Login to your account

Username *
Password *
Remember Me

Create an account

Fields marked with an asterisk (*) are required.
Name *
Username *
Password *
Verify password *
Email *
Verify email *
Captcha *
Reload Captcha
Hüseyin DEMİR

Hüseyin DEMİR

Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın selamı iman eden kullarının üzerine olsun!

Sevgili kardeşlerim, değerli Müslümanlar! Bugün sizlerle bir misal üzerinden sizler için tefekkür sebebi olabilecek bir konuya temas etmeye çalışacağım. Bu misal yazının başlığında da gördüğünüz gibi aslında tanımı çok basit. Bir elmadan yola çıkarak; bilmeyene nasihat, bilene de bir hatırlatma yapacağız. Bilenler kendilerini yüksek görüp en basit örnekleri ve nasihatleri boş verip umursamayıp geçip gitmesinler. Şüphesiz ki Kur’an’ı Kerim’de kendi içinde sürekli öğütlerini tekrarlar. Peygamber Efendimiz’de (s.a.v.) konuyu karşısındaki muhatabın önemini anlaması için bazen sözünü tekrarlardı.

 Bizim şu anda gündeme getireceğimiz konuda belki de birçok kez gündemimizde olmuş ve eminim hayatınızda benzer durumlara ve olaylara şahit olmuşsunuzdur. Fakat belki bildiğimizi zannettiğimiz bu ve benzeri konulara başka bir bakış açısıyla bakarsak. Aslında konuya hâkim olmadığımızı, konu hakkında daha çok şey konuşulması gerekildiğini fark edebiliriz. Günümüzde insanlarımıza soracak olsak herkes çok bilgili olduğunu ve her konu hakkında konuşabileceğini söylemektedirler. Gerçek ilim ve hikmet sahipleri; bilmediklerini en çok vurgulayan, ayrıca her konu hakkında konuşmayan insanlardır.

Sizlere bir elmayla iki insanın hayatını misal verelim. Birinci şahıs şehirde yaşar ve şehrin bir köşesinde çalışır, gün boyu çalışmanın ardından mesaisi biter ve evinin yolunu tutar. Evinin yolundayken bir dükkâna girer ve dükkândan bir elma satın alır. Sonra dükkândan çıkıp evine gider ve koltuğuna oturup elmayı yer. Elmayı yedikten sonra hayatına, yaşadığı bu duruma, varlığına veya kaderine lanet eder.

 Nedenini söylemeden önce bide ikinci bir şahıstan bahsedelim. Bu ikinci şahıs, birinci şahısın aksine şehirde değil, bir köyde yaşıyor. Bu şahıs tarlasında çalışırken yorgun düşüp dinlenmek için evinin yolunu tutuyor. Sonra evinin yolunun üstünde bir elma ağacı görüyor. Hemen ağacın üstüne tırmanıyor ve ağacın dalına oturup başka bir daldan bir elmayı koparıp yiyor. Yedikten sonra adam Allaha şükrediyor ve “Rabbim! Sen ne güzel bir sanatçı ne güzel rızıklar veren, ne merhametli bir ilahsın” diyor. Ve ağaçtan inip evine dönüyor.

 Müslümanlar! Misalleri kısaca açıklayacak olursak: Birinci şahıs, Allah’ın razı olmadığı ve O’nun emirleriyle yönetilmeyen bir sistemin içinde yaşamını sürdürüyordu. Onun yaşadığı yerde bir grup insanın çıkarları için kurulmuş bir düzen vardı. İnsanlar emeklerinin karşılığında para; yani verdikleri emeklerin çok az bir kısmını alıyor sonra da onunla aylarını geçindirmeye çalışıyorlardı. Onların etrafta gördükleri her bina, yollar, panolar, ışıklar yapaydı ve mutluluk, özgürlük, zenginlik gibi kavramlarla onları oyalayıp neticede verdikleri parayı geri alıyorlardı. O adam, o elmayı kendi parasıyla almış ve o elmayı almak için bir hayli çalışmıştı. O elmayı, oturduğu evi, yaşadığı şehri kendisinin çalışması sayesinde elde ettiğini zannetti. Ve etrafta gördüğü insanların, ünlülerin, başkanların sahip olduklarına karşın elindekinin çok küçük olduğunu düşünerek bulunduğu durumu lanetledi.

 Öte yandan ikinci şahsımız; her ne kadar bir köyde yaşasa da etrafı yemyeşil ve ekinlerle doluydu. Ne gördüğü ağaç için para vermişti ne de oturduğu dal için. Ne yediği elma için ne de gördüğü gökyüzü için. O yüzden birisi lanetledi, diğeri ise şükretti. Oysaki ikisi de aynı dünyada yaşıyordu. Ama biri Allah’ın yarattığı düzenin içinde olduğunun bilincindeydi. Diğeri ise Allah'ın yarattığı düzende olmasına rağmen etrafındaki şeytanların, insanların ve kendi nefsinin oyunlarına gelmişti. Orada gökdelenleri yaptılar, onlara bu şekilde binaları yapacak aklı ve zekayı Allah vermişti. O elmayı parasıyla satın aldığı yanılgısına kapıldı. Halbuki elmayı satın aldığı demir paradaki demiri de elmayı da yaratan Allah'tı. Kendi varlığını, hayatını, kaderini de Allah yaratmıştı. Ama o lanetledi ve kaybedenlerden oldu.

 Sevgili Müslümanlar! Bu iki kişinin bulundukları koşulların aslında pek bir önemi yok. Çünkü ikisi köyde de olsalar, dağda da olsalar, ormanda da olsalar, şehirde de olsalar önemli olan onların bulundukları ortam değil, hayatlarında ve kendi zihinlerinde kimin sistemini kabul ettikleriydi. Şehirde yaşayan şahıs, yaşadığı hayatta Allah’ın yaratıcı olduğunu, gerçek mutluluğun sadece yaratılışına uygun hareket etmesinde, insanların değil Allah’ın kanunlarını ve düzenini yaşandığı bir yerde olsaydı; “Allah’ım! Ne güzel yaratıcısın ki senin sayende insanlar her şeyi inşa ediyorlar, senin sayende nefes alıyorlar, senin sayende içinde bulunduğum toplum her ne kadar seni unutmuş veya inkâr ediyor olsa da sen bana hidayet verdin, Elhamdülillah” demez miydi? Yani aslında farklı olan mekân ve kişi değildi. Farklı olan insanın zihni ve hayata olan bakış açısıydı. Sadece bir elmayı yerken ki düşünceleriniz ve bakış açılarınız aslında çok önemlidir. Tabi sadece elma değil her türlü nimet karşısında bu şekilde hareket edilmeli. Şimdi; “Müslümanız”, “Allaha inanıyoruz” diyoruz ama bu inançta olmamız sizce bizi gerçekten birinci şahıs gibi olmaktan ayırıyor mu? Evet, Allaha inanıyoruz ve bunda şüphemiz yok, ama gündelik yaşayışımızda Allah’ın varlığını ve dinimiz olan İslâm'ı çok unutuyoruz. Sözlü olarak lânetleyip reddetmesek de bazı hareketlerimiz bunun aksini söylüyor.

 Bakış açımızı değiştirmek kolay gözükse de aslında zordur. Örnek olarak: Biz bir olaya sağdan veya soldan bakarız ve bu şekilde bakış açımızın değiştiğini düşünebiliriz. Halbuki kimi zamanlar olaylara tam tersi bakmamız de gerekebilir. “Allah’a şükür Müslümanız” diyoruz. Peki ya Müslüman olmasak ne olurdu? Herhalde şehirde yaşar ve maaşlı bir işte çalışır, haftada bir sohbete ya da cumaya gitmek yerine farklı arkadaş ortamlarına giderdi. Namaz kılmak yerine hobi edinir ve işe gitmek için sabah namazından önce kalkar, fakat namazını kılmazdı. Erken kalkıp işe gitmenin getirdiği her türlü zorluklara katlanır fakat nefsine zor geldiği için bu zorlukları aşarak Allah’ın emrini yerine getirmek için namaz kılmazdı. Allah için sadaka vermezdi, fakat vicdanı rahatlatmak için cebindekini verirdi. Abdest almaz, ama her gün duş alır veya en azından ellerini yıkardı.

O zaman bir Müslümanla bir gayr-i müslimi ayıran sadece amelleri mi, bilinci mi, soyu mu yoksa daha çok sadece Allah’a teslim olup ömrünü Allah’ın dilediği şekilde düzenleyen günümüz normal insanlarının tanımlayamayacağı bir insan olması mı?

Sözde Müslüman olup; hem namaz kılıp hem de yalan söyleyen, hem bir şeyler yapmalıyız deyip hem de hiçbir şey yapmayan, hem tüm Müslümanlar kardeşimdir deyip hem de etrafındaki hiçbir Müslümandan haberi olmayan, hem ben Müslümanım dediği halde görünümünün bir gayr-i müslim'den farkı olmayan, hem Müslümanım deyip hem de kafir gibi bilgisiz ve inkârcı yaşayan insanlar mı, Müslüman olduklarını iddia ediyorlar?

Gerçek Müslümanlar; Kur’an’ı Kerim’in bize kıssalar yoluyla anlattığı şekilde farklı zamanda, mekânda ve durumlarda olsalar da kendi Müslümanlıklarından taviz vermeyen, Allah'ın razı olduğu ve onların da Allahtan razı olduğu kimselerdirler. Hayatları ve ölümleri Allah için olan insanlardır. Peki sizce bu Müslümanlar, içerisinde yaşadıkları toplum gibiler miydi yoksa o toplumun dışındalar mıydı? Şimdi insanlara bu tür misalleri verince onlar, yaşadıkları çağdan bu misalleri uzak sanıyorlar. Bu anlayış sahipler aynı elmayı kendi parasıyla satın aldığı için Allah’tan gelmediğini zanneden kişi gibi değiller mi? Bizler Müslümanların ya da insanların hiç günümüzdeki gibi durumlara düşmediğini zannediyorsak, tarihi yeterince okumamışız demektir. Kur’an’da ki misalleri anlamamışız demektir. Bu misalleri ve konuları daha anlayamadıysak, nasıl hepimiz: “Ben Müslümanım” kelimesinin gerçekten hakkını verebiliyor ya da gönül rahatlığı ile söyleyebiliyoruz? İşte en ufak gördüğümüz misaller bile aslında derinlemesine düşünüldüğünde bizi çok farklı konulara götürüyor. Aslında bizler Müslüman olduğumuzu söylüyorsak, bu ve benzeri misallerle beraber hayatlarımızdaki her türlü konuyu gözden geçirmeli ve bakış açımızı değiştirip en çok bu ve benzeri konuları başka kimseler için değil kendimizi düzeltmek için düşünüp-taşınmamız gerekmektedir.

