Tarih bize; Müslüman halklar üzerindeki egemenliği ifade eden halifeliği elde etmek için yıllarca mücadele eden bir ecdattan onu bir çırpıda kaldıran sözüm ona kahraman(!) torunlarının hikayesini anlatır. Bir zamanlar tüm Müslümanlar nezdinde meşruiyet elde etmenin vasıtası olarak görülerek elde edilmesi için birçok bedeller ödenen hilafet kurumu, batılı efendilerinin istemesi neticesinde bir gecede kaldırılarak yok edilmiştir. 1571 yılında Yavuz Sultan Süleyman tarafından Mısır’ın ele geçirilmesiyle İstanbul’a getirilen hilafet, yaklaşık olarak 350 yıl kadar varlığını sürdürmüş ve ne yazıktır ki Müslümanları birbirine bağlayan en önemli kurum olduğu halde, kıblesini Müslümanlara tarafa değil de Müslümanların düşmanlarına doğru çeviren zihniyetler tarafından 1924 varlığına son verilmiştir. Her ne kadar Hilafet kurumu asıl istenilen gücünü yitirmiş olsa da Müslümanları bir arada tutma görevini belirli oranda da olsa hâlâ muhafaza ediyordu. Ne yazıktır ki Müslümanlar için bu derece önemli ve zaman açısından da çok daha fazla ihtiyaç duydukları bir zamanda kaldıranlar kurtarıcı, hilafet makamını umdesinde bulunduranlar ise hain ilan edilerek Müslüman çocuklarına düşman gibi gösterildiler. Müslüman nesiller, Müslümanları bir arada tutan bir kurumun başında duran liderlerine hain gözüyle baktılar ve bakmaya devam ediyorlar. Oysaki asıl ihanet Müslümanları siyasî birliktelikten koparak onları emperyalistlerin kucağına parça parça atılmasıydı. Lakin bunu yapanlar, kurtarıcı olarak gösterilerek lider, ulu önder, ata, kurtarıcı gibi gösterildiler.
Oysaki Hilafeti kaldıranlar onun nimetlerinden hâlâ istifade etmeye devam ediyorlardı. Şimdilerde halan büyük bir başarı olarak toplumlara örnek gösterilen Çanakkale Savaşında hilafetin bayrağı altına yaşayan topraklardan gelerek orada küffarın başarı elde etmemesi için canını ortaya koyarak şehit olanlar, Halifenin çağrısı üzerine oraya gelmişlerdi. Yine kurtuluş savaşı olarak ifadelendirilen savaşta başarı elde edilmesi için çuvallarla paralar yine hilafet kurumunun yüzü-suyu hürmetine toplanarak hilafet merkezinin kurtarılması için gönderilmişti.
Yine Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde hilafet makamının varlığına, hilafetin kaldırıldığı zaman ki kadar da ihtiyaç duymamışlardı. Müslümanlar, düşmanları tarafından her taraftan kuşatılarak işgal edilen topraklarını ancak bir arada durarak ve tek vücut olarak durduklarında kurtaracakları gerçeği aşikârdı. Bunu sağlayacak en önemli -belki de tek- kurum hilafet (Müslümanların siyasî birlikteliği) kurumuydu. Peki konjektör bunu gerektirdiği halde neden hilafet kaldırıldı?
