Toplumlar, iç içe yaşadıkları zamanlarda birbirlerinden kültürel olarak etkilenmeleri söz konusu olmaktadır. İnsanlar özellikle de duygularının yönlendirmesiyle duygusal bağ kurdukları inanç ve yaşam tarzlarına sahip olan insanlardan etkileşim içerisine girmişler ve süreç içerisinden farklı dinleri ve yaşam tarzlarını benimsemişlerdir. Birçok toplum bu sebepten dolayı hem dini hem de kültürel dönüşüm yaşamışlardır. Böylesi durumlarda insanlar genellikle iki farklı tavrı ortaya koymaktadırlar: Ya muhafazakâr bir tavır sergileyerek sahip odluğu inancı ve yaşam tarzını tutucu bir tavır sergileyerek muhafaza etmek için her türlü gayreti ortaya koymuşlar, ya da süreç içerisinde etkileşimde olduğu toplumun hemen tüm kültürünü ve hayat tarzını aşama aşama benimsemişlerdir.
Peygamberlerin asıl hedeflerinde birisi toplumları dönüştürmektir. Kendi toplumlarındaki bireyleri Allah’ın razı olmuş olduğu insanlara benzetmeye çalışmak en önemli görevlerinden birisidir. Böylesine insanlar yetiştirmek için kendileri, insanlara örnek ve model olmuşlardır. Peygamberler, Allah’tan almış oldukları vahyi toplumların gündemine getirerek yapmak istedikleri şey; aslında o toplumu vahyin belirlediği istikamette dönüşüme tabi tutmak, içerisine düştükleri yanlışlardan onları tümüyle kurtarmaktır. Tarihi süreç içerisinde batıl din ve inançlardan etkilenerek hayatlarına nüfuz eden yanlışlardan onları temizleyerek İslâm’ın kendilerinden istediği hayat şeklini yeniden o insanlar üzerinde gerçekleştirmektir.
Peygamberlerin ulaşmak istedikleri bu hedefler karşısında muhatap oldukları toplumlar çoğunlukla, kendilerini değiştirmeye yanaşmamış, atalarından devralmış oldukları yaşam standartlarına tutunmayı daha doğru bir yol olarak görmüşlerdir. İnsanoğlu, alışık olduğu inanç ve yaşam şeklini değiştirmeyi kendisi için çok zor bir süreç olarak kabul ettiğinden, peygamberlerin değişim taleplerine sıcak bakmamış hatta çoğunlukla güçlerin nispetinde onlarla mücadele etmişlerdir. Ayrıca atalarından devralmış oldukları inançların ve pratiklerin onların günlük hayatlarında gönülden benimseyerek yaptıkları hususlar olduğundan bunları reddederek bunların yerine başkalarını kabul etmenin getirdiği zorluklara katlanmak istememişlerdir. Yine toplumların önünde duran ve mevcut durumdan fayda sağlayan kimseler, ellerinde bulunan imkânları kaybetmemek adına toplumların eski inançlarında kalmaları konusunda yönlendirmişlerdir.
İnsanların bir kısmı da peygamberlerin kendilerinden istemiş olduğu yaşam modelini daha önceki yaşam modelleri ile kıyaslayarak, peygamberlerin getirmiş olduğu dini daha doğru görmeleri neticesinde peygamberlerin kendilerine göstermiş olduğu istikamette inançlarını ve yaşam tarzlarını değiştirmeye başlamış ve bu konuda vahyin kılavuzluğunda yeni bir yaşam tarzını oluşturmaya çalışmışlardır. Kendilerini vahyin ve peygamberin etkisine bırakarak onların istediği istikamette bir değişim ve dönüşümü başarmışlardır. Dolayısıyla değişim dönüşüm, yani başka bir topluma veya bireye benzemek her zaman kötü değildir. Bu durum kime benzememiz veya kime benzemememiz gerektiği noktasında önem kazanmaktadır. Eğer benzediğimiz kişi ve toplumlar peygamberler ve onlara iman eden müminler topluluğu ise bu etkileşim gayet güzel ve her insanın da başarabilmesi gereken yüce bir başarıdır. Fakat eğer etkileşim içerisinde olduğumuz toplum veya kişiler bâtıl bir inancın ve yaşam tarzının müntesipleri ise o zaman, bu benzeşme ve etkileşim kötüdür ve bir insanın kendisini bu etkileşime karşı muhafaza etmesi en temel sorumluluklarından bir tanesidir.