Artık günümüzde en imanlı, en bilgeli insanlar veya bizler bile, yukarıda misalini verdiğimiz sözde Müslümanlar olabiliyoruz, farkında olarak veya olmayarak. Vermiş olduğum bu misal sizlere faydalı olabildiyse birazcık tefekküre vesile olduysa ne mutlu. Bizlere, Allah için gidilmesi gereken yolda bir nebze yardım sağlamışsa ne mutlu bize ve ne mutlu ben Müslümanım diyerek Allah’ın gündemimize getirdiği misallerden ibret alanlara. Sizleri, kendisinin varlığında hiçbir şüphe olmayan en güzel övgülerin kendisine ait olduğu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a emanet ediyorum. Allah'ın yardımı iman edenlerin üzerine olsun! Okuma zahmetinde bulunduğunuz için de Allah sizden razı olsun! Velhamdu lillahi Rabbi’l âlemin.

Kovulmuş şeytanın şerrinden Allaha sığınırım. Yaratan rabbimin adıyla başlamak istiyorum sevgili kardeşlerim ve değerli Müslümanlar! Yukarıda okuduğumuz metinler isti’aze ve besmelenin Türkçeye çevrilmiş hali. Eminim okuyanların yüzde doksan dokuzu zaten bunu biliyordur. Fakat ne yazık ki çoğu kelimenin olduğu gibi yukarıda zikrettiğimiz kelimelerin de aslında tam olarak ne anlattıklarını ya da anlamlarının önemini kavrayamıyoruz.

Örnek olarak “Allah büyüktür” diyoruz, çoğu kişi bu büyüklüğü evrenin büyüklüğünü örnek göstererek: “İşte Allah bu evrenden bile daha büyük çünkü onun yaratıcısı da Allah’tır” diyebiliriz. Ancak Allah yarattığı hiçbir şeye benzemeyen ve sonu olmayan maddî ve mânevî olmayan bir varlıktır. Yani Allah’ın büyüklüğü insanın düşüncelerinin ötesindedir. Evet, evrenin büyüklüğünü kavrayabiliriz ama Allah'ın büyüklüğünü kavrayamayız. Muhtemelen bizim kafamızda düşündüğümüzün daha ötesinde bir büyüklük bu. Şimdi konumuza dönecek olursak, besmeleyi söylediğimizde çok önemli bir detay var. Peki, nedir o detay! Kesinlikle en baştaki ifadenin anlamı: “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allaha sığınırım”. Günümüzde artık şeytana taptığını iddia edenlerden geçtim, artık şeytanı haklı gören bile var. Tabi Allah'ın bu kimselere akıl fikir vermesini diliyoruz

Aslında çoğumuzun unuttuğu ya da küçümsediği bir kavramdır şeytan. Peki, şeytan kimdir? Hemen hemen herkes Âdem ve şeytan kıssasını biliyordur, ama yanlış bilinende çok husus var. Müslüman çocuklardan; şeytanın, meleklikten düşmüş bir melek olduğunu söylediklerini bile duydum. Hristiyanların uydurduğu bu görüşü nerden öğrenmişler açıkçası bilmiyorum. O yüzden yanlış bilmeyelim diye kısaca hayatını anlatalım.

Şeytan aslında cinlerdendi. Oda her cin gibi ateşten yaratılmıştı. İnsan daha yaratılmadan önce şeytan zaten yaşıyordu. Kur’an-ı Kerim’de ilk başta şeytan yerine İblis’ten bahseder. Zayıf rivayetleri bir kenara bırakacak olursak, İblis’in sadece meleklerle birlikte bulunabildiği hatta cennette dolaşabilecek kadar kıdemli bir varlık olduğu ve iyi cinlerden olduğu sonucuna varabiliriz. Ama nasıl o kadar yüksek bir mertebeye ulaştığı hakkında bir bildiğimiz şu an için yok. Zayıf bazı rivayetlerde: İblis’i Allah'ın dünyada çok haddi aşmış bir kavim olan “Canların” yani cinlerin helak edilirken sadece bir yavrunun sağ kaldığı ve meleklerinde bu yavruyu öldürmek istemeyip Allah’tan bağışlanmasını diledikleri anlatılır. Tabi rivayet bu, halbuki melekler, Allah'ın emirlerini şüphe etmeden yerine getirirken niye bir yavruya acısınlar! O başka konu. Ne de olsa zayıf hatta mevzu diyebileceğimiz bir rivayettir. Aklımızda bir fikir oluşur diye burada zikrediyoruz.

Allah Hz. Âdem’i yaratmaya karar verdiğinde İblis’te bir kıskançlık duygusu oluştu. Sonuçta o bir melek değildi ve onda kusurlu durumlar vardı. Gün geldi insan yaratıldı ve Allah Hz. Âdem’e her şeyin ismini öğretti ve Hz. Âdem, meleklere onların bilmediği şeyleri zikretmeye başladı. Allah: “Âdem’e secde edin” dedi. Melekler kayıtsız şartsız secde ederken İblis secde etmedi. Allah bildiği halde şeytana neden secde etmeyeceğini sordu. Lakin şeytanın cevabı saçmaydı: “Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. Neden, ben ona secde edeyim ki”. Günümüzdeki çoğu insan gibi oda kendi mantığına uyup hata etti. Oysaki insanın üstünlüğü ham madde olarak yaratıldığı “toprakta” değildi. insanın üstünlüğü eğer maddesel olsaydı zaten melekler Hz. Âdem’e secde etmezlerdi. Melekler zaten insanın erişemeyeceği kadar üstün fiziki özelliklere sahiptirler. Ancak insanda seçme özgürlüğü ve Allah’ın kendisine yüklediği çok ağır bir yük vardı. Aynı anda birden çok fazla imtihanla yüz yüze gelip sabretmesi gerekiyordu.

İnsanın üstünlüğü fiziki veya maddi bir şey değildi. Allah insana yükselme fırsatı verdi. Dilerse Hz. İbrahim misali Allah'ın dostu sıfatına sahip olabilirdi. Hangi melekte ya da cinde, “sizler Allah'ın dostlarısınız” sıfatını duydunuz. Demek ki gerçekten bu kadar fazla yükselebilen varlıklardan biri insandır. Ama şöyle bir durum da var; insan bir hayvandan daha da aşağıda bir konuma da düşebilmektedir. Furkân Sûresi, 44. âyette Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır: “Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı)dırlar.” Evet, Allah'ın sözü haktır, eğer insan, daha kendisini yaratanı ya da yarattığını bildiği halde O’nun emirlerine uymayanı ya da daha da kötüsü, yaratıcısına ortak koşan bu insanı Allah, hayvanlardan bile alt konumda düşürmektedir. Çünkü hayvanlar bile az önce zikrettiklerimizin farkındalar ama onların iradeleri ve sorumlulukları yok. İnsana ayrıca, dünya âleminin sorumluluğu verilmiştir. İnsan, gördüğünüz gibi dünya üzerindeki her şeyi kullanabiliyor. Bu âlem insanlığa emanet edilmiştir. Belki de insanın üstünlüğü muhtemelen bu imtihanı taşıyabilme kapasitesinde olması sebebiyledir. Ama sadece bu ihtimalle kalıyor mu, orasını cenabı Allah daha iyi bilir.

Evet, dönelim İblis’i hata ederek Allah’a güvenmek yerine ve aslında tam olarak bilmediği konuda Allah’a karşı çıkmıştı. Kendi kibrine yenik düştü ve Allah onu bulunduğu konumdan azletti ve belki de cehenneme gidecekti. Ama Allah’tan son bir dileği oldu. A’râf Sûresi, 14 ile 18. âyetlerde Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır: “O da: "(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.) (Allah:) "Sen gözlenip-ertelenenlerdensin". Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar (ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. "Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun ki, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım." Allah şeytanı kovduğunda şeytan Allah’a: “Onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi. Şeytanın kabaca şeytanlaşma süreci böyle. Ancak şu noktaya dikkat etmeliyiz. İnsanın temellerinde fıtrata uygun hareket etme, Allah’a inanma, sorgulama ve iyilik yapmak gibi hasletler hep vardı. Lakin insanların unuttuğu çok büyük bir düşmanı var. Hem de öyle bir düşman ki, insanlıktan daha eski, daha zeki, daha bilgili, hatta Allah’ın katında bir zamanlar kıymetli yiri olan ve kıyamete kadar yaşayacak olan şeytan.

Biz bu düşmanı çok hafife aldık. Zannediyoruz ki sadece namazda bizi rahatsız ediyor. Zannediyoruz ki bizim imanımızı bozmak için yedi yirmi dört uğraşıyor, evet sürekli uğraşıyor ama sadece bununla yetinmiyor. Sizlere şöyle bir soru yönelteyim: Neden bir insan atom bombası yapsın ki? Sadece insanlara zarar vermekle kalmayan dünyamıza da zarar veren bir icat, neden var? Her insanda merhamet duygusu ve Allah’a itaat etme duygusu varken niye insanların çoğunluğu merhametsiz ve Allah inancı olmayan insanlar oluyorlar. Acaba bu atom bombası fikri, acaba mucidi olan insandan mı çıktı yoksa biri gelip kulağına bir vesvesemi verdi? Biz şimdi zannediyoruz ki namazdayken besmele çekeriz şeytan kaçar. Evet, kaçar ama durmaz. Senin namazını o bozamıyorsa gider bir başkasına bunu yaptırır. “Yarın herkesin dilinde İslâm; gerici, yobazlık, saçmalık, beş vakit namaz mı, sence bunlar mantıklı mı? Arap biri çıkmış “peygamberim” demiş iki sayfa Kur’an yazmış, sende ahmak gibi inanıyorsun” demiyorlar mı? Neden sadece İslâm? Bir kadın sokakta bas bas bağırıyor: Hristiyanlık, Yahudilik, Budistlik, kominizim eleştirilebilir ama İslâm eleştirilemez, artık yetti İslâm dursun. Neden?

