Yaygın ve tabi yaygın olduğu kadar da yanlış bir kanaat var, şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasının yalnız tasavvuf çevrelerine has olduğuna dair. İşin doğrusu ise, gerek kendisini herhangi bir din veya dini yaklaşıma, gerek seküler bir ideolojiye nispet eden toplulukların çoğunun, aslında bu anlamda bir “tarikat yapılanması” niteliği taşıdığı gerçeğidir.
Aradaki yegâne nüans, tasavvuf çevrelerinin bu işin adını koymaları ve şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasını teoride de savunuyor olmalarıdır. İş pratiğe gelince, şeyh-mürit ilişkisini ve ona dayalı tarikat eksenli yapılanma biçimini teori düzlem ve düzeyinde eleştiren toplulukların büyük kısmı, pratikte mahza tarikat niteliğine haiz bir yaklaşım ve işleyiş üzere bulunmaktadır.
Geleneksel algıyla oluşturulmuş türbeleri bir tazim ve takdis mekânı edinen, oralarda medfun olan insanlara “ricalul gayb” tanımlamasıyla kimi “ilahi” vasıflar atfederek onları “aracı ilahlar” olarak konumlandıran toplulukları “tarikat” olarak niteleyip de, resmi/egemen türbeyi tazim ve takdis mekânı edinen, orada bağlılık ritüelleri gerçekleştiren, gönül ve zihin kıbleleri, Âlemlerin Rabbi’nin egemenlikle ilgili temel sıfatları olan rablik, ilahlık ve meliklik (talim-terbiye, yol gösterme ve emretme/hükmetme) sıfatlarının kendisinde vehmedildiği bir “başöğretmen”, “ulu önder”, “ebedi şef” figürüne yönelik olan bir başka topluluğu tarikat olarak nitelememek doğru bir yaklaşım olabilir mi mesela?
Daha önce de şeyh-mürit ilişkisi üzerine çeşitli yazılar yazdık ve “mü’min ile mürit farkı”nı izah etmeye çalıştığımız değerlendirmelerde bulunduk. Buradaki temel fark, mü’min olmanın temelinin, Yüce Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi aktif tutarak, O’nun Kitab-ı Kerimiyle ve Rasulünün (a.s.) Kitab-ı Kerim’e dayalı örnekliğiyle (sünnetiyle) doğrudan muhataplık bilinci üzere olunması ile, akıl ve iradeyi başka kişi veya mercilere teslim ve tâbi kılarak “sürü psikolojisiyle” hareket etmektir.
İşin temeli, İslam’ın öngördüğü saf düzenine dayalı yatay cemaatleşme/toplumsallaşma ile, hiyerarşi esasına dayalı piramit usulü toplumsallaşma farkına dayanmaktadır.
İslam’ın bize namazla, hacla talim ettiği saf düzeni yapılanma, Allah’ın dinine fert fert muhatap olan ve dolayısıyla asli mükellefiyetlerde eşit olan mü’minlerin, ilim ehli-ilim tâlibi, yönetici-yönetilen, âmir-memur, işveren-işçi olarak saf düzeninde bir araya gelmeleri ve aralarında bir kimsenin bir adım öne çıkarak onlara imamlık/önderlik etmesi temellidir.
Piramit usulü yapılanmada ise bu temel eşitlik bozulmakta, fertler ve toplum kesimleri arasında hiyerarşi katmanları oluşmakta ve tepeden aşağı doğru mutlak itaat ilişkileri teşkil edilmektedir.
İslam’ın öngördüğü cemaatleşme/toplumsallaşma biçimini Âl-i İmran 103. ayet-i kerime bize çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.[1] Ayet-i kerimede Rabbimiz, biz mü’minlere hep birlikte Hablullah’a sarılmamızı emretmektedir. Burada cemaatleşme/toplumsallaşma usulü net olarak bildirilmiş olmaktadır, ki az önce de belirttiğimiz gibi namaz ve hacda temsili karşılığını da bulduğu üzere Rasulullah ve güzide ashabının cemaatleşmesi bu esas üzere olmuştur.
