İzninizle, konuyu çok daha fazla aydınlatıp anlamayı, düşünmeyi ve ibret alıp bugünkü hali sorgulamayı kolaylaştıracağı inancıyla, cahiliyede iken yaşadıklarımı ve bu halden tevbe edip hidayete ulaşma serüvenimden konuyla örtüşen bazı kesitleri aktarmak istiyorum. Çünkü bugün istikamet krizi yaşayan birçok tevhidî grup ve öncüleri, okuyunca göreceğiniz üzere benim cahiliye dönemimdeki konumlara doğru ya bizzat savruluyor ya da önceki bölümde belgeleriyle ortaya koyduğum üzere benim o günkü konumumdan bile geri durumlara düşmüş laik siyasi parti ve liderlerini destekleyip meşrulaştırmaya ve Müslüman ilan etmeye kalkışıyorlar.
Benim Tevbe Edip Terk Ettiğim Cahiliye Dönemimdeki Konumlara Bugünün Muvahhidleri(!) Koşarak Gidiyorlar. Neden?
Bilindiği üzere cahiliye dönemi olarak nitelendirip tevbe ettiğim süreçte “Türk-İslam Sentezi” olarak ifade ettiğimiz “milliyetçi” bir ideolojinin müntesibiydim. Bugün birçok müslümanın koşarak gittiği ya da gidenleri Müslüman sayıp destek verdiği laik parlamentoda hevaya göre yasa yapma noktasındaydım ve laik bir partinin genel başkanıydım.
Kendi cahiliye geçmişimi, tevbemi tekrarlayarak ve Rabbimin mağfiretine bir daha sığınarak ibret olsun diye hatırlatayım: Burada anlatacaklarım o günkü Türk-İslam sentezcisi milliyetçi kafamla İslam’a ve Müslümanlara hizmet etme inancıyla samimiyetle yapmaya çalıştıklarımdan bazılarıdır. Bu sebeple, ifade edilenler, o gün bulunduğum cahiliye kimliğim dikkate alınarak değerlendirilmelidir.
- Ülkücü camia iki kanattan oluşuyordu. Birincisi bizim gibi bildiği kadar İslâmî söylemleri öne çıkarmaya çalışan “hilalci” denilen kanat, diğeri de İslam’a uzak duran “kuru Türkçü” dediğimiz “Adsızcı” kanattı. Ben S. Ahmet Arvasi ile birlikte olan “hilalci” kanadında yer alıp, Nihal Adsız’cı ırkçı Türkçülüğü de reddediyordum. Hatta ülkücü bir slogan olan “Türklük gurur ve şuuru İslam ahlâk fazileti” sözü bile “kuru Türkçü” denilen kanadı çok rahatsız eder ve “Türklüğün ahlâk ve fazileti yok mudur ki, İslam’dan alacak” şeklinde itiraz ederlerdi. İşte Devlet Bahçeli bu “Türkçü” kanadın önde geleniydi. Bu sebeple de Türkeş’in onun beklediği görevi bana vermesi ve benim partiyi kurup Genel Başkan olmam üzerine büyük tepki göstermiş, Türkiye çapında aleyhte çalışmış teşkilatlanmamıza engel olmaya çalışmıştı. İşte bu “kuru Türkçü” Bahçeli bugün tevhidî uyanış sürecinin de büyük bir ilkesizlikle destek verdikleri “Cumhur İttifakı”nın ortağı Erdoğan’ın rota belirleyicisi ve mihmandarıdır.
- O zamanın Parlamentosu olan “Danışma Meclisi”nde 1981-1983 yıllarında teşri görev yaparak, Allah’ın hükümleri dışında laik yasalar yapılışında rol aldım. Yani laik mecliste parlamenterdim. Üstelik ben, benden sonraki kendini İslam’a nispet eden parlamenterlerin bildiklerini, yani Allah’ın hükmüyle hükmetmek gerektiğini, Allah’ın ekonomik, siyasal ve hukukî alanları düzenleyen hükümler vazetmiş olduğunu da bilmiyordum. Yani sonrakilere göre daha mazur konumdaydım. Hükmün ancak Allah’a ait olduğundan, Kur’an’da “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridirler”[1] hükmünün varlığından bile haberdar değildim. Kur’an’a inanan ve belki de onun için canını bile verebilecek olan, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” ve “Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber” sloganlarını içten haykıran, daha öğrenciyken beş vakit olmasa da namaz kıldığım için Şamanist ülkücülerce “ecmain” diye suçlanıp Sadi Somuncuoğlu’nın hâkimliğini yaptığı “ülkücü mahkemesi”nde yargılanmış, hatta Nihal Adsız yanlısı gestapo tipli alkolik bir ülkücü tarafından öldürme teşebbüsüne muhatap kılınmış olan bir kişiydim. Üstelik Mecliste Anayasa görüşmelerinde “ben Müslümanım laik değilim, devlet laik olabilir ama bir Müslüman’ın laik olması mümkün değildir” görüşümü darbecilerin yüzüne haykırmış olan biriydim.
- Herkesin “Atatürkçülük” yarışıyla darbecilere yaranmak istediği bu darbe sürecinde, yine meclisteki görüşmelerde, Anayasaya konulmak istenen “Atatürk milliyetçiliği”ne açıkça karşı çıkmış ve bu görüşümü meclis kürsüsünden ifade etmiştim. Bunları niye anlatıyorum? Çünkü birilerine göre darbecilere karşı “yürekli” çıkışları sebebiyle, bazı “milliyetçi” liderleri, imanına şahidlik yapacak derecede abartanların bu yaklaşımlarının sağlıksızlığını fark etmelerini istiyorum.
- Din özgürlüğüne yönelik baskılara ve başörtüsü yasağına karşı çıkıp, darbecilere kafa tutan, ağır eleştiriler yapan, General Milli Eğitim Bakanını Meclis kürsüsünden istifaya çağıran bir kişiydim. İmam hatiplerdeki başörtüsü yasağının ilk başlama tarihi olan 1981 yılı sonunda Mecliste yaptığım gündem dışı bir konuşmada, Ahzab Suresi 59 ve Nur Suresi 31. ayetlerini Meclis kürsüsünden zikredip, “bu ayetler gereğince başörtüsünün tıpkı namaz, haç ve oruç gibi Allah’ın farz kıldığı bir ilahi emir olduğunu ve yasaklanamayacağını, böyle bir yasaklamanın büyük zulüm olduğunu” ifade ettim. Konuşmamı yaparken sıra kapaklarına vuran üyelerin toplu saldırısına maruz kaldım. Ondan sonra da neredeyse bütün meclisçe dışlandım. O zaman Devlet Başkanı Kenan Evren adına Konsey Genel Sekreteri Necdet Üruğ tarafından sorgulanıp istifaya zorlandım. Darbecilere karşı halkın hak ve özgürlüklerinin ve İslâmî kimliğinin savunucusu konumunda yer alınca, Kenan Evren’in “Maliyeci diye aldık, ilahiyatçı çıktı, seçtiğimize çok pişman olduk” sözlerine muhatap oldum. Yani ilk başörtüsü yasağı mağdurlarından biriydim. İslâmî çıkışlarım, darbecilere karşı duruşum ve halkın değerleri, özgürlükleri için mücadelem sebebiyle, “Asala Örgütü” süsü verilerek ölümle tehdit edildim. Gece büroma girilip her taraf darmadağın edildi, evimin kapısı zorlanıp çocuklarım tehdit edildi. Daha sonraki süreçte ise, sürekli darbeci Evren’in vetolarına muhatap oldum. Parti kurdum veto edildim. Yasal hakkım olan Maliye Bakanlığındaki Genel Müdür Yardımcılığı görevime dönmeme bile izin verilmedi. 1983 seçimlerinde bağımsız milletvekili adayı oldum yine veto edildim.