Yahudilik eleştirilebilir mi? Adamlar kendileri dışında herkesi köle ilan etmiş ve sen bunu değil İslaâm'ı eleştireceksin öyle mi? Hem de İslâm insanlara, iyiliği, temiz olmayı ve dünyaya fayda sağlayarak adaleti ve kadın haklarını savunmayı emrettiği halde! Sen kadınları insan olarak görmeyen bir dini, İslam'ın önüne geçiriyorsun. Bunu yaparken ya sende bir akıl hastalığı vardır ya da sen kendi sözün olarak zannettiğini aslında bir başkasının sana verdiği vesveseleri fısıltıları ilan ediyorsun!

Evet, “en büyük düşmanımız” derken abartılı bir tanım kullanmadık. Gerçekten bizi doğru yoldan saptırmak için elinden geleni ardına koymayan bir düşmanımız var. Her ne kadar: “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırız” desek de, şeytan gidip başka insanları bize musallat ediyor. Evet, izlediğimiz filmlerdeki şeytan türünden daha tehlikeli bir şeytan var karşımızda. Kendisi aslında bizlere fiziki bir müdahalede bulunmuyor. Sadece insanların kulağına fısıldamakla milyarlarca insanı etkiliyor. Örnek olarak: Bu atom bombası acaba patlarsa sence ne kadar büyüklükte yıkıcı bir etkiyi ortaya çıkarır? Dünyanın en büyük silahını yapmakla Nobel ödülü kazanabiliyorsa bence bunu bir düşün! Şu Müslümanları görüyorsun medeniyetten uzak bir şekilde çöldeki Arap gibi giyinmişler, sence saçma değil mi? İslam'da dört adet kadınla evlenebiliyormuşsun şu dinin saçma yasalarına bak, iyice toplum cahilleşti.

Şeytan dediğimiz varlık insanlara sağından, solundan, önlerinden, arkalarından; namazda, yemekte, uykuda, işte, yolda, kısaca her yerden saldırıyor. Hoca olsun olmasın, cahil olsun olmasın fark etmez. Şeytan bize zarar veremez diyoruz, ama bu vesveseler yüzünden sizce kaç kişi intihar etti. Kendi canına kıymak, en ağır suçlardan biriyken neden günümüzde çok yaygınlaştı. İyiliklerin kaynağını insanda ararken, büyüklüğü insanlara hizmet etmekte ararken.

Neden iyiliğin ve büyüklüğün Allah’tan geldiğini anlayamıyoruz. Şeytan bizleri günlük yaşantımızda oyalamak ve Allah'ı unutturmak için elinden geleni yapıyor. Ve biz çevremizi, ailemizi, kendimizi bu düşmana karşı yeterince iyi savunamıyoruz. Aklımıza kötü bir fikir geldiğinde “ulan ben çok zekiyim mi” diyoruz yoksa “bu şeytandandır, bundan uzak mı duralım” diyoruz.

Bir Müslümanla bir konuda ayrı düştüğümüzde, şunu bilin ki bu şeytanın vesvesesidir. Gelin biz şeytanı sevindirmeyelim, biz kardeşiz, sarılıp barışalım mı diyoruz. Yoksa o kişinin suratına bile bakmıyor muyuz? Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a mı sığınıyoruz yoksa nefsimize ve şeytana mı uyuyoruz, seçim tamamen bizim elimizde. Biz şu anki çağda o kadar çok şeyi umursamaz hale geldik ki en büyük düşmanımızın varlığını bile mitolojik bir varlık gibi göstermeye çalışanlar var.  Tâbi şeytan size: “Ben şeytanım, senin düşmanınızım” demez. Aksine: “Ben senin dostunum, senin yardımcınım, senin iyiliğini düşünüyorum” der. Ve şeytan Âdem babamız ve Havvâ annemize söylediği yalan gibi sürekli bizlere de yalan söyler. Ve gördüğünüz üzere günümüzde de yalanlarına aldanan çokça insan var. Allah'ın izniyle ve yardımıyla bizler kovulmuş şeytandan Allaha sığınacağız ve bizleri hak yoldan saptırmasına göz yummayacağız.

Sevgili Müslümanlar! Kimlerin düşman, kimlerin kardeş olduklarını öğrenip çözemezsek, kardeşimize yardım edeceğiz derken düşmanımıza yardım ederiz. Düşmanı yeneceğiz derken kendi kardeşlerimizin kanına girmeyelim! Allah'ın selameti, inananların üzerine olsun.

İSLÂM ÇOĞRAFYASIN’DA YAŞANAN AFETLERİN SEBEPLERİ!                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

“Allah (c.c.) sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır. Ortak koştuklarınızdan bunları size yapabilecek herhangi bir varlık var mı? Allah (c.c.) onların ortak koştuklarından münezzehtir, beridir” (Rûm, 40)

“İnsanların kendi elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Allah (c.c.) yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırır. Belki dönerler.” (Rûm, 41)

“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl olmuş bir bakın! Onların çoğu Allah’a şirk (ortak) koşarlardı.” (Rûm, 42)

İslâm coğrafyasında ve İslâm ümmeti üzerinde son asırda yaşanan afetler, belalar, musibetler ve bunların sebepleri hususunda çok ciddi tefekkür etmemiz ve bu belalardan nasıl kurtulmamız gerektiğini araştırıp, öğrenip, dünya ve ahiret hayatımızı hüsrandan kurtarmak için gerekli inanç ve amellere sarılarak acilen tövbe etmemiz gerektiği aşikardır.

Bilindiği üzere tedavi için önce hastalığın teşhisi ve tanımı yapılır. Aksi takdirde tedavi mümkün değildir.

Maalesef İslâm coğrafyasında son bir asırdır başta savaşlar, işgaller, ihanetler, katliamlar, işkenceler, yağmalar, zorbalıklar ve zulümler had safhaya ulaşmıştır. Bunlarla birlikte ayrıca insanların doğal afetler diye tanımladığı depremler, seller, tsunamiler, yangınlar, salgın hastalıklar ve insanların birbirleri üzerinde söz sahibi olmak için ortaya çıkarttığı iç savaşlar, fitne, fesat, kaos, ekonomik kriz ve burada yer vermediğimiz daha birçok ifsad, bela, musibet ve afetlerle karşı karşıyayız.

İslâm toplumlarında, Allah’a (c.c.) iman ettiğini iddia eden topluluklar olduğu halde bunca afetin zuhur etmesinin sebebi nedir? Yukarıda belirttiğimiz ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere; bütün bu olumsuzlukların başımıza gelmesinin sebebi, kendi ellerimizle işlediğimiz günahlar, yaptığımız kötülükler ve bizi yoktan var eden Allah’a isyan etmemizdir. O’na itaat etmememizdir. Bu durumda elimizle işlediğimiz günahların ne olduğunu çok iyi tespit edip onlardan tövbe etmemiz tek çaremizdir.              BAŞLICA GÜNAHLARIMIZ

  1. Şirk,
  2. Tuğyan,
  3. İmanlarımızın gereği gibi olmaması,
  4. Emri bi’l-ma’ruf ve nehye ani’l-münker’i (cihadı) terk etmek,
  5. Kebâir denilen günahların meşrulaşması,
  6. Allah’ın (c.c.) kitabına uymak yerine öncü kabul ettiğimiz bir takım insanlara uymak,
  7. Bütün bu günahları bir de ben Müslümanım diyerek işlemek.

Kısaca şirk: Allah’a (c.c.) ait olan herhangi bir vasfı, özelliği ve sıfatı başka bir varlığa vererek Allah’a (c.c.) ortak yahut denk veya benzer kabul etmektir. Şirk söz veya fiille işlenen günahların en büyüğüdür.  Mesela bir kimsenin “doktor bana şifa verdi” demesi Allah’ın (c.c.) eş-Şâfî sıfatını doktora vererek, Allah’a (c.c.) doktoru şifa verme sıfatında ortak koşması gibi yahut “patronum olmasa ben acımdan ölürüm” diyerek Allah’a (c.c.) er-Rezzak sıfatında patronunu eş koşması, ya da “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek Allah’ın (c.c.) el-Hâkim sıfatını millete vererek, milleti Allah’a (c.c.)şirk koşması gibi veya Müslüman olduğunu iddia eden toplumların Allah’ın (c.c.) bizim için seçip beğendiği ve bize hayat nizamı olarak indirdiği İslâm’ı bir kenara bırakıp bireysel veya toplumsal yaşamlarını; demokrasi, sosyalizm, cumhuriyet gibi insan aklının ürünü olan beşerî ve bâtıl sistemlere göre düzenleyerek Allah’tan (c.c.) başka din belirleyici, yani ilâh edinerek, Allah’ın (c.c.) ilâh sıfatında O’na şirk koşmaları gibi ve de bazı toplulukların “medet ya filan” diyerek yalnızca Allah’tan (c.c.) istenmesi gereken imdadı yaratılmışlardan isteyerek Allah’a (c.c.) şirk koşması örneklerinde olduğu gibi.

İlâh, Rab, Veli ve el-Hâkim sıfatları, yalnızca Allah’a (c.c.) aitken, maalesef Müslüman olduğunu iddia eden toplumların, bu özellikleri, “yöneticimiz, devletimiz, milletimiz, vatanımız, birliğimiz, beraberliğimiz, hocamız, şeyhimiz, ağabeyimiz diyerek yaratılmışlara, yönetim (din) belirleyici (ilâh) mutlak idarecinin (Rab) sözüne itaat ve karşı konulamayan yönetici ve yol gösterici (Veli) emir ve yasak (haram ve helal) belirleyici (el-Hâkim) mutlak hükümran olma özelliklerini Allah’tan (c.c.)  başkalarına isnat ederek Allah’a (c.c.) şirk koşmaları, maalesef günümüzdeki en yaygın şirk çeşididir.  Bununla birlikte heykellerin önünde saygı duruşunda bulunarak ya da özel gün ve gecelerde Allah’tan (c.c.)  başkalarına ta’zim ve itaatte bulunarak putlara tapmak. Kula kul olmak artık normal, meşru görülür hale gelmiş, yaygın şirk çeşitlerindendir. Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak şimdilik bu kadarla yetinelim.