Dikkat edilirse Rabbimiz, cemian (hep birlikte) kendi ipine (Kur’an’a) sarılmamızı bildirmektedir. Yani Rasulullah’ın da, İslam cemaatinin diğer tüm fertlerinin de mükellef olduğu temel husus, Allah’ın ipine ve hep birlikte sarılmaktır. Rasulullah ve onun dini, siyasi ve ictimai[2] önderlik misyonunu herhangi bir zaman ve mekânda üstlenen herhangi bir mü’min, bu konuda diğer mü’minlerle aynı muhataplık ve mükellefiyetle yükümlü tutulmaktadır. Kısacası, Allah’ın ipi bir kişinin elinde, diğer insanlar o kişinin elindeki ipi tutacak değildir, fert fert herkes kolektif bir bilinç ve yönelim içerisinde topluca/cemian Allah’ın ipine yönelecek, topluca (Kur’an’a) sarılınacaktır. Önderlik/imamlık mevkiinde olanların buradaki rolü, Allah’ın ipine sarılma ameliyesi konusunda insanlara öncülük etmektir, ipi elinde tutmak, insanları elindeki ipe sarılmaya çağırmak, yönlendirmek değildir.
İslam’ın Toplumu, İlim Toplumudur
İslam risaletinin oku emriyle ve ardından da, yazmanın ve öğrenmenin öneminin vurgulanmasıyla, el-Ekrem olan Rabbimizin insana en büyük ikramının/nimetinin ona kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesi olduğunun bildirilmesiyle başlamasının[3] sebebi de işte budur. Fert fert muhatap ve mükellef olunan Kitab-ı Kerim’in öğrenilmesi, her mü’minin ona nispet edilen başka iplere değil, bizatihi ona (Hablullah’a) diğer mü’minlerle birlikte kolektif bir bilinç ve yönelimle sarılmasının temin edilmesi…
İlk Kur’an neslinin, Rasulullah’a dahi körükörüne değil, tahkik temelli bir bilinçle ittiba etmiş olmasının temelinde, İslam’ın ilim temelli bir iman ve amel (ittiba) öğretisine sahip olması yatmaktadır. Rasulullah’ın Mekke’de vücuda getirdiği cemaat ve Medine’deki inşa ettiği İslam toplumu tam anlamıyla bir ilim toplumu idi.
Onlar, Rabbimizin “Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36) beyanını gayet iyi kavramışlar ve ona göre hareket etmekteydiler.
Kur’an’ın bu açık beyanları ve Rasulullah ile beraberindeki ilk neslin, taklit yerine tahkik ve buna dayalı ittiba eksenli toplumsallaşma örneklikleri sebebiyle, ilk dönem âlimler taklidi kesinlikle caiz görmemişler, âlimlere/fakihlere değil, onların gösterdikleri delillere (deliller ikna edici ise) ittiba edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Delile ittiba yerine, fakihlere veya onlara nispet edilen mezheplere körükörüne tâbi olmak şeklindeki taklitçilik kültürü, saltanat idarelerinin Müslümanları bilinçten ve dinamizmden uzaklaştırmak gayesiyle dayattığı bir bid’at olmuştur.
Bu taklit kültürünün kurumsallaşmasıyla birliktedir ki, Kur’an’a ve Rasulullah’ın örnekliğine (sünnetine) ittiba bilincinin yerini, kişilere veya topluluklara sürü psikolojisiyle tâbi olma yönelimi almıştır ve bu durum asırlardır devam etmektedir.
Zaman zaman bu durumun İslam düşmanlarınca “biat kültürü” şeklinde nitelendirildiğini de görmekteyiz ki, bu da ancak “seküler tarikatların” sürü psikolojisiyle hareket eden müritlerinin koyu cehaletiyle açıklanabilecek bir durumdur. Biatla taklidin birbirlerinin tamamen zıddı iki yaklaşım ve yönelim olduğunu bilmelerini, seküler müritlerden beklemek beyhude olur. Onların tek yaptığı, kendilerine yüklenen ezberleri tekrarlamaktan ibarettir, tıpkı geleneksel müritlikte olduğu gibi.
Biat, bilinçli bir tercih ve ölçülere ittiba zemininde, iradeye dayalı ve karşılıklı yükümlülük doğuran (biat edilen merci, Rabbani ölçülere sadakatla; biat eden ise, bu şartın sürdürülmesi koşuluyla o merciye itaatla yükümlüdür) bir sözleşmeyi ifade ederken, taklit, körükörüne bir bağlılık anlamına gelmektedir.
