, onlar sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler.”[740]
İman esaslarından biri de Kur’an’a ve Kur’an’dan önceki kitap ve suhuflara (küçük kitaplara) inanmaktır. O kitaplar ki Allah tarafından Rasûllerine gönderilmiş ve Rasûller de hiç bir kapalılık bırakmadan o kitaplardaki hükümleri insanlara tebliğ etmişlerdir. Bu kitaplarda Allah insanlara emirlerini, yasaklarını, mükâfatını ve azâbını açıklamıştır. Müslümanlar Allah’ın indirdiği kitaba göre hayatlarını düzenler.
Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanırız. Ancak, Kur’ân-ı Kerim hâricindeki kitaplar sonradan insanlar tarafından bozulmaya uğramışlardır. Bu sebeple biz onların bozulmuş haline değil bozulmamış haline inanıyoruz.
Mü’minlerin Kur’an’a ve önceki kitaplara inanması, Hz. Âdem’den kıyâmete kadar insanların tek bir dini, tek bir Rabbi olduğunu ispatlıyor. Onun için de bu inanç büyük bir değer taşır. Bu akîde, mü’minlerin ruhlarından kötü taassubu kökünden söküp attığı için büyük öneme sahiptir. Bu akîde sahibi her mü’min, hak olan geçmiş bütün din ve peygamberlere inanır.
Bu inanca sahip olan insanlar, peygamberden peygambere intikal eden tek dini (İslâm’ı) bulmuş olurlar. Böylece sağlam bir akîdeye sahip olduktan sonra Kur’an’a uymaları ve onu pratik hayatlarında yaşamaları kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü hayat tarzını ancak Kur’an tesbit eder. Kur’an’ın dışındaki bütün hayat modelleri yanlıştır ve sapıklıktır. Eğer Kur’an ölçüsüne göre değil de, insanların akıllarına göre hayat modelleri tesbit edilmeye çalışılırsa, o zaman ne kadar insan kafası varsa o kadar da hayat modeli ortaya çıkar. Bu modellerin hiçbiri vahye dayanmadığı gibi, aynı zamanda her biri değersizdir. Mü’minin hayat modeli, onu yaratan Allah tarafından çizilmiştir. Mü’min ondan başkasını kabullenemez. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle ifâde ediyor: “Kim İslâm’dan başka bir din (yol) ararsa, o istediği din kendisinden kabul olunmayacaktır. Ve o, âhirette de ebedî zarar çekenlerdendir.”[741]
Mü’minler bilmelidir ki, İslâm dille söylenen laflardan ibâret olmadığı gibi, sadece kalple tasdik edilen bir inanç da değildir. İslâm, Allah’ın dinine teslimiyet demektir. Bu teslimiyet pratik hayatta bizzat görülmelidir. Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, mü’minin dini sadece İslâm’dır; İslâm’ın ana kaynağı da Kur’an’dır.
Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapları tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emretmez. Kur’an geldikten sonra artık önceki kitapların hükmü tamamen neshedilmiştir (kaldırılmıştır).
Allah Teâlâ hiç bir insanı tebliğsiz bırakmamıştır. Her topluma kendi dinini bildirmiştir. Beşer hayatını peygamberlerine gönderdiği kitaplarla tanzim etmiştir. Her topluma itikad, şeriat, ahlâk ve edeplerini gösteren hak kitaplar göndermiştir.
Tarih boyunca kimileri bu kitapları alıp kabul etmişler, kimileri de reddetmişlerdir. Kimileri ise alıp kendilerine göre değiştirmişlerdir. Bugün yahûdilerde bulunan Tevrat ve hıristiyanlarda bulunan İncil tamamen değişikliğe uğratılmıştır. Birçok kısımlar çıkartılmış, birçok kısımlar da ilave edilmiştir. Dolayısıyla önceki İlâhî kitapların aslı kalmamıştır. Allah Teâlâ da onları neshetmiştir. Öyleyse bu kitaplara tabi olan hiç kimse hak yolda (İslâm’da) değildir. Hatta bir defasında Hz. Ömer’in elinde Tevrat sayfalarını veya Tevrat’ın tefsiri kabul edilen rivâyetleri içeren Mişna kitabını gören Rasûlullah (s.a.v.): “Ey Ömer, vallahi Hz. Mûsâ da aramızda olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı.”[742] diyerek onun elindeki Tevrat (veya onun yorumunu içeren) sayfalarını yok etmesini buyurmuştur.
Öyleyse Mü’min de Kur’an’dan başka hiç bir kaynağa bağlanamaz. Çünkü, Kur’an geldikten sonra -ister değiştirilsinler, ister değiştirilmesinler- hiçbir hükmüne uyulmaz. Onların hükmü kalmayıp nesholunmuşlardır.
Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplar büyüklüklerine göre iki kısımda incelenirler: Suhuflar (Küçük Kitaplar) ve Büyük Kitaplar.
Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)
Allah tarafından gönderilen kitaplardan bazıları birkaç sayfadan meydana gelen küçük kitaplardır. Bunlara sahifeler (sayfalar) anlamına gelen “suhuf” denilir.
Kur’ân-ı Kerim’deaçıklanan bazı öğütlerin “es-suhufu’l-ûlâ (ilk suhufta/sayfalarda)” mevcut olduğu[743] bildirilmiştir. Yine benzer öğüt ve hükümlerin İbrâhim ve Mûsâ’nın suhufunda/sayfalarında[744] da bulunduğu bildirilerek suhuf denilen küçük ebatlı İlâhî kitapların mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de ifâde edilmiştir. Sayfalar halinde kayda geçirildiği için Kur’an, Kur’an’a da suhuf der.[745] Bununla birlikte hangi peygambere ne kadar suhuf verildiği açıklanmamıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’in soyundan İshak, Yakup, Süleyman, Yusuf, Zekeriyya, Yahya Peygamberler’e kitap verildiğini belirtir.[746] Hadislerde de suhuf hakkında fazla bilgi yoktur. Bazı rivâyetlerde Hz. Âdem’e 10, Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30, Hz. İbrâhim’e 10 sayfa (suhuf) verildiği nakledilirse de, bu konuda kesin bilgi ifâde eden sahih hadisler mevcut değildir.
Peygamberlerin sayısını bilemediğimiz gibi suhuf ve kitapların tümünü ve hangi peygamberlere ne miktarda verildiği de Kur’an ve sahih sünnette tüm ayrıntılarıyla bildirilmemiştir. Peygamberlere indirilen küçük-büyük bütün kitaplara (suhuf ve büyük kitaplara) icmâlî olarak İman şarttır.
Büyük Kitaplar
Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği büyük kitaplar dört tanedir. Bu kitaplar şu peygamberlere gönderilmiştir:
1) Tevrat(ın bir bölümü; Kitab) Hz. Mûsâ’ya,
2) Zebur, Hz. Dâvud’a,
3) İncil, Hz. İsa’ya,
4) Kur’ân-ı Kerim, Hz.Muhammed’e indirilmiştir.
Zebur, Tevrat ve İncil’in aslı bozulmuş, insanlar tarafından tahrif edilip değiştirilmişler. Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapların hükmünü nesh etmiş, yani ortadan kaldırmıştır.
Kitapların Gönderiliş Amacı
Kitapların gönderiliş amaçlarının başında insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak gelir. İnsanı yaratan Allah, insanın hayatı boyunca takip edeceği itikat, ibâdet, ahlâk, emir ve yasakları içine alan kitap ve sahifeleri ilk insandan itibaren göndermiştir. Bu kitaplar sayesinde insanlar hidâyeti, dünya huzuru ve âhiret saâdeti gibi pek çok gerçeği anlamışlardır.
Vahy ve Vahyin Çeşitleri
“Vahy”in sözlük anlamı: Bir şeyi gizli ve çabuk bildirmek demektir.
Vahyin terim anlamı: Allah Teâlâ tarafından doğrudan doğruya, ya da elçi melek vasıtası ile peygamberlere bildirilen ve kesinlik ifâde eden bilgilere vahiy denir.
Vahyin Çeşitleri:
1) Sâdık Rüya: Allah dilediği bilgileri doğru bir bilgi ile peygamberlerine bildirmiştir. Peygamberlerin rüyalarında gördükleri şeyler aynen gerçek çıkmıştır. Peygamber Efendimize de zaman zaman vahiy böyle gelmişti.
2) İlham Yoluyla Vahiy: Allah’ın dilediği şeyleri peygamberin kalbine koyması şeklindeki vahiy çeşididir.
3) Perde Arkasından Vahiy: Allah ile peygamber arasında bir vasıta olmadan ve söyleyeni görmeden Allah kelâmının işitilmesidir.
4) Melek Aracılığı İle Gelen Vahiy: Allah Teâlâ’nın, bildirmek istediği bilgileri bir melek ile peygamberine bildirmesi şeklidir. Bu melek Cebrâil (a.s.)’dir.
Kur’ân-ı Kerim’in Özellikleri
Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimizin en büyük mûcizesidir. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın koruması altındadır. O’nun bir kelimesi bile değiştirilmemiştir ve değiştirilemeyecektir. Dünyanın bir ucundaki Kur’an (Mushaf) ile diğer ucundaki Kur’an aynıdır. Allah, Kur’an’da şöyle buyuruyor: “O’nu Biz indirdik, O’nun koruyucusu elbette Biziz.”[747]
Kur’ân-ı Kerim’in Peygamberimize gönderilmesi 23 senede tamamlanmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir zamanında yazılı sayfalar birleştirilerek mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman zamanında çoğaltılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 114 sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim, yeryüzünde en çok okunan, ezberlenen ve yazılıp basılan kitaptır.
Kur’an’ın âyetleri ruhları çoşturur, kalplere huzur verir. Kur’an, insanları dalâlet ten hidâyete, karanlıklardan nûra, bâtıldan hakka kavuşturur. Kur’ân-ı Kerim baştan sona hikmet hazinesidir. O’nun delilleri açık ve ikna edicidir. Haberleri doğru, hükümleri sağlamdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’de çelişki veya hatalar bulunmaz. Kur’ân-ı Kerim insanlar için bir rehber, bir yol göstericidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bu kitapta asla şüphe yoktur. O müttakîler (Allah’tan korkanlar) için yol göstericidir.”[748]; “Sana indirdiğimiz bu kitap mübarektir; âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.”[749]
Kur’ân-ı Kerim’deki sûreler Mekki ve Medeni olmak üzere ikiye ayrılır. Mekki sûreler; Peygamberimiz Medine’ye hicret edene kadar nâzil olan sûrelerdir. Medeni sûreler; hicretten başlayarak Peygamberimizin vefatına kadar nâzil olan sûrelerdir.
Mekkî sûrelerde daha çok inancı kuvvetlendirici âyetler nâzil olmuştur. Medenî sûrelerde ise, daha çok ahkâm âyetleri, yani dinin dünyada nasıl yaşanacağını gösteren âyetler nâzil olmuştur.
İlk inen âyetler Alak sûresinin ilk 5 âyetidir. Son inen âyet ise (müfessir ve araştırmacıların çoğunluğuna göre) Mâide sûresinin 3. âyetidir. Kur’ân-ı Kerim Fâtiha sûresi ile başlar, Nâs sûresi ile sona erer.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok ismi daha vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır: Furkan (hak ile bâtılı ayıran), Hüdâ (hidâyet veren), Hakîm (hüküm koyan), Nûr, Şifâ, Rahmet, Zikir...
Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Hiç kimse Kur’ân-ı Kerim’in dengi bir kitap meydana getirememiştir ve getiremeyecektir. Kur’ân-ı Kerim bu konuda birçok âyette insanlara ve cinlere meydan okumaktadır: “Bu Kur’an gibi bir kitap meydana getirmek için bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirlerine yardım etseler, yine O’nun bir eşini meydana getiremezler.”[750]
Kur’an’ı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?
Kur’an okuyor veya dinliyor olmamız, tek başına, bizi aldatmasın. O İlahi Kelâm’ı okurken, dinlerken, üzerinde düşünürken, sahih bir niyet taşıma gereği de unutulmasın. Bilelim ki Kur’an’a gerçekten muhatap olmamız, doğru bir niyetle, samimiyet ve ihlasla ona yönelme şartına bağlanmış bulunuyor.
Bizatihi Kur’an’ın tarifiyle, âlemlerin Rabbinden gelen;[751] insanları hidâyete erdiren ve hakkı bâtıldan ayıran;[752] sonsuz hikmetler yüklü;[753] sonsuz derecede kerim[754] bir ezelî Kelâm’dır Kur’an. “Onun ahlâkı Kur’an’dı”[755] diye tarif edilen Ümmî Nebî (s.a.v.) kendi hayatıyla, Kur’an’ın bu sıfatlara hakkıyla mazhar olduğunun en birinci delilidir. Keza, ondan aldıkları hidâyet dersiyle bütün insanlık tarihine manidar ubûdiyet örnekleri sunan sahabiler de. Ve her biri ondan aldığı hakikat nuruyla kemale eren milyonlarca asfiya ve sâlih kullar ile, hayatları onunla nurlanan yüz milyonlarca mü’min de onun tüm bu özellikleri hakkıyla taşıdığının şâhidi ve delilidir.
Fakat, bizatihi Kur’an, muhatabı olan bizleri, kendisine sahih bir niyet ve sağlam bir itikad ile, samimiyet ve ihlas içinde muhatap olma konusunda uyarır. Meselâ Âl-i İmran sûresinin yedinci âyetinde, kalbinde ‘kaypaklık’ taşıdığı halde ‘saptırma ve fitne için’ onu okuyanların varlığına dikkat çeker. Bir sonraki âyette ise, hidâyet bulduktan sonra kalbimizi eğriltmenin mümkün olduğunu bildiren bir duâyla yüz yüze geliriz. Böylesi dehşetli bir tehlikeye karşı insan, acziyet ve tevazu içinde Rabbine sığınma durumundadır: “Ey Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma, bize katından bir rahmet ver. Gerçekten her şeyi veren Sen’sin.”[756] Tüm bu hususlar şunu açıkça gösterir:
Kur’an, gerçekten âlemlerin Rabbi namına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelâm-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan’dır ve mu’cizü’l-beyandır. Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ın doğru bir niyetle okunmasıdır.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, ona yönelirken dikkat edilecek hususlar şunlardır: İyi niyet, istiaze, Kur’an’a temiz olarak dokunup yaklaşmak, Kur’an’a kulak verip susmak, onu tane tane, özümseyerek okumak.
Kur’an’a yönelirken dikkat edilecek ilk husus, recmedilmiş şeytana karşı, Rabbimize sığınmaktır: “Kur’an okumaya başladığın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”[757] İlk iş budur. Neden? Çünkü Kur’an’ın defaatle ders verdiği üzere, şeytanı şeytan kılan şudur: O, kendince bir ‘üstünlük’ vehmi üreterek Allah’ın yarattıklarını iyi-kötü, eksik-mükemmel ayrımına tabi tutmuştur. Bu şekilde, hem kendine bir üstünlük vermiş, hem de Allah’ın kudretine kusur ve noksan yüklemeye kalkışmıştır. Kendince açtığı bu yoldan yürüyerek, nefis ve esbab şirkine zemin hazırlamış; böylece, Rabbine karşı isyan ve inkâr cür’etini bulmuştur. İnsanı nefisperest olmaya sevkeden de, esbabperestliğe meylettiren de odur. Bütün kötülüklerin, bütün bâtıl düşünce ve hayat tarzlarının gerisinde şeytanın bir dahli vardır. Bu bakımdan şeytandan istiaze etmek, tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır.
Kur’an’ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah’a sığınarak okuma anlamını barındırır. Şahsi bir menfaat için okuma da bu anlama dâhildir; bir dünya menfaati için okumak da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmak da. Ona şöhret için muhatap olmak da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, Kur’an’ı ise aklın kölesi kılmak da. Zaten istiaze’nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabul etmeyip sadece kendisine güvenen kimse, başkasına sığınmaz. Dolayısıyla istiaze eder etmez, şeytanın bacağını Allah’ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah’a isyan eden, Kur’an’da belirtildiği üzere kibirlenerek kâfir olan şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak, enaniyetimizi kamçılamaktır. “Şeytanlar ene’nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derelerine atıyorlar.” İstiaze sayesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir.
İkinci bir husus, ona ‘temiz’ olarak yönelmektir. “Temizlerden başkası ona (Kur’an’a) dokunamaz.”[758] Yani ‘ancak temiz olanlar ona dokunabilir.’ Bu âyetle emredilen bu temizlik, iki yönlü bir hazırlık niteliğindedir. En basit anlamıyla, bu temizlik şartı, insana sıradan bir kitap ve sıradan bir hitap ile yüzyüze olmadığını hatırlatır. O âna dek iştigal olunan ve muhtemelen nefsânîlik ve dünyevîlik karışmış hallerden arınma tâlimi yapılır. Böylece, kalpler ve akıllar, Rabbin pak, saf, temiz, bozulmamış, münezzeh, mukaddes ve ulvi Kitab’ına lâyıkınca muhatap olmaya hazırlanır. Bu arınma gerçekleşmeden o muhâtabiyetin sağlanması zaten mümkün değildir. Onun nuruna açılmamız, ancak dünyevîlik ve nefsânîliklerden temizlenmemizle mümkün olacaktır.
Âyette geçen ‘dokunma’yı bu açıdan da dikkate almak gerekir. Bu ifâde, dünyevî kirlerden, nefsânî vehimlerden âzâde olamayan bir insanın, okusa bile onun hakikatini kavrayamayacağını da ihsas eder. Temiz bir kalple, selim bir fıtratla ona muhatap olmayan, o hakikat okyanusundan maalesef hissesiz kalmaktadır.
Kur’an’a yaklaşım konusunda bir üçüncü husus: “O Kur’an okunduğunda ona kulak verin ve susun ki rahmet edilesiniz.”[759] Bu âyette, ‘okuma’ ve ‘dokunma’ nın yanına, iki husus daha eklenir: ‘Dinleme’ ve ‘susma.’ Dinlemek, tüm Kur’an’da en çok sözkonusu edilen insanî fiillerden biridir. Anlamanın ilk şartı odur. Kur’an okunurken dinlemeyen biri, onu nasıl anlayabilir ki? Yine dinleme, saygılı olmanın ve ciddiye almanın işaretidir. Kulun edebine yakışan da budur. En küçük bir âmiri konuşurken dahi dinlemeye memur olan insan, bütün âlemlerin Rabbi, bütün yaratıkların yaratıcısının kelâmı karşısında nasıl dinlemez, nasıl susmayıp konuşmayı sürdürür?
Âyette zikredilen ‘dinleme’ ve ‘susma’ yalnız şu maddî kulağımıza ve dilimize ait değildir. İstenen, aynı zamanda, her vakit şeytanı dinleyen nefsin, hep gelip geçici zevklerin zebunu olan hevâ ve hevesin susmasıdır. Ayrıca, semavî bir hitap karşısında dünyevî fikriyat ve felsefelerin asıl tutulmamasıdır. Hüdâ’nın karşısına dehâ(!) ile çıkmamaktır. Bütün bir felsefe tarihinin ana tavrı olan, vahye sırtını çevirip yalnızca kendi aklıyla hakikatı bulma iddia ve inadında olmamaktır. Bilakis, bizi yaratan, bize bu sûreti, bu sîreti, bu fıtratı, bu aklı ve tüm bu duyguları veren; bizim yüz yüze olduğumuz, her bir mevcudundan gerek gözümüzle, gerek dilimizle, gerek fikrimizle, gerek kalbimizle istifâde ettiğimiz şu kâinatı da yaratan bir Rabbin bir âlet olarak yarattığı aklı o şekilde kullanmaktır. Onu sürücü değil, binek; hâkim değil, hizmetkâr yapmaktır.
Diğer bir husus, tüm bu şartlara azamî derecede riâyet gayretiyle okumaya başladığımız Kur’an’ı, her bir harfine hakkını vererek, tane tane okumaktır. “Kur’an’ı tertil ile, tane tane oku.”[760] Her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi böylesine i’cazlı ve îcazlı bir Kitab, ancak ve ancak tane tane okunur. Düşüne düşüne, sindire sindire okunur. Onu hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir. “Kur’an’ı tertil ile, tane tane oku” buyrulması; sözkonusu özümsemenin usûlünü de bildirmektedir. Hızlıca okunup geçilen hangi şey özümsenir ki? Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme, sindirme, benimseme ve hayatının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır. Nitekim, Kur’an, nûrânî sırlarını, “fıtratımın kemâli sensiz olamaz” diyerek ona ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır.[761]
“Gerçekten bu Kur’an, insanları en doğru yola iletir. (Bildirdiği) hayırlı amelleri yapan mü’minlere kendileri için pek büyük mükâfatın olduğunu da müjdeler.”[762] İnanmak ve kanunlarına göre yaşamak mecburiyetinde olduğumuz Kur’an nedir?
Kur’an; Allah’ın insanlığa son peygamber ve önder olarak gönderdiği Hz. Muhammed’in, Cebrail isimli melek aracılığı ile Yüce Rabbimizden vahiy yoluyla alıp insanlığa sunduğu hayat nizamıdır. Hayatın başlangıcı ve sonucunu açıklayan âyetleri, sunduğu hayat kanunları, felâket ve mutlulukla neticelenen yaşayış şekillerine ait tarihî belgeleri, kâinatla ilgili ilmî mûcizeleri ve Hakk’ı, bâtıllardan ayırıcı düsturları ile Kur’an-ı Kerim bütün akıl sahipleri için hidâyet kaynağıdır.
Kur’an; kâinat nizamının son bulacağı zamana kadar yaşayacak bütün insanların muhtaç olacakları itikadî, ictimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî en üstün hayat kanunlarını ihtiva eden bir Hak Kitaptır. Kur’an; bütün insanlığın bilginleri, aydınları, teknokratları, sosyologları, hukukçuları, edebiyatçıları, ahlâkçıları ve devrimcileri ile bir araya gelseler dahi bir benzerini meydana getiremeyecekleri İlahî kanunlar manzumesidir. Kur’an; lafızları ve insanlığı kuşatıcı hayat düsturları ile İlâhî, edebî ve ebedî bir Hak Kitap olduğu içindir ki, zaman aşımı, mekân değişimi onu eskitemez, yürürlükten düşüremez. O, her zaman yeni, her dem taze, her devirde eksiksiz ve mükemmeldir. Bunlara rağmen, yaşadığımız câhiliyye toplumunda Kur’an’ın sunduğu hayat düsturlarına göre yaşanılması, egemen güçlerce engellenmekte, otoritesi yıkılmaya çalışılmakta ve o, nesillerimize bir mâzi ve ölü kitabı şeklinde tanıtılmak istenmektedir.
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin ilk vazifesi, O’nu sık sık okumaktır. Kur’an’ın ilk emri “oku” iken O’nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü’min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur’an’la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm’ın iman, ahlâk, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur’an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah’a ibâdet edecektir. Kur’an’ı okumak, mü’min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur’an’ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur’an’ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur’an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır. “Andolsun ki Biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?”[763] Kur’an’ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur’an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur’an’ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü’min, Kur’an’ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur’an’ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab’ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.
Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten onu yaşamak içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur’an’a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız.”[764] Mü’min, Kur’an’ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” [765]
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’an’ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır.”[766]
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur’an-ı Kerim’in kişisel ve sosyal hayatımızdaki etkinliği nedir? Kur’an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah’ı fiil ve hayatımızda biricik ma’bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma’bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah’a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah’a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah’ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur’an-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayattan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah’a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah’a bir nevi şirk koşmak olacak.)” [767]
Allah’ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü’minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur’an’la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in yasalarına uymayı Allah’ı ma’bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur’an’da “Namaz kılınız” emri gelince bütün mü’minler namaz kılmaya başlamıştı. “Zekât veriniz” emri gelince, şartlarını taşıyan mü’minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. “Savaşınız” buyruğu ise bütün mü’minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Allah’ı biricik ma’bud; ortaksız İlâh kabul etmeyi, O’nun kitabı Kur’an’ın düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü’minlerin hayatından iki örnek verelim:
Asrımızın câhiliyyeti gibi karanlık bir câhiliyyet hayatı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder: “Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber’in huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri “... Artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?” [768] cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve ‘Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!’ dediler.” [769]
Kur’an’ın bu yasağından sonra Medine yolları günlerce içki aktı. Artık İslâm toplumunun içki diye bir problemi kalmamıştı. Annemiz Hz. Aişe (r.a.) de şöyle anlatıyor:
“Allah’a yemin ederim ki ben Allah’ın Kitabına iman ve onu tasdik etme bakımından Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. Nur sûresinin ‘Baş örtülerini yakalarına vursunlar (başlarını, saçlarını, kulaklarını, gerdanları ve sinelerini sımsıkı örtsünler)’[770] anlamındaki âyeti nâzil olup da erkeklerin her biri evlerine dönerek karısı, kızı, kızkardeşi ve akrabasına Allah’ın indirdiği âyeti okuyunca onların her biri Allah’ın Kitabına iman ve onu doğrulamak için örtülerine büründüler. Bu âyetin nüzûlünü takip eden sabah örtülerine bürünmüş olarak Hz. Peygamber’in arkasında namaza durdular. Örtülerine sımsıkı büründükleri için sanki başlarında kargalar varmış gibiydiler.”[771]
Kısaca kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü’mini, Kur’an’ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur’an’ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur’an’ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber’in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayatı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyette yaşıyoruz.
Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur’an’a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah’a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur’an’ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. “(Siz) O’nun Kitabı Kur’an’a uyun. O’nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz).”[772] Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara!
Ünite 15
Peygamberlere İman
- Peygamberlere İman
- Peygamberlerin Gönderiliş Amacı
- Peygamberleri Allah Seçer
- Nebî ve Rasûl Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
- Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
- Son Peygamber
- Mütenebbî/Sahte Peygamber
- Peygamberlerin Sıfatları
- Kur’ân-ı Kerim’de İsmi Geçen Peygamberler
Peygamberlere İman
Peygamber kelimesi, Farsça bir kelime olup, sözlükte, haber getiren kimse demektir. Rasûl ve Nebî kelimesinin karşılığıdır. Peygamber: Allah’ın, kullarına dinini bildirmek için görevlendirdiği seçkin kimselerdir. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde peygamber kavramı olarak “Nebî” ve “Rasûl” kavramları geçer.
Peygamberlere inanmak İmanın esaslarından biridir. Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Peygamberlere imanla alakalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah’a ve peygamberlerine İman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında (kendisine İman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince, İşte onların mükâfatını Allah kıyâmette verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”[773]; “O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’ derler. Böylece İman ile küfür arasında bir yer tutmak isterler.”[774]
Peygamberler en güzel şekilde dini tebliğ etmişlerdir. Peygamberler müslümanlar için örnek alınacak kişilerdir. Çünkü tebliğ ettikleri dini en güzel peygamberler yaşamışlardır. Peygamberler insanları cennetle müjdelemişler, cehennemle korkutmuşlardır. “Biz, peygamberleri ancak mü’minleri cennetle müjdeleyici ve kâfirleri cehenneml e korkutucu olarak gönderdik.”[775]
Yüce Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah, kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azâb etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe azâb etmeyiz.”[776]
Kendilerine peygamber gönderilen toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmİşte de peygamberlerine tâbi olan insanlar çok az olmuştur. Meselâ Hz. İsa’ya on iki kişilik “havariler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer insanlar, tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmîyet idi. Ne Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahûdilikti. Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’an’ın dilinden şöyle ifâde edilir:
“İbrâhim ne bir yahûdi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve müşriklerden de değildi.”[777]; “Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah’a İman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah’a tevekkül edin.”[778]; “Hani havarilere (Hz. İsa’ya bağlı olanlara): ‘bana ve peygamberlerime İman edin’ diye ilham etmiştim de onlar, ‘İman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şâhid ol’ demişlerdi.”[779]
Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tabi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her peygamberin dinidir. Fakat her peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her bir peygamberin takip ettiği yoldur. Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.”[780]; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilâh yoktur, bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[781]; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.”[782]
İşte, Hz. Âdem’den kıyâmete kadar her insanın ve her cinnin, hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur. Mü’min bilir ve inanır ki, geçmİşte ne kadar nebî ve Rasûl varsa, onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına kulluk etmiyorlardı.
Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.v.) teşkil etmektedir. Artık Rasûlullah gönderildiğinden itibaren, Rasûlullah’sız bir din, Rasûlullah’sız bir akîde ve inanç olamaz. Öyleyse, yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasûlullah’tan başkası olamaz. Zira Rasûl’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasûl’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).” [783]
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasûlüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu, Rasûl’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasûlullah (s.a.v.)’in kendi hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.[784] Rasûlulah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile Rasûlü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.
İslâm akîdesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akîdenin ikinci yarısıdır. Peygambere İman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının tezâhürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her insan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akîde gerçeklere dayandırılırsa görülür ki, mü’min olduklarını iddia eden pek çok insan bu bağdan kopmuştur. Rasûllere İman olsun, diğer İman esaslarına İman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir İman, İman olarak kalamaz. Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki, itaat İmana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse, Rasûl’e bağlanmak zorundadır. Rasûl’e bağlanmayanlar, Allah’a da bağlanmamışlardır. Kur’ân-ı Kerim, peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor:
“Ey İman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususda çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.”[785]
“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe İman etmiş olamazlar.”[786]
“Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.”[787]
“Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.”[788]
Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasûlü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasûl’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasûller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i İlâhî ile gönderilmişlerdir.”[789] İtaat, İmanın ve İslâm’ın şartı ve hudûdudur. İman edip de Allah’a ve Rasûl’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alameti, devamlı sûrette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[790]
İtaat bir akîde meselesidir. Mü’min, akîdesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm’ın ve İmanın hudûdunu çok iyi bilmelidir.
Peygamberlerin Gönderiliş Amacı
Peygamberler insanlara yol gösterici olarak gönderilmiştir. İnsanların böyle yol göstericilere ihtiyacı vardır. Çünkü; insanlar kendi akılları ile Allah’ın varlığını anlayabilseler bile, O’na nasıl ibâdet edeceklerini bilemezler.
İşte bu ibâdetleri açıklamak, öğretmek, dünya ve âhirette mutlu olmanın yollarını göstermek için Allah Teâlâ peygamberlerini göndermiştir.
Peygamberleri Allah Seçer
Peygamberlik Allah’ın vermesi ile mümkündür. Allah, insanlar içinden seçtiği bazı kimselere peygamberlik görev ve şerefi vermiştir. Peygamberlik çalışılarak elde edilecek bir makam değildir. Hiç kimse çalışarak, çok ibâdet ederek peygamber olamaz. Allah dilediği kuluna peygamberliği verir. Zaten son peygamber olarak Hz. Muhammed gönderilmiştir; bundan sonra peygamber gelmeyecektir. “Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir.[791]
Peygamberlik, insanlar için en yüce bir makamdır. Peygamberlik makamı Hazreti Âdem ile başlayıp Hazreti Muhammed Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Nebî ile Rasûl Arasındaki Fark
Nebî ve Rasûl kavramları müterâdif, yani eş anlamlı ifâdelerdir. Kur’an’da “Nebî” ve “Rasûl” kelimeleri peygamberler için kullanılmıştır. Ancak ikisi arasında şöyle bir fark olduğu belirtilir: Rasûl, kendisine kitap ve şeriat gönderilen peygambere denir. Çoğulu “rusül”dür. Nebî ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip, kendisinden önceki Rasûlün kitap ve şeriatını insanlara tebliğ eden peygambere denir. Çoğulu “enbiyâ”dır. O halde her Rasûl aynı zamanda Nebîdir, ama her Nebî Rasûl değildir. Ama fıkıh ve akaid bilginlerinin çoğunlukla kabul ettikleri bu sınıflandırma, Kur’an terazisinde tartıldığında pek doğru olmadığı görülür. Kur’an, kendilerine kitap gönderilmeyen peygamberlere de rasûl dediği gibi, kitap gönderilenlere de nebî der. Bazen de aynı peygambere hem nebî ve hem de rasûl sıfatı verir.[792]
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
Bir peygamberin peygamberliği, onun gösterdiği mûcizelerden anlaşılır. Bütün peygamberlerin bir mûcizesi vardır. Peygamberlerin peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş oldukları hârikulâde (olağanüstü) olaylara mûcize denir. Peygamberlerde görülen mûcizelerin benzeri, başkaları tarafından gösterilemez. Mûcize, Allah’ın bir fiili olup, peygamberlere nisbet edilmesi mecazîdir. Peygamberler, kendiliklerinden ve istedikleri mûcizeyi gösteremezler. Peygamberin, bi’setinden (peygamber olarak gönderilmesinden) kısa bir süre önce zuhur eden hârikulâde hallere irhâsat; daha evvel zuhur eden olağanüstü hallere de kerâmet denir.
Peygamberlerin (ve meleklerin, sâlih mü’minlerin) büyük günah işlemiş mü’minlere şefaat edecekleri âyet ve hadislerle sâbittir. Şefaat: Bir başka mü’minin günahlarının affı için Cenâb-ı Hakk’a aracı olup müracaat etmek demektir. Cenâb-ı Hak, bunların şefaatini dilerse kabul eder; dilemezse etmez. “...İzni olmadan (Allah’ın) katında hiçbir kimse şefaat edemez.”[793]
Son Peygamber
Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed’i göndermiştir. Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani, bir daha peygamber gelmeyecektir. “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[794]; “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler, salât getirirler). Ey İman edenler! Siz de O’nu övün, O’na salât ve selâm getirin.”[795]
Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz. Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey İman edenler! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Rasûlullah en güzel örnektir.”[796]
Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed de ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr edenleri sevmez..”[797]
Mütenebbî
Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına rağmen, peygamberlik iddiasında olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber de denir. Bu kişiler 3’e ayrılır:
a) Deliler,
b) Şöhret düşkünü olanlar,
c) Menfaatçiler.
İlk mütenebbî, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür.
Peygamberlerin Sıfatları
1-) Sıdk; Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler.
2-) Emânet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir insanlardır. Peygamberler asla emânete hıyanet etmezler. “Bir peygamber için, emânete hiyânet etmek olur şey değildir.”[798] Mekke müşrikleri Peygamberimize “Muhammed’ül-emin” diyorlardı. Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli eşyalarını Peygamberimize emânet ediyorlardı.
3-) Fetânet; Peygamberler, insanların en zekileri ve en akıllılarıdır.
4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler küçük veya büyük günah işlemezler. Ancak, insan olduklarından dolayı “zelle” denilen çok küçük hatalar yaparlar. Bu küçük hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.
5-) Tebliğ; Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış oldukları emirleri mutlaka insanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir.
Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda canlarını fedâ etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.
Peygamberler âdil kimselerdir. Adâlete ters hiçbir iş yapmazlar. Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler seçilmiş, seçkin insanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlâk sahibidirler. Yaratılışları ve sûretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani bizim gibi insandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme, uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer insanlardan farksızdırlar.[799]
Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler
Daha önce de söylediğimiz gibi ilk peygamber Hazreti Âdem ile son peygamber Hazreti Muhammed (s.a.v.) arasında ne kadar peygamber geldiği bilinmemektedir. Bütün peygamberler Kur’ân-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”[800] Fakat, her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifâde edilmektedir. Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler şunlardır:
Âdem, İdris, Nuh, 11/Hûd, Sâlih, Lut, İbrâhim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Hârun, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, 10/Yûnus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa (s.a.v.).
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.
Ünite 16
Âhirete İman
Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
Âhirete İman
Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete İnanmanın Faydaları
Yakînî Bilgi; Kesin İnanç
Kıyâmetin Zamanı
Amel Defterleri
Mizan
Cennet ve Cehennem
Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
Âhiret Şuuru
Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
Âhiret, kelime olarak Arapçada son, diğer, sonra gelen demektir. Âhiret, dünya hayatını takip eden, ona benzeyen yönler olduğu kadar, benzemeyen yönlerin de olduğu daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir. “Yakîn” ise, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış, şüphe karışmayan kesin bilgi demektir.
Âhiret inancı, Allah’ın varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde (tabii bu arada hıristiyanlık ve yahudilikte de) mevcuttur. Kur’an’da Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf, Mûsâ, İsa ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edilir.[801]
Âhirete İman
Mü’minlerin akîdelerini teşkil eden iman esaslarından birisi de “âhiret gününe inanmak”tır. Kur’an, bizden gaybî olan âhiret âlemine yakînen, (kesin inançla) inanmamızı istemektedir. İsrâfil (a.s.) birinci defa sura üfürdüğünde kıyâmet kopacak, her şey yok olacaktır. İkinci defa üfürdüğünde ise herkes dirilecektir. İnsanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyyen devam edecek olan zamana âhiret denir. “Sonra siz kıyâmet gününde muhakkak diriltileceksiniz.”[802]; “Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar, âhirete de kesin inanç ile inanırlar.”[803]
Âhiret gününde, dünyada kim ne işlemişse karşılığı tam olarak verilecektir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “Kâfirler öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini zannederler. Ey Muhammed! De ki, Hayır! Rabbime yemin ederim ki öldükten sonra yeniden dirileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu Allah’a çok kolaydır.”[804]
Her şey gibi dünyanın da bir sonu vardır. Bir gün gelecek her yaratılan şey gibi dünya da yok olacaktır. Her şey yok olduktan sonra insanlar Allah’ın emriyle tekrar dirilecektir. Herkes dünyada işlediğinden sorguya çekilecek, her yaptığının karşılığını görecektir. O gün insana iman ve sâlih amelden başka hiç bir şey fayda vermeyecektir. İslâm’ı seçen ve gereklerini yerine getirenler cennete; bâtılı seçenler ise cehenneme gidecektir.
“Güneş, dürüldüğü zaman,
Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,
Dağlar, yürütüldüğü zaman,
Gebe develer salıverildiği zaman.
Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman,
Denizler kaynatıldığı zaman,
Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman.
Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,
Amel defterleri açıldığı zaman,
Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman,
Cehennem alevlendirildiği zaman,
Cennet yaklaştırıldığı zaman,
Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.”[805]
Âhiret âlemine iman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a imandan hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a iman ile âhirete iman birbirine bağlı olarak ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o âdil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.”[806]
Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiç bir yardımcı, O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir: “Bir de öyle bir azâb gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azâbdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere yardım da yapılmaz.”[807]
Mü’minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdîdir, hesaplar şahsîdir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.
Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler. Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak sahih imanı ve sâlih amelidir. Hiçbir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete imanın, mü’minin hayatında büyük bir etki yapacağı kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü, icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’tan başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.
Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.
Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.
Âhirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur.[808]
İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat, âhiret gününe inanan kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatinin para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevî faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.
Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (iman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakinen bilir ve inanır.
Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır: “Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.”[809]
Mü’min âhirete iman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.”[810]
Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete İnanmanın Faydaları
1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir. Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve bâtılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir din seçerse cehenneme girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[811]
İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”[812]
2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zülumlerin hesabı âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.
3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat eder. Çünkü, bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, âhirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.
4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir.
Yakînî Bilgi, Kesin İnanç
Yakînî bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttakiler, âhireti gözleriyle görmemişlerdir ama gözlerini yaratan Allah, âhiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir, fakat Allah’ın verdiği haberde yanlışlık olmaz. Çölde su görüp de ona doğru koşan insan, çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple biz Allah’ın haberine gözlerimizle gördüğümüzden daha fazla inanırız. “Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz, diriltilecek değiliz.”[813] diyen insanlar, mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkâr etmekteler. Ama, bu kışın bir baharı, bu dünyanın da bir âhireti var.