Görüyoruz ki: Günahın en büyüğü olan şirk hem de ben Müslümanım diyen topluluklar tarafından günübirlik ve meşru görülerek işlenmektedir ve İslâm coğrafyasında şirk artık devletleşmiştir.  Başımıza bela ve musibetlerin yağması için bu bile tek başına yeterlidir. Ancak uyarı ve ıslah mahiyetinde diğer günahlarımızı da gündeme getirmek faydalı olur kanaatindeyim.

Tuğyan: Kelime manası itibariyle azmak, azgınlık demektir. Istılahî olarak ise; insanların kendilerini yaratan Allah’a (c.c.) karşı gelmeleri, Allah’ın (c.c.)  sınırlarını tanımamaları, emir ve yasaklarına itaat etmemeleri anlamına gelir. Yani bizleri yoktan var eden, bizim yegâne ve mutlak sahibimiz, Allah’ın (c.c.) bizim için indirdiği dini, (hayat nizamını) bizim dünya ve ahiret kurtuluşumuz için belirlediği kanunları, yasaları, hükümleri, emirleri ve yasakları, (haram ve helaller) kabul etmeyip “ben hayatımı istediğim gibi yaşarım, (haşa) Allah benim hayatıma karışamaz” demek ve Allah’a (c.c.) karşı azgınlaşmak tuğyandır.  Bu azgınlığı sergileyenlere de tâğût denir.  Ancak tâğûtun ayrı bir özelliği daha vardır.  Allah’ın (c.c.)  emir ve yasaklarını tanımadığı gibi birde kendi kafasından emirler, yasalar, kanunlar, hükümler ve yasaklar uydurup bu uydurduklarını başka insanlara zorla dayatmaya çalışması ve (haşa) “ben de Allah (c.c.) gibi kanun ve hüküm belirlerim” deyip ilâhlık ve rablik taslamaya kalkışanlar vardır ki, işte bunlar, tuğyanın, azgınlığın en büyüğünü sergileyen küfür öncüleri, önde gidenleri ve iblisle birlikte cehennemin bodrum katını dolduracak olan tâğûtlar ve azgınlardır.

Üzülerek belirtelim ki: Şu an İslâm coğrafyasının neredeyse tamamına yakınında bu tâğûtlar hâkimdirler. Batı küffarının bir asır önce İslâm coğrafyasını işgali sonrası topraklarımızda sömürü valiliği tarzında devletçikler oluşturmuşlardır. Allah’ın (c.c.)  hayat nizamı olan İslâm’ı yürürlükten kaldırmış, yerine kurdukları bu devletlerde batı küffarının ellerine tutuşturduğu kanun ve yasaları cumhuriyet ve demokrasi diye İslâm toplumlarına zorla ve zorbalıkla uygulamaktadırlar.  Batı’nın demokrasisi ve bize cumhuriyet diye yutturulmaya çalışılan çoğunluğun hâkimiyeti anlamına gelen esasta ise güç ve iktidarı elinde bulunduran zümrelerin hâkimiyetini ifade eden bu sistem, insanları yaratıcılarına kul olmaktan uzaklaştırıp kendilerine kul ve köle haline getirme organizasyonudur, yani kula kulluktur.

Eğer bir yaşam şeklini, yani insanların nasıl inanacaklarını ve nasıl yaşayacaklarını belirleyen Allah (c.c.) ise bu Allah’a (c.c.) kulluktur. Yok, insanlar, kaynağı itibariyle nasıl inanacağını ve nasıl yaşayacağını insanların belirlediği bir programa uyuyorsa işte bu durum da kula kulluktur.

Bugün demokrasi veya cumhuriyet denilen sistemler, vahşet medeniyeti olan Batılı ayyaşların kusmuklu ağızlarından çıkan lanetli sözlerden oluşan ve bize kanun, yasa, hüküm, hukuk diye dayatılan İslâm’ın yerine konularak zorbalıkla uygulanan bir tuğyan rejimidir. Allah’a (c.c.) karşı azınlıktır.

Bu azgınlığı sergileyen tâğûtlar, kurdukları meclisler, parlamentolar, kurullar ve komisyonlarla ya Avrupalı öncüleri olan kâfirlerin kafalarından uydurduğu ya da kendi kafalarından uydurdukları safsataları kanun, hüküm ve yasa diye halka dayatmaktalar ve uymayanlara adını “adalet sarayı” koydukları; zulüm saraylarında ceza yağdırarak kendileride kul oldukları halde Allah’ın (c.c.)  kullarına ilâhlık ve rablik taslamaktalar.  Öyle ki bu tâğûtlar, devletlerine eş koşulamayacağını iddia ederek haşa devleti Allah’a (c.c.) denk tutmakta, kendilerini ise mutlak hükümran olarak görmekteler.

Allah’ın (c.c.)  kulları için indirdiği İslâm şeriatını ise yasaklamakta, İslâm’ı isteyen, Allah’ın (c.c.) hükümlerine göre yaşamak isteyen Müslümanları da “terörist” diye nitelemekteler ve her türlü zulmü ve zorbalığı reva görmekteler.  

Maalesef İslâm topraklarında günahın en büyüğü olan tuğyan ve bu günahı alenen işleyen tâğûtlar devletleşmiş, Allah’a (c.c.) karşı azgınlığın sembolü devlet olmuştur. “Ben Müslümanım” diyen milyarı aşkın topluluklar ise bu azgınlık sembolünü kabul etmekte, bu devletleri yönetenleri yönetici kabul edip itaat etmekte ve boyun etmektedirler.  Yani kula kul olmayı meşru görerek Allah’a (c.c.) tâğûtları şirk koşmakta ve Allah’a (c.c.) karşı günahın en büyüğünü hem de “Müslümanım” diyerek devam ettirmektedirler.

Yine günümüz İslâm toplumlarının yaptığı büyük hataların biri de Allah’a (c.c.) imanın gereği gibi olmamasıdır.  Bildiğimiz üzere Allah’a (c.c.) iman; “la ilâhe illallâh Muhammedun Resulullâh” yani “kelime-i tevhid” ile başlar. Önce Allah’tan (c.c.)  başka ilâhlar reddedilir sonra tek ilâh olarak Allah (c.c.) kabul edilir. Allah’ın (c.c.)  ilâhlığı Rasûlullah'ın gösterdiği ve uyguladığı şekilde kabul edilmeli ve uyulmalıdır. Burada şu soruyu sormak gerek: Allah’tan (c.c.)  başka ilâh var mı ki reddetmemiz emrediliyor? Elbette ki Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur. Öyleyse reddetmemiz gereken nedir?

Yukarıda tuğyan ve tâğûtları izah ederken, kendileri de yaratılmış oldukları halde başka insanlara ilahlık, rablik taslayan, Allah’ın (c.c.) dininin hükümlerini, kanunlarını, kulları üzerindeki tasarrufunu tanımayıp kendi hükümranlığını ilan eden azgın tâğûtları izah etmiştik.  İşte bu şekilde ilahlık taslayan tâğûtları ve bir de insanların kendilerine ilah edindikleri, üstün ve yüce görerek ta’zime layık görüp kendilerine itaat edip ta’zimde bulundukları ne varsa bunların hepsini reddetmek. Allah’tan (c.c.) başka ilahlara hayır demek, imanın başlangıcıdır. İlah kavramının sözlük anlamı; hükümde mutlak olarak hükümran olan, hâkimiyet sahibi, kanun koyucu otorite, emir ve yasak belirleyen (haram ve helal). Boyun eğilen, itaat edilen, ibadet edilen, en çok sevilen, en çok korkulan ve en çok değer verilen anlamlarına gelir. İnsanlar, Allah’tan (c.c.) başka bu özellikleri verdikleri ve ilah edindikleri ne varsa onları terk ederek yalnızca Allah’ın (c.c.) ilâhlığını kabul etmedikleri müddetçe iman etmiş olmazlar.

Bir de günümüzde Allah’ın (c.c.) ilâhlığını kabul etmekle beraber başka ilahlara da boyun eğenler vardır ki bunlar hayatlarının bir kısmını yaratıcıları olan Allah’a (c.c.) göre yaşarlar, bir kısmını ise demokrasiye, cumhuriyete göre yaşarlar.  Camide, mescitte ilahları Allah (c.c.) iken iş yerlerinde ve günlük hayatlarında ise ilahları demokratlar veya cumhurdur.  Yani hem Müslümanım hem demokratım, hem Müslümanım hem cumhuriyetçiyim, hem Müslümanım hem laikim derler. İşte bu iki ilah edinmedir. İki ilah edinmek, Allah’a (c.c.) şirk koşmaktır ve iki ilah edinen de müşriktir.  Bu ve benzeri şirk ve unsurlarından kurtulmadan gerçek manada iman sahibi olmak mümkün değildir. Allah’a gereğince iman; ancak Allah’ın (c.c.) istediği gibi olursa geçerlidir aksi takdirde insanların iman ettim demelerinin hiçbir ehemmiyeti yoktur.

Allah’a (c.c.), O’nun istediği gibi iman etmemek günümüz İslâm coğrafyasında yaşayan ve kendilerine Müslümanım diyen halkların en büyük hatalarıdır.  Bu nedenle bu hatadan kurtulmak için insanların bir an evvel Allah’ın (c.c.) kitabı Kur’an’a ve Resûlullah'ın sünnetine dönerek gerçek imanın ne olduğunu en doğru kaynaktan öğrenmeli, Allah’a (c.c.), Allah’ın (c.c.) istediği gibi iman etmelidirler. Aksi takdirde ne bu dünyada ne de ahirette kurtuluş mümkün değildir.

Eğer bir toplumda tevhidî iman yoksa ve bunun neticesi olarak şirk ve tuğyan meşru görülür hale gelmişse, o toplumun diğer günahlarını göz önünde bulundurmak pek de önemli değil. Buna rağmen belki gerçeği insanların görmesine vesile olur umuduyla kebâirden olan günahları da vurgulamanın faydası olacağı kanaatindeyiz.

Misal içki, kumar, faiz, hırsızlık, fuhuş (zina) gibi Allah’ın (c.c.) mutlak olarak haram kıldığı haramlar, toplumları temelden çatıya kadar saran ve ifsat eden, bozan günahlar. İçki, artık devletler eliyle hatta devletlerin tekelinde üretilmekte, başkası ürettiği zaman “kaçak içki” diye tepelerine çöküp devletlerin kendisinden başkasının üretmesine veya kendilerine haraç vermeden üretilmesine bile izin verilmemektedir. Devlet eliyle serbestleştirilmiş ve devlet eliyle korunması sağlanarak meşrulaştırılmıştır.