- 1982 Anayasa’sının DM’de kabul edilen metnine, iyi bir çalışma ve organizasyonla, Diyanet İşleri Başkanlığı maddesine, “Diyanet İşleri Başkanlığı İslam’ın değişmez evrensel hükümlerine göre faaliyetlerini yürütür” hükmünün konmasını ve 24. Maddeye “İslâmî eğitim ve öğretim ilkokuldan itibaren zorunludur” hükmünün konulmasını sağlamada önemli rol oynadım. Meclisten çıkan bu maddeler, son sözü söyleyen MGK’de, birincisi “Diyanet İşleri Başkanlığı Laiklik ilkesine göre hizmet yapar” şeklinde değiştirilerek, ikincisi de İslâmî eğitim çıkarılıp “Din ve Ahlak Bilgisi öğretimine” dönüştürülerek kabul edildi. Böylece büyük uğraşlarla laik anayasaya koydurduğumuz iki “İslam” kelimesi de çıkarılmış oldu. Tabii ki, bugünkü tevhidi kimliğimle iyi ki de çıkarmışlar diyorum. İslam’ı toplumsal hayata hâkim kılmayı yasaklayan laik anayasada İslam kelimelerinin kullanılması her şeyden önce İslam’a zulümdür. Ama ben o günkü cahilce bakışımla bunları yaparak laik anayasanın bâtıl surlarında İslam lehine bir gedik açtığımı sanıyordum.
- Bütün bunların yanında, “Allah’a, Peygamber’e ve dince kutsal olan değerlere hakarete hapis cezası” getiren hükmü TCK’ya koyan kanun teklifinin de öncülüğünü yapmıştım ve yine iyi bir çalışmayla Mecliste kabul ettirmiştik. Buna benzer daha birçok İslâmî konunun Mecliste gündeme gelmesi ve belli bir sonuca bağlanmasında hep ben öncü konumdaydım. Çünkü kendimi İslam’a nispet etmekte samimiydim ve tüm bunları Allah rızası için yapıyordum. Bütün bunlara rağmen, 1982 Anayasasının Müslüman halkın din ve inanç özgürlüğü ve konut dokunulmazlığı ile ilgili maddelerinde getirilen kısıtlayıcı ve baskıcı hükümleri vb protesto ederek, darbecilerin baskıcı tutumlarına rağmen nihai oylamada bu anayasaya red oyu verdim.
- 1983 yılında partiler kurulurken Necmeddin Erbakan’ın daveti üzerine gittiğim Lütfü Doğan’ın evinde Recai Kutan’ın da katıldığı dörtlü görüşmede, Erbakan bana hitaben; “Mehmet bey, bizim demokratik dönemde parti grubu olarak yapamadıklarımızı sen hem de darbe döneminde baskılara rağmen ve tek başına yaptın. Sen bu hizmetinle birinci âhiretini garantiledin, eğer ikinci bir âhiret kazanmak istiyorsan (Tabii ki, vahyin ölçülerine uygun olmayan bu sözleri o söylediği için aynen naklediyorum), Türkeş kardeşimle aramızı bul ve bütün sağ, milliyetçi, mukaddesatcı, Müslüman kesimi birleştirerek bir siyasi parti kur” mealinde ifadeler kullanmıştı. İşte bu teşvikle, hepsiyle görüşerek ve iki taraftan da kurucu üye almak suretiyle, benden sonraki süreçte bugünkü MHP’ye dönüşecek olan Muhafazakâr Parti’yi kurdum ve bu laik partinin Genel Başkanı oldum. Ama Erbakan çevresi verdikleri sözde durmayıp benim partiyi kurmamı takip eden 15 gün sonra RP’ni kurdular. Düşünün ki, Erbakan’ın “iki defa ahireti garantileyecek(!) işler yapan konumda gördüğü” bir durumdayken, buna rağmen tevbe edip şirke bulaşmış bu halden uzaklaşarak Müslüman oluyorum. Benim kurduğuma pişman olup tevbe ederek Müslüman olduğum bu partinin başında bugün, bizim o dönem “kuru Türkçü” dediğimiz Devlet Bahçeli var ve Müslümanların meşru görüp destekledikleri Erdoğan’a rota belirliyor.
- İşte böyle bir kimlikle, kendimi Müslüman olarak tanımlayıp yaklaşık 1976 yılından itibaren beş vakit namazını bırakmayan, hatta geçmişte kılmadığım yılların yerine kaza namazı kılmak için de her beş vakitte en son kılmadığım farz namaz yerine de namaz kılan (yani bir günde iki günlük namaz kılarak geçmişin açığını kapatmaya çalışan) biriydim. Üstelik bu darbe sürecinde tesettürle savaşın tırmandığı bir dönemde mecliste eşi tesettürlü olan tek üyeydim. Generallerin çok rahatsız olmasına rağmen eşinin tesettürüyle meclis ve köşk resepsiyonlarına katılan, Meclisi temsilen dış politika görüşmelerine ve protokola da tesettürlü eşiyle katılan bir kişiydim.
- Ayrıca bir süre sonra Nakşi Tarikatına da intisap ettiğim için, her gün binlerce defa “Allah” ve “la ilaha illallah” lafızlarını manasını bilmeden ve düşünmeden Şeyhe rabıta yaparak tesbih eden biriydim. Tıpkı bugün tevhîdî kesimin AKP destekçiliğinde vahdet sağlayıp dua ettiği hurafeci kesimler gibi. Üstelik ben o zaman, hiçbir Kur’ânî çağrıya, tevhidî davete muhatap olmamış ve Kur’an’ı kendim de hiç okumamış bir kişinin cahilliğiyle tarikata girmiş iken, benden sonraki “milliyetçi”, “alperenci” lider kadrolar, Erbakan ve Erdoğan gibi siyasiler Kur’anî davete muhatap oldukları, tevhid akıdesinden bir şekilde haberdar kılındıkları halde, benim tevhide ulaşmak için eleştirip reddettiğim şeyhlere bağlıydılar.
- Ama aynı zamanda “tağut” nedir bilmeden de olsa devleti kutsal bilen (ki benden sonraki milliyetçi liderler bu konularda uyarıldıkları ve tağutu redde çağrıldıkları halde bunu yapmaya devam ettiler), Türk milliyetçiliğini benimseyen, kapitalizmden esinlenerek “Türk milli iktisat sistemini” yazan, laik parlamentoda laik hukuk yapan, laik bir partinin Genel başkanlığını da yürüten, devletçi, ülkücü, tarikatçı, milliyetçi bir şahsiyettim.
Tevhidî kesimin sahiplenip desteklediği ve saflarında yer alıp milletvekili dahi olduğu Erdoğan benim bu halimden kesinlikle daha ileri bir inanca ve pratiğe sahip değil. En azından ben 2200 yıllık Türk devlet geleneğiyle gurur duyan, şirke dayalı Türk devletlerini cami kubbesinde hâşâ Allah’ın isimlerine temsil ettiren bir konumda asla değildim. Ben asla “laiklik İslam ile bağdaşır” demiyor, tam tersine laikliğe karşı itirazımı yükseltip meclis çatısı altından “laik olmadığımı ve olamayacağımı çünkü Müslüman olduğumu” haykırıyordum. Erdoğan’ın tam aksine ben, asla “Atatürkçülüğü Gazi Mustafa Kemal” adıyla da olsa sahiplenmiyor, “Atatürk milliyetçiliği”nin anayasaya konmasına karşı mücadele ediyordum.
Sonuç olarak, tekrar tekrar Rabbimizin af ve mağfiretine sığınarak ifade ediyorum ki, Allah’a iman eden ve kendisini İslam’a nispet edip bugün Müslümanların destekledikleri Erdoğan’ın “din bireyseldir” dediği şirk dinine uygun biçimde bireysel ibadetlerini yapan, ama “imanına zulüm (şirk) giydirmiş” olan birisiydim. Rabbimizin “onların çoğu şirk koşmadan iman etmezler” diye tanımladığı kimselerdendim. İşte böyle bir haldeyken, rahmetli şehidimiz Seyyid Kutub’un bana ulaşan “Yoldaki İşaretler” kitabını okudum ve o kitap amacı gereği beni Kur’an’a ulaştırdı. İşte böylece, Kur’an okuyarak tevhid akîdesini öğrendim, Rabbimin lütfuyla hidayete ulaşıp imanla şereflendim. Vahyin yol göstericiliğinde, cahiliye dönemi olarak gördüğüm yukarıdaki özellikleri de taşıyan geçmişimden tevbe edip, arınmaya çalıştım.