Tarih bize göstermiştir ki Müslümanlar, vahyin belirlediği istikamette yürüdükleri zaman diliminde birçok toplumları inançları ve yaşamlarıyla etkileyebilmiş ve toplumları, daha doğru bir istikamete ulaştırma konusunda çok ciddi mânâda etkilemeyi başarabilmişlerdir. Mekke'de başlayan değişim ve dönüşüm süreci kısa bir zamanda öncelikle Arap Yarımadası'nda, sonra orta Asya'ya doğru genişlemiş, bir yönüyle Anadolu ve ora üzerinden Balkanlar'a doğru ilerlemiş, bir yönüyle de Afrika'ya ve orası üzerinden de Avrupa'ya kadar ulaşmıştır. Lakin tarihi süreç içerisinde Müslümanların kendi sahih din anlayışlarına yabancılaşmaya başlaması ve kendi üzerlerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmemeleri sebebiyle toplumları etkileşim içerisine alarak dönüştürmeleri süreci de akamete uğramıştır. Batı toplumunun süreç içerisinde gerek ekonomik gerekse de teknolojik kazanımlar sebebiyle elde etmiş oldukları güçle, diğer toplumları etkileşimleri altına almaları süreci başlamıştır. Müslümanlardan devralmış oldukları etkileşim bayrağını diğer toplumlar üzerinde hızlı bir şekilde sürdürmüşler ve teknolojinin de kendilerine sağlamış olduğu imkânlardan istifade ederek bütün toplumları etkileri altına almışlar ve kendilerine benzetme noktasından bir hayli mesafe almışlardır.
Yüce dinimiz olan İslâm, biz Müslümanlardan, bâtıl inanç ve yaşam şekillerinin müntesiplerine benzemek konusunda uyarılarda bulunarak bizleri o duruma üşmekten muhafaza etmek ister. Yüce Kitabımız olan Kur'an-ı Kerim'de bizlere en doğru yolu göseren Rabbimiz buyurur ki: “Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.” (Bakara, 118) Görüleceği üzere burada Rabbimiz biz iman edenlere şu hakikati ifade etmektedir: Sözlerin benzeşmesinin neticede kalplerinde de benzeşmesine sebebiyet vereceği geçeğini bu âyet-i kerimede ifade edilmektedir. Dolayısıyla İslâm'ın dışındaki inanç ve pratiklere sahip olan insanlara benzemekten bizleri sakındırmaktadır. Çünkü bâtıla hangi yönüyle olursa olsun benzeşmek, süreç içerisinde kalplerin de birbirine benzemesi neticesini kaçınılmaz olarak doğuracağı geçeğini hatırlatıyor.
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız (itaat ederseniz) imanınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevkederler.” (Âl-i İmrân, 100) Bâtılın hangi tonu olursa olsun, dinin açık bir şekilde açıkladığı meselelerde dinin koyduğu ölçüleri bir kenara koyarak onlara itaat etmek, insanları kâfirlere benzemeleri neticesini doğuracaktır. Kâfirlerle duygusal olarak başlayan yakınlık süreç içerisinde inanç ve amellere de yansıyacaktır. Tıpkı şu hadis rivâyetinde buyurulduğu gibi: "Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45) Bu hadiste ifade edildiği gibi inancın belirleyici olmadığı her türlü ilişki süreç içerisinde yozlaşmayı beraberinde getirecektir. Kâfir ve mücrimlerle inancın belirleyici olmadığı birliktelikler, onların birtakım inanç, düşünce ve kültürel değerlerini benimsemeyi daha mümkün hale getiriyor. Bu geçeği şu hadis rivayeti de ifade etmetedir. “Kim bir kavme benzerse o da onlardandır” (Ebû Dâvûd, Ahmed b. Hanbel). Yine ayrıca: Allah'ın Rasûlünün; "Muhakkak, sizden önceki ümmetlerin yoluna karış karış, arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğine girseler sizler de onları takip edeceksiniz" buyurdu. Sahâbeler: "Ya Resûlallah! Bu ümmetler Yahudilerle, Hıristiyanlar mıdır?" diye sorduklarında; "Başka kim olacak?" diye buyurdu. (Buhârî, İ’tisam, 7320) Gelinen noktada yaşanan durum bunun tam aynısıdır. Tarihte bu hakikatin en açık ve sağlam delilidir.