Ana rahmindeki bebeğe “buradan daha geniş bir dünya var” deseniz, gülüp geçebilir. Bu dünya da, âhiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde yaşar, büyür ve ölerek âhirette doğarız. Baharda doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen, kardan kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrâfil’in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri, âhiretin varlığını bize hatırlatan âyetlerdir.[814]
Âhiret konusu, İslâm’ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesâretini elde edebilmesi, dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrak etmedir. Bu yüzden âhiret kelimesinin geçtiği ilk âyet olan 2/Bakara sûresi 4. âyette “yûkınûn (yakînen iman)” ifâdesi yer almış; Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek muttakîlerin özellikleri arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.
Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme’l- yakîn olarak bilinen âhiret konusunun ayne’l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.
Ayne’l-yakînde kişi, şâhid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür. Ama bütünüyle duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka’l-yakînin alanına girer. Öyleyse ayne’l-yakînin güçlendirilmesi için sembollere, teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih ve semboller yoluyla âhiret tasvir edilir. Kalp gözü açık olanlar, bu tasvirin en uç noktasına, yani sınırına varabilirler. Bizzat müşahede ise şüphesiz öldükten sonra olacaktır. İşte müslümanların âhirete imanları bu minval üzere olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve pratik hayata aksedecektir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: “Şu anda neyi düşünüyordunuz?” Hiçbir insanın, “şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum” dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrâfil’in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesada uğrayacaktır. “Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî kalacaksınız!”[815]
Kıyâmet ve Kıyâmetin Zamanı
Kıyâmetin ne zaman kopacağı, bu düzenin ne zaman bozulacağı konusu insanları çokça meşgul etmiştir. Bu zamanı bilebileceğini tahmin ettikleri kişilere her zaman sormuşlardır. Ama kıyâmetin zamanı, sadece Allah’ın bileceği bir sırdır.
“Sana kıyâmeti sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ (derler.) Sen onu nereden bilip bildireceksin? Onun nihâî ilmi yalnız Rabbine aittir. Sen ancak ondan korkanları uyarırsın. Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.”[816]
“(Ey Muhammed!) Sana, kıyâmet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki, onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini O’ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.” [817]
Amel Defterleri
Âhirette insanlara yapmış olduğu ameller, yazılmış bir defter/kitap halinde verilir. Bu defterler Kirâmen Kâtibîn melekleri tarafından yazılmış kitaplardır. Benzetme yerindeyse, dünyada her yaptığımız amel bu melekler tarafından kamerayla videoya çekilmektedir. Defter veya kitap denilen bu filmler âhirette cennetlik olanlara sağdan, cehennemlik olanlara ise soldan ve arkalarından verilecektir.
Cennetlik olanlar büyük sevinç yaşayacaklar ve herkese kitabını göstermek isteyeceklerdir. Cehennemlik olanlar ise elindeki kitaplarda her şeyin yazıldığını görüp hayret edecekler ve pişman olacaklardır. Bu defterlerde; insanın dünyada yaptığı her şey büyüğüyle, küçüğüyle eksiksiz olarak yazılmış olacaktır. “Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. ‘Vay halimize! Derler, bu nasıl kitapmış? Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!’ Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”[818]
Mizan
Mizan: Âhirette, amellerin tartılması için Allah’ın kıyâmet günü ortaya koyacağı terazilerdir. Âhirette hesaptan sonra insanların amellerini tartacak olan İlâhî adâlet ölçüsü demektir. Her insanın yapmış olduğu ameli bu terazide tartılacak, sevâbı ağır gelenler cennete; hafif gelenler ise cehenneme girecektir.
Mizan, her ne kadar terazi ve ölçü âleti demek ise de mizan, bu dünyadaki ölçü âletlerine benzetilemez. Nasıl olduğunu kavramamız mümkün değildir. Mizan tam mânâsıyla doğru bir terazi olacaktır. Birilerinin hakkının yenmesi veya birilerinin kayırılması asla olmayacaktır. Çünkü, o terazinin sahibi, âdil olanların en adâletlisi Allah (c.c.)’tır. Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiç bir kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğramayacaktır. O şey bir hardal tanesi de olsa onu getirir, mizana koyarız. Hesap görücü olarak Biz yeteriz.”[819]
Allah, âhiret günü tartının hak olduğunu,[820] kimin tartılan ameli ağır gelirse onun râzı edecek bir yaşayış içinde olacağını,[821] kurtuluşa ereceğini;[822] ameli hafif olanların ise hâllerinin yaman olacağını, [823] bunlar Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri için kendilerini ziyana soktuklarını,[824] amellerinin boşa gittiğini, kıyâmet gününde onlar için hiçbir ölçünün tutulmayacağını bildirmektedir.[825]
Cennet ve Cehennem
Cennet: Allah’ın iman edenleri ve imanlarının gereklerini yerine getirenleri mükâfatlandıracağı yerdir. Cehennem ise Allah’a isyan edenlerin cezâlarını görecekleri mekândır.
Cennet ebedîdir (sonsuzdur). Cennetin nimetleri hiç sona ermeyecektir. Genel kanı, kâfirler için cehennem azâbının da ebedî oluşudur. Âlimlerin çoğuna göre kâfirler de cehennemde ebedî kalacaklardır. Çok sayıda sahih hadisin ifadesine göre günahkâr Müslümanlar, günahları kadar cehennemde kaldıktan sonra cennete gireceklerdir.
Kur’an’da Cehennem Tasviri
Cehennem ve oradaki hayat, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde tasvir edilir: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar,[826] uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir.[827] İnkârcılar için bir zindan olan cehennem,[828] ateşten örtü ve yataklarıyla,[829] cehennemlikleri her taraftan kuşatan,[830] yüzleri dağlayan ve yakan,[831] deriyi soyup kavuran,[832] yüreklere çöken,[833] kızgın ateş dolu bir çukurdur.[834] Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem,[835] kendisine atılanlardan bıkmayacaktır.[836] İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin[837] derileri, her yanışında, azabı tatmaları için başka derilerle değiştirilecektir.[838] Onların yiyeceği zakkum ağacı,[839] içecekleri kaynar su ve irindir.[840] Orada serinlik bulamadıkları gibi, içecek güzel bir şey de bulamayacaklardır.[841]
Allah’ı görmekten mahrum kalacak kâfirlere[842] Allah rahmet edip bağışlamayacak,[843] cehennem azabı onları kuşatacaktır. Günahkâr mü’minler, cehennemde ebedî kalmayacaklar, Peygamberimiz’in hadislerinde bildirildiği gibi, cezalarını çektikten sonra cennete konulacaklardır.[844]
“Küfre sapanlar grup grup cehenneme sürülmüştür. Nihâyet oraya gelince kapıları açılmıştır. Onun (cehennemin) bekçileri onlara: ‘İçinizden Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve bu gününüze kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ derler.”[845]
Cehennem ateşten ve azaptan bir dünyadır. Orada her insan azap yönüyle eşit değildir. Sekiz ayrı cehennem tabakası vardır. Mü’min ile kâfir, kâfir ile münâfık aynı yerde ve aynı azapta olmayacaktır. Yerleri ve dereceleri farklı farklı olacaktır.
Cennetin Tasviri
Cennette ise mutluluğun her türlüsü vardır. Orada sıcak ve soğuk yoktur, ebedî yeşilliklerle devamlı ilkbahar mevsimi hüküm sürer. Evler, köşkler, saraylar ve meyvelerin her türlüsü vardır. Orada korku, üzüntü ve keder yoktur. “Rablerinin azâbından sakınanlar da grup grup cennete sevkolunmuşlardır. Nihâyet oraya geldiklerinde ve kapıları açıldığında cennetin bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık sonsuz kalmak üzere oraya girin derler.”[846]; “İman edip sâlih ameller işleyenlere, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: ‘Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakilere) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalırlar.”[847]
Genel olarak İslâm âlimlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş, onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü Kur’an, mü’min kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eder: “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”[848] Yine, kudsi hadis olarak rivâyet edilen meşhur metin de bu hususu açıkça belirtmektedir: “Ben, sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.”[849] Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrâkler, tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre naslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret idrakleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir.[850] İbn Abbas’tan yaygın olarak rivâyet edilen “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur.”[851] ifadesi, ikisi arasındaki mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir.
Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edilegelmiştir. Ancak, cehenneme ait yedi kapının mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredildiği halde[852] cennetin sadece kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Ancak, bazı hadis-i şeriflerde cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir.
Cennet, sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve sâlih amel sahibi kimselerin ebediyet âleminde ravzâtü’l-cennâtta (cennetlerin has bahçelerinde) yaşayacaklarını ifade eden ayette[853] yer alan ve sözlük anlamları bakımından her ikisi de bahçe anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” manasını vermek gerekir. Birçok ayette sâlih mü’minlere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa, birden fazla tesisin bulunduğu ve her mü’mine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin, göklerin ve yerin “arz”ı/genişliği kadar olduğunu ifade eden ayetlerin[854] tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz; en, yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2- Cennet, dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir. 3- Madde âleminin insan idrâkine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrâkine sunulmuştur. Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen, birinci görüştür.
Kur’an-ı Kerim’de cennet için “güzel meskenler”[855], “üst üste kurulmuş konaklar”[856] ve “ev”[857] kavramları kullanılmak sûretiyle onun maddî mânâda eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır.[858] Onlar, Cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarâfetlerine zarâfet katacaklardır.[859]
Rahmân suresinde, “Rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkmaktan korkan kimseler için iki cennet (cennetân) vardır.”[860] denildikten sonra, bu cennetlerin imkânlarından bahsedilmekte, ardından, o iki cennetten başka (veya onların altında) iki cennet daha bulunduğu[861] belirtilerek bunların da benzer imkânları tasvir edilmektedir. Müfessirler, bu iki (veya dört) cennet hakkında cin ve insan türlerine verilecek cennetler, iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin terkedilmesine karşılık verilecek iki cennet, iman ve sâlih amel için verilecek cennet ile lutf-ı İlâhî olarak fazladan ikram edilecek cennet gibi bazı yorumlar yapmışlardır. Hz. Peygamberimiz bir hadisinde, âhiretteki iki cennetten birinin kapkacak ve madenî eşyasının altından; diğerinin de gümüşten olacağını ifade etmiştir.[862]
Dünya hayatında mü’minlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat derecelerinin de aynı olmayacağı haber verilmektedir.[863]
Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
İnsanlara bakıyorsunuz, sulu ve yeşillik bir yer görünce, hemen hafta sonu orada birkaç saat zevkli anlar geçirmek için piknik programları yapıyorlar. Ama nice insan, Allah’ın, altından ırmaklar akan yeşillik mekânında (cennette) ebedî piknik yapmanın programını yapmıyorlar. Veya yazın sıcak günlerinde 40-50 derecelik sıcağa dayanamayıp kaçan insanlar, o dehşetli günün ve yerin (cehennemin) bilmem kaç bin derecelik sıcağından korunmuyorlar. Şu hayatta apartmanlar ve villalar yaptırmaya kalkan insanlar, öbür tarafta bir gecekondu olsun yapmaya kolay kolay kalkışmıyorlar. Sanki bir gün oraya gitmeyeceklermiş gibi. Yine bu insanlar, şu hayatta, boğazlarından kısarak kooperatiflere yazılıyorlar. Yazıldıkları daireyi elde edip içinde rahat bir şekilde oturmak için canları çıkarcasına yıllarca taksit ödüyorlar. İyi, olsun, ev dünyada bir ihtiyaçtır ama, aynı kişiler cennet kooperatifinden bir köşke talip olup da “taksitlerini düzenli bir şekilde ödeyeyim; günü gelince bana anahtarı teslim edilsin” diye düşünmüyorlar. Yine bu insanlar, mahkemeye düştüklerinde berat etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. En iyi avukatı tutuyorlar, hâkimi görmek gerekiyorsa görüyorlar... Ama aynı insanlar, birgün kurulacak olan İlâhî mahkemede berat etmek için pek de fazla bir çaba harcamıyorlar.
Biz birine iyilik yapsak, adam karşılığında teşekkür etmeden çekip gitse “ne karaktersiz bir adam; o kadar iyilik yaptım, bir teşekkür bile etmedi. Nankör, sen bundan sonra görürsün!” deriz. Ama biz aynı şeyi Allah’a karşı yapmıyor muyuz? Evet, bütün meseleler gelip âhirete ve dirilişe ciddi mânâda iman (yakînî bir bilgi ve kesin bir inanç) noktasında düğümleniyor. “O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı.”[864] Bu âyetin ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış gibi görebiliriz. Çünkü biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize şunu ima ediyor: “Hayatı anlamak ve doğru yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız.” İnsanın hayatı nasıl anladığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da “nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır” şeklinde anlar ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; “en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay” olarak anlar ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız.
Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sûreler Mekkî sûrelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’tan beklemek zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân hâricindedir. Bu yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilâfetini yüklenecek ve İlâhî adâletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helâllerden uzaklaştırmadan önce, yakînî bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına dâvet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adâlet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?”[865]
Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah’ın dâvâsı için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında daha fazla yükselir.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken “âhirete inananlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki İlâhî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın dâvâsı için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”[866] Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.[867]
Ünite 17
Kader
- Kader Ne Demektir?
- Kader ve Kaza Kavramlarının Anlamı
- İnsanın Fiilleri
- Tevekkül
- Hayır ve Şer Kavramı
- Hayır ve Şerri Yaratan Allah’tır
Kader Ne Demektir?
“Biz her şeyi bir kader ile (bir ölçüye göre) yarattık.”[868]
Kur’ân-ı Kerim’de “kader” kelimesi, iman esasları içinde sayılan hepimizin bildiği anlamıyla kullanılmamaktadır. Kur’an, bu kelimeyi, evrenin Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler içerisinde yarattığı; rastgele ve tesadüfî bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanmaktadır. Bu arada Kur’an’ın, kaderi imanın bir prensibi olarak sunmadığı da kabul edilmelidir. Ancak, bu, Kur’an’da kader konusunun yer almadığı anlamına gelmez. Kader’in imanın bir prensibi olarak zikredilişi, Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde geçmektedir.
Kur’an’da, hadislerde iman esasları içinde sayılan kaderin reddedildiğine rastlanmaz; aksine, kaza ve kader inancı ile ilgili çok sayıda âyetler vardır. Bu âyetlerin toplamından, Allah’ın insanlar için bir kaza ve kader tayin ettiğini ve bu takdire iman edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sadece Kur’an’dan yola çıkılınca bile, vahyin belirttiği şekilde kadere iman etmek gerekmektedir. Kaza ve kader konusunda temel esas, Allah’ın bir kaderi, kazâsı ve takdiri olduğuna iman’dır. Fakat, bu kaza ve kaderin ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği konuları, tarihten beri tartışılagelmiştir.
Kur’an’da kader konusunun yer alışı, olayların anlatım akışı içerisinde sözkonusu edilmektedir ve bu nedenle anlatım içerisindeki bağlamları gözardı edilmeden, konuyla ilgili bütün âyetler bir araya getirilmek ve onları dikkatli bir değerlendirmeye tâbi tutmak sûretiyle ancak Kur’an’ın kader konusundaki bakış açısı tespit edilebilir. Kur’an’ın değişik yerlerinde kader konusuna değinilirken kimi âyetlerden cebr, kimilerinden de tam bir özgürlük anlamı çıkarılabilir. Nitekim kimi mezhepler kader konusunda cebr ifâde eden âyetleri esas almış ve diğer âyetleri buna göre te’vil etmiş, bazıları tam bir hürriyet ifâde eden âyetleri esas alarak diğerlerini te’vil etmiş, diğerleri de orta bir yol takip etmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, kâinatta olup biten her şeyin yüce Allah’ın irâdesiyle ve takdiri ile olduğunu beyan etmekle birlikte; insanın kendi irâdesiyle yaptıklarından yine kendisinin sorumlu olduğunu açıkça belirtmektedir. Kur’an, iman etmek ve inanmamak, iyi ameller işleyip cennete girmek, ya da yaptıkları kötü amel sonucu cehenneme girmeyi bir kader olarak ileri sürmemektedir. Kişinin iman etmesi de, etmemesi de kendi hür seçimine bağlıdır. “De ki: ‘Gerçek, Rabbinizdendir.’ Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz zâlimler için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırladık. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır! İyi hareket edenin ecrini zâyi etmeyiz. Doğrusu iman edip sâlih iş yapanlara, İşte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükâfat ve ne güzel yaslanacak yer!”[869]
Âyetlerde iman etmenin de, inkâr etmenin de insanın hür irâdesine bırakıldığı ve cennete girmenin de, cehennemi hak etmenin de, kişinin yaptıklarının sonuçları olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Allah’ın, yaptıklarımızı önceden bilmiş olması, bizi, o yaptıklarımızı yapmaya zorladığı anlamında değildir. Bilakis Allah’ın bilgisindeki o mâlumat, yaptıklarımız sebebiyledir.
Kader ve Kaza Kavramlarının Anlamı
Kader: Ezelden sonsuza kadar olmuş veya olacak şeylerin hepsinin zamanının, yerinin ve nasıl olacaklarının Allah tarafından bilinmesidir. Her şey bu bilgiye göre Allah tarafından takdir edilir.
Kader, Allah’ın ilim ve irâde sıfatı ile ilgilidir. Allah ilim sıfatı ile olmuş ve olacak şeyleri bilir. İrâde sıfatı ile şöyle veya böyle olmasını tercih ve takdir eder.
Kazâ: Ezelde Allah tarafından bilinen ve takdir edilen şeylerin, zamanı ve yeri geldiğinde Allah tarafından ortaya çıkarılmasıdır.
Kâinatta her şey kaza ve kadere bağlıdır. Allah’ın takdir ve irâdesinin dışında hiçbir şey olmaz. O’nun takdiri ve irâdesi olmadan bir yaprak bile yerinden kımıldayamaz.
Allah Teâlâ, bu âlem için kanunlar, esaslar ve düzenler koymuştur ve bütün eşya bu kanun ve esaslara göre hareket etmektedir. Bunlar hiçbir zaman zorlama anlamına gelmez. Kaderde icbar (zorlama) diye bir şey yoktur. Kader, kulun işleyeceği şeyleri Yüce Allah’ın ezelde bilmesi ve hayır ile şerri kendisinin yarattığını haber vermesidir. Meydana gelecek şeyleri Allah’ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gelmesinin insan üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü bilme (ilim), tesir (etki) sıfatı değil; meçhul olan şeyleri açığa çıkarmanın sıfatıdır. Meselâ, güneş veya ay tutulmasının çok önceden astronomi ilmiyle uğraşanlarca bilinip takvimlere yazılması, güneş veya ay tutulmasının sebebi değildir. Bu bilginler bilmeseydi, bu takvimler yazmasaydı güneş veya ay tutulmayacaktı denilemez.
Allah sonsuz ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek insanların, iyiyi mi yoksa kötüyü mü seçeceklerini bilir. Ancak insanlar, kendilerinin Allah’ın ne şekilde hareket edeceklerini bildiği ve takdir ettiği için hareket ediyor değillerdir. İnsan hak ile bâtılı seçme durumundadır. Hakkı seçerse cennete girecektir; Bâtılı seçerse cehenneme girecektir. Bu kararı imtihan için Allah insana bırakmıştır. İnsan sonucuna katlanmak şartıyla, seçiminde hürdür.
Kadere iman, insana kâinatta her şeyin yüce bir hikmete göre cereyan ettiğini gösterir. Mü’min, kendisine bir zarar geldiği zaman feryadı basmaz. Başarı ve iyilik dokunduğu zaman da her şeyi unutarak sevinip şımarmaz. Böylece mü’min kadere inanmakla dengeli ve mutedil bir olgunluk kazanır. Dünyada da mutluluğun ve üstünlüğün zirvesine ulaşır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Gerek yeryüzünde, gerek nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Allah bunu, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve O’nun size vereceği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah kendini beğenen kibirli kimseleri sevmez.”[870]
Kaza ve kadere inanmak insanın körü körüne kendini olayların akışına bırakması ve kurtuluş çaresi aramaması değildir. İnsan her şeyin bir sebebe bağlı olduğuna inanarak, sebepleri uygulamalıdır. Meselâ; bir deprem sonrasında, insanlar evsiz kalsa bu durumdan kurtulmanın çarelerini aramalıdırlar.
Rasûlullah (s.a.v.) her zaman kaderi yanlış anlayanlara karşı konulmasını istemiştir. Kader, hiçbir zaman tembelliğin sebebi, masiyetlerin vesilesi ve mecburiyetin varlığını iddia etmenin yolu yapılamaz. Aksine büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleştirilmesi için bir yol kabul edilmesi lâzımdır.
Hz. Ömer (r.a.)’in karşısına hırsızın biri getirildiğinde ona niçin hırsızlık yaptığını sorar. Hırsız: “Allah böyle takdir etti, kaderimde hırsızlık yapmak varmış, ne yapayım” deyince, Hz. Ömer: “Buna otuz kamçı vurun ve elini kesin.” diye emir verir. Sebebi sorulduğunda da şöyle cevap verir: “Hırsızlık yaptığı için eli kesilir, Allah’a iftira ettiği için de kamçı vurulur.”
Kader, ancak kader ile önlenir. Meselâ, açlık kaderi, yeme kaderiyle giderilir. Susuzluk kaderi, su içme kaderiyle önlenir. Hastalık kaderi, tedavi ve sağlık kaderiyle önlenir. Tembellik kaderi, çalışma ve gayret kaderiyle önlenir. Dolayısıyla kaderin baskı aracı olması söz konusu olamaz. Mü’min, kaderi bahane ederek tembellik edemez. Mü’min; fakirliğe karşı çalışma ile, cehâlete karşı ilim ile, hastalığa karşı ilaç ve tedavi ile, küfür ve isyana karşı cihad ile karşı koymasını bilen insandır. Mü’min, keder ve hüzünden, âcizlik ve tembellikten her türlü nifak ve şirkten Allah’a sığınır.
Ebû Ubeyde bin Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer’e şöyle sordu: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” Bu soruya Hz. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınıyorum.” diye cevap verdi. “Bulaşıcı veba hastalığından, yine sıhhat ve afiyet kaderine kaçıyorum” demek istemiştir. Sonra, çorak arazi ile verimli araziyi örnek verdi ve develerinin otlaması için çorak araziden verimli araziye geçmesiyle bir kaderden diğer bir kadere intikal ettiğini ifâde etti.
Kader konusunda, bir mü’min için, bunları bilmek yeterlidir. Bunun dışında kader konusunda çatışıp çekişmek, münakaşalar yapmak câiz değildir. Çünkü mutlak kader Allah’ın bir sırrıdır, sınırlı kapasitesi olan insan aklının bu konudaki tüm sırları idrâk etmesi mümkün değildir.
Ebû Hüreyre’nin şöyle dediği rivâyet olunur: “Biz kader konusunda tartışırken Rasûlullah (s.a.v.) yanımıza çıkıp geldi. Kaderi tartıştığımızı görünce, öfkelendi ve yüzü kızardı, sonra şöyle buyurdu: “Size bununla mı gönderildim? Sizden önceki kavimler bunu tartışma konusu yaptıkları için helâk oldular. Bu konuda tartışmanızı istemiyorum.”[871]
İnsanın Fiilleri
İnsanın fiilleri 2’ye ayrılır:
a) Gayri ihtiyârî (Kendi isteği dışında) yaptığı fiiller: İnsanın elinde olmadan meydana gelen hareketlerdir. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, saçlarının uzaması v.s. gibi işler böyledir. İnsanlar bunlardan ne sevab kazanır, ne de günaha girerler. Dolayısıyla insan bu tür fiillerinden sorumlu değildir.
b) İhtiyârî (İsteği ile yaptığı) fiiller: İnsanın yapıp yapmaması kendine kalmış fiillerdir. Burada insanın nasıl bir harekette bulunacağını seçme şansı vardır. İyi amellerde bulunursa sevab kazanır; kötü amellerde bulunursa günah kazanır. Meselâ, namaz kılmak. Kişi namaz kılarsa Allah’ın rızâsını kazanır, namaz kılmazsa günaha girer. Namaz kılmaya karar vermek insanın kendi isteğine kalmıştır.
Tevekkül
Tevekkül: Bir iş için gerekli olan maddî, mânevî sebeplerin hepsini yaptıktan ve başka yapılacak hiçbir şey kalmadıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak demektir.
İnsan işini götürebileceği noktaya götürdükten sonra, işinin sonunu Allah’a bırakacaktır. Çünkü, Allah istemedikten sonra hiçbir şey olmaz. Meselâ; Bir çiftçi tarlasını güzelce sürer, tohumunu eker, gerektiğinde sular, yapabileceği her şeyi yapar, ondan sonra da Allah’a tevekkül eder. Çünkü, bilir ki, Allah istemedikten sonra, ne yaparsa yapsın ekin bitmez. Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et.”[872] Bu âyet-i kerimede görüldüğü gibi, Allah’a tevekkül etmeden önce azmetme (çalışma, o işin gereklerini yerine getirme) şarttır.
Hayır ve Şer Kavramı
Türkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. Hayır: Taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
Şer: Sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin karşıtıdır.
Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır. Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır.[873] Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.
Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar.[874] Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse on karşılığını görecektir.[875]
Her Şeyi Yaratan Allah’tır; Fakat Şer İnsanlardandır
Her şeyi yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil; Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, O’nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’î irâdesini o işi yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böyle bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun. Işık ham maddesi O’nun. Görülen bütün eşya da O’nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer.
Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet, belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de yaratan Allah’tır. Çünkü her mümkini ve her işi yaratan Allah’tır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah’ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de hikmet ve İlâhî adâletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru yolu göstermiştir: “Biz ona (insana) iki yol gösterdik.”[876] Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: “Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha ermiştir.”[877]
Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah’ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. “Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi.”[878] Allah böyle yapsaydı, insanlar akıllarını kullanarak, vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.
İnsanların şerre dönüştüreceği şeyleri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah’ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak, Allah’ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur.
Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının affolması veya bir kısmından vazgeçilmesi ve o kişinin ecirler kazanması için hastalık, musîbet veya bazı sıkıntılar verir. Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz’î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.
Yüce Allah’ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları hak edenlere verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
Eski İran’da mecûsîler ve zındıklar, “âlemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz’dür (Ahura Mazda). Kötülüklerin kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen’dir (Angra Mainyu)” derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler.[879] Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş veya uydurulmuş bâtıl dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah’a yüklemenin hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden Kur’an, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her şeyin hâlıkı Yüce Allah’tır[880] buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu bildirilirken, hâlıkının Kendisi olduğunu açıklamıştır. “Ona iki yolu (hayrı ve şerri) göstermedik mi?”[881] buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin insan olduğunu, Allah’ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren kulu, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.
Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi) dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı gibi,[882] şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının/amellerinin sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği”[883]ilân edilir. Dolayısıyla Allah’ın, insanın şerre dönüştüreceği şeyleri yaratması şer değil; tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir. Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı, bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.
Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır. Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan yapan, onun kendisidir. Meleklerle birlikte tâbi tutulduğu bir imtihanda bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, Allah’ın yaratması yönüyle her şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer kesb iledir ve mülk cihetindedir.[884]
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan, fiilin hâlıkı olur. Çünkü O’ndan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur. Halk etme Allah’a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir. Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün âmilleri hesap dışı bırakmak olur.
Kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bunu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir.[885]
Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez:
“Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” [886]
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” [887]
“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler.”[888]
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”[889]
“İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.”[890]
“Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.”[891]
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” [892]
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [893]
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.”[894]
Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir:Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.[895] İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.[896] Allah, yaratıcıların en güzelidir.[897] Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır.[898] Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.[899] Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.[900] Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.[901] Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür.[902] Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.[903] En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir.[904] Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur. [905]
Ünite 18
Velâ ve Berâ
(Dostluk ve Düşmanlık)
- Velâ ve Berâ Kavramlarının Önemi
- Velâ ve Berânın Anlamı
- Allah’ın Velî Oluşu
- Mü’minlerin Birbirlerini Velî Edinmeleri Şarttır
- Mü’minlerin Kâfirleri Velî Edinmeleri Haramdır
- Allah İçin Dost Olmanın (Velânın) Gerektirdikleri
- Allah İçin Düşman Olmanın (Berânın) Gerektirdikleri
- Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
- Velâyetin Siyasî Görüntüleri
- Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
- Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
Velâ ve Berâ Kavramlarının Önemi
Bu iki kavram İslâm inanç sisteminde son derece önemli bir yere haizdir. Her Müslüman bu iki kavramı, bu kavramların bizden neler istediğini ve buna bağlı olarak bizlere ne gibi bir sorumluluklar yüklediğini çok iyi bilmek durumundadır.
“Her şey zıddı ile bilinir” kuralından hareketle bu iki kavramın bir arada incelenmesi daha uygundur. İslâm ile İslâm dışı sistemlerin birbirine karıştığı şu dönemde yaşayan insanlar bu iki kavramı ve içeriğini hakkıyla bilmemesi sonucunda kimlerin sevilip kimlerin sevilmeyeceğini, kimlerin desteklenip kimlerin desteklenmeyeceğini ve kimlere velâyet verilip kimlere velâyet verilmeyeceğini hep birbirine karıştırmış durumdadırlar. Bu karışıklığın altında yatan temel unsur; velâ ve berâ kavramlarının bihakkın bilinmemesidir. Bu kavramları ve içerdiği muhtevayı öğrenmek “Ben Müslümanım” diyen her insanın temel vazifesidir. Çünkü bu iki kavram -bazı âlimlerinde ifade ettiği gibi-Kur’an’ın üzerinde durduğu en önemli konuların başında gelmekte ve Kur’an’da zikri en çok geçen meseleler arasında yerini almaktadır. İşte bundan dolayı bu kavramların iyice öğrenilmesi zorunludur.
Velâ ve Berâ Kelimelerinin Sözlük Anlamı
“Velâ” kelimesi sözlükte sevmek, dostluk göstermek, yardım etmek, iki şey arasında tercihte bulunmak, azalarla destek vermek, müttefik olmak ve arkadaşlık yapmak manalarına gelmektedir. Buna “Muvâlât” da denir. Muvâlât -İbn-i Arabî’nin de dediği gibi- “İki kişi anlaşmazlığa düştüğünde üçüncü bir kimse aralarını bulmak için araya girmesi ve tercihini iki taraftan birisi arasında yapmasıdır.”[906]Mevlâ, velî ve evliya gibi kelimeler hep aynı kökten türemiştir.
“Berâ” kelimesi ise beri olmak, uzaklaşmak, mesafeli durmak gibi manalara gelmektedir. Velâ kelimesinin tam zıddıdır. Yani; “sevmemek, dostluk göstermemek, yardım etmemek, azalarla destek vermemek, müttefik olmamak ve arkadaşlık yapmamak” gibi anlamları ihtiva eder.
Velâ ve Berâ Kelimelerinin Istılah Anlamı
“Velâ” söz, fiil ve niyet ile bir şeye yakın olma ve onun tarafında bulunma demektir. “Berâ” ise söz, fiil ve niyet ile bir şeyden uzak olma ve onun tarafında yer almama manasındadır. Bu iki kelime baştan sona birbirine zıtlığı ifade etmektedir. Yani biri ne ise öbürü onun tam zıddıdır.
Bazı âlimler velâ ve berâ kelimelerinin lügat ve ıstılah anlamlarının aynı olduğunu ve aralarında neredeyse hiçbir fark bulunmadığını ifade etmişlerdir.
“Velî” kelimesinin kökü “velâ”; bunun masdarı da ‘velâyet’tir. Velâ ve velâyet, sözlükte, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yan yana olma ve yaklaşma mânâsına gelir. Bu anlamdan hareketle ‘velâyet’ kavramına; arkadaşlık, yardımda, inançta tam bir yakınlık anlamları verilmektedir.
Böylece “velâyet”e nusret (yardım) ve işi üzerine alma mânâları da eklenmiştir. Aynı kökten gelen ‘vilâyet’, yardım; ‘velâyet’ ise, bir işi yüklenme, emirlik, riyâset (yönetim ve yetki) mânâsındadır. ‘Velâyet’ aynı zamanda yardım işini üzerine almak, destek olmak, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek anlamlarına da gelir.
Velî kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak, bir kimsenin veya bir topluluğun menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hâkim otorite, koruyucu, gözetici, mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan bir kavramdır.
Velâyet kavramı, sözlük anlamına uygun olarak; “bir kimsenin veya bir topluluğun bir başkasına kendisini ilgilendiren her konuda tasarruf hakkını devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın, aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine tevdî edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine müdâhale ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur.
Fıkıh ıstılahında velâyet; “istese de istemese de başkası üzerindeki tasarruf hakkını yerine getirmek” şeklinde tanımlanmaktadır. İslâm hukukunda ‘velâyet’, başkası üzerine ister istemez sözünü geçirmeyi, itaat edenle işi üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır. İçerisinde sevgi ve yardım mânâlarını da barındıran velâyet; genel olarak, aile içerisinde akrabalık, ümmet içerisinde ise imâmet (önderlik-halifelik) sebebiyle gündeme gelmektedir. Aile içerisinde öncelikli olarak baba velâyet hakkına sahiptir. Baba yoksa diğer yakın akrabalar bu hakkı elde ederler. Ümmet içerisinde (müslümanlar arasında) ise velâyet hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar tarafından biat ile seçilen yetkili kimsenindir.
Bu nedenle babaya, çocuğun velîsi denir. Aynı şehirde oturanların meşrû haklarını koruyan ‘velî’ye, “vâli” denmektedir ki, Türkçe’de bu anlamda kullanılmaktadır. Şehrin vâlisi, o kentte oturanların tümünün velîsidir (bu vasıfta ve liyakatte olmak zorundadır). Hukukî anlamda velî, daha çok, bir çocuğun her türlü hareket ve halinden sorumlu olan kimse demektir. Bugün Türkçe’de de bu anlamda “çocuğun velîsi” olarak baba veya babanın yerini tutan, çocuğun sorumluluğunu üstlenen kişi için kullanılır. Bu velâyet haklarıyla ana babaların, kazanmış oldukları tecrübe ile evlâtlarının geleceği hakkında karar vermesine yardımcı olmaktadırlar. Evlâtlarına fikir bazında yardım etmeleri, evlâdın müsbet ve menfî karar vermesi, velâyet konusu içinde değerlendirilir. Bunlara ilâve olarak, bir de nikâhta velîlik vardır ki, bu durum, ana babanın evlâdı hakkındaki tasarrufudur.
Toplumda, halk arasında “velî” ve bu kelimenin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi, ne lügat mânâsı, ne de Kur’an’da kullanıldığı anlam ile değil; daha çok bu kelimenin mânâsının tarihî süreç içerisinde kaydırılmasıyla oluşan şekliyle kullanılmaktadır. Geleneksel anlamda velî ve evliyâ; benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek, Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.
Allah’ın Velî Oluşu
“Velî” sözlükte bazen, seven, dost anlamıyla da kullanılır. Allah’ın isimlerinden olan Velî, birçok âyette ‘Nasîr/yardımcı’ ismi ile beraber geçmektedir. Velî kelimesinde yardım etmek, işini üzerine almak ile Nasîr/yardımcı ismi arasındaki bağlantı dikkat çekicidir. Allah (c.c.) hem Velî/insanların velâyetlerini üstlenendir, hem de onlara her açıdan yardım edendir.[907] Velî kelimesi, on üç âyette Allah’a ait olarak geçmektedir. Bazı âyetlerde ise “size veya sana Allah’tan başka velî yoktur” şeklinde yer almaktadır ki, bu da, Allah’ın velî oluşuna işarettir. Birkaç âyette ise Velî isminin mürşid (yol gösteren),[908]‘şefí’ (şefaat eden),[909] vaak (koruyucu)[910] ve hamîd (övülen)[911] sıfatlarıyla beraber geçtiğini görmekteyiz. Şüphesiz “velî” kavramının bunlarla yakın ilişkisi vardır. Bunlar aynı zamanda gerçek dostun/velînin de belirgin nitelikleridir.
Mü’minlerin velîsi ve mevlâ’sı Allah’tır. Allah’ın mü’minlere velî oluşunun sonuçları çeşitli şekillerde görünür. O, kullarını gözetir, nimet verir. Dolaysıyla O hamd edilmeye lâyık bir velî’dir (dosttur).[912] Allah’tan başka velî aramak boştur, çünkü gerçek velî ancak O’dur.[913] O, bağışlayan ve merhamet eden bir yardımcıdır (velîdir).[914] O, mü’minleri karanlıktan nûra (aydınlığa) çıkarır.[915] Mülkünde, kudretinde ve yüceliğinde ortağı yoktur.[916] O yüce Velî, Kitab’ı indirendir ve O, sâlih kimseleri korur ve gözetir. [917]
Allah’ın velîliği diğer sıfatları gibi mutlaktır ve süreklidir. O, insan idrâkinin ötesinde bir velîliğin, dostluğun ve yardımcı olmanın kaynağıdır. İnsanlara ait, aldatma, vefâsızlık, hıyânet, aldırmazlık, acımazlık gibi küçültücü sıfatlardan uzak, iman edip de kendisine “velî” olan mü’minlere her türlü nimeti ve rahmeti veren, onlara izzet, mülk, muhabbet ve Hakk’ın şâhitleri olma şerefini bağışlayan, sürekli affeden, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları araştırmayan en yüce dosttur, velîdir.
Velî olmak, velî olunan üzerinde hak ve yetki sahibi olmayı gerektirir. Velâyetin doğasında bu vardır. Yalnız bu velî edinilen üzerinde bir baskı ve hükmetme değil; aksine her açıdan onun iyiliği için çalışma, onun için gerekli yardımı yapma yetkisidir. Allah, mü’minlerin velîsi olarak onlara hidâyet verir, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır, onlara elçiler gönderir, Kitaplar indirir, yardım eder, destekler, korur, gözetir, affeder ve rahmetiyle her yönden onları kuşatır.
Allah Kimlerin Velîsidir? Allah, mü’minlerin velîsidir, yardımcı ve dostudur.[918] Mü’minler rablerine hakkıyla iman ettikten sonra O’nun râzı olacağı sâlih amel işlerler. Bundan dolayı da Allah onlara velî olur.[919] Allah sâlih kimselerin velîsi/dostudur. “Benim velîm, Kitab’ı indiren Allah’tır. O sâlih insanları velî/dost edinir (onları gözetip korur).”[920] Allah müttakîlerin de dostudur. Dünya hayatında kendilerini Allah’a muhtaç saymayan ve O’nun rabliğine saygı duymayan zâlimler birbirlerinin velîsidirler. Bazıları farklı zannetseler de aslında kulların hiç biri, Allah’tan müstağnî kalamaz (O’na muhtaç olmaksızın yaşayamaz). Zâlimler özellikle zulüm ve günah işlerinde karşılıklı dostturlar. Buna karşın Allah, kendisine karşı kulluk ve sorumluluk bilinci duyan, O’ndan hakkıyla korkup sakınan takvâ sahibi kullarının dostudur, velîsidir.[921]İnsanlar için Allah eşsiz, benzersiz ve sonsuz velîdir. İnsanlar Allah’tan başka mutlak velî/dost ve yardımcı bulamazlar.[922]“Allah, mü’minlerin düşmanlarını çok iyi bilir. Allah onlara velî/dost olarak da yeter, yardımcı olarak da.” [923]
Allah Bazı Kimselere Dost Değildir: Allah (c.c.) mutlak anlamda velîdir, dost ve yardımcıdır. Ancak bu velâyet, insanlar açısından sınırlı bir velîliktir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, kullardan bazıları Allah’ın “velîliğini” kaybederler. Onlar kendi yanlış seçimleri ve yaptıkları kötü ameller yüzünden bu ilâhî dostluğu elde edemezler.