Allah muhafaza etti de o zaman ölmedim. Eğer ölseydim, bugünkü pratikten anlaşıldığı kadarıyla, maalesef pek çok Müslüman, bu yaptıklarımdan hareketle, yani Müslüman’ım deyip beş vakit namaz kıldığım, eşim tesettürlü olduğu, tarikat ehli olduğum, başörtüsü yasağına karşı çıktığım, “Allah’a ve Peygamber’e hakaret edenlere ceza” yasasını meclisten geçirdiğim, Müslüman halkın hak ve özgürlüklerini savunduğum, darbecilere “yürekli” bir biçimde karşı durduğum için vb sebeplerle, aynı zamanda şirk içinde olan bir şahsiyet olmama rağmen arkamdan “rahmet, mağfiret ve cennet duası” yapacaklardı. Hele bir de “derin çeteler” büromu bastıklarında orada olup da saldırganlarca öldürülseydim, trajik ölümümün yol açtığı duygusallıkla birçokları “şehid” bile ilan edebileceklerdi. İslâmî ölçüler içinde yapılması gereken ise, ölümüme üzülmek ve böyle çabaları olmuş bir şahsiyet olarak, en fazla bazı erdemli tutumlarımı da zikrettikten sonra, örnek bir insan olarak göstermeden ve mağfiret duası yapmadan aileme ve sevenlerime başsağlığı ve sabır dilemekten ibaret olmalıydı.
İşte bütün bu gayr-i İslâmî konumlardan uzaklaşıp tevbe ederek Müslüman oldum. O gün beni bu tutumum sebebiyle alkışlayan başta Haksöz-Özgürder ve Anadolu Platformu-AKDAV çevresi ve öncüleri olmak üzere tevhidî uyanış süreci gruplarının çoğunluğu bugün aynı konumlarda bulunanları Müslüman sayıp tevhidî bilince ulaşmış(!) kendi arkadaşlarını laik partilere kurucu ya da yetkili kılmaktan ve hevaya göre hükmetmek üzere laik parlamentoya milletvekili yapmaktan çekinmiyorlar, üstelik bunu şer’î ölçülere uygun buluyorlar.
Üstelik benim cahiliyedeki konumumda bile (sloganik de olsa) Mecliste İslâmî kimliği sahiplenmem, bugün “mü’min, muvahhid” ilan edilenlere göre daha ilerideydi. Bugün laikliği Müslüman coğrafyasındaki tüm ülkelere teklif edip üstelik İslam’ın laiklikle bağdaştığı tahrifatını yapan siyasi lidere nazaran kesinlikle daha iyi bir noktada idim. En azından laikliği savunmadığım gibi İslam ile de bağdaşmayacağını söylüyordum. Müslüman halklara, “din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz”, “laik olun, laiklik iyi ve gerekli bir şeydir” demiyordum. 1972 yılında Çanakkale Yenice ilçesi Ülkü Ocağı”nda verdiğim konferansta yukarıdaki resimde arkamdaki duvara asılmasını sağladığım yazıda da görüldüğü üzere “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın” diyordum.
Özetle beş vakit namazını kılan ve uğrunda kanını akıtacak kadar İslam’ı seven ve bu uğurda Mecliste de diğer zamanlarda da elinden geleni yapmaya çalışan bir kişiydim. Bu halimle bile, darbecilerin baskısı altındaki o mecliste tek başıma çırpınarak o gün için var olan değerlerime uygun biçimde, bildiğim kadarıyla münkere ve ahlaksızlığa karşı ne kadar İslam kokan teklif varsa, henüz 31 yaşındaki bir muhafazakâr genç olarak hepsinde öncülüğüm olmuştur.
Ayrıca ben daha meclisteyken, hazırlanmasına katkıda bulunduğum laik TC anayasasına da red oyu kullanmıştım. Üstelik daha sonra da bu anayasaya oy verilmemesi için çaba göstermiştim. Bu cahiliye dönemimde bile bugünün Müslümanlarının çoğundan daha ilkeli davrandığım için olsa gerek samimi arayışım Rabbimin lûtfuna mazhar olup tevhidî imanla buluşmuş ve laik parlamentoda bulunmaktan da tevbe etmiştim. Benim ancak orada bulunmaktan tevbe ederek Müslim olduğum laik parlamentoya, laik partilere ve onların yaptıkları şirk anayasalarına destek olmak için, bugünün tevhîdî uyanış süreci bakiyesi Müslümanlarının çoğunluğu koşarak ve adeta ibadet bilinciyle gidiyorlar. Neden?
Benim 12 Eylül darbesini ve laik kemalist anayasasını reddedip Müslüman olmamı o gün alkışlayan tevhidî uyanış süreci bakiyesi grupların ve öncülerinin çoğunluğu, ibretlik bir tevafukla yine aynı güne denk gelen 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunulan aynı laik kemalist anayasayı bir kaç değişiklikle sürdüren anayasanın yapımına iştirak edip tam sayfa gazete ilanları verip ortak açıklamalarla destek verdiler. Üstelik sadece kendileri “Evet” oyu vermekle de kalmadılar, sadece Kur’an’a çağırmaları gereken davetin muhataplarını da tüm Müslümanları da şirk anayasasına oy vermeye çağırdılar. Tevhidî kesim öncüleri, “ibadet, takva, büyük sorumluluk” olarak niteleyerek verdikleri destekleriyle Gülen’in peşine takıldılar ve aynı zamanda yeni bir darbenin de mimarları oldular. Çünkü Fethullah çetesiyle ve hatta Gülen’in bizzat öncülüğünü yapıp “elimden gelse mezardakileri bile oy vermeye çağırmak isterdim” diyecek kadar önemsediği bu yeni anayasa FETÖ’nün 15 Temmuz darbesine giden yolunu açmış oldu.
Üstelik ben daha laik meclisteyken sorgulamaya başlayıp yaklaşık dört yıl sonra da kitap nedir iman nedir bilmeyen halimden kurtularak tevhidî imana ulaşırken, tevhidî uyanış süreci grupları ve öncüleri olarak bilinenler, benim tevbe ettiğim hâle ibadet bilinciyle koşup ikinci darbe anayasası olan laik kemalist 12 Eylül 2010 anayasasına oy verdikleri için hiç bir pişmanlık ve tevbe emaresi dahi ortaya koymadan 12 yıldır aynı batıl bataklıkta ve aynı savrulma çizgisinde, büyük yozlaşmalara yol açma bahasına ısrar ediyorlar. Neden?
Tüm bu sapma ve savrulmalardan mahcubiyetle Tevbe edeceklerine bir de Başkanlık sistemini getiren son anayasa değişikliği için 2017 yılında yapılan referandumda yine gazete ilanları ve ortak açıklamalarla şirk anayasasına oy verme çağrısı yaptılar. Bu sefer de Gülen’in yerini Devlet Bahçeli almış ve yeni anayasa değişikliğini meclise getirmeye adeta zorlamak suretiyle “Cumhurbaşkanlığı Sistemini” sağlayarak kendisini rota belirleyici konuma ve koalisyonları da kalıcı hale getiren yeni dönemin mimarı olmuştu. Tevhidî uyanış süreci grupları ve öncüleri, bütün uyarılarımıza rağmen yine büyük bir basiretsizlikle ve hatta kusura bakmasınlar “ahmaklık” ederek Bahçeli ve zihniyetinin Devlete egemen olmasına destek vermiş oldular. Bu destekleriyle de 28 Şubat darbecilerini, Ergenekoncu kadroyu yeniden işbaşına getirdiler. 28 Şubat darbe bildirisini yazmakla övünen Doğu Perinçek ile 28 Şubat darbe hükümetinin ortağı olan Devlet Bahçeli’nin vesayetini, tevhidî uyanış sürecinden gelen Müslümanlar verdikleri oylarla ve oy verme çağrılarıyla bizzat tesis etmiş oldular. Bütün bu çarpıcı ve ibretlik gerçekleri neden göremiyorlar? Bu büyük yanlıştan dönme erdemliğini göstermek, kendilerine neden bu kadar zor geliyor?