Daha yüz yıl önce inançlardan ve yaşam tarzlarından dolayı Müslümanların kendilerine tepki koyduğu, savaştığı, öteki gördüğü bir inanç ve yaşam tarzının sahipleri, aradan yüz yıl geçmeden egemenlikleri altındaki toplumlara kendi kültürlerini ulaştırabilmişler ve o toplumları kendilerine benzetebilmişlerdir.
Daha yüz yıl önce içinde yaşadığımız bu ülkenin insanları, topraklarını işgal eden batılıları, Müslüman kadının Müslümanca yaşam tarzına el uzattıklarından dolayı kendileriyle savaşmayı dinlerinin bir gereği olarak görmekteydiler. Aradan geçen bu zaman diliminde yetişen yeni nesil dedelerinin o gün takındıkları o tavırlarını unutuverdikleri gibi dedelerinin dinlerini de bir kenara koyarak, batılıların o gün zor kullanarak müdahale edemedikleri Müslüman kadının giyim tarzına, bugün kendilerini o günkü örtüsüne el uzatılan kadınlarla aynı dine müntesip gören insanlar tarafından başörtüsü ve onun temsil ettiği dine karşı düşmanlık yapmaktadır. O gün batılıların ve onların gönüllü uşaklarının zorla yaptıramadıkları hususları gelinen noktada kendilerini İslâm’a nispet eden insanlar tümüyle benimsemiş hatta dedelerinin uğruna savaşarak öldükleri o değerlere karşı adeta düşmanlık yaparcasına bir değişim ve dönüşümü yaşamışlardır.
Daha dün Müslüman erkeklerin başındaki fesi (İslâmî bir yönü söz konusu değildir) çıkartarak onun yerine fötr şapkayı ve Batı tarzı bir giyim şeklini dayatan anlayışlara karşı Müslümanlar, bir dirayet ortaya koyarken, gelinen noktada onların giyim-kuşam şekillerini tümüyle içselleştirdiler ve onlar ne giyiyorlarsa aynısını giymeyi çok normal karşılar durumdalar. Kendi kültürlerinin gereği olarak giyilen kıyafetleri ise gericilerin giydiği kıyafetler olarak görmektedirler. Bu ülkede yaşayan Türklerin, Kürlerin ve diğer toplulukların geleneksel kıyafetleri bir kenara konularak batılıların giydiği kıyafetlerin aynını giyilmektedir. Adeta bu konuda boyutları çok ileri noktalara taşınan erozyon yaşanmaktadır. Yeni yetişen gençler atalarının ve dedelerinin giydiği kıyafetleri giymeyi gericilik olarak görmekteler, o şekilde bir giyim şekline karşı tiksinti duymaktadırlar.
Onların kadınlarının giydiği kıyafetlerle kendilerini İslam'a nispet eden, içinde yaşadığımız ülkedeki Müslüman olduğu söylenen kadınların giysileri hemen aynıdır. Daha yüz yıl kadar önce bu ülkede kadınlar, dinlerinin bir gereği olarak tesettürlü olmayı ve toplum içinde ancak İslâm’ın istediği şekilde giyilen bir kıyafetle bulunmayı olmazsa olmaz görürlerken gelinen noktada devletin de özendirmesi ve zorlaması neticesinde batılıların giydiği kıyafetlerin aynısını giyiyor, açık yerlerinin kapalı yerlerinden daha fazla olduğu kıyafetlerle toplum içinde yer alıyorlar. Daha düne kadar namussuzluk sayılan kadın-erkek arasında gayr-i meşru ilişkiyi şimdi rahatlıkla yapmaktalar hatta bu konuda kendilerine müdahale edilmesini bile yanlış görecek bir tasavvurun içerisine düşmüş durumdadırlar. Kendilerini bu konularda ikaz eden insanlara, kişisel haklarını müdahale ettikleri gerekçesiyle tavır almaktadırlar.
Yine batılıların, sokaklarında hangi cürümler işleniyorsa bizim sokaklarımız aynı çirkeflikler yapılmaktadır. Nasıl ki onların sokaklarını kadınlar, yarı çıplak olarak bulunuyorlarsa bizlerin sokaklarında da kadınlar ayrı çıplak olarak vücutlarını teşhir ediyorlar, adeta kendilerini alıcısına cazip göstermek için pazarcı tarafından tezgâhın ön tarafında dizilen, insanın iştahını kabartan meyve ve sebzeler gibi. Nasıl ki onların sokaklarını cinselliği yaygınlaştırmak amacıyla asılan billboardlar ve reklam afişleriyle doluysa bizlerin sokakları da aynıdır. Onların sokaklarından kadın-erkek flörtleşmeleri söz konusuysa bizlerin sokakları da aynıdır.