Allah, dalâlette olanların velîsi değildir. Bazıları Allah’ın gönderdiği elçilere ve onların hak dâvetlerine rağmen sapıklıkta direnirler. Allah bu kimseleri kendi sapıklıkları ile baş başa bırakır, onların başka bir velîsi de olmaz.[924] Allah, kendisine karşı kulluk etme noktasında büyüklük taslayan müstekbirlerin velîsi değildir.[925] Allah, kötülük yapanların, fenalıkta bulunanların dostu ve yardımcısı değildir.[926] Allah’tan gelen hakkı ve dini inkâr eden kâfirler, Allah’ın dostluğunu kaybederler ve lânete uğrarlar.[927] Kendilerine hakkı bâtıldan ayıran bir ilim, hak bir dâvet geldikten sonra hevâ ve heveslerine (tutku ve arzularına) uyanlar Allah’tan başka dost ve velî bulamazlar.[928] Allah, iman nimetinden sonra inkâra sapan ve dinde ikiyüzlü davranan münâfıkların dostu (velîsi) değildir. Onlar yeryüzünde kendileri için bir yardımcı da bulamazlar.[929] Allah, inkâr ederek ya da şirk koşarak hak dinden yüz çeviren, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen ve yeryüzünde haksızlık yapan zâlimlerin velîsi değildir. Zâlimler ancak birbirlerinin velîsi/dostudurlar.[930] Allah, zâlimlere meyledenlere, onları onaylayan, ya da destek olanlara da dostluk göstermez: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra, (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” [931]
Tevhid, Şirkten ve MüşriklerdenBerî/Uzak Olmayı Zorunlu Kılar
“Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler.” [932]; “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir…”[933] Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, müşriklerden, onlarla birlikteliklerden, onların câhilî değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir.
Kur’an, başkalarıyla değil; ancak mü’minlerin birbiriyle kardeş olduğunu vurgular.[934] Dostluk da ancak, mü’minlerin birbirleri arasında olur: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”[935]
Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca ve zâlimâne tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdar olmasını önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız” şeklinde nitelendirilmiştir.[936]
Yeryüzünde düşmanlık kaçınılmazdır; insanların bir kısmı, diğerlerine düşman olacaktır: “Birbirinize düşman olarak oradan (cennetten) inin! Artık, Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve şakî/bedbaht olmaz.”[937]
İnsanın, düşmansız şekilde yaşaması, ulaşılamayacak bir hedeftir, ütopyadır. İnsan, yaratılışından itibaren çevresini Allah’ın izniyle koruyucu güçler (melekler) yanında; zararlı varlıklar (şeytanlar, mikroplar) da sarar. Düşmanlığa yol açan pek çok sebep vardır. Eğer düşmanı olmayan insanlar olsaydı, peygamberler olurdu; Hâlbuki tüm peygamberlerin hayli düşmanları, hem da azılı düşmanları vardır.[938] Önemli olan Allah’ın ve bizim gerçek düşmanlarımız dışındakileri, kendi hatalarımızdan dolayı kendimize düşman yapmamak ve düşmanlarla olan imtihanımızı kazanmaktır.
Müslümanların kimlerle nasıl dostluk yapabilecekleri ve düşmanlarına da barış zamanında ve savaşta nasıl davranmaları gerektiği Kur’an’da net şekilde açıklanmıştır. Müslümanların tarihi de farklı inançtan insanlara nasıl davranıldığının güzel örnekleriyle doludur. Bütün bunları bal gibi bilen Papa, İslâm ve Peygamber düşmanlığını kustuğu zehirle müslümanlara kimleri dost ve düşman kabul etmeleri gerektiğini göstermiştir.
Allah’ın bizim için râzı olduğu dinin adı olan[939] ve bütün peygamberlerin dini olan [940] İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer.
Müslümanların Düşmanları Kimlerdir?
Allah’ın “Dost Olmayın!” Dediklerini Düşman Kabul Etmek Zorundayız. Allah, Düşmanlarımızı Bizden Daha İyi Bilir: “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[941] Bu âyetin bir öncesinde, Allah’ın bizim zararımızı isteyenleri haber vermekte, bize önemli düşmanlarımız olan ehl-i kitabı tanıtmaktadır: “Kendilerine Kitab’dan nasib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.”[942]
Kâfirler, apaçık düşmanımızdır.[943] Putlar ve putperestler mü’minlerin düşmanıdır.[944] Mü’minlere en fazla düşmanlık yapanlar yahûdiler ve müşriklerdir.[945] Allah’ın düşmanlarını ve mü’minlerin düşmanlarını dost edinmek yasaklanmıştır.[946] Müslümanların müşriklerden ve taptıklarından uzaklaşmaları ve onları tanımayıp onlara düşman olduklarını açıklamaları gerekir.[947]
Peygamber ve onun yolunu izleyenler dışındakileri dost kabul edenler, âhirette büyük pişmanlık duyacaktır:“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.”[948]
Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”[949]; “...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”[950] Zâlim ise, sadece insanların bedenlerine zarar verip acı çektirenler değil; insanların kafalarını ve gönüllerini işgal edenlerdir. Şirk en büyük zulümdür;[951] dolayısıyla Allah’a herhangi bir şekilde şirk koşan müşrikler en büyük zâlimlerdir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler de zâlimlerin ta kendileridir.[952] Düşmanlık da öncelikle bu zâlimlere karşı sözkonusu olmalıdır: “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” [953]
Umulur ki Allah, Gerçek Müslümanları, Düşmanlarına Gâlip Kılacaktır: “...Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır.”[954]; “...Nihayet Biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.”[955]; “Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmiş sağlam mü’minler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”[956]; “Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz verdik: ‘Şüphesiz onlar, mutlak mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.”[957]; “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki:) üstün/gâlip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”[958]; “...İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır.”[959]
Ehl-i Kitaba Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?
İslâm dini, karşılıklı menfaat ve müsamahaya dayalı müslüman-ehli kitap ilişkisine izin verirken; yahûdi ve hıristiyanların müslümanlara karşı dost görünebileceklerine dikkat çekmekte,[960] bu hususta gizli emellerinin olabileceğini haber vererek onların dost edinilmemesini öğütlemektedir.[961] Müslümanları ehl-i kitap karşısında sık sık uyaran Kur’an, onlara tâbi olunmasını yasaklar.[962] Kur’an, ehl-i kitabın temel yanlışlarını düzeltir ve onları Allah’ın birliği (tevhid) inancına dayalı ortak bir ilkede müslümanlarla birleşmeye çağırır.[963]
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” [964]
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.”[965]
“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.”[966]
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’minler iseniz.” [967]
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslâm’ı kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[968]
“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.”[969]
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız” deyin. [970]
“Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar.”[971]
“Ey ehl-i kitap! (gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?”[972]
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz? De ki: ‘Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarına tamamıyla şâhittir.”[973]
Müslümanlar izzetin nerede aranmasını bilmek zorundadır. İzzeti kâfirlerin yanında, ABD’ye abd olmakta, ya da Avrupa Birliği’nde arayanlar, tâğûtî yönetimde ya da onlara yakınlaşmakta arayanları Allah dünyada bile zelil kılar. Cellâdına âşık olan mahkûm gibi dünya ve âhiret saâdetine engel olan gayrı müslimleri sevip onların değer yargılarını tercih etmek, onlara benzemek, Kur’an tâbiriyle “aşağılık maymun olmak”[974] demektir. Verilen güzel nimetleri beğenmeyip soğan-sarımsak (Allah’ın hidâyetini ve âhiret saâdeti yerine dünyanın basit çıkarlarını) isteyenlere meskenet damgası vurulur.[975] Kâfirlere fitne olarak verilen geçici dünyevî metâları Allah’ın müslümanlara verdiği başta iman olmak üzere gerçek nimetlere tercih, zillet sebebidir. Mü’minleri bırakıp kâfirleri velî/dost edinenler, izzeti onların yanında arayan ve tüm izzetin Allah’a ait olduğunu bilmeyenlerdir.[976] Mürtedler bilsinler ki, Allah onların yerine mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı aziz ve insanların kınamasına aldırış etmeyen gerçek mü’minler ortaya çıkarır.[977] İslâm’ın askerleri, Allah hizbi/erleri iki cihanda da en büyük izzete sahip olduğu halde, tâğutların askerleri zilletin her çeşidine muhâtap olur. Müslümanları aşağılayan, dini suçlayan, “gerici, bağnaz, çember sakallı, yarasa, kara fatma...” diyenler âhirette Allah nazarında aşağılanacakları gibi, dünyada da mü’minler nazarında aşağılanmalıdır.
Allah’ın küçülttüklerini gözlerinde büyüten ve dünyayı âhirete tercih etmenin alçaltıcı zilletini tadan insanların dünyada aziz olma hakları yoktur. Tâğûtî şahsiyet ve makamları önemseyip benimseyen, dolayısıyla Allah nazarında zelil olan kimseleri aziz/şerefli kabul edenler, onların boyunlarına taktıkları zillet tasmalarını nasıl çıkarabilirler? Kurtuluşu İslâm’da arayacaklarına, Batıda arayanlar, kâfirlerin ölçülerini İslâmî esaslara tercih edenler iki dünyada da azîz olamazlar. Üstünlüğün Kur’anî ölçüsünün takvâ, ilim ve cihad olduğunu bilmek istemeyenler; dış görünüşte, parada, maddede, hatta kâfirlerde ve küfürde izzet aramaya kalkarlar. Bu arayışlarının cezası olarak yücelttikleri bu değersiz şeylerin altında kalır, değersiz bir şekilde yaşarlar. En büyük zararı kendilerine verirken, dâvâlarını küçük duruma düşürdüklerinin vebalini de öteki dünyaya götürürler.
Allah İçin Dost Olmanın (Velânın) Gerektirdikleri
Allah için dost olmanın ve velâyeti Müslümanlara vermenin bir takım gereklilikleri ve sorumlulukları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır.
1-) Meşrû bir gerekçe olmadığı sürece küfür diyarlarından Müslümanların diyarlarına hicret etmek,
2-) Müslümanların cemaatine katılmak, onlardan ayrılmamak,
3-) Kendisi için istediği iyilikleri Müslümanlara da istemek, kendisi için istemediği kötülükleri onlar için de istememek,
4-) Onların kusur ve yanlışlıklarını araştırmamak, gizliliklerini düşmanlara haber vermemek ve onlara zarar vermekten uzak durmak,
5-) Düşmanları karşısında Müslümanlara destek vermek, onları yalnız bırakmamak, canla başla onlara yardım etmek,
6-) Onlardan hasta olanları ziyaret etmek, cenazelerine katılmak, nazik davranmak, dua etmek, bağışlanmalarını dilemek, zayıflarına yardım etmek, selam vermek, muamelatta onları aldatmamak, mallarını haksız yere yememek ve üç günden fazla küs durmamak,
7-) Onların mukaddesatına ilişmemek. Örneğin onların mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunmak ve zulmetmekten, sövmekten, gıybet yapmaktan, laf taşımaktan ve su-i zanda bulunmaktan uzak durmak gibi.
Allah İçin Düşman Olmanın (Berânın) Gerektirdikleri
Allah için dost olmanın nasıl ki bir takım yükümlülükleri varsa aynı şekilde Allah için düşman olmanın da bir takım sorumluluk ve yükümlülükleri vardır. Müslüman bunlara riayet etiği zaman kendisini küfür ve şirkten muhafaza etmiş olur. Bunlardan bazısı şunlardır.
1-) Muvahhidlerin babası Hz. İbrahim gibi şirkten, küfürden, kâfir ve müşriklerden nefret etmek, onlara karşı düşmanlık beslemek; onların bizzat kendilerinden, küfür, şirk ve inançlarından, kanunlarından, şirke dayalı sistemlerinden, ilahlarından ve Allah’tan başka tapmış oldukları mabutlardan beri olduğunu ve bunların hiçbirisinden râzı olmadığını ilan etmek.[978]
2-) Küfre girmiş insanları dost, yardımcı, önder, lider, yönetici edinmemek; onlara sevgi beslememek ve onlardan uzak olmak.
3-) Dini yayma ve İslâm’ı tebliğ etme gibi şer‘î bir maslahat söz konusu olmadığı sürece küfrün hâkim olduğu diyarları terk etmek, kâfirlerin sayısını çok göstermemek. Aksi halde Rasûlullâh’ın (s.a.v.) şu sözüne muhatap olabiliriz: “Ben müşriklerin arasında ikamet eden her Müslümandan beriyim!”[979]
4-) Dinî ve dünyevî yönden onlara benzememek.
Dinî yönden onlara benzemek şu şekilde olur:
* Dinî şiarlarda ve ibadet yöntemlerinde onlara benzemek,
* Kitaplarını tercüme etmek ve okunmasını kolaylaştırmak
* Şer‘î süzgeçten geçirmeksizin onların ilimlerini almak, yönetimde ve eğitimde onların kanunlarını almak ve uygulamak.
Dünyevî İşlerde onlara benzemek ise şu şekilde olur:
* Yeme, içme gibi hususlarda onlara benzemek,
* Giyim, kuşam gibi hususlarda onlara benzemek,
* Onların isim ve künyelerini kullanmak,
*Âdet ve geleneklerini Müslümanlar arasında yaygın hale getirmek.
5-) Kâfirlere yardım etmemek, onları övmemek, onların üstünlük ve yardımlarının propagandasını yapmamak, Müslümanlar aleyhinde onlara yardım etmemek, Müslümanların sırlarını onlara vermemek, onları sırdaş edinmemek, mecbur kalmadıkça onlardan yardım istememek, onların sohbetlerine ve meclislerine katılmamak.
6-) Kâfirlerin bayram ve törenlerine katılmamak ve böylesi günler münasebetiyle tebrikte bulunmamak, söz ve fiil ile onları tebcil etmemek, “efendimiz, liderimiz, seyyidimiz” gibi lafızlarla onlara iltifatta bulunmamak.
7-) Onlar için bağışlanma ve istiğfarda bulunmamak.
8-) Onlara yağcılık, dalkavukluk ve yaltaklık yapmamak, onların batıllarına ve kötü fiillerine sessiz kalmamak.
9-) Onların hakemliğine müracaat etmemek, onların hükümlerine rıza göstermemek, onlara tabi olmamak ve peşlerinden gitmemek.
10-) Onların emir ve yasaklarına uymamak.
11-) Kendileri ile karşılaştığımız zaman İslâm’ın selamı ile onları selamlamamak.[980]
Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir. Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:
a) Müslüman olmak,
b) Allah’a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,
c) Namaz kılmak,
d) Zekât vermek,
e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. [981]
Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara Allah ve rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır. İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir müslüman, Allah’a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.
Kur’ân-ı Kerim’de Velî ve Velâyet (Dost ve Dostluk) Kavramı
“Velî” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da toplam 232 yerde geçmektedir. “Velî” kelimesi, Kur’an’da 24 âyette geçer. Velî’nin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi ise 62 yerde kullanılır. “Velâyet” kelimesi de iki âyette zikredilir. “Velî” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de şu mânâlara gelir: Dost,[982] yardımcı ve taraftar,[983] hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamında.[984] Kur’an, bu son anlamda kullanılan velî ve evliyâ kavramlarını kullanırken; bazı âyetlerde yine hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamına gelen “bitâne” ve “meveddet” gibi değişik kavramları da kullanır. [985]
Kur’ân-ı Kerim’de “velî” kelimesinin anlamlarını iki maddede toplayabiliriz. a) Yandaş, taraftar, dost, b) Başkası adına onun işlerini yöneten yetkili. “Velâyet” ve onun türevleri olan “velî” ve “mevlâ” kavramlarının Kur’an’da kullanıldığı bütün yerlerde, dostluk, sırdaş, yardımcı, taraftar, hâkim, vâli, yönetici, koruyucu, sahip ve gözeten, yol gösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden, koruyucu ve yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velâyetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz.
Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları bildirilmiştir.[986] Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler ancak kardeştir,”[987]; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”[988] gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır.
İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer.
“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[989]; “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” [990]
Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [991]
O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” [992]
Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” [993]
Tâğutları Velî/Dost Edinmek: “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”[994] Zulumât, yani karanlıklar, gözlerin eşyayı idrâk ve onun varlığını tespite engel olduğu için küfre örnek olarak zikredilmiştir. Zira aynı şekilde küfür de kalp gözlerinin imanın hakikatini ve kendi akıl ve ruh sağlığını idrâke engel teşkil etmektedir.
Bu sebeple Allah, kullarına kendisinin mü’minlerin velîsi olduğunu, onlara imanın hakikatini, yollarını ve kaynaklarını, delillerini gösterdiğini, onları hidâyete erdirdiğini, küfrü gerektiren şeyleri giderip kalp gözlerinden karanlık perdelerini kaldırarak kendilerini şüpheleri giderecek delillere muvaffak kıldığını haber verir. Sonra, vahdâniyetini inkâr eden küfür ehlinden de haber vererek; onların velîlerinin, yardımcı ve savunucularının, Allah’ı bırakarak tapındıkları putlar ve kendisine şirk koştukları kimselerden ibaret tâğutlar olduğunu ve bu tâğutların onları iman nurundan çıkararak basîretlerini kör edip iman ışığının hakikatlerini, delil ve yollarını görmelerine engel olan küfrün şüphe karanlıklarına iteceklerini ifade ederek tâğutların velî edinilmemesini tâlim buyurmaktadır.
Tâğutlar, itikatlarına uygun olarak insanları sırât-ı müstakîmden çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü onlar aydınlıkta iş yapmak istemezler. Her tuttuklarını, aksine ve tersine sürüklerler. Devamlı karanlığa, gidilmedik çıkmaz sokaklara giderler. Akıl, mantık ve ilmi sevmezler; düşünceyi suç sayarlar, tefekküre giden yolları tıkarlar, fikirleri ve irâdeleri ifsâd eder, ahlâkları bozar, ardına taktıkları kimseleri, içinden çıkılmaz belâlara sürüklerler. Allah’a iman etmeyen kâfirler, tâğutlara küfür bile etseler, yani hiçbir kulpa yapışmayıp kendi kendilerine kalmak isteseler bile, yeni tâğutların tasallutundan kurtulamayacak, her durumda tâğutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız yaşaması mümkün olmadığından Allah’ın teklifini, Allah’ın emirlerini dinlemeyenler, kesinlikle tâğutların emirlerine mahkûm olacaklardır. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, mü’minlerden, kendisini inkâr eden ve imanın hakikatini idrâke engel olan, dost edinmek sûretiyle peşinden gidenleri küfrün karanlıklarına çekecek olan tâğutu velî edinmemelerini istemektedir. Çünkü tâğutun velîlerinin kâfirler olduğunun haber verilmesi, mü’minlerin Allah’ın koyduğu hudûdu aşan, kendilerini veya düzenlerini Allah’ın nizamına alternatif olarak sunan tâğutları velî/dost kabul etmesi, aklın ve mantığın da mümkün görmeyeceği bir çelişkidir. Çünkü “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.”[995] Kişi ya Allah’ı ve Allah’ı sevenleri, Allah tarafından sevilenleri dost kabul edecek; ya da tâğutları dost kabul ederek Allah’ın dostluğunu, yani mü’minliği kaybedecektir.
Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [996]
Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında mı Arıyor?: “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”[997]; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...”[998]; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” [999]
Mü’minlerin Kâfirleri Velî/Dost Edinmesi: İslâm dini, insana, insan olma hak ve hürriyetini en doğru ve âdil şekilde veren ve herkese insanca muâmele edilmesini emreden ilâhî bir dindir. Bununla beraber bu dinin, müslümanları gayr-ı müslimlerin bâtıl inanç ve sultası altına bırakmayacağı da açıktır. Nitekim Kur’an, müslümanların, İslâmî nizama halel getirecekleri ve müslümanları doğru yoldan saptıracakları endişesiyle sırlarına vâkıf olacak şekilde gayr-ı İslâmî unsurlarla samimiyet kurup dost ve ahbap olmalarını uygun görmemiştir.
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir...” [1000]“Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[1001]; “Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin)...” [1002]
Bu ve benzeri âyetler, çok net bir üslûpla, mü’min sayılmak için her çeşit müşrik ve kâfiri velî edinmekten kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedir. Allah sevgisiyle Allah düşmanlarının sevgisini kalbinde birleştirmesi mümkün olmadığından kâfirleri velî edinmek mü’mine yakışmaz. Allah’ı seven, O’nun düşmanlarına buğzetmek zorundadır. İmanla küfür arasında hiçbir yakınlık ve ilişki yoktur. Âyetler, kâfir ve müşriklere karşı muhabbet ve samimî dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi, sorumluluğunu onlara bırakıp onları yönetici kabul etmelerine de izin vermez. Allah Teâlâ, mü’minleri, Allah’ın âyetlerini inkâr eden veya onlarla alay eden kâfirlerle birlikte oturmayı yasaklamakta[1003] ve onların dünyadaki konforlarına ve servetlerine bakıp imrenmekten de nehyetmektedir: “Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin (âhiretteki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” [1004]
Kâfirleri dost kabul etmemek, onlarla devamlı kavgalı ve savaş şartları içinde yaşamak değildir. Mü’minler, kâfirlere karşı güzel davranış, adâlet ve ihsan ile hareket etmekten men edilemezler. Çünkü kâfirleri velî edinmemek başka; onlara karşı hüsnü muâmele, adâlet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Haklara riâyet, verilen sözde durmak, ciddiyet, merhamet ve imanın gereği olan her çeşit güzel huylar müslümanın şiarıdır. Fakat mü’minin her şeyden önce din ve imanında samimi olması gerekir. Allah’tan başkasına nefsini teslim etmeyecek olan mü’minin, kendisini herhangi bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırıdır. Dünyevî hususlarda kâfirlerle zâhiren güzel davranış ve insanî ilişkilerde bulunmak haram değildir. Ama onlara meyletme, günahta yardım etme ve onlara arka çıkma mânâsında kâfirleri velî/dost edinmek, meselâ akrabalık sebebiyle bu tür yakınlık, küfrü icap ettirmese bile, haram kabul edilmiştir. Çünkü bu anlamda kâfir kimseyi sevmek, bazen mü’mini onun yolunu güzel görmeye ve dinine râzı olmaya cezbedebilir. Bu da onu İslâm’dan çıkarır.
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler...”[1005] hitâbından maksat, onlarla her türlü dünyevî ilişkileri kesip devamlı düşmanca davranmak değil; onların hükümranlıklarını ve yönetim şekillerini desteklemek, müslümanların sırlarını onlara ifşâ ve müslümanların aleyhine onlarla ittifak edecek şekilde gönül dostu olmak ve onların inançlarını benimsemekle olur.
Mü’minlerle kâfirler arasındaki velâyet ilişkisini durum ve şartlara göre mubah, haram ve küfür olmak üzere üç kategoride ele almak mümkündür:
1- Mubah sayılan ilişki: Kalben sevgi ve muhabbet beslemeksizin insan olmaları hasebiyle dünyevî hususlarda zâhiren güzel ilişkilerde bulunmak ve insan haklarına saygılı davranarak adâletle muâmele etmek.
2- Haram sayılan velâyet: Dinlerinin bâtıl olduğunu kabul etmekle birlikte akrabalık veya kişisel muhabbet sebebiyle kâfirlerle karşılıklı olarak yardımlaşmak, işbirliği yapmak ve onlara meyletmek şeklinde ortaya çıkan velâyet, yani dostluktur. İşte bu durum, küfrü gerektirmese de şer’an yasaklanmıştır. Zira bu çerçevede birbirleriyle ilişkiyi sürdürmek, bazen mü’minlerin onların yolunu benimsemesine ve dinlerine rızâ göstermesine sebep olabilir. Bu da neticede kendilerini dinlerinden çıkarabilir.
3- Küfrü gerektiren velâyet: Kâfirlerin dinlerini ve yaşantılarını benimseyip kalben onlara sevgi ve muhabbet göstermek, mü’minlerin aleyhine onlara arka çıkmak, mü’minlerin gizli ve mahrem sırlarını onlara ifşâ edecek şekilde onları velî/dost edinmektir. Bu, onların küfrünü tasvip etmek ve ona râzı olmak anlamına gelir. Küfrü tasvip ve küfre rızâ, küfür olduğundan, onlarla bu çeşit velâyet/dostluk ilişkisi kurmak küfrü gerektirir. “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin... Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.”[1006]; “Sen, zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [1007]
İman edenler, bütün dünya görüşlerini ve hayatlarını tanzim edecekleri esasları Kur’an’dan almaları gerektiği gibi; sevgi, muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur’an’dan almak zorundadırlar. Allah’ın dini, tevhid dini olduğuna göre mü’minin muhabbet ve dostluğu, yalnız bu dairenin içerisinde cereyan etmelidir. Hem Allah’ı, hem de O’nun düşmanlarını sevmek, mantıkî bir çelişkidir. [1008]
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren[1009] büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır[1010], zâlimlerden olmaktır[1011] ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.[1012] Allah’a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddedip (yaptığı olumlu şeyleri) inkâr etmek” olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.”[1013] Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [1014]
Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.
Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[1015] İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu, velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.” [1016]
Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur. [1017]
Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir. Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle “Vatanım rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti, bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları, ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmayacaklardır.”[1018] Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları yaptı...” Ama, düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar, ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zikzaklar çizen tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”, “Tanrı Türkü korusun!”
Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır. Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını, O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”[1019]; “Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” [1020]
Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.” [1021]
Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia değildir. Allah’a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[1022] Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[1023]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.” [1024]
Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek, onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [1025]
Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah” ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir grup yoktur.“Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”[1026]; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” [1027]
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.”[1028]; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”[1029] Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir.Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar.İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz[1030] olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...
Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?
“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[1031] diyen Rasûl’ün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûl’ün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız. Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak, hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü, görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli; çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...
Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet) yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”[1032] Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”[1033]“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” [1034]
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”[1035] Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu yerde ırkçılık, nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok; vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok. Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akîde ve onun bayrağı altında durmak vardır.
Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.
İman, kabul etmeye ve sözleşmeye dayalı bir dostluk simgesidir. Bunun neticesi de Yaratıcı’ya teslim olmaktır. Bu teslimiyet, ahd, mîsak ve velâ kavramlarıyla ifade edilir. İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.”[1036]İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir.
Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır” vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.
Tapınılmak için uydurulan tanrılar, ya da kendini tanrı yerine koyan, Allah’ın hükümleri yerine kendi ilkelerini uygulayan tâğutlara velî/dost gözüyle bakılamaz. “Allah, mü’minlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin (cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.” [1037]
Allah’ın gazap ettiği topluluklarla da velâyet bağı kurulamaz. Çünkü onlar yaptıkları büyük hatalarla yoldan çıkmışlardır ve Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.[1038] Müslümanların düşmanı oldukları gibi, Yüce Allah’ın ve O’nun dininin de düşmanı olan müşrik kimselere velî olunmaz. Allah rızası için yola çıkmış mü’minler, haktan ayrılmış bu gibilere velî/dost gözüyle bakamazlar.[1039] Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar da müslümanlara velî olamazlar. Mü’minler, çevrelerinde münâfıkların zararlı faaliyetlerini gördükleri, onların müslümanları aldatıp çıkar sağladıklarını bildikleri halde onları velî/dost edinemezler. Toplumun velâyetini, yani yönetim yetkisini bu iki dinli kimselere emanet edemezler. [1040]
İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk, velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler. Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.
Dostluğun itikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak, müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”[1041]Müslümanın sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları. Bunlar birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç kimse Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez ve O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak Allah yeter. Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.
Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar. Kim bir insanı bir üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden, asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır. Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye çalışmak imanın zayıflığındandır.
Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”[1042] Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine karşı haksız ve zâlim olurlar.
“Ancak bu şeytan, dostlarını korkulu gösteriyor.”[1043] Şeytana uyanlar düşmanla dostluk kurar ve münâfık olur. Oysa dostluk için ölmek de vardır: “Nice peygamberler var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler.” [1044]
Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur. Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”, “Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe, tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.
Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” [1045]
Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır. Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle dostluk edecektir? “Gerçek dostum!” diye hakikaten gösterebileceği kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun Allah olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. [1046]
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Pyegamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[1047] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Velâyetin Siyasî Görüntüleri
Kur’an, velîliği kan ve soy bağına değil, iman bağına bağlar. Yakın ve uzak akrabayla kurulacak olan iman ve velâyet bağı, onlar arasındaki dostluk ve sevgi atmosferi oluşturacaktır. İslâm, mü’minleri hangi renkten, hangi ülkeden ve hangi soydan olurlarsa olsunlar, velî ilân eder. Onların birbirleri üzerinde velâyet hakları vardır. Onlar bu hakkını bir iman borcu olarak almaktadırlar. Bilindiği gibi mutlak velâyet yetkisi Allah’a aittir. O’nun Rasûlü Muhammed (s.a.v.) de, mü’minlere kendi öz nefislerinden daha “evlâ”dır, dostluk ve yardım bakımından daha yakındır. Peygamberimiz (s.a.v.), bütün mü’minlerin öncelikli velîsidir. O, mü’minler üzerindeki bu velâyet hakkını, peygamberlik görevini yerine getirerek, mü’minleri irşâd ederek, onlara doğru yolu göstererek kullanır.
Birbirlerinin velîsi olan mü’minlerin de birbirleri üzerinde velâyet hakları bulunmaktadır. Onlar bu hakkı, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’rûfu emrederek, münkerden alıkoyarak, birbirlerine yardım ederek, dostluğu ve sevgiyi birbirlerine göstererek, haklarını koruyarak, velâyet yani yönetim makamına mü’min olanlardan başkasını geçirmeyerek, mü’minler aleyhine kâfirlere/inkârcılara ve bozgunculara destek olmayarak kullanırlar.[1048] Bu âyetle, kâfirler ve ehl-i kitapla velâyeti yasaklayan âyet, yan yana düşünüldüğü zaman ‘velâyet’ kavramı ‘dostluk, koruma ve yardım’ anlamlarından, ‘temsil ve yönetme yetkisi’ anlamlarına doğru genişler. Bu anlamda velâyet ‘kamu velâyeti’dir, yani toplumun yönetimi için birine yetki vermedir. Mü’minler, bu velâyeti-yönetim yetkisini iman edip sâlih amel işleyen kimselere verirler. Müslümanlar adına tasarrufta bulunma yetkisi iman eden ve imanın getirdiği ilkelere her alanda uyan, kararları ve icraatlarıyla İslâm’a bağlılıklarını isbat etmiş kişilerde olmalıdır. [1049]
Şüphesiz küfredenler, inanmamakta direnenler ve İslâm’a karşı her araca başvurarak mücadele edenler de birbirlerinin velîleridir.[1050] Onlar, her türlü günah işinde birbirlerine destek olurlar, yardım ederler. Dünyada iken Allah’tan başkasını velî edinenler, hem dünyada hem de Kıyâmette bir velî ve yardımcı bulamayacaklardır.[1051] İslâmî yönetim sisteminde ‘ulu’l emr’in diğer adı ‘velîyyü’l emr’dir. İşin velîsi anlamındaki bu deyim, oldukça anlamlıdır. Mü’minlerin din ve dünya işlerinin emânetini yüklenen emir sahipleri, onların velâyetini almış, onların velîleri durumuna gelmiş kişilerdir. Bu velâyet hakkının da gerçek Velî olan Allah’ın hükümlerinin uygulanmasıyla elde edileceği açıktır. İman etmeyen, müslümanların gittiği yoldan gitmeyenlere bu işleri yapma velîliği (velîyyü’l emr emâneti) verilmez.
Görüldüğü gibi “velî” kavramı, Allah, peygamber, melek, mü’minler hakkında kullanıldığı gibi; şeytan, inkârcılar ve münâfıklar hakkında da kullanılmaktadır. Bütün kullanılışlardaki ortak nokta; yardım, dostluk, yakınlaşma, işini üslenme, idaresini başkasına verme anlamlarıdır. Velâyet, bu anlamda kullanıldığı gibi, İslâm kültüründe daha farklı bir mânâya da sahiptir. Velâyet, bir yönüyle siyâsî bir kavramdır ve yönetimle ilgilidir. Kelimenin sözlük anlamı, aile içinde babanın velî oluşunu, müslümanların din ve dünya işlerini emanet ettikleri yetki ve hak sahibini işaret ediyor. Mü’minler, bu velâyet hakkını kendilerinden olmayan kimselere veremezler. Yukarıda geçtiği gibi inkârcılar, bozguncu müfsitler, haddi aşanlar, münâfıklar, şeytanın dostları ve tâğutlar, mü’minlerin velîsi değildirler, olamazlar.
Öyleyse mü’minlerin, kendilerine asla velî olmayacak bu gibi kimselere, yönetim yetkilerini, dinlerine müdâhaleyi, bireysel ve sosyal hayatlarını bırakmamaları gerekir. Yalnız, şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, mü’minlerin dışındaki insanların velî/dost edinilmemesi, asla kötü muâmele, hak ihlâli ve sürekli kavga hali demek değildir. Bilakis dinimiz, bütün insanlara iyi muâmele etmeyi emrediyor. Ancak velâyet bağı iman ile oluşan bir bağdır. Mü’minler inkârcılar ile bir arada yaşayabilirler, ama işlerini onlara emânet etmemeleri, onları sırdaş ve velî edinmemeleri şarttır.
Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,[1052] velîsidir.[1053] Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[1054]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[1055]; “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [1056]
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velîd bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” [1057]
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”[1058] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” [1059]
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. [1060]
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Hâlbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[1061] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[1062] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”[1063] Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince yukarıda anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları velî/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların İslâm ülkelerinde kurdukları gayri İslâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.
Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle (hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır. Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”[1064] Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de üzülmeyecekler.
Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.”[1065] Ölçü iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zâlimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyâu’llah’ olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak önemlidir.
Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar. İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin birbirlerinin velîsi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman gelir.
Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklıyor. Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.”[1066]Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir. [1067]
Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine dost, yârân, ahbap olurlar.[1068] Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gösterirler. [1069]
Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar, İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen kimselerden.
Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır. Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini, mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerâmette bulunabilir.
Kerâmet, velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki, velî olmanın, yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık anlatmaktadır. [1070]
Ünite 19
Şefaat ve Vesile
- Şefaat Kelimesinin Anlamı
- Şefaatin Mâhiyeti
- Şefaat Kavramının Yozlaştırılması
- Vesîle; Anlamı
- Kavram Olarak Vesile
- Tevessülün Çeşitleri
Şefâat Kelimesinin Anlamı
“Şefâat”in aslı “şef’” kelimesidir. Bunun anlamı da bir şeyi benzeri olan şeye eklemek, yan yana getirmektir. Şef’ kelimesinden türeyen şefâat ise, sözlükte, bir kimsenin bağışlanmasını istemek, başkası adına yardım istemek, duâ etmek, rica etmek demektir. Şefâat, bir mü’minin günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edip yalvarmaktır. Bir başka deyişle, bir kimsenin yardım etmek veya yardım dilemek gayesiyle, bir başka kişiye nisbet edilmesi, onunla birlikte anılmasıdır. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder. Şefâat edene Şâfi’ veya Şefî’; şefaat edilene meşfû’ (şefaat bekleyen) denilir. “Şefâat”in çoğulu şüfeâ’ olarak gelir.
Şefaat, kişinin yardım edeceği, kendisi için istekte bulunacağı kimsenin yanında yer alması ve onu tek bırakmamasıdır. Şefaat kavramı en çok saygı ve rütbe yönünden yüksek olanın kendisinden daha aşağı birinin yanında yer alıp yardımıyla onu yalnız başına bırakmamasında kullanılır.[1071]
Şefâat, aynı zamanda aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak gibi anlamlara da gelir. Bu çeşit şefaat, âhiretle ilgili değil; dünyada olan aracılıktır. Nitekim Kur’an’da bu mânâda da kullanılmaktadır: “Kim güzel bir şefâatte bulunursa (güzel bir şeye aracı olursa), ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefâatte bulunursa (kötü bir işe aracılık) yaparsa, ondan da kendisine bir pay vardır. Alllah (c.c.) her şeyin üzerinde koruyucudur.”[1072] Burada ‘şefâat’ olarak ifade edilen aracı olmayı, Peygamberimiz, “Kim güzel bir sünnet (âdet, tavır, çığır) başlatırsa, onunla amel edildiği müddetçe ilk yapana ecir (sevap) yazılır. Buna karşı o sünneti yapanların sevaplarında bir eksiklik olmaz...”[1073] diye ortaya koymuştur.
Buradaki şefaat; hayır olsun, şer olsun, insanların bir yola girmesini sağlamak, onların o yola girmesine aracı olmaktır. ‘Hasene olan şefaat’, insanların iyiliği için, onların faydasına uğraşmak, onlardan zararı uzaklaştırmaya gayret göstermek, kötülükleri önlemeye çalışmaktır. Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor: Peygamber (s.a.v.), bir ihtiyacının giderilmesini isteyen birisi gelince arkadaşlarına döner ve “Şefâat edin, ecir kazanın. Allah da Rasûlünün diliyle dilediğine hükmetsin”[1074] derdi.
“Seyyie olan şefâat” ise, insanların kötü yollara gitmesi için çalışmak, onların kötülüğü ve sapıtması için çaba harcamak, onların zararı için gayret etmektir. İnsanların kötü yollara sapması için sebep hazırlamak, yardımcı olmaktır. Şüphesiz ki bu şekilde, iyi veya kötü olarak ‘şefâat’ etmek, insanlara yardımcı olmak karşılıksız değildir, herkes yaptığının karşılığını alır.
Şefâatin Mâhiyeti
Allah’ın şefaat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü bu Rabbimizin bileceği bir konudur. Şu kadar var ki, şefaati yardım etmek, birinin zarardan kurtulması için duâ etmek, iyi bir şeye öncülük mânâsıyla alırsak, mü’minlerin ve sâlih insanların diğer kimseler hakkındaki duâlarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarına duâ etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için yalvarmalarını bu şefaat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.
Şefaati, bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak şeklinde düşünürsek; bu, olmayacak bir şeydir. Hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. Birçok hadis-i şerifte geçtiği gibi Peygamberimiz (s.a.v.) ümmeti için şefaat etmeye izinlidir. O, mü’minlerin günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ etmiştir ve Âhirette yine duâ edecektir.[1075] “Her peygamberin kabul edilen bir duâsı vardır. Diğer peygamberler o duâyı yapmakta acele ettiler. Ben ise bu duâmı Kıyâmet gününde ümmetime şefaat için sakladım. Ona, ümmetimden şirk koşmayanlar kavuşacaklardır.”[1076]
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.”[1077] Bunlara benzer birçok hadiste Peygamberimiz’in şefaat izni olduğunu görmekteyiz. Bu şefaat elbette onu hak edenler içindir.
İnkâr edenler için şefaat kapısı kapalıdır. Allah’a şirk koşanlar şefaatten yararlanamazlar. Onlar, dünyada iken kendilerine gelen elçileri ve onların haber verdiği Âhireti kabul etmiyorlardı. O elçileri alaya alıyorlar, Rablerine isyan ediyorlar, ya da Allah’tan başka ilâhlar ediniyorlardı. Bu nedenle onların orada yardımcıları ve bir şefaat edicileri yoktur. Onları azaptan kurtaracak, ya da cezalarını hafifletecek bir velileri de olmayacaktır.
Allah izin verirse, Peygamberimizin şefaati mü’minlerin bağışlanması, makamlarının daha da yükseltilmesi için bir duâ ve yakarış olarak gerçekleşecektir. Şefaat olunacak mü’minlerin de şefaat edilmeye lâyık olmaları şarttır. Şüphesiz ki Allah’ın affetmeyeceği bir kimse için Peygamber af ve bağışlanma dilemez.