Bu sorunun en temel cevabı şudur: Müslümanların düşmanlarının zaten amaçladıkları şey bunu gerçekleştirmekti. Lakin bunu kendi elleriyle yapmaları Müslümanlar tarafından bir kabule dönüşmeyecek, aksine bir tepkiye dönüşerek daha büyük mukavemetlerin oluşmasına sebebiyet verecekti. Böylesine bedeli daha ağır olarak bir sürecin içerisine girmektense Müslümanlardan olan birisi tarafından kaldırılmasının daha az tepkiyle karşılaşacağını bildiklerinden, bizden görünen birisi üzerinden kaldırtıldı. Böylece asıl düşmanları olan Müslümanları bir arada tutan ipi kesmiş olacaklar, bunun neticesi olarak Müslümanlar küçük gruplara ayrılacak ve böylece de bu gruplarla mücadele etmek çok daha mümkün olacaktı. Hatta bu şekilde olması Müslümanların, asıl düşmanların unutturacak birbirlerine düşmelerine de sebebiyet verecekti. Batılıların, yüz yıldan fazladır bu coğrafyalar üzerinde egemen olmalarının en önemli sebebi bu coğrafyada yaşayan Müslümanları gruplara ayırarak, hepsinin üzerinde egemenliklerini kurmuş olmalarıdır. Ulus devletler inşa ederek bu sınırlarla Müslümanları birbirlerinden tamamen uzaklaştırarak aralarına aşılması zor mesafeler koymuşlardır. Önce Müslümanları bir arada tutan hilafeti kaldırdılar, bunun bir sonraki adımı olarak da Müslümanlar arasında suni sınırlar koydular. Ve böylece kendilerine çizilen sınırlar içerisine hapsolan Müslümanları kontrol etmek daha kolay olacaktı. Ayrıca kendi dünya görüşlerine ve de çıkarlarına hizmet edecek kimseleri destekleyerek muhaliflerine onlar üzerinden baskı kurdular. Bu kesimleri aralarında hiç bitmeyecek bir kavganın içerisine sokup, güçlenmelerinin önünde de geçmek istediler.
Gelinen noktada ümmetin birliğinin bozulmasıyla birlikte oluşturulan devletçikler üzerinde ne büyük tesirlerinin olduğunu; Batılılardan onay almadan kendi ülkeleri üzerinde herhangi bir egemenliklerinin olmadığını, kendi yöneticilerini bile seçme haklarının bulunmadığını, ancak kendilerinin izin verdiği kimselerin yine izin verdikleri şeyleri yapmak için iktidara gelebileceklerini görmekteyiz.
Bütün küresel güçler bir araya gelerek küçücük bir yer olan Gazze’yi yerle yeksan etmek için her türlü yardımlaşmayı sağladıkları bir dönemde elli yedi tane olduğu söylenen Müslüman ülkelerinin hiçbir şey yapamamaları, hatta bırakın engel olmak için bir şeyler yapmayı küresel güçleri lojistik olarak destekleyerek yanında yer almak zorunda kaldıklarına tanıklık ediyoruz. Buda bize Müslüman olduğu söylenen ülkeler üzerinde Batılıların egemenliğinin hangi düzeyde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bugün gerek Gazze’de gerekse de dünyanın diğer coğrafyalarında bu şekilde bir zilleti yaşıyorsak bunun en büyük sebebi o gün Müslümanları bir arada tutarak yardımlaşmaları sağlayan, birbirleri için gerekirse canlarını verdikleri Müslümanların siyasî birliğini ifade eden Hilafet kurumunu ortadan kaldırmalarıdır. Bugün yapacakları hamlelerin adımlarını ta o zamanlarda atmışlar. Kendilerini ta o zamandan güvence altına alacak şekilde atmaları gereken tüm adımları atmışlar. Müslümanları kendilerine karşı mukavemet gösteremeyecek şekilde baskı altına almışlar ve onlar bir araya getirerek bir güç oluşturacak her türlü değerden uzaklaştırmak istemişlerdir.
Bugün Gazze’de katledilen her bir masumun kanının akmasına sebebiyet verenlerden birileri de zamanında Müslümanlar arasındaki o ipi koparanlarındır. Batılıların, hilafeti niçin ortadan kaldırmak istediklerini şimdi Gazze’de yaşadığımız pratik bize bir kez daha göstermektedir. Acaba Hilafet kurumu hâlâ aktif bir şekilde yürürlükte olsaydı, bugün o zalimler bu şekilde pervasızca birlik olarak Müslümanları katledebilirler miydi? Veya onlar bunu yapmaya kalkıştıklarında elli yedi tane olduğu söylenen Müslüman ülkeler, bu şekilde hiçbir etkilerinin olmadığı zilleti dibine kadar yaşayan bir fotoğrafı ortaya koyabilirler miydi?