Onların eğlence unsuru olarak kullandıkları içki, kumar, seks gibi unsurlarla gelinen noktada kendilerini İslâm’a nispet eden insanların eğlence aracı olarak kullandıkları hususlar da hemen hemen tümüyle aynıdır. Kumar, hem oyun salonlarında, hem şans oyunlarıyla hem de internet üzerinden oynanan versiyonlarıyla yaygın bir şekilde kendilerini İslâm’a nispet eden insanlar tarafından oynanmaktadır. Yığınlarca insan, kendilerini sömüren bu şans oyunlarının girdabına düşerek orada bir umutla gelecek aramakta, fakat esasında içine düştükleri çıkmazın içinde inim inim inlemektedirler. Kumarı oynatanlar paralarına para katarken oynayanlar ise milyonda bir olan umutlarını diri tutarak kumar oynatanların ceplerini doldurmaktadırlar. Kumar oynatanlara kendi paralarıyla umutlarını satmaktadırlar.
Yine insanların sağlıklı bir şekilde düşünmeleri engelleyen uyuşturucu medde ve sarhoş edici içki, batılı devletlerden geri kalmayacak kadar yaygın olarak kendilerini İslâm’a nispet eden bu ülkenin insanları tarafından da tüketilmekte, tüketirken de tükenmektedirler. Hatta insanını kötü alışkanlıklardan koruyarak muhafaza etmesi gereken devletin kendisi, içkinin üretilme miktarını artırarak insanların bu kötü alışkanlıkların müptelası olasına katkı sağlamaktadır. Dinlerinin kendilerine sarhoş edici içkileri yasaklamasına rağmen hem kendilerini o dine nispet etmeye devam ediyorlar hem de o içkileri yaygın olarak tüketiyorlar. Sarhoş edici içkilerin hem bireyin sağlığına hem de toplumsal düzene verdiği zarar hiç kimsenin inkar edemeyeceği kadar aşikârken ne yazıktır ki ne insanlar kendilerini ondan sakındırıyor ne de devlet insanları o illetten muhafaza etmek için gereken sahici tedbirleri alıyor.
Ayrıca özgürlük adıl altında her türlü ahlaksızlığın toplumda yaygınlaşmasının önün açıyor. Zinanın önü “özgürlük” maskesi arkasına sığınılarak o kadar açılmıştır ki, hemen herkes istediği zaman ona çok kolay bir şekilde ulaşabilmekte ona erişebilmek artık çok kolay hale gelmiş durumdadır. İnternet ve sosyal medyanı yaygınlaşmasıyla birlikte artık insanların akıllı telefonlar veya bilgisayar aracılığıyla ona ulaşması bir “tık kadar” yakınına gelmiş ve bu illete ulaşım o kadar kolaylaşmış durumdadır. Her türlü nikâhsız ilişki eğer şikâyet olmazsa belirli yaş üstündeki insanlar için yasal görülmekte, hatta devlet kendisi zina evleri açılmasına ve kadınların vergisini vermek şartıyla zina yapmasına resmî ruhsat vererek bu çirkefliğe insanların ulaşmasını kolay hale getirmiştir. Öyle bir hale gelmiş durumdadır ki eskinden evelenmeden önce kadın ile erkeğin bakir ve bakire olması olmazsa olmaz görülürken şimdilerde bu durum normal karşılanmayarak yadırganmaktadır.
Batılıların devleti yönetirken dikkate aldıkları sistemlerle bizlerin devlet yönetme modelleri tümüyle aynıdır. Onlar nasıl ki laiklik, demokrasi gibi batıl anlayışları devleti yönetmede model alıyorlarsa buralarda da aynısını yapılmaktadır. Onlar nasıl ki dinin devletin yönetimi üzerinde hiçbir etkisinin olmaması gerektiğine inanıyorlar ve o şekilde hareket ediyorlarsa buralarda da aynısını yapılıyorlar. Kâinatın sahibi olan Allah’ın yaratmış olduğu insanın hayatı üzerinde herhangi bir müdahalesinin olmasını doğru görmüyor, hatta bunu talep etmeyi suç sayıyorlar. Allah’ın elinde olması gereken egemenliği Allah’tan alarak onu insanlara; insanlar içinde de bir zümrenin tekeline vermeyi daha doğru gören laiklik gibi ideolojileri en isabetli bir yönetim şekli olarak görüyorlar.