Şefâat, bir yönüyle de yardımdır; Bir kimseye faydalı olmak, ona iyiliğin gelmesine aracı olmak, bir kötülüğün ondan uzaklaşmasına yardımcı olmaktır. Bu şefâat çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim Peygamberlerin tebliği, insanları Hakka dâveti bir şefaat olduğu gibi onların, ümmetleri için duâ edip affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir.[1078]
Allah’ın, kullarından faziletli birisinin diğer bir mü’min için hayır isteğine icabet ederek bundan bir zararı gidermesi, yahut onun günahlarını affetmesi, insanlara sonsuz nimet ve lütuflarının bir kısmıdır. Mü’minin, mü’min kardeşinin günahlarının affı için duâsı Allah katında ona şefaati türündendir. Allah katında hayırlı bir kulun bu duâsı ister dünyada iken sağ olan mü’min için olsun, ister ölmüş mü’min için olsun veya âhirette meydana gelsin aynıdır. Dünyada iken Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü’minlere duâsı, onlara bir çeşit şefaatidir. O daha bu dünyada hayatta iken mü’minlere duâ ederek şefaatte bulunmuştur. Nitekim Hz. Âişe (r.a.)’nın naklettiğine göre, Rasulullah (s.a.v.) çok defa geceleri yatağından kalkar, mü’min ölülere Allah’tan mağfiret istemek için Bâkiu’l-Ğarkad mezarlığına giderdi.[1079]
Şefaat yetkisi ancak Allah’a aittir. Şefaat, sadece Allah’tan istenmelidir. Ölmüş kimseler isterse peygamber olsun, direkt olarak onlardan asla şefaat istenemez. “Yani, “şefaat yâ Rasûlallah” demek hem “şefaatin tamamının Allah’a ait olduğu”[1080] âyetine, hem de “ancak Senden yardım isteriz”[1081] âyetine ters düşeceği için câiz değildir. Peygamber’den bile şefaat istemek câiz olmadığına göre, Allah’ın dostu olduğu zannedilen kimselerden şefaat talep etmek ya da böyle bir şeyi garanti gibi bilmek hiç mi hiç câiz olmaz. “De ki: ‘Şefaatin tamamı Allah’a aittir.”[1082] Ancak, “Ey Allah’ım, Rasûlullah’ı bana şefaatçi eyle” diyerek Allah’a duâ edilebilir. Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadiste peygamberimiz bir sahâbîye şefaatini istemesini şöyle öğretmiştir: “Allah’ım O’nu (Rasulullah’ı) hakkımda şefaatçi kıl.”
Büyük müfessir Elmalılı, âyet el-kürsî’nin[1083] tefsirinde şunları söyler: Tüm sebep O, tüm gaye O, her şeyin mâliki olan O; Allah’ın mülkü olan yaratıklardan kimin haddi ki Allah’ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin? Bu halde hangi budaladır ki Allah’ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Bizzat O’nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir? Herhangi bir şeyde ister bir parça olsun tasarrufa kimin yetkisi olabilir? Bilindiği üzere şefaat, hürmete lâyık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O’na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimse yapabilir.
Oysa Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan daha çok birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrâk etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hali, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hal içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah’ın kullarına Allah’tan daha çok sahip çıkmak, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenâb-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî irâde çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka...
Demek ki Yüce Allah’ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat de herkesten önce O’nun kendi elindedir ve O’nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı açılır ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil; yine Allah’ ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların şefaatçi olabilmelerine, asla ihtimal yoktur.[1084]
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.”[1085] Konumuzun temelini teşkil eden bu âyetin tefsirinde Min Vahyi’l-Kur’an adlı tefsirde şu açıklama yapılmaktadır:
Bu âyette şefaat, dünyadaki beşerî zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve kişisel umutlarla âhiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır. Âhiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi olduğunda bir başkası onu halledebilmekte veya araya vâsıta/aracı koymakta. Ya da malî veya başka bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte âyet, âhirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir.
İlke olarak şefaat meselesine gelince; pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle câhil insanlar, bu yanlış anlayışlarından dolayı peygamberlere ve velî zannettiklerine kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere, şöhret ve makam sahibi kimselere hediyelerle yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velî zannettiklerine yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velîlere ve peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır.[1086]
Şefaatle İlgili Şu Dört Nokta Gözönüne Alınmalıdır:
1-) Şefaat sırf Allah’a ait olan bir haktır. Allah’ın izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. Hiç kimse, hiç bir konuda Allah’ı zorlayamaz. Mekke müşrikleri taptıkları putların Allah’a rağmen kendilerine şefaat edecekleri gibi sapık bir inanca sahiptiler. Şefaat etme yetkisine sahip olan peygamberler, âlimler ve şehitler ancak Allah’ın izniyle ve takdir ettiği kadar şefaat edebilirler.
2-) Şefaat, yalnız günahkâr müslümanlar içindir. Kâfirler için şefaat yoktur. Âyet-i kerimede Allah Teâlâ bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlara (Kâfirlere) şefaat edicilerin şefaati fayda vermez.”[1087]
3-) Günahı az olan varken çok olana, imanı kuvvetli olan varken imanı zayıf olana şefaat edilmeyecektir.
4-) Müslümanlar, Allah’ı râzı etmeden, önceliği Allah’a değil de başkalarına vererek şefaat hakkı kazanamaz. Müslümanlar Allah’ın izniyle Peygamberimiz’in şefaatine hak kazanabilmek için de Peygamberimiz’in sünnetine uymalıdır. Hal ve hareketlerinde O’nu örnek almalıdır. Peygamber örnek alınmadan yaşanan hayat İslâmî bir hayat değildir.
Şefaat Kavramının Yozlaştırılması
Tevhid akîdesinin anlaşılmasında en önemli kavramlardan birisi de şefaat kavramıdır. Tevhid ve şirk kavramları yeterince anlaşılmadan şefaat de anlaşılamaz. İşte bu sebeple şefaat kavramı, kimi istismarcılar tarafından ustalıkla çarpıtılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevreler yararına sömürülmektedir.
Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı “tevhid”den habersiz olanların, sadece şefaat kavramını değil; diğer akîdevî kavramları da anlayabilmesi ve toplumsal yaşam içerisindeki istenilen yere oturtabilmesi mümkün değildir. Müslümanların, Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve insanların o sınırlar içerisindeki yerini bilmesi gerekir. İnsanın yapısı, özellikleri ve gücü çok iyi bilindiği takdirde toplum içerisinde bazı insanların tuğyan edip haddi aşmaları, müstekbirleşerek Allah’ın sıfatlarına müdahale etmeleri de anlaşılabilecektir.
Şefaat kelimesinin anlamı, o günkü câhiliyye toplumunda çok iyi biliniyor ve kullanılıyordu. Müşrikler kendi putlarını Allah’a yaklaştırıcı olarak kabullendikleri[1088] gibi, âhiret gününde şefaat edeceklerine ve kendilerini azaptan kurtaracaklarına da inanıyorlardı. “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir zarar ve fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.”[1089] Allah katında (Allah’a rağmen, O’nun izin vermediği) şefaatçiler olduğunu söylemek, Allah’ı gereği gibi tanıyamamaktan kaynaklanır. Bu davranış, Allah’a iftira etmektir ki, bu da büyük bir sapıklıktır.
Böyle bir iddia, dünkü câhiliyye toplumunda olduğu gibi, bugünkü toplumda Kur’an’dan habersiz, gelenek ve hurâfeleri kendisine din edinmiş kesimlerde de vardır. Kur’an dışı bir geleneği din olarak kabul edip bunu yaşamaya çalışan bazı insanlar, kurtuluşlarının Allah’a gerçek iman ve sâlih amellerde değil; sâlih veya veli zannedilen zatlara bağlanmakta olduğunu, o insanların Allah’ın yanında özel bir konumlarının bulunduğunu, bu sebeple onların isteklerini Allah’ın geri çevirmeyeceğini iddia ediyorlar. Kur’an, putlara ve putlaştırılan insanlara güvenmenin şirk olduğunu değerlendirerek “Allah, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” buyuruyor. İnsanlara güvenmekten ziyade, sâlih amel işlemeye dâvet ediyor. “İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.”[1090]; “Ve öyle bir günden sakının ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, onlara hiçbir yardım da edilmez.”[1091]
O gün, öyle dehşetli bir gün ki, herkes kendisini kurtarabilmek için çırpınıyor, özürler sayılıp dökülüyor, güvenilen kişilerin veya şeylerin de kendileri gibi âciz olduğu anlaşılıyor. Sapanlar ve saptıranlar birbirlerini suçluyor, bu yapılan ve söylenilenlerin fayda vermediği anlaşılıyor. Herkes kazandıklarıyla rehin tutularak hesaba çekiliyor, zerre miktarı hayır ve şer karşılık görüyor, kimseye orada iltimas geçilmiyor, haksızlık edilmiyor. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bizi o günün dehşetiyle uyarıp korkutuyor. Dünyada iken o gün için bir şeyler yapmamızı, şefaatçiler edinmeye çalışmanın faydasız olduğunu, ancak kendi amellerimizle korunabileceğimizi bildiriyor.
“Sizin O’ndan (Allah’tan) başka ne bir şefaatçiniz, ne de bir velîniz vardır. Hâlâ düşünüp öğüt almıyor musunuz?”[1092] Kur’an, o gün, hâkimiyetin tümüyle, tek hâkim olan Allah’a ait olduğunu bildirerek, bu hâkimiyette hiçbir ortak ve aracının olmadığını, o gün insanların birbirlerinden farklılığının bulunmadığını, özel statüye sahip hiçbir kimsenin olmadığını belirtiyor. “O’nun izni olmadan kimse konuşamaz.”[1093]; “Onlar Allah’tan önce söz söyleyemezler.”[1094] “O gün öyle dehşetli bir gündür ki, kimse konuşmaya cesaret edemez; Ancak o gün ruh ve melekler, sıra sıra dizilirler. Rahmân’ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. (Rahmân’ın izin verdiği) konuşan da doğruyu söyler.”[1095] “Konuşmak” kelimesi ile şefaat kast edilmektedir. Şefaat için ise iki şart vardır. Birincisi, Allah kime izin verirse o konuşacaktır; ikincisi ise, konuşan kimse doğru ve gerçek olanı söyleyecektir. Diğer bir husus ise şöyle belirtilmiştir: “Allah’ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Öyle ki, onların kalplerinden korkuları giderilince denilir ki, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ Onlar da: ‘Hakkı buyurdu, O çok yücedir, çok büyüktür’ derler.”[1096]
Fayda verecek şefaat Allah’ın izin verdiğidir. Kur’an’dan, tevhidden habersiz insanlar, kendilerine şefaatçi edindiklerinin de Allah’ın azâbından korktuklarını anlayamıyor veya anlamak istemiyorlar. Peygamberlerin bile “nefsî, nefsî” diyecekleri, kendi kurtuluşlarını düşünüp korkacakları bir günde kolay sığınak arıyorlar. Hâlbuki şefaat ancak Allah’tan gelecek izinle olacaktır. Ondan önce de insanların kendi sınavlarını vermeleri ve korkularının giderilmesi gerekir. Eğer sınavını başarıyla vermiş, korkuları giderilmemişse, o da kendisi için yardım bekleyecektir. Zira kazandıklarıyla helâke sürüklenenler için şefaatçi yoktur. Onlar için çılgın alevli bir azap vardır.[1097] Çünkü onlar iman etmemişlerdi, iman edenleri ise hayatlarını isyan içerisinde geçirmişlerdir. Onlar kazandıklarıyla helâke uğramışlardır.
Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: “Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah’tan bir şeyi savamam.”[1098] Görüldüğü gibi, Allah’a yakın olmak için, Peygamberimiz’in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah’ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Âyetlerde geçen Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin kimler olduğu, bunların bu izne ulaşmalarının sebebi, verilecek iznin hangi boyutta olduğu gibi hususlar Kur’an ışığında açıklığa kavuşturulması gereken hususlardır. Bu meseleler aydınlanmadığı sürece, nice insan “Medet yâ Abdülkadir Geylânî!, Yetiş yâ Hızır, yardım et! Ey şeyhim bana şefaat et!” demeye devam edecektir.
Birinci mesele, Allah tarafından kime şefaat etme izni verileceğidir. Öncelikle şunu unutmamalıyız ki; “şefaatin tamamı Allah’ındır.”[1099] Yani hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur ve böyle bir cesarette de bulunamaz. Kime şefaat için izin verip vermeyeceği ise tamamen Allah’a aittir. Şefaat izni verileceklerden birisi meleklerdir. “Göklerde nice melek var ki, onların şefaatleri, dilediği ve râzı olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz.”[1100]
Diğer bir âyette ise, “Onlar şefaat etmeye mâlik değillerdir. Ancak bilerek Hakka şehâdet edenler müstesnâdır.”[1101] denilmektedir. Âyette belirtildiği gibi, şefaat edebilme yetkisi verilecek insanın, bilinçli bir şekilde hakka şehâdet etmesi, kelime-i tevhidin anlamını bilerek iman etmesi ve ihtivâ ettiği anlamı bilinçli bir şekilde yaşantısına aktarması gerekir. Şâhit olanın tâğuta, tâğutî sisteme karşı tevhidin mücadelesini yükseltmesi, kâfir düzenleri reddederek Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılma çabasını Kur’anî bir üslûpla sergilemesi gerekiyor. “O gün, Rahman olan Allah’ın kendisine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.”[1102] Fayda verecek şefaat, kendisine izin verilen, sözünden hoşnut olduğu, dilindeki şehâdetle tavırları bütünleşen, âlemlerin rabbine iman ederek tâğutu reddeden, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa/tevhide yapışarak Allah’ın dininin mücadelesini verenin şefaatidir.
İkinci mesele; kimlere ve niçin şefaat edileceğidir. Kimlerdir bu aziz insanlar? Allah’ın merhamet ve ihsanına ulaşacak olan bu insanlar, hangi amelleri ile bu rahmete ulaşabilmişlerdir? “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la inzâr et/uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir velî (dost), ne de şefaatçi vardır. Umulur ki, Allah’tan korkup sakınırlar.”[1103] Allah ilk şefaat edilecek topluluğu ve onların şefaatçilerini açıklıyor. Onlar ki; âhirete iman etmiş, o gün Rablerinin huzurunda toplanacaklarının bilincinde ve o günün hesabının dehşetinden korkan insanlardır. Bunlar Kur’an’la uyarılıyorlar. Kur’an onların dünya hayatındaki yaşantılarını düzenliyor. Bunlar Kur’an’la şekilleniyor ve bulundukları ortamı da Kur’an’la şekillendirmeye çalışıyorlar. İşte bunlar, hesabı nasıl verebilecekleri hususunda korkarak, korktukları şeye uğratılmamak için korunmaya çalışanlar ve korunarak muttakî (takvâ sahibi) olanlardır. İşte onların velîsi ve şefaatçisi Allah’tır. Çünkü şefaat izni veren Allah’tır ve şefaat edilecek insanlar da Allah’ın râzı olduklarıdır.
“(Onlar) Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine iş yaparlar. Alah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın râzı olduğundan başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler.”[1104] O gün Allah’tan önce konuşabilecek hiçbir kimse yoktur, onlar Allah korkusundan tir tir titrerler. Acaba bugün kurtulabilecek miyiz derler. Değil birilerine şefaat edebileceklerini düşünmek, bu düşünce akıllarının ucundan bile geçmez. Öncelikle kendi hesaplarını vermeye çalışırlar, ne zaman ki onların korkuları giderilir; ancak o zaman biraz olsun rahatlarlar; işte o zaman huzura kavuşturulurlar. Ama onlar o durumdayken bile Allah’ın önüne geçemez, ondan önce söz söyleyemezler. Ne zaman ki Allah bu durumlarından sonra onlara izin ve emir verir, ancak o zaman iş yaparlar, alîm olan Allah onların yaptıkları ve yapacakları işi çok iyi bilir. Onlara orada, kimseye iltimas geçmek için izin verilmez, sadece Allah onlara ikramda bulunur. Onlar cennete girecek insanlar için, aracılık etmeye memur edilmişlerdir; cennete girecek insanları tesbit etmek için onlara yetki verilmemiştir. Bu durum ise, Allah’ın bir lütfu ve ikramıdır; onu dilediğine verir.
Üçüncü mesele; şefaate ulaşamayacak insanların kimler olduğudur. Bu insanları Kur’an bize şöyle tanıtıyor: “Dünya hayatını ve onun güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir. Hâlen yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.”[1105]
Dünyayı ve güzelliklerini arzulayıp onun için çalışıp çırpınanlar, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak alacaklardır. Kazandıklarıyla Allah’a şükretmeleri, O’nun yolunda infakda/harcamalarda bulunmaları gerekirken; ölümü, âhireti unutarak dünyanın geçici zevklerine aldananları ölüm yakaladığı zaman onlar için ateşten başka bir şey yoktur. Onlar kazandıklarıyla nefislerine zulmetmiş, kendilerini helâke sürüklemişlerdir.
Allah’a, birtakım putları ve put edinilen şeyleri ortak koşan müşrikler için şefaat edilmeyecektir, onlar orada birbirlerini suçlayacaklar, şefaatçi edinenler ise dünyaya döndürülmeyi arzulayacaklar, yaptıkları yanlışları bir daha yapmamak için ve yapmaları gerekirken yapmadıkları şeyleri yapabilmek için. Ancak onlar için bir daha dönüş olmayacaktır. Âyetlerden anlaşıldığı gibi kâfirler, zâlimler, müşrikler ve müşrik müstaz’aflar için şefaatçi yoktur.[1106]
Şefaat, imtihanı kazanan bir insanın diplomasının imtihanı yapan zât tarafından verilmesi yerine, kendi isteği doğrultusunda bir başkasını onore etmek için onun eliyle vermesidir. Ödül, din gününün tek sahibi[1107] Allah’ın elindedir. O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur.
Şefaat, cenneti hak eden Allah’ın râzı olduğu kimseye Allah’ın istediği bir kulu vâsıtasıyla Allah’ın cennet müjdesini verme müsaadesidir. Allah, bu ödülü ister kendisi verir, ister bir başka kulunu ödül müjdesi için şefaatçi kılar. Yoksa, Allah’ın cehenneme atacağı, bu konuda hüküm verdiği kimseyi, Allah’ın elinden ve hükmünden alıp onu Allah’a rağmen azaptan kurtararak cennete koymak anlamında bir şefaat anlayışı kesinlikle tevhidle bağdaşmayan şirktir. Böyle bir şefaatçi anlayışı Allah’tan başka ikinci bir ilâh tanımak demektir.
Vesile; Anlamı
“Vesile”, sözlükte, bir şeye arzu ile ulaşmak demektir. Bir başka deyişle “vesile”, kendisiyle bir maksada ulaşılan, yaklaşma sebebi, bir şeye yaklaşmak için ona yakınlığından faydalanılan şey demektir. Kavram olarak “vesile”, Allah’a yaklaşmada kendisinden yararlanılan şeydir. ‘Tevessül’ ise, vesileye baş vurmak, Allah’a yaklaşmak için bir sebep veya bir imkân aramak demektir. Vesile’nin çoğulu ‘vesâil’dir.
Kavram Olarak Vesile/Tevessül
Vesile, maksadın meydana gelmesine sebep olan şey olduğuna göre kişiyi Allah rızâsına götürecek bütün sâlih ameller, bütün hayırlı işler bir “vesile”dir. Bu sâlih amellerin adının değil; ölçüsünün ve ilkelerinin Hz. Peygamber tarafından konulması önemlidir. Bu yola baş vurmak da ‘tevessül’dür. Mü’min, ‘Allah bizi imanımız ile sever’ deyip, bir köşeye çekilmez. O, Rabbinden ittika eder (korkup çekinir). Bununla da kalmaz, haram işlerden ve yasaklardan kaçınır, kötü ahlâkı terkeder, irâdesini kullanarak Allah’ı râzı edecek diğer sâlih amellere devam eder. Mü’min, farzlar ve vacipler dışında, nâfile ibâdetlerle bu vesile yollarını arar. Peygamberimiz, mü’minin nâfile ibâdetlerle Allah’a yaklaşmaya devam edeceğini haber vermektedir.[1108]
Mü’mini vesileye ulaştıracak yol iman ve takvâdır. Asıl vesile de, Allah’a yaklaşma niyeti ve O’nu sevme arzusudur. Mü’min bu kasıt ve niyet ile güzel ahlâk sahibi olmaya çalışır, sâlih amellere devam eder, Allah’ın rızâsına uygun işlerle meşgul olur. Âyetin devamında Allah yolunda cihad etmek emredilmektedir. Allah’a yakınlık kazandıracak “vesile”nin cihad ibâdetiyle yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu noktanın altını çizmek gerekiyor. Kimileri “vesile”yi Allah’a yaklaştıracak yol gösterici bir mürşid diye anlarlar. Halbuki âyetin ifâdesi gâyet açıktır ve onların dediği gibi anlamanın imkânı yoktur. İlim ehli kimseler insana yol gösterebilirler, güzel ahlâk örneği olabilirler; ama kul ile Allah arasında kimse aracı olamaz. Buradaki ‘vesile’, ibâdet cinsinden bir şeyle Allah’a yakınlık arama arzusudur.
Mü’mini Allah’a yaklaştıracak vesile; ilim, ibâdet ve şeriatın güzelliklerini arama ve yaşamadır. Bu, kişiyi mânevî olarak Rabbine bağlar. Kul ile Allah arasındaki bağ, kulluk, Allah’a ihtiyaç duyma, O’nun önünde boyun bükme, O’nun Rubûbiyetinin (Rabliğinin) karşısında ubûdiyet (kulluk) yapmadır. Kaldı ki, Allah’ı bilme ve O’na ibâdet etme, Allah’a olan yakınlaşmanın olmazsa olmaz şartıdır.
Allah’a tevessül etmeyi sağlayan şeylerden biri de cihad’dır. Âyet, önce takvâyı, arkasından Allah’a yaklaşmak için vesile aramayı, arkasından da cihadı emrediyor ve bunların kurtuluş sebebi olacağını açıklıyor. Bu bir anlamda iman edenlerin takvâ sahibi olup, sâlih amel işleyerek, Allah yolunda cihad etmelerini, kulluk görevi olarak sıralamaktır.
İman takvâ ile, takvâ vesileyi aramak ile, vesileyi aramak da cihad ile tamam olmaktadır. Öyleyse, Allah’a vesile aramayı, Allah yolunda cihad’dan ayrı düşünmek, âyeti eksik anlama olur. Bu cihad ister İslâm’ın düşmanlarıyla olsun, isterse azgın nefse karşı, isterse aldatıcı şeytana karşı olsun; farketmez. Kur’an şöyle buyuruyor: “Artık her kim Rabbine kavuşmak istiyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine olan ibâdetinde hiç bir şeyi ortak koşmasın.”[1109] Bu âyet de “vesile” konusunda önemli ip uçları veriyor. Allah’a mânevî olarak kavuşmanın yolu, sâlih amel işlemek ve ibâdette hiç kimseyi ortak koşmamaktır. Bu demektir ki ilâhlara tapınmak sapıklık olduğu gibi, ibâdette aracı bulmak da sapıklıktır.
Tevessül, ibâdette bir aracı, bir torpilci bulmak değil; ibâdet cinsinden bir sâlih ameli ihlâsla yaparak, takvâya sarılarak ve Allah yolunda cehd ederek (çalışarak) O’nun rızâsını kazanmaya çaba harcamaktır.
İbâdette, zikirde, duâda başkalarını aracı yapmak doğru değildir. Ölmüşleri, aziz zannedilenleri, yaşayan kimseleri ‘falancanın yüzü suyu hürmetine’ diyerek işin içine katmak vesile değildir.
Duâların ve zikirlerin kabulü için uzaklarda yaşayanları veya mezarlarda un ufak olmuş ölmüşleri araya koymak tevhide aykırıdır. Kimileri duâlarını ve zikirlerini önce hocalarına (şeyhlerine) sunuyorlar, onların da bu duâ ve zikirlerini Allah’a arzetmesini istiyorlar. Bu yolla duâ ve zikirlerinin kabul göreceğini hayal ediyorlar. Hâlbuki Allah (c.c.) kuluna, onun şahdamarından daha yakındır, duâ edenin duâsını işitir ve karşılığını verir.[1110] Rabbimiz (c.c.) kulun ibâdetinde başkalarını ortak etmesini kesinlikle yasaklıyor.[1111]
Tevessülün Çeşitleri
Tevessül konusunda şöyle bir soru ile karşı karşıyayız: Peygamberimizin, sahâbîlerinin veya diğer sâlih mü’minlerin adıyla tevessül yapılabilir mi? ‘Falancanın yüzü suyu hurmetine, falancanın hatırı için, falancanın yüce makamı için’ şeklinde duâ edelebilir mi? Tevessül deyince bir çoklarına göre bu anlam anlaşılmaktadır. Yani duâ ve ibâdette birinin adıyla hareket etmek şeklinde. Kimileri de tevessül’ü, kişiyi doğru yola götürecek bir mürşid bulma diye anlamaktadır. Bu konuyu kısa da olsa açıklamakta fayda var:
Hatırlayalım ki, yukarıda geçtiği gibi, tevessül yapmak, yani Allah’a yaklaşmak için sebep aramak Kur’an’ın emridir. Bu sebepler de ibâdet cinsinden bir şey olmalı, takvâ ve cihad ile çoğaltılmalıdır. Din’e sonradan sokulmuş ve bid’at halini almış şeylerle tevessül yapılamaz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.), din adına sonradan uydurulmuş bütün âdetlere bid’at diyor ve hepsini de reddediyor.[1112]
Âlimler tevessülü üçe ayırmışlardır:
a- Meşrû Olan Tevessül
1- Allah’ın yüce isimleriyle veya O’na ait sıfatlarla vesile aramak. Rabbimiz, Kendi isimleriyle duâ etmemizi söylüyor.[1113] Öyleyse, ‘Allah’ım, senin rahmetinle, lütfunla, ilminle, vb. bağışlanma istiyorum’ gibi duâlar meşrûdur. İslâm’ın temellerinden biri, Rasûlullah’a iman ve O’na itaat etmektir. O’na itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[1114] Peygambere itaat ederek Allah’a tevessül etmek farzdır ve iman bu itaatle tamamlanır.
2- Duâ edenin işlediği sâlih bir amelle tevessülde bulunması. Kur’an’da[1115] buna işaret vardır. Bir hadiste geçtiği gibi, bir mağarada, mağaranın ağzını kapatan bir kaya sebebiyle mahsur kalan üç kişi işledikleri sâlih amelleri anlatarak Allah’tan yardım istediler ve mağaradan kurtuldular.[1116]
3- Sâlih bir insanın duâsıyla tevessülde bulunmak. Rasûlullah’ın duâsı ve şefaatiyla ‘tevessül’de bulunmak da câizdir. Müslümanlar O’nun sağlığında duâsıyla, Kıyâmet gününde de O’nun şefaatiyla tevessül ederler. Bazı kimseler Peygamberimize gelerek kendileri için yağmur duâsı yapmasını İştemişlerdi. O da onlar için duâ etmişti.[1117] Peygamberimizin vefatından sonra başta Hz. Ömer olmak üzere bazı sahâbîler Hz. Abbas’a giderek onun kendileri için duâ etmesini istemişlerdir. Burada kastedilen Peygamberimizin duâsı ve şefaatidir.[1118] Peygamberimiz kör bir adama duâ öğreterek bu duâ ile tevessül yapmasını söylemiştir.[1119]
b- Bid’at Olan Tevessül: Peygamberimizin kendi zâtıyla, Kâbe’nin veya bir makamın, kişilerin adıyla, “yüzü suyu hürmetine”, ya da Peygamberimiz’in zâtına yemin ederek tevessül yapmak birçok âlime göre câiz değildir. Sahâbîler ne yağmur duâsında, ne sağlığında veya vefatından sonra başka işlerinde, ne mezarı başında bu şekilde tevessül yaptılar. Bununla ilgili gelen rivâyetler zayıftır. Ancak, bu şekilde tevessül yapılabileceğini söyleyen âlimler de vardır. Kesin bir haram söz konusu olmadığı için, bu şekilde tevessül yapanlara kâfir, müşrik, sapık gibi ağır ithamları yöneltmekten kaçınmak gerekir.
c- Şirk Olan Tevessül: Allah’ın dışında başka kişilerden, ölülerden, mezarlardan, yatırlardan, şeyhlerden ve somut veya soyut putlardan, Allah’tan istenebilecek şeyleri onlardan istemek, bu anlamdaki sıkıntıların onlar tarafından giderilmesini beklemek Tevhid inancına aykırıdır. Allah’tan istenebilecek bir şey kesinlikle ne sağ ne de ölmüş kullardan istenir. Ölmüş kişilerin kendisi için Allah’a duâ etmelerini istemek de aynıdır. Bilindiği gibi ölenlerin böyle şeylere güçleri yetmez. Çünkü dünyada iken fani ve gücü çok sınırlı olan insan, öldükten sonra çürüyüp toprak olur. Kendisine bile bir hayrı olmayan kemiklerin, dirilere ne faydası dokunabilir? Ölmüşlerden medet umanların bu anlayışlarını anlamak mümkün değildir. Böyle bir tavır Allah’a ortak koşmaktır ve İslâm’la bağdaşmaz.
İbâdette ve duâda zaten aracı olmaz. İslâm inancı buna izin vermemektedir. İbâdetlerinde herhangi bir şeyi, ölmüşleri veya putlarını aracı kılanlar, onlarla Allah’a yaklaşmak isteyenler müşriklerdir. Onlar, Allah’ın dışındaki birtakım varlıklardan, ya da tanrı edindikleri şeylerden istekte bulunurlar, onlara duâ ederler. Bir kulun Allah’tan istemesi gereken şeyleri onlardan isterler. Şüphesiz bütün bunlar şirk olan ‘tevessül’ yollarıdır. Kur’an şöyle diyor: “De ki: Allah’ı bırakıp da O’nun yerine kendinize ilâh edindiklerinizi çağırın yardımınıza. Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belâyı da savamazlar.”[1120]
Duâ ve ibâdette bir başka varlığı aracı koyma sapıklık olduğu gibi buna ihtiyaç da yoktur. Tekrar edelim ki Allah (c.c.) kullarına, kendilerinden daha yakındır. Duâ veya ibâdet edenin duâsını işitir, ibâdetini bilir ve karşılığını verir. İhlâsla ibâdet edenlerden haberi vardır ve onların yaptıkları sâlih amellerin mükâfatını fazlasıyla onlara öder.[1121] Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Allah (c.c.) buyuruyor ki: ‘Ben kulumun Beni zannı ile beraberim. Bana duâ ettiği (zaman da) onun yanındayım.”[1122]
Bu, Allah’tan (c.c.) başka ölülerle, dirilerle ve hali hazırda bulunmayanlarla duâ etmek ve menfaat sağlamak, sıkıntıları gidermek için onlardan yardım istemek şirk olan tevessüldür. Bu gibi kimselerden şefaat ve duâ dilemek de aynıdır. Çünkü şefaat de duâ çeşitlerindendir. Bu, doğru anlamda tevessül olmamasına rağmen, halkın câhil kesimi ve bazı ilim mensupları bu tevessül’ün (en azından) ihtilâflı tevessül olduğu imajını vermek amacıyla halkın kafasını bulandırıyorlar. Hâlbuki işin gerçeği, bu haram kılınan ve haramlığında icma edilen tevessüldür. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Mescidler şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.”[1123] “Ehadâ/kimseye” ifadesi belirsiz isimdir ve olumsuzluk ifadesinden sonra geliyor, dolayısıyla Allah (c.c.) dostu her kişiyi ve gönderilmiş her peygamberi kapsıyor. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “De ki: ‘Öyleyse Bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, onun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar onun bu rahmetini önleyebilir mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenip dayanacaklar, ancak O’na tevekkül ederler, güvenip dayanırlar.”[1124]
İbn Teymiye bu konuda şöyle der; “Her kim Allah ile mahlûkatı arasında -hükümdar ve teba’ası arasındaki aracılar gibi- aracılar oluşturursa, kişi kâfir ve müşriktir. Öyle ki; kulların sorunlarını onlar Allah’a (c.c.) iletiyorlar, Allah (c.c.) da kullarını onların aracılığıyla hidâyete erdiriyor ve rızıklandırıyor. Halk önce onlardan dilekte bulunuyor, onlar da Allah’tan (c.c.) diliyorlar. Kralların yanındaki aracılar gibi. Onlar halka (da) yakın oldukları için ihtiyaçları krallara onlar dile getirirler. Halk da edep göstererek kraldan dileklerini onların yapmalarını isterler. Veya halkın onlardan (önce) dilekte bulunması, belki direkt kraldan dilekte bulunmalarından daha faydalı olabilir. Çünkü o aracılar ihtiyaçlı (sıradan halk)’dan daha krala yakındır (dosttur). Her kim bu tarzda aracılar oluşturursa o kişi kâfirdir, müşrikdir. Ondan tevbe etmesi istenir; eğer tevbe etmezse öldürülür.”[1125] İşte bu, önceki müşriklerin şirkinin aynısıdır. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar.”[1126] Bunun Allah’a (c.c.) şirk koşmak olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.[1127]
Biz, Allah’a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah’a yakın olmuş herhangi bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah’a yakın olmuş kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak suretiyle Allah’a yakın olabiliriz. Şüphesiz Allah’a yakın bildiğimiz şahıslar da bu yakınlıklarını Allah’ın râzı olacağı amellere borçludurlar. Yani Allah’a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: “Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah’tan bir şeyi savamam.”[1128] Görüldüğü gibi, Allah’a yakın olmak için, Peygamberimiz’in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah’ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Kısacası, Kur’an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en güzel duâ, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah’a yalvararak yapmamız gereken duâlardır.
Ünite 20
Cin, Şeytan, Büyü ve Gayb
- Cin ve Şeytan
- Şeytan ve Özellikleri
- Şeytanın Görevi
- Cinler ve Özellikleri
- Cinler Gaybı Bilebilirler mi?
- Cin ve Şeytanın İnsan ile Münâsebetleri
- Şeytanın Yaratılması ve İnsanlara Vesvese Vermesinin Hikmetleri
- Cinler ve Şeytanın Varlığı Akla Ters midir? Sihir (Büyü),
- Gaybı Bilme İddiası
- Mutlak Gaybı Allah’tan Başka Kimse Bilmez
- Allah, Peygamberlerinden Dilediğini Dilediği Kadar Gayba Muttalî Kılar
- Cin ve Şeytan
Cin ve Şeytan Kelimelerinin Lügat ve Terim Anlamları
“Cin” ismi, Arapça “cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır. Nitekim, toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan, göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme anlamı vardır. Bu esasa göre cin, gizli yaratıklar cinsine delâlet eden bir cins isimdir.
İslâm’a göre rûhânî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah’a itaat ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah’a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar. İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar, insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi rûhânî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların hayırlıları ve Allah’a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah’a isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince, mü’mini de kâfiri de olan rûhânî varlıklar anlaşılır.
Şeytan ve Özellikleri
“Şeytan” kelimesi ise; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.
İnsan şeytanı, cin şeytanına tabi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem (a.s.)’e secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.” [1129] Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyâmete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyâmete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
Şeytanın Görevi
Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyâmete kadar devam edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi Allah’a isyan edenlerden oluruz.
“Ey İnsanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayasızlığı, Allah’a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[1130]
Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım” dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.
Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına şeytanî metodlarla hayasızlığa götürenler günümüz dünyasının birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi üstlenmiş durumdadır. Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.
Cinler ve Özellikleri
Cinler dumansız alevli ateşten yaratılmıştır. Onların yaratılışı insanın yaratılışından önce olmuştur. Cinler akıllı, gözle görülmez ve çeşitli şekillere girebilen varlıklardır.
Cinler yerler, içerler, evlenip, çoluk-çocuk sahibi olurlar, ibâdet ederler. Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı, kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ı Kerim onların da kitabıdır, onlar da Kur’ân-ı Kerim’i dinlerler.
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”[1131] “(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.”[1132]
Cinlerin Yaratılış Amacı
Cinler de insanlar gibi Allah’a ibâdet etmeleri için yaratılmışlardır. “Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.”[1133]
Cinler Gaybı Bilebilir mi?
Cinler gaybı bilemezler. Çünkü gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden bazı seçkin kullarına bunun bilgisini verebilir.
“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”[1134] “...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”[1135]
Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri
İnsanları aldatarak, küfre ve sapıklığa yöneltmeye ve onların ahlâkını bozmaya çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır.[1136] Eskiden müşrikler, İlâhî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani, şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir sandıkları esrarengiz rûhânî yaratıkları ilâh kabul ederek, onlara tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler, câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar olan cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar uydururlardı.
Cinler ve şeytanlar, insanların görmediği ve bilmediği bir çok mânevî ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilâsına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi İlâhî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar ve istilâlarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in nûru onları yakar.
Şeytanın Yaratılış ve İnsanlara Vesvese Vermesinin Hikmetleri
İnsanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı doğru yoldan çıkararak küfre ve dalâlete sevke çalışmak olduğu anlaşılan şeytan, acaba niçin yaratılmıştır?
Şüphe yok ki, süflî duygu ve arzular, insanın fiziksel varlığı için şarttır. Fakat bunlar çığırından çıkıp kontrol edilmez bir hale gelirse, insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine engel olur. İslâm, bu duygu ve arzuları görmezlikten gelmez; ama bunlara istikamet ve sınır çizer. İnsanın bu cins duygu ve arzularını kontrol etmesi, yöneleceği yeri helâl olanlara göre belirlemesi ve haddi aşmaması gerekir. Eğer bunu yapmakta başarıya ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana zarar verebilir. Tam aksine, bu beşerî duygu ve arzular, mânevî cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan için bir sınanma alanı olan bu dünyada insanı iyiliğe sevketmek için melek, vicdan, fıtratın varlığı nasıl lüzumlu ise; fizikî varlığı için de onun süflî arzularını kamçılayan kuvvetler, kontrol altına alınmak şartı ile zararsız; hatta faydalı olabilir.
Aslında şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Babamız Âdem’e vesvese verdiği gibi, hepimizi yoldan çıkarmaya çalışır. Onun niyeti, insanoğlunu parlak sözlerle ve yalanla süflî arzularını uyandırarak, onu yanlış yola sevketmektir. İnsan, rûhî gelişmesinin ilk aşamasında, şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak için onunla savaşmak zorundadır. Fakat insan, bu mücâdelede azimli olursa, İlâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı yenecektir. İnsan, bu safhayı atlatıp gâlip çıkar, ihlâs sahibi samimi mü’min olursa, artık yükselir. Şeytan, vesvese vermeye çalışsa da kâmil imana sahip ihlâslı insanlara güç yetiremez. Artık, şeytanla imtihan edildiği ve onu sürekli yendiği için, şeytan böyle bir insanın -istemese de- takvâsını, derecesini artırmış olur. Bu düşman sayesinde insan, meleklerden de üstün seviyeye çıkar. Şeytan ve onun içimizdeki vesvesesi olmamış olsaydı, insanın bu yücelmesi de mümkün olmayacaktı.
“Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaktır.”[1137]
Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir
Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları Kur’an’la sâbittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz. Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak, muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.
Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı, aynı sebepten, varlığı şer’an sâbit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat, bizim her bünyeyi görmemiz zarûri olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir.
Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız rûhânî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibâret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın İlâhî kudretini ve evrenin kapladığı alanı bilmemekten başka bir şey değildir.
Sihir (Büyü)
“...Fakat şeytanlar kâfir oldular; insanlara sihir öğrettiler.”[1138]
“Helâk edici yedi şeyden korunun! Allah’a şirk koşmaktan ve sihirden....”[1139]
“Düğüm atarak üzerine üfleyen kimse sihir yapmıştır. Sihir yapan ise şirk koşmuştur. Üzerine (muska, nazarlık gibi) bir şey takan kimse, (Allah’a değil; taktığı şeye) güvenmiş olur.”[1140]
Türkçede büyü denilen sihir, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olmakla birlikte gerçeğin tersi olarak hayallendirilen el çabukluğu, yaldızcılık, hilekârlık yoluyla oluşturulan şeydir. Sihir, yalın olarak söylendiğinde göz bağcılık ve esrarengiz bir şekilde hakkı bâtıl, bâtılı hak, gerçeği hayal, hayali gerçek göstermek şeklinde anlaşılır. Bu yüzden yerilmiş ve kötü bir şey olarak nitelendirilmiştir.