Yine kumar; adına “milli” konularak devletler eliyle oynatılmakta ve devlet korumasında, Allah (c.c.) haram kıldığı da hiç hesaba katılmadan hem de “ben Müslümanım” diyen topluluklarda günübirlik olarak sürekli işlenmektedir. Yine faiz; toplumları ekonomik olarak çökerten, Allah (c.c.) ve Resûl’ünün savaş aştığı bir günah olduğu halde, sözüm ona Müslüman devletler tarafından alabildiğine işlenmekte, “faizsiz ekonomi olmaz “diyerek tefecilik meşrulaştırılmaktadır.

Yine hırsızlık; belki insanlık tarihinde altın çağını yaşamaktadır desek hata etmiş olmayız. Bir toplumda gündelik emeğiyle çalışan bir işçinin aldığı maaşla yöneticilerin aldığı maaş arasında beş ya da on kat fark varsa işte bu hırsızlığın resmileşmesi ve hırsızlığın resmidir. Bugün, sözde İslâm devletlerinde halktan toplanan vergi çeşidinin sayısını ve türünü vergi memurları bile tam olarak bilmiyorsa ve her bahaneyle halka ceza kesilip bu da icra yoluyla zorla tahsil ediliyorsa işte bu hırsızlığın devletleşmesidir.

Yine zina; yani fuhuş artık şeytana bile ihtiyaç kalmayacak derecede yaygınlaşmıştır. Genelevlerin kapısına bayrak çekilip, polis korumasıyla icra edilmektedir. Turizm sektörü adı altında İslâm coğrafyasının bütün sahilleri açık hava genelevlerine dönüştürülmüş. Müslüman devletler olduğunu iddia eden yöneticiler de bununla övünmekteler. Bir taraftan “ben Müslümanım” diyen kadınlar, kızlar ise adeta çırılçıplak giyinerek birbirleriyle yarışırcasına vücutlarının üçte ikisini veya üçte birini açmaktadırlar. Kapalı olan bölümlerinde ise vücutlarının bütün hatlarını dışarıya belli edecek kadar dar giyinmektedirler. Sanki boya giyinmiş gibi sokaklarda, podyuma çıkmışçasına bütün süslerini ve ziynetlerini sokaklarda sergilemektedirler. Bu halleriyle hem kendilerini hem de kendilerini gören erkekleri zinaya yaklaştırmakta ve zinaya davet eder bir halde sokaklarımızı doldurmaktalar. Eğer biri kalkıp da: “Kadınlar, kızlar bu haliniz Allah’a (c.c.), isyandır! Bu haliniz fuhşa davettir, bu haramdan vazgeçin” dese kadınların özgürlüğü kısıtlanıyor diye hemen devlet devreye girer, kadınların özgürlüğünü sağlar, uyaranları da terörist diye hapseder veya böylece sözde adaleti sağlamış olur, böylece zina sözde devletlerin korunmasında alabildiğine sürdürülür. Diğer taraftan LGBT diye adlandırılan halk arasında “ibnelik” diye bilinen erkek erkeğe ya da kadın kadına cima ve ilişki son zamanlarda iyice yaygınlaşmış. Lut’un (a.s.) kavminin helak edilmesine sebep olan bu günah, özgürlük adı altında sözde devletlerin korumasında devam ettirilmektedir. Öyle ki: iki-üç Müslüman çıkıp da: “Ben Allah’ın (c.c.) dini İslâm şeriatını istiyorum” dese terörist diye hapsedilir ama ibneler çıkıp pankart açıp gösteri yaparlarsa bu özgürlüktür ve bu özgürlüğü de sağlayan Müslüman olduğunu iddia eden devletler ve yöneticilerdir.

Yine israf; hayret ettirecek derecede, bu kadar da olur mu dedirtecek şekilde sergilenmektedir. Örneğin, Katar Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmak için üç yüz milyar dolar harcıyor, diğer taraftan Dünya Sağlık Örgütü dünyadaki açlığı gidermek için yılda bir milyar dolar yeterli diye açıklama yapıyor yani üç yüz yıl boyunca dünyada açlığı ortadan kaldıracak olan bir para bir ayda Müslüman olduğunu iddia eden bir devlet tarafından çöpe atılıyor, israf ediliyor.

Diğer taraftan İslâm coğrafyasındaki sözde devletçiklerin, özel gün ve gece diye, milli bayram diye, merasim diye, seçim diye hiç kimseye hiçbir faydası olmayan öyle anlamsız uygulamaları var ki harcanan paralar dudak uçuklatacak miktarda… Bu topraklarda yaşayan bütün insanları zengin etmeye yetecek kadar yüksek meblağlar maalesef israf edilmektedir.

Bunca şirkin, isyanın, günahın alenen ve günübirlik hem de meşru görülerek işlendiği topluluklarda uyarıcı konumunda olması gereken âlimler, din adamları, imamlar, profesörler, hocalar, şeyhler, cemaat ve kanaat önderleri ise toplumları uyarmak bir tarafa adeta azgınlıklarına çanak tutarcasına bir tavır ve tutum içerisindeler. Bir taraftan tevhidi, Allah’ın (c.c.) istediği gibi O’na iman etmeyi; şirkten, tuğyandan, isyandan uzak durmayı Allah’ın (c.c.) kitabında bildirdiği gibi anlatmaz ve uyarmazlar. Bu halleriyle hakkı gizleyen dilsiz şeytanlar damgasını hak ederler. Diğer taraftan öncelikli olmayan meselelerle, hatta kandil kutlaması, mevlid, türbe ziyareti ve tarikat adı altında bid’at ve hurafe olan nice uygulamalarla halkı oyalayarak, dinde olmayan şeyleri dindenmiş gibi göstererek yani Allah’ın (c.c.) adını kullanarak insanları Allah’ın (c.c.) yolundan saptıran delalet önderleri damgasını üstlenirler.  Bunlar hakkı gizlemeye gelince dilsiz şeytan, haktan saptırmaya gelince ise çatal dilli iki ayaklı şeytanlara dönüşürler. İnsanların Allah’a (c.c.) ibadet için toplandığı mescitlerde bile cemaati mevcut yöneticilere ve küfür yönetimlerine, küfür sistemlerine bağlı kalmaya, itaat etmeye Allah’ın (c.c.) hükmü yerine kulların hükümlerine tâbi olmaya davet eder ve böylece bâtıl sistemleri ve tâğût olan yöneticileri halkın gözünde meşrulaştırır, halkı kula kul olmaya çağırırlar.  Bütün bunları da elde edecekleri üç kuruşluk dünyalık menfaat olan makam-mevki, şan-şöhret, maaş ve emeklilik uğruna ya da tâğûtlardan korktukları için yaparlar. Ya da kalplerinde azılı derecede İslâm düşmanlığı vardır fakat halkı kandırmak için Müslüman gözüken münafıklar olduklarından yaparlar.

Görüldüğü gibi balık baştan kokmuştur, gerisine bakmaya bile gerek kalmamıştır.

İslâm topraklarında ve Müslüman olduğunu iddia eden toplumlarda bu kadar tuğyan ve isyan yaygınlaşmış iken, gerçek iman sahibi tevhid ehli müminler de Allah’ın (c.c.) emri olan iyiliği emretmeyi ve kötülüğü yasaklamayı terk etmiş durumdalar. Toprakları işgal edilmiş, dinleri İslâm yeryüzünde yürürlükten kaldırılmış, Allah’ın (c.c.)  hükmü yerine azgın tâğûtların hükümranlığı tesis edilmiş, hem bütün bunlara karşı Allah’ın (c.c.) cihad emri gereği zulmü, küfrü, tuğyanı ve bâtılı ortadan kaldırıp onun yerine İslâm’ı hâkim kılmak için savaşmakla emrolunmuş mü’minler ise sanki üzerlerine ölü toprağı serpilmiş ve bütün bunlardan habersizmiş gibi bir hayat sürmektedirler. Burada hatırlatayım ki; Allah’ın (c.c.) yasakladıklarını yapmak haram olduğu gibi emrettiklerini yapmamak da haramdır. Kısacası en iyilerimizin bile bu yönüyle haram üzere bir hayat sürdüğü bu toplumda, başımıza hangi musibet gelirse gelsin bunları hak etmişiz demektir.

İşte başımıza gelen felaketlerin, afetlerin, sellerin, yangınların, depremlerin, işgallerin, katliamların, zulümlerin, zorbalığın temel sebebi; ellerimizle işlediğimiz günahlarımızdır.  Rabbimizin kitabında bize bildirdiği helak edilen kavimler vardır. Şu an bu kavimlerin helak sebebi olan günahların hepsi bir arada günübirlik hem de meşru görülerek hem de Müslüman olduğunu iddia eden topluluklar tarafından ve devletin korumasında işlenmektedir.  Buna rağmen Rabbimiz es-Sabûr sıfatıyla tecelli etmekte ve bizleri günahlarımız sebebiyle topluca helak etmemektedir.  Bu yüzden Rabbimize günü birlik şükretmemiz gerekir. Başımıza taş yağdırmasını hak ettiğimiz halde Rabbimiz sabrediyor ve bizi topluca helak etmiyor. Ancak kısmî afetler, belalar, musibetler ve zorluklarla bizim aklımızı başımıza almamız için tövbe edip isyandan vazgeçmemiz veya yaratanımıza yönelmemiz için bizi uyarıyor.  Belki günahlarımızdan döneriz diye. Ama bizler öyle bir hale gelmişiz ki, kalplerimiz öylesine katılaşmış ki, Rabbimizin belki tövbe ederler diye attığı şefkat tokadını bile “doğal afet”, “fay kırıldı”, “bunlar normal şeyler”, “iklim değişikliği var dolayısıyla sellerin olması normaldir”, “yangınlar ormanlar için lazımdır”, “yok … şu tedbiri almadık”, “yok … böyle etmedik” gibi safsatalar geliştirilerek hakikati gözümüze girdiği halde görmemekte inat ediyoruz. Sanki faylar, seller, yangınlar ya da İslâm coğrafyasındaki işgaller Rabbimiz Allah’tan (c.c.) habersiz oluyormuş.  Haşa, Allah’ın (c.c.) bu olanlardan haberi yokmuş gibi bir anlayış maalesef hem de İslâm toplumlarının öncüleri olan insanların ağızlarında dolanıp duruyor.  Bilin ki ey insanlar! Bir yaprak bile Allah’tan (c.c.)  habersiz dalından sararıp düşmez. Allah (c.c.) dilemeden, takdir etmeden, yaratmadan hiçbir şey gerçekleşmez. O yarattığı hiçbir varlığı başıboş bırakmamıştır ve yarattığı tüm varlıklardan her an haberdardır. Her varlık O’nun emriyle ve yaratmasıyla var olur ve O’nun yok etmesiyle yok olur.  Çünkü O, her şeyi bilen ve her şeye güç yetirendir.  Hal böyleyken sizler hâlâ akıl etmeyecek misiniz? Hâlâ Rabbinizden gelen uyarılara kulak vermeyecek misiniz? Ve hâlâ Allah’ın (c.c.) kitabına ve Rasûlüne dönerek hem bu dünyada helaktan hem de ahirette ebedî hüsrandan kurtulmak için tevbe edip iman etmeyecek misiniz?  “Size isabet eden her musibet, ellerinizin kazandığı sebebiyledir. Birçoğunu da affederiz.” (Şûrâ, 30)