Körükörüne bağlılığın İslami ıstılahtaki karşılığı ise, bu şekilde bağlanılan kişi veya merciyi rab edinmektir. Bu konuda Tevbe sûresi 31. ayet ve Rasulullah’ın, Adiy b. Hatem’in bu ayetle ilgili sorusu üzerine yaptığı tefsir ile Âl-i İmran sûresi 64. ayetin mesajı yeterlidir.
Dost Acı Söyler
Konuyla ilgili bu temel çerçeveyi ifade ettikten sonra başlıkta ifade ettiğimiz meseleye gelecek olursak… Maalesef Müslümanlar olarak böyle ciddi bir sorunumuz olduğunu kabullenmek zorundayız. Kendimizi beri görsek, Kur’ani ölçüler içinde bunun tamamen yanlış bir itaat ilişkisi olduğunu dillendirsek de, şeyh-mürit ilişkisi düzleminde bir tarikat yapılanma biçiminin kendisini “tevhidi” olarak niteleyen çevrelerde de yaygın/baskın olduğunu ifade etmemiz gerekir.
Dost acı söyler. Biz, hesabı mutlaka verilecek bir hayat yaşadığımıza iman eden insanlarız. Dolayısıyla, hakkı tavsiye, emr-i bil ma’ruf çerçevesinde Müslümanlar arasında gördüğümüz aksaklıkları dile getirmemiz üzerimizde bir mükellefiyettir. Tabi bunu imha değil ıslah niyet ve bilinciyle, o zeminde yapmak kaydıyla.
Öncelikle şu gerçeği kabul edeceğiz ki, “müritlik” bir zihniyet biçimidir. Tasavvuf topluluklarına has, onlarla sınırlı bir yönelim değildir, ki makalemizin başında bu hususa değinmeye çalışmıştık. Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi kullanmak yerine, onları başkalarının akıl ve iradesine tâbi kılmak demektir. Burada, kişi veya toplulukların akıl ve iradelerini tâbi kıldıkları akıl ve iradenin hidâyet üzere mi dalâlet üzere mi olduğu önemli olmakla birlikte, konumuz açısından ikincil bir husustur.
Zira akıl ve iradenin tâbi kılındığı irade, kişi veya topluluk açısından merkeze yerleşmekte, hidâyet üzere veya dalâlet üzere olmak, tâbi olunan o akıl ve iradenin tercihlerine bırakılmaktadır. İstikamet ve istikamette istikrarı sağlayacak olan denetim ve ikaz mekanizması böylece ortadan kalkmakta, tâbi olunan akıl ve irade yanlışa düştüğünde, o topluluk da onunla birlikte yanlışa düşmektedir.
Biz bu coğrafyada bu durumu son yirmi yıl içinde çok acı tecrübelerle yaşadık. Birkaç kişinin, Kur’ani/Nebevi ilkeler yerine reel-politiğe dayalı “maslahat” temelli yanlış tercihleri, toplulukların tercihi haline dönüştü. Böylece, o toplulukların fertlerinin, tevhidi ilkelere ittiba ederken de aslında o birkaç kişinin iradesine tâbi olarak bu doğru zeminde bulunmakta oldukları görülmüş oldu. O birkaç kişi zeminlerini değiştirince, topluluklar da onlarla birlikte zemin değiştirmiş oldu.
Bu konu sadece ilkelerde istikamet ile de sınırlı değildir tabii ki, topluluk içindeki veya dışındaki müminlerle ilgili tutumlar, tavırlar konusunda da, akıl ve iradelerin kendisine tâbi kılındığı kişinin tercihleri belirleyici olmaya başlamakta ve böylece bir kişinin tercihleri o topluluğun tercihlerine dönüşmektedir ki, bu tercihler içinde haksız olanlar varsa, o topluluk bu haksızlığa ortaklık etmiş olmaktadır.
Yıllardır şahitlik ettiğim bir gözlemim var ki, o da genelde önde olanların kendilerine dâvâ arkadaşı yerine “mürit” aradıkları, insanların da aynı şekilde dâvâ arkadaşı yerine kendilerine tâbi olup takip edecekleri “şeyh” aradıkları yönündedir. Bu konuda gerçekten ibret verici tanıklıklarım oldu.