Sihir bizâtîhi harika bir şey değildir. Kur’an’da, bunun göz yanılması ve hayallendirme olarak belirtildiğine rastlarız: “...Bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları (hakikaten) koşuyor gibi ona hayallendiriliyordu.”[1141] Yani sihir, halkın göz boyama dediği cinsten, duyuları yanıltarak, hayal görmelerini sağlamaktır. Sihir, hakikati hayal; hayali hakikatmiş gibi göstermektir. Sihrin her an yapılabileceği özel bir yol ve sebebi, kendi içinde tutarlı bir açıklaması vardır. Yalnız, o sebep herkesçe bilinmediği için hârika imiş gibi düşünülür. Sihrin, şarlatanlık ve hilekârlık denilen ve gerçek dışı olanın yanında, sanat, teknoloji ve bilim yoluyla sihirbazların, bilinmeyen bir nedenle gerçek olan bir mâhiyeti olağanüstü bir mâhiyetmiş gibi insanları kandırmaya çalıştıkları da çok görülenlerdendir. Tarihçilerin ve tefsirlerin anlattığına göre Firavun’un sihirbazları ip ve değneklerini yılanlar şeklinde yürütürken cıvadan istifâde ederek bunu yapmışlardır. Cıvanın genleştiğini bilmeyen insanlar, ipleri hareket ederken görmüşler, sebebini bilmedikleri için bu olayı, hârika zannederek kandırılmışlardır. Bu ister istemez, bir korku ve heyecana sebep olacaktır. Sonra Allah’ın yardımı yetişerek, onların bu aldatmalarını boşa çıkarmıştır.
Sihir boş ve hayali şeyler olmakla beraber, ondan korkup ürkenlere, psikolojik olarak etkilenenlere zarar verebilir. “Allah’ın izni olmadıkça onlar, hiçbir kimseye onunla (sihirle) asla zarar verici olamazlar.”[1142]
Kur’an, üfürükçülük ve sihir yapanları, “düğümlere üfleyenler” olarak tanıtır ve şerlerinden Allah’a sığınılmasını tavsiye eder.[1143] Düğümlere üfleyenler, sihir yapan kimselerdir. Sihirler neye yapılmış olursa olsun, o şeyin aslında veya şeklinde bir değişiklik yapamaz. Meydana gelen şey, sadece sihirbazın, duyguları etki altına alarak o nesneyi farklı şekilde gösterebilmesi, telkin vb. yollarla hayal göstermesinden, insanları kandırmasından ibârettir.
Sihir küfür, sihir yapan da kâfirdir. Kur’an insanlara, her konuda Allah’a sığınmayı öğretmektedir. Bu sebepten dolayı da, bunun aksine olan her türlü düşünce ve fiili yasaklamıştır. “Onların yaptığı bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa, asla başarıya ulaşamaz.”[1144]
Üfürükçülük
Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür. Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı. Nitekim, hadis-i şerifte: “Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her türlü sihir ve tılsım şirktir.”[1145] buyurulmaktadır. Kur’an, üfürükçülük ve sihir yapanları, “düğümlere üfleyenler”[1146] olarak tanıtır ve şerlerinden Allah’a sığınılmasını tavsiye eder. Düğümlere üfleyenler, sihir ya da büyü yapan kimselerdir. Bunlar, telkine müsait olan kişileri kandırabillirler. Bunu gerçekleştirmek için, büyülerinde iplik veya mendil gibi bir şeye düğümler atarak üzerine üflerler.
Rivâyete göre; Bir gün Abdullah bin Mes’ud, hanımının boynunda bir iplik gördü. Bu nedir?” deyince, hanımı: “sıtma için okunmuş bir iptir.” dedi. İbn Mes’ud, ipi çekerek kopardı, attı. Sonra şöyle dedi: “Andolsun ki, Abdullah ailesi şirkten uzaktır. Rasûlullah’tan işittim, buyurdu ki; “Şüphesiz üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir.” Hanımı dedi ki: “Gerçekten gözüm atıyordu, filan yahudiye tedavi için gidip geliyordum. Gözümü afsunladı; atması durdu. Abdullah bin Mes’ud dedi ki: “Bu, şeytanın işidir. Şeytan eliyle dokunuyor, afsunladığı zaman elini çekiyor. Hâlbuki, Rasûlullah’ın okuduğunu okusaydın, sana kâfi idi. Allah’ın rasûlü şu duâyı okurdu: “Ey insanların Rabbi! Rahatsızlığı gider, şifâ ver, şifâ veren Sensin! Senin şifândan başka şifâ yoktur. Hastalık bırakmayan şifâ ver!”[1147]
Şirk unsuru taşımayan okumada bir sakınca yoktur. Ama, unutulmamalıdır ki, kişinin kendisi ve çok yakınları, inanarak, okuduğu duânın anlamını bilip şuurla Allah’a duâ etmeleri duânın kabulü için daha uygun şartlar oluşturur. Bununla birlikte bir başkası da âyet ve hadislere dayalı ve Allah’a yapılan duâ ile ve hiçbir şirk unsuruna bulaşmadan hastaya okuyabilir.
Gaybı Bilme İddiası
Gayb; duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan şeylerdir. Câhiliyye dönemi Arapları, tanrı olarak taptıkları putlarının gaybı bildiğine inanırlardı. Yalnız, onların bu bilgisine direkt yollarla değil, endirekt yolla ulaşmaya çalışırlardı. Meselâ Mekke’liler, Hübel putunun yanındaki okları çekerek, başvurdukları iş hakkında tanrılarının ne düşündüğünü anlamaya çalışırlardı.
Kur’an, gaybı bildiği iddia edilen sahte tanrıların gaybı bilemeyeceklerini şöyle ifâde eder: “Onlar, diriler değil; ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”[1148] Gaybı bilmek, ulûhiyetin özelliklerindendir. Psikolojik bir gerçektir ki, insanoğlu taptığı varlığın gaybı bilmesini istemektedir. Çünkü gaybı bilmek, tek başına bir üstünlüktür. Aynı zamanda başkalarına üstünlük kurmanın yollarından birisidir. Tabii ki insanın bu merakı, birçok bâtıl ve hurâfenin de kaynağını oluşturmaktadır. İnsanoğlunun bu zaafı, gaybı bildiğini iddia eden birçok insanın da ortaya çıkıp diğer insanları kandırarak sömürmesine sebep olmuştur.
Mutlak Gaybı Allah’tan Başka Kimse Bilemez
“De ki, Allah’tan başka ne yerde ne de gökte kimse gaybı bilemez.”[1149]; “Kim bir arrâfa veya kâhine gider, gaybdan verdiği haberi tasdik ederse; şüphesiz ki o Hz. Muhammed (s.a.v.)’e indirilmiş vahyi inkâr etmiştir.”[1150]; “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başka kimse gaybı bilmez.”[1151]; “De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilirim demiyorum.”[1152]; “De ki: Allah’tan başka göklerde ve yerde (bulunan) hiç kimse gaybı bilmez.”[1153]
Allah, Peygamberlerinden Dilediğini Dilediği Kadar Gayba Muttalî Kılar
“Allah, sizi gayba muttali kılacak değil; fakat Allah, Rasûllerinden dilediğini (gaybe muttali kılmak için) seçer.”[1154]; “Allah, gaybı bilendir. Hiç kimseyi gaybına vâkıf etmez. Ancak beğenip seçtiği Rasûl(ler müstesnâ.)”[1155]; “De ki: Allah’ın dilediği müstesnâ, kendi nefsim için bir zarar def edip bir menfaat sağlayamam. Eğer gaybı bilseydim hayırdan çok (şeyler) yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, başka değil, ancak inanan bir toplum için müjdeleyici ve bir uyarıcıyım.”[1156]
Müşrikler, çeşitli vesilelerle, beşer tâkatinin ulaşamadığı bazı şeylerin bilgisini veya onların icadını Rasûlullah’tan istiyorlardı. Zira onlar, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin insanüstü bir güce sahip olması, sebepler kanununun dışında, istediği zaman gayb haberlerine vâkıf olması ve olağanüstü işleri yapmaya her an muktedir olmasının gerekliliğine inanıyorlardı. Bundan dolayı, Allah’ın Rasûlü, Rabından aldığı vahiylerle gaybı bilen ve her şeye gücü yetenin ancak Allah olduğunu, Allah bildirmedikçe gaybı bilemediğini onlara tebliğ ediyordu.
Bâtıl ve sapık inançlardan biri de gayb âleminde birçok tasarruflar yapmaya yetkisi bulunan İlyas, Hızır, Gavs, Kutup ve Ricalu’l-Gayb gibi ölmüş veya hayalî varlıklara inanmaktır. Çoğu kez bu hayalî şahıslara olan inanç bağı ve bağlılık onların ilâhlaştırılmasına kadar gidiyor, dolayısıyla tevhidden saptırıp şirk batağına sürüklüyor.
Ünite 21
İnançla İlgili Tartışılan Konular
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
- Resmî Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı ve Diğer Namazlar
- Devlet Memurluğu ve Yemin
- Memurlar Arasında Fark
- Tâğutun Mahkemesine Müracaat Etmek
- Oy Vermek ve Demokrasiyi Savunmak
- Oy Verenin Hükmü Konusunda Bazı Âlimlerin Görüşleri
- Resmî Okullarda Çocuklarını Okutmak
- Eğitim ve Okul Kelimeleri; Alternatif Hakkı
- Askerlik
Cehâlet Mâzeret Mi, Değil Mi?
“Cehâlet”: Bilinebilecek durumda olan dinî esasları bilmemek veya bilebilecek kabiliyette olan bir kimsenin bilgisizliği ya da akıl ve idrâk sahibi bir kimsenin dinî esasları bilmemesi diye tarif edilir. “Mâzeret” ise; yapılması veya sahip olunması gereken bir hususta öyle yapmamayı veya olamamayı câiz kılan gerekçe(ler)dir.
Cehâlet, esas olarak akide, yani inanç esasları yönüyle değerlendirilir. Amel konularında ise, o yapılacak iş zarurat-ı diniyyeden ise, yani dinin herkes tarafından bilinmesi gereken temel hükümlerinden ise, cahillik mazeret sayılmaz. Ama, ayrıntılarla ilgili ve ilmî delillerini bilmek ise bu konuda mazeret söz konusu olabilir. Amelle ilgili dinin farzlarını, haramlarını bilmemek mazeret olmaz. Bir kişi, bir adam öldürse, mahkemeye çıkınca “ben adam öldürmenin suç olduğunu bilmiyordum” dese, “madem bilmiyordun, öyleyse haydi git” der mi hâkim? Aynen böyle, kişi namaz kılmasa veya içki içse, Allah “niye namaz kılmadın?” veya “niye içki içtin?” diye sorunca, “bunların suç olduğunu bilmiyordum” deyince “madem bilmiyordun, öyleyse bir ceza vermiyorum” denilmesi beklenemez. Öyle olmuş olsa, bilenlere zulmedilmiş olunur. Bilenler bir suç işleyince cezalandırılacak, bilmeyenler ise affedilmiş olacak. Bilmeyenler, cahiller kazançlı çıkmış olacak. Hâlbuki dini önemsemediği, haramı ve helalı öğrenmediği için bir suç işlemiş, haram işlediği için ayrı bir suç işlemiş olacaktır bilmeyen kişi.
Akaidi ilgilendiren ana konular yönüyle cehalet konusunda herkes için aynı şekilde hüküm vermek doğru olmaz. İnsanın konumuna, içinde yaşadığı ortama ve devletin yapısına bakmadan “cehâlet mazerettir” veya “değildir” demek olmaz. Eğitimli bir kimsenin, sözgelimi Lise mezunu bir insanın imanı-küfrü bilmemesi ile, kendini yetiştirmemiş, eğitimsiz birinin, okuma-yazması bile olmayan meselâ bir ev hanımının bilmemesi arasında fark vardır.
Bir hadis rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.v.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu. [1157]
Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bizim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek istemiş ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten dolayı Allah’tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesinlikle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.v.) bizlere ancak yüce Allah’ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanları ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah’ın: “Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder.” [1158] buyruğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dolayısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk olduğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (daha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.
Âlimlere, Allah’ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyleri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bilgiyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.
Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belirtilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda olanlar âlimlerin çoğunluğuna göre müslümandırlar. Yüce Allah’ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah’a isyanı emreden tâğutları rab edindiğini şer’î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer’î bir belge ve delil ile onun şer’î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.
Biz Allah’ın kimi affedip etmeyeceğini bilemeyiz. Allah hakkında ileri geri konuşmak bize yakışmaz. Allah şirk koşmanın dışında bütün günahları bağışlayabileceğini açıklıyor. İman edip teslim oluruz. Ama her şirk bir değildir. Şirkin birçok tasnifi vardır. Küçük şirk - büyük şirk, açık şirk - gizli şirk, bilerek şirk - cehaletle şirk, mutlak şirk - ictihadî (yoruma dayalı) şirk, kesin şirk – şirk olma ihtimali olan… Bunların hepsi aynı hükme tâbi değildir.
Herkes gücü ve imkânı oranında dinini (tevhid ve şirki) öğrenmek zorundadır. Din, öğrenme imkânı olduğu halde, kasden öğrenmeyenlere olumlu ayrıcalık vermiyor, imkânı olmayanlara kaldıramayacakları yükü yüklemiyor. Herkesin gücü ve imkânı aynı değildir. Cehaletinden dolayı müşrik kabul edilmeyen bir kimsenin durumu, öğrenme imkânı, gücü, fırsatı olmaması ile ilgilidir. Rahatlıkla öğrenme imkânı olduğu halde, önemsemediği için, gerekli görmediği için dinin asıllarını öğrenmeyen kimsenin imanından bahsedilmez. Öyle bir kişi, kendisine tebliğ yapan kimselere muhatap olduğu zaman, eğer öğrenmek istemez ve öğrendiği dinin asıllarına, kesin tevhidî esaslara inanmazsa o bilinçli olarak küfrü seçmiş olur. Mâzereti kalkmış olur. Böyle bir imkân ve ortam olduğu halde, kişinin cehaleti tercih edip tebliğe kendini kapatması, tevhid ve şirki öğrenmemesi onu mü’min olarak bırakmaz ki… O yüzden tebliğ kendisine ulaşan veya kendisi bu konuları araştırabilecek kimsenin mazereti kalkmıştır; ya iman edecek veya küfredecek. Yoksa, hiçbir şekilde cehalet ilimden daha faziletli, cehalet kişiyi cennete, ilim ise cehenneme götüren tehlike kabul edilemez. Burada, ilme imkânı olmayan kişinin mâzeretinden bahsediyoruz. Öğrenmemekten dolayı veya bilmek için gayret göstermemekten dolayı bilmemek ayrıdır, gayretine rağmen öğrenememiş, istediği halde imkân bulamamış dolayısıyla bilememiş ve câhil kalmış olmak bambaşkadır. İslâm devletinde, devlet kurumlarından halka kadar herkesin herkese tevhidi anlattığı, en azından şirke giden yolları açmayıp tıkadığı bir ortamdan bahsetmiyoruz; öyle bir ortamda elbette cehalet mazeret değildir. Şundan bahsediyoruz: Meselâ: Şehre ve büyük yerleşim yerlerine uzak bir dağ köyünde okuma yazması olmayan veya olduğu halde, hiçbir kitap temin edemeyen ihtiyar bir kadın düşünelim. Bilmediklerini kendisine anlatacak çevresinde kimse yok. Bununla birlikte samimi bir dindar. Bildiği bütün emirleri yapıyor, yasaklardan kaçınıyor. Allah’a severek teslimiyet gösteriyor. Hiçbir âyeti inkâr etmiyor. Ama tâğut nedir, demokrasi nedir, elfâz-ı küfür nedir… bilmiyor veya yanlış biliyor. Bu kimsenin tekfir edilmemesi gerektiğini ifade ediyoruz. Bu kimse, bu şartlardan çıkar, sözgelimi bir şehre taşınırsa, evlerine bilgili bir akrabaları gelir ve ondan öğrenme imkânı olursa, şartlar değişir ve artık o kadın için mâzeret kalkar. Böyle bir durumda öğrenme imkânı olduğu veya tebliğ edilerek kendisine deliller ulaştırıldığı zaman, durum değişir. Biz durumun değişmediği, imkânsızlıkla ilgili hususlardan bahsederek onları tekfir etmenin yanlışlığını vurguluyoruz. Yoksa, mesela bir politikacının, bir gazetecinin, bir öğretmenin şirk koştuğunda “ne yapalım, bilmiyordur, bilmemek de mazerettir” deyip onu tekfirden kaçınmayı savunmuyoruz. Bu tür insanlar, bilmiyorlarsa bilmek istemediklerinden, önem vermediklerindendir.
İnsanlar uyarılmadan, kendilerine hak tebliğ edilmeden Allah onlara azab etmez. “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” [1159]; “Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir.” [1160] Tebliğ olmadan sorumluluğun bulunmayacağı ilkesi hemen hemen bütün âlimlerce kabul edilmiştir. Burada sorumluluğun temel şartı olan ‘bilme’den maksadın, daima bilfiil bilgi sahibi olma değil, bilgiye yahut bilme imkânına sahip bulunma olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim Molla Hüsrev, cehâleti ıstılah olarak, bilinebilecek durumda olan dini esasları bilmemektir şeklinde tanımlamaktadır.
“Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” [1161] Hiçbir tevile yer bırakmayan bu nassı zahirî mânâsından başka bir anlama yorumlamaya iten başka bir nass da olmadığı gibi, iman ile ilgili konularda bunu tahsis eden (anlamını daraltıp, özelleştiren) başka bir delil de gelmiş değildir. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne muhalif olarak hüküm verilmesini caiz görürse, bu âyetin hükmü gereğince ondan imanın gitmesi kesinlikle söz konusudur. Aleyhinde kesin delil bulunmayan ve haktan kendisine ulaşmış ve bu konuda delil belirtilmiş bir konuda Allah’a ve Rasûlü’ne muhalefeti kesin olarak câiz gördüğü tesbit edilemeyen kişi, hakkında kâfir olduğuna dair nass olmadığı sürece kâfir olmaz. Hakkın izahı ve apaçık delilin ortaya konulmasından sonra inat etmeye devam eden kişi ise, Rasûlullah’ın hakemliğini ve onun vermiş olduğu hükmü kabul etmediği için, kâfirdir.
Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir.[1162] Bu hususu eski âlimler Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışı bir vâkıadır. Medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.
Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” [1163]
Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [1164]; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” [1165]
İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.
Resmî Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı Ve Diğer Namazlar
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır.“Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik.”[1166];“...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması ve mü’minler için bir kılavuz ve rahmettir.”[1167]Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle mükelleftirler. [1168]
Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur’anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde açıklanır.
Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele “şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.Yani, hutbe ve cemaat dışında ve öğlenamazının vaktinde kılınması şartı Kur’an ve Sünnetten çıkan şartlardır. Bunların dışında cemaat olarak kaç kişi bulunmalıdır, mutlaka camiide kılınmalı, başka yerlerde kılınmamalıdır” gibi hiçbir şart Kur’an ve Sünnette bulunmamaktadır. Daha sonraki dönemlerdeki müctehidler, kendi dönemlerindeki cuma namazlarına disiplin getirme ihtiyaçlarından dolayı bazı şartlar ileri sürmüşlerdir.Dolayısıyla, Cuma namazını aynen ikindinamazını kılan insanlar gibi bir evde,bir işyerinde kılabilirsiniz. Aradaki tek önemli fark Cuma namazında mutlaka hutbe okunmalıdır. Ayrıca cemaatle kılınır ve öğlenamazı vakti içinde kılınır. Kazaya bırakılması sözkonusu değildir. Yine, aynen ikindinamazı gibi iki-üç kişi ile birlikte de kılabilirsiniz. “Kılabilirsiniz” tabirim, aslında “kılmalısınız” anlamına geliyor. Sünnetten anlaşıldığı şekilde, Cuma namazı, kadınlara, kölelere, hasta ve yolculara farz değildir. Bu kimseler Cuma namazı kılarlarsa üzerlerinden öğlenamazı düşmüş olur. Cuma namazına katılamamışlarsa,bu kimseler öğlenamazı kılarlar.
Cuma namazının illâ camide kılınmasını emreden bir âyet veya hadis yoktur. Sayı mecburiyeti de öyle. Yeryüzü, bu ümmete mescid kılınmıştır. Mü’minler, akidesi sağlam olduğuna kanaat getirdikleri bir imamın arkasında Cuma namazını kılarlar, kılmalıdırlar. Bu, olmasa da olabilir denilecek bir konu değildir; Kur’an ve Sünnet bizden Cuma namazını kılmamızı emretmektedir. Pireye kızıp yorgan yakmak kabilinden tâğutlara kızıp namaz terk edilmez. Daha fazla kızıp diğer beş vakit namazı da terk etmek nasıl doğru bir mantık değilse, tâğutlara kızanlar Cuma’yı onların önemsemeyeceği şekilde terk etmek yerine, onları daha rahatsız edecek şekilde açık havada, parklarda kılsınlar. Ya da cami yerine kullandıkları, müslümanlara açtıkları evlerinde, işyerlerinde, dernek ve vakıflarında eda etsinler. Cuma namazını terk ederek tâğutlar devrilecekse, beş vakit namaz da kılmayan, Cuma da kılmayan insanlar, demek ki düzeni yıkmak üzere olan kahramanlar sayılır ve düzen de bunlardan korkar, düzen kendini sağlama almak için sokaktaki serserileri Cuma kılmaya çağırır. Yok böyle bir şey…
Cemaatle kılınannamazın sahih olması için öncelikle imamın Müslüman olması gerekir. Mutlaka cemaatle kılınması gereken Cuma namazı da, ancak mü’min imamlararkasındakılınırsa caiz olur. Bir imamın mü’min olup olmadığını, onun konuşmalarından, hutbe ve vaazlarından anlayabiliriz. Camideki imamlar (daha doğrusu,namazkıldırma memurları), “hutbede (kendilerince) İslâm’ı anlatıyorlar, hutbenin sonunda da İslâmî olmayan sisteme dua ediyorlarsa, bu kimsenin inanç yönüyle durumu belli olmuş, açığa çıkmıştır. Şöyle ki: “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi kafalarına göre suç olan, suç olmayan tasnifi yapıp suç olmadığını düşündükleri T.C.nin istediği (yasaklamadığı) bazı hakikatleri anlatmak ise durum şudur: Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi görüş ve kabullerine göre, ki bu görüş devlet dinini ölçü kabul eden Diyanet’in kabullerini ve yasaklarını içeriyor ise, Kur’an’ın en fazla önem verdiği tevhid ve şirk gibi dinin temel esaslarını, bunların güncel yansımalarını anlatmıyor, açıklanması gereken hakkı gizliyorlarsa, hakla bâtılı karıştırarak anlatıyorlarsa, İslâm’a düşman kişileri veya düzenleri övüyor ya da onlara dua ediyorlarsa, bu kimselerin itikatları/inançları açığa çıkmış demektir. Böyle bir kimsenin arkasında ne vakit namazı,ne de Cuma namazıkılınabilir. Tâğuta karşı çıkmak, onu red ve inkâr etmek Kur’an’ın emridir.[1169] Böyle bir red ve inkârı göremediğimiz, tam tersine tâğutu kabul ettiğiyle ilgili gösterge olarak onlara dua ettiğine şahit olduğumuz kişi, arkasında namaz kılınamayacak kişidir.
Câmilerdeki görevlilerin tâğutları inkâr ettiklerine dair davranışta bulundukları veya sözle bunu gösterdikleri pek şahit olmadığımız bir durumdur. Ama, tâğutların istediği tarzda hutbe okudukları, tevhid ve şirki güncel boyutlarıyla anlatmadıkları, günümüzdeki putları hiç eleştirmedikleri, yani hakkı gizleyip lanetlik bir suç olan hakkı gizledikleri, hakla bâtılı karıştırdıkları bir vâkıadır. Yine, hutbe esnasında onlara dualar ettikleri, onların emrinde bir memur oldukları, galiz/kaba küfür lafızları içeren memurluk yemini yaptıkları bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen, bu özelliklere sahip bir kimsenin arkasında namaz sahih olur” denilebilir mi? Pireye kızıp yorgan yakmak diye tabir edilen şekilde davranıp Cuma namazını terk etmek de sorumluluk getirir. Yapılması gereken; mü’minlerin kendi aralarında birkaç kişi bir araya gelip herhangi bir işyerinde, evde, parkta Cuma namazını edâ etmeleridir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü’minler için zararlı mıdır, tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.Bir insanın arkasinda ne zaman namaz kılınmaz?” Kâfir veya mürted olunca. Hayır, sadece kâfir ve mürted olunca değil; İmamın arkasında namaz kılınacak özellikleri olmadığında, şüpheli durumlarda, insanlara dinin özünü anlatmadıklarında, fiilen İslâm dışı devleti, rejimi destekliyor görünümü verdiklerinde bir imamın arkasında namaz kılınmaz. Olaya dar pencereden bakmak bizi yanlışlığa götürür. Bugün bütün dünyada, Amerika’nın ve Batının etkisiyle “dine karşı din” projeleri geliştiriliyor. Lâ’sı olmayan bir din, isyanı barındırmayan, mevcut şirk düzenlerine karşı çıkmayan bir din anlayışı. Halkın ve devletin doğru yolda olduğunu haliyle ve tavrıyla göstermeye çalışan namaz kıldırma memurlarının da arkasında Cuma ve vakit namazları kılınmaz.
Halkının önemli bir kesimi müslüman olan ülkelerdeki Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” [1170]; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”[1171] Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” [1172] Atasözünde denildiği gibi; “Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” Paradan olmasa ne çıkar, paralandıkça paramparça âhireti paralanır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... [1173]
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namazibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namazimamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamlarınhepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanlarınarkasındakılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder, bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazıarasında fark yoktur.
- Beş Çeşit Devlet Sisteminde Din-Devlet İlişkileri -
Devlet Memurluğu Ve Yemin
Memurluk Allah’ın memurluğu (O’nun emrine girme) ise ne güzeldir. Tâğutun memurluğu ise, onların âmirliği ve muvahhid bir mü’minin de onların emrine girip, onların memuru olması, onlara itaati ise…
Muvahhid Müslümanlar olarak biz, öncelikle kendimiz her çeşit küfür ve şirkten korunmak ve gerçek anlamda iman etmekten sorumluyuz. İmanımıza şüphe bulaştırmamak, riskli alanlardan uzaklaşmak zorundayız. Kendini ateşten koruyamayan insan, başkalarını nasıl korusun? Bireysel tevhidini uygulayamayan kimsenin yaptığı ne kadar hayır cinsinden olursa olsun, Allah indinde boşa çıkacak ve hiçbir karşılık alamayacaktır. Biz, geçim, hizmet ve benzeri şey için değil, kulluk için yaratıldık. Allah, hiç kimseye “niye tağutların veya yarı yarıya tâğutî kurumların emrinde çalışmadın?” diye hesaba çekmeyecek, ama (farkına ve bilincine varsa da var masa da) böylesi vahyi reddeden düzenlerin çarkını çeviren, istemese de uzlaşma çizgisiyle çevresindeki demokrat kafalıların emrine, tavsiyesine ve tavırlarına muhatap olmaktan, muvahhid bir kimsenin takınması gereken izzete halel getirmesinden hesaba çekilecektir.
Devlet memurlarının yapmak zorunda tutulduğu yemin metni:
Devlet Memurları Kanunu
Kanun Numarası: 657
Kanun Kabul Tarihi: 14/07/1965
Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 23/07/1965
Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 12056
Bölüm 2: Ödevler ve Sorumluluklar
Sadakat:
Madde 6 - (Değişik madde: 12/05/1982 - 2670/1 md.)
Devlet memurları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve kanunlarına sadakatla bağlı kalmak ve milletin hizmetinde Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını sadakatla uygulamak zorundadırlar. Devlet memurları bu hususu “Asli Devlet Memurluğuna” atandıktan sonra en geç bir ay içinde kurumlarınca düzenlenecek merasimle yetkili amirlerin huzurunda yapacakları yeminle belirtirler ve özlük dosyalarına konulacak aşağıdaki “Yemin Belgesi” ni imzalayarak göreve başlarlar.
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak uygulayacağıma; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup bunları geliştirmek için çalışacağıma; insan haklarına ve Anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik, bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.”
Memurluk Allah’ın memurluğu (O’nun emrine girme) ise ne güzeldir. Tâğutun memurluğu ise, onların âmirliği ve sizin de onların emrine girip, onların memuru olmanız, onlara itaatiniz ise…
Müslümanlar olarak biz, öncelikle kendimiz her çeşit küfür ve şirkten korunmak ve gerçek anlamda iman etmekten sorumluyuz. Kendini ateşten koruyamayan insan, başkalarını nasıl korusun? Bireysel tevhidini uygulayamayan kimsenin yaptığı ne kadar hayır cinsinden olursa olsun, Allah indinde boşa çıkacak ve hiçbir karşılık alamayacaktır. Biz, hizmet ve benzeri şey için değil, kulluk için yaratıldık. Kulluğun içine ne kadar hizmet girerse o kadarından sorumluyuz. Ama “hizmetin içine ne kadar kulluk girerse o bize yeter” diyemeyiz. Meselâ bir öğretmenin öğrencileri puta tapma törenlerine yönlendirdiği, onları bu âyin için sıraya koyduğu fiilini düşünelim. Küfür davranışları içindeyken veya o tür uygulamaları masum çocuklara emreder ve yaptırırken ölüm gelmiş olsa… Ölüm o anda gelmese bile, en küçük bir şerrin hesabının sorulacağı bir yerde ve zamanda, bir başkasını küfre yönlendirmenin hesabının nasıl verileceği… Kendini ateşten koruyamayan kimsenin başkasını nasıl koruyacağı… değerlendirilmeli. Allah, hiç kimseye “niye tağutların emrinde öğretmenlik yapmadın?” diye hesaba çekmeyecek, ama (farkına ve bilincine varsa da varmasa da) böylesi vahyi reddeden düzenlerin (eğitim) çarkını çeviren ve müşrik vatandaş yetiştirme görevi üstlenen kimselere “niye imanına şirk karıştırdın? Niye hakla bâtılı karıştırdın, çocukları küfre teşvik edip onları kâfirleştirdin?” diye hesaba çekecektir?
Küfre rıza küfürdür. Küfrü emreden, küfrü bir başkasına mecbur edip dayatan kişiye mü’min muamelesi yapılamaz, o kimsenin cenaze namazı kılınamaz. Olayın küfür ve şirk olması ayrı bir şey. Belirli bir şahsa müşrik demek ayrı bir şeydir. Biz olayın vehâmetini anlatırız, insanları ondan sakındırmaya çalışırız, ama belirli şahsı açıkça bir inkârını görmedikçe tekfir etmeyiz.
Bu hususta açıklığa kavuşturulması gereken beş ayrı husus var: 1- Elfâz-ı küfür (ve ef’âl-i küfür), 2- Allah adı dışında başka bir kutsal(!) adına yemin, 3- Memurluk ve memurluklar arasında fark, 4- İmza (veya yazı)nın söz gibi olup olmadığı, 5- Belirli bir şahsı tekfir etmek.
Elfâz-ı küfür, küfür lafızları, insanı küfre götüren sözler demektir.
Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfaz-ı küfür” adı verilir. İbn Hacer el-Askalânî şöyle der: “Kim putlara tapınırsa, secde ederse İslâm’a inansa bile küfre girer. Sübkî bu konuda icmâ olduğunu söylemiştir.” [1174]
Ebû Bekir el-Cessas ise şöyle der: “İkrah hali olmaksızın küfür lafzını şaka ya da ciddi olarak dillendiren bir kimse kâfir olur.” [1175]
Allâme Keşmirî şöyle der: “Sonuç olarak kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.” [1176]
İkrah hali olmaksızın küfür kelimelerini telaffuz eden bir kimse kâfir olur. Bu konuda ümmet arasında icmâ vardır. Dolayısı ile bir kimsenin birkaç kuruşluk dünya menfaati uğruna küfre girmesi düşünülemez.
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ayette şöyle buyurulur: “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah’tan onlara bir azap vardır.” [1177] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir. [1178]
Gönüllü olarak memur olan bir kimsenin ikrah (zorlama) altında olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kimseye zorla memur olması için baskı ve zorlama yapılmamaktadır. Şiddetli baskı, yani işkence altında olmadan bir mü’minin bir küfür lafzı söylemesi, onu imandan çıkarır.
Ef’âl-i küfür de, küfür fiilleri, insanı küfre sokan davranışlar, eylemlerdir. Puta tapmak gibi. Bu tür davranışlardan biri de, yine şiddetli zorlama (ikrâh-ı mülcî) bulunmadığı takdirde, kişiyi küfre sokar.
Yemin meselesine gelince…
Babalar, anneler, melekler vs. gibi Allah’tan başka varlıklar adına edilen yeminler: Bu şekilde yemin etmek câiz değildir. Hz. Peygamber, böyle yemin etmeyi men etmiştir. Aynen bu varlıklar gibi, “namus, şeref üzerine yapılan yapılan yeminler, yemin ederim, ant içerim” gibi ifadelerle de yemin etmek câiz değildir. Bu ifadeler, şer’an yemin hükmüne girmez; bu tür yemin eden kimse, yeminini bozsa kefaret gerekmez. Ama, Vallahi, billâhi, tallahi ifadeleriyle yapılması meşrû olan yemini, bu tür geçersiz ifadelerle yapan, yani Allah’ın dışında başka varlıklar veya farklı kutsallar adına yemin eden kişi, büyük günah işlemiş, küçük de olsa şirke bulaşmış olur.
“Her kim Allah’tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” [1179]
“Yemin, yemin isteyenin niyetine göredir” Bir diğer rivâyet: “Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir.” [1180]
Sözün özü: “Yemin, (sonuç itibarıyla) ya günaha girmektir veya pişman olmaktır.” [1181]; “... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.” [1182]
Memurluklar Arasında Fark
Burada şu noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Bazı durumlarda tâğutlardan görev almak aslen şirktir. Meselâ tâğutların yasama meclisinde bakan, milletvekili olmak ya da hâkim, savcı, polis, istihbarat memuru, subay gibi tâğutî düzeni ayakta tutan, tâğutî düzenin küfrünü destekleyen kurum ve kuruluşlarda çalışmak sahibini İslâm’dan çıkarır. Tüm bu görevler kâfirlere itaat ve onlarla velâ bağı kurmak kapsamındadır.
Bazen tâğuttan görev almak onu meşrû gösterdiğinden dolayı haramdır. Meselâ şu anda tâğutî düzenler tarafından görevlendirilmiş hocalar ve din adına kurulmuş olan Diyanet teşkilatı gibi teşkilattan görev alan kişiler, hiçbir şirk ilkesini kabul etmeseler, 657 sayılı kanunun belirlediği sözleri (yemin) söylemeseler bile, toplumun nazarında tâğutu meşrûlaştırdıklarından dolayı en azından haram işlerler.
Yemin konusu hâriç tutulmak üzere; tüm memurluk çeşitleri aynı hükme tâbi tutulamaz. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla câiz ve mubah kabul edilecek (ya da şartlara göre bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken) çeşitleri vardır.
Düzenin üç temel sacayağı olan “yasama, yürütme ve yargı” alanlarında görev almak, tâğuta yardımcı olmak, onu güçlendirmek anlamına geleceği ve Allah’ın indirmediğiyle hüküm konusu ile bağlantılı olacağı için kesinlikle câiz görülemez. Bunları görev ve memurluk olarak isimlendirirsek, şunları sayabiliriz: Milletvekilliği, hükümet üyeliği, parlamentoda memurluk, devletin İslâm’a ters kanunlarını uygulamak ve insanları bunlarla yönetmek kapsamına girecek her çeşit bürokratlık, yöneticilik, âmirlik yasama ile ilgili alanı kapsar.
Yürütme de; TC’nin temel ilkeleri doğrultusunda, insanları devletin verdiği güçle kanunları uygulayan, devlete mutlak itaati isteyen kurumlarda görev; meselâ Emniyet Müdürlüğünde görev, polislik vb.
Yargı da hâkim, savcı vb. görevleri kapsar. Bunlar da Allah’ın indirdiğiyle değil; beşerin uydurduğu ilke ve kanunlarla insanları yönetmeye çalışırlar.
Ayrıca yapılması küfür veya haram olan bir işle, görevle ilgili herhangi bir alanda görev almak veya böyle bir konumdaki memurluk; insanları küfre veya harama teşvik edecek veya kendisi için kesinlikle küfür veya haram olan bir işte görevli memurluk da kesinlikle câiz olmaz.
Demek ki, Emniyet’te görevli bir memur ile meselâ belediyede bir memur farklıdır. Yine Belediye’de zabıta görevlisiyle itfaiyeci aynı değildir. Zabıta, zulüm olan bazı uygulamalar yaptığına ve polise benzer bir görevi olduğundan câiz kabul edilemezken, itfaiyeciliğin hiçbir sakıncası yoktur. Bazı memurluklar da duruma göre değerlendirilir: Vergi memurluğu câiz görülmezken, meselâ nüfus müdürlüğünde memurluk câiz kabul edilir. Tabii, bütün bu câiz denilen hususlar, herhangi bir küfür ve haramla, ancak bazı haramlar işlemekle o memurluk yapılıyorsa, câiz olmaktan çıkar.
Belki en riskli memurluklar da halkın “namaz kıldırma memuru” dediği imamlık ve halkın peygamber mesleği dediği öğretmenlik sözkonusudur. Cami görevlisinin tâğutları hiçbir şekilde ve hiçbir zaman övmemesi, onlara dua ettirmemesi, İslâm dışı bir düzeni savunmaması, tâğutları reddettiğini davranışları ve uygulamalarıyla ispatlaması ve hakkı (tevhidi, şirki, çağdaş putperestliği…) gizlemeyip bâtıla karıştırmadan insanlara duyurması gerekmektedir ki, yaptığı görev, câiz kabul edilebilsin; aksi takdirde câiz değildir.
Okullarda görevli öğretmenlerin ise, öğrencileri putperest âyinlere yönlendirmemesi, hiçbir öğrenciye tâğutu övecek şekilde görevler vermemesi, bu tür konuları okutmaması, kendisinin de küfür davranışı olan hafta başı ve sonundaki törenlere, bayram törenlerine vb. katılmaması şarttır.
Yine buna benzer küfür davranış ve sözlerinden tümüyle kaçınmak şartıyla yapılan öğretmenliğin câiz olduğu söylenebilir veya en azından bu konu tartışılabilir.
Bütün bunların yanında, dâva adamı olan veya olmaya çalışan samimi mü’minlerin, zâlim bir düzenin çarklarını çevirecek bir memurlukla ömürlerini tüketmeleri, pasifize olmaları tavsiye edilmez, yakışmaz, şık olmaz.
Kur’an ve Sünnette bugünkü memurlukla ilgili direkt bir ifadenin bulunması sözkonusu değildir. Kur’an ve Sünnet temel ilkeleri verir. Gerisi Kur’an ve Sünneti ölçü kabul eden ve bu konuda doğru hükümler çıkarabilen seviyeli insanların değerlendirmelerine yönelinir. Kimin Kur’an ve Sünnetten delili kuvvetliyse o hükme uyulur. Kur’an ve Sünnet, tâğutun red ve inkâr edilmesini emreder. Putperestliğin ve şirkin her çeşidini yasaklar. Haram işlenmesini yasaklar. Ayrıca küfre vesile olan, yardımcı olanın küfre, harama yardımcı olan kimsenin harama düştüğünü belirtir.