Rabbimizden tevhid üzere imanı, iman üzere vahdeti, vahdet üzere de kıyamı nasip ederek dünya ve ahiret saadetine bizleri ulaştırması temennisi ve duası ile! Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Davamızın başı ve sonu âlemlerin Rabbi Allah’a (c.c.) hamd etmektir!

                      MÜSLÜMANLAR İÇİN TARİH!

      أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم   

Sevgili kardeşlerim, değerli Müslümanlar! Bugün sizlerle önemli bir konu olan tarih konusunun üzerinde duracağız. Tabi bu tarih konumuzun kaynakları: Kur’an’ı Kerim ve Rasulullah'ın hadisleri ile ondan sonra insanların bizlere bildirdiği kaynaklar olacaktır. Şüphesiz ki kendi tarihini en başta bilmeyen, tarihten ders almamış ya da yanlış bir tarih bilgisinde olan bir insan kendi geleceğini inşa edemez. Hayatını, geleceğini ve şu anki durumunu anlamakta zorluk çeker. O yüzdendir ki sevgili kardeşlerim, Kur’an’ı Kerim’in dörtte üçü tarihtir. İnsanlara geçmiş ümmetlerin yaptığı hataları yapmamaları, o zamanki salih insanların ve peygamberlerin yolundan gitmeleri gerektiğini sıkça hatırlatır. Günümüz insanlarının en çok ihtiyacı olan şeylerden biri de hakikattir. Çünkü insanların büyük bir çoğunluğu hüsrandadır. Kendi geçmişlerinden de geleceklerinden de habersiz, olasılıklarla var olduklarını ve ölünce bir hayvan gibi toprak olacaklarını sanırlar. Halbuki İslam'da tesadüf diye bir kavram yoktur. Yaratılanların bir hikmeti ve amacı vardır. Ancak Allah'ın bildirdiği gibi insan oğlu zalim ve cahildir. Ahzab sûresinin 72. ayetinde “Ancak Allah onlara bilmeleri gerekenleri Kur’an’ı Kerim ve peygamberleri aracılığıyla öğretmiştir.” diye bildirilir. İnsanların okullarda, konferanslarda, medyada, toplantılarda anlattıkları ve dile getirdikleri tarih tamamen gerçeklerden uzak, olaylara sadece subjektif bakılarak ilerletilen, yaratıcının olmayışı ve düzen dedikleri kendi kendine var olmuş bir fikir üzerinden tarihi öğrendiklerini görüyoruz ve bu öğrenilen yanlış tarih bilgisinden dolayı insanların hüsranı kat ve kat artmaktadır. Sonuçta geçmişinin bir maymun olduğunu zanneden, gelecekte de toprak olarak kalacağını düşünen, her şeyin tesadüfen oluştuğunu zanneden bir insanın geleceği nasıl parlak olabilir ya da böyle zanneden insanlığın gidişatı uçurumdan başka ne olabilir? Konumuza açıklık getirmeden önce biz, Müslümanlar olarak Allah tarafından bize öğretilen tarihi bir gözden geçirelim ve olayların aslını bildikten sonra durum değerlendirmesi yapalım. Kur’an’ı Kerim’de Allah, yer ve gök’ün bir olduğunu sonra onları ayırıp dünya ve içindekileri altı günde (zamanda) yarattığını açıklar. Bu altı gün eğer Allah'ın zikrettiği kendi katındaki bir günün dünyada binyıl geçmesi gibi ise bu altı gün aslında altı bin yıldır. Bu uzun zaman dilimi olsa bile evrim teorisini destekleyenlerin her şeyin milyonlarca yıl içinde oldu demelerine tamamen zıttır ve asıl olan Kur’an’dır. Sonra Allah oraya halife olması için Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı yarattı. Onların kıssasını genel olarak bilindiği için burada zikretmeyeceğiz. Ancak eminiz ki insanların çoğu ilk insanı elinde mızrak, üstünde deriyle avcılık ve toplayıcılık yaptığını zanneder. Allah ise Hz. Ademe bütün isimleri öğretmiştir ve Hz. Adem cenneti görmüş bir insandır. Böyle bir insanın korkak, etrafından habersiz ve ilkel bir yaşama şekli olduğunu zannetmek çok saçma. Hz. Adem’in bin yıl yaşadığı ve boyunun 60 arşın yani 30 metre civarı olduğuyla alakalı hadisler mevcuttur. İnsanlar günümüz bilgilerine bakarak bu hadisleri başka şeylerle yorumlamaya çalışsalar da yaptıkları doğru değildir. Çünkü günümüz bilgilerine göre de dev hayvan, insan ve yapılar bulunmuş ancak bunların üzeri kapatılmaya çalışılmıştır. Hatta Amerika kıtasında çok fazla büyük boyutlarda insan kemik ve fosilleri bulunduğu halde bu keşiflerinde üstü kapatılmıştır. Müslümanlar için bu imkânsız bir durum değildir. Zira Allah en büyük sanatçı ve övgüye en layık olandır. O’nun yaratmasının bir sınırı yoktur. Zira o eski zamanlarda 30 metrelik bir insanın yanında ünlü megalodon köpek balığı yaşasaydı boyu en fazla 60 metre olacaktı ki, Hz. Adem’den sadece 2 kat büyük. Günümüzde klasik bir köpek balığı boyutunda olacaktı. Köpek balıklarının geneli insanın 2 ya da 3 katıdır. Aynı örnekle eğer titanı boğa dedikleri 12 metrelik bir yılan aslında Hz. Adem’e göre normal bir yılan boyutunda olacaktı. Dinazorların en büyük boylusu 25 metreydi. Yine 30 metrelik bir insan için bu sıradan bir hayvan boyutu. Yani bilimin insan yaşayamaz dediği çağda aslında insan gayet normal ve rahat yaşayabilir, bir durumdaydı. İşte başta Kur’an’ı Kerim’in ve Resulullah'ın (s.a.s.) hadislerinden gidersek ortaya güzel ve hikmetli şeyler çıkar, ancak zan üzerinden gidersek maymun ve karanlık bir çağın içinden çıkamayız. Hz. Adem’in bin yıl yaşaması olayına kısa bir değinecek olursak, insanın gelişen olaylardan dolayı ortalama ömrünün kısaldığı doğrudur. Her ne kadar insan bin yılda yaşasa Allah'ın katında o sadece bir gün yaşamış oluyor, yani yine Allah'ın bildirdiğinin ötesine geçmiyor. O yüzden insan dirilince ne kadar gün dünyada kaldın denilince o bir gün veya bir günün bir bölümü der. O yüzdendir ki günümüzde 70 ile 80 yıl yaşayanlar aslında günün sadece belirli bir bölümü kadar yaşarlar. Hz. Âdem aleyhisselam'ın yaşadığı devirle ilgili neredeyse detaylı hiçbir bilgi yok. Bilimin söyledikleri ise zaten hakikate tamamen zıt. Nitekim Allah bizden öncekilere daha fazla nimet verdiğini Kur’an’da sıkça dile getirir. Örnek olarak Hz. Nuh gemi yaparken insanlar ‘Denizi olmayan buraya gemi mi yapılır?’ diye dalga geçerlerdi. Burada şöyle bir detay var. Nuh tufanı olayı bizim kesin bilmediğimiz çok uzun yıllar önceyken, insanlar gemilerin ne olduğunu nereden biliyordu? Anlaşılan Hz. Nuh ilk gemi yapan değildi. Tarihe göre ise M.Ö 4000 yılında yani 6 bin yıl önce gemi yapılmıştı. Yine anlaşılan Kur’an’ın bildirdiği tarihle insanların zanları arasında dağlar kadar fark vardı. Ancak biz onların zanlarına değil Kur’an’ı Kerim’in bildirdiğine iman ettik. O yüzden insanların hepsi karşı çıksa da biz yine Kur’an’ı Kerim’in tarafında oluruz. O yüzdendir ki tarih, insanları bildirdiğinin aksine gizemli anormal ve garip ilerlemiştir. O yüzden Hz. Adem’in kendi zamanında tam olarak neler yaptığını bilemesekte Hz. Adem’in kim olduğunu ve yaratıcısını bilmemiz bizi sürekli bir adım öne götürecek. Çünkü geçmişimizin rezil ve ilkel olmadığını aslında asil ve kudretli olduğunu bilmek bizi motivasyon olarak kat kat diğer insanlardan öne geçirecektir. Sevgili Müslümanlar günümüzde insanların anlattıkları tarih tamamen batının görüşlerini ele alarak subjektif zan ve olasılıklarla dolu bir tarihtir. Günümüzde bilgi çağında değil bilgi kirliliği çağında yaşıyoruz ve her yerden yanlış bilgiler akıyor. İnsanlar koskoca yalanlara inanabilecek kadar çok manipüle edildiler. Amerika'nın güçlü olduğu manipülesi Afganistan'la, evrimin var oluşu ve dinlerin sonradan ortaya çıkışı göbekli tepe ve dev insan kemiklerinin keşfiyle, bir yaratıcının olmayışı ise Kur’an’ı Kerim’le çürütülse de insanlar bunlara aldırış etmemekte ve bildiklerini okumaktadırlar. İnsanlar Kur’an’ın bildirdiklerine inanmıyorlar. Halbuki Kur’an’ı Kerim onların bildiklerinin ötesinde gelecekteki bilgilerden bile haber veren, günümüzün ihtiyacı ve ötesinde de bir kitaptır. Bunu Kur’an’daki şu bilgilere bakarak pekiştirelim. İnsan uzayda zamanın farklı akmasını yeni keşfetmişken Allah zaten insana kendi katındaki zamanla dünyadaki zamanın aynı olmadığını bin dört yüz sene önce Kur’an’la bildirdi. Dünyanın kendi etrafında dönüşünü, dağların yürümesiyle aslında yerinde ilerlediğini insanların anlayabileceği şekilde Kur’an’da açıkladı. Gökteki gezegen, yıldız, ay ve güneşin yörüngeleri olduğunu “Özenle oluşturulmuş yollara sahip göğe andolsun.” (Zariyat: 7) Ayetiyle bizlere açıkladı. İnsanların ancak büyük bir kuvvetle gök yüzünden çıkabileceklerini Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç olmadıkça geçemezsiniz.” Ayette insanın göğe çıkabileceğini, sınırlarından kasıt ozon tabakasının varolduğunu, ancak bunların ötesine geçemeyeceğimizi söylüyor. Zaten bırakın geçmeyi insanlar daha uzayın sadece görünen kısmındalar. Anlayacağınız Müslümanlar Kur’an’ı Kerim’deki bu ayetler bin dört yüz sene sonra yaşayacak insanlara hitap etmektedir. İnsanların keşiflerinden önce Müslümanlar zaten bunların bilgisindeydiler. Atomun varlığını zaten bağdatlı bir alim keşfetmişti. Kur’an’da da en küçük zerreye kadar yarattık ifadesi atomun varlığına işaretti. Bu bizim çağımızda Kur’an’dan anlayabildiklerimiz, peki bizden sonrakiler… Bunu bir misal olarak veriyoruz. Örnek olarak 2642 yılında ye’cüc ve me’cüc, Allah'ın bildirdiği gibi yerin altından çıksa bu ayeti biz mi daha iyi anlardık yoksa o gün ye’cüc ve me’cücü görenler mi? Ondan sonra misal olarak 3219 yılında dabbe çıkıp kim Müslüman kim kafir diye ayırt ederken bu Kur’an tâ 3219 yılında yaşayanlara hitap etmiş olmayacak mı? Evet bunlar gerçeklerden uzak ve olmayacakmış gibi geliyor ama Allah'ın va’di haktır. Tarihi insanlar şekillendiremez. Yerin ve göğün sırlarını insanlar bilemez. İnsanların zaten görevleri yükselip bu sırları çözmek değil. Asıl görevleri kulluk, ibadet etmek, iyi şeylerle uğraşmak, salihlerden olabilmek, hatalarından dönmek. Bilinmeyeni taşlamak yerine Kur’an ilminden faydalanıp imanımızı arttırmak varken niçin batının uyduruğu ilimden ve bilimsel verilerden, tarihten bağımsız hatalı görüşleri savunalım? Allah’a güvenmek var iken, neden biz bir batı manipülesine uyalım ki? Tarihi en iyi Kur’an’ı Kerim açıklar. Kur’an’ı Kerim’de yanlış bir bilgi yoktur ve insanların elinde onun gibi bir kitapta yok. Ancak insanlar ve Müslümanlar dahil olmak üzere insanlar Kur’an’ı Kerim’in bildirdiklerini anlayamıyor, kavrayamıyor. Sıkıntı Kur’an’da değil, Kur’an akıl sahipleri için inmiştir. İnsan, Kur’an’ı bir masal kitabı olarak görürse anlattıklarının geçek olduğunu nasıl anlar? Ya da bir Müslüman, Kur’an’ı sadece arapça okursa, okuyup anlayamadığı şeyi hayatına nasıl geçirip hakikatten nasıl haberdar olabilir? Tarihi günümüz bilimiyle okumaya çalışan insan yanlış yoldadır ve hakikati bulamaz ama tarihi Kur’an’ın izinde okuyan insan hakikati bulur ve aslında bilgisizliğinin ve acziyetinin farkına varıp, Allaha yönelir. Çünkü bu bilinmezliğe tek ışık tutabilen, Allah'ın bildirdikleridir. Bu karanlık çağda yaşan insanlara… Dertler, problemler, ahlaki yoksunluklar, hüsran ve bilgi kirliliği olan bu buz devrine... Sadece Kur’an’ı Kerim baharı ve aydınlığı getirebilir. Okuma zahmetinde bulunduğunuz için teşekkür ediyoruz ve İnşaallah tüm Müslümanlarla cennette buluşmanın temennisiyle yolumuza devam ediyoruz. Allah bizleri hak yoldan saptırmasın. Es-selâmu aleykum