Önemine binaen bir daha altını çizmek istiyorum ki, ben o cahiliye kimliğimle bir anayasa yapımına iştirak ettiğim halde daha meclisteyken red oyu kullanırken, bunlar tevhidî bilince ulaştıktan sonra 2010 ve 2017 yıllarında iki kez laik anayasa yapımına evet oyu vermekle kalmayıp
- birincisinde, Gülenist vesayeti pekiştirerek bilahare darbe yapmasını sağladılar,
- ikincisinde ise, laik anayasa yapımına iştirak yanında 28 Şubat darbecilerini tekrar işbaşına getirip Perinçek ve Bahçeli vesayetini tesis ettiler.
Bütün bunları görmek, sorgulamak basiret ve feraseti neden gösterilemiyor?
Evet, bütün bunlara rağmen neden yanlışta ısrar edip AKP’yi desteklemeyi ve savunmayı sürdürüyorsunuz? Üstelik ben tevbe edip Müslüman olduktan sonra da sürekli bu teklifleri aldığım halde hep Allah rızası için reddettim ve siz de bu yaptığımı doğru bulup desteklemiştiniz.
Tevhidî Kesim Gruplarının Peşinden Koştukları Laik Partilerin Ön Safı ve Siyasî Mevkiler, Müslüman Olduktan Sonra Bana Defalarca Teklif Edildi
Mesela 1989 yılında Necmettin Erbakan’ın dâveti üzerine RP Genel Merkezinde gerçekleşen görüşmemizde, beni partilerine dâvet etti ve Ankara Belediye Başkanları olmamı teklif etti. Daha sonra da milletvekilleri olmamı istiyordu. Ben de kendisine “ben henüz iki yıllık Müslümanım, ama öğrendiğim kadarıyla laik demokratik bir parti kurmak ve laik parlamentoda vahye değil de hevâ ve zanna dayalı olarak nihâî anlamda yasa yapmak İslâm’a ve tevhid akîdesine aykırıdır. Bu sebeple teklifinizi kabul edemeyeceğim” dedim. Bunun üzerine yanında bulunan Şevket Kazan ile birlikte, Hz. Yusuf ‘un (as) konumunu da çarpıtıp delil olarak kullanmak suretiyle kendi konumlarını İslâmî göstermeye çalıştılar. İbret olsun diye bir daha hatırlatayım ki, bugün tıpkı Şevket Kazan ve Erbakan gibi davranan Hamza Türkmen ve benzerleri de bizim laik patilere destek vermeye yönelik eleştirilerimize karşı aynı kıssadan örnek getirip Hz. Yusuf’a (as) da iftira ederek yaptıkları yanlış ve bâtıl tercihi meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
O zaman ben Erbakan’a şu teklifi yapmıştım: “Hocam bu konuyu ilmî ölçülerle bir çözüme ulaştırmak üzere bir salonda geniş katılımlı bir toplantı düzenleyelim, siz âlimlerinizi getirin ben de benim gibi inanan ilim ehli kardeşlerimizi getireyim, her iki tezin sahipleri fikirlerini ve dayandıkları delilleri ilmî ölçülerle ortaya koysunlar, hangi tarafın delilleri sahih ve ikna edici ise o görüşü kabul edelim. Sonuçta ortaya konan delillerle eğer sizin yolunuzun İslâmî olduğu ortaya çıkarsa bizler sizin yanınızda yer alalım. Ama bizim tespitlerimiz doğru çıkarsa o zaman sizler de bu gayr-i İslâmî yolu terk edersiniz“. Bunun üzerine şu cevabı verdi: “Mehmet bey, bunlara gerek yok. Burası bir parti adı altında aslında ‘cihad ordusu’dur. Sizin bu ‘Cihad Ordusu’nun ön saflarında yeriniz var, gelin bu yerinizi alın, eğer gelmezseniz İsrail ile beraber sayılırsınız” diyerek beni tevhîdî inancımdan dolayı dışlayıp tekfir etmiş oldu.[2] Biz bu teklifi, bugün laik partilere meyletmiş ya da aktif destekçi konumuna kaymış bütün tevhidî kesim öncülerine ve onları bu yanlış yola ikna eden saray ulemasına yönelterek, kamuoyu önünde bu konuyu ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin konumu”na dair Kur’an hükmünün ne olduğunu, delilleriyle ilmî olarak münazara etmeye çağırıyoruz
Böylece, Müslüman olduğum ilk yıllarda bizzat Erbakan’ın yaptığı Ankara Belediye Başkanlığı ve milletvekilliğine adaylık tekliflerini reddettikten sonraki süreçte en son teklif ise 1995 Milletvekili seçimleri öncesinde geldi. Recai Kutan telefonla aradı ve “Erbakan hocamız, Mehmet bey artık inadı bırakıp RP’den milletvekili adayımız olsun diyor” dedi. Ben de yaklaşık içerikle şunu ifade ettim; “Recai Abi, Allah’ın hidayetiyle şereflenip Müslüman olduğumdan bu yana, getirdiğiniz dünya için cazip tekliflerle sürekli ayağımı kaydırmaya çalışıyorsunuz. Ben cahiliye dönemimde bu makamlarda bulundum ve o halimle bile Mecliste Allah’ın ayetlerini okuyup, darbeci Kenan Evren’in başörtüsü yasağına karşı tepki göstermiş bir kişi olarak, eğer laik parlamentoya bugünkü İslâmî kimliğimle girmem akîdemize aykırı değilse, nefsim de oraya gidip hakkı haykırmak ister. Üstelik cahili halimle yaptıklarıma bakarsanız, bu halimle oraya girsem herkesten daha çok hayra hizmet edeceğimi çıkarabilirsiniz. Yeter ki, bir tek sağlam sahih delil gösterin. Bana, bu yaptığınız işin, yani laik demokratik parti üyesi olup, şirk ilkelerine göre yasa yapma işinin İslâmî olduğuna, tevhîdî akıdeye aykırı olmadığına dair bir tek sağlam sahih delil getirebilir misiniz?” mealinde bir soru yönelttim.
O da “delil istemekte ısrarcı mısın?” diye sordu, “evet ısrarcıyım” deyince de, “o zaman Allah yolunu açık etsin kardeşim delilimiz yok” cevabını verdi ve görüşmemiz sonlandı. Böylece milletvekilliği teklifini son defa reddetmiş oldum ve böylece tekliflerin sonu gelmiş oldu. Bir kaç gün geçtikten sonra İstanbul’dan, Recai Kutan ile ortak dostumuz olan Malatyalı bir iş adamı aradı ve şunları söyledi; “Recai abi dün akşam bende misafirdi. Adamı mahvetmişsin abi, çok etkilenmiş. ‘Mehmet Pamak milletvekilliği teklifimizi yine reddetti. Bizden sonra Müslüman oldu ama bizi geçti’ dedi.”
İşte benim terk edip tevbe ederek Müslüman olduğum ve dünyevî anlamda cazip tekliflere rağmen de bir daha asla geri dönmediğim bu konumlarda bulunmayı, o gün benimle birlikte kendileri de temel tevhidî ilkelere aykırı bulup reddedenler, bugün artık teklifler kendilerine de açıldığında ya da bazı beklentiler adına oralara koşarak gitmekle kalmayıp meşrulaştırmaya ve bu amaçla İslam’ı da araçsallaştırmaya doğru kolayca kayıverdiler. Neden?
Tevhidî uyanış süreci öbeklerinin, ısrarla peşine takılıp her şeye rağmen sahiplenip destekledikleri ve partisinden milletvekili de oldukları Erdoğan ise, meclisin çoğunluğuna hâkim olduğu halde ve Mustafa Kemal bile ancak 15 yıl iktidar olmuş ve bu kadar yılda toplumun bütün özgür değerlerini hayattan kovmuşken, o 20 yıldır bu değerlerden birkaçını bile hayata döndürmeyi başarmayı bırakın, tam tersine Kemalistlerin halledemediği bazı hususları da o yaptı ve neredeyse tek başına belirleyici olarak ülkeyi yönettiği süreçte İslam’ı tahrif eden ve Müslümanları sekülerleştiren, muhafazakâr kesimleri daha önce olmadıkları kadar laikleştirip sisteme eklemleyen bir rol oynadı.
İlkesiz Davranan Müslümanlara Soruyorum, Peşinden Savrulduğunuz Siyasî Liderin Yaptıklarının Benim Cahiliye Dönemimle Farkı Ne?