Şahsî kanaatim, mecburi ve çok özel bir durum olmadıkça dâva adamı hiçbir müslümanın memurluğu veya resmî dairelerde çalışmayı tercih etmemesidir.
Ülkedeki Müslümanlar, çoğunlukla iki aşırı uca kaymış durumda. Tarihte bu iki aşırı ucun adları: Mürcie ve Hâricîlik. Günümüzdeki insanlar, kendilerinin dâhil oldukları grubu bile tanımazlar, o da ayrı bir konu. Çağdaş Müslümanların bir kısmı, hemen her şeyi mubah görür, amellerin imana hiç zarar vermeyeceğini ifade eder, şirk ve küfür olan hususlara bile sert tavır takınmaz; bunları çağdaş mürcie kabul edebiliri. Halk yığınlarının geneli ve bazı cemaatler bu anlayıştadır. Diğer taraftan tüm halkı tekfir eden, ya da meselâ oy verdiği için (hangi niyetle ve hangi seviyedeki insan olursa olsun) onları tekfir eden gruplar var; bunlara da çağdaş Hâricîler denebilir.
İşte bu zihniyetteki insanlar memurluğa da diğer hususlara da kendi din anlayışları doğrultusunda bakacak, kimi tüm memurları tekfir ederken, diğeri memurluğun tümünün hiçbir sakıncası olmadığını söyleyecektir.
Bize göre her iki yaklaşım da doğru değildir. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken çeşitleri vardır. (Yemin konusu hâriç tutulmak üzere).
Tâğutun Mahkemesine Müracaat Etmek
Kur’an’da şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tâğuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (kitaba) ve rasule gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.”[1183]
Tâğutun mahkemesine müracaatla ilgili bu âyetten farklı hükümler çıkarılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu âyette dikkatimizi çekmesi gereken odak kelime, bana göre “yurîdûne/isterler (istiyorlar)” ifadesidir. Bir kimse İslâm devletinde bile yaşasa, sadece tâğutun hükümleriyle muhakeme olmak istese bu isteğiyle küfre girmiş olur. Tersine; bir kimse istemeden böyle bir mahkemede muhakeme olsa bu, küfür olmaz. Meselâ bir müslümanı polisler evinden alıp götürüyorlar. Sonra mahkemeye çıkartıyorlar. Bu, elbette küfür de değildir, haram da değildir. Zulmen mahkemeye çıkarılmak. Benzer şekilde bir zulümle karşı karşıya kalsa ve hakkını İslâmî bir kurum (Allah’ın hükmüne göre işleyen bir İslâm mahkemesi) olmadığı için müslümana has şekilde alamıyorsa, zulme rıza göstermenin de haram olduğunu değerlendirip bir zulmün def edilmesi için (başka alternatif bulamadığı için) istemeye istemeye mahkemeye gitmesi yukarıdaki âyetteki tehdidin içine insanı koymaz diye hükmedilebilir. Ama, bu husus kişinin gönlünün tatmin olmasına bağlıdır. Hadiste “Fetvâyı alsan da kalbine danış” buyrulmaktadır. Mümkün ki, azimet-ruhsat ayrımı yapılabilir.
İslâm’ın temel ilkelerinden biri, tâğutu reddetmek olduğu kadar, bir diğeri zulme engel olmaktır. Zulüm, ancak mahkeme yoluyla engellenebiliyorsa, dinin ölçülerine uymak kaydıyla ondan yararlanılabilir. Delil, hılfu’l-fudûl kurumudur.
“Fadl’lar Andlaşması”na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel’in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: “Abdullah b. Cud’an’ın evinde yapılan And’da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim” [1184]
Bir müslüman, günümüz şartlarında mahkemede kendini savunabilir. Mahkemeye zorla çıkarılabilir. Çıkmak zorunda bırakılabilir. Bu konularda şirk ve haram olduğu kesin olan şeylerden sakınmak kaydıyla mahkemelerden yararlanabilir. Aynen belediyeden yararlandığı gibi. Esnafın vergi karnesini işyerine asıp ondan yararlanması (ceza gibi zararlardan korunması) gibi.
Bütün bunlar yasak kapsamına girme ihtimali olan hususlar olduğu için sonra da istiğfar ve tevbe etmesi, aynı zamanda İslâmî devlet için çalışması ve bu tür İslâm açısından riskli şeyleri zorlayan gayri İslâmî düzene tavır alması (varsa, bu konudaki) günahlarına kefaret için terk edilmemesi gereken önemdedir.
Mahkemeye gitmenin akaidi ilgilendiren bir problem olduğunu iddia etmek yerine, insanların zulümlerine toptan engel olmak için, sivrisinekle uğraşmaktan ziyade bataklığı kurutmaya odaklanmak daha doğrudur. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen düzenlere karşı yapmamız gereken görevler nelerdir? Allah bizden bu zulmü toptan kaldırmak için neler bekliyor? Birey olarak birkaç fedakâr muvahhid mü’min, hayatı boyunca kazanıp biriktirdiği tüm parasını birine kaptırsa, mahkemeye müracaatı zillet görüp hakkını aramayabilir. Ama, bunu kaç insan göğüsleyebilir? Kaldı ki, göğüslemeli mi gerçekten? Yani, muvahhid mü’minlerin mahkemeye müracaat etmeyeceklerini duyan, bilen zâlim üçkâğıtçı insanlar (ki, çevrede bu tür insanlar hiç de az sayılmaz), hile veya zorla bir mü’minin elindeki paraları, işyerindeki malları gasbederek zulmedebilirler. Mü’minler de kendi aralarında bir güç (cemaat gücü, küçük bir devlet, haksızlıkları zorla da olsa engelleyecek şekilde) oluşturamamışlar. O zaman zalimlerin yaptıkları yanlarına dünyada kâr kalacak. Müslümanlar da hep mazlum olacak. İslâmi bir devlet olmadığı müddetçe Din, müslümanların mazlum olmasını mecbur kılacak. Böyle bir din, yeryüzünden haksızlığı gidermek üzere gelen İslâm olabilir mi? Hıristiyanlık böyle tahrif edilmemiş miydi? Emperyalist zalimlerin istediği bir çizgiye tahrife uğrayıp gelerek: “Bir yüzüne tokat vururlarsa öteki yüzünü çevir; ceketini alırlarsa sen gömleğini de çıkar ver!” Tam, kapitalist sömürücülerin istediği bir din. İslâm da bu çizgi içine girsin mi isteniyor? Mescid-i takvâ olmadan, bir yer mescid-i dırar ilan edilemez. Bir kötülüğe sadece engel olmak değildir İslâm’ın tavsiyesi; “kötülüğü (iyilikle) değiştirmektir.” Meşhur hadisi bilirsiniz: “Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde...” Âlimlerin görevi, sadece yasakları göstermek, insanları çıkmaz sokağa sokmak değildir, onlara (imanları ve fedâkârlıkları oranında) çıkış yolları göstermektir. Unutmayın, bu din sadece azimeti tercih edecek (hüsn-i zanla ve takdir ederek ifade edeyim: Sizin gibi) yiğitlerin, kahramanların dini değildir. Aynı zamanda (“kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, zekât’tan başka bir şey yapmam!” diyen) bedevilerin, dağlı insanların, halktan/avamdan cahil insanların da dinidir. Onların önünü açmazsanız: O küfür, bu küfür, öyleyse küfürsüz yaşanmıyor, diğer küfürleri de yapsam ne olur?” diyebilir. Ya da “İslâm bu devirde yaşanmaz. O eskidenmiş. Baksana, zulme uğrayınca zulme engel olacak imkânları bile yasaklıyor...” diyebilirler. Âlim, sadece bir âyetten hüküm çıkaran mealcilerden farklı olmak, Kur’an bütünlüğü, İslâm’ın genel prensiplerini, aynı zamanda insanların konumlarını iyi tahlil eden insan demektir.
Sözün özü: zarar büyükse, zarardan/zulümden sakınmak için hilful fudul örnek alınabilir. Bu ifadeler, kesinlikle bir fetva mahiyeti taşımaz. Mü’minler, kalbine danışmalı ve kendileri karar vermelidir. Tabii ki en ihtiyatlı olanı; ne ile imtihan olursa olsun, isteyerek hiçbir şekilde mahkemeye müracaat etmemektir.
Oy Vermek Ve Demokrasiyi Desteklemek
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar. Hâlbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamberim hükmüne gelin’ denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler.” [1185] “... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun koyma hakkı) ancak Allah’ındır. Ve O yalnız, sadece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [1186]
Kur’an, peygamberlerin tavrını, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: “Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye bir peygamber gönderdik...”[1187] Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti? Putlara ve Nemrut’a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun’a karşı Hz. Mûsâ’yı ve mücâdelesini bir gözönüne getirelim. Nemrut’un, Firavun’un emrine girmek isteyen, onun sarayında, onun düzenine ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün önüne gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında “Gerçekten Allah’ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için size Allah’ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek vardır.”[1188] hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah’a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber’in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız.”[1189] diyorlardı. Zâten Rasûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz’e teklif ettikleri birkaç husustan biri de “istersen gel, seni başımıza kral yapalım” teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın kırallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem” diyordu; dâvâ hiçbir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz’in reddettiği anlayış, şimdilerde “bırakın birkaç sene de biz idare edelim” şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti. Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete, kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse, şeriat 100 esasta toplanmış olsa, 99’unu uzlaşma veya küfürle koalisyonlarla kabul ettirerek tâviz koparsalar müslümanların 1 tek esası bile küfürden almaları, bir esasta tâviz vermeleri câiz miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir miydi acaba? “Yoksa siz Kitab’ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[1190] Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin, küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan olsun. Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.
Bu anlayışlarımızı değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti vererek, toplumumuzu değiştireceğini beklemek İlâhî hükme, sünnetullaha ters olur: “...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerini değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez...”[1191]
Bu particilik konusunda en önemli problemlerden biri, “elfâz-ı küfür” meselesidir. Oy vererek seçtiğiniz tüm milletvekilleri: “Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet’i koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına...” yemin etmekte, nâmusu ve şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yemin denilen küfür sözlerini. Konuyla ilgili bir hadis-i şerif: “Kim Allah’tan başkası üzerine yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” [1192]
Bir hadis-i şerif de, “yemin ederken, başka şeye dâir niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam olsa, ne olur?” sorusuna cevap veriyor: “Yemin, yemin isteyenin niyetine göredir” Bir diğer rivâyet: “Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir.” [1193]
Ayrıca, parti tüzüğünde açıkça “Atatürk ilkelerine ve partiler kanununa... bağlı kalacağınıza” dair yazılı teminat verme ve kendinize tüzük olarak kabul etme durumundasınız. Parti binalarına tâğutların resmini asacak, zaman zaman, bazı bayramlarda seyranlarda anıtkabirlere gidecek, putların karşısında divan duracaksınız. Bayram denilen, Şeriat’ın kaldırıldığı günleri kutlayacak, laik cumhuriyeti, demokrasiyi, Allah’ın indirmediği kanunları hazırlayan meclisleri öven beyanatlar vereceksiniz. “Atatürk yaşasaydı, bizim partimizden olurdu” diyeceksiniz. Şirk olan düzenin unsurlarına ve düzene sahip çıkan sözler söyleyip uygulamalar yapacaksınız. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyeceksiniz. Küfrün kurumlarına sahip çıkacak, polisini, ekonomisini... güçlendirecek, yıkılası rejimin iskeletine kan pompalayacaksınız.
Bunların İslâmî hükmünü öğrenmek, tâğut adaylarına olduğu kadar, onları en azından oylarıyla destekleyenler için de şarttır.
Oy Verenin Hükmü Konusunda Bazı Âlimlerin Görüşleri
Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.”[1194] âyeti ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki; Kur’an ve sünnetin dışında kendi heva ve heveslerine göre kanun koyanlara uyanlar Allah’a şirk koşmuşlardır. Bu manayı destekleyen birçok ayet de vardır. Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini “Allah öldürmüştür” diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c.) şöyle diyor: “Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[1195] Bu âyette Allah’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk, Allah’ın kanunlarına muhalif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir.
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğuta küfretmeleri (ona inanmayıp onu inkâr edip reddetmeleri) emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkeme olmak, onların hükümleriyle hükmedilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları derin bir dalâlete/sapıklığa saptırmak istiyor.”[1196]
Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış Allah’ın şeriatine muhâlif kanunlara tâbi olan kimselerin kâfir ve müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti kör olmuş kimselerden başkaları değildir.[1197]
Hasan el-Bennâ: “İhvân yine inanır ki, İslâm’ın getirdiği ve gerektirdiği fikir ve oy verme hürriyeti ile particiliğin gerektirdiği oy verme taassubu, toplulukların karşısına çıkıp oy avcılığı yapma, ümmeti parçalama, birliği bozma ve iktidar gücünün sarsılmasına ve parçalanmasına sebep olma arasında fark vardır ki, İslâm, particiliğin getirdiği bu gibi şeyleri şiddetle haram kılmıştır.”[1198]
Seyyid Kutub: “… Bazı müslümanlar câhiliyye toplumuna tâviz verip onun yaşayışına ayak uydurmak sûretiyle politika yapacaklarını ve içlerine girerek İslâ dâvâsına bir şey kazandıracaklarını zannediyorlar. Bunlar, ne İslâm akîdesinin (inancının) karakterini anlamışlar, ne de kalplerin kapısının nasıl açılacağını öğrenmişlerdir.”[1199]
“Siz, Allah’ın emrettiği hususlardan yüz çevirip şeriatını terk edip başkalarının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkalarının hükmüne koşarsanız, işte bu yaptığınız şirktir. Kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük ve basit bir mesele dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup da böyle bir fiil işleyen doğrudan doğruya İslâm’dan çıkıp şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehadet getirirse getirsin fark etmez… Madem ki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, bu onun durumunu değiştirmez…”[1200]
Muhammed Emin Şenkıtî, Kehf sûresinin 26. âyetine yaptığı tefsirde şöyle demektedir: “Kur’an-ı Kerim’in nasslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtasıyla koydurduğu, İslâm şeraitine muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.”[1201]
Şeyhul İslâm Mustafa Sabri Efendi şöyle der: “Şayet hükümet dinin hudûdundan çıkar ve ‘dine tâbi olmak fertlerin işidir’ derse, bu söz dini devletten ayırmaktır. Bu da hükümetin irtidadıdır. Böyle bir hükümetten râzı olan ümmet de irtidat etmiştir. Bu hükümete itaat edenler tek tek mürtedleşmiştir. Bunların hepsi, şu âyetin kapsamına girmektedir: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [1202]
Mevdûdi diyor ki: “Demokrasi insanın ilâhlaştırılması, kitlelerin egemenliğidir. Demokraside yasama halkındır. Halk parlamentoda milletvekillerinin çoğunluğu ile temsil edilir. Parlamentonun yaptığı kanunlar bütün halk için bağlayıcıdır. Bu nedenle demokrasi, Allah’a şirk koşmaktır ve açık bir küfürdür. Çünkü Allah’ın yasama hakkını alıp insanlara vermektedir. Hâlbuki Allahu Teâlâ: “Hüküm ancak Allah’ındır. O size ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti.” [1203] buyurmaktadır. Parlamento kararlarının Allah’ın adıyla değil de insanların adıyla çıkmış olması, demokrasinin küfrünü göstermeye yeterlidir. Demokratlar bu yaptıklarıyla halkı Allahu Teâlâ’nın yerine koymaktadırlar. Bu nedenle demokrasi, Allah’ı bırakıp insanları ilâhlaştırmanın bir şeklidir. Alluhu Teâlâ; “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim”[1204] buyruğu ile onu haram kılmıştır.”[1205]
Seyyid Kutub şöyle der: “Allah’a ortak koşmak, sadece yasama hakkını Allah’tan başkasına vermekle de tahakkuk eder. Böyle bir fiil, sahibini müşrik yapmaya kâfidir.”[1206]
İmam Taberî: “Allahu Teâlâ kendi kanunlarından hâriç kanun yapanların kâfir olduğunu haber veriyor.” diyor.[1207]
Abdullah Azzam diyor ki: “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah’ın şeriatına ve Rasûlullah’ın sünnetine taban tabana zıt kanun koyan, o kanunu uygun gören, destekleyip imzalayan kimseler kesinlikle kâfir olurlar ve İslâm milletinden çıkarlar. Allah’ın indirdikleri dışında kanun yapmak insanı kesinlikle dinden çıkarır. İslâm’a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, doğrulamak, imzalamak, parlamentonun hakkı değildir. Kim ki İslâm’a zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse -erkek ve kadın eşittir, gibi- İslâm milletinden çıkar.”[1208]
Mahmud Şâkir: “Allah’ın şeriatına muhâlif kanun koyanların küfründe zerre kadar şüphe yoktur.”[1209]
Abdülkadir Udeh: “Çağımızda İslâm şeriatını değil de, onun yerine, insanların koymuş oldukları kanunları uygulamak, bugün küfrün en bâriz örneklerindendir.”[1210]
Seyyid Kutub: “Bir kimsenin Allah’ın şeritanı hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hâkimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi… Evet, sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kâfir olması için yeterli bir fiildir. Hâkimiyet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse, bu hareketinden dolayı Allah’ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hâkimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir.”[1211]
Muhammed Kutub: “Allah’ın kanunundan hâriç kanun yapan İslâm milletinden çkar. Bu konuda tüm fukahâ ittifak etmiştir. Acaba dâvetçiler Allah’ın hükümleri dışında kanun yapmanın imandan çıkardığını ve bu kanunlardan râzı olmanın küfür olduğunu öğrenmediler mi?[1212]; “Böyle parlamentolara girmek bazı kaymalara sebep olur. Dâvâya karşı büyük tehlike ifade eder. Öncelikle böyle parlamentolara girmek akîdeyi bozar. Bir müslümanın dini ona: ‘Allah’ın şeriatı dışındaki tüm kanun ve yasaları reddet. Beşerî sistemlerin hepsi cahilî sistemlerdir. Bu beşerî sistemleri kabul etme ve bunlara rızâ gösterme’ der. Buna rağmen bir müslüman, Allah’ın şeriatını reddeden kendi istekleri doğrultusunda kanun vaz’ eden parlamentoda nasıl olur da onlarla oturur? Nasıl onlarla birlikte hükümet kurar? Bir müslüman nasıl onların ilkelerini kabul ettiğine dair söz verir ve yemin eder? Hâlbuki Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmaktadır: “O (Allah), Kitab’da size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiği yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar (başka konuya geçinceye kadar) kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.”[1213] Kesinlikle bilinmelidir ki; bu gibi şeyler İslâm akîdesine apaçık terstir.”[1214]
Said Havva: “Şehâdet kelimesini bozan hallerden bir tanesi de Allah’tan başkasına teşrî’, hâkimiyet, emretme ve nehyetme yetkisi vermektir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an’da “Hâkimiyet ancak Allah’ındır.”[1215] buyurmaktadır. Bu hususa öncelikle demokrasi girmektedir. Zira demokrasi parlamentolarda çoğunluğun hevâ ve hevesine dayalı bir şekilde kanun koymaktır ki, bu da direkt olarak teşrîdir. Ve şirkin ta kendisidir.[1216]
Oy Vermenin Hükmü
Bununla birlikte sadece oy verdiğinden dolayı halkı tekfir etmenin doğru olmadığını birkaç sebepten dolayı, bu konuda hüküm vermemeyi doğru görüyorum. Halk, bu konuda cahildir, cahillik de özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı zaman ve yerlerde mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder. Ayrıca, halkın İslâm âlimi kabul ettiği nice şahısların, oy vermeyi caiz görmeleri, bu konu hakkındaki şüphelerin artmasına ve konunu içinden çıkılmaz hale gelmesine sebep olmuştur.
Şeyh Ebu Basir bu konuda şöyle diyor: Müslümanlardan milletvekillerine oy verenlerin hükmü şöyledir:
1) Oy vermek fiil olarak Allah Teâlâ’nın dininde küfürdür. Çünkü Allahtan başka bir mahlûkun ulûhiyyetine ve seçimlerin önceden belirtmiş olduğumuz yanlış yönlerine rıza ve kabul içermektedir.
2) Bu fiili işleyen kişinin ise iki hali vardır. Birincisinde muayyen olarak kafir olur. İkincisinde ise mazeret ve tevilden dolayı kâfir olmaz.
Birincisi; oy verenin muayyen olarak kâfir olduğu hal: Kişinin kendi sözünden veya halinden milletvekilinin mecliste yaptığı işin gerçeğini, düştüğü şer’î yanlışları, şeriatla çeliştiğini bilip de, buna rağmen hür ve isteyerek seçimlerde milletvekiline oy verdiğini gördüğümüz zaman. Yani bu kişi milletvekilinin, Allahtan başka kanun koyma özelliği olduğu ve teşrii yapma hakkı olduğu için oy vermektedir. Böyle bir kişinin muayyen olarak tekfir edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.
İkincisi; oy verenin muayyen olarak tekfir edilmediği hal: Bu halde bu kişiye cehalet ve muhalefet ettiği konudaki âcizliği gideren şer’î delil kendisine ulaşana kadar bu kişi mazeret ve te’vil kapsamındadır. Bu durum söz konusu çirkin fiile katılan insanların çoğunluğunun halidir. Yani oy veren kimsenin sözünden veya halinden milletvekilinin işinin gerçeğini ve düştüğü şer’î yanlışları bilmediğini gördüğümüz zamandır. Bilakis bu insan demokrasinin hocaları ve davetçilerinden işitmiş olduğu sözlerden, demokrasinin güzel ve parlak olduğunu sanmakta ve ona göre seçimlere katılıp oy vermektedir. Böyle bir kişinin tekfir edilmesinden sakınmak kaçınılmaz bir şeydir. Şer’î hüccet/delil ikame edilene kadar ona öğretmek ve işlerin gerçeğini göstermek gerekir. [1217]
Şeyh Ebu Katade bu konu hakkında şöyle der: Kanaatime göre seçimlere katılanların hepsi kâfir olmaz Bunun sebepleri ise:
Birincisi: Kanunlarında belirtilen seçim mahiyeti toplumun önde gelen birçokları tarafından bilinmediğinden dolayı hiç şüphesiz ortada cehalet özrü bulunmaktadır. Bu nedenle seçimlerin mahiyetini anlayan kardeşlerimizin, diğer insanlar hakkında hüküm vermeye çalışırken onları da bu konuda kendileri gibi sanarak hüküm vermeye kalkışmamaları gerekir. Özellikle seçim konusunun sonradan meydana çıkan bir hadise olması ve selef tarafından üzerinde durulmaması nedeniyle halkın bu konuda yeterince bilgi sahibi olmaması, onlar için mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder.
Resmî Okullarda Çocuklarını Okutmak
Hepimizin okullarla şu veya bu şekilde bir ilişkisi var. Ya kendimiz veya çocuklarımız ya da en yakınlarımızdan birileri eğitim adına eritiliyor, öğütülüyor. Yeni neslin kafaları düzene uygun hale getirilmek için yontuluyor, fıtratları bozuluyor. Ve bu konuda Müslümanlar olarak çıkış yolu bulamamanın bin bir zilletini yaşıyor ve vebalini taşıyoruz.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[1218] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[1219] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Kendimizin ve yakınlarımızın eğer çocuklarını okula gönderiyorlarsa, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;
Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,
İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak
Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,
Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,
Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,
Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,
Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak
Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.
Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.
Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar oluşturmak.
Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın yollarını bulmak.
Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış açısını kazandırmaya gayret etmek.
Evlerimizi İslâm okulu haline getirmeye çalışmak.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Askerlik
Askerlik; Devlet Tanrısına kulluk demektir, aslında. Doğru da, askerlik dışında da nice konularda insanlar bu kulluğu sergilemek zorunda bırakılmıyorlar mı?
Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması sistem açısından bir vatandaşlık görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır. Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür” deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler için.
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir. Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde, ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar vatanı kurtarmaya(!), kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
Sistem, okullarında okuyan öğrencileri de askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazırol, rap rap rap!” (“Rab, Rab!” değil, ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye darbe olur.)
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.” [1220] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir. Onların gönüllü askeri olmaları küfürdür. Kim, gönül rızasıyla, isteyerek, seve seve kâfirlere askerlik yaparsa kâfir olur.
Ancak, istemeyerek askerlik yapmak zorunda bırakılanlar (eğer askerlik yaparken yemin etmezler, marşlarda ve derslerde küfür kelimelerini söylemezlerse), tabii hepsinden önemlisi tâğut uğrunda savaşa katılmazlarsa tekfir edilmemelidir.
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah’tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Onadır.” [1221]
Hz. Peygamber; “Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır.” [1222] buyurmuştur.
Bu nasslar ışığında diyebiliriz ki; Bir mü’min, askerlik yapmamak için elinden gelen imkânları kullanacaktır. Rapor alma veya benzeri yolları denemek zorundadır. Eğer başka hiçbir yol bulamadıysa, kerhen (istemeye istemeye), zorla askere götürülmesinde kendisi için tekfir edilecek bir durum olmaz. Bu durum, aynen bazı mü’minlerin hapse atılmasına benzer. Nasıl hapiste yatmak küfür kabul edilmezse, aynı şekilde kişinin haksız yere hapse atılır gibi, belirli yaşa geldiğinde askere atılması (alınması) da (orada küfür olan davranış ve sözlerden sakındığı müddetçe) küfür sayılmaz. Bu durum, ruhsattır ve mü’minlerin güçlerinin yetmemesiyle ilgilidir.
Azimet ise, her ne pahasına olursa olsun askere gitmemektir. Buna gücü yeten insan, övgüye lâyıktır. Ama, günümüzün şartlarında bunu her mü’minin yapmasının beklenmesi doğru değildir. Askere gitmemek için gücü yetmeyip mecburen gitmek zorunda kalanlara anlayışla bakmak gerekir. İslâm, sadece kahramanların dini değil, aynı zamanda bedevilerin, zayıf ve güçsüzlerin de dinidir. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”[1223]; “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” [1224]
Elbette, kâfirler safında mü’minlere karşı savaşmak, savaşa katılmak farklıdır. Hiçbir mü’min kâfirler safında savaşamaz. Tâğutlar safında savaşmak küfürdür. [1225]
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk; hayatını İslam’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” [1226] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
Dâvâmızın sonu el-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn’dir.
Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun!
20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
Âhiret Bilinci, Hüseyin Özkozalı, Bengisu Y.
Âhiret Günü, Abdulkadir Rahbavî, Beka Y.
Âhiret ve Cennet-Cehennem, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Akaid Dersleri, Ebu Hanzala, Furkan Y.
Akaid Dersleri, Rüştü Erkal, Özel Y.
Akaid Risaleleri, Hzr. Ali Nar, Özel Y.
Akaid ve Fıkıh Risaleleri, Heyet, İstikamet Y.
Akaid ve Kelâm İlminde Vahyin ve Aklın Yeri, Ensar Neşr.
Akaid ve Şeriat, Mahmut Şeltut, Yöneliş Y.
Akait Dersleri, Muhammed Taki Misbah, Kevser Y.
Akîde ve Şeriat, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Akîde, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
Akîdede Âhad Haberin Delil Olması, M. bin Abdullah el-Vuheybî, Guraba Y.
Akidemiz Budur, Ebu Muhammed el-Makdisi, Beyaz Minare Y.
Âlemlerin Rabbi Allah, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havvâ, Petek / Hilâl Y.
Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.
Allah, Kur’an, İnsan, Şerafeddin Gölcük, Esra Y.
Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Karadavî, İhtar Y.
Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
Asrımızın Yesakı, Ziyaeddin el-Kudsî, Hak Y.
Atalar Yolu, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Ateizm ve Eleştirisi, Aydın Topaloğlu, DİB Y.
Bel’am, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y.
Bitmeyen Laiklik Kavgası, Rauf Pehlivan, Motif Y.
Biz Böyle İnanıyoruz!, İbn Useymin, Guraba Y.
Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
Bütün Yönleriyle Tevhid, Muhammed et-Temimi, Karınca Polen Y.
Büyük Şirkte Cehalet, İsmail Haliloğlu, Nakil Y.
Caferi, Şii ve Rafızilerin İnanç Esasları, Senin Ağzından Senin Dinin Ey Şii, Abdullah bin Muhammed es-Salih, Yedi İklim Kitabevi
Cahiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyaeddin el-Kudsî, Hak Y.
Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Câhiliyye, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Cehalet Özrü, Murat Gezenler, Şehadet Y.
Cehalet Özürdür, Bid’atçı Tekfircilere Reddiye, Ahmed Ferid, Guraba Y.
Çağdaş Hâricilik Düşüncesi, Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, Beyan Y.
Çağdaş İnançlar Düşünceler, 1-2, Heyet, Beka Y.
Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Ali Bulaç, Endülüs Y.
Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Ethem Ruhi Fığlalı, Selçuk Y.
Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
Çocuk Eğitiminde Nebevî Yöntem ve Fesad Medreseleri, Ebu Muhammed el-Makdisi, Şehadet Y.
Darü’l Erkam Darü’n Nedve Çarpışması, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
Delilleriyle İslâm İtikad ve İnanç Esasları, İsmail Hakkı Zeyrek, Sönmez Y.
Demokrasi Bir Dindir, el-Makdisî, el-Mukrî, Şehâdet Y.
Demokrasi Küfür Nizamıdır, Hizbut Tahrir Y.
Demokrasiye Eleştiri, Süleyman Uğurlu, Köklü Değişim Y.
Devletsiz İslâm, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
Din Budur, Seyyid Kutub, Arslan Y.
Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Din Nedir, Sâlih Gürdal, Beyan Y.
Din ve İslâm, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. el-Luveyhık, Kayıhan Y.
Diriliş Neslinin Amentüsü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
Dostluk ve Düşmanlık, Velâ ve Berâ, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Dört İmamın İtikadı, Muhammed el-Humeyyis, Guraba Y.
Dört Mezhep Arasında Akîde Birliği, Nâsır el-Kıfârî, Guraba Y.
Dört Mezhep İmamının İtikadı, Muhammed el-Humeyyis
Duâ ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
Dünden Bugüne Tekfir Olayı, N. Abdurrezzak Samarrai, Vahdet Y.
Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y.
Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Mevdûdi, Risale Y.
Ecel Üzerine, Osman Karadeniz, Özel Y.
Ecel ve Ölüm, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Eğitim, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Ehl-i Beyt Mektebine Göre Usûl-u Din, Komisyon, Kevser Y.
Ehli Sünnet Akaidi, Mehmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Bedir Y.
Ehli Sünnet Akaidi, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyât Y.
Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu, Nadim Macit, İhtar Y.
Ehli Sünnet ve Akaidi, Mehmet Çağlayan, Çağlayan Y.
Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat, Selefi Sâlihîn Akîdesi, Abdullah b. A. el-Eserî, Guraba Y.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat İnancında Kader, İbrahim b. Âmir er_Ruhaylî. İlimder Y.
Ehl-i Sünnet’in Muhaliflerine Cevabı, İbn Useymin, Guraba Y.
Ekonomi Bir Din midir? Zübeyir Yetik, Beyan Y.
Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözler, Hüseyin Aşık, İlim Y.
Emânet ve Ehliyet, 1-2, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y.
Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y.
Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y.
Ey Vahyin Çocukları Direnin, Hazırlayan Murat Gezenler, Şehadet Y.
Fıkh-ı Ekber Şerhi (Aliyyül Kari Şerhi), Kültür Basın Yayın Birliği, Y.
Fıtrattan Dine, Muhiddin Okumuş, Yediveren Y.
Gaybın Haberleri, Safvet Senih, Zaman Gazetesi Y.
Gençlere Tevhid Dersleri, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
Gizli Gücün Uyanışı İman, Tevfik Yusuf el-Vâi, Nida Y.
Güncel İtikat Meseleleri, Ebu Hanzala, Furkan Y.
Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, DİB Y.
Günümüz İnanç Problemleri, (Sempozyum) 2001 Erzurum, Aktif Kitap Erzurum
Hadislerin Kur’an’a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y.
Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
Hâkimiyet Mefhumu Tahkimu’l-Kavâniyn Şerhi, Murat Gezenler, Şehadet Y.
Hanefî Ulemâsına Göre Şirk ve Sebepleri, M. b. Abd. el-Humeyyis, Guraba Y.
Hasan el-Basrî’nin Kader Risalesi ve Şerhi, Mustafa İslamoğlu, Düşün Y.
Hâtemiyet (Peygamberliğin Sona Erişi), Mutahhari, Fecr Y.
Hayatı Kuşatan Yönleriyle Tevhid, Muhammed bin Ahmed el-Hafzî, Beka Y.
Her Nemruda Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
Hesap ve Hesaba Çekilme, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Hıristiyanlık ve Yahûdilik, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Hikmet ve İmtihan Boyutuyla Kaderi Anlamak, Ali Rıza Güneş, Rağbet Y.
İbâdet mi Ayin mi? Mustafa Mustafa Karataş, Dersaâdet Y.
İbâdet, Hidâyet, Hayır ve Şer, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
İbâdet, Yaşar İşcan, DİB Y.
İhlas ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
İlâhî Kanunların Hikmetleri, (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y.
İlâhî Öğretiler Işığında İslâm Nizamı, Yusuf el-Karadavî, Esra Y.
İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
İlim Ahlâk iman, Derleyen: M. Rahmi Balaban, D. İ. B. Y.
İlim ve Din Açısından Mu’cize, Osman Karadeniz, Marifet Y.
İlim, Felsefe, Kur’an Işığında iman, Nedim El-Cisr, Hikmet Y.
İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y.
İlmin Işığında İslâmiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y.
İmam Azam’ın Beş Eseri, Kalem Y.
İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
İman Nasıl Muhafaza Edilir, Hakkı Yazar, Tebliğ Y.
İman ve Amel, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
İman ve Bilinç, Hasan Eker
İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
İman ve İtaat, Kul Sadi Yüksel, Misyon Y.
İman ve Küfür Meseleleri, Guraba Y.
İman ve Salih Amel, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.
İman ve Sosyal Hayat, Beheşti, Birim Y.
İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
İman Yazıları, Mustafa İslamoğlu, Düşün Y.
İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
İman, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y.
İmanın Psikolojik Yapısı, Hülya Alper, Rağbet Y.
İmanın Şubeleri, Beyhakî, Polen Y.
İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y.
İnanç Devleti, Faruk Köse, Rağbet Y.
İnanç Esaslarını Temellendirme Sorunu, Osman Karadeniz, İFAV Y.
İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y.
İnanç ve İş, Osman Şekerci, Rağbet Y.
İnançla İlgili Güncel Konular, Ali Pekcan, Rağbet Y.
İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y.
İnanmak ve Yaşamak, 1-3 Ercüment Özkan, Anlam Y.
İnsan Gerçeği, Mutahhari, Fıtrat Y.
İnsan ve Kader, Mustafa Sabri Efendi, Kültür Basın Yay. Birliği Y.
İnsan ve Kader, Mutahhari, Akademi Y.
İnsanı Uçuruma Götüren Sözler, Mehmed Paksu, Nesil Y.
İrca Saldırılarına Karşı Şüphelerin Giderilmesi, Murat Gezenler, Şehadet Y.
İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y.
İsbat-ı Vacip (Allah’ın Varlığı), Bekir Topaloğlu, D. İ. B. Y.
İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid), Taftazani, Dergâh Y.
İslâm Akaidi, A. Lütfi Kazancı, Marifet Y.
İslam Akaidi, Hasan Karakaya, Beka Y.
İslâm Akaidi, Muhammed Sâlih bin El-Useymin, Tevhid Y.
İslâm Akaidi, Ramazan El-Buti, Madve Y.
İslâm Akaidi, Şerafeddin Gölcük, Esra Y.
İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
İslâm Câhiliye Çatışması ve Hurâfeler, Bülent Kaplan, Şahsi Y.
İslâm Dâvetinin Esasları, 1-2, Abdülkerim Zeydan, Risale Y.
İslâm Dini Akaidi, Hayati Ülkü, Şelale Y.
İslâm Dini Esasları, M. Cemal Sofuoğlu, İzmir İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
İslâm Dini, A. Hamdi Akseki, D. İ. B. Y.
İslâm Dininden Çıkaran Ameller, Abdulmumin Mustafa Halime, Şehadet Y.
İslam Dininden Çıkaran Ameller, Ebu Basir et-Tartusi, Şehadet Y.
İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrahim Coşkun, Tekin Kitabevi Y.
İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Halife Keskin, Beyan Y.
İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlid Özler, Nun Y.
İslâm Düşüncesinin Yapısı, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
İslam Hukuku Açısından Tekfir; Şartları ve Ahkâmı, Meva Kitap Konya
İslam Hukukunda Riddet, Abdullah Furkan eş-Şâmî, Özel Y.
İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
İslam İnancı Etrafında Yerli Yorumlar, Yener Öztürk, Akademi Y.
İslâm İnancının Ana Konuları, Fahruddin er-Râzî, İhtar Y.
İslâm İnanç Esasları (Akaid), Lütfi Şentürk, DİB Y.
İslâm Nizamı, 1-3, A. Rızâ Demircan, Eymen Yay.
İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
İslam Tarihinde İtikadî Sapmalar, Ahmed Sa’d Hamdan, Ey İnsanlar Y.
İslam Ümmetini Tekfircilik Hastalığından Sakındırma Konusunda Otuz Risale, Ebu Muhammed Âsım el-Makdisî, İstikamet Y.
İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
İslâm, Mevdûdi, Furkan Y.
İslâm, Said Havvâ, Petek / Hilâl Y.
İslâm’a Giriş, Muhammed Hamidullah, Nûr Y.
İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
İslâm’da Allah İnancı, Said Havvâ, Petek / Hilâl Y.
İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y.
İslâm’da İhya Hareketleri, Mevdûdi, Pınar Y.
İslâm’da İman Esasları, Bekir Topaloğlu, Marmara İlâhîyat F. Ders Notları
İslâm’da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y.
İslâm’da İnanç Esasları, Bekir Topaloğlu, Y. Şevki Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y.
İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadî Mezhepler, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
İslâm’da İtikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, M. Saim Yeprem, Marifet Y.
İslâm’da Kabirciliğin Sakıncaları, M. Nâsıruddin Albânî, Hadis Y.
İslâm’da Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebû Zehra, Birim Yay, Hİsar Y.
İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
İslâm’ın Esası, Ş. Filibe’li Ahmed Hilmi, T. Diyanet Vakfı Y.
İslâm’ın İlk Şartı Şehâdet Kelimesi, A. Rifat el-Bedravî, Özel Y.
İslâm’ın İnanç Esasları, İmam Âzam, İhtar Y.
İslâm’ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y.
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
İslâm-Câhiliye Çatışması ve Hurâfeler, Bülent Kaplan, Özel Y.
İslâmî Bilgiler ve Terimler Ansiklopedisi, Akaid-İman, Mahmut Özakkaş, Bayrak Y.
İslâmî Bir Devlet İstiyoruz, M. Mehdi el Hüseyni Şirazî, İkbal Y.
İslâmî Hareket ve Önündeki Engeller, Ömer Faruk Köse, Fecr Y.
İslâmî Kavramlar, Mevdûdi, Pınar Y.
İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y.
İslamiyette İtikadî Mezheblerin Doğuşu, Yaşar Kutluay, Pınar Y.
İstanbul’da İman Nasıl Artar Nasıl Azalır, Feyzullah Birışık, Polen Y.
İstiâze-Şeytan, Allah, Hamd-Rab, Din Günü-İbâdet, F. Yıldız-Y. Çiçek, Bir Y.