Onların insanlar arasında çıkan anlaşmazlıkları çözmek ve toplumsal hayatı düzenlemek için uyguladıkları hukukları ile kendilerini ilâhî bir dinin müntesibi gören insanların uyguladıkları hukuk da aynıdır. Onlar nasıl ki dinlerinin koymuş olduğu hukuku bir kenara koyarak kendilerinin belirlemiş olduğu beşerî hukuka göre insanlar üzerinde hükmediyorlarsa, buralarda da onların yolunu takip edilmektedir. Onlar gibi yüce dinimiz olan İslam'ın insan hayatı için koymuş olduğu hukuku bir kenara bırakarak, ya onlardan ithal edilen ya da kendilerinin oluşturduğu hukuka göre insanlar üzerinde hükmediyorlar. Allah’ın yarattığı kulları için vaz’ettiği ilâhî hüküm kötü görülerek reddedilirken inanların hevâlarından kaynaklanan beşerî hukuk ise en isabetli ve doğru olarak görülmektedir.
Onların eğitim kurumları ile kendilerini Müslüman olarak gören insanların eğitim kurumları da hemen tüm yönleri ile aynıdır. Onlar nasıl ki, eğitimlerini kutsal kitaplarına ve dinlerinin koymuş olduğu temel ölçülere göre yapmıyorlarsa buralarda da yüce dinimiz olan İslâm'ın ve onun yüce kitabı olan Kur'an'ın belirlemiş olduğu temel referansları dikkate alınmadan eğitim yapılıyor. Kâinatın oluşumu, insanın yaratılması ve günümüze kadar ki serüveni, canlıların var edilmesi, dünyada var olan kevnî düzen gibi hususlar Allah’tan bağımsız bir şekilde öğretmek, hatta bunlar Allah’ı reddetmenin bir sebebi olarak gösterilerek çocuklar eğitilmektedirler. Dinin temel referansları dikkate alınmadığı gibi bunun tam aksine rasyonalist bir takım ölçüleri dikkate alınarak insanlar eğitilmeye çalışılıyor, eğitim ve öğretim bu temeller üzerinden yürütmeye çalışılıyor. Yapılan bu eğitimin neticesinde dinine, örfüne ve kültürüne yabancı hatta düşman olan nesiller yetiştirildi. Kendisini yaratan Allah’ın hayatına müdahale etmesini haksızlık olarak gören ve bunun bir netçisi olarak ya O’nu reddeden veya göklere hapseden bir varlık olarak telakki ediyorlar.
Yine onların sanata karşı yaklaşımları ile maalesef kendilerine İslam'a nispet eden insanların sanat anlayışları da hemen hemen aynıdır. Nasıl ki onlar sanatı adeta ifşadın ve fesadın yayılmasında en önemli bir etkeni olarak kullanıyorlar ise, kendilerini İslam'a nispet eden insanlar da aynı şekilde kendi yaşadığı coğrafyalarda sanat adı altında toplumları ifsat etmekte her türlü fahşanın ve azgınlığın yaygınlaşmasına sanatı bir araç olarak kullanmaktadırlar. Batı toplumları nasıl ki insanları, haktan ve hakikatten uzaklaştırmak için spor, müzik ve cinselliği bir araç olarak kullanıyorlarsa aynı şekilde kendilerini İslam'a nispet eden toplumlar da aynı yöntemler kullanılarak insanlar, haktan ve hakikatten uzak tutulmaya çalışılmaktadırlar. On binlerce insan, stadyum denilen yerlerde adeta beyinleri uyuşturularak boş bir hedefin peşine takılarak uyutuluyorlar. Yığınlarca insan kendilerine “yıldız sanatçı”, “pop star” müzisyenlerin paralarına para katmak için her türlü değerinden vazgeçmeye hazır haldeler. Onlarla görüşmek, onların konserlerine katılmak, onlarla resim çektirmek için nelerini feda etmiyorlar ki? Televizyon ve sosyal medyada bu insanların yaşantılarını toplumlara gözlerine soka soka göstererek insanları onlara hayran bırakıyor ve ayrıca böylesine bir hayatı özendirilerek insanlar, hiçbir zaman ulaşamayacakları o şekilde bir hayatın peşinden gitmek için tüm değerlerinden vazgeçebiliyor. Dolayısıyla gerek spor, gerek müzik ve gerekse sinema gibi unsurlarla toplumlar tüm mânevî değerlerinden uzaklaştırılıyorlar.