Vicdanlı bir mukayese yaptığınızda göreceksiniz ki, 30 yıllık tevhidî uyanış süreci birikimimizi, peşine takılarak bâtıl sistemin kirliliklerine bulaştırıp harcadığınız siyasi lideriniz, benim cahiliye dönemi dediğim ve tevbe edere terk ettiğim dönemdeki halimin çok gerisinde bulunmaktadır
Evet, bugün Müslüman sayıp destek verdiğiniz siyasi liderler, tıpkı benim gibi “Türk milliyetçiliğini” savunuyorlar. Tasavvuf, Osmanlı kültürü ve Ulus Devleti kutsayan bir din anlayışını temsil ediyorlar. Ben de imanıma şirk bulaştırdığım cahiliye dönemimde tıpkı Erdoğan ve hocası Erbakan ve hatta Davutoğlu gibi, hurafeci tasavvuf ve tarikat yolunu İslam zannedip içinde yer aldım. Ancak başta “rabıta” olmak üzere şeyhin her yaptığında hikmet” gören anlayışlarla şeyhin ilahlaştırılması fıtratıma ters gelmiş ve bağlı olduğum şeyhleri de içime sinmeyen konularda sorularımla uyarmaya çalışmıştım. Bu sorgulayıcı arayış soncunda da 4 yıl gibi kısa bir zamanda tasavvuf yolunu terk edip tevhide ulaşmıştım. Üstelik ondan sonra da içinde bulunduğum tarikatın köyünün camisinde tevhidi merkeze alan tefsir dersi başlatarak yeni öğrendiğim iman esaslarını merhametle bilmeyen müridlere ve şeyhe de ulaştırma çabası göstermiştim.
Bugün tevhidî kesimin de peşlerine takılıp meşru ilan ettikleri Erdoğan ve Erbakan ise, bu yolu, hep din anlayışlarının merkezinde tutmayı sürdürdüler. Hatta bu yolun sentezi olan Türk ulus devlet kültürü konusunda benden daha ileriye giden Erdoğan, “2200 yıllık Türk devlet geleneğimizle gurur duyuyoruz” deyip İslam öncesi küfür dönemiyle de gurur duyduklarını ilan etmekten bile çekinmedi. Bugün artık tevhidî kesimin de desteğiyle tüm topluma bu İslam’a aykırı Türkçü anlayışı propaganda ediyorlar. “Çamlıca Camii”nin yapılışında ve açılışında da aynı 2200 yıllık Türk devlet geleneğini kutsallaştıran zihniyetin öne çıktığını ibretle ve üzüntüyle gözlemliyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi sitesinde yayınladığı bu fotoğrafta bile minarelerin arasına 16 Türk devletinin yer aldığı Cumhurbaşkanlığı forsunu koymayı ihmal etmemiş görünüyor.
Üstelik Diyanetin açıklamasında şu ibretlik cümleler yer alıyor: “Büyük Çamlıca Camisi’nin üç şerefeli 4 minaresi Malazgirt Zaferi’ne ithafen 107,1 metre, iki şerefeli 2 minaresi ise 90 metre yüksekliğinde yapıldı… Kubbenin iç yüzeyine, 16 Türk devletine ithafen Allah’ın isimlerinden 16’sı, Haşr Suresi’nin son iki ayetinden istifade edilerek yazıldı.”[3] Diyanet sitesinin haberine göre, “Cumhurbaşkanı Erdoğan da açılışta yaptığı konuşmada aynı hususa vurgu yaptı: “Kubbenin iç yüzeyine 16 Türk devletini temsilen Allah’ın isimlerinden 16’sı, Haşr Suresi’nin son iki ayetinden istifade edilerek yazılmıştır.”[4] Görüldüğü üzere Erdoğan, yarıdan fazlası gayr-i Müslim olan “16 Türk devleti” vurgusunu bu camiye kadar aksettirmiş olup, ayrıca “yalnız Allah’ın isminin yüceltilmesi” gereken bir camide bu şirk devletlerini temsil ettirdiklerini ve hem de bu “temsili Allah’ın isimlerine yaptırdıklarını” ifade edecek kadar Hak ile bâtılı karıştırmış bulunmaktadır. İslam’ı, Türk kültür ve medeniyetinin ve 2200 yıllık Türk devlet geleneğinin bir unsuru olmaya indirgemenin sonucu olarak, şirk devletlerini dahi bir camide Allah’ın isimleriyle temsil ettirdiklerini söyleyecek kadar cüretkâr olabiliyorlar.
Peki AKP destekçisi İslâmî çevreler şu apaçık gerçeği neden görmüyorlar? Benim cahiliye dönemimde kurup ilk genel başkanlığını yaptığım halde terk ederek müslüman olduğum MHP, üstelik 28 Şubat darbe sürecinin hükümet ortağı da olduğu halde bugün sizin destekleyip sahiplendiğiniz AKP ve Erdoğan’ın koalisyon ortağı olup geminin rotasını belirleyen bir konumda bulunuyor. Nasıl hazmediyorsunuz?
Tarihi ve devletleri Türk merkezli bir anlayışla okuyup hem de kâfir olanı da dâhil Türk’e ait olanı üstelik abartarak sahiplenmek ve kutsayıp gurur duymak, diğer Müslüman kavimleri ise yok saymak, İslâmî kimlik ve ümmet bilincine aykırı ulusalcı bir yaklaşımın ürünüdür. İlginçtir, aynı söylemi, kâfir Türk boyları ve devletleriyle övünme, zaferlerini yüceltme ve tıpkı Mustafa Kamal dönemindeki gibi tarihi Türk merkezli okuma zihniyeti bugün Erdoğan’da yeniden dirilişe geçmiş bulunuyor. 73 yıllık ömrümde hiçbir Cumhurbaşkanı ya da Başbakanın, 2200 yıllık Türk tarihî geleneğine böylesine bir bağlılık ve gurur duyma konuşmasına şahid olmadım. En Kemalist olanlar bile bu vurguyu öne çıkarma gereği duymadı. Mustafa Kemal döneminde, kafatasçı ırkçılığın ümmet bilincini reddedip tarihe gömerken, yeni ve ırk eksenli bir ulus inşa etme sürecinde ihtiyaç duyduğu tarihteki gayr-i İslâmî kökenleri keşfedip öne çıkarma çabası dışında belki de bu tür bir söylem hiç olmamıştır. En azından ben şahid olmadım. Bildiğim laik sistemin hiçbir siyasi lideri, hiçbir cumhurbaşkanı ya da başbakanı Erdoğan kadar kendini ve partisini bu kadar ileri derecede İslâmî ve Hak olarak gösterme çabası içinde olmadı ve yine hiçbiri laiklikle İslam’ın bağdaştığını Erdoğan kadar iddia ve iftira etmedi. Yine hiçbiri Erdoğan kadar Türklük ve Türkçülük vurgusuyla 2200 yıllık devlet geleneği vurgusunu ve Cumhurbaşkanlığı forsundaki (yarısı gayr-i İslâmî olan) 16 Türk devletini ve bayraklarını bu derecede sık gündem yaparak gurur duyduğunu söylemedi. Bütün bu gerçeklere rağmen, AKP’yi savunup destek vererek nereye gidiyorsunuz?
Üstelik Allah’ın 1400 yıl önce inzal ettiği ve kıyamete kadar geçerli olan evrensel hükümlerini çağdaş bulmayıp modernitenin karşısında komplekse kapılan modernistlere göre “barbar toplumların tarihsel şartlarının gereği olarak indirildiği” iftirasıyla Kur’an’daki “el kesme”, “kısas”, “celde” vb ceza hukuku ya da “miras hukuku” ile ilgili ayetleri -ki bunlar Allah’ın “kısasta hayat vardır” ya da “tilke hududullah”/“bunlar Allah’ın sınırlarıdır” dediği evrensel hukuk kurallarıdır- değiştirip yeni hüküm koymayı, güncelleme adı altında doğru bulan tarihselcilere yakın duran Erdoğan ve Diyanet Başkanı 2200 yıllık Türk devlet geleneği ile gurur duyuyorlarsa, bunun anlamı nedir?