Batılılar kendi yaşadıkları ülkelerde bir araya gelerek güç oluşturmanın önemi üzerinde ısrarla durarak bunun için çok ciddi fedakârlıklarda bulunurlarken, Müslümanların yaşadığı ülkelerde ise var olan parçalanmayı daha derinlikli hale getirmek için aynı şekilde çok büyük fedakârlıklar yapmaktadırlar. Büyük büyük bütçeler ayırarak Müslümanların parçalanmalarına sebebiyet verecek oluşumları desteklemekte, Müslümanlar arasında fitne ve fesat tohumları ekmek için her fırsatı kullanmaktadırlar.
Bugün Müslümanlar arasında Batılıların bu oyunlarının farkında olan Müslümanların bir kısmı bilerek veya bilmeyerek o oyunun bir parçası olmaktadırlar. Müslümanları bir araya getirerek güç oluşturmalarına sebebiyet verecek şeylere karşı olanlar, bu unsurları yorumsal bir takım indi görüşlere indirgeyenler, temel olmayan konularda da aynileşmeyi olmazsa olmaz görenler, bir mezhebin esas alınmasını şart koşan anlayışlar, ister istemez bu oyunun bir parçası olmaya devam ediyorlar. Bilerek veya bilmeyerek Batılıların emellerine hizmet ediyorlar.
Müslümanlar olarak bu hataları yapmaya devam ettiğimiz sürece bugün Gazze’de yaşadığımız acıları yaşamaya yarında devam edeceğiz. Dün Cezayir’de, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, Arakan’da ve dünden bugün Filistin’de yaşadığımız zulümleri yaşamaya devam edeceğizdir. Kafirlerin güç birliği yapığı bir zamanda bizler ise basit meselelerden dolayı ayrışarak düşmanlaştığımız bir durumda, başarılı olanlar onlar olacaklardır. Yüce kitabımız “ayrılmayın, yoksa gücünüz gider” dediği halde bizler hâlâ dağılarak güç elde edeceğimizi düşünüyoruz. Müslümanlarla ayrışımlarımızı dinin temek sabiteleri üzerinden değil de yoruma açık olan meselleler üzerinden yaptığımız bir durumda, kendileriyle birlikte aynı kaderi paylaşarak aynı coğrafyada yaşadığımız gayr-i müslimlerle birlikte olmamız gerekirken bizler maalesef kendilerini samimi bir şekilde İslâm’a nispet eden insanlarla ayrışıyoruz. Düşmanlarımızı bir kenara koyarak düşmanlığımızı birbirimize yönelik yapıyoruz. Hâlâ güç birliği oluşturmak konusunu fikrî zemin üzerinde değerlendirerek asla birleşmemizin mümkün olmayacağı bir alanda ısrar ediyoruz. Oysaki Müslümanların birlikteliği fikrî zemin üzerinde değil, siyasî zemin üzerindendir. Kafirlerle ve onların uşaklığını yapanlarla mücadele etmek için illa tüm Müslümanlarla hemen her konuda fikir birliğimizin olması gerekmiyor. Böylesine bir durum, tarihte hemen hiç yaşanmamış ve bugünden sonrada -Allahu âlem- yaşanmayacaktır. Lakin düşmana karşı siyasî birliktelik ise eğer istendiğinde hemen her zaman mümkün olacak bir şeydir.