Bütün bunlar bize göstermektedir ki bir zamanlar kendilerine karşı savaşılan ve bedeller ödenen düşmanların inançları ve yaşam tarzları süreç içerisinde ne yazıktır ki benimsendi ve onlarla tüm yönleriyle aynıleşildi. Dün bu halka zorla ve baskıyla yaptıramadıkları nice hususları, gelinen noktada kendilerini Müslüman gören halklar gönül rızasıyla yapmaktalar. Yapmakla da kalmıyor başka insanların da bu algıya taşınması konusunda onlara baskı uygulamakta, onları da kendilerine benzetmek istemektedirler. Dolayısıyla dün baskı uygulayarak başaramadıklarını, bugün gerçekleştirmiş oldukları etkileşim araçlarıyla çok daha fazlasıyla başarabildiklerini, adeta onların gönüllü inanç ve kültür taşıyıcıları durumuna insanları getirdiklerini ifade edebiliriz. Artık kendileri çok büyük bütçeler ayırarak insanlara dünya görüşü dayatmak zorunda kalmıyorlar, buralarda onların gönüllü temsilciliğini yapan insanlar eliyle bu hedeflerine ulaşıyorlar. Filistin örneğinde gördük ki bir yeri işgal ederek orada istenilen hedeflere ulaşılmıyor. Fakat içinde yaşadığımız ülkede olduğu gibi kendilerine hizmet edecek insanlar bulup ülkelerin yönetiminde onları söz sahibi yapılınca o ülkelerde daha nitelikli sonuçlar alınmaktadır.
Gelinen noktada bizler kendilerini İslâm’a nispet eden insanlar olarak kendi dinî inancımızın gerektirdiği şekilde ne bir devlet düzeni oluşturabildik, ne sosyal hayat, ne bireysel hayat ve ne de hayatın diğer alanlarına yönelik dinin belirleyici olduğu bir gerçekliği sağlayabildik. Hayatımızın tüm alanlarından dinin belirleyiciliğini kaldırarak hayatımıza müdahale edecek başka unsurlara yetkili kıldık. Bunu gerçekleştirirken de batılıları kendimize referans aldık. Onların batıl dinlerine karşı giriştikleri savaşlarının bir benzerini bizler yaşadığımız ülkede hak din olan İslâm’a karşı yaptık. Biz kulların hem dünya hem de ahiret saadetini gerçekleştirmek için gönderilen Yüce Allah’ın dinini bir kenara koyarak onun yerine bizler gibi aciz insanların ürettiği anlayışları veya hevâmızın isteklerini belirleyici kıldık. Batılılar, yaşadıkları ülkelerde nasıl ki dinlerini bir kenara koyarak daha fazla bir sapkınlığın içerisine girdilerse yaşadığımız coğrafyada da aynısı yapılarak insanlar içlerinden çıkmalarının neredeyse imkânsız olduğu kokuşmuşlukların içerisine sürüklendiler. Kendilerini çevreleyen sapkınlıklardan kurtulmaları neredeyse imkânsız hale geldi.
Dolayısıyla Allah’tan yüz çevirerek O’dan başkalarını hayatımızda belirleyici kılmanın neticesi olan durumumuza biz kendimiz razı olduk ve gelinen noktada da böylesine bir zillet durumunu yaşamak adeta bizimle bütünleşen bir kimliğimiz haline geldi. Fakat bütün bunlara rağmen bu durumdan bir çıkış yolu var mı? İnsanlar dünyada var oluş amaçlarına ulaşmaları yeniden mümkün müdür? Tabi ki mümkündür. Onları batılıların oluşturduğu karanlıklardan kurtararak her türlü aydınlığa çıkaracak olan Kur’an-ı Kerim aramızdadır. Daha önce şu anki insanlarla benzer inanç ve pratikleri olan Mekkeli ve diğer Araplar nasıl ki Kur’an ipine tutunarak oradan kurtuldu ve dünyaya insanlık ve medeniyet öğrettilerse bizler de aynısını yapabiliriz. Tek yapmamız gereken yaptığımız hatanın farkına vararak batılıların ürettikleri hemen tüm değersizlikleri bir kenara koyarak bizleri yaratan ve her türlü nimeti kendisine borçlu olduğumuz Rabbimizin bizler için göndermiş olduğu ipi olan Kur’an’a tutunmaktır.