Büyük kısmı gayr-i İslâmî olan 2200 yıllık devlet geleneği ile gurur duyup sürdürmeye çalışırken 1400 yıllık Kur’an hükümlerinin bugün aynen geçerli olmayacağından ve güncellemesi gerektiğinden yana görüş beyan eden bir Erdoğan söz konusudur. Üstelik bu siyasi lider, Müslüman kesimin öncüleri tarafından meşrulaştırılmakta, ona destek vermenin de İslâmî olduğu iddiasıyla İslâmî bilinç bulandırılmakta, Müslüman zihin kirletilmekte ve hem mü’minlerin hem de davetin muhataplarının kafası karıştırılıp yaşanan büyük geriye gidişe ve yozlaşmaya sebep olunmuş bulunulmaktadır.
Rasûlullah (s), “atalarla övünmeyi yasaklayarak; insanların şu veya bu kavme mensup olmalarının onlara bir şey kazandırmayacağını, insanların ya mü’min ve takva sahibi ya da günahkâr ve zarara uğramış olarak iki grup olduklarını belirtmiştir.”[5] Kur’an, mü’minlere kendi akrabalarınız, aşiretiniz ve kavminiz aleyhine bile olsa adaletten ayrılmayın emrini vermektedir.[6] “Zalim de olsa mazlum da olsa soydaşın ve kandaşın olan kişinin yardımına koş!”[7] diyen cahiliye zihniyeti ile hareket eden hakkında Rasûlullah (s) buyurdu ki; “Asabiyet davasına kalkışan bizden değildir. Asabiyet uğruna savaşan ve bu uğurda ölen de bizden değildir.”[8]
Rabbimiz de birçok ayetinde, mü’minlere şirk üzere olan atalara sahiplenip kendini onlara nispet etmekten ve onların yolunu izlemekten kaçınarak hidayete yönelmelerini, İslam kardeşliği ve ümmet birliğini esas almalarını emretmektedir. Ancak, kendi din anlayışında zaten var olan ulus devletçi kirliliklere ilaveten, bugün MHP lideri “kuru Türkçü” Bahçeli’nin de mihmandarlığı sonucunda Erdoğan, bütün bu Kur’anî ölçü ve ilkelere temelden aykırı söylemlere kayıp bu istikamette Türkçü ve Atatürkçü politikalar peşinde koşmaktadır. Tevhidî kesim öncüleri, neden bunları görmezden gelmekte ve neden bu sapmalara rağmen desteğini ısrarla sürdürmektedir? Verdikleri desteğin, aynı zamanda MHP’ye ve MHP’nin Türkçü zihniyetinin devlete daha fazla hâkim kılınmasına verilen bir desteğe dönüştüğünü neden görememektedirler?
Ayrıca yine Türk ulusalcısı ve azgın Kemalist olup Rasûlullah’a (s) hakaret eden “Şeytan Ayetleri” kitabını Türkiye’de yayınlayacak kadar İslam karşıtı olan Doğu Perinçek de AKP-MHP koalisyonunun bir diğer ortağı ve geminin rota belirleyicisi konumunda yer almaktadır. Görüyorsunuz nasıl bir süreçten geçiyoruz. Böylesine bir yozlaşma son 30 yılda ilk defa yaşanıyor. Bakınız, özellikle son 15 yıl son 40 yılın en büyük yozlaşmasının yaşandığı dönemdir. 28 Şubat süreci denilen dönem -ben eski 28 Şubat ve yeni 28 Şubat diye ikiye ayırıyorum- hala devam ediyor.
Doğu Perinçek “28 Şubat bildirisini ben yazdım. Arkasında duruyorum” diyor ve ekliyor; “şu anda Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti 28 Şubatı sürdürüyor”, “geminin kaptanı Erdoğan ama rotayı biz belirliyoruz” iddiasında bulunuyor ve bu ifadesi vakıayla da örtüşüyor. Buna rağmen bu açıklamalarına bir tek itiraz yok! Bir tane köşe yazarı Erdoğan aleyhinde bir şey yazsa Erdoğan çıkıp bağırıp çağırıyor. O köşe yazarını bile gündemine alıyor. Ama Doğu Perinçek neler söylüyor: “Erdoğan Kemalistleşti, bizim yanımıza geldi, 28 Şubatı o sürdürüyor…” diyor. Devlet yönetiminde etkili roller oynuyor. Rusya’nın, Çin’in, İran’ın, Esed’in Türkiye temsilcisi gibi davranıyor. Hatta onlarla hükümetin arasını sağlamlaştırmak için görüşmeler yapıyor. Hakikaten Çin elçisi geliyor, aynı zamanda Doğu Perinçek’i ziyaret ediyor. Hamaney’in temsilcisi geliyor, onu ziyaret ediyor. Rusya aynı şekilde… Ortada açık bir gerçek var. Erdoğan da bunlara sessiz kalıyor. Şu anda Erdoğan ile MHP ve Doğu Perinçek arasında adeta bir koalisyon var. Hem görünen devlet koalisyonu hem de derin devlet koalisyonu…
AKP destekçisi “tevhidi uyanış süreci” bakıyesi gruplar, işte böyle laik-Kemalist-ulusalcı bâtıl bir koalisyonun tuğyanı içeren politikalarını destekleme konumuna düşmekten neden rahatız olmuyor ve neden pişman olup tevbe etmekte zorlanıyorlar? Bu hal bile, artık geri dönemeyecek kadar kirlendiklerinin ve hali kanıksayıp meşru görmeye başladıklarının işareti olmasın sakın?
Erdoğan ile Bahçeli arasında Türkçülük bakımından bir fark kaldı mı? İşte bu sebeple, kimisi Şamanist, kimisi Budist, kimisi Yahudi, kimisi Hıristiyan ve kimisi de Maniheist dininde olan Hun, Göktürk, Hazar, Avar ve Uygur gibi, bir kısmı İslam orduları ile de savaşmış olan Türk Hakanlıkları/Devletleri de dâhil 2200 yıllık Türk tarihi ve devletlerini sahiplenip gurur duyan bir Erdoğan var. Erdoğan’ın yanında cübbesiyle durup dua eden Diyanet İşleri Başkanı, bu İslam’a aykırı konuşmanın, bilmeyen kitleler nezdinde meşruiyet kazanmasını sağlayan bir işlev görüyor. Böylece İslam, gayr-i İslâmî tarih ve devletleri meşrulaştırıp Müslüman halklara benimsetmede araçsallaştırılmış, İstismar edilmiş oluyor.
Bütün bunlar yaşanırken, Müslümanlardan ciddi boyutta bir itiraz ve tepki oluşmuyor. Büyük çoğunluk, “bir hikmeti vardır” dercesine suskunlukla karşılayıp Erdoğan’ın ardı sıra sürüklenip dönüşüyor. Biraz farkında olanlar da bir kere girdikleri sistem bataklığında çırpındıkça batıyorlar. Yaptıkları büyük yanlışı sorgulayıp terk ettikleri tevhidî mücadele mevzilerine geri dönme erdemliliğini göstermek yerine, bunca büyük sapmalar karşısında bile susarak ya da edilgen biçimde sahiplenerek bu büyük yozlaşmaya ve Müslümanları dönüştürme politikalarına dolaylı destek vermenin vebalini yükleniyorlar.
Ben o dönemimde bile Meclis Anayasa Komisyonunda, “ben Müslümanım laik olamam” derken, bugün sahiplenip destek verdikleri ve “muvahhid” ilan ettikleri siyasi lider, sadece Türkiye muhafazkârlarını ve hatta Müslümanlarını laikleştirmekle de yetinmemekte bütün İslam coğrafyasını da laikleştirmeye çalışıp “laiklik İslam ile bağdaşır” “din bireyseldir” propagandası yaparak İslam’ı tahrif etme çabası bile göstermektedir.
Erdoğan’ın “Arap Baharı Turu”ndaki tutumu ve söylemleri bu arka planla değerlendirilmelidir. Erdoğan’ın Mısır halkına yönelik sözleri: “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir.” “Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” “Bu süreçte inanıyorum ki Mısır halkı ülkede demokrasinin güçlenmesi için laik bir anayasayı benimseyecektir. Laik anayasa, ülkenin daha demokratik hâle gelmesini sağlar ve bu sayede devlet, ülkedeki bütün dinlerin mensuplarına eşit mesafede yaklaşır.”