Siz, Kur’ani/Nebevi ilkelerde aynı çizgide olduğunuzu düşündüğünüz bir topluluğu, geleneksel bilgilerde kendisini yetiştirmiş birisiyle görüşsünler, dayanışma içinde olsunlar diye tanıştırıyorsunuz, birkaç yıl geçiyor ve bakıyorsunuz ki o topluluk, tanıştırdığınız kişiye mürit olmuş ve ulaştıkları Kur’ani/Nebevi doğrulardan geriye giderek, tevhidi netliklerini yitirmişler.
Müslümanlar arası diyalog ve birliktelik arayış ve çabalarına dahil olmuş görünüp de, kendi “güdümünde” gördüğü topluluğu bu birliktelik arayışıyla kaynaştırmaktan imtina ederek, mü’minler arasında köprü olmak yerine duvar işlevi görenler… Daha nice böyle tanıklıklar…
Bu gibi tanıklıklarımın bir hâsılası olarak zaman zaman kullandığım “Kendilerine dâvâ arkadaşı yerine mürit arayanlar, müritleştiremeyecekleri kimseleri yanlarında istemezler” şeklinde bir ifadem var. Maalesef ortalık kendisine mürit arayanlar ile şeyh arayanlardan geçilmiyor. Bu durum böyle devam ettikçe, bu “şeyh-mürit” zincirini kırıp, Hablullah’a topluca sarılma bilinciyle bir araya gelen, Allah’ın akıl ve irade sahibi kıldığı eşit kulları çerçevesinde hareket etmeye başlamadıkça da, İslami bir toplumsal ve siyasal dönüşümü gerçekleştirme imkânımız olmayacaktır.
İslam'da "hocalar ve onların tâbileri" şeklinde dikey bir örgütlenme biçimi yoktur. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, İslam toplumu bir ilim toplumudur, öyle olmak zorundadır. Sosyal ve siyasal işlerin yürütülmesi anlamında öne geçenler (umera) ve ilimde derinleşenler (râsihun) olmakla birlikte, her biri İslam'ın ilkelerini bilen ve birbirlerini bu ilkelerle denetleyen insanlardan oluşan bir toplumdu İslam toplumu.
Bu toplumu yeniden inşaya giden yol ise, bugün topluluklarımızı bu esas üzere yapılandırmaktan geçer. Dolayısıyla şu veya bu hoca/hocalar ve onların tâbileri gibi bir görüntü oluşturmak, Kur'ani/Nebevi çizgiye uygun değildir. Bu ister istemez dikey bir örgütlenme algısı ve biçimini doğurmaktadır. Saf düzenini bozmamak ve safları da sık tutmak gerekir. Oysa bugünün Müslümanları olarak ufak tefek gerekçelerle safları ayrıştırmayı ne kadar da seviyoruz.
Her Müslüman, gerektiğinde İbrahim (a.s.) misali tek başına bir ümmet olma vasıf ve sorumluluğunu taşıyabilecek nitelikte bağımsız bir şahsiyete sahip olmalıdır. İslam'ın hedeflediği cemaat ve ümmet, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine bizzat muhatap olarak bağımsız İslami şahsiyet sahibi olma vasfını kazanmış fertlerin teşkil ettiği, hayatı ve mücadeleyi paylaşan, birlikte omuzlayan birlikteliktir.
Cemaatlerimizin, dernek ve vakıflarımızın "Hulusi abiyi seven, onu takip eden ve onun sevdiklerini sevip sevmediklerini sevmeyenler" kulübü olmaktan çıkıp, Allah ve Rasulü'nü ve Allah'ın sevdiklerini (O'nun sınırlarını gözetme cehdinde olanları) seven ve aralarında, hiyerarşik bir “takip edilen - takip eden” ilişkisi değil, hep birlikte saf düzeninde İslam'ın ölçülerini takip eden mü’minler topluluklarına dönüştürülmesi gerekiyor.
[1] “Hepiniz birden Allah'ın ipine (Allah'ın Kitabına) sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünerek parçalanmayın…” (Âl-i İmran, 3/103)
[2] Burada “dini, siyasi ve ictimai” şeklinde üç ayrı terim kullanmamız, anlatım kolaylığı içindir. Zira malumdur ki “dini” terimi, diğer iki terimi de mündemiçtir.
[3] Bkz: Alak, 96/1-5
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.)