Esselamu aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşlerim!

Değerli Müslümanlar! Allah’ın izniyle bugün sizlere bir soru sorarak konumuza başlamak istiyorum. Sizlere dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ordusu hangi ordudur, desem sizin cevabınız ne olurdu. Her yere korku salmış kendi ülkesini uzaylılardan bile koruyabileceğini iddia eden Amerika mı? Yoksa yaşadığınız yeri çok rahat bir şekilde bombalayabilecek silahları olan Rusya mı? Milyon sayısına ulaşmış ordusuyla Çin mi? Ya da eskiden Cengiz han, İskender, Napolyon, Timur vb kişiler mi en güçlü orduları barındırıyor. Şunu da belirtelim ki sayın kardeşlerim anlatacağım kişiler bu bahsettiklerimizden hiçbiri değildir. Şu bir gerçektir ki, bu dünya da gelmiş geçmiş en güçlü ordu Hz. Süleyman aleyhiselam’ın ordusudur. Hz. Süleyman’ın cinleri, insanları, hayvanları kapsayan bir ordusu vardı. Rüzgara hükmedebiliyor, hayvanların dilinden anlıyor ve etrafında bu kadar çeşitli nimetler sayesinde bizim günümüz teknolojisinin henüz ulaşamadığı bilgiler Hz. Süleyman’ın elindeydi. Camdan saraylar emri altında işçilik yapıp heykeller binalar yapan, dalgıçlık yapan cinleri vardı. Hayvanlar sayesinde dilediği bölgelerden haberler alabiliyordu. Bütün bu nimetler Kur’an’ı kerimde sâd suresi 35. ayette geçen Hz. Süleyman’ın duasının kabul edilmesiyle mucize olarak verilmiştir. Ayetin mealinde: Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet.

Şüphesiz sen çok bahşedicisin. Bu yüzden Hz. Süleyman’a verilen mülk dünyada başka hiçbir hükümdara ya da topluluğa verilmeyecekti. Ama Müslümanlardan bir ordu bir topluluk var ki onlar fakirdi. Bazen yiyecek-içecek bir şey bulamazlardı. Silahları azdı. Güçlü, sağlam ve büyük silahları yoktu. Sayıları da azdı, çok büyük bir orduları yoktu. Onlar güçlü bir ırka da mensub değildiler. Lakin tüm bu yokluğa rağmen Denizin dalgaları gibi olan orduları yendiler. Tüm insanlık onların karşısındaydı. Fillerle zırhlı, teşhizatlı güçlü kale ve şehirlere sahip olan devletler karşılarında çaresiz kaldı. O devletlerin hepsinde Hazineler, servetler, zenginlikler vardı. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, Amerika’yı Rusya’yı, Çin’i yendi desek muhtemelen sadece bu düşüncenin hayal olduğunu ve imkansız olduğunu söylerler ama onların zamanında böyle bir durum mümkün olmuştu. İşte o ordu Rasulullah’ın ashabıydı. Gerçekten de insanı düşündürüyor. Acaba dünyada gelmiş geçmiş en güçlü mülke sahip bir ordunun tüm dünyayı ele geçirebilmesi mi daha başarılı yoksa bir avuç insanın tüm dünyayı, karşısında aciz bırakması mı? Öyle ki zengin değiller, sayıca üstün değiller, Ad kavmi gibi dağları oyacak bir güce de sahip değiller. Nasıl peki Persler, Rumlar, Araplar hatta Türkler bile bu orduyu durdurmaktan aciz kalmışlar? Allah’a inanmayan, mantıksal boyuttan bakmak isteyen biri bu işin içinden çıkamaz, tesadüfen olmuş ya da işte o Arapların şöyle böyle strateji üstünlüğü vardı, yok diğer devletler kötüye gidiyordu, birbirleriyle savaşırken çöküş dönemindelerdi vb. bahanelerle bütün bilim adamlarının yaptığı gibi konunun aslını örtmeye çalışırdı. Ama bahsettiği konularla da alakası yok. Üç bin kişinin karşısına gelmiş, iki yüz bin kişi ama bakın ki Müslümanlardan on iki kişi ölmüş, kafirlerin ki sayılamayacak kadar fazla… Savaşın sonucunda Müslümanlar sayı azlığı dolayısıyla geri çekilmiş kafirlerde ellerinden bir şey gelmediği için kalelerine saklanmışlar. İki günlük savaşta o kadar az Müslümandan nasıl sadece 12 kişi şehit olmuş. Mantığın tıkandığı yer… Bugün iman etmiş bir Müslümanın böyle şeylere inanması zor olmamalı hatta sorana cevabı direk kendisinin vermesi lazım. Allah Rasul’ünün ashabına maddi yönden bakarsak, genelini fakirlerin ve yoksulların oluşturduğunu anlarız Ama onların peygamberi Muhammed (s.a.v.) idi. Bununla beraber onların Kur’an’ı Kerim’in ayetlerine geçecek kadar faziletli amelleri vardı.