Halbuki, dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir zaman diliminde, bütün dinlere eşit mesafede duran ve hepsine aynı dini özgürlükleri tanıyan, laik demokratik bir devlet yoktur ve olmamıştır. İslam hepsinde horlanıp dışlanmış ve İslam’ın saltanat sürecinde bile gayrimüslimlere tanıdığı hak ve özgürlükleri Müslümanlara da tanıyan tek bir laik demokratik model ortaya çıkmamıştır.
Erdoğan, Tunus’ta da bölgeye laik demokrasi teklifinin ve Türkiye modelini önermesinin arkasında duran ve ısrar eden açıklamalar yaptı: “Laiklik konusunda, Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil; kişi laik olmaz devlet laik olur. Bir Müslüman laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir, şunu bilmemiz lazım laik devlet her inanç grubuna eşit mesafededir. İster Müslüman olsun ister Hristiyan, ister Musevi ister Ateist olsun hepsinin güvencesidir olayın da aslı budur.” “Tunus, şunu ispat edecektir; İslam ile demokrasi yan yana olabilir. Türkiye halkının yüzde 99’u Müslüman olan bir ülke, biz rahatlıkla bunu yapabiliyoruz, bir sıkıntımız yok. Oldu ve oluyor, demek ki olabilir.”
Görülüyor ki, baskıcı, jakoben, İslam düşmanı Kemalist laiklik yerine, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlere bireysel özgürlük tanıyan ama devlet ve kamu alanını hevaya göre yapılan yasalarla düzenleyen Anglosakson batı laikliğini savunuyor ve benimseyerek, önemseyerek ve içselleştirmiş olarak bölge halklarına öneriyor. Çünkü tarihselci bir yaklaşımla “dinin bireysel olduğuna ve laikliğin İslam ile bağdaştığına inanıyor” ve bunu açıkça ifade ediyor.
Mısır ve Tunus ziyaretlerinde, ayaklanan halklara laikliği teklif etmiş, bununla da yetinmeyip, “laiklik ve İslam uzlaşır, aksini iddia eden varsa beni ikna etsin” meydan okumasına kadar gitmiştir. Hiç değilse İslam’ı rahat bırakarak laik bir devlette görece özgürlükleri nasıl sağlayacakları üzerinde yoğunlaşıp, sadece vaadettikleri görece seküler parça “adalet”i tesis etmeye çalışsalar, o zaman söz konusu dönüştürme riskleri bu kadar büyük olmayabilecektir. Ama maalesef bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal, hukuki, ekonomik iddiaları olmayan bir “İslam” algısına ikna oldukları için olsa gerek, fırsat buldukça bu konularda da sürekli görüş açıklayarak, söz konusu riski arttırıcı bir rol oynuyorlar.
AKP öncüleri sürekli İslam ile demokrasi ve laikliğin bağdaştığı, uyumlu olduğu vurgusunu gündemde tutarak, ülke ve bölge halklarının din algısını bu istikamette değiştirmeye çalışmaktadırlar. O zamanın AKP Devlet Bakanı Babacan da, ”Yaptığımız reformlar sayesinde, İslam, demokrasi ve laikliğin bir arada olabileceğini gösterdik. Birçok ülkede gençler, işleyen bir örnek gördüklerinde bundan cesaret alıyorlar. İlham kaynağı olmanın dışında, biz bu dönüşüm sürecine ekonomik ve siyasi reformlardaki tecrübelerimizle yardım ediyoruz” açıklamasıyla aynı istikamette katkılarda bulunmaktadır.
Bugün hâlâ başta Haksöz-Özgürder ve Anadolu Platformu-AKDAV olmak üzere savrulan kesimlerin baş tacı olup hepsinin yazılarını alıntılamak ve konuşmacı yapmak için yarıştıkları ve görüşlerini ciddiye alıp mü’min kardeşleri olarak kabul ettikleri için, AKP’nin laik-şirk parlamentosunda iki dönem milletvekili ve AKP Genel Başkan Yardımcısı konumlarında bulunan ve geçmişte tevhîdî uyanış sürecinin bilinçli bir öncüsü iken bugün yandaş medyada yazar olan bir akademisyen Yasin Aktay, Başbakan’ın laiklik İslam ile bağdaşır açıklamasını normalleştirmek ve hatta olumlu sonuçlara yol açacak bir açılım olarak göstermek için şunları ifade edebilmiştir: “Başbakan’ın formüle ettiği ve Türkiye için Müslümanlar da dâhil olmak üzere her kesimin razı olabileceği bir laiklik henüz sadece bir proje. Bir Müslüman’ın tam bir din ve vicdan özgürlüğüne ve dinler arasındaki ihtilaflarda tarafsızlık ilkesine dayalı bir laiklik tanımı Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin özgün bir modeli olabilir ve laiklik teorisine bir katkısı olarak tarihe geçebilir. Bunun Müslüman siyaset teorisi için de bir tür içtihat tetikleyici girişim olarak değerlendirilmesi ve tartışılması mümkün”. (Bu görüşlerin, yazıyı alıntılayan -https://www.anadoluplatformu.org.tr/arap-baharinda-islam-ve-laiklik tartismasi-yasin-aktay-2/ – ve şerh düşmeden yayınlayan Anadalu platformu tarafından da benimsendiği anlaşılıyor).[9]
Aslında Erdoğan, ülkede ve bölgede sürekli propaganda ettiği “laiklikle İslam bağdaşır” düşüncesine de kendi düzenlediği Fazlurrahman sempozyumundan bu yana sahip olduğu tarihselci inancı sebebiyle ulaşmıştı. İlginçtir, ilk defa Mısır’da İHVAN’a laikliği teklif ettiğinde ve “İslam ile laiklik bağdaşır” iddiasını gündemleştirdiğinde, eskiden olsa haberin başlığına “pes artık, bizim yüz yıldır pençesinden kurtulamayıp büyük zulme maruz kaldığımız laikliği Erdoğan Mısır’a teklif edecek kadar laikleşti” başlığını atacak olan Haksözhaber, bu büyük sapmayı başlığa çıkarıp tavır koymak yerine olumlu yanları öne çıkarmayı tercih etmişti. Haberi “Mısır’da büyük bir kalabalık tarafından coşkuyla karşılanan Türkiye Başbakanı Erdoğan Arap Birliği zirvesinde hitap etti.” gibi nötr bile olmayıp Erdoğan’ın gezisinin başarılı olduğunu vurgulayan bir başlık altında vermişti. Ancak haberin içinde o konuya da kısaca yer verip hiçbir eleştirel şerh düşmeden bu büyük saptırma ve tahrif çabasını görmezden gelmişti, neden?
“Yeni Türkiye” adı altında Ulusalcı Kemalistlerin ve MHP’nin desteğinde kotarılan “Yeni Erdoğan Vesayet Sisteminde” laik Diyaneti İslam konusunda konuşacak tek merci ilan eden ve 1400 yıl önceki İslâmî hükümlerin değişmesi ve çağa uydurulması ve bunu kabul etmeyenlerin susturulması gerektiğini söyleyen Tayyip Erdoğan’ın bu çıkışında hiç haber değeri görmediniz mi? Bu kadar önemli bir haberi görmenizi ve tepki göstermenizi engelleyen nedir?
Buna rağmen, Erdoğan’ın İslam’ı laik devlet için araçsallaştıran, Diyanet İşleri Başkanlığını, laik devletin ve laikliğin bekçisi, üstelik baskıyla uygulayıcısı konumundaki ve bu sebeple de İslam şeriatını birinci öncelikli tehdit ve düşman kabul eden kurumlarından, TSK, MİT, Yargıtay vb. kurumların açılış törenlerinde, Allah’ın dinine isyanı temsil eden bu kurumların İslam’a aykırı uygulamaları yapan görevlilerin ölenlerine rahmet ve mağfiret, halen görevde olanların da bu laik görevlerini yürütmeleri konusunda dua ettirmesini ve Diyanet Başkanının bu duasını överek haberleştirmeniz, ne anlama gelmektedir?