İstismar Edilen 40 Âyet, Alâeddin Palevi, Özel Y.
İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Özel Y.
İşte Tevhid, 1,2, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
İtikad Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y.
İtikadî Açıdan Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İlyas Çelebi, Kitabevi Y.
İtikat Risalesi, Ahmet Mahmut Ünlü, Ekmel Y.
Kavram Tefsiri, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Talat Koçyiğit, D. İ. B. Y.
Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
Kelime-i Tevhid Üzerine Düşünme, Mehmet Emin Akın, Medarik Y.
Kelime-i Tevhid’e Nasıl İnanmalıyız? Asım Uysal, Uysal Y.
Kelime-i Tevhid’in Anlam ve Şartları, Faruk Furkan, Meva Kitap Y.
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.
Kelimetü’l-İhlâs (Lâ ilâhe illâllah), İbn Receb El-Hanbeli, Hak Y.
Kıyâmet, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbi, Tevhid Y.
Kitâbu’t Tevhid, Muhammed et-Temîmî, Guraba Y.
Kitap, Kur’an, Okuma ve Yazma, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Kötülük Odakları, Zübeyir Yetik, Beyan Y. 1-10
Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
Kur’an Işığında Kader ve Özgürlük, Ömer Aydın, Beyan Y.
Kur’an Okumaları, 1-3, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y.
Kur’an ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Şadi Eren, Nesil Y.
Kur’an ve Hayat, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
Kur’an ve Sünnet Işığında Kelime-i Tevhidin Ameli Boyutu, Ahmet Çelik, Ekev Y.
Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y.
Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç (Sorular-Cevaplar), Muhammed bin Cemal, Tekin Kitabevi Y.
Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
Kur’an ve Şefaat, Yaşar Düzenli, Pınar Y.
Kur’an Yoluyla İmanı Yapılandırma, Mecdi el-Hilali, Beka Y.
Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdûdi, Beyan / Özgün / İdeal Kitaplar Y.
Kur’an’a Göre İslâm’ın Temel Kuralları, Hüseyin Atay, M.E.B. Y.
Kur’an’a Göre Şefaat, Mehmet Durmuş, AnlamY.
Kur’an’a Göre Şirk, Zeynep Işık, Çıra Y.
Kur’an’da Allah-Kul İlişkisi, Hidâyet Aköz, Seriyye Y.
Kur’an’da Hidâyet, Abdullah Cevadi Amuli, İnsan Y.
Kur’an’da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y.
Kur’an’da Kulluk, Zekeriyâ Pak, Kayıhan Y.
Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y.
Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y.
Kur’an’da Nifak Olayı, Gülbeddin Hikmetyar, Düşünce Y.
Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y.
Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan / Kırkambar / Işık Y.
Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
Kur’an’da ve Günlük Hayatımızda Tevhid ve Şirk, Mustafa Silel, Ekin Y.
Kur’an’da Velî ve Velâyet, Mikdat Öccü, Suffe Y.
Kur’an’da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y.
Kur’an’da Zulüm Kavramı, Ahmet Şişman, Beyan Y.
Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y.
Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Dıraz, Mim Y.
Kur’an’ın Gör Dediği Kur’an’ın Kör Dediği,Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Velî Ulutürk, Nil A.Ş. Y.
Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Sâlih Ali Mustafa, Ölçü Y.
Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.
Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Var mı? Mehmet Okuyan, Etüt Y.
Kur’ân-ı Kerim’e Göre Melekler, Cin ve Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
Kur’an Hakikatleri ile İman Gerçeği, Muhammed İsmail Yılmaz, Kumtaneleri Y.
Kurtulan Toplum (Fırka-i nâciye), Muhammed b. Cemil Zeyno, Saff Y.
Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
Küfür Sözler, Bid’at ve Hurafeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y.
Küfür, Kâfir ve Tekfir, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Lâ İlâhe İllâllah Ne Demek Biliyor musun? Faruk Furkan, Menâhil Y.
Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
Lâ, Mustafa Çelik, 1, 2, Ölçü (Yenda) Y.
Laik Düzende Dini Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
Maturidiye ve Nesefi’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, M. Sait Yazıcı, DİB Y.
Mâturidiyye Akaidi, Sabuni, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
Melek, Cin ve Şeytan, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Mevzû ve Zayıf Hadislerin Akideye Etkisi, Abdurrahman Abdülhak, Hak Y.
Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ramazan Yazçiçek, Ekin Y.
Muvahhid Aileye Doğru, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
Muvahhid Şahsiyet, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
Muvahhidlerin Akîdesi, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y
Mürcie İnancı, Sefer b. Abdurrahman el-Havali, İstikamet Y.
Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y.
Müslümanın Güzelleşmesi, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Müslümanın Müslümanlaşması, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Namaz Duâları ve Sûreleri, Ali Akpınar, Suffe Y.
Nesefi Akaidi (İslâm İnancının Temelleri), Ömer Nesefi, Otağ Y.
Nifak ve Münâfık, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Nûr’dan Cümleler, 1-2, Alâaddin Başar, Zafer Y.
Nûr’dan Kelimeler, 1-4, Alâaddin Başar, Zafer Y.
Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar, Bakıllânî, Rağbet Y.
On İki İmam İnançları, Üstat Nasır Mekarim, Kevser Y.
Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes Kitabevi Y.
Önce İman, Mecdi Hilali, Buruc Y.
Önce Tevhid, Nâsır el-Umer, Guraba Y.
Peygamber, İmam ve Halife, Özel Y. Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, M. N. Solmaz-İ. L. Çakan, Ensar Y.
Peygambersiz Bir Din, Alâeddin Palevi, Meva Kitap Y.
Put ve Puta Tapma, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Reenkarnasyon Var mı? Sevim Asımgil, Gonca Y.
Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
Sahâbe Devri Siyasî Hâdis. Kelâmî Problemlere Etkileri, Ahmet Akbulut, Birleşik Y.
Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
Sevgi, İtaat ve İsyan, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
Sorulu Cevaplı İslâm Akaidi, Hâfız b. Ahmed el-Hakemî, Guraba Y.
Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-5, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
Sünneti Terk ve Kur’an’la Amel Meselesi, Mahmut Denizkuşları, Ribat Y.
Sünnetullah, Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması, Ömer Özsoy, Fecr Y.
Şefaat Üzerine, Esedi, Mutahhari, Tabatabai, Kevser Y.
Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
Şehâdet ve Şehid, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Şia İnanç Esasları (Kendi Kaynakları Işığında), Halife Keskin, Beyan Y.
Şia İnanç Esasları, Halife Keskin, Beyan Y.
Şia ve Ehl-i Sünnet Bakışıyla Tevhid ve Nübüvvet, Allame Hilli, Alulbeyt Y.
Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
Şirk ve Müşrik, Seyyid Kutub, Polen Y.
Şirk, Özel Y. Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Şirkten Korunmak, Salih el-Müneccid, Polen Y.
Şüpheleri yok eden Tevhid Gerçeği, İbn Useymîn, Guraba Y.
Tâğut ve Mürted, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Tağutlara Kulluğun Modern Mabedleri, Komisyon, Furkan Y.
Tağutların Yardımcılarına Dair Şüphelerin Giderilmesi, Ebu Muhammed el-Makdisi, Şehadet Y.
Tahavi ve Akaid Risalesi, Arif Aytekin, Guraba Y.
Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdûdi, Pınar Y.
Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet, Heyet, Ensar Neşriyat
Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Tefsirde İsrâiliyat, Abdullah Aydemir, DİB Y.
Tekfir, Şartları ve Ahkâmı, Faruk Furkan, Meva Kitap Y.
Tekfir Meselesi Üzerine Mülahazalar, Eşref Yılmaz, Küresel Kitap Y.
Tekfir Meselesi, Hüseyin Yûnus, Âhenk Y.
Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavî, Şura Y.
Telhisü’l Kelâm Fi Berahin-i Akaidi’l- İslâm, İsmail Hakkı, Özel Y.
Temel Dini Bilgiler, Seyfeddin Yazıcı, D. İ. B. Y.
Tevhid Bilinciyle Canlanmak,Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Tevhid Dâveti, Seyyid Kutub, Ravza Y.
Tevhid İnancına Aykırı İddialar ve Cevapları, Faysal b. Kazzar el-Câsim, Ümmülkura
Tevhid Risaleleri, Haz. Abdullah Yıldırım (Muhammed b. Abdulvehhab), Neda Y.
Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
Tevhid ve Şirk, Sâlih Gürdal, Beyan Y.
Tevhid, 1-2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.
Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyât
Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
Tevhid, Rab ve İlâh, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
Tevhid; Rasûllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
Tevhid’e İlk Adım, Mehmet Emin Akın, Medarik Y.
Tevhide Giriş, Muhammed Esad, Erkam Y.
Tevhidî Bakış Açısı, Kul Sadi Yüksel, MisyonY.
Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
Tevhidin Anlamı, Seyyid Kutub, Şehadet Y.
Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Karadavî, Saff / Özgün Y.
Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Mekki Y.
Tevzihu’l Mesail, İmam Humeyni
Türklerin Dinî Tarihi, Ünver Günay-Harun Güngör, Rağbet Y.
Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesisleri, Sönmez Kutlu, T. Diyanet V. Y.
Vahiy Kültürü, Ruhi Özcan, Ravza Y.
Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Yayınevi yok
Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil Y.
Yaşayan Dünya Dilleri, Heyet, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y.
Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Pınar / Hikmet / Özgün Y.
Zulüm ve İstikbar, Ahmed Kalkan, Özel Y. (Kalemder)
[1] 2/Bakara, 286
[2] ] Maalesef bu alanda yaz1lm1_ eserlerin çounda, Kur an da olmayan nice hususlar1n akaid ilkesi olarak kabul edildii gibi; bundan daha da fecî olan1; Kur an a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esas1 olarak belirtilmi_tir. 8] Bk. 2/Bakara, 286
[3] ] 28/Kasas, 85-88
[4] ] 43/Zuhruf, 43-45
[5] ] 33/Ahzâ, 1-3 12] 42/^ûrâ, 15
[6] ]Şûra, 15
[7] ] 6/En âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmas1n1 emreden veya kendi az1ndan ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En âm, 50, 106, 145; 7/A râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/K1yâme, 18
[8] ] 10/Yûnus, 36
[9] ] 53/Necm, 23
[10] ] 53/Necm, 27-28
[11] ] 49/Hucurat, 12
[12] ] (43/Zuhruf, 44)
[13] ] (45/Câsiye, 6)
[14] ] (71/Mürselât, 50)
[15] ] (42/^ûrâ, 52)
[16] ] (28/Kasas, 85-88)
[17] ] (16/Nahl, 64)
[18] ] (Bk. 2/Bakara, 286)
[19] ] (6/En âm, 38)
[20] ] (16/Nahl, 89)
[21] ] (6/En âm, 57)
[22] ] (12/Yusuf, 40, 67)
[23] ] (3/Âl-i 0mrân, 20)
[24] ] (29/Ankebût, 18; 16/Nahl, 35)
[25] ] (2/Bakara, 185)
[26] ] (6/En âm, 151)
[27] ] (43/Zuhruf, 43-45)
[28] ] (33/Ahzâb, 1-3)
[29] ] (42/^ûrâ, 15)
[30] ] (2/Bakara, 145)
[31] ] (6/En âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmas1n1 emreden veya kendi az1ndan ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En âm, 50, 106, 145; 7/A râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/ Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/K1yâme, 18). 38] (25/Furkan, 30)
[32] ] (10/Yûnus, 36)
[33] ] (53/Necm, 23)
[34] ] Bu konuda bkz. Mütevatir Hadis Var m1d1r? , Abdulhakim Beyazyüz, Haksöz,16 Eylül 2018
[35] ] (Buhârî, 0lm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, 0lm 4, hadis no: 3651; 0bn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, 0lm 8, hadis no: 2796-2798). Bu hadisin kimi varyantlar1nda geçen müteammiden/kasden, bilerek ifadesinin, hadise sonradan ilave edilmi_tir. Hadisin asl1nda bu kelime yoktur.
[36] ] 69/Haakka, 45-47
[37] ] 4/Nisâ, 80
[38] ] İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, Tercüme: Mustafa Öz, 2. Bs, İFAV Yayınları, İstanbul, 1992, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 24-25
[39] ] 23/Mü minûn, 23
[40] ] 27/Neml, 45
[41] ] 29/Ankebût, 16
[42] ] 29/Ankebût, 36
[43] ] 4/Nisâ, 6
[44] ] 16/Nahl, 36
[45] ] 2/Bakara, 85
[46] ] Kifâye, 62
[47] ] Hadis Ist1lahlar1, 22, 23
[48] ] 17/0srâ, 36
[49] ] 53/Necm, 28
[50] ] Kifâye, 62
[51] ] Hadis Istılahları, 22, 23
[52] ] 17/İsrâ, 36
[53] ] 53/Necm, 28
[54] ] 48/Fetih, 27
[55] ] 66/Tahrîm, 3
[56] ] 8/Enfâl, 7
[57] ] (10/Yunus, 109; 33/Ahzâb, 2; 6/En âm, 106 vb.)
[58] ] Buhârî, 6830; Ebû Cafer Tahavî, ^erhu Mü_kili -Âsâr, tahkik ^uayb el- Arnavut, Muessesu r-Risâle, 1415/1994, c. 14, s. 466
[59] ] Buhârî, 111, 3047, 6903, 6915; Müslim, Kitabu’l- Hacc, 467, hadis no: 1370 84] el-Hatib, Takyîd, s. 33
[60] ] Sahihi Müslim Kitab-1 Zühd 72, Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33 86] El Hatib, Takyid, sayfa 32
[61] ] Tirmizi, es-Sünen, K. 0lm
[62] ] Dârimî, es-Sünen, Mukaddime 42
[63] ] 5/Mâide, 67
[64] ] 74/Müddessir, 26
[65] ] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, K1yâmu l-Leyl 2; Ahmed bin Hanbel, VI/54, 111
[66] ] 2/Bakara, 151
[67] ] 57/Hadid, 25
[68] ] 4/Nisâ, 59, 64
[69] ] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36
[70] ] 3/Âl-i 0mrân, 31
[71] ] 33/Ahzâb, 21
[72] ] 59/Ha_r, 7
[73] ] 16/Nahl, 44
[74] ] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; 0bn Mâce, Hacc 81 vb. 101] 33/Ahzâb, 36
[75] Ahzab, 36
[76] ] 24/Nûr, 51-52
[77] ] 4/Nisâ, 65
[78] ] 5Mâide, 44, 45, 47
[79] ] 18/Kehf, 26
[80] ] 12/Yusuf, 40
[81] ] 4/Nisâ, 105
[82] ] 7/A râf, 157
[83] ] 7/A râf, 158
[84] ] 2/Bakara, 213
[85] ] 33/Ahzâb, 45-46
[86] ] 49/Hucurât, 2
[87] ] 5/Mâide, 44
[88] ] 33/Ahzab, 59
[89] ] 2/Bakara, 177
[90] ] 19/Meryem, 54
[91] ] 4/Nisâ, 115
[92] ] 33/Ahzâb, 40
[93] ] bak. A. Kalkan, Bu kitap (Müslüman1n Akaidi), 0man -0man1n Art1p Eksilmesi- Konusu
[94] bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı
[95] bak. A. Kalkan, Bu kitap, Şefaat ve Vesile Konusu 133] bak. A. Kalkan, Bu kitap, Şefaat ve Vesile Konusu
[96] bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı
[97] Tirmizî’nin Rivâyet Ettiği Meşhur 99 Esmâü’l-Hüsnâ’nın dışında, Kur’an’da 27 isim vardır. Allah isminden sonra Kur’an’da 968 defa tekrar edilen Rab ismi bile Tirmizî ve İbn Mâce’nin listelerinde yoktur. Tirmizî’nin rivâyet ettiği meşhur esmâü’l-hüsnâ listesinde geçtiği halde Kur’an’da zikredilmeyen 26 isim vardır. İbn Mâce (Duâ, 10) rivâyetinde bulunup da, Tirmizî’nin (Deavât, 82) meşhur rivâyetinde bulunmayan yine 26 isim vardır. Tirmizî rivâyetinde bulunup da İbn Mâce’de yer almayan isimler de 25 tanedir.
[98] Bak. Bu kitap, Kader bahsi.
[99] “Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” (4/Nisâ, 79)
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)
“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler.” (30/Rûm, 41)
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
“İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.” (30/Rûm, 41)
“Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117)
Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/
Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48
Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (2/Bakara, 251)
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11)
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler
[100] Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü’min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/ Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/
Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur (7/A’râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).
Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi
Kur’an kavramlarının hayatî önem taşıyanlarının hemen hepsinin içi boşaltılmış, Kur’an ve Sünnet dışı anlayışlarla doldurulmuştur. Örneklendirmek ve örnekler üzerinde bu tahribatın ve tahrifatın yapıldığını ispatlamak başlı başına kitap, hatta kitapların konusu olacak kapsamda olduğundan, biz burada tarihsel süreç içinde yozlaştırılan belli başlı Kur’an kavramlarını saymakla yetinelim:
Allah (Vahdet-i vücut, fena, beka, aşk, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek);
atalar yolu (Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp İlâhî ölçülere ters olduğu halde onları ölçü kabul etmek);
bâtın (Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek); bey’at (Bu kavramı, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek);
câhiliyye ve câhiliyye hükmü konusunda Müslümanlara düşen bir görevin yok sayılması);
cihad (Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak);
cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar),
duâ (haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi);
fitne (anlamı daraltmak, sadece karışıklık anlamına indirgemek); hak ve bâtılı, hakka bâtılı karıştırmak, hakkı gizlemek;
halife (Allah’ın halifesi kavramı ve cemaat liderine halife sıfatı vermek, lâyık olmayanları halife kabul edip, günümüzde bu kavramın gereğini unutturmak);
hastalık (Kur’an’ın çoğunlukla mânevî (imanî) hususlardaki anormalliklere sıfat olarak verdiği halde, sadece bedensel rahatsızlıklara indirgemek);
Hızır (Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen kişiyi ölümsüz, helak etmeye ve ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek);
İbâdet (Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet olarak yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, bid’atler ve hurâfeler);
ilim (vahyi reddeden teorileri ya da bilgi kırıntılarını ilim diye takdim etmek ve bunların tahsilinin dinin emri olduğunu iddia etmek; böyle bir tahsil için dinin temel farzlarını teferruat saymak); ismet –mâsumiyet (bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek); istişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek;
kıssa (dini hikâyelere ve kerâmet masallarına boğmak);
kölelik (Kur’an’ın kesin bir şekilde kaynağını kuruttuğu halde, 19. asrın sonlarına kadar kula kul olmayı İslâm’ın müsaadesi diye sunmak, câriyelere baş örtme özgürlüğü bile vermemek);
millet (Kur’an’da din anlamına geldiği halde, kavim ve ırk anlamı vermek, yasaklanan ırkçılığa bu kavramı kılıf edinmek);
murâbata (cihad için hazırlıklı olma anlamını tahrif ederek, farklı uygulamaları bu kavramla dillendirip Kur’an kavramını tahrif etmek);
nefis (Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak);
nesh (Kur’an’da nice âyetin hükmünün olmadığını, formalite icabı bulunduğunu, sünnetin bile âyeti nesh edebileceğini, yüzlerce âyetin mensuh olduğunu iddia etmek);
nübüvvet (gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den rivâyet ettiğini iddia etmek; nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek);
put ve puta tapma (resim ve fotoğrafa bir zamanlar gösterilen tepki kadar ister heykellerden ister soyut hususlardan putlaştırılan hususlara karşı tepki göstermemek, putçuları dışlamamak);
rüya ve ilham ilim kaynağı olmadığı halde, bunları; ayrıca keşfi, müşâhede, muhâdese ve benzeri şeyleri ilim kaynağı kabul etmek;
sabır (pasifliği, zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek);
sevgi (ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek);
şefaat (haram ve şirk şefaat anlayışı; Allah’a rağmen insanı kurtaracak tanrılar edinmeye benzer anlayışlar); şeriat (şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle şeraiti çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, şeriatla hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak);
tâğut (sadece şeytan anlamı verip, azgın insan tipi olan haddi aşıp insanları saptıran yöneticileri kapsam dışı bırakmak);
takvâ ve muttakîlik (Kur’an’ın tanımladığına hiç benzemeyen özellikler);
tevbe (Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yapmanın gereğine inanmak);
tevekkül (Tedbire yapışmadan, kul olarak üzerine düşeni yerine getirmeden yanlış beklenti içinde olmayı tevekkül sanmak);
tevhid ve şirk (nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, Allah’ın sıfatlarını başkalarına vermekten çekinmemek);
ticaret (Allah’la yapılan alış-verişi, mal ve canla yapılan cihadı bu kapsama almayıp sadece dünyevî alış-verişi ticaret saymak);
ülü’l-emr (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, hatta bizden olmayanlara bu vasfı vermekten çekinmemek); velî-evliyâ (Kur’an’a muhâlefet ederek, bütün gerçek mü’minlerin vasfı olan bu kavramı, bazı özel şahıslara vermek ve onları tanrılaştırır gibi yüceltmek);
vesile (gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak); zikir (Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek);
zulüm (sadece fiziksel eziyet anlamına indirgeyip şirk gibi, mânevî alanlardaki tahribatı bu kavram dışına atmak, müşriklere ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlere zâlim sıfatını vermekten çekinmek); zühd (dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak)…
Kavramların Tahrif Şekilleri
a) Anlamının bilinmemesi, önemsenmemesi, (sosyal, siyasal, ahlâkî… olarak) içinin doldurulmaması: Tevhid, Şirk,
b) Anlamının daraltılması: Zikir, İbâdet, İmâm,
c) Yanlış veya Eksik Anlaşılması: Hastalık, Nefis, Belâ, Zulüm,
d) Tahrif edilip saptırılması: Cihad, Vesile, Duâ, Şefaat, Veli-Evliya, Halife örneğinde olduğu gibi.
[101] ] Bak. 2/Bakara, 85-86; 4/Nisâ, 136
[102] ] 12/Yusuf, 106) Yine bak. 39/Zümer, 65-66; 31/Lokman, 13
[103] ] Bak. 4/Nisâ, 13-14
[104] ] Bak. 2/Bakara, 256-257; 4/Nisâ, 76; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17-18
[105] ] Bak. 49/Hucurât, 15; 49/Hucurât, 10; 3/Âl-i İmrân, 103, 110; 21/Enbiyâ, 92 144] Bak. 3/Âl-i İmrân, 104-105
[106] ] Bak. 2/Bakara, 155; 29/Ankebût, 1-3; 49/Hucurât, 15
[107] ] bak. 4/Nisâ, 13; 63/Münâfıkun, 8
[108] 25/ Furkan, 43
[109] Tirmizî, Tefsîr 10, hadis no: 3292
[110] 33/Ahzâb, 36
[111] 4/Nisâ, 60
[112] 2/Bakara, 256
[113] 21/Enbiyâ, 25
[114] 16/Nahl, 36
[115] 112/İhlâs, 1
[116] 37/Sâffât, 4
[117] 3/Âl-i İmrân, 62
[118] 36/Yâsin, 82
[119] 6/En’âm, 62
[120] 29/Ankebût, 61
[121] 10/Yûnus, 31; Ayrıca bakınız: 43/Zuhruf, 9, 87; 23/Mü’minûn, 86-87; 31/Lokman, 20
[122] 16/Nahl, 36
[123] 7/A’raf, 59; Diğer peygamberlerin aynı mesajı için Bak. 7/A’râf, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2
[124] 22/Hacc, 62
[125] 2/Bakara, 165
[126] 17/İsrâ, 23
[127] 12/Yûsuf, 40
[128] 3/Âl-i İmrân, 64
[129] 4/Nisâ, 76
[130] 2/Bakara, 256
[131] 12/Yusuf, 106
[132] 4/Nisâ, 51; yine bak. 4/Nisâ, 60
[133] 18/Kehf, 110
[134] 4/Nisâ, 48
[135] 4/Nisâ, 48
[136] 31/Lokman, 13
[137] 21/Enbiyâ, 24
[138] 6/En’âm, 116
[139] 29/Ankebût, 5; 4/Nisâ, 116
[140] 7/A’râf, 152
[141] 2/Bakara, 96
[142] 29/Ankebût, 41
[143] 3/Âl-i İmran, 151
[144] 5/Mâide, 82
[145] 5/Mâide, 72
[146] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
[147] 62/Cum’a, 5
[148] 35/Fâtır, 28
[149] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
[150] 7/A’râf, 180
[151] 5/Mâide, 44
[152] 12/Yûsuf, 40
[153] 42/Şûrâ, 21
[154] 4/Nisâ, 65; ve yine bak. 4/Nisâ, 59; 33/Ahzâb, 36
[155] 12/Yûsuf, 40
[156] 9/Tevbe, 31
[157] 33/Ahzâb, 36
[158] Bak. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6
[159] 9/Tevbe, 31; ayrıca bak. 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110
[160] Bak. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292
[161] 39/Zümer, 3
[162] 10/Yûnus, 18
[163] 6/En’âm, 51
[164] 2/Bakara, 186
[165] 4/Nisâ, 45
[166] 9/Tevbe, 116
[167] 5/Mâide, 51
[168] 5/Mâide, 57
[169] 6/En’âm, 162
[170] 1/Fâtiha, 5
[171] 26/Şuarâ, 213
[172] 46/Ahkaf, 5
[173] 7/A’râf, 194
[174] 7/A’râf, 97
[175] 2/Bakara, 85
[176] 30/Rûm, 31-32
[177] 9/Tevbe, 65-66
[178] 4/Nisâ, 140
[179] 5/Mâide, 23
[180] 9/Tevbe, 51
[181] 36/Yâsin, 74-75
[182] 29/Ankebût, 25
[183] 2/Bakara, 165
[184] 29/Ankebût, 8
[185] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204-4205
[186] 7/A’râf, 188
[187] 5/Mâide, 76
[188] 28/Kasas, 87
[189] 45/Câsiye, 23
[190] 45/Câsiye, 31
[191] 2/Bakara, 39
[192] 42/Şûrâ, 21
[193] 9/Tevbe, 31; Ve Bak. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36
[194] 9/Tevbe, 67; Ve Bak. 5/Mâide, 78-79
[195] 16/Nahl, 51-52
[196] 39/Zümer, 36
[197] 3/Âl-i İmrân, 175
[198] 11/Hûd, 54
[199] 4/Nisâ, 51-52
[200] 4/Nisâ, 60
[201] 26/Şuarâ, 227
[202] 4/Nisâ, 136
[203] Bak. 33/Ahzâb, 44
[204] 39/Zümer, 17-18
[205] Bak. 2/Bakara, 10
[206] Bak. 2/Bakara, 18; 7/A’râf, 179
[207] Bak. 7/A’râf, 179
[208] Bak. 9/Tevbe, 28
[209] 21/Enbiyâ, 22
[210] 39/Zümer, 65
[211] 4/Nisâ, 48 ve 116
[212] 16/Nahl, 37
[213] 28/Kasas, 38
[214] Bak. 2/Bakara, 217
[215] Bak. 10/Yûnus, 54; 14/İbrahim, 31
[216] 16/Nahl, 53; 65/Talak, 3
[217] Bak. 6/En’âm, 162; İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204-4205
[218] Bak. 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 33/Ahzâb, 67
[219] Bak. 33/Ahzâb, 48; 68/Kalem, 9
[220] Bak. 5/Mâide, 50; 4/Nisâ, 60
[221] Bak. 5/Mâide, 44-45; 4/Nisâ, 14; 58/Mücadele, 20
[222] 39/Zümer, 59; 40/Mü'min, 27
[223] 38/Sâd, 72-74
[224] 42/Şûrâ, 27; 28/Kasas, 76-77
[225] Bak. 2/Bakara, 146, 109
[226] 2/Bakara, 98
[227] 10/Yûnus, 11
[228] 96/Alak, 6-8
[229] 40/Mü'min, 35
[230] 5/Mâide, 32
[231] 3/Âl-i İmrân, 102
[232] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116
[233] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tir mizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
[234] Tirmizî, Deavât 30
[235] Nesâî, İstiâre 16, 29
[236] Nesâî, İstiâze, 16, 29
[237] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Şafak Y, s. 351-354
[238] 8/Enfâl 46
[239] 3/Âl-i İmran 103
[240] 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
[241] 49/Hucurât, 12
[242] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
[243] 4/Nisâ, 94
[244] Buhârî, Edeb 73; Muslim, İman 111
[245] Buhârî, Edeb 44
[246] Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Kusûf 9, Nikâh 88; Muslim, Kusûf 17, h. no 907; İman 132, h. no 79
[247] 48/Fetih, 29
[248] Hayreddin Karaman
[249] 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73
[250] 2/Bakara, 221
[251] 5/Mâide, 5
[252] 5/Mâide, 5
[253] 3/Âl-i İmran, 64
[254] 29/Ankebut, 46
[255] 38/Sâd, 5
[256] 2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129
[257] Buhârî, İlim 11; Muslim, Cihad 5
[258] Buhârî, Edeb 27; Muslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54
[259] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
[260] Buhârî, Ahkâm 4; Muslim, el-İmâre 58, h. no 1851
[261] Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme
[262] 9/Tevbe, 57
[263] 4/Nisâ, 145
[264] 2/Bakara, 6, 7
[265] 2/Bakara, 8-20
[266] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, c. 2, s. 27
[267] 4/Nisâ, 145
[268] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
[269] 33/Ahzâb, 1
[270] 33/Ahzâb, 48
[271] 2/Bakara, 8-9
[272] 69/Haakka, 11
[273] 11/Hûd, 112
[274] Bak. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186
[275] Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/ Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19
[276] 79/Nâziât, 17, 21-24
[277] 11/Hûd, 112
[278] 20/Tâhâ, 80-82
[279] 55/Rahmân, 8-9
[280] 79/Nâziât, 23-24
[281] 79/Nâziât, 15-17
[282] 89/Fecr, 6-14
[283] 31/Lokman, 13
[284] 5/Mâide, 45
[285] İbn Mâce, Fiten 20
[286] Yusuf el-Karadavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâ ğut adıyla kitaplaştırmıştır.
[287] 5/Mâide, 45
[288] 2/Bakara, 257
[289] 5/Mâide, 60
[290] 4/Nisâ, 60
[291] 5/Mâide, 64
[292] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 320-321
[293] 16/Nahl, 36
[294] 4/Nisâ, 76
[295] 4/Nisâ, 60
[296] 4/Nisâ, 60
[297] İbn Kesir, Tefsir, 1/519
[298] 16/Nahl, 36
[299] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 316-317
[300] 2/Bakara, 256
[301] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, İnsan Y., c. 1, s. 202
[302] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
[303] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, Hikmet Y., c. 3, s. 269
[304] Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikati, Saff Y., s. 57
[305] 16/Nahl, 36
[306] 4/Nisâ, 60
[307] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 70
[308] 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562
[309] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Düşünce Y., s. 140
[310] 2/Bakara, 85
[311] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869
[312] 39/Zümer, 17-18
[313] 4/Nisâ, 76
[314] 51/Zâriyât, 56
[315] Buhâri, Cihad 71; Müslim, İman 49; Tirmizî, İman 18, h. no: 2781; İbn Mâce, Zühd 35, h. no: 4296
[316] Bak. 51/Zâriyât, 56
[317] Bak. 13/Ra’d, 28
[318] 11/Hûd, 123
[319] 15/Hicr, 99
[320] 3/Âl-i İmrân, 51
[321] 16/Nahl, 36
[322] 29/Ankebût, 45
[323] 1/Fâtiha, 5
[324] 63/Münâfıkun, 8
[325] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 14; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Mukaddime 9; Nesâî, İman 6
[326] 12/Yusuf, 40
[327] 36/Yâsin, 60
[328] 39/Zümer, 64-66
[329] 18/Kehf, 110
[330] 109/Kâfirûn, 1-6)
[331] Ömer Faruk Köse, İslâmî Hareket ve Önündeki Engeller, Fecr Y., s. 155-156
[332] 6/En'âm, 162-163
[333] 51/Zâriyât, 56
[334] 21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6
[335] Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4
[336] 72/Cin, 18
[337] Bak.57/Hadîd, 25
[338] 29/Ankebût, 45
[339] 2/Bakara, 183
[340] 9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25
[341] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)
[342] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164
[343] 5/Mâide, 5
[344] Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155
[345] 51/Zâriyât, 56
[346] 2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...
[347] 13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14
[348] 2/Bakara, 21
[349] 22/Hac, 77
[350] 98/Beyyine, 5
[351] 4/Nisâ, 36
[352] 51/Zâriyât, 56
[353] 16/Nahl, 36
[354] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...
[355] 5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18
[356] 19/Meryem, 42
[357] 29/Ankebût, 17
[358] 14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71
[359] 43/Zuhruf, 45
[360] 21/Enbiyâ, 53
[361] 5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17
[362] 36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44
[363] 11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10
[364] 10/Yûnus, 28
[365] 34/Sebe', 41
[366] 23/Mü'minûn, 47
[367] 34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20
[368] 39/Zümer, 3
[369] 12/Yûsuf, 40
[370] 37/Sâffât, 161
[371] 37/Sâffât, 95
[372] 39/Zümer, 3
[373] 34/Sebe' 37
[374] 10/Yûnus, 18
[375] 16/Nahl, 36
[376] 39/Zümer, 17
[377] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36
[378] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
[379] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66 ve 84
[380] 2/Bakara, 256
[381] 37/Sâffât, 95-96
[382] 2/Bakara, 213
[383] 46/Ahkaf, 5
[384] 16/Nahl, 36; Eymen ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209
[385] 6/En’âm, 19
[386] 14/İbrâhim, 35-36
[387] 25/Furkan, 17
[388] 7/A’râf, 194
[389] 28/Kasas, 68
[390] 7/A’râf, 190
[391] 45/Câsiye, 10
[392] 15/Hicr, 96
[393] 21/Enbiyâ, 36
[394] 2/Bakara, 165
[395] 7/A’râf, 138
[396] 22/Hacc, 30
[397] 21/Enbiyâ, 52
[398] 13/Ra’d, 16
[399] 2/Bakara, 23
[400] 39/Zümer, 43
[401] 12/Yûsuf, 39
[402] 29/Ankebût, 41
[403] 16/Nahl, 74
[404] 2/Bakara, 256
[405] 4/Nisâ, 51
[406] 5/Mâide, 90
[407] 72/Cin, 3
[408] 72/Cin, 3
[409] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 339-340
[410] 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71.
[411] 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25.
[412] 21/Enbiyâ, 52
[413] 34/Sebe’, 13
[414] 9/Tevbe, 28
[415] 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44
[416] 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28
[417] 6/En’âm, 138-139, 143-144
[418] 7/A’râf, 190-191
[419] 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71 vb.
[420] 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35
[421] 7A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21
[422] 29/Ankebût, 17
[423] 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14
[424] 53/Necm, 49
[425] 46/Ahkaf, 5
[426] 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20
[427] 16/Nahl, 21
[428] 17İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9
[429] 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39
[430] 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30 vb.
[431] 53/Necm, 19-20
[432] 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3
[433] 6/En’âm, 108
[434] 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4
[435] 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27
[436] 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82
[437] 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97
[438] 22/Hacc, 26
[439] 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98
[440] 21/Enbiyâ, 70
[441] 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe', 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9
[442] 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
[443] 4/Nisâ, 117
[444] 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73;6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/ Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4
[445] 2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet, 6. Tevhid dini ise İslâm'dır: 6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11
[446] 6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19
[447] 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6
[448] 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30
[449] 10/Yûnus, 105
[450] 6/En'âm, 153
[451] 31/Lokman, 13
[452] 4/Nisâ, 48, 116
[453] 2/Bakara, 165; 3/Âl-i imrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136 vb.
[454] 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
[455] 30/Rûm, 13
[456] 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
[457] 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73- 75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9
[458] 2/Bakara, 221; 17/İsrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13
[459] 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10
[460] 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Sâffât, 171-175
[461] 37/Sâffât, 160-163; 52/Tûr, 42
[462] 9/Tevbe, 5-6, 11-12
[463] 95/Tîn, 5
[464] 7/A’râf, 79
[465] 21/Enbiyâ, 67
[466] Bak. 25/Furkan, 43
[467] Bak. 34/Sebe', 13
[468] 21/Enbiyâ, 52
[469] 48/Fetih, 18
[470] Bak. 6/En'âm, 76-79. âyetler
[471] Fahreddin Râzi, Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 134
[472] 16/Nahl, 2; Zümer, 5
[473] 6/En'âm, 96
[474] 10/Yûnus, 5; 71/Nuh, 16
[475] 41/Fussılet, 37
[476] 81/Tekvir, 1
[477] 91/Şems, 1
[478] 27/Neml, 24-25
[479] 41/Fussılet, 37
[480] Suat Yıldırım, a.g.e., s. 367
[481] Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 214
[482] Bektaşi Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, s. 30
[483] A.g.e.s., 32
[484] 41/Fussılet, 37
[485] 36/Yâsin, 40
[486] 21/Enbiyâ, 33
[487] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y. s. 165
[488] Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Y., c. 3, s. 179 vd
[489] Bak. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Basiret Y., I/39-44; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
[490] 4/Nisâ, 97
[491] Buhârî, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525)
[492] Ebû Dâvud
[493] 5/Mâide, 90
[494] 15/Hicr, 16; 25/Furkan, 61
[495] 85/Bürûc, 1
[496] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5208
[497] 27/Neml, 65
[498] 6/En'âm, 50
[499] 7/A'râf, 188)
[500] Müslim, Selâm 125
[501] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408
[502] Elmalılı, a.g.e., c. 7, s. 5207
[503] 12/Yûsuf, 106
[504] 2/Bakara, 170
[505] 6/En’âm, 59; 67/Mülk, 14; 8/Enfâl, 73; 4/Nisâ, 26; 7/A'râf, 52;
[506] Bak. 2/Bakara, 32; 5/Mâide, 109
[507] Konuyla ilgili daha geniş bilgi için, bak. Bu kitapta “İslâm’da Bilgi Kaynakları” ünitesi
[508] 37/Sâffât, 95-96
[509] 10/Yûnus, 104
[510] 10/Yûnus, 105
[511] 10/Yûnus, 104
[512] 6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66
[513] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
[514] 6/En'âm, 56
[515] 39/Zümer, 64
[516] 10/Yûnus, 18
[517] 16/Nahl, 73
[518] 37/Sâffât, 95
[519] 19/Meryem, 42
[520] 46/Ahkaf, 4
[521] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
[522] 37/Sâffât, 86
[523] 21/Enbiyâ, 52
[524] 14/İbrâhim, 35
[525] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
[526] 19/Meryem, 42
[527] 14/İbrâhim, 35
[528] 11/Hûd, 109
[529] 21/Enbiyâ, 98
[530] 21/Enbiyâ, 98
[531] 39/Zümer, 15
[532] 37/Sâffât, 22-34
[533] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
[534] Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
[535] Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11
[536] bkz. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5
[537] Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957, sayı 1, s. 1-3 vd
[538] Kültür Y., İst. 2002
[539] Kültür Y., 2002
[540] Kültür Y., İst. 2001
[541] Araştırma Y., 2002
[542] Araştırma Y., 2002
[543] Kültür Y., İst. 2002
[544] Vural Y., İst. 2000
[545] 2 cilt, Araştırma Y.
[546] DİB Y., Ank. 1982
[547] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İlgi Y., Önsöz
[548] 2/Bakara, 165
[549] Buhârî, Enbiyâ 48
[550] 21/Enbiyâ, 92
[551] 49/Hucurât, 10
[552] 3/Âl-i İmrân, 103
[553] 22/Hacc, 78
[554] 3/Âl-i İmrân, 19
[555] 71/Nûh, 23. Bu âyette geçen putlar ve bunların Nuh (a.s.) zamanında yaşamış sâlih insanlar olduğu, daha sonra tanrılaştırıldığı hakkında bak. İbn Kesir Tefsiri, ilgili âyetin açıklaması.