Neden Hz. Peygamberin Medine’deki tüm kabileleri hatta münafıkları bile aynı siyasî çatı altında tutma örnekliği bizler için güncel karşılığı olan bir örnekliğe dönüşmüyor? Yüzyıldır çok büyük bedeller ödediğimiz halde ne yazıktır ki bu meselenin önemini kavramış değiliz. Münafıkların kafilerden bir zümre olduğu, çeşitli zamanlarda Müslümanlar için kafirlerden daha tehlikeli oldukları açık bir şekilde ortada olduğu halde, sırf Müslüman olduklarını deklere ettiklerinden dolayı onlara kafir muamelesi yapmamış, onları Müslümanların siyasî birlikteliği altında tutmuştur. Kavmiyetçiliğin hâkim olduğu bir coğrafyada ve zamanda, insanları bir arada tutmak için çok büyük bir örneklik ortaya koyan Efendimizin bu örnekliği, bugün çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz halde neden hâlâ hatada ısrar ediyor ve Müslümanların birlikteliğini değil de ayrılığını oluşturacak adımları atmaya devam ediyoruz? Kabileciliğin hâkim olduğu bir durumda çözümü dinî değerlere sarılmakta bulan ve bununlar insanları bir ve güçlü kılan örnekliği bir kenara bırakarak o gün, insanları güçsüz kılan ırkçılık veya benzeri suni anlayışlarının mahkûmu haline getirerek çözümü buralarda arıyor, Müslümanları ayrıştıracak konular üzerinde ısrar ediyoruz? Müslümanların birlikteliğini ortadan kaldıran zihniyet ve kişileri hâlâ kurtarıcı olarak görme yanlışında ısrar ediyoruz? Müslüman halklar olarak şu an yaşadığımız katliamların geçmişteki müsebbibi olanları, hak ettikleri yere konumlandırmıyor, onları insanların gözünde ve gönlünde kahramanlar olarak göstermeye çalışıyoruz? Geçmişte yaptıkları ihanetlerinin hesabını sormamız gerekirken, neden hâlâ onların bizleri şu anki duruma mahkûm eden ideolojilerini bizleri kurtaracak reçeteler olarak görmeye devam ediyoruz?
Yüce Kitabımız Müslümanlar arasındaki bağları kopararak onları birbirlerine düşman eden varlık olarak şeytanları göstermektedir. Dolayısıyla tarihte Müslümanların birlikteliğini ortadan kaldırarak onlara birbirlerine yabancılaştıran, hatta daha da ileri boyutta düşmanlaştıran kimselerin yaptıkları da aynen bu şekilde şeytanî bir uygulamadır. Müslümanlar olarak, böylesine bir durumu ortaya koyan kimselere, şeytanlara duyduğumuz kadar karşı bir duruş göstermeliyiz. Şeytanın gerçekleştirmek istediği bu şekildeki hedeflerinin gerçekleşmemesi için gösterdiğimiz çaba kadar bu kimselerin ortaya koymuş oldukları aynı amaçlarında başarılı olmaması için gayret göstermeliyiz. Şeytandan Allah'a sığındığımız gibi bu kimselerin şerrinden de Allah'a sığınmalıyız. Şeytanı kendimize düşman bildiğimiz gibi bu kimseleri ve ortaya koydukları ideolojilerini de düşman bellemeliyiz. Dünyevî kurtuluşun şeytanî olan bu yaklaşımlarda olmadığını, Yüce Kitabımızın da bizler davet ettiği Müslümanların birlikteliğinde olduğunu bir an önce kavramaları ve bunu gerçekleştirmek için üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeliyiz. Bir an önce Müslümanların siyasî birlikteliğini yeniden inşa etmeliyiz. Gerek günümüzde gerekse de geçmişte bu konuda Müslümanlara ihanet edenleri tanımalı ve onlara gereken tavrı göstermeliyiz. Müslümanlar olarak bugün ödediğimiz bu büyük bedellerde onlarında parmaklarının hiçte azımsanmayacak kadar olduğunu unutmamalıyız.