Oysa, bugünkü tavrınızın tam zıttı olarak İLKELER kitabınızda yer verdiğiniz doğru yaklaşımınızda Diyanet’in bu amaçla araçsallaştırılmasına itiraz ediyordunuz. İLKELER kitabınızda ve Rıdvan Kaya’nın Haksöz’de yayınlanan Şubat 1996 tarihli “Sistem ve Sisteme Karşı Tavır” başlıklı yazısında yer alan bu Diyanet değerlendirmesi şöyleydi: “Kur’an kendisine tâbi olanlara, “din (egemenlik)’in yalnız Allah’ın olmasına dek”. bir mücadele sorumluluğu yüklemiştir (2/193). Tarihten geleceğe uzanan bir zaman ve yeryüzünün bütününü kapsayan mekan boyutları içinde sürdürülecek bu mücadelede Müslümanların öncelikli hedefi, bulundukları coğrafyada otoriteyi elinde bulunduran egemen şirk sistemidir. Sisteme yaklaşım, sisteme karşı tavır ve en genel manasıyla sistemle ilişki(ler) sorunu, İslâmî mücadele iddiasındaki bir hareketin kimliğini ve meşruiyetini belirleyen asıl alandır.
“TC sisteminin İslam’a ilişkin klasik tavrının farklılaşmasında çok önemli bir olgu da özellikle son on yıllarda izlenen İslâmîzasyon politikasıdır. Gerek tüm dünyada yükselen İslâmî canlılık, gerekse de ülke içinde hızlanan İslâmî hareketliliğe karşı bir cevap, bir tedbir olarak sistem “İslam’a karşı İslam” siyasetine daha sıkıca sarılmıştır. Bu noktada örneğin Diyanet Teşkilatına bakış farklılaşmıştır. Diyanet’e karşı TC’nin pek umursamayan, dar bir alana sıkıştırmaya yönelik klasik yaklaşımı terk edilerek, devletin resmi politikalarının dini bir kılıf giydirilmek suretiyle kitlelere aktarılmasında, dolayısıyla meşrulaştırılmasında etkili bir kurum fonksiyonu yüklenmiştir. Temelde sistemin varlığına bir tehdit teşkil etmeyen ve sistemle uzlaşmaya yatkın bir düzleme oturan İslâmî sıfatı taşıyan her türlü fikir, yapı, şahsiyet sisteme entegre edilmek suretiyle köklü ve devrimci bir İslâmî tehlikeye karşı bir tür panzehir olarak sistemin hizmetine sunulmuştur.”
Peki, 2007 yılına kadar bu tür doğru tespitlere dayalı yazdıklarınızdan ve tutumlarınızdan dönerek, önce açıkça reddedip beri olunması gerektiğini söylediğiniz modern cahiliyeye savrulup cahiliye sisteminin laik bir partisinin peşine takılmakla da kalmadınız, zamanla bu partinin tabanı olan ve daha önce geleneksel cahiliye olarak nitelendirip reddettiğiniz kesimleri de yeniden keşfedip sahiplenmeye başladınız. Yine daha önce haklı ve doğru bir tespitle “devletin resmi politikalarının dini bir kılıf giydirilmek suretiyle kitlelere aktarılmasında, dolayısıyla meşrulaştırılmasında etkili bir kurum” olarak nitelediğiniz Diyanet’in bu işlevini görüp laik devlet kurumları ve politikaları için İslam’ı araçsallaştırdığı programlara sahiplenip övgüler dizer hâle geldiniz. Neden?
Bütün Bunların Sebebi Nedir ve Nereye gidiyorsunuz? “Fe eyne tezhebûn?”
Bu büyük değişimi, daha doğrusu AKP destekçiliği eksenine, daha önce ve geleneksel hurafeci kesimleri sahiplenme noktasına savrularak yaşadığınız zihinsel kirlenmeyi fark etmiyor musunuz? Erdoğan, tam da İLKELER kitabınızda dediğiniz gibi “İslam’a karşı İslam” siyasetiyle oluşturduğu statüko dini için İslâmî olan pek çok şeyi araçsallaştırmak ve toplumu “Allah ile aldatıp” laik iktidarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Üstelik Erdoğan’ın, “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, ekonominin, paranın dini imanı yoktur”, “biz sırat-ı müstakim üzereyiz, bizden ayrılan sapmıştır” gibi birçok açıklamasıyla, Allah’ın tevhid dinini tahrif edip statüko dinine uydurmaya çalışmasına karşı bugüne kadar itiraz eden tek cümle sözünüzü ya da tek cümle yazınızı neden göremedik? Hiç değilse sessiz itiraz kabilinden “oy verme ve oy vermeye çağırı” biçimindeki desteğinizi çekseydiniz, ama maalesef bütün bunları yapanı, “mü’min, muvahhid ve ümmetin umudu” olarak görmeye ve desteklemeye ısrarla devam ediyorsunuz. Neden?
Bilindiği üzere, Allah (c) ve Rasûlü (s), Müslümanların kendilerine ve İslâmî mücadeleye büyük zarar veren bu tür yanlışlarını uyarmamızı emrediyor. Asla “yakınımızdır, arkadaşımızdır kırılmasın, ayıp olmasın” gibi gerekçeler ileri sürerek “idare edelim, karışmayalım kim ne yaparsa yapsın” nevinden idare-i maslahatçı yaklaşımlarla hareket edilmemesini, aksi takdirde böyle yapanların da onlara benzeyip aynı sorumluluk ve vebalin altına gireceği uyarısını yapıyor. İşte bu sebeple, bir yandan tevhîdî davet ve eğitim çabalarımızı sürdüreceğiz, diğer yandan da bizim tebliğ edip yaymaya çalıştığımız Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam anlayışına zarar veren anlayış ve tutumları emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker eksenli uyarılarla Allah için ıslah etme çabaları göstermeliyiz. Böylece, bir toplumu vahiyle inşa etmek için yapılması gereken İslâmî bir mücadelede asla birbirinden ayrılamayacak ve birbirini tamamlayan bu iki çalışmayı, birini diğerine tercih etmeden ve ikisini de ihmal etmeden sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, yani Allah’tan gelen mesajın dünyevî hesap ve uyduruk maslahatlarla kirletilmesine engel olma mücadelemizi ihmal edersek, sadece Hak mesajı tebliğ etmekle yetinerek vahyin mesajının Allah’tan geldiği gibi arı duru biçimde gelecek nesillere intikalinde büyük zaafa düşeriz.
Üstelik biz, bu ıslah edici uyarının mesajını ancak birkaç yüz kişiye ulaştırabilirken, onlar, yaşanan büyük kirlenme, geriye gidiş ve yozlaşmaya yol açan açıklamalarını ortak imzalı bildirilerle birçok iktidar yandaşı gazete ve TV’lerden yüz binlere ulaştırıyorlar. Bu sebeple, bu uyarı çabamız ne kadar çok tekrarlanırsa tekrarlansın yaşanan büyük kirlenmeyi ıslah edecek boyutta insanlara ulaşamayacaktır. Bu sebeple, bu iki yönlü inşa ve ıslah yolunda sürekli ve daha çok çalışmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.
Evet, hepinizin de takip ettiğiniz üzere, tevhidî uyanış süreci bakiyesi grupların savrulması ve ortak birikimimizi laik bir iktidara destek uğruna harcamaları yüzünden büyük bir yozlaşma yaşanıyor. Bu yüzden, onlar yanlıştan dönüp Tevbe ederek eski istikametlerine yönelerek ıslah çabası göstermeden susmak hem onlara hem de Allah’ın dinine zulümdür ve büyük vebale ortak olmaktır.
Dipnotlar:
[1] Maide Suresi 5/44-50
[2] Mehmet Pamak, Tâğûtu Reddetme ve Laik Partileşme Sınavı, Ma’ruf Yayınları-2016, sh. 276.
[3] https://diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/25578/buyuk-camlica-camisinin-resmi-acilisi-bugun-yapilacak
[4] https://diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/25585/buyuk-camlica-camii-dualarla-acildi
[5] K.Sitte 4/259
[6] Nisa, 4/135
[7] Oysa zalim kardeşine yardım, onu zulmünden vazgeçirmek şeklinde olmalıdır.
[8] Müslim, imâre 13 (II, 1476); İbn Mâce, fiten 7 (II, 1302); Ebû Dâvûd, Edeb 111 (V,342); Nesâî, Tahrîmu’d-dem 28 (VII, 123)
[9] https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/arap-baharinda-islam-ve-laiklik-tartimasi-29028