Müslümanlar! O sahabelerin imanları vardı. Öyle bir iman ki yüzme bilmediği halde bir nehre dalacak kadar, kum taneleri gibi ordularla savaşacak kadar. Akıl almaz işkencelere maruz kalsalar da “Ehadun Ehad” diyebilecek kadar. Evinde tek kişilik yemeği çocuklarına vermek yerine evine gelen aç Müslüman kardeşine verecek kadar imanlı ve samimi. Bahsettiğimiz şeyler dile kolay gelen ama yapılması çok zor olan ameller. Müslüman olmayan İnsanlara, onların yaşamını anlatınca sanki bir masal gibi diyorlar. Çünkü onlara göre böyle olaylar sadece masallarda olur. İnsanların dışladıkları, bastırdıkları, taşlayıp alay ettikleri bir grup nasıl oldu da tüm Arap kıtasına yayıldı. Müslümanlar! Dünyanın en güçlü ordusu olup olmadıklarını söyleyemeyiz. Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı var. Ama bahsetmiş olduğumuz Rasulullah’ın ashabı tüm Müslümanların öncüleridir. Kardeşlik, güzel ahlak, mertlik, cesaret, fedakarlık, merhamet, takva. Rasulullah s.a.s.’den sonra bizim en çok örnek aldığımız grup sahabelerdir. Biz, Hristiyanları ya da Yahudileri örnek almayız. Çünkü hepsi sapıtmışlardır. Kendi kitaplarını değiştirdiler, kendi peygamberlerini öldürdüler, kendi rahiplerini ve kendi hahamlarını ilah edindiler. Ama Rasulullah’ın döneminde sahabeler böyle yapmadı. Bir sahabenin bedir savaşından önce bir konuşması var. Sahabe: “Ya Rasulullah! Sen, bizim bir nehre dalmamızı istesen biz hiç düşünmeden seninle o denize dalarız.” Bunu demesinin nedeni kendisi ensardan yani Medineli. Medineliler genel olarak yüzme bilmezler hatta hiç bilmezler desek daha doğru. Çölün ortasında doğup büyümüşler. Ticareti de fazla yapan yok. Hayvancılık ve tarımla uğraşıyorlar. Ve böyle bir olayda vuku buldu. Rasulullah’ın vefatından sonra bir komutan aktif şekilde akan bir nehrin geçilmesi için nehre tüm Müslümanları emri ile daldırdı ama boğazlarına kadar su gelse de nehri kayıpsız sakince geçmeyi başardılar. Bir insana bu sahabenin sözünden ve bu olaydan bahsettim. O, bana dedi ki “Ama bu delilik yani bu cesaret değil, delilik” dedi. Delilik gibi gelebilir. Sahabelerin imanı gibi bir imana sahip değil ki, o insan, sahabelerin yaptıklarını anlayabilsin ya da biz o kadar imana sahip miyiz ki, onların bu kadar fethi nasıl yaptıklarını anlayabilelim. Aslında cevabı çok zor değil.

Müslümanlar! Biz, her şeyin yaratıcısı, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a inanmıyor muyuz? O’nun bir şeye ol deyince olmuyor mu? Bakın söylediklerimizi gayri müslimler, imanı zayıf insanlar, cahiller anlamaz. Allah en büyük güç, kudret sahibi elçisi için bütün kafirleri suda boğmadı mı? Bir  salih kulun “Keşke bizim içinde bulunduğumuz nimetleri bilselerdi” dileği Kur’an’ı Kerim’de geçmiyor mu? Allah 5 ile 6 kişilik salih kulları için zaman algısını değiştirip, onları İslam’ın yaşandığı bir devre getirmedi mi? Aynısını son elçi olan Rasul’ünün ordusu için yapamaz mı? Allah’ın yardımı iman edenlerin üzerine değil mi? Allah sizden 100 kişi 200 kişiyi yenebilir buyurmuyor mu? Allah üstünlüğün takvada olduğunu, kendisi için iyi, salih ve saflar halinde birbirine kenetlenmiş bir şekilde savaşan kullarını sevdiğini belirtiyor. Burada bu, şu suredeki şu ayettir, demeyeceğim. Çünkü Kur’an’ı Kerim’i hepimiz okuduk. Allah’ın emirlerini sürekli olarak birbirimize hatırlatıyoruz ama hatırlamadıklarımızda oluyor. Bugün bütün Müslümanlar, İslamî bir devletin hayalini kuruyor. İnsanların akın akın İslam’a gireceklerinin hayalini kuruyorlar. Müslümanlar! az önce belirttiğimiz gibi mesele güç, kuvvet, zenginlik, kalabalık soy meselesi değil, mesele iman meselesi, mesele yürek meselesi. Bugün biz, Müslümanlar! Sizce imanı kuvvetli, hatta daha ileri giderek imanı tam insanlar mıyız? Az önce belirttiğimiz ayete ters düşüyoruz. Müslümanların birbirine kenetlenerek savaşmalarını Allah seviyor ama bugün bırakın savaşmayı Müslümanlar tek tek dağılmış durumdalar. Hepsi farklı dünyayı yaşıyor. Sürekli Müslümanların ayrılma ve cemaatleşme haberleri geliyor. Dünyalık şeyler yüzünden ümmetin geleceğini tehlikeye atıyoruz. Müslümanlar, sizce yeteri kadar mücadele ediyorlar mı? Piknikten, sohbetten, muhabbetten öteye geçemiyoruz.

Allah Rasulu kaç yıl gizli davet yaptı, kaç yıl savaşmadan durdu, kaç yılda peygamberlik dönemini bitirdi? Bugün Müslümanlar 100 yıldır uyuyor. Geçen 2023’e girdik ve 100 yıl tamamlanmış oldu. 100 yıldır uykudayız ve başımızdaki kafirler, belli etmeden bizi uykumuzda zehirliyor. Bütün bu durumların sebebi de bizim Müslümanların imanının zayıf olması. Bırakın savaşmayı, Müslümanlarda kardeşiyle barışacak kadar iman yok. Allah uğrunda kan dökecek imanı bırakın cebindeki 10 liradan 1 lirasını vermeyen Müslümanlar var. Bırakın gece namazını, namazı cumadan cumaya sanan var. Müslümanım dedikten sonra, atam diye puta saygı duran var. Müslümanım deyip kendi için düşündüğünü bir başka kardeşi için düşünmeyen var. Müslümanlar! Bu bahsettiklerim o , bu, şu, onlar değil, biziz. Bizleriz. Bugün bir kardeşimizle ayrışıyorsak, isteseniz de istemeseniz de kendinizden bir parçayı bırakmış oluyorsunuz. Bugün bir Müslümana iyilik yapmak kendinize iyilik yapmakla aynı. Bugün Allah rızası için bir şeyler yaptığınızda bundan ilk faydalanacak kişi, siz olursunuz. Sahabeler, Allah rızası için sevmedikleri, insanları sevdiler, birbirlerine sevgi ve muhabbetle yaklaştılar. Gerektiği zaman aç kaldılar, gerektiği zaman kanlarını ve canlarını verdiler. Allah, bakara suresinin 214. ayetinde “Sizden öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden önce cennete girebileceğinizi mi sandınız?” Buyurmuyor mu? Peki, biz şunu söyleyebilir miyiz? Biz, bizlerden önceki ümmetlerin yaptığı gibi yapmadan, cennete girebileceğimizi düşünebilir miyiz? Onlar gibi mücadele etmeden, fedakarlık yapmadan, bedel ödemeden, onlar gibi çalışmadan, onlar gibi iman etmeden nasıl cennete gireceğiz? Allah, onların hayatından bize dersler vermek için Kur’an’ı Kerim’i o müminlerin kıssasıyla doldurmuş. Müslümanlar şunları söylüyorlar: O zamanla bu zaman aynı değil. Biz o eski Müslümanlarla aynı değiliz. Biz, peygamber değiliz ki bunları yapalım. Evet doğru biz bir Hz. Ömer değiliz ama adalette mertlikte onu örnek alarak, onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışarak, o insan kendi zamanının Hz. Ömer’i olamaz mı?

Ya da bir Müslüman, Hz. Osman gibi malını sürekli durmadan akıl almaz maddi miktarlarda  infak etse, o Müslüman zamanımızın Hz. Osman’ı olamaz mı? Şunu bilelim, kimse kimsenin yerini alamaz. Allah, herkesi özel yaratmıştır. Müslümanlar! Şöyle bir düşünün! Biz kendi bulunduğumuz çağın sahabeleri olamaz mıyız? İslam sancağını büyük gayret ve fedakarlıklarla alıp ötelere götüremez miyiz? Denizin dalgaları gibi orduları, kafirlerin kurduğu tuzakları, onların devasa silahlarını, Allah’ın yardımıyla birbirimize kenetlenmiş bir şekilde mücadele ederek yenemez miyiz? Yeneriz. Allah bizden öncekilere yardımıyla zafer nasip etmiş, bize neden etmesin. Bizim Rabbimiz, Allah. O’ndan başka Rabbimiz yok, O’ndan başka bize yardım edecek koruyacak yok. Müslümanlar!  bizim 3. bir şıkkımız yok. Ancak bizler şuan ki zayıf imanımızla bunları yapamayız. Bu zayıf imanla tek vücut olamayız, bu amellerimizle bir yere gelemeyiz. Müslümanlar! Önce kendi imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Şunu bilelim ki: Allah’tan korkan ve O’na güvenen birini dünyada hiçbir güç korkutamaz. Rabbimizin, Allah olduğuna iman etmiş biri insanların yasakları veya kuralları onun yapacaklarını belirleyemez. Müslümanda başka birinin emirlerine tabi olmaz. Rasülüne iman etmiş birinin tek örneği rasülüdür. Kitabına iman etmiş birinin tek ders kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. İman etmiş biri Müslümana düşman olamaz, darılamaz. Üç günle sınırlıdır. Onunla yollarını ayırmaz, onun düşmanı nefsi, şeytan ve şeytanın yardakçılarıdır. Bizler eğer gerektiği gibi iman edersek, Allah’ın vâdi haktır. Allah, bizim saadetimizi sağlayacaktır. Müslümanlar! Dikenli yolların arkasında cennet vardır. Düz ve şaşaalı yolun arkasında da cehennem 3. bir yol yoktur. Allah, bizlere yardım etsin. Bizleri salih imanlı ve takva sahibi kullarından eylesin. Bizi hüsrana uğrayanların yolundan uzak tutsun İnşaallah! Buluşma noktamız cennet olur. Bu çektiğimiz sıkıntılara ve dertlere Allah için gülüp geçmeyi Allah bize nasip etsin ve Elhamdulillahi rabbil alemin!