[556] Ferit Aydın, a.g.e., s. 133-135
[557] 19/Meryem, 42-46
[558] 21/Enbiyâ, 52-56
[559] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Denge Y. s. 42-44
[560] 26/Şuarâ, 70-74
[561] 26/Şuarâ, 75-77
[562] 29/Ankebût, 16-17
[563] 2/Bakara, 170
[564] 31/Lokman, 21
[565] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, Beyan Y. s. 93-9
[566] 21/Enbiyâ, 67
[567] 37/Sâffât, 109
[568] 14/İbrâhim, 22
[569] 65/Talâk, 2-3
[570] 12/Yûsuf, 39
[571] H. Yahya, Şirk, s. 90, 92
[572] 21/Enbiyâ, 51-71
[573] 37/Sâffât, 83-98
[574] 21/Enbiyâ, 67
[575] 39/Zümer, 3
[576] 2/Bakara, 256
[577] 49/Hucurât, 16
[578] Geniş bilgi ve ilgili âyetler için Bak. Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Beyan Yayınları, s. 99 - 111
[579] 5/Mâide, 77
[580] 49/Hucurât, 16
[581] 30/Rûm, 30
[582] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
[583] Bak. 2/Bakara, 11-12 ve 40/Mü’min, 26
[584] 109/Kâfirûn, 1-6
[585] 12/Yûsuf, 76
[586] 3/Âl-i İmran, 19
[587] 3/Âl-i İmran, 85
[588] M. Alagaş, Din Gerçeği ve İslâm, İnsan Dergisi Y.
[589] 12/Yûsuf, 106
[590] 28/Kasas, 50
[591] Bak. 3/Âl-i İmran, 19 ve 85
[592] 3/Âl-i İmran, 83
[593] 2/Bakara, 208-209
[594] 2/Bakara, 85
[595] 2/Bakara, 256, 257
[596] 51/Zâriyât, 20-21
[597] 41/Fussilet, 53
[598] 2/Bakara, 170
[599] 10/Yûnus, 100
[600] 13/Ra’d, 11
[601] 43/Zuhruf, 22-24
[602] 7/A’râf, 28
[603] Bak. 6/En’âm, 162 ve 4/Nisâ, 65
[604] 3/Âl-i İmran, 83
[605] 16/Nahl, 89 ve yine Bak. Yusuf, 111
[606] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3
[607] 5/Mâide, 50
[608] 4/Nisâ, 48
[609] 2/Bakara, 85
[610] Bak. Din ünitesi
[611] Bak. 2/Bakara, 130 - 133
[612] 18/Kehf, 110
[613] 103/Asr, 1-3. Diğer örnek âyetler için meselâ Bak. 5/Mâide, 9; 13/Ra’d, 29; 16/Nahl, 97; 18/Kehf, 30; 19/Meryem, 76; 29/Ankebût, 7, 9.
[614] Bak. 3/Âl-i İmran, 85
[615] Bu âyetlerden bazıları şunlardır: 30/Rûm, 31; 2/Bakara, 1-3, 153, 238; 4/Nisâ, 103, 142; 29/Ankebût, 45...
[616] 3/Âl-i İmran, 104
[617] 48/Fetih, 29
[618] 3/Âl-i İmran, 110
[619] 2/Bakara, 143
[620] 7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...
[621] 26/Şuarâ, 193
[622] Bak. 33/Ahzâb, 72
[623] 2/Bakara, 165
[624] 2/Bakara, 41
[625] 3/Âl-i İmran, 179
[626] 4/Nisâ, 136
[627] 2/Bakara, 177
[628] 2/Bakara, 286
[629] 2/Bakara, 41
[630] 3/Âl-i İmran, 179
[631] 4/Nisâ, 136
[632] 2/Bakara, 177
[633] Bak. 2/Bakara, 256
[634] Bak. 8/Enfâl, 55
[635] Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; Yusuf, 16, 103
[636] Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68
[637] 9/Tevbe, 124
[638] 3/Âl-i İmran, 173
[639] 33/Ahzâb, 22
[640] 8/Enfâl, 2
[641] 74/Müddessir, 31
[642] 47/Muhammed, 17
[643] 4/Nisâ, 46
[644] 2/Bakara, 85
[645] 29/Ankebût, 2
[646] 2/Bakara, 155
[647] 2/Bakara, 214
[648] 5/Mâide, 54
[649] 3/Âl-i İmran, 173
[650] Bak. 103/Asr sûresi
[651] Bak. 3/Âl-i İmran, 28
[652] Bak. 9/Tevbe, 71
[653] Bak. 49/Hucurât, 10
[654] Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22
[655] 49/Hucurât, 14
[656] Buhârî, İman 27
[657] 33/Ahzâb, 35
[658] Ahmed bin Hanbel, Müsned
[659] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 19-21
[660] Buhârî, İman 47, 48; Müslim, İman 1, Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4695; Tirmizî İman 27-38
[661] Buhârî, İman 47, 48; Müslim, İman 1
[662] Buhârî, İman 10
[663] Ebû Davûd, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20
[664] 49/Hucurât, 14
[665] 4/Nisâ, 137
[666] Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221; İman Risalesi, M. İslâmoğ lu, Denge Y., s. 302-308
[667] 2/Bakara, 8
[668] 24/Nûr, 47
[669] 8/Enfâl, 20-22
[670] 3/Âl-i İmran, 102
[671] 29/Ankebût, 2-3
[672] 49/Hucurât, 7
[673] 9/Tevbe, 24
[674] Buhârî, İman 14; Müslim, İman 67-68; Tirmizî, İman 10; Nesâî, İman 2
[675] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67-68; Tirmizî, İman 10
[676] 49/Hucurât, 15
[677] 33/Ahzâb, 39
[678] 24/Nûr, 51-52
[679] 33/Ahzâb, 36
[680] 4/Nisâ, 65
[681] 2/Bakara, 143
[682] Buhârî, İman 26
[683] Buhârî, İman 14
[684] Buhârî, İman 37
[685] Buhârî, İman 24
[686] et-Tâc, c. 5, s. 78
[687] Buhârî, Mezâlim 24; Müslim, İman 58
[688] Buhârî, İman 53
[689] 32/Secde, 15
[690] 24/Nûr, 62
[691] İman Risalesi, M. İslâmoğlu, Denge Y., s. 311-313, 346-348
[692] 40/Mü’min, 85
[693] 19/Meryem, 65
[694] 1/Fâtiha, 1-7
[695] 112/İhlâs, 1-4
[696] F. Gülen, İnancın Gölgesinde 1
[697] 30/Rûm, 30
[698] 11/Hûd, 92
[699] 3/Â-li İmrân, 24
[700] 6/En'âm, 116
[701] 9/Tevbe, 109
[702] 10/Yunus, 108
[703] 13/Ra’d, 8
[704] 54/Kamer, 49
[705] 65/Talâk, 3
[706] 22/Hacc, 73
[707] 3/Âl-i İmran, 48
[708] 112/İhlâs, 1-4
[709] 12/Yûsuf, 106
[710] 57/Hadîd, 3
[711] 55/Rahmân, 26-27
[712] 28/Kasas, 88
[713] 112/İhlâs, 1
[714] 42/Şûrâ, 11
[715] 29/Ankebût, 6
[716] Hadisin devamında, yukarıda sayıp Türkçe anlamlarını verdiğimiz 99 ismi sayılır. Sünenü’t-Tirmizî, Deavât 83, Hadis no: 3507
[717] Bak. Buhârî, Şurût 18; Müslim, Zikr 5, hadis no: 5, 6
[718] 7/A’râf, 180
[719] 42/Şûrâ, 11
[720] 7/A’râf, 180
[721] 7/A’râf, 180
[722] 2/Bakara, 80
[723] M. İslamoğlu, Âlemlerin Rabbi Allah, Denge Y., s. 100-102
[724] Tirmizî, Deavât 83, Hadis no: 3507
[725] Buhârî, Şurût 18, Deavât 68, 103; Müslim, Zikr 2, h. no: 5, 6
[726] Tirmizî, Deavât 83, h. no: 3506
[727] İbn Mâce, Duâ 10, 11, h. no: 1269, 1270
[728] 2/Bakara, 285
[729] Bak. 2/Bakara, 2
[730] 2/Bakara, 3
[731] 50/Kaf, 17-18
[732] 13/Ra’d, 11
[733] 67/Mülk, 2
[734] 2/Bakara, 177, 285
[735] 2/Bakara, 256
[736] 13/Ra’d, 11
[737] 82/İnfitar, 10-12
[738] 43/Zuhruf, 19
[739] 37/Sâffât, 149
[740] 2/Bakara, 4
[741] 3/Âl-i İmran, 85
[742] Ahmed bin Hanbel, III, 378
[743] 20/Tâhâ, 133; 87/A’lâ, 18
[744] 87/A’lâ, 19
[745] 80/Abese, 13; 98/Beyyine, 2
[746] 4/Nisâ, 54; 6/En’âm, 89; 57/Hadîd, 26
[747] 15/Hıcr, 9
[748] 2/Bakara, 2
[749] 38/Sâd, 29
[750] 17/İsrâ, 66
[751] 56/Vâkıa, 80
[752] 2/Bakara, 185
[753] 36/Yâsin, 2
[754] 56/Vâkıa, 77
[755] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; Dârimî, Salât B. 165, Hds. 1342
[756] 3/Âl-i İmran, 8
[757] 16/Nahl, 98
[758] 56/Vâkıa, 79
[759] 7/A'râf, 204
[760] 73/Müzzemmil, 4
[761] Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s. 15 vd.
[762] 17/İsrâ, 9
[763] 54/Kamer, 17
[764] 6/En'âm, 155
[765] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
[766] 20/Tâhâ, 124
[767] İbn Mâce, Hadis no: 4205
[768] 5/Mâide 90
[769] İbn Kesir, 5/Mâide 90 âyetinin tefsiri
[770] 24/Nûr, 31
[771] İbn Kesir, 24/Nûr, 31. âyetinin tefsiri
[772] 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., 1/88-92
[773] 4/Nisâ, 152
[774] 4/Nisâ, 150; Peygamberlere İmanla ilgili diğer âyetler için, bkz. 2/Bakara, 4-5; 4/ Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35. Peygamberlere itaat etmeyenlere azâb ile ilgili bkz. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmran, 32.
[775] 6/En’âm, 48
[776] 17/İsrâ, 15
[777] 3/Âl-i İmran, 67
[778] 10/Yûnus, 84
[779] 5/Mâide, 112
[780] 3/Âl-i İmran, 64
[781] 21/Enbiyâ, 25
[782] 16/Nahl, 36
[783] 4/Nisâ, 80
[784] Bak. 53/Necm, 3-4
[785] 4/Nisâ, 59
[786] 4/Nisâ, 65
[787] 4/Nisâ, 64
[788] 5/Mâide, 92; ve yine bak. 3/Âl-i İmran,132; 49/Muhammed, 33
[789] 4/Nisâ, 64
[790] 4/Nisâ, 61
[791] 6/En’âm, 124
[792] Bak. 19/Meryem, 54; 26/Şuarâ, 16; 3/Âl-i İmrân, 81; 33/Ahzâb, 7
[793] 2/Bakara, 255
[794] 21/Enbiyâ, 107
[795] 33/Ahzâb, 56
[796] 33/Ahzâb, 21
[797] 3/Âl-i İmran, 31-32
[798] 3/Âl-i İmran, 161
[799] bak. furkan, 20; 13/Ra’d, 38
[800] 4/Nisâ, 164
[801] Bak. 12/Yûsuf, 101; 19/Meryem, 33; 20/Tâhâ, 55; 26/Şuarâ, 81-102; 71/Nuh, 17-18
[802] 23/Mü’minûn, 16
[803] 2/Bakara, 4
[804] 64/Teğâbûn, 7
[805] 81/Tekvîr 1-14
[806] 99/Zilzâl, 7-8
[807] 2/Bakara, 48
[808] Bak. 58/Mücâdele, 22
[809] 3/Âl-i İmran, 106 - 107
[810] 17/İsrâ, 19
[811] 67/Mülk, 2
[812] 102/Tekâsür, 8
[813] 6/En'âm, 29; 23/Mü'minûn, 39; 45/Câsiye 24
[814] Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., 1/87
[815] 26/Şuarâ, 129
[816] 79/Nâziât, 42-46
[817] 7/A’râf, 187
[818] 18/Kehf, 49
[819] 21/Enbiyâ, 47
[820] 7/A’râf, 8
[821] 101/Karia, 6-7
[822] 7/A’râf, 8
[823] 101/Karia, 8-9
[824] 7/A’râf, 9; 23/Mü’minûn, 103
[825] 18/Kehf, 105
[826] 77/Mürselât, 32-33
[827] 25/Furkan, 12
[828] 17/İsrâ, 8
[829] 7/A'râf, 40-41
[830] 18/Kehf, 29
[831] 14/İbrahim, 50; 23/Mü'minun, 104
[832] 70/Meâric, 16
[833] 104/Hümeze, 7
[834] 101/Karia, 9-11
[835] 66/Tahrim, 6; 2/Bakara, 24
[836] 50/Kaf, 33
[837] 56/Vâkıa, 42-44
[838] 4/Nisâ, 56
[839] 37/Saffat, 64-66
[840] 56/Vâkıa, 53-55; 78/Nebe', 25
[841] 78/Nebe', 24
[842] 83/Mutaffifin, 15
[843] 4/Nisâ, 137, 168
[844] Buhâri, Rikak 51, Tevhid 19; Tirmizi, Birr 61; İbn Mâce, Mukaddime 9
[845] 39/Zümer, 71
[846] 39/Zümer, 73
[847] 2/Bakara, 25
[848] 32/Secde, 17
[849] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 2-5
[850] 2/Bakara, 25; 47/Muhammed, 6
[851] Makdisi 1/194
[852] 15/Hıcr, 44
[853] 42/Şûrâ, 22
[854] 3/Âl-i İmran, 133; 57/Hadîd, 21
[855] 9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12
[856] 39/Zümer, 20
[857] 66/Tahrim, 11
[858] 55/Rahman, 72; Müslim, Cennet 23-25
[859] Müslim, Cennet 13
[860] 55/Rahmân, 46
[861] 55/Rahmân, 62
[862] Buhâri, Tevhid 34, Tefsir 1-2; Müslim, İman 296
[863] 4/Nisâ, 96; 8/Enfâl, 4
[864] 67/Mülk, 2
[865] 38/Sâd, 27-28
[866] 3/Âl-i İmran, 133
[867] Bu konunun son bölümü, Hüseyin Özhazar (Bengisu Y.) ve Hasan Eker'in (Denge Y.) Âhiret Bilinci adlı eserlerinden kısmen yararlanılıp birkaç sayfa sı yer yer özetlenerek oluşturulmuştur.
[868] 54/Kamer, 49
[869] 18/Kehf, 29-31
[870] 57/Hadîd, 22 - 23
[871] Tirmizî, Kader 1, Hadis no: 2216; İbn Mâce, Mukaddime 85
[872] 3/Âl-i İmran, 159
[873] 8/Enfâl, 22, 55
[874] 41/Fussilet, 49-50
[875] 99/Zilzâl, 7-8
[876] 90/Beled, 10
[877] 91/Şems, 7-9
[878] 10/Yûnus, 99
[879] Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 28
[880] 13/Ra'd, 16
[881] 90/Beled, 10
[882] 2/Bakara, 216
[883] 99/Zilzâl, 7-8
[884] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258
[885] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Y., s. 307-311
[886] 4/Nisâ, 79
[887] 42/Şûrâ, 30
[888] 30/Rûm, 41
[889] 8/Enfâl, 53
[890] 30/Rûm, 41
[891] 2/Bakara, 251
[892] 17/İsrâ, 11
[893] 8/Enfâl, 25
[894] 11/Hûd, 116-117
[895] Bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
[896] 4/Nisâ, 79
[897] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
[898] 2/Bakara, 138
[899] 5/Mâide, 50
[900] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
[901] 39/Zümer, 23
[902] 39/Zümer, 55
[903] 39/Zümer, 18
[904] 4/Nisâ, 125
[905] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
[906] Bkz. “Lisânu’l Arab”, “ve-le-ye” maddesi. 15/405.
[907] 2/Bakara, 107, 120
[908] 18/Kehf, 17
[909] 6/En’âm, 51, 71; 32/Secde, 4
[910] 13/Ra’d, 37
[911] 42/Şûrâ, 28
[912] 42/Şûrâ, 28
[913] 42/Şûrâ, 8-9
[914] 7/A’râf, 155
[915] 2/Bakara, 257
[916] 17/İsrâ, 111
[917] 7/A’râf, 196
[918] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68
[919] 6 En’âm, 127
[920] 7/A’râf, 196
[921] 45/Câsiye, 19
[922] 9/Tevbe, 116; 6/En’âm, 70; 18/Kehf, 26; 29/Ankebût, 22
[923] 4/Nisâ, 45
[924] 42/Şûrâ, 44; 17/İsrâ, 97
[925] 4/Nisâ, 173; 45/Câsiye, 7-10
[926] 4/Nisâ, 123
[927] 48/Fetih, 22; 33/Ahzâb, 64-65
[928] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37
[929] 9/Tevbe, 74; 33/Ahzâb, 17
[930] 42/Şûrâ, 8; 11/Hûd, 20
[931] 11/Hûd, 113; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 749-751
[932] 43/Zuhruf, 26-28
[933] 60/Mümtehıne, 4
[934] 49/Hucurât, 10
[935] 9/Tevbe, 71
[936] 8/Enfâl, 55-61
[937] 20/Tâhâ, 123
[938] 6/En’âm, 112-113; 25/Furkan, 31
[939] 5/Mâide, 3
[940] 2/Bakara, 130-133
[941] 2/Bakara, 45
[942] 2/Bakara, 44
[943] 4/Nisâ, 101
[944] 26/Şuarâ, 75-77
[945] 5/Mâide, 82
[946] 60/Mümtehine, 1-2
[947] 60/Mümtehine, 4
[948] 25/Furkan, 26-29
[949] 42/Şûrâ,
[950] 45/Câsiye, 19
[951] 31/Lokman, 13
[952] 5/Mâide, 45
[953] 2/Bakara, 193
[954] 7/A’râf, 129
[955] 61/Saff, 14
[956] 3/Âl-i İmrân, 139
[957] 37/Sâffât, 171-173
[958] 5/Mâide, 56
[959] 58/Mücâdele, 22
[960] 5/Mâide, 51
[961] 5/Mâide, 57
[962] 2/Bakara, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 57/Hadîd, 16
[963] 3/Âl-i İmrân, 64
[964] 3/Âl-i İmrân, 100
[965] 2/Bakara, 120
[966] 5/Mâide, 51
[967] 5/Mâide, 57
[968] 9/Tevbe, 29
[969] 2/Bakara, 137
[970] 3/Âl-i İmrân, 64
[971] 3/Âl-i İmrân, 69
[972] 3/Âl-i İmrân, 70
[973] 3/Âl-i İmrân, 98-99
[974] 2/Bakara, 65
[975] 2/Bakara, 61
[976] 4/Nisâ, 139
[977] 5/Mâide, 54
[978] Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine şöyle demişlerdi, ‘Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; biz sizi tekfir ediyoruz; bizimle sizin aranızda bir olan Allah’a iman edene dek ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” (60/Mumtahine, 4)
[979] Tirmizî, hadis no: 1604
[980] “el-Îmân, Hakikatuhu, Havarimuhu, Nevakiduhu”, “velâ” maddesi; Faruk Furkan.
[981] 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112
[982] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 4/Nisâ, 45, 76, 119, 5/Mâide, 55 vd
[983] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 122; 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 51; 9/Tevbe, 71 vd
[984] 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 28; 9/Tevbe, 23; 18/Kehf, 26; 60/Mümtehıne, 1 vd
[985] 58/Mücâdele, 22; 3/Âl-i İmrân, 118
[986] 3/Âl-i İmrân, 103
[987] 49/Hucurât, 10
[988] 9/Tevbe, 71
[989] 7/A’râf, 27
[990] 2/Bakara, 45
[991] 25/Furkan, 26-29
[992] 43/Zuhruf, 67
[993] 5/Mâide, 77-81
[994] 2/Bakara, 257
[995] 3/Ahzâb, 4
[996] 60/Mümtehine, 1-2
[997] 4/Nisâ, 138-139
[998] 35/Fâtır, 10
[999] 63/Münâfıkûn, 8ve yine bk. 10/Yûnus, 65
[1000] 58/Mücâdele, 22
[1001] 9/Tevbe, 23
[1002] 3/Âl-i İmrân, 28
[1003] 4/Nisâ, 140
[1004] 20/Tâhâ, 131
[1005] 3/Âl-i İmrân, 28
[1006] 60/Mümtehine, 1
[1007] 53/Necm, 29
[1008] Mikdat Öccü, Kur’an’da Velî ve Velâyet, s. 95-96
[1009] 3/Âl-i İmrân, 28
[1010] 60/Mümtehine, 1
[1011] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9
[1012] 5/Mâide, 51
[1013] 2/Bakara, 256
[1014] 53/Necm, 29
[1015] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
[1016] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312
[1017] Tirmizî, hadis no: 2696
[1018] 2/Bakara, 120
[1019] 5/Mâide, 54
[1020] 48/Fetih, 29
[1021] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178
[1022] 3/Âl-i İmrân, 31
[1023] 49/Hucurât, 7
[1024] 3/Âli- İmrân, 103
[1025] Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
[1026] 2/Bakara, 257
[1027] 4/Nisâ, 76
[1028] 5/Mâide, 81
[1029] 5/Mâide, 51
[1030] 2/Bakara, 279
[1031] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347
[1032] 63/Münâfıkûn, 8
[1033] 25/Furkan, 44
[1034] 9/Tevbe, 28
[1035] 58/Mücâdele, 22
[1036] 20/Tâhâ, 117-119
[1037] 2/Bakara, 257
[1038] 6/Mümtehıne, 13; 58/Mücâdele, 14-15
[1039] 60/Mümtehıne, 1-2
[1040] 4/Nisâ, 88-91
[1041] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
[1042] Tirmizî, Zühd 64
[1043] 3/Âl-i İmrân, 175
[1044] 3/Âl-i İmrân, 146
[1045] 17/İsrâ, 73-74
[1046] Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416
[1047] 4/Nisâ, 76
[1048] 9/Tevbe, 71
[1049] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 77
[1050] 9/Tevbe, 73
[1051] 4/Nisâ, 173; 18/Kehf, 17; 33/Ahzâb, 65
[1052] 49/Hucurâct, 10
[1053] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
[1054] 9/Tevbe, 23
[1055] 9/Tevbe, 24
[1056] 58/Mücâdele, 22 ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
[1057] 11/Hûd, 45-46
[1058] 4/Nisâ, 36
[1059] 31/Lokman, 14-15
[1060] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
[1061] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14
[1062] 4/Nisâ, 1
[1063] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
[1064] 10/Yûnus, 62
[1065] 10/Yûnus, 63-64
[1066] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
[1067] Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495
[1068] Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197
[1069] Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386
[1070] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 755-757
[1071] Râğıb el-Isfahanî, El-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, s. 263
[1072] 4/Nisâ, 85
[1073] Müslim, Zekât 69, Hadis no: 1017; İbn Mâce, Mukaddime 14, Hadis no: 207
[1074] Müslim, Birr 145, Hadis no: 2627; Ebû Dâvud, Edeb, Hadis no: 5131; Buhârî Edeb 37; Tirmizî, İlim 14, Hadis no: 2672; Nesâî, Zekât 65
[1075] Müslim, Cenâiz 102-103, Hadis no: 974
[1076] Buhârî, Deavât 1; Müslim, İman 334-342, Hadis no: 198-199; İbn Mâce, Sünnet 37, H. no: 4307; Tirmizî, Deavât 141
[1077] Ebû Dâvud, Sünnet, Hadis no: 4739; İbn Mâce, Zühd 37, H. no: 4310; Tirmizî, Kıyâme 11, H. no: 2435
[1078] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 607
[1079] Müslim, Cenâiz 35
[1080] 39/Zümer, 44
[1081] 1/Fâtiha, 5
[1082] 39/Zümer, 44
[1083] Bakara, 255
[1084] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.2, s. 155-156
[1085] 2/Bakara, 48
[1086] Muhammed H. Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, Akademi Y., II/38-39
[1087] 74/Müddessir, 48
[1088] 39/Zümer, 3
[1089] 10/Yûnus, 18
[1090] 2/Bakara, 48
[1091] 2/Bakara, 123
[1092] 32/Secde, 4
[1093] 11/Hûd, 105
[1094] 21/Enbiyâ, 27
[1095] 78/Nebe’, 38
[1096] 34/Sebe’, 23
[1097] 6/En’am, 70
[1098] Buhâri, Müslim, Tirmizi
[1099] 39/Zümer, 44
[1100] 53/Necm, 26
[1101] 43/Zuhruf, 86
[1102] 20/Tâhâ, 109
[1103] 6/En’am, 51
[1104] 21/Enbiyâ, 27-28
[1105] 11/Hûd, 15-16; benzer âyetler için bak. 40/Mü’min, 18; 2/Bakara, 254; 7/A’râf, 53; 30/Rûm, 13; 26/Şuarâ, 97-102; 74/Müddessir, 48; 36/Yâsin, 23; 32/Secde, 4; 74/Müddessir, 48; 36/Yâsin, 23; 32/Secde, 4; 1/Fâtiha, 4
[1106] Cafer T. Soykök, Haksöz 67, s. 35-38
[1107] 1/Fâtiha, 4
[1108] Buhârî, Rikak 38
[1109] 18/Kehf, 110
[1110] 50/Kaf, 16; 2/Bakara, 186
[1111] bak. 18/Kehf, 110
[1112] Müslim, Cum’a 13, Hadis no: 867
[1113] 7/A’râf, 180
[1114] 4/Nisâ, 80
[1115] 3/Âl-i İmran, 16, 53
[1116] Müslim, Zikir ve Duâ 27, Hadis no: 2743; Buhârî, İcâre 12
[1117] Buhârî, nak. El-Bâni, Tevessül, s: 58, Şamil İslam Ans. 6/346
[1118] nak. İbn Teymiyye, Tevessül, s. 252
[1119] Şamil İslam Ans. 6/346
[1120] 17/İsrâ, 56
[1121] 2/Bakara, 186
[1122] Müslim, Zikir 19, Hadis no: 2675; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 711-716
[1123] 72/Cinn, 18
[1124] 39/Zümer, 38
[1125] Mecmu'ul-Fetâvâ, I/126
[1126] 10/Yunus, 18
[1127] Allâme es-Süveydî el-İkdü's-Semîn adlı kitabında, Şeyh Nu'man el-Âlûsî de ondan nakletmiştir. Cilâül Ayneyn, s. 442
[1128] Buhâri, Müslim, Tirmizî
[1129] 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
[1130] 2/Bakara, 168-169
[1131] 6/En’âm 130
[1132] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
[1133] 51/Zâriyât, 56
[1134] 72/Cinn 26-27
[1135] 34/Sebe’, 14; ve bak. 72/Cin, 8-10
[1136] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61
[1137] 2/Bakara, 38
[1138] 2/Bakara, 102
[1139] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Muhâribîn 31; Müslim, İman 38, 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, 1; Nesâî, Vesâyâ 11
[1140] Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 199, 7/117
[1141] 20/Tâhâ, 66
[1142] 2/Bakara, 102
[1143] 113/Felâk, 4
[1144] 20/Tâhâ, 69
[1145] Ebû Dâvud, İbn Mâce
[1146] 113/Felâk, 4
[1147] Müslim, Selâm 46; Tevhid'in Hakikatı, Yusuf El-Karadavî, Saff Y. s. 70-75
[1148] 16/Nahl, 21
[1149] 27/Neml, 65
[1150] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122
[1151] 6/En’âm, 59
[1152] 6/En’âm, 50
[1153] 27/Neml, 65
[1154] 3/Âl-i İmran, 179
[1155] 72/Cinn, 26
[1156] 7/A’râf, 188
[1157] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[1158] 4/Nisâ, 48, 116
[1159] 17/İsrâ, 15
[1160] 6/En’âm, 131
[1161] Nisa:4/ 65
[1162] Fakihler, dini hükümlerden haberdar olmama halinde bunlarla yükümlü olunmayacağı ilkesinin uygulamasında kural olarak darul-İslâmda bulunmayı bilgi karinesi, darul-harpte bulunmayı da bilgisizlik karinesi olarak kabul etmişlerdir (Ahmet Özel, Ülke Kavramı, 177-178).
Fiili imkânsızlık durumunda bunun bazı istisnaları meşru bir mâzeret sayılmıştır. Ancak bazı yazarların belirttiği gibi, (Abdülkadir Udeh, Ceza Hukuku, 1/620-621) bunlar da esasen birer istisna değil, 'bilme imkânı bulunmadıkça sorumlu tutmama' ilkesinin bir gereği sayılmalıdır. Kesin delillerle sabit olmayan ve geniş kitleler arasında yaygın olarak bilinmeyen hükümler hakkındaki bilgisizlik ise hemen bütün âlimlerce Dâru’l-İslâmda bulunanlar bakımından da mâzeret olarak kabul edilmiştir. Cehlin mâzeret sayılması hallerinde dikkat edilmesi gereken bir husus, davranışa bağlanan hukuki sonucu bilmemenin değil, davranışın yasak olduğunu bilmemenin özür kabul edilişidir.
Allah'ın kitap ve elçiler göndermiş olması ve fertlerin/ toplumun da, hadiste kendisinden sorumluluğun kaldırıldığı bildirilen kişilerden müteşekkil olmaması hasebiyle, özelde son elçinin mesajı bağlamında bilmemekten yana mazur sayılamazlar. Kaldı ki insanların kendisinden yana mesul tutulacağı ve ilelâhire tahrif edilmeden baki kalacağı bildirilen bu anlaşılır kitabın geliş gerekçesi de insanlara bunu ilan etmektir (7/A'râf, 172; 67/Mülk, 10; 43/Zuhruf, 44; 5/Mâide, 19; 28/Kasas, 46; 32/Secde, 2-3).
Esasen fertlerin sorumluluklarının bilincinde ve tevhid esaslarını bilerek iman etmesi, neleri kabul, neleri redderek iman ettiğinin farkında olması gerekir. Çünkü bilinmeyen bir şey tasdik edilemez. Bilinecek ki inanılan bu kitabın temel prensiplerine aykırı hususlar yine bu kitaptandır, zannıyla tasdik edilmesin.
Deli veya bütün olanaklardan mahrum olarak dağ başında yaşayan bir fert için mâzeret kabul edilen cehâletin, bu durumda olmadığı halde cehâleti bilerek seçen kimseler için mâzeret kabul edilmesi söz konusu bile olamamaktadır Nitekim ulema da cehâletin mazeretlik boyutunu hep özel istisnai durumları dikkate alarak ifade etmektedir (Örnek olarak bkz. er-Remeli, Nihâyet’ul-Muhtac, -bab'u hükm'i târik'is-salât- 2/418, -Kitab'ur-ridde- 7/395; ayrıca bkz. Mihne, 11-12,298). Özetle istisnaî durumlar kendi özelinde ve genel durumlar ise yine kendi bağlamında değerlendirilmek durumundadır. Kaldı ki istisnaî-özel durumlar genel geçer bir kısım kuralların varlığını işaret ediyor olsa gerektir.
Dâru’l-İslâmda bilgisizliğin özür sayılmadığı bir kaidedir. Çünkü Dâru’l-İslâmdaki kişilerin bilgi sahibi oldukları farzedilmektedir. Bu nedenle müslüman bilmesi gereken hususları bilmemekle mazur sayılmaz. Dolayısıyla şer'i hükümlere bilgisizlik - cehâlet iddiasıyla kimse muhâlefette bulunamaz. Çünkü burada cehâlet özür sayılamaz.
Buna göre İslâm diyarında oturan herkesin farzları da, yasakları gösteren genel esasları da bilmesi gerekir. Onları bilmemek özür sayılmaz. Ancak delili kesin olmayan hususlar bunun dışındadır. Aslında bu gibi delili kesin olan hususları bilmemek suçtur. Suç ise başka bir suçu meşru kılmaz.
Fakihlerin cumhuru, İslâm ülkesi olmayan memleketlerde İslâmî hükümler hakkındaki cehâletin şer'î teklifleri kaldıracak derecede kuvvetli bir mâzeret olduğunu kabul etmiştir. Fukahanın çoğunun yaklaşımı şöyledir: Dâru’l-harb, şer'î hükümlerin bilinmesine elverişli değildir. Hükümlerin kaynakları orada meşhur olacak şekilde herkese ulaşmamıştır. Oradaki bilgisizlik, delili bilmemektir. Delil üzerinde cehâlet ise teklifi düşürür. Çünkü Dâru’l-harbde müslüman olan kimseye hitap, teveccüh etmez (Bkz. Molla Hüsrev, 34S; Aydın, Hukuku Bilmeme I/271-272).
Esasen Dâru’l-harbde müslümanların İslâmî hükümler hakkında bilgi sahibi oldukları farzedilemez. Çünkü Dâru’l-harb şer'i hükümlerin öğrenildiği, bilinebileceği yer değil, aksine onların öğretilmediği, bilinmediği bir yerdir. Başka bir ifade ile Dâru’l-harb, İslâmî hükümlerin yayılıp tanındığı bir memleket değildir.
Dâru’l-harbte müslüman olup da emirleri yerine getirmeyen kişi hakkında Ebû Hanife ve İmameyn'in görüşü şöyledir: "Bu husustaki dini hitap-delil o kimseye kavuşmadığından, bilgisizliği özür sayılır. Çünkü bu durumda kendisi kusurlu değildir. Bilgisizlik, delilin kendisinin kapalı ve gizli kalmasından ileri gelmiştir... Dâru’l-harb üzerinde tebliğ velâyeti kesik olduğundan, şer'i hitap oradaki mükelleflere takdiren ulaşmış sayılmaz... Buna mukabil Dâru’l-İslâmda bir kimsenin bu husustaki bilgisizliği özür kabul edilmez. Çünkü Dâru’l-İslâmda bulunmakla onun hakkında hükmen bu ilim sabittir. Bilgisizliği kendi şahsi kusuruna dayandığından özür sayılamaz."
Buradaki temel espiri şudur: Bir şeyi bilmekten öte, o şeye ulaşabilme imkânının olup olmadığı daha önemlidir. Bu nedenle söz konusu mevzuda bilgisizliğin, mükellefin kendi kusuru olup olmaması çok önemlidir. Çünkü vücup için bilfiil bilgi değil de hükmü bilme imkânının bulunması yeterlidir. Dâru’l-İslâmda bu imkân var olmasına karşın Dâru’l-harbde yoktur. Dâru’l-harp denilen İslâm’ın devlet olarak uygulanmadığı yer demek, darul-cehâlet demektir; İslâmdan yana bilgisizlik yurdudur.
Dâru’l-harb diye tesmiye edilen vasatta sadece İslâmî değerlerin o bölgeye ulaşması cihetiyle bazı istisnalar söz konusudur. Orada gayri İslâmî bir yönetimin egemen oluşundan kaynaklanan bir durum mevcuttur. Söz konusu otorite orada İslâm'ın yayılmasına, anlatılmasına mani olmakta bu nedenle İslâmî hükümler bilinememektedir.
Eskilerin Dâru’l-harb dediği İslâm’ın hâkim olmadığı hicret etmemiş müslümanın cehâleti kendisi için mâzerettir. Çünkü inmiş emirler onun açısından gizli sayılır. Dolayısıyla hakkındaki cehâlet özür sayılır. Çünkü bu cehâlet bizzat delilin ortada olmayışından kaynaklanmıştır.
Anlaşıldığı gibi bilgisizliğin kişinin kendi kusurundan dolayı olması durumunda bunun özür olamayacağı açıktır. Bunun yanında esas olan, doğrudan doğruya bilmek değil, bilebilme imkânının var olmasıdır. Dikkat etmek lazım; bilmemek/cehâlet ayrı, bilmeye çalışmamak ayrıdır. Gene bilmek için imkân olduğu halde câhil kalmak bambaşkadır. Bu, doğrudan kişinin kendi kusurudur. Ve zaten başlı başına bir suçtur (Bkz. eş-Şafii, er-Risale, 197-198; M. Ebû Zehra, Suç ve Ceza, 1/425-436; Mustafa Akman, Kur'an'da Câhil Câhiliye Cehâlet, Buruc Y., 189-202).
[1163] 4/Nisâ, 94
[1164] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[1165] Buhârî, Edeb 44
[1166] 16/Nahl, 89
[1167] 12/Yusuf, 111
[1168] 4/Nisâ, 59
[1169] Bak. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60 vb. âyetler
[1170] 5/Mâide, 79
[1171] 9/Tevbe, 9
[1172] 2/Bakara, 41-42
[1173] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Yay., s. 36-37
[1174] el-Askalânî, Fethu’l Bârî, c. 12, s. 299
[1175] Ahkâmu’l Kur’an, c. 4, s. 348
[1176] İkrâfu’l Mulhidîn, s. 59
[1177] 16/Nahl, 106
[1178] İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd.)
[1179] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[1180] Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255; Tirmizî, Ahkâm 19, h. no: 1354
[1181] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 236
[1182] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
[1183] 4/Nisâ, 60-61
[1184] Ahmed b. Hanbel, I,190, 193
[1185] 4/Nisâ, 60-61
[1186] 12/Yusuf, 40
[1187] 16/Nahl, 36
[1188] 33/Ahzâb, 21
[1189] 28/Kasas, 57
[1190] 2/Bakara, 85
[1191] 13/Ra'd, 11
[1192] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[1193] Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255; Tirmizî, Ahkâm 19, h. no: 1354
[1194] 18/Kehf, 26
[1195] 6/En'âm, 121
[1196] 4/Nisâ, 60
[1197] Şankıtî, Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 83-84
[1198] İmam Hasan el-Bennâ, Mecmuatu’r-Resâil, s. 287-290
[1199] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Yusuf Sûresi, âyet 108’in tefsiri
[1200] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 9/Tevbe, 31.âyetin tefsiri, c. 5, s. 415-416; Âyete dair diğer nakiller için bk. İbn Kesir, 2/272; Kasımî, 6/2491; şaravi, 7/3910; Ebu’s-Suud, 2/438
[1201] Edvâu’l Beyan, c. 4, s. 73-74
[1202] 5/Mâide, 44; Mustafa Sabri, Mevkıfu’l Akl, c. 1, s. 123
[1203] 12/Yûsuf, 40
[1204] 3/Âl-i İmrân, 64
[1205] Mevdûdi, el-İslâm ve’l Medeniyyetü’l-Hâdise, s. 33
[1206] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 7, s. 264
[1207] Taberî Tefsiri,c. 10, s. 357
[1208] Abudllah Azzam, hâkimiylet Mefhumu
[1209] Mahmud Şâkir, Taberanî Tefsirinin Hâşiyesi, c. 1, s. 34
[1210] Abdülkadir Udeh, Teşrî’l-Cinâî, s. 196
[1211] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 403
[1212] Muhammed Kutub, Keyfe Ned’u-n Nâs, s. 38
[1213] 4/Nisâ, 140
[1214] Muhammed Kutub, Vâkıunâ el-Muâsır, s. 423
[1215] 12/Yusuf, 40
[1216] Said Havva, İslâm, s. 83
[1217] Ebu Basir, Demokraside ve Çok Partili Rejimlerde İslâm’ın Hükmü, s.190-191
[1218] 60/Mümtehine, 5
[1219] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[1220] 4/Nisâ, 76
[1221] 3/Âl-i İmrân, 28
[1222] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27
[1223] 2/Bakara, 286
[1224] 2/Bakara, 185
[1225] 4/Nisâ, 76
[1226] 39/Zümer, 17-18